29 Haziran 2023 Perşembe

KANSER VE KANSEROJEN MADDELER


             KANSER VE KANSEROJEN MADDELER

          SELİM GÜRBÜZER

         Hücre muazzam bir şekilde matematiksel programla donatılmış biyolojik bir enformasyon fabrikasıdır. Nitekim kazaen bir parmağımız ya da vücudumuzun herhangi bir yeri kanadığında o bölgede hızla bölünüp çoğalabilen hücreler arızalı olan kısmı onarabiliyor. Ne zaman ki iyileşme sağlanır, işte o zaman görevlerinin bittiğine dair talimat gelmesiyle birlikte çoğalmaları durdurulur. Böylece eski ve yeni hücreler arasında denge sağlanmış olur. Hücre âleminde ayrıca istisnai bir durum vardır ki, o da kanser hücre gerçeğidir.  Malum bu hücreler talimat şu bu filan dinlemezler, bölünmeye ve çoğalmaya ara vermeksizin sürekli çoğalaraktan metastaz yapıp organlara zarar verirler habire.  Malumunuz daha düne kadar hücreyi kompleks bir moleküler yığınından ibaret bir donanım sanıyorduk. Ta ki çağımızın baş ağrısı amansız kanser hastalığı çıkana kadar bu bilgilerle oyalandık durduk da hep. Derken bu amansız hastalığı yenme adına hücreyle ilgili çalışmalar hız kazanıp söz konusu mikro âlemin sıradan bir moleküler yığınlardan ibaret olmadığını anlamış olduk. Yetmedi hücrenin içerisine daldıkça matematiksel bir kod dünyasının varlığını fark ediverdik. Öyle ki; DNA molekülünün keşfiyle birlikte hiçbir hücrenin kendi diriliş şifresini değiştirmediği, genetik kodlarına itaatkâr kaldığı gerçeği ile yüzleşiverdik. Zira doku hiyerarşisi gereği hücreler arasında mükemmel bir işbirliği esastır. Ancak bu düzene uymayan bir tek hücre tipi vardır ki, o da hepimizin bildiği kanser hücreleridir. Bu yüzden iyi huylu olanlar hariç kanser hücrelerine isyankâr ve anarşist gözüyle bakılır hep. İşte kanser hücrelerinin bağımsız olarak sergilediği bu isyankâr ve anarşist tavrı yine de tam manasıyla kendisini başıboş özgür kılamamakta, sadece yaptığı tahribat bulunduğu dokuya zarar vermekle sınırlı kalmaktadır.  Şayet  bu da  bir kazanç sayılırsa. Oysa doku hayatı ortak yaşamayı gerektirir. Dolayısıyla bu birlikteliğin dışında bir eylem hoş karşılanmaz. Neyse ki T- lenfositler kurulu bir sistemin tamamını kanser hücresinin keyfi çıkarları uğruna terk ettirmez, dahası onun alikıran baş kesilmesine var gücüyle sonuna kadar direnmeyi ihmal etmez de. Böylece T-Lenfositler sayesinde birçok insan bilmediği nice kanser cinsini bertaraf etmiş olur.

         Evet, acı ama gerçek,  kanser organizma içerisinde bir takım hücrelerin anormal büyümesi, hücre sitoplâzmasının azalması, hücre çekirdeğinde birden fazla çekirdeğin türemesi, hücre zarının seçicilik özelliğinin yitirmesi ve genetik şifreler üzerinde bozulma hallerinin görülmesi gibi birtakım genel sapmalarla kendi damgasını vurabiliyor. Bu nedenle de yukarıda kendileri için hücre anarşisti olarak nitelendirdik. Ancak şu da var ki, bir hücrenin normal şartlarda bölünmesi sonucu gerçekleştirdiği çoğalmayla kanserli dokuların (tümörlü dokular) çoğalması aynı şeyler değildir.  Çünkü birinde normal şartlarda bölünerek çoğalan hücrelere ait dokularda nizami hayat söz konusu iken ikincisinde kanserli hücrelerin istila ettiği dokularda oluşturacağı gayri nizami bozulmaya yönelik bir çoğalma söz konusudur. Dolayısıyla sapla samanı karıştırmamak babından sıhhatli dokularla anormal dokularda cereyan eden çoğalma ve yenilenmeleri birbirine karıştırmamak gerekir. Hele bu noktada kanser hücresi herhangi bir organa sıçramaya bir görsün, bir anda vücudun kontrol mekanizmalarına aldırış etmeksizin durdurulması imkânsız habis denen azılı bir ur’a dönüşebiliyor. Hatta bu azılı urun yayılmayla birlikte hücrenin ortak kompüter programı altüst olabiliyor. Dolayısıyla kanser hücresinin başıboş bir şekilde büyümesinin matematik programla ilgisinin olduğu ihtimalini hesaba katmakta yarar vardır. Belli ki bir anormal plan ve hesabın devreye girmesinin bir sonucu olarak kanser hücreleri hızını alamayıp sapkın bölünmeler eşliğinde süratle metastaz yapıp diğer dokulara yayılabiliyor. Nitekim kanser hücrelerini patolojik yönden incelendiğinde DNA ve RNA’ların anormal fonksiyon icra ettikleri gözlenir. Bir başka ifadeyle kanser hücreleri bazı genlerin çalışmalarını durdurarak hatalı genlerin çalışmalarına fırsat verebiliyor.  Ayrıca  yapılan patolojik  incelemeler neticesinde  kromozomlar iki kutupta toplanması gerekirken üç kutuplu halde toplandıkları gözlemlenmiştir. Dahası çekirdekler anormal derecede bir yandan büyürken çekirdekçik ise tam tersi eriyip genetik kodları işlemez hale getirebiliyor. Aslında normal bir hücre bölünmesinde olduğu gibi kanser hücrelerinin de mitoz bölünmeyle iki eşit hücre meydana getirmesi beklenir. Tabii bu boşa bir bekleyiştir. Çünkü kanser hücresi normal hücrenin tam aksine hareket edip arızalı diyebileceğimiz biri büyük, diğeri küçük ölü hücre olarak sahne alır. O halde T-Lenfositlerin saldığı toksinler karaciğerde imal edildiğinden özellikle bu organın sıhhatli bir şekilde korunmasında sayısız faydalar vardır elbet. Ancak kanser hücresi bir şekilde kemik iliğinden start alıp kan vasıtasıyla metastaz yapıp akciğere ya da karaciğere yerleştiyse artık bu noktadan sonra vücut hızla bölünüp çoğalabilen veya bölünmeksizin hızla çoğalabilen hücrelerin istilasına uğrayacaktır. Derken kanser hücreleri itaat etmeyip kendi başına buyruk hareket edeceklerdir. Kelimenin tam anlamıyla isyankâr bir grup olarak etrafa dehşet saçacaklardır.

     Bu arada kansere neden olan hususlarda kimileri bir takım arızalı kromozomların bölünürken kanser hücresine dönüştüğünden dem vururken, kimileri hücre zarı ya da endoplazmik retikulumda cereyan eden bir takım arızalar veya DNA ve RNA’ya kadar sirayet etmiş bir takım denge bozukluğuna bağlamaktadır. Kimileri mitokondrilerin bünyesinde teşekkül etmiş bir anomalinin ribozomlara taşınmasıyla birlikte protein zincirlerinde yanlış eşleşmelerin yol açtığı bozulmalara, kimileri ise dış kaynaklı virüsler, kronik iltihaplar ve bazı fiziki ajanların (röntgen, ultraviyole ve x ışınları) neden olabileceğini ileri sürmektedir. Kansere neden olan tartışmalar bugünlere dek devam ede gelsin, gelinen noktada oluşan genel kanaat en çok kimyasal ajanların kanser oluşumunda birinci etken kaynak olduğu yönündedir. O halde kansere neden olan birkaç kanserojen maddeleri şöyle sıralayabiliriz:

        Karbon tetraklorür- Kuru temizlemede kullanılan bir kanserojen maddedir.

        Dioksan- Kozmetik deodorant sektöründe kullanılan kanserojen madde.

        Benzidin- Boya yapımı ve plastik sanayinde kullanılıp mesane kanseri yaptığı düşünülmektedir. Ayrıca plastik petrokimya sanayinde eritici olarak kullanılan vinil klorür ve anilin boyaları da kanserojen maddelerden sayılmaktadır.

       Naftilamin-Cam sanayisi ve ağartıcılıkta kullanılır. Ayrıca gözlük camı kesiminde kullanılıp deri yoluyla geçebiliyor. Yine nükleer sanayinde önemli madde olan benzolde kanserojen risk teşkil edip bazı cins camlarda mevcuttur.

       Floranilasetilamin- Yem depolamada kullanılır. Özellikle otçul formları yok edici bir maddedir.

       Dimetil fenil izo anilin- Gıda renklendirici olarak kullanılır.

       Nitrozaminler- Insectısıt maddeler (böcek öldürücü ilaçlar) ve yağlayıcı bileşiklerde kullanılır.

      Benzo(a)piren- Katran, is, sigara ve kömür dumanında bulunur. Zaten karsinojenik ajanlar genellikle sigara ziftine benzer yapıda olup hidrokarbonlar olarak sahne almaktadır. İlk defa İngiltere’de baca temizleyici çalışanlarında cilt kanserine rastlanması katranı ilgi odağı haline getirmiştir. Hakeza sigara zifiri de katran içermektedir. Dolayısıyla nikotin maddesinin tek başına kansere yol açtığı söylenemez. Ama şu da bir gerçek hala kamuoyunda sigara kanserin tek müsebbibi lider gözüyle bakılıp günah keçisi ilan edilmiş durumda. Oysa sigara kanser üreten faktör olmayıp, sadece kanser eğilimini tetikleyici rol oynamaktadır.

       Kansere kanserojen maddelerin yanı sıra kromozomal defektler (bozulmalar), genler üzerindeki birtakım arızalar, genetik şifrelerin silinmesi, kromozom sayısı değişmeleri gibi anormalliklerin neden olabileceğini de hesaba katmak gerekir.

      DDT-Böcek öldürücü diye bilinen bu ilacın hücre içerisinde DNA ve RNA spiral merdiven basamaklarına olumsuz etki sonucu genetik kartların bozulmasına neden olduğundan kanser yapabileceği düşünülmektedir.

        Tiner-Boyacılıkta inceltici madde olarak kullanılıp hücre içi erime ve lenfosit yapımını durdurucu etkisinden dolayı kanser nedeni olarak sayılmaktadır.

        Tıpta kullanılan bir takım ilaçlar-Kanser tedavisinde kullanılan ilaçların büyük çoğunluğu kanserojendir. Çünkü kemoterapi (kimyasal tedavi) ilaçlar hücreyi doğrudan tahrip etmektedir.  Bu tahrip edici özelliğinden dolayı kanser hücrelerinin tamamının öldürülmesi hedeflenmektedir. Ancak kaş yapayım derken bu arada vücudun normal hücreleri telef olabiliyor.

        Sakarin-Şeker yerine tatlandırıcı olarak kullanılan sakarinin karaciğere toksik etkisi yaptığı ileri sürülmektedir.

        Asbest (Asbestos)- Bu tozun akciğer kanserine yol açtığı tahmin edilmektedir.

        Alkol-Özellikle alkollü içecekler karaciğerin zehir gücünü azaltıcı etken olup zehirli artık maddelerin vücutta birikmesi ihtimalini güçlendirmektedir.  Aynı zamanda alkolün yağları eritmesinden dolayı bilhassa yemek borusu ve yutakta kansere neden olduğu tahmin ediliyor. O halde alkolün karaciğer ve diğer organlar üzerinde kanserojen etki yaptığını asla göz ardı etmemek gerekir.

        Radyoaktif maddeler-Bilim adamları karanlıkta resim çekip, aynı zamanda hummalı ve görünmeyen bir şey keşfettiklerinde doğrusu çok heyecanlanmışlardı. Belli ki yüz ifadelerinden bir takım kaya ve kimyasal madde filizlerinden bin bir güçlükle elde ettikleri malum gizemli maddeyi bulduklarına pişman olmamışlardı. Hatta bu maddenin sadece kaya ve kimyasal madde içeren filizlere has bir ürün olmayıp, daha sonra elektrik ampulünde gördüklerinde öylesine es geçilebilecek bir madde olmadığına iyice kanaat getirmişlerdir.  Dahası söz konusu ürünün elektro manyetik dalga tarzı ışık yayıp, maddenin hareket eden görünmez partikülleri şeklinde sahne alan radyasyon olduğu anlaşılmış oldu.  Keza bu gizemli maddenin bir kısmı elektro manyetik moleküllere dönüşebildiği gibi küçük enerji paketleri olarak da yer almakta. Üstelik farkına varmadan vücudumuza da sinmekteler. Yani bu demektir ki radyoaktivite olayı ile birlikte etrafa neşredilen alfa parçacıklarının (atom parçacıkları) insan vücuduna girmesiyle çıkması bir olup biyokimya dengemiz bir anda altüst olabiliyor. Bundan daha da öte hücrelerimizin baş yöneticisi konumunda olan DNA molekülleri halkasında bir takım değişikliklere neden olmasıyla birlikte vücudun savunma sistemini çökertip kansere yol açılabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla radyasyonun en küçük dozu vücutta hasara yol açıp ardından kansere neden olduğu artık bir sır değil.  Bu bir anlamda DNA bünyesinde anlık değişikliklerin vuku bulması gen veya gen grubunun gereği gibi çalışamaması anlamına gelmektedir. Hakeza bu durum radyoaktif maddelerden sızan radyasyonların DNA üzerinde bozulmalara yelken açıp ciddi bir kanser riski doğurduğunu ortaya koymaktadır.  Örnek mi? Mesela güneşten gelen ultraviyole ışınlarının cilt üzerinde mutagenik etki yapması bunun en örneğini teşkil eder.

          Şu bir gerçek işin ehli bir doktor radyasyon ışınların zararlarına rağmen vücudun hasar görmüş dokulara hedefleyerek kanserli hücreleri kurutup bir anda faydalı bir hale dönüştürebiliyor. Ki; Tıpta bu tür uygulamaya ışın tedavisi denmektedir. Hakeza kırılan kemikler veya bir takım klinik vakalarda röntgen filmi çekilerek bir noktada radyasyon faktörü teşhiste avantaj sağlamaktadır.

         Stres-Stresin hormonal dengeyi bozduğunu, dolayısıyla ruhsal bozuklukların kanseri tetiklediği de bilinen bir gerçekliktir.  Bu yüzden moral değerlerin ve inanç faktörünün çok önemli bir sermaye olduğunu fark ederiz. Zaten kendi kendine iyileşen kanser vakaları duyduğunuzda anlayın ki o hasta sağlığını kazandığı maneviyatına ve moral çekim alanına borçludur. Çünkü hormonal denge moral ve motivasyonla hayat bulur. Kanser genetik olup olmadığı kesin bilinmese de,  hormonal ve lenfatik yapının genetik olduğu şüphe götürmez bir sistem.  Dolayısıyla genetik yapının moral değerlerle güçlendirilmesi şarttır.

      Görüldüğü üzere kanser hücresine neden olan etken unsurlar kanser riski doğurmaktadır. Bilhassa kanser hücrelerinin lenfositler tarafından imha edilmesi ister istemez dikkatleri hücre yapılar üzerine çekmektedir. Dolayısıyla kemik iliğinde yeteri kadar lenfosit üretilmemesi veya dayanıksız zayıf lenfositlerin imal edilmesi kanserle mücadeleyi başarısız kılmaktadır.  O halde kemik iliğine doğrudan etki yapan ışın, benzol, benzo(a)piren vs. gibi kanserojen maddelerden uzak kalmakta fayda vardır. Nitekim kemik iliğinin sağlıklı lenfosit üretebilmesi için sanayileşmeyle birlikte kirlenmiş ortamlardan uzak, yani oksijen üreten bitki ağırlıklı doğa ortamlarda yaşamaya ihtiyaç gösterir. Hatta sadece kemik iliği değil, vücut kimyası karaciğer organımıza da göz bebeğimiz gibi bakmalı. Çünkü karaciğerimiz ne kadar sağlıklı ise kanserojen zehirli maddeleri bertaraf edecek güç var demektir. Bir insan düşünün ki kansere yakalansa bile ecza deposu karaciğer organı sağlamsa fazla telaşa gerek yok.  Zira sağlam olan karaciğer dış kaynaklı zehri temizlemesini bilecektir.

       Madem lenfositler kansere karşı savaşan hücreler olarak adından söz ettiriyor, o halde lenf damarların geçtiği bölgeleri korumaya almamız gerekiyor.  Zira birtakım kazaen oluşmuş büyük yanıklar kapansa da deri altında lenf kanallarının işlevsiz hale gelmesi kanser riskini tetikleyebiliyor. Çünkü bu yanık nedbelerde  (yanık izleri)  kanserle savaşacak lenfositlerin ortamda bulunmaması o bölgeyi kanser hücrenin insafına terk etmek anlamına gelecektir. Dolayısıyla deri deyip es geçmemeli. Keza herhangi bir darbenin yol açtığı travmalardan ötürü meydana gelen kemik kanserleri de öyledir. Belli ki travma sonucu lenf damarlarının tahrip olmasıyla birlikte o bölgeler savunmasız kalacaktır.

         Bu arada lenf bezi merkezlerimizi de unutmamak gerekir. Çünkü isminden belli lenf merkezi. Yani buralar kanser hücrelerinin baş düşmanı lenfositlerin konakladığı mekânlar olması hasebiyle bu merkezlerin problem yaşamaması icap eder.  Mesela herhangi bir iltihabı durumda rastgele antibiyotik kullanımı lenf merkezlerini savunmasız hale getirebiliyor. Bu yüzden bademcik, apandisit gibi savunma misyonu yüklenmiş lenf merkezleri sağlam veya yarı sağlam olduğu halde hemen cerrahi müdahaleyle aldırmak gerektir. Aksi halde o bölgeyi iş göremez hale getireceğinden kanser hücrelerine davetiye çıkarmak demek olacaktır. Anlaşılan sadece mecburi durum veya kronik vaka hale geldiğinde söz konusu lenf merkezleri alınmalıdır.

          Her kanser için risk faktörü aynı değildir. Mesela sigara rahim kanseri için risk faktörü değil, ama akciğer için risk faktörüdür. Hakeza kirli hava, kronik bronşit ve bronşektazi hastalığı da öyledir.

          Bir anneni çocuğuna süt emzirmemesi meme kanseri için risk faktörüdür. Keza yine prolaktin hormonunun uzun süre salgılanması, hormonal siklusların (hormonal döngülerin) bozuk olması ve kiste yol açacak kronik iltihaplanmalar gibi etkenler de risk faktörüdür. Ayrıca sık sık kürtaj yaptırmak,  kadınlık hormonların bozuk olması, rahim içi kronik iltihaplar ve o bölgenin devamlı tahriş edilmesi gibi etkenlerin her biri rahim kanseri için risk faktörüdür.

      Lenf kanseri için kimyasal üretimin gerçekleştiği alanlar, marangozlukta kullanılan benzol, Tıp alanında veya başka alanlarda sürekli ışına maruz kalmak, hormonal dengesizlikler ve immun bağışıklık sisteminin yetersizliği gibi etkenler risk faktörüdür. Özellikle kanserin yaşlılarda daha sık görülmesi ister istemez bağışıklık sisteminin zayıflamasıyla ilgili bir durum olma ihtimalini güçlendirmektedir. Böylece çoğalan kanser hücreleri karşısında savunma sistemi bozulup vücudu bir noktada korunaksız kılabiliyor.

      Çocuk yaştan beri sürekli ilaç almak, özellikle sık sık ateş düşürücü ilaçlara başvurmak bağışıklı sistemini güçsüz kılacağından tüm bu etkenler kan kanseri için risk teşkil etmektedir. Hakeza radyoaktif ışınlar, röntgen ışınları ve çevre kirliliği gibi faktörlerde öyledir.  Dolayısıyla bağışıklık sistemini güçlendirmek adına kırsal alanlarda bolca yürüyüş yapmak, mümkünse o bölgelerde ikamet etmek ve doğal yiyeceklerle beslenmek sağlıklı hayat için en doğru yöntem olsa gerektir.

       Vücudumuzun çalışkan, itaatkâr ve vefakâr akyuvar hücreleri bile bir gün gelip başımıza bela olabiliyor. Yani bilinmeyen bir nedenle alyuvarlar ansızın huy değiştirip kendi başına buyruk bir vaziyette çoğalıp gereksiz yere nizami hücrelerin yerini işgal edebiliyor. Böyle bir durumda şekil yapıları anormalleşip miskinleşmiş halde rehavete bürünürler. Artık bu noktadan sonra savaşmak yerine çoğalmayı yeğlerler. Tabii bu arada olan insana oluyor, derken hastanın savunma sisteminin zayıflaması, kan pıhtılaşması, oksijen faaliyetleri gibi birçok vücut fonksiyonlarının hezimete uğramasıyla birlikte lösemi  (kan kanseri) tehlikesi kaçınılmaz bir alın yazısına dönüşür. 

         Malum olduğu üzere fazla güneşte kalmak, yukarıda belirttiğimiz yanık nedbeleri veya darbe sonucu meydana gelen birtakım ezilmeler, xeroderma pigmentosum ve seboreik keratoz türü cilt rahatsızlıkları, röntgen ışınına maruz kalmak gibi etkenlerin her biri cilt kanseri için risk faktörüdür.

         Mide ve bağırsak kanseri için mide nezlesi (hipertrofik gastrit), bağırsak nezlesi, spazmlar, dengesiz beslenmeler, safra kesesi iltihapları, bayatlamış yiyecek ve içecekler gibi etkenler birer risk faktörüdür.

         Anlaşılan kanserde erken teşhis çok önemli bir husus. Her ne kadar insanoğlu kanında taşıdığı lenfositler kadar kanseri anında teşhis edemese de Tıp dünyasının önümüze koyduğu biyopsi metodu ve patolojik teşhis gibi daha nice metotları ihmal etmemek gerekir.  Çünkü kanser hastalığı konum itibariyle bulunduğu yere göre gizlenebiliyor. Bu yüzden hemen kendini ele vermekten kurtarabiliyor.

        Kanser teşhisinde aşırı kanamalar akciğer, rahim, bağırsak ve deri kanseri için bir gösterge olabiliyor.

        Ağrısız yumrular veya şişlikler ciddi bir kanser emaresi teşkil edebiliyor. Zira birçok hastalıklar ağrılı geçtiği halde kanser genel itibariyle başlangıçta ağrısız ilerleyen bir hastalıktır.

        Yorgunluk, bitkinlik, ateş gibi haller lenf ve kan kanseri belirtisi olarak düşünülüp erken teşhis tanı testlerini ihmal etmemelidir.  Zayıflama ise halk arasında kanser belirtisi olarak addedilse de aslında en son aşamada oluşan bir belirtidir.

        Hematolojik incelemeler sonucunda belirlenen sedimantasyonun (kanın çökme hızının) yüksek olması da kanser emaresi sayılabiliyor.

        Basit bir öksürük bile solunum yolu, akciğer ve hançere türü kanserlerin habercisi niteliğindedir.

        Kusma, çift görme, görme bozukluğu veya körlük, baş ağrısı, denge bozukluğu beyin tümörü için birer işaret taşları olabiliyor.

        İdrar yollarında sürekli kan gelmesi böbrek ve mesane kanserini düşündürebilecek belirti sayılabiliyor.

        Bu arada terleme deyip geçmemeli, bilhassa lenf kanserlerinde sıkça rastlanılan bir durum olduğundan ihmale gelmez risk olgusu olarak bakmakta yarar var. Anlaşılan bu sıraladığımız etken unsurlar kanser belirtileri olmakla birlikte illa kanser oldu manasına da gelmemelidir. Mesela öksürük, üst solunum yolları enfeksiyonlarına bağlı nükseden bir hastalık türüdür. Dolayısıyla her türlü belirtiyi göz ardı ederek bir check-up yaptırayım demekle işi geçiştiremeyiz. Çünkü kanser sırf check-up yaptırmakla teşhis edilemez. O halde kanseri teşhisinde kullanılan bazı metotları şöyle sıralayabiliriz:

       -Kan kanseri kemik iliği analizleriyle teşhis edilebiliyor.

       -Lenf kanseri (Lymphoma ve Hodgkin hastalığı) Hemogram (kan sayımı), lam üzerine periferik yayma ile mikroskop altında kan formülü sayımı, sedimantasyon,  karaciğer ve dalak sintigrafisi, akciğer röntgeni, elektroforez incelemesi ve biyopsi ile teşhis edilebiliyor.

      -Solunum yolu kanseri (Hançere) için röntgen, tomografi, akciğer sintografisi ve bronkoskobi teşhiste önemli muayene metotları olarak kabul edilir.

     -Meme kanserinde monografi filmi, sonografi (ultrason) ve biyopsi önemli teşhis metotlarıdır.

     -Rahim kanserinde smear testi, patolojik hücre muayenesi, jinekolojik ve biyopsi muayenesi yöntemi uygulanır.

      -Mide kanseri için röntgen, endoskopi muayenesi, kanda CEA testi,  anüsten endoskopi veya rektoskopi muayeneleri teşhis için büyük bir önem arz etmektedir.

      -Yumurtalık ve prostat tümörleri için biyopsi, plasenta tümörü içinse kanda hormon testi yapılarak teşhis edilebiliyor.

       -Böbrek tümörleri için röntgen ve böbrek sintigrafisi iyi bir teşhis araçlarıdır.

       -Beyin tümörleri için kompüter tomografi, anjiyografi, elektroensefalografi, göç kökü muayenesi teşhiste yardımcı metotlardır.

        Demek oluyor ki CEA ve prolaktin, alfa-fetoprotein (AFP), bilgisayarlı tomografi,  sintigrafi ve sonografi (ultrason) muayeneleri her ne kadar pahalı muayene metotları olsa da sağlık için başvurulması gereken ve özellikle erken tanı araçları olması bakımdan hayati önem arz etmektedir. O halde önce erken teşhis, sonra tedavi derken, “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat için yola devam” demeli.

         Anlaşılan o ki kanser tedavisinde kanserli dokunun kontrolünün yanı sıra metastazın durdurulması veya yok edilmesi hedeflenir. Bu yüzden kanser tedavisi dört ana başlıkta toplanır:

        Birincisi cerrahi tedavi olup halk arasında her ne kadar “Yaraya neşter atılmaz, yara daha da azar” denilse de bu söz cerrahi yöntemlerin gelişmediği çağlara has söylenilmiş bir söz olduğundan bugünkü kriterler itibarı ile havada kalmaktadır. Belki gereksiz yere biyopsi aldırmalardan kaynaklı birtakım kronik iltihapların gözlemlenmesi bu söylemi haklı kılar gibi gözükse de, bu anlayış genele şamil değildir. Zira cerrahi müdahale son derece titizlikle kanserin yerleştiği alana neşter atılması ile gerçekleşen can simidi bir yöntemdir.  Operasyon yapılan bölgeden alınan parçaların patolojik inceleme sonucunda elde edilen değerler normal çıkarsa tedaviye cevap verdiği anlaşılır. Aksi takdirde diğer yöntemlere geçilir.

      İkinci tedavi yöntemi ise röntgen ışınlarıyla yapılan özellikle kan kanseri, kemik kanseri ve beyin tümörlerinde uygulanan radyoterapi (ışın tedavisi) tedavisidir. Bu ışınların en meşhuru kobalt–60 olup, bundan başka elektron ve nötron tedavi yöntemlerde söz konusudur. Hakeza radyum elementinin saldığı radyoaktif ışınlar da kanser hücrelerinin yok edilmesinde önemli bir etken kaynağıdır. Bilhassa bu yöntemle radyo frekans radyasyonların oluşturduğu ısıyla kanser hücrelerinin zayıflatılması hedeflenmektedir. Böylece ışın tedavisi metodunda normal hücrelerin dayanabileceği, kanser hücrelerinin ise bu ısıya dayanamayacakları noktaya kadar ısı uygulaması yapılmaktadır. Üstelik bu metotla hastanın kemik iliği etkilenmediği gibi saç kaybı da olmamaktadır. Dahası yan etkileri diğerlerine göre çok daha hafif seyretmektedir.

        Üçüncü tedavi şekli kemoterapi (kimyasal ilaç tedavisi) olup uygulanan yöntemlerin en yaygınıdır. Bu yöntem özellikle kan kanseri, lenf kanseri, plasenta kanseri, Ewing sarkomu gibi kanserlerde başarılı sonuçlar vermektedir.

       Dördüncü tedavi yöntem ise özellikle lösemi(kemik iliği kanseri), lenf kanseri (BCG-F), cilt kanseri, meme kanseri, kemik kanseri ve mide kanserinde kullanılan immunoterapi tedavi (bağışıklık tedavisi) yöntemidir. Ki;  bu yöntemle kanser hücrelerini verem aşısı örneğinde olduğu gibi vücudun bağışıklık sistemini güçlendirmeye yönelik kanserin (lenfositlere takviye edici kuvvet olarak) mağlup edilmesi hedeflenir.

         İşte yukarıda sözü edilen ana dörtlü tedavi uygulamalarının yanı sıra birtakım yardımcı tedavi metotlarda var elbet. Mesela ağrı tedavisi ağrısı geçmeyen hastalar için kullanılan bir yöntem. Aslında kanser illa da ağrı yapar diye bir kural yok. Bu tür ağrılar daha çok hastanın son demlerine yakın birtakım zehirlerin hatta tedavide kullanılan kemoterapi ilaçların vücut içerisinde birikmesiyle oluşan toksik tesirinden kaynaklanan ağrılar olarak sahne almaktadır.

       Velhasıl-ı kelam; kanserden korunmak adına doğal beslenmeye yönelmek, temizliğe ihtimam göstermek, bol oksijenli doğal çevreleri mesken tutmak, sıcaklık değişmelerine paralel uygun giysi giyinmek (soğukta yün, sıcakta pamuk tercih edilmeli), her türlü toksik maddelerden kaçınmak, moral tempomuzu artırmaya yönelik maneviyatı güçlendirmek gerekir.  Hatta her şeyden öte Yüce Allah'tan gelebilecek; “Kahrında hoş lütfunda hoş” diyebilecek inanca ve yüreğe sahip olmakla sağlıklı hayata kavuşabiliriz pekâlâ.  

            Vesselam.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

28 Haziran 2023 Çarşamba

KOKU ALMA MUCİZESİ


 

                           KOKU ALMA MUCİZESİ

          SELİM GÜRBÜZER

          Burnumuz takriben elli bin çeşit kimyasal bileşikten çevreye yayılan molekülleri kemoreseptörler aracığıyla kendine bağlayıp gaz ya da sıvı haldeki maddelerin yoğunluğunda (konsantrasyonlarında) teşekkül eden değişmeleri koku olarak algılayabilecek donanıma haiz bir duyu organımızdır. Nitekim koku duyusunun ortaya çıkmasında önemli rol oynayan kemoreseptörler burnumuza gelen gaz moleküllerini kendine bağlar bağlamaz sinirler aracılığıyla hemen beynin koku merkezlerine göndermek suretiyle belleğimizde koku olarak algılarız. Dikkat edin algılarız dedik,  zira bu noktada Tıp dünyası bugün olmuş halen koku alma duyumların sırrını tam manasıyla çözmüş değildir. Kaldı ki duyumlar pek akılla anlaşılmayan bir şeylerin varlığını gösteriyor.

         Peki, kemoreseptörler sadece buruna özgü bağlayıcı duyusal hücreler midir?  Hiç şüphe yoktur ki yaratılan her canlı türün yaratılış kodlarına göre ağızda, dilde, antende, ekstremitelerde, ağız aygıtında, deride, solungaçlarda, yüzgeçlerde, tendonlarda, hatta ovipozitörlerde de (yumurta koyma borusunda) bulunan duyu hücreleridir. Örnek mi? İşte böceklerde koku alma reseptör hücreleri kahır ekseriyetle antende konumlanırken, tat alma reseptörlerinin de ağız parçaları ve ekstremiteler üzerinde bulunuyor olması bunun en tipik örneğini teşkil eder. Bu yüzden bilim adamları pul kanatlı bir erkek böceğin dişisinin kokusunu ta 2 km’lik  uzaklıktan almasını büyük bir şaşkınlıkla hayretler içerisinde gözlemlemekteler. Yine bir bakıyorsun kimi omurgalı hayvanlarda burun aygıtının hem koku hem de solunum organı olarak işlev görmesi gibi pek çok örnekler burun aygıtının mucizevî bir laboratuvar alanı olduğunu gösteriyor. Tabii buna kemoreseptör hücrelerin konumlandığı diğer alanlarda dâhildir. Ki, kemoreseptörlerin konumlandığı her bir alanın kendine özgü donatılmışlığı da söz konusudur. Örnek mi? Mesela burun deliklerimizin kıllarla donatılmışlığı bunun bariz bir örneğini teşkil eder. Belli ki burun kılları süs olsun babından boşa donatılmamış,  bilakis burun içerisine giren yabancı maddeleri veya tozları tutmak gibi görevler üstlenmişlerdir. Tabii toza karşı barikat olmak hususunda kıllar büsbütün yalnız değildir, ayrıca burun boşluğunun üst tarafında burun mukozasının özelleşmiş bir bölgesi olarak bilinen koku soğancığıyla bağlantılı sümüksü koku mukoz zarıyla da desteklenmiş durumdadır. Böylece bu sayede burnun deliklerinden giriş yapan gaz halindeki moleküller burun boşluğunun üst yüzeyinde konumlanmış duyu hücrelerinin (kemoreseptörler) ayırt etme yeteneğine bağlı olarak burun içi mukusta eriyip koku reseptörlerini uyarmış olur. Derken gaz moleküllerinin mukus içerisindeki sıvıyla girmiş olduğu tepkimenin neticesinde açığa çıkan kimyasal madde koku olarak algılanır. Yani bir başka ifadeyle burun reseptörlerine gelen uyarıların koku sinirler aracılığıyla ön beynin temporal lobunda yer alan koku merkezlerine iletilmek suretiyle koku olarak algılanır. Bu arada unutmayalım ki koku ve tat duyusu birbirinden bağımsız duyargalar değildir, birbiriyle ilişkili olduğu şundan besbellidir ki, şayet burun tıkalıysa besinlerin tadının algılanması ister istemez tıkalı oranında azalmakta, dolayısıyla bu durumda yediğimizden içtiğimizden bir tat lezzet alamayız.

        İlginçtir hayvanlar âleminde bir takım canlıların besinin bulması, besini didik didik edip çeşitlere ayırması, zehirli olup olmadığını belirlemesi, eşlerini bulması, bir arada bulunacakları yerleri belirlenmesi, kendi türleri içerisinde iletişim ağının kurulması gibi hayati öneme haiz tüm faaliyetler belli ki kemoreseptörlerin marifeti olarak sahne almakta. Hani arayan bulur denir ya hep, aynen öylede uzaklık ya da yakınlık hiç fark etmez hayvanlar âleminde yaşanan bir takım olağan üstü gördüğümüz oluşumlar beşeri hayatta da vuku bulabiliyor. Ve bunun beşeri boyutunu Yakup (a.s)’ın kıssasıyla örneklendirebiliriz de pekâlâ.  Malumunuz o meşhur Peygamber kıssasında geçen ifadede yerini alan “Kenan illerinden gelen bu koku; Yusuf’un kokusudur” cümlesini okuduğumuzda Yakup (a.s)'ı hatırlarız hep. Derken kıssadan hisse misali Allah-ü Teâlâ’nın biz aciz kullar için sanki  Yakup (a.s)'ın mucizevî kıssasına bakta kilometrelerce uzaklıkta bu koku nasıl hissedilmiştir, var üzerinde araştır,  ona göre bilgi ve becerilerini ortaya koy tarzında ders niteliği taşıyan bir kıssa olduğunu idrak ederiz. Yine sanki bu peygamber kıssasında dünyanın bir ucunda olsanız bile şayet çalışır çabalarsanız, Mescidi Nebevi’nin gül kokusunu bile evinizin bahçesine kadar konuk edebilirsiniz gibi daha nice ders niteliğinde anlam yüklü mesajların alınması gerektiği murad edilmiştir. Ve bu mesajlar bilim dünyası açısından da yerini bulmuş olsa gerek ki elektro manyetik dalga boylarıyla kilometrelerce uzaklardan yansıyan sesleri ya da görüntüleri insanların evlerinin içine girecek kadar sunabilmişlerdir.

       Her neyse bilim dünyası daha nice buluşlar keşfede dursun şu bir gerçek burun aynı zamanda solunum olaylarının bir bölümünün gerçekleştiği alan olarak da dikkat çekmektedir. Öyle ki bu iş uğruna solunum yollarını döşeyen epitelyum hücrelerinin üst yüzeylerinde yer alan kinosilyumlar (titrek tüyler) sürekli dalgalanma hareketleri ile içeri giren toz taneciklerini dışarı atmak için pozisyon almış haldedirler. Tüm alınan bu önlemlere rağmen yine de nezle türü soğuk algınlığı viral hastalıklara karşı tam manasıyla korunaklı sayılmayız. Çünkü grip genelde solunum yoluyla aldığımız bir virüs aracılığıyla gerçekleşen bir hastalık olarak karşımıza çıkmakta. Hatta soluduğumuz minicik rutubet damlaları bile soğuk algınlığına yol açan virüslerin binek taşları olabiliyor. Şayet vücudumuz direncini yitirmişse bu binek taşları her soluk alıp verişimizde derhal harekete geçip soğuk algınlığı grip kaynaklı bir hastalığa yol açabiliyor. Böylece mikron seviyelerden daha milimikron olarak küçük gördüğümüz virüsler bizlere acziyetimizi hatırlatır. Derken hapşırırken (aksırırken)  Elhamdulillah (Allah'a şükürler olsun) deyip Allah’a şükrederiz,  karşımızdakinin ise buna cevaben Yerhamukellah (Allah size rahmet ve merhamet eylesin) demesine karşılık Yehdina ve yehdikumullah diyerek böylece karşılıklı birbirimize sıhhat ve afiyet dilemiş oluruz. Hatta aksırırken aynı zamanda burnumuzun hava giren kısmında biriken bakterileri de dışarı atmış oluruz. Dolayısıyla bu durumda daha çok şükretmemiz gerekiyor. Hatta sadece şükretmekle kalmayıp, bu arada hapşırırken adap-usul gereği ağzımızı kapatmalı ki etrafa zarar vermemiş olalım.

          Öyle hastalıklar vardır ki koku sayesinde teşhis edilebiliyor. Tabii ki teşhis önemli, fakat teşhisten daha da mühimi tedavidir. Maalesef Tıp dünyası gelinen nokta itibariyle kulak burun boğaz enfeksiyonlara neden olan virüs kaynaklı hastalıklar karşısında çoğu kez çaresiz bir durumdadır. Neyse ki Rabbü’l âlemin vücut şehrimizde bağışıklık sistemi halk eylemesinin nimeti sayesinde, hastalansak bile yeniden toparlanıp sıhhatimize kavuşabiliyoruz. Şayet vücudumuzun immün sistemi (bağışıklık sistemi)  çökmüşse ölüm kaçınılmaz olacaktır elbet.  Zira virüslerin proteinlerden oluşan dışta bir zarı var ki,  söz konusu zararlı proteinler kana karışıp bir anda bizi yatak döşek hasta edebiliyor. Neyse ki akyuvarlar duruma seyirci kalmamaktalar, onlar da bu taarruz karşısında zararlı proteinlere karşı alternatif proteinler diyebileceğimiz “bağışıklık cisimleri” üreterek bize destek olmaktalar. Böylece yeniden vücudumuz sıhhat kazanmış olur. İşte akyuvarlar sayesinde bir başka zaman diliminde bir kez daha aynı tip virüsün vücudumuza girip kana karışsa da artık bağışıklık sistemimizce tanınmış olacağından istediği gibi at oynatamayacaktır. Çünkü düşman önceden teşhis edilmiş veya tanınmış durumdadır. Dolayısıyla önceden tanıdık bilinmesinden dolayı derhal imha edilirler.  Bu yüzden Tıp dünyası vücudumuzdaki immün bağışıklık sisteminden yola çıkarak zayıflatılmış grip ve nezle türü mikroplar üretip birtakım aşı uygulamalarıyla tedavi yöntemleri geliştirebilmiştir. Böylece aşılanma yöntemi denen enjekte edilen zayıflatılmış mikrop sayesinde bağışıklık kazanıp geçici de olsa süreli birçok hastalıkların önüne geçilmiş olunur.

          Bakınız Yüce Allah (c.c) Kur’an’da ne buyuruyor: “İnsanı fehhar gibi bir salsaldan yarattık” (Rahman 55/14). İşte bu ayette geçen salsal ibaresinin ses veren kuru çamur olarak tefsir edildiği gibi Ragıp el İsfehani’nin Müfredatta ikinci anlam olarak ise sallellahm ibaresine istinaden kokuşan çamur” olarak da tefsir edilmekte.  Dolayısıyla ikinci anlamdan hareketle kokuşan etten ilk insanın yaratılış mayası diyebileceğimiz embriyosuna gıda takviyesi olarak protein, yağ, mineraller ve su gibi inorganik besleyici maddelerin tümünü kapsayan bir anlamının da olduğunu düşünebiliriz pekâlâ.  Nitekim Yüce Allah (c.c) “Arzda hiçbir canlı (dabbe) yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın. O, onun müstekar (stabil kararlı, potansiyel enerji, yani durağan) ve müstevdaini (emaneten kinetik enerjik, yani hareketli) bilir. Hepsi kitabı mübindedir” (Hud 11/6) diye beyan buyurmakla kararı mekinde ki ilk Âdemin yaratılış mayası toprak ve çamurdaki elementlerden embriyosunun gıdalanacağı inorganik besin maddeleri kapsayan bileşenlerin kokuşan et manasına ‘salsal’ olarak karşılık bulurken,  salsaldan yaratılan hamurun ise zigot hücresi manasına  ‘hamei mesnun’ olarak karşılık bulmakta. Zira yaratılış kodumuzu temsil eden DNA molekülünün sitozin nükleotinin içerisinde metil gruplarından oluşan bir bileşen olması hasebiyle DNA’nın hem fiziki hem de kimyevi kötü kokulu bir molekül olduğu anlamına gelir. Dahası ayette ifade edilen çamurdan maksat, aslında yaratılış kodumuza kodlanan metillenmiş kötü kokulu manasına gelebilecek DNA molekülüdür dersek yeridir.         

              Vesselam.

 https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

 

 

27 Haziran 2023 Salı

Medine'den Buhara'ya


Medine'den Buhara'ya

  •  
Hiç kuşkusuz Resulullah (s.a.v)'in Nebevi nuru yüzü suyu hürmetine tüm âlemler yaratılmıştır. İşte Rasulullah (s.a.v)'in Gül kokulu nübüvvet nuru, Hz. İsmail'in evlendiği Hale'den oğlu Kaydar'a geçer. Ancak, Kaydar bir sene içerisinde yüz kadar kadını nikâhladığı halde hiçbirinden çocuk olmaz. Allah Teâlâ melek vasıtasıyla buyurdu ki: “Ey Kaydar! Eğer nezr edip kurban kesersen bu iş sana bildirilir.” Bunun üzerine Kaydar emrin gereğini yerine getirip çok sayıda koç kurban eder. Kurban mükellefiyetinden maksat hâsıl olunca bu kez gaipten bir nida daha işitir: “Ey Kaydar! Filan ağaç altında uyuyuver, rüyada ne görürsen onu yap.” O da denileni yapıp rüyasında Arap asıllı Gadire Hanım gösterilip onu nikâhına al emri talimatı verilir. Böylece nur Gadire'ye intikal etmiş olur.
Kaydar bir yolculuğun ardında Kenan iline vardığında Yakup (a.s) ile karşılaşır. Ve o Yüce Peygamber der ki; “Sana müjdeler olsun ki dün gece Gadire oğlunu doğurdu, zira gördüm ki, gök kapıları açılmış. Bu durum alından alına konaklayan Habibin nurun bir alametidir...” Bu sözleri işittikten sonra hanımının yanına vardığında, ilk işi oğlunu kucaklamak olur. Oğlunun adı Haml idi. Haml'de Saide isminde birini nikâh eyler. Derken o nikâhtan Nebt doğar. Ve Habib-i Ekrem (s.a.v)'in nuru Nebt'ten Adnan'a devr olunur.
Adnan'ın alnından parlayan nuru şerif ise Maad'a geçer, Maad'dan Nizar'a devr olunur. Nizar'dan da Nebevi nur sırasıyla Mudar'a, İlyas'a, Müdrike'ye devr olunur. Derken Müdrike'den de sırasıyla Huzeyme'ye, Huzeyme'den Kinane'ye, Kinane'den Nadr'a geçer.
Nadr'dan sonra ise nur sırasıyla:
w Malik w Fihr (Kureyş) w Galib w Lüeyy w Ka'b w Mürre w Kilab w Kusay w Abd-i Menaf (Muğire)' e geçerek devrolunur.
Bu arada Mugire'nin iki oğlu daha olur. Ki; bu oğullardan biri Haşim'dir. Zira Nevfel ve Muttalib Resulullah (s.a.v)'in soy şeceresinde yer alan Haşim oğullarından gelmiştir.
Haşim herkes tarafından sevilir ve sayılırdı. Hem nasıl sevilmesin ki, bikere her şeyden önce Habibin nuru her daim alnında parlıyordu. Nitekim Rum Kayseri bu parlak yüzden dolayı kızını Haşim'e teklif eder, fakat kabul etmez. Nasip bu ya, bir gün rüyasında kendisine bildirilen Selma Binti Ömer'le evlenmesi emr olununca, onunla nikâh kıyacaktır. Derken, Haşim ticaret maksadıyla Şam'a gidip, akabinde Gazze'de vefat eder etmesine ama sonuçta Selma'dan doğacak olan, yani ilerisinde Nübüvet Nur'un dedesi olacak Abdülmuttalib'i arkasında bırakması böylesi bir ölüme can kurban dersek yeridir. Evet, O; Rasulullah (s.a.v)'in dedesidir. Haşim'in vefatından sonra Mekke halkı Abdülmuttalibi (asıl adı Şeybe) şehre reis seçip, Mekke'nin anahtarlarını ona teslim eder de. Sıra teslim sırası ona gelmişti ki, teslim edilecek elbette anahtar değildi, teslim olunacak Habibin nurudur. Nitekim o nur Abdullah'a devr olunur da. O'ndan da malum O nur asıl sahibine devr olunur. Şu da var ki Peygamberimiz (s.a.v) bu dünyadan göç etti etmesine ama o nur'a layık olanların alınlarında kıyamete kadar devam edecektir, buna inancımız tamdır. Sanmayın ki başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere sırasıyla Ashab-ı kiram, Evliyalar bu dünyadan göç ettiler diye tabii oldukları kaynaklarda bir anda kesiliverdi. Yok, öyle bir şey, tam aksine İmam-ı Gazali Hz.lerinin de beyan buyurduğu veçhiyle “Diriyken tevessül olunan, feyiz alınan zata, öldükten sonra da tevessül edilerek feyiz alınır” (Mişkat) şekliyle her devirde Allah Resulünün izini iz süren Allah dostları kanalıyla kıyamete dek bu söz konusu kaynak silsilesi hiç tükenmeyecektir. Hatta kıyamet sonrası da tevessül hadisesi mahşer günü ilahi huzurda da apaçık bir şekilde yaşanacaktır. Bakınız, Muhammed Hadimi Hz.leri bu hususta ne buyuruyor: “Peygamberler ve evliya zatlar dar-ı bekaya intikal ettikten sonra da onlar vasıtasıyla Allah Teâlâ'ya yalvararak dua etmeye, tevessül ve istiğase etmek denir. Ki, onlar ölünce de mucizeleri ve kerametleri devam eder” (Berika). İşte bu sözlerden de anlaşılan o ki; Allah'ın hazinesi boldur. Öyle ya, peygamberlik kapısı kapandı diye tevessül ortadan kalkacak değil ya, bu kez onun izini iz süren evliyalar ne güne duruyor, hiç kuşkusuz Ümmet-i Muhammed'in kurtuluşuna vesile olmak için devreye girip tevessül yolunu devam ettirecekleri muhakkak. Nitekim Mürşidi kâmillerin her devirde var oluşları insanları Allah'a yönlendirmek içindir. Yani Allah dostları, taliplilerine Allah-u Teâlâ'ya nasıl kul olunacağını, nasıl ibadette bulunacaklarını talim ettirerek vuslata ermelerine vesile olmak için vardır.
Gizle

Yayın Tarihi:13.02.2023
ISBN:9786254209864
Dil:TÜRKÇE
Sayfa Sayısı:512
Cilt Tipi:Karton Kapak
Kağıt Cinsi:Kitap Kağıdı
Boyut:15.5 x 23.5 cm
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

26 Haziran 2023 Pazartesi

BEYİN DAĞARCIĞIMIZ


 

                            BEYİN DAĞARCIĞIMIZ

         SELİM GÜRBÜZER

         Madelyn Burley-Allen zihinsel becerilerin geliştirilmesinde en önemli merkez konumunda bulunan beyin için; “Başlı başına kendisi bir evren” derken meğer laf olsun diye bu sözü söylememiş.  Belli ki sinir sistemi beynin otomatik kontrol sistemi öncülüğünde çalışan otonom bir sistem olup merkezileşmesini sağlayan sinapslar ve ara nöronlar olarak işlerlik kazanmakta.  Böylece sindirim, solunum ve kalbe ait bir takım faaliyetlerin işleyişi beyinle bağlantılı sinir kordonu ve gangliyon gibi bağımsız ağ sistemlerinin koordineli bir şekilde çalışmaları sayesinde otomatik olarak işlerlik kazanmakta. Bu yüzden otomasyon alanında sibernetik bilimin bugüne kadar elde ettiği birçok kazanımlarını sinir sisteminin bu mükemmel işleyiş yapısına borçludur dersek yeridir. Hatta bir takım canlıların beyninde bu günkü buzdolapların keşfine ilham olan soğutucu otomasyon sisteminin varlığı bunun bariz bir göstergesidir zaten. Koşan bir canlı düşünün, ister istemez bu canlı koştukça vücut hararetinin artmasına paralel ısınan kan beyne sıçrayıp canlının ölümüne yol açacağı muhakkak. İşte bu noktada Yunan Fizikçi Herophilos köpek ve koyun gibi bazı memeli hayvanların beyninde kavernöz sinus diye bilinen dural venöz sinüs boşlukta şah damarlardan ayrılan kan damarların oluşturduğu soğutucu işlem görevi yapan bir yapının varlığını keşfetmiştir. İşte bu noktada atalarımızın “Ayağını sıcak tut, başını serin” sözünü boşa sarf etmediği şundan besbelli ki canlı organizmanın işleyişindeki bu soğutucu tertibat günümüz otomatik soğutucu ve ısıtıcı çalışan tüm cihazların keşfini beraberinde getirmiştir.  

          Bilindiği üzere vücudumuzun en kompleks yapısı diyebileceğimiz sinir sistemimiz merkezi ve periferal (çevresel) sinir sistemleri başlığı altında beyin, omurilik ve sinirlerden oluşmuş bir yapıdır. İşte böylesi mükemmel donatılmış yapı sistemi sayesinde Nöro-sibernetik, Biyo-sibernetik, Psiko-sibernetik, Mediko-sibernetik, Sosyo-sibernetik vs. gibi birçok ihtisaslaşmış yan dallar hayatımızın her alanına girmiş gözüküyor. Sinir sistemi bağlamında merkezi sinir sistemi omurilik ve beyinden oluşan bir yapı olarak konumlanırken periferal sinir sistemi de doğrudan beyin ve omurilikle bağlantılı sinir hücreleri, sinir telleri ve ganglion gibi yapılar olarak konumlanmışlardır.  Periferik sinir sistemiyle doğrudan bağlantılı sinir kordonları ise iki grup başlık altında somatik ve otonom sinir sistemi olarak sistem içerisinde yerini almışlardır. Birinci gruptakiler malum iskelet ve kasların kontrolünü sağlarken ikinci gruptakiler de istemsiz çalışan düz ve kalp kasların çalışmasını sağlarlar.  Tabii tüm bu faaliyetleri yürütürken de kendi başlarına buyruk değillerdir.  Bir kere periferik sisteme doğrudan bağlantılı reseptörlerce algılanan uyarılar öncelikle merkezi sinir sistemince değerlendirilip onaylandıktan sonra periferik sinir sisteme yeniden geri dönüşüm sağlanaraktan effektör (tepki organı; kas ve salgı bezi hücresi gibi) organlara gerekli uyarılar iletilmek suretiyle durum vaziyet bildirilmiş olur. Hem nasıl durum vaziyetin tepki şeklinde bildirilmiş olmasın ki, bu söz konusu yapıyı oluşturan milyonlarca nöron hücreleri devreye girip harıl harıl çalışmaktalar da.  Nöronlar malum ganglionlar, beyin ve omurilik gibi sinir merkezlerinin ilk taslağı somatik (gövde), dendrit (bilgi giriş üniteleri) ve akson (bilgi çıkış üniteleri)  ünitelerinden oluşan nöronların diğer vücut hücrelerinden en belirgin farkı çekirdeğinin ve sitoplâzmasının akson ya da dendrit yapıda olmasıdır. Ayrıca bu yapı içerisinde nöronlar arasında nöroglia adı verilen ara hücreler vardır ki, bunların sinir sisteminin beslenmesi, solunumu ve gerektiğinde sinirin onarımı gibi görevlerde bulundukları belirlenmiştir. Nöroglia hücreleri aynı zamanda kan damarlarıyla sıkı bir bağ kurabilen yapıda olan ara elemanlardır.  Öyle ki bu sıkı bağ ilişkisinin lideri konumunda beyinden gelen sinyallere aracılık rolü üstlenmesi sayesinde kalpte kanın pompalanmasından tutunda daha nice hayati fonksiyonlar icra edilmiş olur.   

         Beynimiz anatomik ve fonksiyonel açıdan üç tabaka zarla kuşatılmıştır.  Ve her biri kendi arasında loplara ayrılmış yarım küreler halde ön, orta ve arka beyin olmak bölümlerinden oluşmuş bir yapıdır. Söz konusu bu yapıyı oluşturan yarım küreler boz renkli bir kabukla kuşatılmış olup bu kabuğun içerisinde beynin bir bölgesinden başka bir bölgesine sinir sinyallerini taşıyan akson demetleri denen ak madde de vardır. Öyle ki beyinin sağlı sollu ana eksenini oluşturan her iki yarım küre ak maddeden oluşmuş iki köprüyle birbirine bağlanmışlardır. Böylece bu sayede 1200 - 1400 gr ağırlığında olan insan beynine ait hücreler arası bağlantı kurulmuş olup bu noktada omurilik soğanı vücuttaki solunum, kalp atışı ve kan basıncı gibi otonomik faaliyetleri kontrol ederken beyincik ise vücudun duruşunu ve iskelet kaslarının kasılmasını koordine eder.

           Evet,  yaratılış kodlarımızda beyne işlevlik kazandıracak böylesi mükemmel donanım varsa bizde varız demektir, yok eğer böyle bir donanımdan mahrumsak varlığımızın bir anlamı kalmayıp fikren zikren yokuz demektir. Gerçekten de düşünen varlık olarak var oluşumuzu anlamlandırabilmemiz ancak beynin her iki lobunun da iyi yönde işletilmesine bağlıdır.  Hele bilhassa ön beyinde (uç ve ara beyin), talamus, hipotalamus, hipofiz ve beyin yarım kürelerinin bulunması hasebiyle tüm duyu faaliyetlerimiz talamus aracığıyla nizama sokularaktan anlamlandırılmış olur. Bir başka ifadeyle gerek kendi isteğimiz doğrultusunda irademize bağlı nükseden davranışlar,  gerek ruhi ve zekâyla ilgili fonksiyonlar gerekse beş duyunun işlevlerini kapsayacak tüm faaliyetler belli ki bu söz konusu beyne ait istasyonlarda gerçekleşmektedir. Derken zekâ, hafıza, öğrenme, yazı yazma, konuşma ve hayal vs. gibi oluşumlar ön beynin istasyonlarında sahnelenmiş olur.  Hakeza konuşma melekesi de beyinle doğrudan irtibata giren bir takım alıcı sinyaller veya bilişsel hislerin beynin talamus istasyonunda değerlendirmeye tabii tutulmak suretiyle buradan beyin kabuğuna taşınıp böylece kelimeler adeta ete kemiğe bürünerekten dilden dökülmesi vuku bulur. Hatta doku ve kasların düzenli çalışması da hipotalamus istasyonunda sinir ve hormonal sistem arasındaki koordinatörlüğünde beyin faaliyetlerine bağlı olarak işlerlik kazanmakta. Nitekim bu alanda yapılan araştırmalar neticesinde beynin sağ yarım küresi vücudun sol yarısını, sol yarımkürenin ise sağ yarısını idare ettiği belirlenmiştir.

       Genel itibariyle beyin serebrum (asıl beyin) ve serebellum (beyincik) olmak üzere iki ana başlık altında incelenmekte olup her ikisi arasında konum itibariyle en belirgin fark serebrumun kafatasımızın ön ve üst tarafında bulunması, beyinciğin ise kafatasımızın arka bölmesinde yer almasıdır.  Hakeza her ikisinin ortak yönleri ise kendi içlerinde sağ ve sol yarımkürelere ayrılmış olmalarıdır. 

                                                            Beyincik

       Beyincik dışı boz, içi ak maddeden oluşup vücut dengesinde, hareketlerin düzenli işleyişinde ve kasların kasılıp gevşemesinde vazife görür. Ayrıca istem dışı oluşan refleksler beyin kabuğunda değil beynin altı kısmı beyincikte değerlendirmeye tabii tutulması hasebiyle böylesi bir duyu sistemine “bilinçsiz derin duyarlılık” denmektedir. Kelimenin tam anlamıyla bilinç dışı gelişen otomatik refleksler bu sistemin yansıması sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

                                                        Omurilik soğanı

        Beynin alt kısmında beyinciğin yanı sıra omurilik soğanı bulunup beyni omuriliğe bağlayan ak maddeden teşekkül etmiştir Vücuttaki hayati faaliyetlerin merkezi konumunda bulunan omurilik soğanı aynı zamanda solunum, dolaşım, boşaltım ve vücut metabolizmasıyla ilgili faaliyetleri de yürütmekte. Omurilik soğanın devamı boyunca uzanan omurilik ise malum merkezi sinir sisteminin ikinci kordonu diyebileceğimiz 45–50 cm uzunluğunda kuyruk sokumuna kadar uzanan bir sinirimizdir. Peki, bu uzunlukta ki sinir kordonumuz ne işe yarar derseniz, bu noktada cevaben; omurilik üzerinden iletilen sinyallerin vücudun her tarafına yayılan sinir ağına dağılımını aracılık yapması içindir deriz elbet. Nitekim omurların çeperlerinden etrafa adeta kılcal damarlar gibi salkım saçak salınan beyaz renkli sinir ağları vücut içerisindeki tüm organlar arasında iletişim hattı oluşturmaktadır.  Hatta sinir ağlarımız beyinle organlar arasında iletişim hattı oluşturmanın yanı sıra beş duyu organımızdan gelen sinyalleri beyne iletilmesinde aracı vazife de görmektelerdir.  Madem aracı rol üstlenmiş durumdalar, o halde omuriliğin üstlendiği görevleri genel hatlarıyla şöyle sıralayabiliriz:

     “ -Beyinden vücuda dağılan sinyallere geçitlik yapmak,

       -Vücudun iç organları ve salgı bezlerinin faaliyetlerini kontrol ve idare etmek,

       - Kasların kasılıp gevşemesinde refleks aracı olmasıdır.”

       İşte sıraladığımız omurilik tüm bu faaliyetleri yürütürken tabii ki tek başına değil,  aynı zamanda ki kendisine eşlik eden beyin, beyincik ve omurilik soğanıyla birlikte görevini yürütmektedir.

                                         Otonom ve parasempatik sistem

        Bilindiği üzere beyinden 12 sinir kordonu, omuriliktense 31 çift sinir kordonu çıkmaktadır. İşte bu iki kanaldan dal budak salan sinir kordonları; duyu sinirleri ve motor sinirlerince iletilen sinyallerce kontrol edilir de. İyi ki de kontrol edilmekteler bu sayede dolaşım, solunum, salgı bezleri, kalp, kas vs. tüm sistemlerin faaliyetleri bizatihi merkezi sinir sistemini oluşturan beyin ve omurilikle bağlantılı motor sinirler aracılığıyla yürütülmüş olmakta.  Üstüne üstük yürütülen tüm bu faaliyetler bizim irade ve isteğimiz dışında otomatik olarak gerçekleşmektedir. Ancak şu da var ki neşe ve elem verici soyut melekelerin beynin hangi merkezlerde işlerlik kazandığı konusu tam netlik kazanmış değildir. Hatta buna konuşmak, yazmak gibi melekelerde dâhildir.

         Sinir sistemimiz malumunuz birbirinden ayrı iki yapıda olan otonom sinir sistemi ve parasempatik sistem tarafından organize edilirler. Bu iki sistem bir yandan organların çalışmalarını ayarlarken, diğer yandansa birbirlerinin tam zıddı reaksiyonlar göstererekten sinir sistemlerinin organizasyonlarını belli bir ayarda tutup dengelemiş olurlar. Nasıl mı? Mesela bir bakıyorsun sempatik sistem kalbin çalışmasını hızlandırırken diğer taraftan bir bakıyorsun parasempatik sistem de tam aksine yavaşlatmaya yönelik eylemde bulunarak kalp ritmini dengede tutmakta.  Bu demektir ki sinir ağımız sırf sempatik sistemle kontrol edilmiş olsaydı hızla çarpan kalbin hacimce büyümesi nedeniyle kalp krizinin nüksetmesi kaçınılmaz hal alacaktı.  Yok, eğer sinir ağımız sırf para sempatik sistem tarafından kontrol edilmiş olsaydı bu kez ağır işleyen kalbin yavaşlaması nedeniyle yine kalp krizinin yaşanması kaçınılmaz hal alacaktı.  İlla ki her iki sisteminde tek başlarına değil karşılıklı birbirlerine reaksiyon göstererekten çalışır halde olmaları gerekir ki vücutta işleyen pek çok sistemin denge ayarları sağlanmış olsun.  Aksi halde her iki sisteminde bağlı olduğu koordinasyon merkezlerinde en ufak bir arızanın nüksetmesi durumunda sinir sisteminin bütününde veya bir bölümünde felç durumu nüksedeceği gibi hafıza kayıpları ve bir takım ruhsal problemleri de beraberinde getirecektir.   

                                                             Sinir sistemi

            Evet, yukarıda da belirttiğimiz üzere sinir kordonlarımız dendrit ve akson denen nöron hücrelerinden meydana gelmiştir. Öyle ki sinir akımı sinir kordonu boyunca nöron hücrelerince işleme tabii tutulup pek çok kimyasal ve elektriksel olayların cereyanı gerçekleşiverir.  Öyle ki sinir kordonu boyunca ilerleyen sinir akımı bir yandan dendrit bağlantısıyla ilgili hücrelere iletilirken diğer yandan da akson tarafından bir sonra ki hücreye doğru aktarılma işlemleri yürütülmüş olur. Hatta bu iki nöron hücresinin birbirine bitişik olmadığı arada çok küçük boşluğun varlığı tespit edilmiş olup, bu aralığa sinaps denmektedir.  Sinapslar daha çok gelen mesajların dilini çözme görevi yapıp  “evet ya da hayır” şeklinde değerlendirmeye tabii tutmakta. Böylece ‘evet’ onayını alan unsurlar hücre içerisine geçebilirken “hayır” alanlarda hiçbir işleme tabii tutulmazlar. Oldu ya, bir şekilde program dışı beklenmedik arızi bir durumda  ‘evet’  onayıyla sızmayı başaranlar, bu kez akson, nöronların sinaps denen özelleşmiş bağlantı noktaları aracılığıyla durum vaziyeti üst karar mercilere bildirilip tıpkı bilgisayar anti virüs programında olduğu gibi karantinaya alınmış olur. Anlaşılan o ki sistemin en ufak sızmaya tahammülü yoktur. Hatta akson, sinaps boşluklarına komşu hücreler aracılığıyla beyinle koordineli çalışan ilgili merkezlere durum vaziyet bildirilip böylece yanlış işlemlerin düzeltilmesi cihetine gidilir.         

          Son derece modern teknoloji ile donanmış günümüz insanı, ilk insanlara göre beynini daha fazla kısmını kullanıyor kullanmasına ama hale geriye kullanılmayan önemli açığın hala açıkta kaldığı bilinen bir gerçekliktir. Öyle ki insan hayatı boyunca beynini ne kadar çalıştırırsa çalıştırsın beyindeki sinir hücrelerinden ancak küçük bir kısmını kullanıma alabiliyor. Yani daha geride kullanılmayan bir sürü alan bırakmakta. Dolayısıyla halk arasında sıkça; “Fazla bilgi öğrenmek insan aklını oynatır” söylemi kendiliğinden çürütülmüş olur. Belli ki insan hayatı boyunca ne kadar beyin fırtınası yaparsa yapsın beynin tüm kapasitesini tam olarak kullanamayacaktır.  Yine de her şeye rağmen kâinatta kendini aşma arzusunda olan tek varlık insandır.  Madem kendimizi aşma iştiyakıyla yanıp tutuşuyoruz o halde ne diye aklım çalışmıyor bahanesiyle beyin kapasitemizi sınırlı tutmaya mahkûm edelim ki.

          Yüce Allah, topraktan halk eylediği Âdem’e isimlerini de öğretip böylece beyin dağarcığını tam kapasiteyle çalışır bir şekilde donanımlı kılmıştır. O halde insanı en mükemmel bir şekilde donanımlı kılan aynı zamanda onun ihtiyaçlarını ezeli ilmiyle bilip insan ve kâinatla birlikte geçmişe-geleceğe mutlak hâkim Yüce Mevla’mıza ne kadar çok şükretsek azdır.

          Sinir sisteminin daha gelişmiş şekli omurgalı canlılarda mevcut olup, bu sistemin hiyerarşik tepesinde oluğu andıran kanallar arasına simetrik şekilde sıralı dizilmiş kıvrımlardan oluşan beyin dağarcığımız yerleştirilmiştir. Beynin iki yarım küresi iki ana eksenli bir kanalın yanı sıra ön, arka ve şakak (temporal lob) olarak üç ana lobdan teşekkül edip bu yapının aşağıya doğru uzanan merkezi oluk (sulcus centralis) kanalının ön lobu alın kısmını (frontal) oluştururken, diğer kısımlarını da yan (paryetal ve arka loblar  (oksipital) oluşturur. Böylece merkezi kanalın ön lob bölgesi bir takım akl etme gibi faaliyetlerde bulunurken arka lob bölgeler ise daha çok duyumlarla ilgili faaliyetlerde bulunmakta. Hele bilhassa beyin dağarcığımız sinir sisteminin merkezinde konumlanması hasebiyle ipleri elinde tutup tüm yürüteceği faaliyetleri merkezden çevreye doğru iletişim hattı üzerindeki omurilik ve periferi (çevre) sinir ağı koridoru üzerinden gerçekleştirmiş olur. Belli ki bu koridor üzerinde tüm faaliyetlerin yürütmek adına beyinde ortalama 10 milyar sinir hücresi ve sinir hücreleri birbirine bağlayan milyarlarca sinir lifleri sırf bu iş için görevlendirilmiş durumdalardır. Derken bizler de bu arada gece gündüz demeden harıl harıl işleyen mükemmel donanımlı bu sistemin ne kadar karışık bir yapı olduğu idrak etmiş oluruz.  Peki böylesi son derece komplike bir yapıyı daha da anlaşılır kılmak için nasıl tanımlayabiliriz derseniz en basitinden nasıl ki bir hücrenin yapısını genel hatlarıyla incelediğimizde hücre zarı, sitoplâzma ve çekirdek diye tanımlarız ya, aynen öyle de bir sinir hücresini de dışta zar, iç kısmı sitoplâzma, çekirdek ve nissl cisimciklerinden oluşan bir yapı olarak tarif edebiliriz pekâlâ. Hatta bu yapıyı ağaç veya otsu bitkilerin yaprak gövde ve kök düzeninin bir başka versiyonu şeklinde inşa edilmiş bir yapı olarak da tanımlayabiliriz.  Ayrıca bu yapı içerisinde sinir hücresinin zarından (mebran) dışarı uzanan saçak şeklindeki dendritler haberleşme sisteminin birinci basamağını oluşturup gelen mesajları anında yanı başında ki akson demetlerine iletmektedir. Akson ise gövde uzantısı ikinci bir basamak konumda bir nevi gelen mesajların ne anlama geldiğini çözen editör rolünde veya şifre ayıklayıcı bir mekanizma olarak görev yapmaktadır. Öyle ki ikinci istasyonda kendisine iletilen şifreleri çözmekle kalmayıp harmanlayıp ileteceği mesajları bağlı olduğu kas liflerine de nakl etmekte.  Oldu ya, akson kendisine gelen mesajları ayıklarken bir başka sinire iletme kanaatine vardı,  bu durumda kendi kendine baloncuk (ganglion-düğüm) oluşturup komşu sinir hücrelerin gövdesi veya dendriti ile irtibata geçmesi sonucunda snaps (bağlantı) oluşturacaktır.

         Şu da var ki, beynin içerisinde herhangi bir aksiyon oluşturmak için illa özel bir gayret gerektirmiyor. En basitinden beş duyumuzla alakalı gönderilen sinyallerin bağlantılı olduğu beyin merkezine ulaşması yetebiliyor. Nitekim beş duyu organımızdan gelen uyarıcı mesajlar, kendine has alıcı (reseptör) hücreler üzerinde elektrik akımı oluşturabilmekte. Öyle ki oluşan elektrik akımı sinir hücresinin yapısını teşkil eden dendrit, gövde (soma) ve akson istasyonlarına aktarılıp bu sayede ara istasyon görevi üslenmiş sinir hücrelerin oluşturduğu düğüm şeklinde gangliyonlara elektriksel mesaj olarak iletilmiş olur. Derken elektrik akımı şeklinde gelen mesajlar burada bir takım analizleri yapılarak en son kontrol merkezi olan beyne gönderilir. Öyle anlaşılıyor ki irritabilite denilen uyarılabilme ve kondiktivite denilen uyartıları taşıma işlemleri sıradan işler değil. Belli ki ikili hesaplama programın gereği iletilen uyarıların  (impuls) karşılık bulması sinir hücrelerinin vereceği   Evet” ve “Hayır” cevabına bağlı olarak en iyi şekilde neticelen işlerdir. Tıpkı bu elektrik kontağında “evet ve hayır” anlamına gelen “kapat  (0) ve aç (I) “denen açılır kapanır anahtar düğmeyle çalıştığı şekliyle dijital ekranda sayısal rakamların harflere dönüşmesinde olduğu gibi neticelenip sahne almakta. Sinir sistemi bundan da öte sisteme giren bazı olumsuz sinyaller karşısında gerektiğinde icraatını durduran (inhibasyon) ve gerektiğinde gelen olumlu mesajlarla faaliyete geçmesini bilen (eksitasyon) mükemmel bir donanım olarak da dikkat çeken bir yapıdır.  Mesela ağız kısmı son derece vagus ve fasiyal sinir çiftlerin oluşturduğu sinir ağı bakımdan zengin olup, özellikle üst damağın mukoz zarı, azı dişleri vs. alt çene (mandibula) ve üst çene (maksillar) çiftlerine iletişim bir sinir uzantısının iletişime geçmesi sayesinde sindirim işlemleri start alabiliyor. Hatta dilin ön yüzünün tat alma fonksiyonu yüz sinirinin (Chorda tympani) bir lifi tarafından aktif hale getirilir. Böylece yüz travmalarında sinir lifinin ansızın kesilmesi tatlı, tuzlu ve ekşi algılamaların hissedilmemesine neden olup Yunus misali  Bir ben vardır benden içeri” dediği ortada bir uyaran var birde uyarılan sistemlerin varlığının yanı sıra her ikisi arasında aracılık yapan sinir sistemi ve hormonal sistemin varlığı da söz konusudur.  Sinir sistemi elektrik yüklü sinyallerle haberleşmeyi sağlar. İç salgı bezleri ise hormonların bir nevi iletişim dili olup hipofizin ön lobunda hipotalamustan salgılanan kendine özgü maddelerin etkisiyle işlerlik kazanır. Görüldüğü üzere iç salgı bezleri kendi hormonlarını kana taşıyarak organlar üzerinde hem emir hem de düzenleyici görev yapmaktalar. Bundan ötürü iç salgı bezleri bulunduğu organın şekline ve tipine göre hormon adını alırlar.  İç salgı bezlerinin organlar üzerinde yeterince gerekli düzenlemeler icra etmesine rağmen, oldu ya vücut iklimimizde birtakım arızı durumlar nüksetti diyelim, bu durumda ne yapılacak diye hemen de telaşa kapılmaya gerek yoktur. Çünkü bu kez feedback (negatif geri tepme) denen geriye doğru iletişim mekanizmaları devreye girip hormon salgısı ya azaltılarak ya da çoğaltılarak bir şekilde vücudun denge ayarı sağlanır. Mesela kan şekeri yükseldiğinde düşüren, düştüğünde yükselten sistemler her an göreve hazır vaziyette vücudumuzda mevzi almış durumdalardır. Demek ki başlangıçta hipofiz bezi tarafından iletilen bir cümlelik anlatım, emri altında ki iç salgı bezlerince uygulanıp belirlenen hedefe ulaştıktan sonra, bir bakıyorsun lüzumu hallerde bir cümlelik feedback bağlantısıyla ‘maksat hâsıl olmuştur’ deyip sabit bir cümle haline dönüşebiliyor.  Fakat bazı durumlarda var ki feedback bağlantıları hâlihazırda olmakla beraber mesajlarda bazı gecikmeler nüksedebiliyor. Elbette ki böylesi durumlarda da durduk yere hemencecik hiçte telaşa kapılmaya gerek yoktur, hani komutanlar askerlerin iki ellerini uzattırarak parmaklarının titreyip titremediklerini kontrol ederler ya, aynen öylede vücudumuzda da sinir sistemine ait karşılıklı birbirini kontrol eden negatif geri tepme bağlantılarının varlığı söz konusudur. Gerçekten de ellerimizi uzattığımız da çoğu kez inceden inceye titrediğini gözlemleriz. Ve bu titreme hali maraz bir durum olmayıp, aslında sinir sistemi üzerinde karşılıklı kontrol mekanizmaların cerayan ettiği negatif geri tepme (feed-back) bağlantıların bir yandan nöronları çekip gevşetirken, diğer yandan da denge ayarlamaları yapmasına paralel nükseden hafif nitelikli diyebileceğimiz normal titreme durumudur. Bir başka ifadeyle ellerim titriyor diye doktor kapısına koşturacak cinsten bir vaka olmayıp vücudun kendi içerisinde gerçekleştirdiği gecikmeli mesaj niteliğinde bir dinamik denge ayar operasyonudur. Hakeza sıtma nöbetine tutulan bir hastanın titremesi de karışı koyulan mikroba karşı verilen bir savaşın gereği vücut hararetinin yükseltilmesine yönelik bir tür feedback hamlesidir. Zaten bunun aksi bir durum ortaya çıksa aynı yönde tesir etme anlamına gelen pozitif geri tepme vuku bulur ki, bunun anlamı ölüm demektir. Düşünsenize bir sistem sürekli tahrip olduğunda bir noktadan sonra her türlü müdahaleye karşı kayıtsız kalabiliyor. Dahası çöküş sürecine girmiş bir sistemin tüm denge ayarları maksimum seviyelerde alt üst olacağından artık sıfır noktasına kaçış denilen sistemin durma olayının gerçekleşmesi kaçınılmaz hal alacaktır. İster buna alın yazısı, ister pozitif geri tepme denilsin,  isterse beyin ölümü denilsin sonuçta her şey fani, fakat baki kalanın ancak ve ancak  “Allah”  olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Çünkü kontrolden çıkan her sistemin bir gün mevta olmaya mahkûmdur. Feed-back mekanizmasının cenderesinden çıkan bir hasta hangi hastalığa yakalanmışsa o hastalıkla ilgili laboratuar bulguları ya maksimum seviyelere doğru sürekli yükseliş gösteren eğriler şeklinde ya da sürekli minimum seviyelere inmiş eğriler tarzında kendini gösterecektir. Bu sürekli iniş veya çıkış eğriler aslında önüne geçilmez pozitif geri tepme denilen bir tükeniş, bir yok oluş işareti sayılır ki; buna kısaca dinimiz ecel demektedir.

         Sakın ola ki beyine et parçası deyip es geçmeyenseniz, zira beyni hafife almakla pişman olabilirsiniz.  Bakın insan kafatasına yaklaşık 1,5 kilogram ağırlıkta yerleştirilmiş olan beyin, belki de kainatta yaratılanlar içerisinde en kompleks yapıda donatılmış organımızdır. Öyle ki okyanus ötesini aşacak türden uzakta sandığımız birçok olaylar ve nesneler beynimiz içerisinde yoruma tabii tutulup bir filim şeridi şeklinde izler halde gözümüzde canlanması hasebiyle aslında bize çok yakındırlar. Hakeza ışık yılı uzaklıkta ilan ettiğimiz yıldızlar beynin görüntü merkezine çoktan yerleşmişler bile.  Bundan da öte oturduğumuz herhangi bir mekânın görüntüsünü her daim içerimizde taşırız. Bu noktada ister istemez biz mi bulunduğumuz mekânının içerisindeyiz yoksa mekân mı bizim içerimize geçmiş durumda mı sorusu aklımıza takılacaktır. Doğrusu şimdiye kadar paylaştığımız her mekânın hep içerisinde olduğumuzu sandık. Hâlbuki oturduğumuz mekân bizim içerimizdedir.  Bizi yanıltan oda veya salon değil, belki de bizi yanıltan bedenimizin fiziki olarak bulunduğumuz mekânda bulunmasıdır. Sanki bu olay yumurta mı tavuktan çıktı, tavuk mu yumurtadan çıktı sorusu gibi bir şeydir bu. Yani bir anlamda bedenin soyut olarak beyinde yer almasıdır.  Düşünsenize ip üzerinde atlayan bir akrobatın ters takla atlayıp, tekrar ip üzerinde durabilmektedir. Görenler akrabotun hareketlerine hayran kalırlar. Oysa bu yapılan hareketler beynin her iki durumda da denge hesabının ortaya koyduğu bir duruştur.  Hatta akrabot beynin bu denge ayarını yakından görmüş olsaydı işte o zaman şaşkınlıktan akli denge kaybına uğramasıyla birlikte her an tepe taklak seyircilerin üzerine düşmesi an meselesidir. Bu yüzden beynimiz hakkında iyi bir hayat okuyucu ve beş duyumuzdan gelen uyarıları elektrik sinyaline dönüştürerek yorumlayıp anlamlı hale getiren mükemmel bir hazinedir şeklinde tanımlama yapsak yeğdir.  Nitekim yukarıda da bahsettiğimiz gibi insan beyni 10 milyar adet sinir hücresinden meydana gelip, bir o kadar da karar merkezleri mevcuttur. Düşünsenize bir bilim adımı 10 milyar sinir hücresinin birbirleriyle olan bu kadar sayıda bağlantıları görüpte hala Allah’a iman etmiyorsa pes doğrusu. Dolayısıyla milyar rakamla ifade edilen beyin sinir sisteminin merkezi konumunda olduğundan onu karizmatik bir lider ilan edebiliriz.

        Beyin genelde loplardan oluşup kendine has alt ve üst merkezleri vardır. Bu lopların her biri birbirlerine bağlı kendi çapında elektronik merkezi fonksiyon üstlenirler.  Mesela beyin kabuğunun arka lobunda görme fonksiyonu icra eden görme merkezi, şakak kısmında ise işitme ile ilgili merkezler mevcuttur. Çalışma mekanizması elektrokimyaya dayanmaktadır. Şöyle ki yukarda bir nebze değindiğimiz üzere duyu organları vasıtasıyla gelen uyartılar çeşitli santrallerde birleştirilip (integrasyon)  değerlendirilerek işlenmekte (bilgi işlem-İnformation processing), derken bu bilgiler akabinde  “Evet” (and), “Veya” (or) ya da “Değil” (not) şekline dönüşerek üçlü karara bağlanabilmektedir. Yani sinirler tarafından iletilen mesajlar 60 ila 70 mili volt (Mili volt:1/100 volt)  arası seviyelerde seyreden bir elektrik enerjisine dönüşüp akabinde beyne ulaşmaktadırlar. Bu enerji hiç kuşkusuz sodyum ve potasyum molekülleri tarafından temin edilmektedir. Böylece gelen sinyaller beynin karanlık hard diski alanında işlenip, ekrana görünüm olarak yansır. Buradaki görünümden maksat bir ses, bir konuşma veya görme şeklinde algılanabileceği gibi hissetmek tarzında da algılanabilir. Mesela ayağımıza bir diken battığında duyu organları vasıtasıyla sinirler tarafından algılanan bilgiler (enformasyon) kimyasal bir terkiple elektrik enerjisine çevrilip beyne iletilerekten bildirilmesi bu kabildendir. Bir başka ifadeyle beyin sadece kendisine gelen sinyallerin gereğini yapıp ayağımızı çekmemiz noktasında refleks tarzı cevaba dönüştürür.  Hakeza beyne gelen bir takım ses dalgaların matematik analizi yapılıp sonra değerlendirilmesi de bir bambaşka mucizevî olay gibi gözükmektedir.  Çünkü çoğu kez sıradan, basit ve şuursuz sandığımız hava atomlarının titreşimleri geçte olsa bir zaman sonra mana yüklü bir mucize olduğunu fark ederiz. Anlaşılan o ki beyin gelen mesajları sadece yazılıma çevirmekle kalmayıp mesaj nakletme kapasitesinin 210.000.000.000 olarak gerçekleştiği deryayı umman bir âlem olduğu gözükmektedir. Beynin diğer geri kalan kısımları ise elektrokimyadan uzak gibi görünen uyarılmayan sessiz bölgeler olarak tanımlanıp, belli ki buralar daha çok ruhi faaliyetlerle ilgili hadiseler cereyan etmekte. Her ne kadar materyalistler ruh gerçeğinden uzak kalsalar da, ruhun şuur sahibi her insana has bir durum olduğu gerçeğini değiştiremiyeceklerdir. Bu yüzden bir bilge insan şuuru tarif ederken “İlim ilim bilmektir, sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır  demekten kendini alamamıştır. Kelimenin tam anlamıyla şuur kendini bilme prensibine dayalı bilinç demektir.  Bilme olayının en mükemmel hali ise bildiğini bilmek olsa gerektir. Belki buna bildiğini yaşamakta denilebilir ki, işte bu noktada ruh devreye girmektedir.  Zaten ruh melekesini çözmek insan gücünün üstünde bir olgudur. Nitekim Rabbül âlemin; “Sana ruhtan soracaklar. De ki, o Allah’ın bir emridir. İnsanlar ondan çok az şey bileceklerdir.” (İsra, 85) diye beyan buyurmakta.

                                                                Hafıza (bellek)

       Hafıza güçtür. Allah korusun insan hafızasını kaybetse gerçekten güç ifadesinin mana ve ruhunu daha iyi anlayacaktır. Hafıza olmadan hiçbir şey akılda tutulamayacaktı. Öyle ki beynimiz takriben bir milyar civarında bilgi saklama kapasitesine sahiptir. Bu kadar bilgi kapasitesine sahip insan yukarıda da belirttiğimiz üzere beyninin ancak %10’unu kullanabilmektedir. Düşünebiliyor musunuz %10’luk kullanımla bile insanoğlu kâinata meydan okuyabilmekte.  Dahası var;  bikere her şeyden önce insan eliyle yapılan bilgisayarlar herhangi bir kokuyu ya da bir lezzeti belleğinde tutup yorumlayamazken, etten yaratılmış beyin dağarcığımız bir bakıyorsun hemen hemen tüm kokuların yanı sıra ekşi, tat her ne varsa hemen hepsini yorumlayıp kimini burnumuzda kimini ise dilimizde sahne aldırabiliyor. Demek ki beynimiz hem yorumlama hem de akılda tutma denilen meleke var. Bu melekeler sayesinde günlük hayatta sıkça kullandığımız şifre veya telefon numaralarını aklımızda tutabilmekteyiz. Tabii ki akılda tuttuklarımızın bir kısmı geçici, bir kısmı da kalıcı olarak yansımaktadır.  Herhangi bir travmaya maruz kalmadıysak kalıcı melekelerimiz ömür boyu emrimize amade olarak tüm bilgiler beyin hard diskinde hazır bulundurulabilmektedir.  Geçici bilgilerin kayd olduğu hard diskimiz ise ismi üzerinde geçici, yani yeni bilgiler devreye girdikçe eskiler kayıttan düşüp unutulabiliyor. Hele hele yaşlandıkça bilgi kaybına büsbütün uğrayabiliyoruz da.  Belli ki beyin hücreleri zaman içerisinde etkisini yitirebiliyor. Hele bilhassa bu noktada sinir hücreleri beynin yıpranmasına paralel multipotent özelliğini yitirip kendisini değim yerindeyse elden ayaktan düşercesine yenileyemez hale girebiliyor. Unutmayalım ki insan vücudunda her gün 50 -100 bin arasında sinir hücresi hayata veda etmektedir. Ölen hücreler ile birlikte bilgilerde kaybolabilmekte. Zekâmız zindeliğini yitirdiği gibi bölünmelerin hız kesmesiyle birlikte dönüşü olmayan bir yol ayrımına girmiş olurlar. Kaldı ki enformasyon kayıpların açtığı gedikler kontrolsüz üremeleri beraberinde getireceğinden dolayı beyin hücreleri ister istemez ur denen tümörlere maruz kalacaktır. Yine de her şeye rağmen bilgilerin akılda kalması kadar unutmakta büyük nimettir tarzında düşünmekte fayda var. Düşünsene başımıza gelen her türlü elem verici hadiseleri unutmasaydık halimiz nice olurdu. Belli ki yüzümüz hiç gülmeyeceği gibi olan bitene kayıtsız kalıp derbeder olacaktık. Anlaşılan o ki; Yüce Allah hafıza ve unutma melekesini birbirini dengelesin diye yaratmış.

          Beynimizin en kolay yaptığı iş olumsuz olan her ne varsa onu derhal programlayabilmesidir. Madem öyle zihin kodlarımızı hep olumlu pozitif bakış açısıyla beslemekte fayda var.  Bunun için evvela kendimizi olumlu düşünmeye veya her şeye güzel bakmaya alıştırmak, dilimizi de olumlu cümleler kurmaya alıştırmak gerekir.  Nitekim eline, diline, beline sahip olan icabında kâinata meydan okuyabiliyor da. O halde kul olmanın idrakiyle dua ederken “Allah’ım hayırlı değilse üniversiteyi bana kazandırmayı nasip etme” yerine “Allah’ım bana hayırlı üniversiteler kazanmayı nasip eyle” tarzında hiçbir kayda ve şarta bağlı kalmaksızın umut dolu bir dil kullanmakla olumlu düşüncelerle zihin kodlarımızı besleyebiliriz. Dolayısıyla siz siz olun kullanacağınız cümlelerinizde asla olumsuz ve karamsar kelimelere yer vermeyin. Hani bir söz vardır ya “Güzel gören güzel düşünür, güzel bakan güzel görür, güzel rüya gören mutlu olur” diye. İşte bu tür akıl dolu sözler hepimizin kulağına küpe olsun ki,  atalarımızın öğütledikleri  “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır “ sözünden maksat hâsıl olmuş olsun.

             Vesselam.

 https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer