8 Şubat 2017 Çarşamba

DÜNDEN BUGÜNE İRAN



DÜNDEN BUGÜNE İRAN

SELİM  GÜRBÜZER


            İran devrimi Şah’ı devirmekten daha ziyade dini hüviyette olması çok dikkat çeker. Nasıl dikkat çekmesin ki, tarihler 1979 yılını gösterdiğinde şu alışık olduğumuz ihtilallardan farklı olarak bir anda ruhaniyet kılıfı giydirilmiş Humeyni devrimiyle taşıverdik. Dikkat edin tanışıverdik dedik, çünkü bu ihtilalin farkı gizeminde gizliydi.  Neyse ki gelinen nokta itibarıyla İran Devriminin birtakım İslami gruplar üzerinde ki gizemli etkisi azalmış gözüküyor. Geriye sadece işin bir demagoji faslı, birde Terörist Başı FETÖ’nün 15 Temmuz Darbesi girişimiyle tıpkı Humeyni gibi bulunduğu yerden, yani Pensilvanya’dan ruhani lider ya da kainat imamı olarak döneceği avuntusu kalır. Yine ayrıca öteden beri alışık olduğumuz zamanlarda ne zaman ki ülkemizde ikide bir irtica yaygarası koparılmaya kalkışılır bir bakmışsın İran dosyası laikçi çevrelerce seslendirilen bir propaganda malzeme olarak açılıverir.  Malum çevrelerin canına minnet,  dine duyarlı insanları potansiyel tehlike göstermenin en kestirme yolu zaten.  Oysa malum çevrelere bu dosya malzeme olmanın ötesinde hiç bir işe yaramamaktadır.
          Her neyse gelelim asıl mevzuumuza. Şah Rıza Pehlevi’nin modernleşmeye yönelik politikalarına baktığımızda hiç kuşkusuz ‘yiğidi öldür hakkını yeme’ babından tarihe kayda değer icraatlar olarak geçer. Ama ne var ki, Şah’ın halkın taleplerine karşı kayıtsız kalışı,  demokratik yolları tıkama gibi baskıcı uygulamaları tüm yaptığı kayda değer faaliyetlerini gölgede bırakmaya yetmiştir. Oysa antidemokratik uygulamalar bir yere kadardır,  nereye kadar sürdürülebilirdi ki. Nitekim Şah, kitlelerin talepleri karşısında kulağını tıkadıkça tepkilerde o derece misli artış kaydetmekteydi, arttıkça da bir noktadan sonra geri adım atmak zorunda kalacaktır. Ancak bu geri adım hürriyetin ucunu gösterecek türden uygulamalar olarak kendini gösterdiğinden,  mesela Şah’ın parlamenter sisteme bizatihi izin verir pozisyon alması pekte inandırıcı bulunmaz. İşte bu tür pozisyon alışlar kitleler tarafından bilhassa yönetime öfke duyan kalabalıkların gazını almaya yönelik hamle olarak algılanır. Hatta kitlelerin ağzına sus payı, ya da bir parmak bal çalmak veya duygu sömürüsü cinsten karşılık bulup Şah’ın yıkılabileceği fikri akıllara düşürüverir. Zaten akla düşüverince de bir yandan Liberal Cumhuriyetçiler, bir yandan Sosyal demokratlar, bir yandan Meşrutiyetçiler, bir yandan da Komünist Tudehçi’lerin Şah’a karşı dirençleri daha da kavileşir. Ancak bu kavileşenler arasında asıl ön plana çıkacak olan gurup hiç kuşkusuz mollalar olacaktır. Öyle ki, Fars ve Aramı kültürüne has yarı-tanrı inancın molla kült üzerinde etkisini gösterip 12 İmam’ı temsil ettiğine inanılan Humeyni’yi devrim lideri olarak sahne aldırır.  Derken bu noktadan sonra Humeyni hüccet, Humeyni devrim muhafızı masum imam olarak baş tacı edilir. Zaten aksini iddia etmek küffarlıkla cezalandırılmana yetecektir. Çünkü Şia akımı, yarı tanrı kült geleneğinden beslenip insana ulûhiyet gömleği giydirme üzerine kurulu bir inançtır. Nitekim mollalara atfen söylenilen  'İmam masum’, ‘Mehdi Muhtazar’, ‘12 İmam önderi’, ‘Ayetullah’, ‘Velayet-i Fakih’  gibi methiyeler Şia inancın gereği ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla isteseler de bu inançtan vazgeçemezler. Dedik ya,  bu düşüncenin İslam öncesi Güney Arabistan’da yer alan insanüstü liderlik kültüyle köklü bağı vardır. Düşünsenize kökü derinlerde olan bu sapkın kör inanış çağımızda bile meydan okuma şovuna dönüşecek noktaya gelmiş durumda.  Zaten Humeyni'yi kitleler nezdinde popüler kılan da eski Arami-Fars yarı-tanrı kült geleneğinin İslam'a uyarlanıp İmamları Allah tayin ettiği akidesinden başka bir şey değil elbet. Tıpkı bu Hıristiyanların Hz. İsa’ya ulûhiyet isnad ettikleri durum gibidir. Oysa Sünni ekolde bırakın ulemayı, Peygamberler bile Allah’a gidilen yolda elçi konumunda vasıtadır, asla gaye değildir. Yani, Sünni ekolün fıkhı penceresinde ulema ne ruhban konusu ne de akaid. Tartışmasız hukuk adamı olarak kabul görür. Örnek mi? İşte Osmanlı’da Şeyhü'l İslam makamı bunun en bariz göstergesi. Ki, bu makam tıpkı bugünkü anayasal mahkemesinin görev alanı kapsamına giren kanunların hukuka uygun olup olmadığını üstlenmiş pozisyona sahipliği söz konusudur.  Peki ya siyaset makamı? Bizim siyasetimiz belli, ilmi siyasettir elbet, asla din adamlarından oluşmuş makam değildir hanedanın kontrolünde devam eden makamdır. İşte görüyorsunuz Şia’da mollalara ruhani gözüyle bakıldığı içindir Humeyni liderliğinde siyasi makam akaid konusu olabiliyor. Tabii mollalara Ayetullah veya Allah’ın Hücceti (Allah’ın delil), yetmedi doğuştan masum ve günah işlemez gözüyle bakılırsa olacağı buydu.  Kelimenin tam anlamıyla bu had hududu aşıp mollalar ulûhiyet isnad etmek demektir. .
          Tarihten hiç mi ders alınmaz,  tarihte Haricilerin bilinçsiz mesnetsiz çıkışları Müslüman âlemine pahalıya mal olmuştur. Düşünsenize Müslüman âlemini kana bulan bir avuç Harici güruhu Kur'an'da geçen ayetleri kendi kafalarına göre yorumlayıp kendi dışında kesimleri kâfirlikle suçlayabilmişlerdir. Maalesef Haricilik başsızlık ve kabile asabiyetine dayanarak Müslümanlar arasında kan döküp tarihin harabelerine gömülürken,   Şia ise eski Fars-Arami insanüstü kültün bir yansıması olarak sahne alacaktır. Ne diyelim al birini vur ötekine, illa aralarında fark aranacaksa, birinde başsızlık, diğerinde otoriter liderlik esastır. Bu yüzden İran’da fırtınadan önce sessizlik diyebileceğimiz sosyal patlamaların varacağı nokta otoriter rejimle buluşmak olacaktır. Derken sosyal patlamaların doğurduğu şartlar kitleleri Humeyni etrafında toplanmasını beraberinde getirecektir.  
            Evet,  1979 yılı İran için yeni bir milattır. Bu yıla kadar İran, ortalıkta pek gözükmez bir konumda bir ülke görünümü verirken bu yeni milatla birlikte biranda küresel güçlerin odağı ülke konuma bürünebilmiştir. Üstelik sadece odak olarak dünya gündemine girmez,  bu arada nükleer santral çalışmalarına da hız verdiğinde Amerika’nın sinir uçlarıyla oynayacak muhatap ülke haline gelir de. Belli ki;  İran Sam amcanın başka işlerle meşgul olduğu boşluk anından istifade epey mesafe kat etmiş gözüküyor. Aristoteles diyor ya  ‘Tabiat boşluk sevmez’ diye, işte başka işlerle meşgul olmak bu ya,  İran’ın da canına minnet küresel güçler başka işlerle uğraşa dursun kendine zaman kazanaraktan devrimin temellerini git gide güçlendirmiş oluyordu. Zaten güçlendiği ayyuka çıkınca da uluslararası haber ajanslarında nükleer santraller meselesi bir anda ‘bir bardak suda fırtınalar koparılacak’ konu olur da. Bun da temel amaç İran’ı hizaya getirip gidişatı durdurmaktır.  Fakat ne var ki, At Üsküdar’ı çoktan geçmişti, şöyle olan biten baktıklarında işlerinin hiçte kolay olmadığını fark edeceklerdir. Öyle ya,  karşılarında bu kez kolay yutulur cinsten ne Afganistan, ne de Irak vardı, Şah’ı devirip süper güçlere kafa tutan İran var artık. Dolayısıyla İran deyip geçmemek gerekir, düşünsenize 600 yıl hükümran olmuş Osmanlı’yı bile uzun seneler uğraştırmış bir devlettir.  Aslında batı da biliyor İran’ın öyle kolay yenilir yutulur lokma olmadığını, çetin ceviz olduğu muhakkak.  Kaldı ki İran’ın bu denli boyundan büyük ülkelere kafa tutmasının arka planında yatan unsur sahip olduğu nükleer enerjik santraller ve askeri alanda epey yol kat etmesinden kaynaklanan kendine has deli saçması güven duygusudur.  Baksanıza Oğul Bush İran’ın bu deli saçması hodri meydan okuması karşısında öyle bir zor durumda ki, İran’ın nükleer arayışından vazgeçmesi için gerekirse rüşvet vermeye razı bir izlenim içerisine girebiliyor. Anlaşılan İran’ın küresel güçler arasında ki pazarlıklarda ciddi bir rol üstlenmişliği ABD’yi tedirgin etmiş gözüküyor. Tabii bunu zamanında düşünecekti, bir ara Afganistan ve Saddam’la meşgul olayım derken İran’ın manevra alanı kazanmasına yol açmışsın. Hatta ABD sayesinde Afganistan ve Irak’ın hedef tahtası olmaktan da kurtulmuştur. Ne diyelim bir taşta iki kuş vurmak buna derler,  besbelli ki Amerika’nın her iki ülkeyle uğraşması en çok İran’ın işine yaramıştır, en azından bu zaman diliminde toparlanma fırsatı bulmuştur. Zaten bugün ABD’ye kafa tutabiliyorsa bu toparlanmanın neticesidir. Tabii bu arada küresel güçlerin kendi aralarında ki çıkar ilişkilerinden kaynaklanan gizliden gizliye üstü örtük çatışmaları da göz ardı etmemek icap eder. Zira çıkar ilişkilerinin aynı ortak paydada örtüşmemesi İran’ı bu hesap denkleminde avantajlı konuma getirmiştir. Hal vaziyet böyle olunca da küresel güçlerin Orta Asya'ya yönelik pek çok projeleri fiyaskoyla neticelenmiş. Düşünsenize bir zamanlar dünyanın tek jandarması benim diye övünen ABD yerine Kırgızistan ve Özbekistan’da arzu ettiği kontrolü sağlayamamış biçare ABD var artık karşımızda.  O kadar biçare olduğu net açık ki,  Rusya, Çin,  Hindistan ve Kazakistan Şanghay işbirliği çerçevesinde büyük enerji projelerine imza atmak üzere İran davet edilebiliyor,  hatta yetmedi Pakistan ve Moğolistan’ın katılımıyla birlikte bu bir anlamda ABD devre dışı bırakmak demektir. Kuşkusuz bu sıradan yenilir yutulur hamle sayılmaz,  İran’a kendi sınırlarının dışında alan açan bir gelişmedir elbet.  Kaldı ki, dünyanın bu gün en büyük doğal gaz üreticisi Rusya olup ikinci sırada İran’ın yer alması önemli bir husustur. Ayrıca Irak’taki Şii çoğunluğun üzerindeki İran’ın nüfuzunu da hesaba kattığımız da Washington’un işinin hiçte kolay olmadığı net bir şekilde ortaya çıkar. Öyle görünüyor ki; Sam amca bu gelişmeler karşısında ister adına Büyük Orta Doğu Projesi desin, isterse arınma desin bunlarla kalmayıp yeni proje üretmek için epey daha mesai harcamak zorunda kalacak.         
          Amerika proje ürete dursun,  çiçeği burnunda şu meşhur Cumhurbaşkanı Ahmedinejad dönemini bir hatırlayın, daha işbaşına gelir gelmez ülkesini nükleer kulüp ilan etmesi ortalığı fena halde kızıştırmaya yetmişti. Neyse ki diplomasi trafiğinin yoğunlaştığı hengâme de İngiltere, Almanya ve Fransa ikna turları devreye girmesiyle birlikte İran’ın uranyum zenginleştirme tesislerini askıya alma konusunda Saadapat çerçevesinde taraflar belli noktalarda anlaşma sağlayabilmiştir. Ancak İran’ın bu buluşmada beyan ettiği nükleer çalışmalarını askıya aldığına dair deklaresi yeterli bulunmaz. Bunun üzerine nükleer programını  (nükleer araştırma çalışmaları) durdurma yönünde karar alması gerektiği bildirilir. Tabii bu bildiri İran’ı çileden çıkarıp 3 ağustos 2005’te Isfahanda UCF tesislerini faaliyete geçireceklerini açıklamasıyla karşılık bulacaktır.  Fakat bu sert açıklama Paris anlaşmasının ihlali olarak değerlendirilip İran bu hususta BM Güvenlik Konseyi kartıyla uyarılır. Aslında bu uyarı bir anlamda aba altında sopa göstermek türünden bir tehditti. Nasıl tehditse,  ortada bir fiili müdahaleyi göze alacak herhangi ülke yoktu. Dolayısıyla BM Güvenlik konseyine nükleer mesele taşınsa ne, taşınmasa ne, kriz miriz bahane, bikere İran’ın tüm ülkelere ortak yatırım teklifinde bulunarak göz kırpması bir sır değil elbet.  Hatta Türkiye her ne kadar nükleer reaktör tesis kurma hususunda yönünü batıya çevirmiş gözükse de, geleceği açısından nükleer yakıt çevrim teknoloji konusunda İran’a göz kırpıp dirsek teması içerisinde bulunma ihtiyacını hisseder. Çünkü Tahran’ın elindeki kozlar Washington’dan daha güçlü gözüküyordu.  Derken İran elinde tuttuğu kartlar sayesinde uluslararası pazarlık arenada kendini popüler duruma getiriyordu.
        Tarihe şöyle bir göz attığımızda İslam öncesi üç kıtada hâkim iki devletten biri Sasaniler, diğeri Bizanslılar olduğu görülür.  Malum, Türkler sonradan bu halkaya dâhil olduğunda daha çok Bizans coğrafyası sınırlarının kapsam alanında yerini alarak etkisini gösterecektir. İran ise Sasanilerin hüküm sürdüğü alanlarda yer alarak adından söz ettirecektir. Bu arada Türklerin Fars dünyasıyla ilişkisi yeni değil elbet, ta İslam öncesine dayanır. Nitekim bu ilişki Hun’larla başlamıştır. Öyle ki, bu ilişki ipek yolunu ele geçirmek maksatlı olarak Göktürkler dönemine kadar sürmüştür. Göktürkler önce Sasani’lerle ipek yolu işbirliğine girmiş, sonrasında bu işbirliğinin paylaşımı konusunda anlaşmazlık çıkınca bu kez yollarını ayırıp Bizanslılarla işbirliğine gidilecektir. Hatta Göktürkler bunla da kalmaz Sasanileri yıpratacak hesaplar içerisine girer. Bu hesap tutar da. Şu da var ki; güçten takatten düşen Acem dünyası ileri ki dönemlerde İslam ordularının fethine maruz kaldıklarında bu vesilesiyle Müslüman olmalarını beraberinde getirecektir.  Farslılar Müslüman olur da Türkler olmaz mı? Hem de Farslıların vesilesiyle Müslüman oluruz.  Ki, Müslüman olduğumuz o yıllarda Farslılar başlangıçta Sünni ekol üzereydiler,  ama ne var ki ileri ki dönemlerde bir yandan Safevi Devletinin bir yandan da Türklerin tarihi süreç içerisinde bir takım yanlış uygulamalarının etkisiyle olsa gerek Şiileşmelerini beraberinde getirecektir.  
          Evet, Türkler Müslüman olmaya görsün, Emevi ve Abbasilerden sonra İslam’ın bayraktarlığını Türk’ler üstlenecektir. Nitekim Tuğrul Bey’in Dandanakan zaferiyle hâkimiyetimiz güçlenir de.  Bu arada Tuğrul Bey bürokrasisini Acemlerle donatmayı da ihmal etmez. Tabii hal vaziyet böyle olunca Nizamülmülk resmi yazışmaları Farsça yapınca Farsça resmi dilimiz olur. Farsçanın halka sirayeti ise malum kısmen dergâhlarda okunan Mesnevi öğretisiyle gerçekleşir. Yinede halk arasında ağırlıklı olarak Türkçe konuşulur. Peki ya Hakanlarımız? Malum, Hakanlarımızın ‘Keykubad’, ‘Keyhüsrev’, ‘Keykavus’ gibi unvanları kullanmaları Fars kültürüyle iç içe olduğumuzun göstermeye yetiyor.  Ancak Selçuklu döneminde bu iç içe ilişkilerimiz Osmanlı döneminde yerini sancılı bir sürece terk edecektir. Nitekim bu sancı Timur’un Yıldırım Bayezid'i mağlup edip savaş esirlerini Erdebil’e götürdüğünde gün yüzüne çıkacaktır. Bu arada Timur savaş esirlerini Erdebil Şeyhi Ali’ye teslim edecektir. İlginçtir teslim edilen Türkmen dervişler ilk önceleri Kasr-ı Arifan'ın fakr ve kalender meşrebi üzere halka olurlarken, sonrasında Erdebil Şeyhinin etkisiyle bu dini yaşantılarını zevk-i ruhaniye hale dönüştürdüklerinde kendilerini bir anda cem halkasının ortasında bulacaklardır.  Oysa Erdebil Şeyhi Ali’nin asıl derdi zevk-i ruhaniye aşkıyla oturduğu şeyhlik postunda kalmak değildir,  asıl derdi şeyhlikten Şahlığa geçmektir. Ama ömrü yetmeyecektir bu kez şeyhlik postuna Cüneyd oturacaktır. Keza Şeyh Cüneyd’de tıpkı Şeyh Ali gibi gözü şahlıktadır, ama o’nun bu niyetini İran hükümdarı Cihan Bey sezdiğinde tez elden gereğini yapıp soluğu Anadolu’da alır. Tabii buralarda da boş durmayacaktır,  kök salar da.  Nasıl kök salmasın ki, ilerisinde kendi sulbünden Şah İsmail dünyaya gelecektir. Bu demektir ki bu yol oğlu Şeyh Haydar’a devr olduktan sonra torunu İsmail’e geçtiğinde bir zamanlar hayal olan Şahlık davası gerçeğin ta kendisi olur da.  Nitekim Şeyh İsmail on üç yaşına ayak bastığında İran’da hatırı sayılırda güç sayılan Akkoyunlu Türk Devletini mağlup ederek Safevi Devletini kuracaktır. Böylece dedelerinin gerçekleştiremediği Şeyhlikten Şahlığa geçmeyi başaran lider olur. O artık bundan böyle Şeyh İsmail değil, Şah İsmail olarak adından söz ettirecektir.
         Akkoyunlular, Karahanlılar ve Safeviler İran coğrafyasında Türk devletleri olarak sahne almışlardır.  Malum bunlar arasında sadece Safeviler Osmanlı’yı uğraştırmıştır. Bu uğraştırma daha çok mezhebi ve siyasi refleks kaynaklı uğraştırmadır. Düşünsenize Şah İsmail Ehl-i Beyt sevgisiyle kurduğu devletini Şiiliğe tebdil eyleyip mezhebine resmiyetlik kazandırır da. Tabi bu durum Osmanlı padişahlarının gözünden kaçmaz. Beyazıt Han ilk etapta meseleye savaş yoluyla halletmeye pek niyetli gözükmez. Ama Yavuz Sultan Selim böyle düşünmez,  tâ Şehzadelik zamanında Trabzon valisi iken bir an evvel tahta geçtiğinde hadlerini bildirmek sevdasındadır. Nitekim şehzadelikten hükümdarlığa geçtiğinde, yani tarihler 1514’ü gösterdiğinde Çaldıranda Şah İsmail’  hezimete uğratarak kendince haddini bildirmiş olur.   Böylece Şah İsmail’in Şahlık ve Şeyhlik imajı büyük yara alır. Hatta Çaldıran zaferiyle birlikte İran’la olan sınırlarımız çizilir de.  
         Evet, sınırlarımız çizelir çizilmesine de ancak belirlenen sınırların Anadolu yakasında kalan Türkmen dervişler, zaman içerisinde sınırın diğer yakasında kalan karındaşlarına iyi gözle bakmayacaklardır.  Güya Sünni karındaşlarının Ehl-i Beyt’e sıcak bakmadığı zannına kapılaraktan medreselerden uzak bir hayat yaşayacaklardır. Tabii hal vaziyet böyle olunca kitabi bilgilerden yoksunluk onları kulaktan dolma bilgiye dayalı bir sözlü cemevi kültüre dayalı,  yani alevi meşrep geleneğini esas alan sazlı sözlü bir yapıya dönüşecektir. Hiç kuşkusuz bunda Şah İsmail’in kendi mezheb ve meşrebiyle meşgul olmak yerine ‘Dünyanın hükümdarı benim’ iddiasına soyunmasının çok büyük payı vardır. Zaten kendi meşreb kabında dursaydı Osmanlı hiçbir şekilde Şah İsmail’in varlığından rahatsızlık duymayacaktı. Hem niye rahatsızlık duysun ki,  bikere Osmanlının Ehl-i Beyt’e olan muhabbeti tartışılmaz da. Ki, Osmanlıda o gül neslinin Seyyid Reislerinin önünde diz çöküp kılıç kuşanan padişahlarımız olduğu gibi onların hayır dualarını almak için yarışan padişahlarımızda vardı. İcabında bu da yetmez Peygamber nesline hürmeten Ehli Beyt’e hazineden maaş bağlayan Devlet-i Aliye’miz söz konusudur.   Kelimenin tam anlamıyla Osmanlı’da en saf veya en duru İslam’a hizmet etmek esastır.  Ne zaman ki o hizmetkârlık bilincimizi yitiriverdik birde baktık ki insanlığın en son şahit olduğu o saf ve duru medeniyetin altında yeller esip Osmanlı’nın yıkılışına şahit olduk.   
            Dünden bugüne geldiğimiz noktada şuan İranlılarla aramızda her ne kadar mezhep farklılığımız olsa da şurası muhakkak tarihi süreç içerisinde kültür yönünden hem almışız hem de vermişliğimiz söz konusu. Yani kültürel harçlarımız iç içe kaynaşmış durumda,  bu yüzden onlar bize aşina, biz onlara. Bakın İran halkı evlerin bacalarında antenlerini Türkiye’ye doğru çevirip programlarımızı büyük bir iştiyakla izlemekteler. Asla bizi ayrı gayrı görmüyorlar, kendilerine çok yakın buluyorlar. Nasıl yakın bulmasınlar ki,  Muhammed Kirman'ı gibi daha nice Acem âlimler 1071 Malazgirt zaferiyle birlikte Anadolu’ya yerleşip kültür kodlarımızla bütünleşmişler.  Üstelik gönlümüze ruhumuza ışık saçarak hemhal olmuşuz da.  İşte Siirt’te Ulu Cami’yi yaptıran Şeyh Muhammed Isfahanı bunun en bariz misali. Madem öyle Kasr-ı Arifan ve Horasan’a konuk olan nice Acem gönül sultanlarını ne kadar yâd etsek azdır. İyi ki de Acem diyarlarından gelip bizi kendilerine bend etmişler, Onlar olmasa kim bilir halimiz nice olurdu.  
           Evet,  o kadar iç içeyiz ki,  'vuzuh' demez Farsça abdest deriz. Yine biz Türkler Arapça salât yerine Kisra’nın perestiş veya Pehlevicesinde eğilme manasına gelen namaz deriz hep. Tabii bitmedi dahası var, mesela Nebi demeyiz, Farsça peyam tabirinden neşet bulan elçi manasına gelen Peygamber deriz. Ne diyelim, işte görüyorsunuz Fars kültürüne yabancı olmadığımız besbelli. Kaldı ki, padişahlarımız Farsça konuşmaktan imtina etmemişler, biz o ecdadın torunları olarak kullansak ne kaybederiz ki.  Nitekim Yavuz iki bin beyitten oluşan Farsça divan yazmış bile,  hatta bunla da kalmamış Çaldıran savaşından sonra birçok İranlı yazar ve şairi İstanbul’a getirtip onurlandırmış da.
          Peki ya Şah İsmail? İlginçtir Şah İsmail de Türkçe divan yazmıştır. Ne diyelim Şah İsmail ve Yavuz görünürde karşıt iki rakip olarak görünseler de şu bir gerçek tarihçileri bile hayrete düşürecek derecede hiçbir surette kültür alışverişinden endişe duymayan tavır sergilemişlerdir.  Yani, her ikisi lider de kültür alışverişini zenginlik telakki eden bir ortak mizaca sahipler.
           Kanuni Sultan Süleyman tahta oturduğunda Yavuz Sultan Selim’den farklı olarak sert siyaset gütme yerine yumuşak bir siyaset izlemeyi yeğler. Ancak bu yumuşaklık maksadından saptırılınca Irakeyn seferi kaçınılmaz hal alıp Bağdat’ın fethi vuku bulur ve akabinde Amasya anlaşması imzalanır da.
           Tarihin sayfalarını şöyle çevirdiğimizde III. Murat döneminde tarafların birbirini karşılıklı suçlayaraktan Amasya anlaşmasının ihlal edildiğine tanık oluruz. Tabii Sokullu bu karşılıklı kısır çekişmenin ortaya koyduğu zararı Sultan Murad’ın İran’a açtığı savaşta fark edecektir. İyi ki de fark etmiş, bu sayede Padişaha Iranla meşgul olmanın Devleti Aliye’yi asıl hedefinden uzaklaştıracağını, dolayısıyla batıya fetihlerle açılmamızda akameti uğratıp ayak bağı olacağını beyan edecektir. Gerçektende IV. Murat dönemine gelindiğinde İran seferlerinin hazineye ne kadar yük getirdiği tüm çıplaklığıyla orta çıkınca Sokullu’nun uyarısı yerinde bir uyarı olduğu anlaşılır. Derken bu sayede Türk- İran ilişkileri Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla doğru rayına oturacaktır.
           Cumhuriyet’e geçişimizle birlikte Arap Devletlerine öteden beri o alışık olduğumuz önyargılı bakış ve yaklaşımlardan İran’da payına düşeni alacaktır.  Ancak, ilk yıllarda Faşist İtalyan’ın Orta doğuya tehdit eder hale gelmesi, İngilizlerin teşvikiyle İran’ın öncülüğünde Türkiye ve Irak üçlüsü Sadabad Paktı için bir araya gelindiğinde işin rengini biraz değiştirir sanki. Derken 1937’de Afganistan’ın katılımıyla saldırmazlık anlaşması sağlanır da.  Böylece Türk İran ilişkileri yeni bir boyut kazanır. Ancak tarihler 1979’ü gösterdiğinde Şah’ı devirmek suretiyle yeni oluşan yapıda Humeyni rejimi Türkiye cenahında hoş karşılanmayacaktır.  Buna rağmen bir takım mahfillerce Türkiye’de zaman zaman meydanlarda  “Mollalar İran'a” sloganları iç politikaya malzeme olarak kullanılır. Neyse ki 12 Eylül ve 28 Şubat’ın o üzerimize balyoz gibi inen o küllenin ortadan kalkmasıyla birlikte Humeyni’nin esamisinden eser kalmayacaktır.
           Velhasıl; gerek Türkiye gerekse İran tarih boyunca ilişkileri gelgit düzleminde seyredip ne kazanç ne de kaybeden taraf olmuşlar.  Bakalım gelecek yıllar ne gösterecek. Hiç kuşkusuz Mevla’m neylerse güzel eyler demek en güzeli.  Diyelim ki geleceğe umut var bakabilelim.

               Vesselam. 

5 Şubat 2017 Pazar

İMAN-İSLAM-İHSAN



                                                       İMAN-İSLAM-İHSAN                        

SELİM GÜRBÜZER


         Aydınlığa giden yolda bir takım engeller çıksa da Allahın izniyle kıyamete kadar hakikat yolunda çalışan Rabbani âlimler oldukça irşat faaliyetleri devam edeceği bir vaka.  Her ne kadar tasavvuf dairesine giren yeni talipliler bu yolun hakkını vermese de artık ahir zamanda yaşıyoruz, insanın içinden bu kadarına da can kurban diyesi geliyor. Öyle ki; Cüneyd-i Bağdâdî (k.s); “Hakikat ilmi sergisini topladı, iş lafa kaldı. Biz tasavvufun ancak kıyısından köşesinden bahsedebiliyoruz” derken bu gerçeğe işaret etmiştir.
            Yüce Mevla’mız; “Takvaya ve iyiliğe ulaşmak için birbirinizle yardımlaşın (Maide 2), Hep beraber Allah’ın ipine sarılın, dağılıp parçalanmayın” (Nur 31) diye beyan buyururken aydınlık sütunlarından basamak basamak ilerlememizi dilemektedir. Ayetlerden de anlaşıldığı üzere Dinimiz üç sütun üzerine inşa edilmiştir.  Malum,  bu üç sütun  ‘İman, İslam ve İhsan’  diye karşılık bulur.
             Allah için eda edilen ibadetlerin başında hiç kuşkusuz farz ameller gelir, sonra sünnet, en nihayet fazilet olarak tabir edilen nafile ameller takip eder. Tabii ki amel yapmak için öncelikle iman şarttır. Zaten iman olmadan amel ne işe yarar ki. Dolayısıyla imandan sonra namaz, namazdan sonra büyük günahlardan sakınma, derken adım adım diğer farzlar yerine getirilmeye çalışılıp, böylece karanlık dünyamızı aydınlatmış oluruz.
            İhsan haline erişebilmek için de elbette ki kalbi tezkiye (temizleme) edip güzel ahlak sahibi olmak gerekir. Ki; ilahi huzurda kabul gerçekleşsin. Ancak vuslata giden yolda mutlaka yolu bilenin tarifine ihtiyaç vardır, aksi takdirde hakikate giden yol kat edilemez.  Madem öyle, bir ışık feneri bulmak lazım gelir. Bu yüzden İmam-ı Rabbânî (k.s) ne mutlu muradı olan dememiş, ne mutlu murat mürşit bulana demiştir. Elbette ki arayan sonunda Mevla’sını bulacaktır. İşte bu gerçeklerden hareketle arifler ihsanı, yani tasavvufu; Allah’ı görür gibi ibadet etmek diye tarif etmişlerdir. Nitekim bu yolda sen görmesen de o görür duygusuyla Allah’ın ipine tutunmak esastır İhsan haline erişen insan aynı zamanda seyri sülük mertebelerini basamak basamak aşmış olacaktır. Bu sebeple Kuran’da sofi kavramı; veli, muttaki, muhsin sıddık, sadık vs. sıfatlarla zikredilir.  Gerçektende sofilik, Allah dostunu ziyaret eyleyerek eşiğine yüz sürmek, meclisine girmek, manevi atmosferi tatmak ve sonrasın da verilen reçeteleri uygulamakla hakikate varılır. Onun için tasavvuf kal değil, haldir denilmiştir. Allaha giden yolda elbette ki birçok yollar var ama bunlar arasında en kestirme yol marifetullah ilmidir. Yani Allah’ı tanıma ilmidir. Zaten  ‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ ilahi hükmü bunun teyidi.  Bu yüzden kalp ilmini ahlak ilmi diye tanımlayanlar da olmuştur. O halde sofilik hangi makamda olduğunun merakı değil, en güzel ahlaka erişmenin çabası dersek yeridir. Dahası tasavvufta güzel ahlak edinmek için vardır.
            Sofi ahrete hazırlık yolunda yalnız değildir, her daim önünde kılavuzu vardır. Bu yüzden bağlandığı mürşit sayesinde haramilere kolay kolay yem olmaz.  O halde, sakın ola ki Allah ile kul arasında kılavuz olur mu diye itiraz edenlerden olma. Şayet birileri bu sözü söylerken; ‘Ben peygamber, âlim, mürşid vs. gibilerini rehber tanımam’ manasında telaffuz ediyorsalar bu durum haddi aşmak olur ki; maazallah iddia sahibini tehlikeye sokup küfür bataklığına sürükleyebilir de. Yok, eğer bu sözle kişinin amacı; ‘Maksadım Allah, isteğim O’nun rızasını kazanmak’ anlamında ikrar edilmişse doğrudur, buna itirazımız olamaz. Kaldı ki kâmil rehberin çabası da bu yöndedir.
          Her türlü masivadan kurtulmak için hak yolda tıkaç olacak her ne varsa, ya da pusuya yatmış ehlisünnet dışı vahhabi, mezhepsiz, mealci gibi gruplardan uzak kalmakta fayda var. Şu bir gerçek bize gerçek manada yâr ve yardımcı olacak tek dost Peygamberimiz ve o’nun varisi hükmünde Rabbani âlimlerdir.  Allah Resulünün yolunu yol bilen âlimler, yaşayan sünnet olduklarından onların öncülüğünde her türlü şirk, nefs, riya, kibir veya haset gibi engellerden pekâlâ kurtulabiliriz. Belli ki söz konusu ilahi perdeler gönül dostlarının nazarlarıyla, gösterdiği reçeteleri uygulamakla aşılabiliyor.
         Mülk âleminden melekût âlemine, ilmel yakinden aynel yakine yolculuk şüphesiz kalp ve ruhla olmaktadır. Bu yüzden seyri sulük Allah’a yaklaşma noktasında kötülükten iyiliğe, gafletten zikre, katılaşmış kalpten huzura eren kalb-i selime geçişin adı olarak tarif edilir. Tabii bu arada rehber olmadan yolculuğun hüsranla biteceğini de unutmamalı.
         Kâmil Mürşitler takva yolunda hem imam,  hem de rehberdirler, onlar yetkisini halktan değil, Haktan alan gönül sultanlarıdır. Manevi halifelik vasfını kazananlar ancak kâmil insanlık vasfı taşıyanlara has bir meziyettir. Dolayısıyla kâmil insanla diğer kâfir ve fasık insan arasında kıyas yapmak bile doğru değildir. Çünkü her ikisi de insani bakımdan birbirine taban tabana zıt kişiliklerdir. Malum, birincisi Allahın dostluğunu kazanan, diğeri şeytanın dostluğuna râm olandır. Bu durumda nasıl kıyas edebiliriz ki. Hatta kâfir ve fasık özelliğe sahip insan sadece şeytana değil nefsine de köledir.  Mümin ise Allah’a abd (kul) olmakla tüm sahte mabutların karşısında adeta özgürlük meşalesidir.
          Zahiri ilim dışımızı, batıni ilim ise içimizi süsler. Bu nedenle İmam Malik; ‘Her iki ilmi (zahir ve batın)  öğrenen kimse gerçek bir müslüman olur’ (Aliyul’l Kari, Şerhu Ayni’l ilim) buyurur. İmam Şafi’de; Hem fakih, hem sufi ol, sakın birisiyle yetinme diyor. Dolayısıyla medrese zahiri ilimlerin öğretildiği bir üniversite, dergâhlarda batini ilimlerin tahsil edildiği zikir halkasıdır. Maalesef tarih boyunca bu iki müessese sanki birbirinin rakibiymiş gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Oysa zahir ve batin bir araya geldiğinde hakikat doğmuştur. Yani her ibadetin bir zahiri, birde batini yönü vardır. Mesela Namazda iftitah tekbiri farz olmakla beraber, aynı zamanda kılınan namazın riyadan uzak huşu içerisinde eda etmekte farzdır. Demek ki; namazın bile hem zahiri, hem de takva yönü vardır. O halde iç ve dış bir arada uyumluluk içerisinde bulunmalı ki; necat (kurtuluş) vuku bulsun. Allah Teâlâ; “Hiç şüphesiz nefsini günah kirlerinden temizleyen kurtuldu” (Şems 9) beyanıyla sadece helâl ve haramı bilmekle mükellef olmadığımızı,  kalbi temizlemek mecburiyetimizin de varlığına dikkat çekmektedir. Ayeti celilerden maksad; kazanılan ilmi Salih amele çevirmektir. Kalp ilmi, ya da batıni ilmin inkârı Yüce Allah’ın rahmetine kota koymak anlamına gelir ki, bu son derece tehlikelidir. Evet; ilmin sonu yoktur, bu böyle biline. Bakın Hallacı Mansur gibi bazı velilerde batıni haller görülmüş, hatta manevi sekr (sarhoş) halde iken onların dilinden zahiri ilme (şeriata) ters düşen bir takım sözler çıkmış olabiliyordu, ama onlar mazurdurlar. Çünkü bu konu bizi aşar, bu durum Allah’a havale edilir sadece. Zaten sürekli manevi sarhoşluk içinde yüzen veliler halkı irşat edemezler. Dolayısıyla haklarında hüsnü zanda bulunmak en doğrusu.. Üstelik Hak âşıklarının cezbeleri gizlidir, ilahi aşkları sinelerinde saklıdır, amel ve ibadet halleri ise süreklidir. 
           Bir başka meselede zahiri inkâr edip, batin halin dışında her şey batıldır iddiasında bulunanlardır. Genellikle bu tipler; ‘Kalbim temiz olsun gerisi boş’  deyip namazı bile boşlamışlardır. Oysa şeriat zahire bakar, kalbin durumunu ancak Allah bilir. Asr-ı Saadette hayat tarzı zühd üzerine kuruluydu, yani bildiği ile amel ediliyordu. Bu yüzden sahabede kalp hastalığı pek yoktu. Asr-ı saadet devrinden uzaklaştıkça bu alanda kalbe ait ameller hassasiyetini yitirip büyük bir boşluk doğmuştur. İşte Mürşidi Kamiller bu noktada boşluğu doldurmak için devreye girmişlerdir,  derken yaralara merhem olup kalpleri aydınlatmışlardır.  Nitekim İmam Şarani bu konuda; ‘İslam’ın ilk asırlarında insanlar takva ve edebi koruyorlardı. O nesil gidip hastalıklar kaplayınca cahiller bir tarafa, âlimler bile amelden geri kaldılar. Bu nedenle âlimlerin bir kâmil mürşide intisapları zaruri oldu’ diye beyan buyurmuştur(Bkz. Envarül kudsiyye).  Malum İmam Ahmed b. Hanbel’de önceleri sofileri tenkit edermiş, neyse ki gerçeği görünce;
           —Onlar bildikleriyle amel ederek bize üstünlük sağladılar, itirafında bulunmuştur.          Hatta İmam Ahmed b. Hanbel sık sık Bişr-i Hafi’nin meclisine takılmaya başlayınca talebeleri kendisine;
           —Efendim sen müctehidsin, böyle insanların arasında ne işin var diye sual eylemişler.
         O da cevaben; 
           —Evet, Şer’i ilimleri iyi bilirim,  ama onlar yüce Allah’ı benden daha iyi tanıyorlar demiştir.
           Anlaşılan o ki; Allah dostları hizmeti tercih etmişlerdir. Çünkü Allah Rasulü; “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” (Taberani, İbnu Ebid Dünya) buyurmakta.
          Kelimenin tam anlamıyla Gönül Sultanları Allah’ın rızasını kazanmak için her hizmete talip olmuşlardır. Hatta gerektiğinde milis kuvvetler oluşturup savaşa girmeyi bile göze almışlardır. Ahi Evran bunun en tipik delili zaten. Bu yüzden camii, aşevi, okul, hastane ve misafirhane gibi hayır kurumlarının inşasında da koşturmak gerekir.
          Vesselam.