KANSER VE KANSEROJEN MADDELER
SELİM GÜRBÜZER
Hücre muazzam bir şekilde matematiksel
programla donatılmış biyolojik bir enformasyon fabrikasıdır. Nitekim kazaen bir
parmağımız ya da vücudumuzun herhangi bir yeri kanadığında o bölgede hızla
bölünüp çoğalabilen hücreler arızalı olan kısmı onarabiliyor. Ne zaman ki
iyileşme sağlanır, işte o zaman görevlerinin bittiğine dair talimat gelmesiyle
birlikte çoğalmaları durdurulur. Böylece eski ve yeni hücreler arasında denge
sağlanmış olur. Hücre âleminde ayrıca istisnai bir durum vardır ki, o da kanser
hücre gerçeğidir. Malum bu hücreler talimat
şu bu filan dinlemezler, bölünmeye ve çoğalmaya ara vermeksizin sürekli
çoğalaraktan metastaz yapıp organlara zarar verirler habire. Malumunuz daha düne kadar hücreyi kompleks
bir moleküler yığınından ibaret bir donanım sanıyorduk. Ta ki çağımızın baş
ağrısı amansız kanser hastalığı çıkana kadar bu bilgilerle oyalandık
durduk da hep. Derken bu amansız hastalığı yenme adına hücreyle ilgili çalışmalar
hız kazanıp söz konusu mikro âlemin sıradan bir moleküler yığınlardan ibaret
olmadığını anlamış olduk. Yetmedi hücrenin içerisine daldıkça matematiksel bir
kod dünyasının varlığını fark ediverdik. Öyle ki; DNA molekülünün keşfiyle
birlikte hiçbir hücrenin kendi diriliş şifresini değiştirmediği, genetik
kodlarına itaatkâr kaldığı gerçeği ile yüzleşiverdik. Zira doku hiyerarşisi
gereği hücreler arasında mükemmel bir işbirliği esastır. Ancak bu düzene
uymayan bir tek hücre tipi vardır ki, o da hepimizin bildiği kanser hücreleridir.
Bu yüzden iyi huylu olanlar hariç kanser hücrelerine isyankâr ve anarşist
gözüyle bakılır hep. İşte kanser hücrelerinin bağımsız olarak sergilediği bu
isyankâr ve anarşist tavrı yine de tam manasıyla kendisini başıboş özgür kılamamakta,
sadece yaptığı tahribat bulunduğu dokuya zarar vermekle sınırlı
kalmaktadır. Şayet bu da bir kazanç sayılırsa. Oysa doku hayatı ortak
yaşamayı gerektirir. Dolayısıyla bu birlikteliğin dışında bir eylem hoş
karşılanmaz. Neyse ki T- lenfositler kurulu bir sistemin tamamını kanser
hücresinin keyfi çıkarları uğruna terk ettirmez, dahası onun alikıran baş
kesilmesine var gücüyle sonuna kadar direnmeyi ihmal etmez de. Böylece
T-Lenfositler sayesinde birçok insan bilmediği nice kanser cinsini bertaraf
etmiş olur.
Evet, acı ama gerçek, kanser organizma içerisinde bir takım
hücrelerin anormal büyümesi, hücre sitoplâzmasının azalması, hücre çekirdeğinde
birden fazla çekirdeğin türemesi, hücre zarının seçicilik özelliğinin yitirmesi
ve genetik şifreler üzerinde bozulma hallerinin görülmesi gibi birtakım genel
sapmalarla kendi damgasını vurabiliyor. Bu nedenle de yukarıda kendileri için hücre
anarşisti olarak nitelendirdik. Ancak şu da var ki, bir hücrenin normal
şartlarda bölünmesi sonucu gerçekleştirdiği çoğalmayla kanserli dokuların (tümörlü
dokular) çoğalması aynı şeyler değildir.
Çünkü birinde normal şartlarda bölünerek çoğalan hücrelere ait dokularda
nizami hayat söz konusu iken ikincisinde kanserli hücrelerin istila ettiği
dokularda oluşturacağı gayri nizami bozulmaya yönelik bir çoğalma söz
konusudur. Dolayısıyla sapla samanı karıştırmamak babından sıhhatli dokularla
anormal dokularda cereyan eden çoğalma ve yenilenmeleri birbirine karıştırmamak
gerekir. Hele bu noktada kanser hücresi herhangi bir organa sıçramaya bir
görsün, bir anda vücudun kontrol mekanizmalarına aldırış etmeksizin
durdurulması imkânsız habis denen azılı bir ur’a dönüşebiliyor. Hatta bu azılı
urun yayılmayla birlikte hücrenin ortak kompüter programı altüst olabiliyor.
Dolayısıyla kanser hücresinin başıboş bir şekilde büyümesinin matematik
programla ilgisinin olduğu ihtimalini hesaba katmakta yarar vardır. Belli ki
bir anormal plan ve hesabın devreye girmesinin bir sonucu olarak kanser
hücreleri hızını alamayıp sapkın bölünmeler eşliğinde süratle metastaz yapıp
diğer dokulara yayılabiliyor. Nitekim kanser hücrelerini patolojik yönden
incelendiğinde DNA ve RNA’ların anormal fonksiyon icra ettikleri gözlenir. Bir
başka ifadeyle kanser hücreleri bazı genlerin çalışmalarını durdurarak hatalı
genlerin çalışmalarına fırsat verebiliyor.
Ayrıca yapılan patolojik incelemeler neticesinde kromozomlar iki kutupta toplanması gerekirken
üç kutuplu halde toplandıkları gözlemlenmiştir. Dahası çekirdekler anormal
derecede bir yandan büyürken çekirdekçik ise tam tersi eriyip genetik kodları
işlemez hale getirebiliyor. Aslında normal bir hücre bölünmesinde olduğu gibi
kanser hücrelerinin de mitoz bölünmeyle iki eşit hücre meydana getirmesi
beklenir. Tabii bu boşa bir bekleyiştir. Çünkü kanser hücresi normal hücrenin
tam aksine hareket edip arızalı diyebileceğimiz biri büyük, diğeri küçük ölü
hücre olarak sahne alır. O halde T-Lenfositlerin saldığı toksinler karaciğerde
imal edildiğinden özellikle bu organın sıhhatli bir şekilde korunmasında sayısız
faydalar vardır elbet. Ancak kanser hücresi bir şekilde kemik iliğinden start
alıp kan vasıtasıyla metastaz yapıp akciğere ya da karaciğere yerleştiyse artık
bu noktadan sonra vücut hızla bölünüp çoğalabilen veya bölünmeksizin hızla
çoğalabilen hücrelerin istilasına uğrayacaktır. Derken kanser hücreleri itaat
etmeyip kendi başına buyruk hareket edeceklerdir. Kelimenin tam anlamıyla
isyankâr bir grup olarak etrafa dehşet saçacaklardır.
Bu arada kansere neden olan hususlarda
kimileri bir takım arızalı kromozomların bölünürken kanser hücresine
dönüştüğünden dem vururken, kimileri hücre zarı ya da endoplazmik retikulumda
cereyan eden bir takım arızalar veya DNA ve RNA’ya kadar sirayet etmiş bir
takım denge bozukluğuna bağlamaktadır. Kimileri mitokondrilerin bünyesinde
teşekkül etmiş bir anomalinin ribozomlara taşınmasıyla birlikte protein
zincirlerinde yanlış eşleşmelerin yol açtığı bozulmalara, kimileri ise dış
kaynaklı virüsler, kronik iltihaplar ve bazı fiziki ajanların (röntgen,
ultraviyole ve x ışınları) neden olabileceğini ileri sürmektedir. Kansere
neden olan tartışmalar bugünlere dek devam ede gelsin, gelinen noktada oluşan
genel kanaat en çok kimyasal ajanların kanser oluşumunda birinci etken kaynak
olduğu yönündedir. O halde kansere neden olan birkaç kanserojen maddeleri şöyle
sıralayabiliriz:
Karbon tetraklorür- Kuru temizlemede kullanılan bir kanserojen
maddedir.
Dioksan-
Kozmetik deodorant sektöründe kullanılan kanserojen madde.
Benzidin- Boya yapımı ve plastik sanayinde
kullanılıp mesane kanseri yaptığı düşünülmektedir. Ayrıca plastik petrokimya
sanayinde eritici olarak kullanılan vinil klorür ve anilin boyaları da
kanserojen maddelerden sayılmaktadır.
Naftilamin-Cam
sanayisi ve ağartıcılıkta kullanılır. Ayrıca gözlük camı kesiminde kullanılıp
deri yoluyla geçebiliyor. Yine nükleer sanayinde önemli madde olan benzolde kanserojen
risk teşkil edip bazı cins camlarda mevcuttur.
Floranilasetilamin- Yem
depolamada kullanılır. Özellikle otçul formları yok edici bir maddedir.
Dimetil
fenil izo anilin- Gıda renklendirici olarak kullanılır.
Nitrozaminler-
Insectısıt maddeler (böcek öldürücü ilaçlar) ve yağlayıcı bileşiklerde
kullanılır.
Benzo(a)piren-
Katran, is, sigara ve kömür dumanında bulunur. Zaten karsinojenik ajanlar genellikle
sigara ziftine benzer yapıda olup hidrokarbonlar olarak sahne almaktadır. İlk
defa İngiltere’de baca temizleyici çalışanlarında cilt kanserine rastlanması
katranı ilgi odağı haline getirmiştir. Hakeza sigara zifiri de katran
içermektedir. Dolayısıyla nikotin maddesinin tek başına kansere yol açtığı
söylenemez. Ama şu da bir gerçek hala kamuoyunda sigara kanserin tek müsebbibi
lider gözüyle bakılıp günah keçisi ilan edilmiş durumda. Oysa sigara kanser
üreten faktör olmayıp, sadece kanser eğilimini tetikleyici rol oynamaktadır.
Kansere kanserojen maddelerin yanı sıra
kromozomal defektler (bozulmalar), genler üzerindeki birtakım arızalar, genetik
şifrelerin silinmesi, kromozom sayısı değişmeleri gibi anormalliklerin neden
olabileceğini de hesaba katmak gerekir.
DDT-Böcek
öldürücü diye bilinen bu ilacın hücre içerisinde DNA ve RNA spiral merdiven
basamaklarına olumsuz etki sonucu genetik kartların bozulmasına neden
olduğundan kanser yapabileceği düşünülmektedir.
Tiner-Boyacılıkta
inceltici madde olarak kullanılıp hücre içi erime ve lenfosit yapımını
durdurucu etkisinden dolayı kanser nedeni olarak sayılmaktadır.
Tıpta kullanılan bir takım ilaçlar-Kanser
tedavisinde kullanılan ilaçların büyük çoğunluğu kanserojendir. Çünkü
kemoterapi (kimyasal tedavi) ilaçlar hücreyi doğrudan tahrip
etmektedir. Bu tahrip edici özelliğinden
dolayı kanser hücrelerinin tamamının öldürülmesi hedeflenmektedir. Ancak kaş
yapayım derken bu arada vücudun normal hücreleri telef olabiliyor.
Sakarin-Şeker
yerine tatlandırıcı olarak kullanılan sakarinin karaciğere toksik etkisi
yaptığı ileri sürülmektedir.
Asbest (Asbestos)- Bu tozun akciğer kanserine yol açtığı tahmin edilmektedir.
Alkol-Özellikle alkollü
içecekler karaciğerin zehir gücünü azaltıcı etken olup zehirli artık maddelerin
vücutta birikmesi ihtimalini güçlendirmektedir.
Aynı zamanda alkolün yağları eritmesinden dolayı bilhassa yemek borusu
ve yutakta kansere neden olduğu tahmin ediliyor. O halde alkolün karaciğer ve
diğer organlar üzerinde kanserojen etki yaptığını asla göz ardı etmemek
gerekir.
Radyoaktif maddeler-Bilim
adamları karanlıkta resim çekip, aynı zamanda hummalı ve görünmeyen bir şey
keşfettiklerinde doğrusu çok heyecanlanmışlardı. Belli ki yüz ifadelerinden bir
takım kaya ve kimyasal madde filizlerinden bin bir güçlükle elde ettikleri malum
gizemli maddeyi bulduklarına pişman olmamışlardı. Hatta bu maddenin sadece kaya
ve kimyasal madde içeren filizlere has bir ürün olmayıp, daha sonra elektrik
ampulünde gördüklerinde öylesine es geçilebilecek bir madde olmadığına iyice kanaat
getirmişlerdir. Dahası söz konusu ürünün
elektro manyetik dalga tarzı ışık yayıp, maddenin hareket eden görünmez
partikülleri şeklinde sahne alan radyasyon olduğu anlaşılmış oldu. Keza bu gizemli maddenin bir kısmı elektro
manyetik moleküllere dönüşebildiği gibi küçük enerji paketleri olarak da yer
almakta. Üstelik farkına varmadan vücudumuza da sinmekteler. Yani bu demektir
ki radyoaktivite olayı ile birlikte etrafa neşredilen alfa parçacıklarının (atom
parçacıkları) insan vücuduna girmesiyle çıkması bir olup biyokimya dengemiz
bir anda altüst olabiliyor. Bundan daha da öte hücrelerimizin baş yöneticisi
konumunda olan DNA molekülleri halkasında bir takım değişikliklere neden
olmasıyla birlikte vücudun savunma sistemini çökertip kansere yol açılabiliyor.
Kelimenin tam anlamıyla radyasyonun en küçük dozu vücutta hasara yol açıp ardından
kansere neden olduğu artık bir sır değil.
Bu bir anlamda DNA bünyesinde anlık değişikliklerin vuku bulması gen
veya gen grubunun gereği gibi çalışamaması anlamına gelmektedir. Hakeza bu
durum radyoaktif maddelerden sızan radyasyonların DNA üzerinde bozulmalara
yelken açıp ciddi bir kanser riski doğurduğunu ortaya koymaktadır. Örnek mi? Mesela güneşten gelen ultraviyole
ışınlarının cilt üzerinde mutagenik etki yapması bunun en örneğini teşkil eder.
Şu bir gerçek işin ehli bir doktor
radyasyon ışınların zararlarına rağmen vücudun hasar görmüş dokulara hedefleyerek
kanserli hücreleri kurutup bir anda faydalı bir hale dönüştürebiliyor. Ki;
Tıpta bu tür uygulamaya ışın tedavisi denmektedir. Hakeza kırılan kemikler veya
bir takım klinik vakalarda röntgen filmi çekilerek bir noktada radyasyon
faktörü teşhiste avantaj sağlamaktadır.
Stres-Stresin
hormonal dengeyi bozduğunu, dolayısıyla ruhsal bozuklukların kanseri
tetiklediği de bilinen bir gerçekliktir. Bu yüzden moral değerlerin ve inanç faktörünün
çok önemli bir sermaye olduğunu fark ederiz. Zaten kendi kendine iyileşen
kanser vakaları duyduğunuzda anlayın ki o hasta sağlığını kazandığı
maneviyatına ve moral çekim alanına borçludur. Çünkü hormonal denge moral ve
motivasyonla hayat bulur. Kanser genetik olup olmadığı kesin bilinmese de, hormonal ve lenfatik yapının genetik olduğu şüphe
götürmez bir sistem. Dolayısıyla genetik
yapının moral değerlerle güçlendirilmesi şarttır.
Görüldüğü üzere kanser hücresine neden
olan etken unsurlar kanser riski doğurmaktadır. Bilhassa kanser hücrelerinin
lenfositler tarafından imha edilmesi ister istemez dikkatleri hücre yapılar
üzerine çekmektedir. Dolayısıyla kemik iliğinde yeteri kadar lenfosit
üretilmemesi veya dayanıksız zayıf lenfositlerin imal edilmesi kanserle
mücadeleyi başarısız kılmaktadır. O halde
kemik iliğine doğrudan etki yapan ışın, benzol, benzo(a)piren vs. gibi
kanserojen maddelerden uzak kalmakta fayda vardır. Nitekim kemik iliğinin
sağlıklı lenfosit üretebilmesi için sanayileşmeyle birlikte kirlenmiş
ortamlardan uzak, yani oksijen üreten bitki ağırlıklı doğa ortamlarda yaşamaya
ihtiyaç gösterir. Hatta sadece kemik iliği değil, vücut kimyası karaciğer
organımıza da göz bebeğimiz gibi bakmalı. Çünkü karaciğerimiz ne kadar sağlıklı
ise kanserojen zehirli maddeleri bertaraf edecek güç var demektir. Bir insan
düşünün ki kansere yakalansa bile ecza deposu karaciğer organı sağlamsa fazla
telaşa gerek yok. Zira sağlam olan
karaciğer dış kaynaklı zehri temizlemesini bilecektir.
Madem lenfositler kansere karşı savaşan
hücreler olarak adından söz ettiriyor, o halde lenf damarların geçtiği
bölgeleri korumaya almamız gerekiyor.
Zira birtakım kazaen oluşmuş büyük yanıklar kapansa da deri altında lenf
kanallarının işlevsiz hale gelmesi kanser riskini tetikleyebiliyor. Çünkü bu
yanık nedbelerde (yanık izleri) kanserle savaşacak lenfositlerin ortamda
bulunmaması o bölgeyi kanser hücrenin insafına terk etmek anlamına gelecektir.
Dolayısıyla deri deyip es geçmemeli. Keza herhangi bir darbenin yol açtığı
travmalardan ötürü meydana gelen kemik kanserleri de öyledir. Belli ki travma
sonucu lenf damarlarının tahrip olmasıyla birlikte o bölgeler savunmasız
kalacaktır.
Bu arada lenf bezi merkezlerimizi de
unutmamak gerekir. Çünkü isminden belli lenf merkezi. Yani buralar kanser
hücrelerinin baş düşmanı lenfositlerin konakladığı mekânlar olması hasebiyle bu
merkezlerin problem yaşamaması icap eder.
Mesela herhangi bir iltihabı durumda rastgele antibiyotik kullanımı lenf
merkezlerini savunmasız hale getirebiliyor. Bu yüzden bademcik, apandisit gibi
savunma misyonu yüklenmiş lenf merkezleri sağlam veya yarı sağlam olduğu halde
hemen cerrahi müdahaleyle aldırmak gerektir. Aksi halde o bölgeyi iş göremez
hale getireceğinden kanser hücrelerine davetiye çıkarmak demek olacaktır. Anlaşılan
sadece mecburi durum veya kronik vaka hale geldiğinde söz konusu lenf
merkezleri alınmalıdır.
Her kanser için risk faktörü aynı
değildir. Mesela sigara rahim kanseri için risk faktörü değil, ama akciğer için
risk faktörüdür. Hakeza kirli hava, kronik bronşit ve bronşektazi hastalığı da
öyledir.
Bir anneni çocuğuna süt emzirmemesi
meme kanseri için risk faktörüdür. Keza yine prolaktin hormonunun uzun süre
salgılanması, hormonal siklusların (hormonal döngülerin) bozuk olması ve kiste
yol açacak kronik iltihaplanmalar gibi etkenler de risk faktörüdür. Ayrıca sık
sık kürtaj yaptırmak, kadınlık
hormonların bozuk olması, rahim içi kronik iltihaplar ve o bölgenin devamlı
tahriş edilmesi gibi etkenlerin her biri rahim kanseri için risk faktörüdür.
Lenf kanseri için kimyasal üretimin
gerçekleştiği alanlar, marangozlukta kullanılan benzol, Tıp alanında veya başka
alanlarda sürekli ışına maruz kalmak, hormonal dengesizlikler ve immun
bağışıklık sisteminin yetersizliği gibi etkenler risk faktörüdür. Özellikle
kanserin yaşlılarda daha sık görülmesi ister istemez bağışıklık sisteminin
zayıflamasıyla ilgili bir durum olma ihtimalini güçlendirmektedir. Böylece
çoğalan kanser hücreleri karşısında savunma sistemi bozulup vücudu bir noktada
korunaksız kılabiliyor.
Çocuk yaştan beri sürekli ilaç almak,
özellikle sık sık ateş düşürücü ilaçlara başvurmak bağışıklı sistemini güçsüz
kılacağından tüm bu etkenler kan kanseri için risk teşkil etmektedir. Hakeza
radyoaktif ışınlar, röntgen ışınları ve çevre kirliliği gibi faktörlerde
öyledir. Dolayısıyla bağışıklık
sistemini güçlendirmek adına kırsal alanlarda bolca yürüyüş yapmak, mümkünse o
bölgelerde ikamet etmek ve doğal yiyeceklerle beslenmek sağlıklı hayat için en
doğru yöntem olsa gerektir.
Vücudumuzun çalışkan, itaatkâr ve
vefakâr akyuvar hücreleri bile bir gün gelip başımıza bela olabiliyor. Yani
bilinmeyen bir nedenle alyuvarlar ansızın huy değiştirip kendi başına buyruk
bir vaziyette çoğalıp gereksiz yere nizami hücrelerin yerini işgal edebiliyor.
Böyle bir durumda şekil yapıları anormalleşip miskinleşmiş halde rehavete
bürünürler. Artık bu noktadan sonra savaşmak yerine çoğalmayı yeğlerler. Tabii
bu arada olan insana oluyor, derken hastanın savunma sisteminin zayıflaması,
kan pıhtılaşması, oksijen faaliyetleri gibi birçok vücut fonksiyonlarının
hezimete uğramasıyla birlikte lösemi (kan
kanseri) tehlikesi kaçınılmaz bir alın yazısına dönüşür.
Malum olduğu üzere fazla güneşte
kalmak, yukarıda belirttiğimiz yanık nedbeleri veya darbe sonucu meydana gelen
birtakım ezilmeler, xeroderma pigmentosum ve seboreik keratoz türü cilt
rahatsızlıkları, röntgen ışınına maruz kalmak gibi etkenlerin her biri cilt
kanseri için risk faktörüdür.
Mide ve bağırsak kanseri için mide nezlesi (hipertrofik
gastrit), bağırsak nezlesi, spazmlar, dengesiz beslenmeler, safra kesesi
iltihapları, bayatlamış yiyecek ve içecekler gibi etkenler birer risk
faktörüdür.
Anlaşılan kanserde erken teşhis çok
önemli bir husus. Her ne kadar insanoğlu kanında taşıdığı lenfositler kadar
kanseri anında teşhis edemese de Tıp dünyasının önümüze koyduğu biyopsi metodu
ve patolojik teşhis gibi daha nice metotları ihmal etmemek gerekir. Çünkü kanser hastalığı konum itibariyle
bulunduğu yere göre gizlenebiliyor. Bu yüzden hemen kendini ele vermekten
kurtarabiliyor.
Kanser teşhisinde aşırı kanamalar
akciğer, rahim, bağırsak ve deri kanseri için bir gösterge olabiliyor.
Ağrısız yumrular veya şişlikler ciddi
bir kanser emaresi teşkil edebiliyor. Zira birçok hastalıklar ağrılı geçtiği
halde kanser genel itibariyle başlangıçta ağrısız ilerleyen bir hastalıktır.
Yorgunluk, bitkinlik, ateş gibi haller
lenf ve kan kanseri belirtisi olarak düşünülüp erken teşhis tanı testlerini
ihmal etmemelidir. Zayıflama ise halk
arasında kanser belirtisi olarak addedilse de aslında en son aşamada oluşan bir
belirtidir.
Hematolojik incelemeler sonucunda
belirlenen sedimantasyonun (kanın çökme hızının) yüksek olması da kanser
emaresi sayılabiliyor.
Basit bir öksürük bile solunum yolu,
akciğer ve hançere türü kanserlerin habercisi niteliğindedir.
Kusma, çift görme, görme bozukluğu veya
körlük, baş ağrısı, denge bozukluğu beyin tümörü için birer işaret taşları
olabiliyor.
İdrar yollarında sürekli kan gelmesi böbrek
ve mesane kanserini düşündürebilecek belirti sayılabiliyor.
Bu arada terleme deyip geçmemeli,
bilhassa lenf kanserlerinde sıkça rastlanılan bir durum olduğundan ihmale
gelmez risk olgusu olarak bakmakta yarar var. Anlaşılan bu sıraladığımız etken unsurlar
kanser belirtileri olmakla birlikte illa kanser oldu manasına da gelmemelidir.
Mesela öksürük, üst solunum yolları enfeksiyonlarına bağlı nükseden bir
hastalık türüdür. Dolayısıyla her türlü belirtiyi göz ardı ederek bir check-up
yaptırayım demekle işi geçiştiremeyiz. Çünkü kanser sırf check-up yaptırmakla
teşhis edilemez. O halde kanseri teşhisinde kullanılan bazı metotları şöyle
sıralayabiliriz:
-Kan
kanseri kemik iliği analizleriyle teşhis edilebiliyor.
-Lenf kanseri (Lymphoma ve Hodgkin
hastalığı) Hemogram (kan sayımı), lam üzerine periferik yayma ile
mikroskop altında kan formülü sayımı, sedimantasyon, karaciğer ve dalak sintigrafisi, akciğer
röntgeni, elektroforez incelemesi ve biyopsi ile teşhis edilebiliyor.
-Solunum yolu kanseri (Hançere) için
röntgen, tomografi, akciğer sintografisi ve bronkoskobi teşhiste önemli muayene
metotları olarak kabul edilir.
-Meme kanserinde monografi filmi,
sonografi (ultrason) ve biyopsi önemli teşhis metotlarıdır.
-Rahim
kanserinde smear testi, patolojik
hücre muayenesi, jinekolojik ve biyopsi muayenesi yöntemi uygulanır.
-Mide kanseri için röntgen, endoskopi
muayenesi, kanda CEA testi, anüsten
endoskopi veya rektoskopi muayeneleri teşhis için büyük bir önem arz etmektedir.
-Yumurtalık ve prostat tümörleri için
biyopsi, plasenta tümörü içinse kanda hormon testi yapılarak teşhis
edilebiliyor.
-Böbrek
tümörleri için röntgen ve böbrek sintigrafisi iyi bir teşhis araçlarıdır.
-Beyin
tümörleri için kompüter tomografi, anjiyografi, elektroensefalografi, göç kökü
muayenesi teşhiste yardımcı metotlardır.
Demek oluyor ki CEA ve prolaktin,
alfa-fetoprotein (AFP), bilgisayarlı tomografi,
sintigrafi ve sonografi (ultrason) muayeneleri her ne kadar pahalı
muayene metotları olsa da sağlık için başvurulması gereken ve özellikle erken
tanı araçları olması bakımdan hayati önem arz etmektedir. O halde önce erken
teşhis, sonra tedavi derken, “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat için
yola devam” demeli.
Anlaşılan o ki kanser tedavisinde kanserli
dokunun kontrolünün yanı sıra metastazın durdurulması veya yok edilmesi
hedeflenir. Bu yüzden kanser tedavisi dört ana başlıkta toplanır:
Birincisi cerrahi tedavi olup halk
arasında her ne kadar “Yaraya neşter
atılmaz, yara daha da azar” denilse de bu söz cerrahi yöntemlerin
gelişmediği çağlara has söylenilmiş bir söz olduğundan bugünkü kriterler
itibarı ile havada kalmaktadır. Belki gereksiz yere biyopsi aldırmalardan
kaynaklı birtakım kronik iltihapların gözlemlenmesi bu söylemi haklı kılar gibi
gözükse de, bu anlayış genele şamil değildir. Zira cerrahi müdahale son derece
titizlikle kanserin yerleştiği alana neşter atılması ile gerçekleşen can simidi
bir yöntemdir. Operasyon yapılan
bölgeden alınan parçaların patolojik inceleme sonucunda elde edilen değerler
normal çıkarsa tedaviye cevap verdiği anlaşılır. Aksi takdirde diğer yöntemlere
geçilir.
İkinci tedavi yöntemi ise röntgen
ışınlarıyla yapılan özellikle kan kanseri, kemik kanseri ve beyin tümörlerinde
uygulanan radyoterapi (ışın
tedavisi) tedavisidir. Bu
ışınların en meşhuru kobalt–60 olup, bundan başka elektron ve nötron tedavi
yöntemlerde söz konusudur. Hakeza radyum elementinin saldığı radyoaktif ışınlar
da kanser hücrelerinin yok edilmesinde önemli bir etken kaynağıdır. Bilhassa bu
yöntemle radyo frekans radyasyonların oluşturduğu ısıyla kanser hücrelerinin
zayıflatılması hedeflenmektedir. Böylece ışın tedavisi metodunda normal
hücrelerin dayanabileceği, kanser hücrelerinin ise bu ısıya dayanamayacakları
noktaya kadar ısı uygulaması yapılmaktadır. Üstelik bu metotla hastanın kemik
iliği etkilenmediği gibi saç kaybı da olmamaktadır. Dahası yan etkileri
diğerlerine göre çok daha hafif seyretmektedir.
Üçüncü tedavi şekli kemoterapi (kimyasal ilaç tedavisi)
olup uygulanan yöntemlerin en yaygınıdır. Bu yöntem özellikle kan kanseri, lenf
kanseri, plasenta kanseri, Ewing sarkomu gibi kanserlerde başarılı sonuçlar
vermektedir.
Dördüncü tedavi yöntem ise özellikle lösemi(kemik
iliği kanseri), lenf kanseri (BCG-F), cilt kanseri, meme kanseri, kemik
kanseri ve mide kanserinde kullanılan immunoterapi
tedavi (bağışıklık tedavisi) yöntemidir. Ki;
bu yöntemle kanser hücrelerini verem aşısı örneğinde olduğu gibi vücudun
bağışıklık sistemini güçlendirmeye yönelik kanserin (lenfositlere takviye
edici kuvvet olarak) mağlup edilmesi hedeflenir.
İşte yukarıda sözü edilen ana dörtlü
tedavi uygulamalarının yanı sıra birtakım yardımcı tedavi metotlarda var elbet.
Mesela ağrı tedavisi ağrısı geçmeyen hastalar için kullanılan bir yöntem.
Aslında kanser illa da ağrı yapar diye bir kural yok. Bu tür ağrılar daha çok
hastanın son demlerine yakın birtakım zehirlerin hatta tedavide kullanılan
kemoterapi ilaçların vücut içerisinde birikmesiyle oluşan toksik tesirinden
kaynaklanan ağrılar olarak sahne almaktadır.
Velhasıl-ı
kelam; kanserden korunmak adına doğal beslenmeye yönelmek, temizliğe ihtimam
göstermek, bol oksijenli doğal çevreleri mesken tutmak, sıcaklık değişmelerine
paralel uygun giysi giyinmek (soğukta yün, sıcakta pamuk tercih edilmeli),
her türlü toksik maddelerden kaçınmak, moral tempomuzu artırmaya yönelik
maneviyatı güçlendirmek gerekir. Hatta her
şeyden öte Yüce Allah'tan gelebilecek; “Kahrında hoş lütfunda hoş”
diyebilecek inanca ve yüreğe sahip olmakla sağlıklı hayata kavuşabiliriz pekâlâ.
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer