DÜNDEN BUGÜNE İRAN
SELİM GÜRBÜZER
İran devrimi Şah’ı devirmekten daha ziyade
dini hüviyette olması çok dikkat çeker. Nasıl dikkat çekmesin ki, tarihler 1979
yılını gösterdiğinde şu alışık olduğumuz ihtilallardan farklı olarak bir anda
ruhaniyet kılıfı giydirilmiş Humeyni devrimiyle taşıverdik. Dikkat edin tanışıverdik
dedik, çünkü bu ihtilalin farkı gizeminde gizliydi. Neyse ki gelinen nokta itibarıyla İran
Devriminin birtakım İslami gruplar üzerinde ki gizemli etkisi azalmış gözüküyor.
Geriye sadece işin bir demagoji faslı, birde Terörist Başı FETÖ’nün 15 Temmuz
Darbesi girişimiyle tıpkı Humeyni gibi bulunduğu yerden, yani Pensilvanya’dan
ruhani lider ya da kainat imamı olarak döneceği avuntusu kalır. Yine ayrıca
öteden beri alışık olduğumuz zamanlarda ne zaman ki ülkemizde ikide bir irtica
yaygarası koparılmaya kalkışılır bir bakmışsın İran dosyası laikçi çevrelerce seslendirilen
bir propaganda malzeme olarak açılıverir. Malum çevrelerin canına minnet, dine duyarlı insanları potansiyel tehlike göstermenin
en kestirme yolu zaten. Oysa malum
çevrelere bu dosya malzeme olmanın ötesinde hiç bir işe yaramamaktadır.
Her
neyse gelelim asıl mevzuumuza. Şah Rıza Pehlevi’nin modernleşmeye yönelik politikalarına
baktığımızda hiç kuşkusuz ‘yiğidi öldür hakkını yeme’ babından tarihe kayda
değer icraatlar olarak geçer. Ama ne var ki, Şah’ın halkın taleplerine karşı kayıtsız
kalışı, demokratik yolları tıkama gibi
baskıcı uygulamaları tüm yaptığı kayda değer faaliyetlerini gölgede bırakmaya
yetmiştir. Oysa antidemokratik uygulamalar bir yere kadardır, nereye kadar sürdürülebilirdi ki. Nitekim Şah,
kitlelerin talepleri karşısında kulağını tıkadıkça tepkilerde o derece misli
artış kaydetmekteydi, arttıkça da bir noktadan sonra geri adım atmak zorunda
kalacaktır. Ancak bu geri adım hürriyetin ucunu gösterecek türden uygulamalar
olarak kendini gösterdiğinden, mesela
Şah’ın parlamenter sisteme bizatihi izin verir pozisyon alması pekte inandırıcı
bulunmaz. İşte bu tür pozisyon alışlar kitleler tarafından bilhassa yönetime
öfke duyan kalabalıkların gazını almaya yönelik hamle olarak algılanır. Hatta kitlelerin
ağzına sus payı, ya da bir parmak bal çalmak veya duygu sömürüsü cinsten
karşılık bulup Şah’ın yıkılabileceği fikri akıllara düşürüverir. Zaten akla düşüverince
de bir yandan Liberal Cumhuriyetçiler, bir yandan Sosyal demokratlar, bir
yandan Meşrutiyetçiler, bir yandan da Komünist Tudehçi’lerin Şah’a karşı
dirençleri daha da kavileşir. Ancak bu kavileşenler arasında asıl ön plana
çıkacak olan gurup hiç kuşkusuz mollalar olacaktır. Öyle ki, Fars ve Aramı
kültürüne has yarı-tanrı inancın molla kült üzerinde etkisini gösterip 12
İmam’ı temsil ettiğine inanılan Humeyni’yi devrim lideri olarak sahne aldırır. Derken bu noktadan sonra Humeyni hüccet, Humeyni
devrim muhafızı masum imam olarak baş tacı edilir. Zaten aksini iddia etmek
küffarlıkla cezalandırılmana yetecektir. Çünkü Şia akımı, yarı tanrı kült
geleneğinden beslenip insana ulûhiyet gömleği giydirme üzerine kurulu bir
inançtır. Nitekim mollalara atfen söylenilen 'İmam
masum’, ‘Mehdi Muhtazar’, ‘12 İmam önderi’, ‘Ayetullah’, ‘Velayet-i
Fakih’ gibi methiyeler Şia inancın
gereği ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla isteseler de bu inançtan vazgeçemezler. Dedik
ya, bu düşüncenin İslam öncesi Güney Arabistan’da yer alan insanüstü liderlik kültüyle
köklü bağı vardır. Düşünsenize kökü derinlerde olan bu sapkın kör inanış
çağımızda bile meydan okuma şovuna dönüşecek noktaya gelmiş durumda. Zaten Humeyni'yi kitleler nezdinde popüler
kılan da eski Arami-Fars yarı-tanrı kült geleneğinin İslam'a uyarlanıp İmamları
Allah tayin ettiği akidesinden başka bir şey değil elbet. Tıpkı bu Hıristiyanların
Hz. İsa’ya ulûhiyet isnad ettikleri durum gibidir. Oysa Sünni ekolde bırakın
ulemayı, Peygamberler bile Allah’a gidilen yolda elçi konumunda vasıtadır, asla
gaye değildir. Yani, Sünni ekolün fıkhı penceresinde ulema ne ruhban konusu ne
de akaid. Tartışmasız hukuk adamı olarak kabul görür. Örnek mi? İşte Osmanlı’da
Şeyhü'l İslam makamı bunun en bariz göstergesi. Ki, bu makam tıpkı bugünkü
anayasal mahkemesinin görev alanı kapsamına giren kanunların hukuka uygun olup
olmadığını üstlenmiş pozisyona sahipliği söz konusudur. Peki ya siyaset makamı? Bizim siyasetimiz
belli, ilmi siyasettir elbet, asla din adamlarından oluşmuş makam değildir hanedanın
kontrolünde devam eden makamdır. İşte görüyorsunuz Şia’da mollalara ruhani gözüyle
bakıldığı içindir Humeyni liderliğinde siyasi makam akaid konusu olabiliyor. Tabii
mollalara Ayetullah veya Allah’ın Hücceti
(Allah’ın delil), yetmedi doğuştan masum ve günah işlemez gözüyle bakılırsa
olacağı buydu. Kelimenin tam anlamıyla bu
had hududu aşıp mollalar ulûhiyet isnad etmek demektir. .
Tarihten hiç mi ders alınmaz, tarihte Haricilerin bilinçsiz mesnetsiz çıkışları
Müslüman âlemine pahalıya mal olmuştur. Düşünsenize Müslüman âlemini kana bulan
bir avuç Harici güruhu Kur'an'da geçen ayetleri kendi kafalarına göre
yorumlayıp kendi dışında kesimleri kâfirlikle suçlayabilmişlerdir. Maalesef Haricilik
başsızlık ve kabile asabiyetine dayanarak Müslümanlar arasında kan döküp
tarihin harabelerine gömülürken, Şia ise eski Fars-Arami insanüstü kültün bir
yansıması olarak sahne alacaktır. Ne diyelim al birini vur ötekine, illa
aralarında fark aranacaksa, birinde başsızlık, diğerinde otoriter liderlik
esastır. Bu yüzden İran’da fırtınadan önce sessizlik diyebileceğimiz sosyal patlamaların
varacağı nokta otoriter rejimle buluşmak olacaktır. Derken sosyal patlamaların doğurduğu
şartlar kitleleri Humeyni etrafında toplanmasını beraberinde getirecektir.
Evet, 1979 yılı İran için yeni bir milattır. Bu yıla
kadar İran, ortalıkta pek gözükmez bir konumda bir ülke görünümü verirken bu
yeni milatla birlikte biranda küresel güçlerin odağı ülke konuma
bürünebilmiştir. Üstelik sadece odak olarak dünya gündemine girmez, bu arada nükleer santral çalışmalarına da hız verdiğinde
Amerika’nın sinir uçlarıyla oynayacak muhatap ülke haline gelir de. Belli
ki; İran Sam amcanın başka işlerle
meşgul olduğu boşluk anından istifade epey mesafe kat etmiş gözüküyor. Aristoteles
diyor ya ‘Tabiat boşluk sevmez’ diye, işte başka işlerle meşgul olmak bu ya, İran’ın da canına minnet küresel güçler başka
işlerle uğraşa dursun kendine zaman kazanaraktan devrimin temellerini git gide güçlendirmiş
oluyordu. Zaten güçlendiği ayyuka çıkınca da uluslararası haber ajanslarında
nükleer santraller meselesi bir anda ‘bir
bardak suda fırtınalar koparılacak’ konu olur da. Bun da temel amaç İran’ı
hizaya getirip gidişatı durdurmaktır. Fakat ne var ki, At Üsküdar’ı çoktan geçmişti,
şöyle olan biten baktıklarında işlerinin hiçte kolay olmadığını fark
edeceklerdir. Öyle ya, karşılarında bu
kez kolay yutulur cinsten ne Afganistan, ne de Irak vardı, Şah’ı devirip süper
güçlere kafa tutan İran var artık. Dolayısıyla İran deyip geçmemek gerekir,
düşünsenize 600 yıl hükümran olmuş Osmanlı’yı bile uzun seneler uğraştırmış bir
devlettir. Aslında batı da biliyor
İran’ın öyle kolay yenilir yutulur lokma olmadığını, çetin ceviz olduğu
muhakkak. Kaldı ki İran’ın bu denli
boyundan büyük ülkelere kafa tutmasının arka planında yatan unsur sahip olduğu
nükleer enerjik santraller ve askeri alanda epey yol kat etmesinden kaynaklanan
kendine has deli saçması güven duygusudur. Baksanıza Oğul Bush İran’ın bu deli saçması hodri
meydan okuması karşısında öyle bir zor durumda ki, İran’ın nükleer arayışından
vazgeçmesi için gerekirse rüşvet vermeye razı bir izlenim içerisine
girebiliyor. Anlaşılan İran’ın küresel güçler arasında ki pazarlıklarda ciddi
bir rol üstlenmişliği ABD’yi tedirgin etmiş gözüküyor. Tabii bunu zamanında
düşünecekti, bir ara Afganistan ve Saddam’la meşgul olayım derken İran’ın manevra
alanı kazanmasına yol açmışsın. Hatta ABD sayesinde Afganistan ve Irak’ın hedef
tahtası olmaktan da kurtulmuştur. Ne diyelim bir taşta iki kuş vurmak buna
derler, besbelli ki Amerika’nın her iki ülkeyle
uğraşması en çok İran’ın işine yaramıştır, en azından bu zaman diliminde
toparlanma fırsatı bulmuştur. Zaten bugün ABD’ye kafa tutabiliyorsa bu
toparlanmanın neticesidir. Tabii bu arada küresel güçlerin kendi aralarında ki çıkar
ilişkilerinden kaynaklanan gizliden gizliye üstü örtük çatışmaları da göz ardı
etmemek icap eder. Zira çıkar ilişkilerinin aynı ortak paydada örtüşmemesi
İran’ı bu hesap denkleminde avantajlı konuma getirmiştir. Hal vaziyet böyle
olunca da küresel güçlerin Orta Asya'ya yönelik pek çok projeleri fiyaskoyla
neticelenmiş. Düşünsenize bir zamanlar dünyanın tek jandarması benim diye
övünen ABD yerine Kırgızistan ve Özbekistan’da arzu ettiği kontrolü
sağlayamamış biçare ABD var artık karşımızda. O kadar biçare olduğu net açık ki, Rusya, Çin,
Hindistan ve Kazakistan Şanghay
işbirliği çerçevesinde büyük enerji projelerine imza atmak üzere İran davet
edilebiliyor, hatta yetmedi Pakistan ve Moğolistan’ın
katılımıyla birlikte bu bir anlamda ABD devre dışı bırakmak demektir. Kuşkusuz
bu sıradan yenilir yutulur hamle sayılmaz,
İran’a kendi sınırlarının dışında alan açan bir gelişmedir elbet. Kaldı ki, dünyanın bu gün en büyük doğal gaz
üreticisi Rusya olup ikinci sırada İran’ın yer alması önemli bir husustur.
Ayrıca Irak’taki Şii çoğunluğun üzerindeki İran’ın nüfuzunu da hesaba
kattığımız da Washington’un işinin hiçte kolay olmadığı net bir şekilde ortaya
çıkar. Öyle görünüyor ki; Sam amca bu gelişmeler karşısında ister adına Büyük Orta
Doğu Projesi desin, isterse arınma desin bunlarla kalmayıp yeni proje üretmek
için epey daha mesai harcamak zorunda kalacak.
Amerika proje ürete dursun, çiçeği burnunda şu meşhur Cumhurbaşkanı
Ahmedinejad dönemini bir hatırlayın, daha işbaşına gelir gelmez ülkesini nükleer
kulüp ilan etmesi ortalığı fena halde kızıştırmaya yetmişti. Neyse ki diplomasi
trafiğinin yoğunlaştığı hengâme de İngiltere, Almanya ve Fransa ikna turları
devreye girmesiyle birlikte İran’ın uranyum zenginleştirme tesislerini askıya
alma konusunda Saadapat çerçevesinde taraflar
belli noktalarda anlaşma sağlayabilmiştir. Ancak İran’ın bu buluşmada beyan
ettiği nükleer çalışmalarını askıya aldığına dair deklaresi yeterli bulunmaz.
Bunun üzerine nükleer programını (nükleer
araştırma çalışmaları) durdurma yönünde karar alması gerektiği bildirilir.
Tabii bu bildiri İran’ı çileden çıkarıp 3 ağustos 2005’te Isfahanda UCF
tesislerini faaliyete geçireceklerini açıklamasıyla karşılık bulacaktır. Fakat bu sert açıklama Paris anlaşmasının
ihlali olarak değerlendirilip İran bu hususta BM Güvenlik Konseyi kartıyla uyarılır.
Aslında bu uyarı bir anlamda aba altında sopa göstermek türünden bir tehditti.
Nasıl tehditse, ortada bir fiili
müdahaleyi göze alacak herhangi ülke yoktu. Dolayısıyla BM Güvenlik konseyine nükleer
mesele taşınsa ne, taşınmasa ne, kriz miriz bahane, bikere İran’ın tüm ülkelere
ortak yatırım teklifinde bulunarak göz kırpması bir sır değil elbet. Hatta Türkiye her ne kadar nükleer reaktör
tesis kurma hususunda yönünü batıya çevirmiş gözükse de, geleceği açısından
nükleer yakıt çevrim teknoloji konusunda İran’a göz kırpıp dirsek teması
içerisinde bulunma ihtiyacını hisseder. Çünkü Tahran’ın elindeki kozlar
Washington’dan daha güçlü gözüküyordu. Derken
İran elinde tuttuğu kartlar sayesinde uluslararası pazarlık arenada kendini popüler
duruma getiriyordu.
Tarihe
şöyle bir göz attığımızda İslam öncesi üç kıtada hâkim iki devletten biri
Sasaniler, diğeri Bizanslılar olduğu görülür. Malum, Türkler sonradan bu halkaya dâhil olduğunda
daha çok Bizans coğrafyası sınırlarının kapsam alanında yerini alarak etkisini
gösterecektir. İran ise Sasanilerin hüküm sürdüğü alanlarda yer alarak adından
söz ettirecektir. Bu arada Türklerin Fars dünyasıyla ilişkisi yeni değil elbet,
ta İslam öncesine dayanır. Nitekim bu ilişki Hun’larla başlamıştır. Öyle ki, bu
ilişki ipek yolunu ele geçirmek maksatlı olarak Göktürkler dönemine kadar sürmüştür.
Göktürkler önce Sasani’lerle ipek yolu işbirliğine girmiş, sonrasında bu işbirliğinin
paylaşımı konusunda anlaşmazlık çıkınca bu kez yollarını ayırıp Bizanslılarla
işbirliğine gidilecektir. Hatta Göktürkler bunla da kalmaz Sasanileri yıpratacak
hesaplar içerisine girer. Bu hesap tutar da. Şu da var ki; güçten takatten
düşen Acem dünyası ileri ki dönemlerde İslam ordularının fethine maruz
kaldıklarında bu vesilesiyle Müslüman olmalarını beraberinde getirecektir. Farslılar Müslüman olur da Türkler olmaz mı?
Hem de Farslıların vesilesiyle Müslüman oluruz. Ki, Müslüman olduğumuz o yıllarda Farslılar
başlangıçta Sünni ekol üzereydiler, ama
ne var ki ileri ki dönemlerde bir yandan Safevi Devletinin bir yandan da
Türklerin tarihi süreç içerisinde bir takım yanlış uygulamalarının etkisiyle
olsa gerek Şiileşmelerini beraberinde getirecektir.
Evet, Türkler Müslüman olmaya görsün, Emevi
ve Abbasilerden sonra İslam’ın bayraktarlığını Türk’ler üstlenecektir. Nitekim
Tuğrul Bey’in Dandanakan zaferiyle hâkimiyetimiz güçlenir de. Bu arada Tuğrul Bey bürokrasisini Acemlerle
donatmayı da ihmal etmez. Tabii hal vaziyet böyle olunca Nizamülmülk resmi
yazışmaları Farsça yapınca Farsça resmi dilimiz olur. Farsçanın halka sirayeti
ise malum kısmen dergâhlarda okunan Mesnevi öğretisiyle gerçekleşir. Yinede
halk arasında ağırlıklı olarak Türkçe konuşulur. Peki ya Hakanlarımız? Malum, Hakanlarımızın
‘Keykubad’, ‘Keyhüsrev’, ‘Keykavus’ gibi unvanları kullanmaları Fars kültürüyle
iç içe olduğumuzun göstermeye yetiyor. Ancak
Selçuklu döneminde bu iç içe ilişkilerimiz Osmanlı döneminde yerini sancılı bir
sürece terk edecektir. Nitekim bu sancı Timur’un Yıldırım Bayezid'i mağlup edip
savaş esirlerini Erdebil’e götürdüğünde gün yüzüne çıkacaktır. Bu arada Timur
savaş esirlerini Erdebil Şeyhi Ali’ye teslim edecektir. İlginçtir teslim edilen
Türkmen dervişler ilk önceleri Kasr-ı Arifan'ın fakr ve kalender meşrebi üzere
halka olurlarken, sonrasında Erdebil Şeyhinin etkisiyle bu dini yaşantılarını
zevk-i ruhaniye hale dönüştürdüklerinde kendilerini bir anda cem halkasının ortasında
bulacaklardır. Oysa Erdebil Şeyhi
Ali’nin asıl derdi zevk-i ruhaniye aşkıyla oturduğu şeyhlik postunda kalmak
değildir, asıl derdi şeyhlikten Şahlığa
geçmektir. Ama ömrü yetmeyecektir bu kez şeyhlik postuna Cüneyd oturacaktır. Keza
Şeyh Cüneyd’de tıpkı Şeyh Ali gibi gözü şahlıktadır, ama o’nun bu niyetini İran
hükümdarı Cihan Bey sezdiğinde tez elden gereğini yapıp soluğu Anadolu’da alır.
Tabii buralarda da boş durmayacaktır, kök salar da. Nasıl kök salmasın ki, ilerisinde kendi
sulbünden Şah İsmail dünyaya gelecektir. Bu demektir ki bu yol oğlu Şeyh
Haydar’a devr olduktan sonra torunu İsmail’e geçtiğinde bir zamanlar hayal olan
Şahlık davası gerçeğin ta kendisi olur da.
Nitekim Şeyh İsmail on üç yaşına ayak bastığında İran’da hatırı sayılırda
güç sayılan Akkoyunlu Türk Devletini mağlup ederek Safevi Devletini kuracaktır.
Böylece dedelerinin gerçekleştiremediği Şeyhlikten
Şahlığa geçmeyi başaran lider olur. O artık bundan böyle Şeyh İsmail değil,
Şah İsmail olarak adından söz ettirecektir.
Akkoyunlular, Karahanlılar ve
Safeviler İran coğrafyasında Türk devletleri olarak sahne almışlardır. Malum bunlar arasında sadece Safeviler Osmanlı’yı
uğraştırmıştır. Bu uğraştırma daha çok mezhebi ve siyasi refleks kaynaklı
uğraştırmadır. Düşünsenize Şah İsmail Ehl-i Beyt sevgisiyle kurduğu devletini
Şiiliğe tebdil eyleyip mezhebine resmiyetlik kazandırır da. Tabi bu durum
Osmanlı padişahlarının gözünden kaçmaz. Beyazıt Han ilk etapta meseleye savaş
yoluyla halletmeye pek niyetli gözükmez. Ama Yavuz Sultan Selim böyle düşünmez,
tâ Şehzadelik zamanında Trabzon valisi
iken bir an evvel tahta geçtiğinde hadlerini bildirmek sevdasındadır. Nitekim şehzadelikten
hükümdarlığa geçtiğinde, yani tarihler 1514’ü gösterdiğinde Çaldıranda Şah
İsmail’ hezimete uğratarak kendince
haddini bildirmiş olur. Böylece Şah
İsmail’in Şahlık ve Şeyhlik imajı büyük yara alır. Hatta Çaldıran zaferiyle birlikte
İran’la olan sınırlarımız çizilir de.
Evet, sınırlarımız çizelir çizilmesine
de ancak belirlenen sınırların Anadolu yakasında kalan Türkmen dervişler, zaman
içerisinde sınırın diğer yakasında kalan karındaşlarına iyi gözle
bakmayacaklardır. Güya Sünni karındaşlarının
Ehl-i Beyt’e sıcak bakmadığı zannına
kapılaraktan medreselerden uzak bir hayat yaşayacaklardır. Tabii hal vaziyet
böyle olunca kitabi bilgilerden yoksunluk onları kulaktan dolma bilgiye dayalı
bir sözlü cemevi kültüre dayalı, yani alevi
meşrep geleneğini esas alan sazlı sözlü bir yapıya dönüşecektir. Hiç kuşkusuz bunda
Şah İsmail’in kendi mezheb ve meşrebiyle meşgul olmak yerine ‘Dünyanın
hükümdarı benim’ iddiasına soyunmasının çok büyük payı vardır. Zaten kendi
meşreb kabında dursaydı Osmanlı hiçbir şekilde Şah İsmail’in varlığından rahatsızlık
duymayacaktı. Hem niye rahatsızlık duysun ki, bikere Osmanlının Ehl-i Beyt’e olan muhabbeti
tartışılmaz da. Ki, Osmanlıda o gül neslinin Seyyid Reislerinin önünde diz çöküp
kılıç kuşanan padişahlarımız olduğu
gibi onların hayır dualarını almak için yarışan padişahlarımızda vardı. İcabında
bu da yetmez Peygamber nesline hürmeten Ehli Beyt’e hazineden maaş bağlayan
Devlet-i Aliye’miz söz konusudur. Kelimenin
tam anlamıyla Osmanlı’da en saf veya en duru İslam’a hizmet etmek esastır. Ne zaman ki o hizmetkârlık bilincimizi yitiriverdik
birde baktık ki insanlığın en son şahit olduğu o saf ve duru medeniyetin
altında yeller esip Osmanlı’nın yıkılışına şahit olduk.
Dünden bugüne geldiğimiz noktada şuan
İranlılarla aramızda her ne kadar mezhep farklılığımız olsa da şurası muhakkak
tarihi süreç içerisinde kültür yönünden hem almışız hem de vermişliğimiz söz
konusu. Yani kültürel harçlarımız iç içe kaynaşmış durumda, bu yüzden onlar bize aşina, biz onlara. Bakın
İran halkı evlerin bacalarında antenlerini Türkiye’ye doğru çevirip
programlarımızı büyük bir iştiyakla izlemekteler. Asla bizi ayrı gayrı
görmüyorlar, kendilerine çok yakın buluyorlar. Nasıl yakın bulmasınlar ki, Muhammed Kirman'ı gibi daha nice Acem âlimler
1071 Malazgirt zaferiyle birlikte Anadolu’ya yerleşip kültür kodlarımızla
bütünleşmişler. Üstelik gönlümüze ruhumuza
ışık saçarak hemhal olmuşuz da. İşte Siirt’te
Ulu Cami’yi yaptıran Şeyh Muhammed Isfahanı bunun en bariz misali. Madem öyle Kasr-ı
Arifan ve Horasan’a konuk olan nice Acem gönül sultanlarını ne kadar yâd etsek
azdır. İyi ki de Acem diyarlarından gelip bizi kendilerine bend etmişler, Onlar
olmasa kim bilir halimiz nice olurdu.
Evet, o
kadar iç içeyiz ki, 'vuzuh' demez Farsça
abdest deriz. Yine biz Türkler Arapça
salât yerine Kisra’nın perestiş veya Pehlevicesinde eğilme manasına gelen namaz deriz hep. Tabii bitmedi dahası
var, mesela Nebi demeyiz, Farsça peyam tabirinden neşet bulan elçi manasına
gelen Peygamber deriz. Ne diyelim,
işte görüyorsunuz Fars kültürüne yabancı olmadığımız besbelli. Kaldı ki, padişahlarımız
Farsça konuşmaktan imtina etmemişler, biz o ecdadın torunları olarak kullansak
ne kaybederiz ki. Nitekim Yavuz iki bin
beyitten oluşan Farsça divan yazmış bile,
hatta bunla da kalmamış Çaldıran savaşından sonra birçok İranlı yazar ve
şairi İstanbul’a getirtip onurlandırmış da.
Peki ya Şah İsmail? İlginçtir Şah
İsmail de Türkçe divan yazmıştır. Ne diyelim Şah İsmail ve Yavuz görünürde karşıt
iki rakip olarak görünseler de şu bir gerçek tarihçileri bile hayrete düşürecek
derecede hiçbir surette kültür alışverişinden endişe duymayan tavır
sergilemişlerdir. Yani, her ikisi lider
de kültür alışverişini zenginlik telakki eden bir ortak mizaca sahipler.
Kanuni Sultan Süleyman tahta oturduğunda Yavuz
Sultan Selim’den farklı olarak sert siyaset gütme yerine yumuşak bir siyaset
izlemeyi yeğler. Ancak bu yumuşaklık maksadından saptırılınca Irakeyn seferi
kaçınılmaz hal alıp Bağdat’ın fethi vuku bulur ve akabinde Amasya anlaşması
imzalanır da.
Tarihin
sayfalarını şöyle çevirdiğimizde III. Murat döneminde tarafların birbirini
karşılıklı suçlayaraktan Amasya anlaşmasının ihlal edildiğine tanık oluruz. Tabii
Sokullu bu karşılıklı kısır çekişmenin ortaya koyduğu zararı Sultan Murad’ın
İran’a açtığı savaşta fark edecektir. İyi ki de fark etmiş, bu sayede Padişaha
Iranla meşgul olmanın Devleti Aliye’yi asıl hedefinden uzaklaştıracağını,
dolayısıyla batıya fetihlerle açılmamızda akameti uğratıp ayak bağı olacağını beyan
edecektir. Gerçektende IV. Murat dönemine gelindiğinde İran seferlerinin
hazineye ne kadar yük getirdiği tüm çıplaklığıyla orta çıkınca Sokullu’nun
uyarısı yerinde bir uyarı olduğu anlaşılır. Derken bu sayede Türk- İran
ilişkileri Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla doğru rayına oturacaktır.
Cumhuriyet’e geçişimizle birlikte Arap Devletlerine
öteden beri o alışık olduğumuz önyargılı bakış ve yaklaşımlardan İran’da payına
düşeni alacaktır. Ancak, ilk yıllarda Faşist
İtalyan’ın Orta doğuya tehdit eder hale gelmesi, İngilizlerin teşvikiyle İran’ın
öncülüğünde Türkiye ve Irak üçlüsü Sadabad Paktı için bir araya gelindiğinde
işin rengini biraz değiştirir sanki. Derken 1937’de Afganistan’ın katılımıyla saldırmazlık
anlaşması sağlanır da. Böylece Türk İran
ilişkileri yeni bir boyut kazanır. Ancak tarihler 1979’ü gösterdiğinde Şah’ı devirmek
suretiyle yeni oluşan yapıda Humeyni rejimi Türkiye cenahında hoş
karşılanmayacaktır. Buna rağmen bir
takım mahfillerce Türkiye’de zaman zaman meydanlarda “Mollalar İran'a” sloganları iç politikaya
malzeme olarak kullanılır. Neyse ki 12 Eylül ve 28 Şubat’ın o üzerimize balyoz
gibi inen o küllenin ortadan kalkmasıyla birlikte Humeyni’nin esamisinden eser
kalmayacaktır.
Velhasıl; gerek Türkiye gerekse İran
tarih boyunca ilişkileri gelgit düzleminde seyredip ne kazanç ne de kaybeden
taraf olmuşlar. Bakalım gelecek yıllar
ne gösterecek. Hiç kuşkusuz Mevla’m neylerse güzel eyler demek en güzeli. Diyelim ki geleceğe umut var bakabilelim.
Vesselam.