HAS BAHÇENİN GÜLLERİ
SELİM GÜRBÜZER
Nasıl ki
her bir sanat eseri kendi sanatkârlarını
gösteriyorsa, her bir gül bahçeside
kendi bahçıvanlarını göstermektedir.
Hatta o bahçıvanlar bu dünyadan
göç etmiş olsalar da ardından bıraktıkları
her bir Gül fidan sayesinde tasarrufatlarını devam ettirebiliyorlar. Örnek mi? İşte
Seyda Hz.leri bunun en bariz
örneği zaten. Gerçektende Seyda Hz.leri göç
ettiğinde bir baktık ardından bıraktığı her
bir Gül fidan yurdun dört bir yanında
irşad ettiklerini gördük. Yani bu demektir ki, ardından bıraktığı Gül fidanlardan birini kaynağında
(Menzil’de) bırakmak suretiyle kimi İstanbul’da, kimi Urfa’da, kimi Konya’da,
kimi Van’da irşad faaliyeti yürütmek için vardır. Hem büyükler boşuna mı demişler “Bir
kilime on derviş sığar, ama on şeyh soğmaz“ diye. Hiç kuşkusuz bu kelam
boş bir kelam değil elbet. Bu yüzden her bir yetişen Gül fidanın yurdun çeşitli yerlerinde irşad
etmeleri gayet tabii bir durumdur. Dolayısıyla şu mekanda veya bu mekanda bulunmanın pekte bir kıymeti harbiyesi yoktur, burada önemli olan üstlendikleri
görevi en iyi şekilde deruhte etmeleridir. Madem öyle, Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte irşada koyulan “6 Gül halife“
nasıl vazife yüklenmişler bir
görelim. Bu arada şunu belirtmekte fayda var
her bir Nübüvvet Gülünü anlatmaya
bizim gücümüz yetmez, yinede biz dilimizin döndüğü kadarıyla Seyda Hz.lerinin has bahçesinde yetişen her bir Gül fidanını
koklamaya çalışalım.
SEYYİD ABDÜLBAKİ HAZRETLERİ
(Gavs-ı Sani )
Bilvanis,
Siyanüs, Taruni, Havil, Dilbe, Nurşin, Kasrik ve Gadir köylerinden soluklayıp
Menzil köyünü mesken tutunan Gavs Hz.leri ve oğulları bu köye geldikleri günden bugüne, hatta kıyamete
dek sürecek bir irşad faaliyeti içerisinde bulundukları artık bir sır değil. Hiç
şüphe yoktur ki “Allah sırlarını takdis etsin” sırrın gereği olarak gelişlerinde ki temel gaye ve hedef Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Kasr-ı
Arifan’da başlattığı Tarikat-ı Nakşibendiyye
nisbetini Menzil’de daha da uç noktalara taşımak olmuştur. Nitekim bu temel gaye ve hedef doğrultusunda köy köy, diyar diyar hicret etmeyi de göze
almışlardır. Öyle ki, hicretlerinin en
son evresi Menzil köyünde durakladıklarında babaları
Gavs Hz.leri burası için “İkinci
Buhara“ demekten kendini alamaz da.
Gerçektende
Menzil’de duraklamak bir bambaşka hissiyattır. Çünkü Medine’yi de
hatırlatan en son durak olacaktır burası.
Meğer köy köy, diyar diyar dolaşmak iş
olsun babından sıradan bir göç değilmiş,
bilakis Şahı Nakşibend (k.s)‘ın nisbetini
yeniden ihya ediş hicretidir bu. İyiki de Baba Gavs, Gönüller Sultanı Seyda
ve Oğul Gavs hicret etmişler, bu sayede Kasr-i Arifan ruhu
Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri ve oğulları eliyle
yeniden dirilişe geçmiş oldu. Hem nasıl dirilişe geçmesin ki, bikere bu hamurun
mayasını çok yıllar
öncesinden elden ele Şeyh Abdurrahman-ı
Tahi (k.s), Şeyh Fethullah (k.s), Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s) ve Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s) eliyle yoğrulmuş, sonrasında
yoğrulmuş bu hamurun kıvam haline gelme işi de başta babaları Gavs Hz.leri olmak üzere evlatlarına
düşecektir. Gerçekten de bu anlamda Menzil ikinci
Buhara olmayı çoktan hak eder bile. Malumunuz her iki oğul da Gavs-ı
Bilvanisi Hz.lerinin göz bebeğidirler. Baba Gavs dar-ı bekaya göç ettiğinde nöbeti Seyda Hz.leri devr alacaktır. Seyda
Hz.lerinden sonra ise kardeşi Oğul Gavs
Seyyid Abdülbaki Hz.leri devr alır. Aslında Abdulbaki Hz.leri kardeş olmanın
ötesinde pazara kadar değil mezara kadar
teslimiyet örneği sergilemiş tam manasıyla yar ve yardımcı yoldaşıdır. O‘nu
bilenler bilir zaten. Hele o‘nu bilhassa eski
sofilere bir sorun ta Seyda
Hz.leri zamanından beri iki büklüm bir vaziyette arkasından peşi sıra izini iz süren bir yoldaş olduğunu
söyleyeceklerdir. İcabında kalabalıktan
dolayı meramını dile getiremeyenler ona koşuyorlardı. Çünkü Seyda Hz.lerine ulaşmak zor
olabiliyordu, bu yüzden sofiler sıkıştıklarında hep ona müşkülünü sorarlardı. Allah var, o‘da sofileri
hiç kırmayıp Seyda Hz.lerinin omuzundaki yükü hafifletmeye
çalışırdı hep. Oldu ya, sofilerle hemhal
olduğu o esnada Seyda Hz.leri çıka
geldiğinde değim yerindeyse o an tası tarağı toplayıp iki büklüm bir halde derhal adaba geçerdi. Öyle ki, o an gök çökse, yer
yarılsa bile hiç islimini bozmayacak
bir adap duruşuydu bu. Zaten biri
çıkıp Seyyid Abdulbaki denince ilk akla ne gelir diye sual etse, hiç kuşkusuz sofilerin
vereceği cevap “Adabın ta kendisi zattır” olacaktır. Böylesi bir cevaba şaşmamakta gerekir. Çünkü Seyda Hz.lerinin
döneminden beri sofiler hep onu böyle gördüler, hep böyle bildiler. Değilmidir
ki o‘nun tıpkı
ölü teneşirinde ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi duruşu, Menzil’in İkinci
Gavs’ı Sanisi olmasına ziyadesiyle yetmiştir bile. Tabii ki böylesi bir mertebeye
erişmek ansızın vuku bulmadı, tâ
çocukluk çağına uzanan çile bülbülüm çile diyebileceğimiz büyük bir
gayretin ve çabanın neticesi bir mertebedir bu. Öyle ya, nasıl ki bülbül âşığı temsil ederken,
gül de ister istemez mâşuku temsil edecektir. O halde bülbül gülün dikenine rağmen çileye razı olup aşkla bağlı
kalırda Oğul Gavs bağlı kalmaz mı? Hem
de “Bu kapıda ne kadar çile çekersem o
kadar ecir alırıım” dercesine bir bağlılıktır bu. Düşünsenize
çocukluk çağında verem hastalığına yakalanıp zayıf ve bitap bir hale düşer de. Olsun yine de Oğul Gavs dergahın hizmetinden bir an olsun geri durmayacaktır. Aslında bu zayıf ve bitap düşüş hali o‘nun ilerisinde
manevi heybet bir hale
bürüneceğinin ilk işareti taşıydı.
Nitekim ileri ki yıllarda üzerinde heybet
hali daha da belirgin hale gelir de. Babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s) pekala biliyordu ki, bu yol çile
üzerine kurulu, bu yüzden oğlunu bu hal vaziyette bile Siirt ve Van’a ilim
tahsili için göndermekten imtina etmez
de. Oğul Gavs gittiği yere sadece ilim
tahsili için mi gider, bunun yanısıra tevbe
vermek içinde gider. Öyle ya, madem babası vazifelendirmiş
o halde gereğini yapmak gerekirdi. O da hiç yorulmak nedir bilmeksizin gereğini yapar da. Ancak Yusufiye çilesi de beraberinde gelecektir. Gelmeside
gayet tabiidir, çünkü etrafında halka genişledikçe birilerinin uykusu kaçacaktır. Neymiş efendim, yöre halkı içki alışkanlıklarını terkediyormuş da, yok
şuymuş da, yok buymuş da eften püften sudan bahanelerle durumdan vazife çıkarıp şikayet edeceklerdir. Derken iki-üç günlük tevkifin ardından otuz günü bulan bir tutukluluk hadisesinin ortasında bulur
kendini. Tabii ki bu tutukluluk hali hiç
arzu edilmeyen bir durumdu. Yani sofilerin
canını sıkıcak bir durumdu. Bu noktada sofiler çok endişeliydiler, bundan
dolayı herkesi Baba Gavs duyduğunda
üzülecek endişesi sarar. Tabii, Molla
Ahmed ilk etapta durum vaziyeti Gavs’a haber
vermeye cesaret edemez, sadece haberi dayısı Seyyid Sıtkı’ya duyurmakla yetinecektir..
Peki iyi hoşta, Dayı Sıtkı‘ya durum vaziyet bildirildiğinde ne oldu derseniz, elbette ki Gavs üzülecek diye haber vermemek doğru olmazdı, doğru olan haber vermekti, bundan sonrasınıda istersiniz
gelin dayı Sıtkı‘nın anlatımından dinleyelim. Nasıl mı? Menzil’de Seyda
Hz.lerinin anısına Seyyid Saki Hz.leriyle yaptığıım röportajın ardından bir ara
Seyyid Dayı Sıtkı‘nın dükkanına girdiğimde bizatihi kendisine sorduğumda ancak bu kısmı
öğrenebilmiş oldum. Sağ olsunlar kendileri de
lütfedip Molla Ahmed’den aldığı haberi
Gavs’a
nasıl aktardığını bana şöyle anlattılar:
“Tabii ben Molla Ahmed’den aldığım bu haberi Gavs Hz.lerine söyleyince üzüleceğini sanmıştım, beklediğimin tam aksine bir
baktım yüzü çiçek gibi açıldı. Öyle içi ferahladı ki, dönüp bana şöyle dedi:
-Bundan daha ne büyük nimet olabilirdi
ki? Kaldı ki bu kutlu yolda İmam-ı Rabbani, Şahı Nakşibend, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Hazne gibi
nice Sadatlar çile çekmişler, Abdülbaki
çekmiş çok mu, zaten bu hadiseyle
birlikte Sadatlara mutabaat yapmış
oldu. Nasıl ki başkaları suç işlediğinde tevkif edilip ceza yiyorsa, Oğlum da Allah
yolunda tevkif edilip nezaret altına alınmış. Dolayısıyla ne kadar şükretsek o kadar azdır.”
Evet;
Yöre halkının git gide kötü alışkanlıklarını terk etmesinden rahatsızlık duyanlar,
hemen 25 muhtardan topladıkları imzayla durum vaziyeti Yüzbaşı’ya intikal
ettireceklerdir. Tabii Yüzbaşı da boş durmayacaktır, o da huduttaki bir başka
komutana intikal ettirip en nihayetinde gözaltına alınır. Şikayet ettilerde ne oldu, otuz gün sonra serbest bırakıldığında pişmanlık duyacaklardır.
Üstelik şikayet edenlerin bir kısım hakikati gördüklerinde bu yola
da girecektir. Tabi baktılar ki bu toy
yaşta gencecik talebeye ne kadar çile çektirsek, Allah’da kat be kat bin
misliyle daha da feyz ve bereketini artırıyor. En iyisimi yol yakınken tevbe etmekte fayda var deyip onlarda hatme halkasına oturacaklardır. Şu bir gerçek hiç bir şey yapanın yanına kâr kalmıyor. Şayet
ortada bir kâr menfeat varsa, o da hiç
şüphesiz Allah yolunda çile çekenlere
has manevi şirket hükmünde hatme halkası kâr sermayesi vardır. Nitekim 30
günlük Yusufiye çilesinin ardından heybesine doldurduğu manevi sermaye ile birkte
dönüş yine Menzil’edir. Ama yine de O, dönem dönem ilim tahsili için oralara gidip gelmeyi ihmal etmeyecektir. Çile bu yolun
aşıdır zaten, pes etmek doğru
olmaz elbet. Başta da dedik ya, bu yolda ne kadar çile, o kadar ecir vardır..
Öyle anlaşılıyor ki, Gavs-ı Sani Hz.lerinin çocukluktan
halifelik dönemine kadar olgunlaşmasında
baba Gavs Hz.leri, Molla Derviş ve pekçok medrese hocalarının yanısıra kardeşi Seyda Hz.lerinin de çok büyük emeği ve desteği sözkonusudur. Onlar destek verir de meyve vermez mi? Hem de öyle meyve verir ki kalemle, kitapla izah edilemeyecek derecede meyve verecektir. Seyda Hz.leri
nasıl ki Gavs Hz.lerinin emrinde koşturup Gönüller Sultanı olduysa, Seyyid
Abdulbaki (k.s)’de Seyda Hz.lerinin emrinde
koşturup babalarının İkinci
Buhara diye andığı Menzili Şerifin İkinci Gavs-ı Sanisi olacaktır. Dahası Seyda
Hz.lerinin irşat döneminde gösterdiği o
müthiş teslimiyetiyle birlikte Menzil-i Şerif artık kabına sığmaz bir vecheye
kavuşurda.
Düşünsenize Gavs-ı Sani
Hz.leri genç yaşlarda hastalığından dolayı çok zayıf ve cüssesiz bir
fiziki görünüme sahipmiş. Ta ki, Gavs
Hz.leri oğlunu tedavi için Ankara’ya gönderir, işte o gün bugündür heybet hali üzerinden hiç kalkmayacaktır.. Tıpkı babası Gavs Hz.leri gibi üzerine
heybet hali hakim olur. Keza yüz siması da
aynı hal alır. Bu nedenle Gavs-ı Bilvanisi’yi dünya gözüyle görmeyipde
merak eden varsa oğlu Seyyid Abdulbaki’ye bakmaları kâfidir dersek
yeridir. Gerçekten de bu yüz benzerliğini,
bugün olmuş halen hayatta yaşayan Gavs-ı Bilvanisinin sofilerine
sorduğmuzda onlarda tıpkı babasının bir kopyası olduğu şeklinde tarif etmekteler. Peki, sadece yüz benzerliği mi, elbette ki ahlaki benzerliğinden tutunda bir dizi yaşanmış çileler, hastalıklar ve sabır yürüyüşleri
de buna dahil. Ne mutlu böylesi bir
oğula ki
babasının izini iz sürüp Seyda
Hz.lerinin has bahçesinde olgunlaşaraktan en
nihayetinde sofilerin hem yoldaşı, hem
de Oğul Gavs’ı oldu.
Düşünün ki o daha çocukluğunu yaşamadan hayatında iki şeyi aziz bilerek kemale
erecektir. Birincisi Kur’an ve hadis ışığında yol alarak, ikincisi de canından aziz bildiği babası Gavs-ı Bilvanisi
ve kardeşi Seyda Hz.lerinin izini iz sürerek ilerleme kayd edecektir. O’na da o yakışırdı
zaten. Bu öyle bir iz sürüşdir ki, önce
babasının izini iz sürerken kendinden geçer,
sonra da kardeşinin izini iz sürerken. Nasıl mı? Canından aziz bildiği babası
Gavs Hz.leri vefat ettiğinde adeta şok
haline girip markada kapandığında kendinden geçer elbet. Dile
kolay, Gavs Hz.leri hayatta iken ona öylesine candan sıdk ile bağlıydı ki, bir anda onun yokluğu
ona çok ağır gelecektir. Öyle bir şok geçirmedir ki, yıllardır dergah hizmetlerine beraber koştuğu
kardeşi Seyda Hz.lerini o an unutacak
derecede bir şok halidir bu. Düşünsenize Seyda Hz.leri babasının vefatınınn
akabinde irşada başlamış, hatta aradan
yirmibir gün geçmiş, o hale şok halinden çıkıpda kardeşine biat edememişti. İşte kendinden
geçme deyibileceğimiz bu şok hali Seyda Hz.lerine beyatını geciktirmesine neden
olur. Tabii Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin
bu haline taaccüb edenlerde olmuş. Neyse ki, Seyda Hz.leri taziyelerin yirmi birinci gününde markad’a gidip
Kur’an okuduğu esnada kardeşi de murakabe halde oradaymış zaten. İşte o an orada ne
oluyorsa oluyor kardeşine:
“-Ya Abdulbaki otur...” der demez tevbe almasıyla beyat
alması aynı anda gerçekleşmiş olur. Hatta
bu hususta Gavs (k.s.)‘ın maneviyatta Seyda Hz.lerine üç sefer:
“-Muhammed Raşid, Seyyid Abdulbaki’ye dikkat et. O’nu sana teslim
ettim” demesi üzerine beyat ettiği de rivayet edilir. Böylece Seyda Hz.leri
Seyyid Abdulbaki’ye “Otur” deyip emanet
yerini bulunca o şok hali kendiliğinden ortadan kalkıp Ebu Bekir-i Sıddıki bir teslimiyete
dönüşecektir. Derken, Seyda Hz.leri ilerisinde o’nun halifeliğini Molla
Abdulbaki ile beraber verecektir. Her ne
kadar Gavs-ı Bilvanisi Hzleri
hayatteyken en büyük yardımcısı Seyda
Hz.leri olsa da büsbütünde yanlız sayılmazdı. Çünkü o
yıllarda da yine yanında en büyük yardımcısı kardeşi Seyyid Abdulbaki Hz.leri hep var olacaktır. Malumunuz, Seyda Hz.leri babası Gavs Hz.lerinden sonra irşada başladığında, yine yanında en büyük yardımcı yine hep kardeşi olmuştur hep. Babası Gavs döneminden tek fark, sadece dergah hizmetlerinde Mürşit-Halife ikilisi şeklinde yürüyor
olmasıdır. Üstelikte tüm bunları yaparkende sırt kısmında nükseden
dayanılmaz derecede ağrılarına rağmen yardımcı olmuştur. Her ne kadar Abdulbaki Hz.leri sırt ağrılarını
Seyda Hz.lerine belli etmemeye çalışsada, nereye kadar gizleyebilirdi ki. Bir
şekilde sırt ağrıları çektiği gözlerden kaçmayacaktır. Ta ki Seyda Hz.leri emir
buyurur, işte o zaman el mahkûm Ankara’da
ameliyat olmaya karar verilip böylece ağrıları dindirilmiş olur.
Vakta
ki, Seyda Hz.leri de bu dünyadan göç ettiğinde bütün yük üzerine binip Menzil’in
işleri daha da bir yoğunluk kazanacaktır. Bir yandan camii inşaatı, diğer
yandan markad inşaatı ve diğer yandan vakıf faaliyetleri bunun en büyük
göstergeleridir. Menzil artık gelen misafirleri maddeten kaldıramadığı içindir büyük
çapta inşaat ve imar faaliyetlerine hız verecektir. Tabii bu işlere tam koyulmadan
önce ilk iş Türkî Cumhuriyetlerini ziyaret etmek olacaktır. Yani, buralarda
Sadatların kabr-i şeriflerini ve bulunduğu mekânları ziyaret edecektir.
Sonrasında ise Umre ziyaretiyle Allah’ın beyti Kâbe’ye, Gül Nebinin Mescid-i
Nebevisine yüz sürecektir. Malum, tüm bu ziyaretlerin akabinde ise dönüş yine Menzil’edir.
Besbelli ki bu sıradan bir dönüş değil, baba Gavs’ın ve kardeş Seyda (k.s.)’ın
temellerini attığı Menzil’i daha da mamur hale getirmek için bir dönüştür bu.
Nitekim de Menzil’e daha ayağını basar basmaz tez elden markad ve camii
inşaatına hız verecektir. Bu arada sene içerisinde fırsat bulduğunda ise
mürşidi Seyda Hz.lerine mutabaat edip Afyon ve Pursaklar’ı ziyaret edecektir. Keza
daha ileri ki yıllarda da Umre ve Hac ziyaretlerinde bulunacaklardır. Derken o
çok yoğun tempo içerisinde yürüttüğü irşad faaliyetleri arasında geriye dönüp
baktığımızda baba Gavs ve kardeşi Seyda Hz.lerinden devr aldığı Tarikat-ı Nakşibendiyye
nisbetini kat be kat daha da artırdığı görülecektir. Elbette ki görünen köy
kılavuz istemez, bütün yaptıkları her şey ortada zaten. Baksanıza Seyda Hz.leri
dönemindeki gibi tek tek, ya da on kişiye birden elle tövbe vererek kalabalık
dizginlenemiyor artık. Yüzlerce, hatta
binlerce kalabalığın yükü ancak sarık şeklindeki bez şeritle kaldırılabiliyor. Aksi
takdirde tek tek ya da onar onar verilmeye kalkışılsa ne namaza, ne hatmeye, ne
sohbete ne de hizmete vakit yeter. Kaldı ki şeritle tövbe verdiği halde yükü
halen hafiflemiş sayılmaz, zar zor namaza vaktine yetişmekte. Şu da var ki, Allah’a
tam teslimiyet olmasa bu denli yükü omuzlarında taşıması asla mümkün olamazdı. İşte
bu nedenledir ki Nakşibendî Sadatları için Allah’a tam teslimiyet ve tam tevekkül
olmazsa olmaz şart hükmünde bir temel dusturdur.
Peki, onca çileler ne için yaşanmıştı derseniz,
şüphesiz Allah’ın rızasını kazanmak içindi. Buna inancımız tam da. Düşünsenize camii
hınca hınç dopdoluluktan nefessizlikten dayanılmaz bir halde olduğu halde, o
yine de her şart ve ahvalda durmak yok yola devam deyip bir yandan namaz
kıldırmakta, bir yandan Hatme-i Hacegan yaptırmakta, diğer yandanda tevbe
vermektedir. Gerçekten de şöyle etraftan bir baktığımızda gerek imar
faaliyetleri, gerek ameli faaliyetler, gerekse kültürel faaliyetler olsun hiç
fark etmez, her üç faaliyetinde bir
arada yürütülüyor olmasına bir türlü insan akıl sır erdiremiyor. Üstelik tüm
bunları sırtında nükseden dayanılmaz bel ağrıları çekmesine rağmen yürütmekte. Şayet
biz o halde olsak, ne yapacağımız besbelli, ahlanmaktan sızlanmaktan inlemekten
geri duramayıp ayan beyan her şey ortaya dökülecekti. Dahası yeri göğü inleteceğimiz
her halimzden besbelli olacaktı. Ama sözkonusu Allah dostları olunca, öyle
olmuyor. İşte görüyorsunuz bunun en bariz örneği zaten önümüzde duruyor.
Nitekim bu hususta Gavs-ı Sani Abdülbaki Hz.lerinde şimdiye dek en ufak ne uflanma
hali, ne hayıflanma hali, ne de sızlanma hali gördük. Zaten görmeyiz de. Nasıl
görülsün ki? O‘nun öyle narin, öyle zarif bir
ruh seciyesine sahip bir mizacı var ki, dayanılmaz bel ağrılarını bile dile
getirmeyi kendine hayâ edinecek bir karakter abidesidir o. Sofiler onun bel ağrıları çektiğini ancak
sırtını çeviremediği anlarına şahit olduklarında ya da da camiye tekerlekli
sandalye ile teşriflerinde farkedip hissedebiliyorlardı. Bunun dışında en son
gelen aşamada ise bel ağrıları öyle bir hal alır ki, artık
saklayamaz da. Çünkü namaz
vakitlerin pek çoğunu oğlu
Seyyid Saki Hz.leri
kıldırmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, Ehl-i Beyt Gül nesli ne
kadar çile çekse Allah’da ona göre ecirlerini
daha da artırıp manevi makam almalarına vesile
kılmakta, buna asla şüphe duymayız da. Çünkü biz biliyoruz ki, dünyada en çok
çile çekenler Peygamberlerdir,
dolayısıyla bu çileden Peygamber varislerinin de istifade etmeleri gayet
tabii bir durumdur. .
Velhasıl-ı kelam, Seyyid Abdülbaki Hz.leri için en
son şunu diyebiliriz ki; O Tarikat-ı Nakşibendiyye
nisbetini Seyda Hz.lerinden devr aldığından bugüne camii, medrese, markad, tuvalet ve çeşme inşaatı gibi pekçok imar faaliyetlerine hız vermesiyle, yine vakıflaşma, dergi, kitap, televizyon radyo
yayını gibi bir dizi kültürel
faaliyetlere girişmesiyle,
keza tevbe almak için
gelenlere artık elle değil sarıkvari
bir şeritle tövbe veriyor olmanın yanısıra sofilerin eksiklklerinin
giderilmesi noktasında da sohbetciler tayin ediyor olması gibi pekçok ameli
faaliyetleriyle dikkat çeken bir Hadimül
hizmetkâr Gönül Sultanı olarak biliriz. Burada cümlenin sonuna dikkat ettiyseniz
hizmetkâr dedik. Niye acaba derseniz,
her şey gayet açık, çünkü Menzil’de bilhasssa bu dönemde kazanlarla daha çok çorba kaynatılıyor olması, daha çok buğdayın değirmende öğütülüyor
olması, daha çok ekmeğin fırına verilip kızartılıyor olması, çok sayıda musluklardan
su akıtılıyor olması gibi bir dizi hizmet alanlarının genişlemesi gibi olağan
üstü gayretler hizmetkarlığının en belirgin zişanı zaten. İşte bu yüzden hizmet nimettir buyurmaktalar.
Not: Bu yazı 1995+1996 yılları arasında
Gündüz Gazetesinde yayınlanmıştır. Tekrar güncel haliyle yeniden Bayburt Postası okurlarına ithaf olunur.
MOLLA YAHYA EL ABBASİ EL HAŞİMİ HAZRETLERİ
Molla Yahya Hz.leri tâ 1957-1958 yılları arasında Gavs Hz.lerinden beyat aldığından
beri kendisine Menzilin öz evladı gözüyle bakılmıştır hep. Nasıl böyle
bakılmasın ki, ta Gavs’ın zamamnıda Kasrik dergahında hem ilim tahsil etmiş hem de Gavs’ın yol
arkadaşı olmuştur. Derken bu arada Gavs
Hazretlerinin oğlu Seyda Hazretleriyle
de aralarında dostluk bağı kurulur. Öyle ki birlikte medrese ilmi tahsil edecektir. Tabii ki ilimde de Seyda Hz.leri
öndedir, bu yüzden imamlığa Seyda
Hazretleri, kendisi de müezzinliğe
geçecektir. Malum, Seyda Hz.leri irşad
postuna oturduktan sonra da yine dostluk
tam gaz devam edecektir, ama bu kez
dostluk
farklı şekilde tezahür edecektir.
Yani Seyda Hz.leri mürşid dost, kendisi ise halife dost olacaktır. Ki,
bu dostluk Seyda Hz.lerinin vefatıyla
birlikte İstanbul‘da irşada koyulmasıyla
da taçlandırılmış olur. Hiç kuşkusuz Molla Yahya Hz.leriyle yazılacak daha pek
çok şey var. Ama daha önceden de kendisiyle
ilğili Enpolotikde yayınlanan
İlimsiz Tasavvuf Asla! başlıklı
makale yayınlandığı için şimdilik bu kadarıyla yetinebiliriz. Yinede geniş
bilgi isteyenlerin şu linke tıklamaları
kafidir:
MOLLA FARUK-İ MUHAMMED EL KONYEVİ HAZRETLERİ
Molla Muhammed Hz.leri deyince
aklımıza hep Seyda Hz.lerinin
müezzini olarak gelir hep. Hatta bundan
öte o bizim Bilali Habeşimizdir
dersek yeridir. Madem öyle,
bize Bilali Habeşiyi hatırlatan
Molla Muhammed Hz.leri ilgili
bilgiyi Ahmet Öz’ün bir kitabının önsözünde Molla Muhammed Konyevi hakkında
kaleme aldığı biyografisini aktararak bu
bilgiyi edinmiş olalım. Ancak kitabın önsözünden alıntı yaparken Seyda ismi geçen
satırlarda Seyda yerine Molla
Muhammed olarak isimlendirip öyle aktardım. Çünkü okurlarım Molla Muhammed
Hz.lerini mürşidi Seyda Hz.lerinin ismiyle karıştırmasın diye böyle yaptım. Her
neyse fazla sözü uzatmadan asıl mevzuya
geçebiliriz:
Molla
Muhammed Hazretleri, 1942 yılında Mardin ilinin Kızıltepe ilçesine bağlı
Konaklı köyünde doğdular. Altı yaşına geldikleri zaman o yıl köylerine açılan
ilkokula kaydoldular. Öğrenimleri devam ederken aynı zamanda dayılarının
yanında Kur’an-ı Kerim öğrendiler. Bu esnada dayıları, seni medreseye
göndereceğim derlerdi. Molla Muhammed Hz.lerinin okul öğretmenleri onu öğretmen
okuluna gönderme kararı verdiler. Bu zaman zarfında Molla Muhammed Hz.leri öğretmen
okulunda namaz kılmaya müsaade etmediklerini öğrenip, bu karara karşı çıktılar.
Okulu bitirince bir süre kendi koyunlarına çobanlık yaptılar.
Molla Muhammed Hz.leri, aradan bir süre
geçince yanına bir yatak alarak evden
kaçtılar. Bir medreseye yerleştiler. Bu günlerden bahsederken: “O günlerin tadı
bambaşka idi. İlim ve din aşkı ve din aşkından deli olacaksın”diye
üzüldüklerini beyan ederlerdi diye aktarıyor.
Medrese yılları boyunca bütün arkadaşları
ile hoş vakit geçirmeye çalışır ve azami dikkat sarfederlerdi. Hocalarını da
memnun etmek için var güçleri ile çalışırlardı. Hatta hocalarından birisinin
şöyle dediği nakledilmiştir: “Yalnız o talebeliğin hakkını veriyordu.” Molla Muhammed Hz.leri hocalarını anarken;
“Allah onlardan razı olsun” diye dua ediyorlar.
Medrese arkadaşları ile çok iyi
geçinmelerine rağmen, bir gün arkadaşı ile ağız kavgası yapmışlar. Şer’an dahi
arkadaşı haksız olmasına rağmen o gece herkesin uyumasını bekleyip, daha sonra
gidip o arkadaşından özür dilemiş ve helalleşmişlerdir. Böyle davranmalarına
neden olarak şu âyeti celileyi gösteriyorlar. “Bir kimse sahibi bilcem’den (birlikte olduklarından) sorulacaktır.
Hocalarından birisi de Seyda-i Molla
Süleyman Banihi idi. Çok yaşlı idi. Hatta Şah-ı Hazne (k.s.)’nin halifesi olan
Şeyh Abdurrezzak da ondan ders almıştır.
Molla Muhammed Hz.leri ve bir arkadaşı ile
beraber medreseden ayrılmaları icap etmiştir. O zaman Seyda-i Süleyman Banihi
onları yanına alıp evine götürdü ve çay ikram etti. Dedi ki: Bu güne kadar çok
talebe okuttum. Ancak hiçbirinin gidişine bu kadar üzülmedim. Siz hem talebe
olarak hem de ahlak olarak çok başkasınız. Gidişiniz beni üzüyor. İşte böyle
hocalarını memnun ederlerdi.
Medrese yılları esnasında bütün talebeler
harmanlara çıkarak zekat toplarlardı. Molla Muhammed Hz.leri okumasına devam
ederdi. Ramazan ayında civar köy camiilerine giderek imamlık yapıp harçlık
temin ederlerdi. Bu şekilde devam edip daha sonra kayınpederleri olan Molla
Abdüssamed Hazretlerinden mollalık icazetlerini aldılar. Ve memleketleri olan
Konaklı köyüne döndüler.
Konaklı köyünün imamı amcalarının oğlu
idi. O kişi bu görevden ayrılınca köy halkı görevi kendilerine teklif ettiler.
Molla Muhammed Hz.leri kendi köyü olması hasebiyle kabul etmek istemedi. Ancak ısrar üzerine
onlara iki şart koştu. Bunlardan biri davul zurnalı düğünlerin terk edilmesi ve
kadın erkek bir arada oynamamaları idi. İkincisi ise beraberlerinde
getirdikleri talebelerin bakımının üstlenilmesi idi. Köylüler bu şartları kabul
ettiler. Orada küçük bir medrese yaparak üç yıl ikamet ettiler. O günlerden
kalan bir anı şöyledir. Köy halkından birisi düğün isteyince şu cevabı verdi.
Kızınızı altınla süsleyip verseniz de, biz imamımıza söz verdik. İsterseniz vermeyin. Üç yıl sonra
kendi tabirlerince oradaki nasipleri bitti ve köylülerden birisi düğününü bu
şekilde yapınca oradan ayrıldılar. Bazı geceler hayırlı bir yer ve hayırlı bir
nasip dileyerek ağladıklarını anlatıyorlar.
O sıralarda Gavs Hz.leri (k.s.a.) vefat
etmişler ve Seyyid Muhammed Raşid Hz.leri (k.s.a.) irşada başlamışlardı. Seyda
Hz.leri Molla Muhammed Hz.lerini Menzil’e davet ettiler. Yanlarında Molla
Abdüssamed olduğu halde Menzil’e geldiler. 20 küsur yıl orada hizmet ettiler. O
günleri anarken de; “Keşke bütün ömrümüz
hizmetlerinde geçseydi. Allah (c.c)
onlardan razı olsun” diye anlatırken gözleri doluyor.
Molla Muhammed Hz.leri Seyda Hz.lerinin
vefatından 6 ay teberrüken Menzil’de kaldıktan sonra, hayattayken işaret
buyurdukları Konya’ya hicret ettiler. Halen Konya’nın Ankara yolu üzerinde 18
km.sindeki Kayacık Köyünde tebliğ ve irşadlarını sürdürmektedirler.
Kaynak: Ahmet
Öz’ün bir kitabının önsözünde M.Muhammed Konyevi ile ilgili biyografisi.
ŞAH-I URFA MOLLA SEYYİD
ABDÜLBAKİ BİLVANİSİ HAZRETLERİ
Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri Seyda
Hazretlerinin dayısı ve halifesidir. Aynı zamanda Seyda Hazretlerine hocalık yapan da
ilk isimdir. Öyle ki; Seyda
Hz.leri daha henüz üç yaşındayken,
Siirt’in Kurtalan kazasına hoca olarak gelip,
Seyda Hazretlerine ilk medrese tahsilini vermeye başlamıştır. Evet ilk
hoca ve ilk talebe ilişkisi böyle başlar. Derken bu güzel ikili ilerisinin de
habercisi olarak birbirlerinden istifade ile Seyda Hz.lerini irşad makamına
ulaştırmış, en nihayet dayısını da ona
halife kılmıştır.
Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri ise öğreniminin büyük bölümünü Gavs Hazretlerinin
yanında görmüştür. Hatta sekiz yıl gibi bir süre de Gavs’ın yanında okuduktan
sonra, Molla Muhyiddin’in derslerine üç yıl devam etmiş, ordan da Dilbey’de
okumaya koyulmuştur. Dilbey Köyü aynı zamanda Seyda Hazretleriyle göz göze
gelmek bakımından önemli kavşak noktasıdır. Çünkü o mekan hem Seyda Hazretlerine, hem de yeni gelenlerin Seyda Hazretleri ile birlikte ders okutmanın
beldesi olur. Zaten günlerinin çoğu Seyda Hazretleri ile yer, içer, oturur ve
muhabbet ederek birlikte geçirirdi. Hem dayı, hem de hocası olmanın
bahtiyarlığını yaşayan Molla Seyyid Abdülbaki Hazretleri hane-i saadetin inci
gülüydü. Böylece Seyda Hazretlerin hayatını yakinen görme fırsatını elde ettiği
gibi, irşad yıllarında Seyda Hz.lerinden halifelik almıştır. Bu arada
belirtmekte fayda var; Seyyid Fevzeddin Hz.leri
babasının (Seyda Hz.leri)
vefatının ardından birkaç yıl sonra Molla Seyyid Abdülbaki Hz.lerine intisap
ederek halifelik alıp Eskişehir’in Sivrihasar’ın Bilvanis köyüne yerleşip
irşada başlamıştır.
MOLLA AHMED EL VAN-İ HAZRETLERİ
Molla Ahmed Hz.lerinin doğum yılı 1948’dir.
Hayatının büyük bir bölümü Hane halkı ile geçti diyebiliriz. Böylece 11-12
yaşlarında Gavs Hazretlerini de görme nasib olmuş ve dergahına gitmiştir.Molla
Ahmed Hazretlerinin Seyda ile ilk
tevafuku ise 1957-1958 tarihler arasıdır. Ki; o yıllarda Seyda Hazretleri
Gavs’ın yanında ve medresede ilim öğreniyordu. İşte 1956’dan beri bu derece
yakın olması hasebiyle hem Gavs Hazretlerine, hem de Seyda Hazretlerine karşı büyük bir sadakale içten muhabbet duyup bu
muhabbet Seyda Hazretlerinin damadı olmasına
bile vesile olacaktır.. Bu buluşma Hz. Osman (r.a)‘ın iki nur zişanını hatırlatan bir buluşma
olacaktır. Yani bu bir anlamda Seyda
Hazretlerinden iki kere icazet almak anlamına gelip, hem damat olmuş hem de
halife olmasına işaret teşkil edecektir.. Herşeyden öte onun Sadata olan derin edebi, hayası, hizmeti, maddi ve manevi
güzellikleri herşeye yetiyor artıyor da.
Seyda Hazretlerinin vefatının ardından
Van’da Seyda Hazretlerinin takib ettiği yolda irşada koyulmuştur.
SEYYİD YUSUF ARVASİ HAZRETLERİ
Kendisi Gavs-ı Hizanı (k.s.)’ın akrabalarından
olup, aynı zamanda Arvas
Seyyidlerindendir.
Seyyid Yusuf Arvas Hazretleri, mollalık
icazetini amcası Şeyh Mustafa Hazretlerinden almıştır. Amcası ise Şeyh Şahabeddin Hazretlerinin halifesi olması bir
yana Nakşibendi silsilesinin Halidiye kolunun büyük zatlarından Gavs-ı Hizani
(k.s)’ın torunudurlar da. İşte böylesi büyük bir zatın torununun pınar
çeşmesinden beslenip Gavs-ı Bilvanisi
Hazretlerinin dergahında şereflenmek ancak amcasının vefatından sonra, yani
tarihler 1966’yılın gösterdiğinde nasib
olacaktır. Malum, o sıralarda Seyda Hazretleri askerde olduğu için tanışamamış,
bilahare terhis olup asker dönüşü sonrası hemhal olacaklardır. Seyda Hz.lerine biatı ise
Gavs Hazretleri 1972 yılında vefat edince gerçekleşir. Böylece bu biatla birlikte uzun bir
zaman dilimi diyebileceğimiz irşat
süreci boyunca Menzil dergahına hizmet için
seferber olur. Derken bu seferber olmanın neticesinde 1977 yılında Seyda
Hazretlerinin has bahçesinde yetişen Gül tanesi olurda. Seyda Hzlerinin
vefatının akabinde ise irşad faaliyetine koyulacaktır.
Velhasıl-ı kelam, yukarıda zikrettiğimiz her bir Gül tanesini karınca kaderince ancak
böyle yad edebildim. Şayet sürçü olan olduysa affola.
Vesselam.