24 Mart 2016 Perşembe

HALVETTE ŞÖHRET, ŞÖHRETTE İSE AFET VARDIR

             
                 
     HALVETTE ŞÖHRET, ŞÖHRETTE İSE AFET VARDIR

      SELİM GÜRBÜZER

           Ah! Abdulvehhab Işık ağabeyim ah! Hem de ne ah.  Düşünüyorum da onun İbrahim İnan’ın kendi haline uygun sohbet kasetini bana niçin hediye ettiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Madem anlayabildik, o halde her iki şahsiyetin de ruhu şad olsun deyip öyle sohbete kaldığımız yerden devam edelim inşallah:
          Evet, Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.), Nakşibendî Tarikat-ı nisbetini bir araya toplayan büyük bir mürşid olmanın ötesinde bu tarikatın asli vazifesinin azimetle amel işleyip, ruhsatlardan kaçınmak olduğunu etrafına yayan ve bu yolun usullerin manevi âlemde bir bir bizatihi Şah-ı Nakşibend (k.s.)’e talim ettiren zattır o.. Derken bu Nakşibendî Tarikatı nisbeti Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’den Hâce Ârif-i Rîvgerî (k.s.)’e devr olunur.
       Hâce Ârif-i Rîvgerî (k.s.)’den bu nisbet Hâce Mahmud İncîrî Fağnevî (k.s.)’e geçer.      Hâce Mahmud İncîrî Fağnevî (k.s.)’den de Hâce Ali Râmîtenî (k.s.)’e devr olunur. Devr olunduğundan da bu Tarikat-ı Nakşibendiyye yolu Hâce Ali Râmîtenî’yle birlikte tekrar açık zikre geçilir. Ve Hâce Ali Râmîtenî şöyle der: "En kolay yol bir Allah ehlinin gönlüne girmektir."  
      Bir gün kendisine;
      "-İman nedir?" sormuşlar.
     Bunun üzerine şöyle cevap vermiş:
      "-İmanın başı beklemek, sonu beklemek, en nihayetinde ulaşmaktır."
       Hâce Ali Râmîtenî Nakşibendî Tarikatının nisbetini Muhammed Baba Semmâsî'ye devreder. Muhammed Baba Semmâsî (k.s)’de Şah-ı Nakşibend’e devr eder. Öyle ki; Şahı Nakşibend (k.s) bu yolun nisbetini sistemleştiren ilk mürşid-i kâmildir.  Bir gün Muhammed Baba Semmâsî (k.s) sofileriyle birlikte yürürken;
       "-O koku öyle fazlalaştı ki o çocuk doğsa gerek"  demekten kendini alamaz. Derken kokunun geldiği yerde ki eve varır. Kapıyı tak tak çaldığında çocuğun babası içeri buyur eder. Tabii içeri giren büyük bir zattır, yani Muhammed Baba Semmâsî’dir. Ancak eve girdiğinde bir Şeyh edasıyla değil çocuğun babasını ziyarete gelmiş gibi davranır. Doğan çocuk Şah-ı Nakşibend (k.s.)’den başkası değildir. Hoşbeş sohbetin ardından Şah-ı Nakşibend (k.s.) daha üç günlük çocukken kucağına alıp onu tarikata kabul eder. Sonrasında dönüp yanındaki halifesi Emîr Külâl (k.s.)’e şöyle der:
      "- Bakın, bunun üzerindeki tüm hakkımı yerine getir. Eğer bunda bir eksiklik görürsem, sana olan hakkımı helal etmem."  Tabii, bunlar aklın alamayacağı işler. Malum,  aklın karaya vuracağı durumlarda hem biz kimiz ki. Bize ancak bu durumlarda  “Allah sırlarını takdis etsin” demek düşer, zaten başka ne diyebiliriz ki.
         Muhammed Baba Semmâsî  (k.s.)’den sonra Nakşibendî Tarikatı nisbeti Seyyid Emir Külal (k.s.)’e devrolunur. Üstelik devretmeden önceki evrede Seyyid Emîr Külâl (k.s.)’i tarikata alışı da bir acayip durum. Nasıl mı?
          Bakın, Emîr Külâl (k.s) eskiden pehlivanlık yaparmış. Bir gün güreş meydanında iken, seyredenlerden birisinin aklından şu düşünce geçmiş:
        "- İyi hoşta bu adam Seyyid, nasıl olur da meydana çıkıp güreş eder?"
        İşte bu düşünceler eşliğinde güreşi izlerken o sırada gözlerine yenik düşüp uyku ile uyanıklık arası diyebileceğimiz bir hale girer. Bu halde birde ne görsün; mahşeri bir kalabalık,  ana baba günü, herkes bağırtı çağırtı derken sıratın köprüsünün başında bir pehlivan kaptığını karşıya,  kaptığını karşıya fırlatıyor. O sırada kendiside zavallı, pejmürde halde;
      "-Ne olur beni de karşıya at" diye yalvarır. Tam o anda karşıya atılırken uyku ile uyanıklık arasında diyebileceğimiz halde kendine geldiğinde o an Emîr Külâl (k.s) ile göz göze gelmiş. İşte bu durumda Emîr Külâl (k.s) der ki;
         "- İşte gördün mü? Biz aslında o günün pehlivanıyız."     
        Yine bir gün Muhammed Baba Semmâsî (k.s)  sofileriyle yürürken Seyyid Emîr Külâl (k.s) ’in güreş yaptığı meydana gelmişler, başlamış güreşi seyretmeye.
         O arada sofilerden birinin gönlünden şu düşünce geçer:
       " Olacak iş mi, koskoca Şeyh Hazretleri nasıl olur da bir güreşi seyreder?"
       Birazdan Muhammed Baba Semmâsî (k.s) sofiye dönüp,  şöyle der;
       "-Aslında güreşi seyretmiyorum. Bak şu ilerde duran büyük bir pehlivan var ya, işte o pehlivanı kendime bend etmeye (çekmeye) çalışıyorum."
        Gerçekten de Seyyid Emîr Külâ (k.s) ile Muhammed Baba Semmâsî (k.s) göz göze gelmişler, her ne oluyorsa o anda olmuş,  artık Seyyid Emîr Külâ (k.s)  er meydanında zahiri pehlivanlığı bırakıp hakiki pehlivanlık yoluna koyulur da.
          Malum olduğu üzere Seyyid Emîr Külâl (k.s) Şah-ı Nakşibend’i (k.s)  yetiştiren zattır ama aslında Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın mürşidi Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s)’dir. Yani o’nun ruhaniyetinden terbiye olmuştur.
         Şah-ı Nakşibend (k.s) der ki: "Allah'tan, Hakka vasıl olmada en kestirme bir yol istedim. Allah’a çok şükürler olsun ki isteğim oldu, vuslat deryasına ermede bizim tarikatımız, tarikatların en kestirme yol olur da.’’
       Birgün, Şah-ı Nakşibend (k.s);
      "-Sizin tarikatta halvet (İnsanlardan uzaklaşmak uzlete çekilmek, köşeye çekilmek) niye yok" diye sormuşlar.
      Cevap vermiş;
      "-Halvette şöhret vardır, şöhret ise afettir”
       Gerçekten de sofilerden iki sofi birleşip sohbet ettiği zaman onun feyzi bereketi çok olur. Hele sohbet esnasında, sohbette bulunanlar birbirinde eridiğinde (fena) asıl o zaman sohbet tam olur.
        Ve sözlerinin devamında ise şöyle der:
        "-Biz en edna sofimizin bile evinin saçaklarındaki sineklere kadar himmet ederiz."
       Şah-ı Nakşibend (k.s)’den bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbeti Alâeddin Attar (k.s)’a geçer. O da büyük bir zattı. Ve Şah-ı Nakşibend (k.s) daha hayattayken irşada başlamıştı bile. Şeyhinin izni doğrultusunda Alâeddin Attar (k.s) şöyle demiştir:
        "-Eğer kapıcının incinmesi olmasaydı, bütün cihan kapılarını ardına kadar açardım."
        Alâeddin Attar (k.s)’dan bu Nakşibendî Tarikatı nisbeti Ya’kub-i Çerhî’ye (k.s) devr olunur. Ya’kub-i Çerhî aslında Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın sofisidir, ama halifelik idmanını Alâeddin Attar'ın yanında yapmıştır. Ya’kub-i Çerhî (k.s)’ın en çok üzerinde gayri ihtiyari zahir olan bir hali vardı ki hayretler içerisinde kalmamak ne mümkün, öyle ki yüzü bir garip şekilde değişik hal alırmış,  hatta başka insanların simasına girermiş. Bazen öyle olurmuş ki, hanımlar evde yabancı var diye bağrışırlarmış.
       Her neyse Nakşibendî Tarikatı nisbeti bu kez Ya’kub-i Çerhî  (k.s)’den Ubeydullah Ahrâr  (k.s)’a devrolunur.  
         Ubeydullah Ahrâr bir sohbetlerinde bakınız ne diyor:
         "-Uzakta çiftçinin biri çift sürüyordu. Kendi kendime dedim ki;
         "-Ey Nefis! Bak şu adam senden daha ağır işlerle meşgul olduğu halde, bir an olsun Allah'tan gafil değil. Oysa sonradan anladım ki, bu hal binlerce kişiden belki bir kişide varmış."
          Keza İmâm-ı Rabbânî (k.s)’de öyle der;
          "-Rıza ve ihlâs nimetiyle şereflendirilenler binlerce kişiden belki bir kişidir."  
           Tabii İmâm-ı Rabbânî (k.s) bu sözü söylediğinde üzerinden 400 yıl aşkın bir süre geçmiştir. Kim bilir şimdi günümüzde insanların durumu nasıldır?  Nitekim bu hususta günümüz Sultanlarından Seyda Muhammed Raşit (k.s) "Şu anda Allah'a yüzünü çevirmeye çalışan, Allah'ı tanımaya çalışan, doğru yola gitmeye çalışan binlerce kişiden belki bir kişi kalmış. O'nun da ahireti perişan” deyip noktayı koymuşta.
          Hatta İmâm-ı Rabbânî (k.s) bir başka sohbetlerinde şöyle der; "Hindistan'a da Peygamberler gelmiş, onların mezarlarında büyük nurlar görüyorum. Herbirinin yerini istesem, şu anda gösterebilirim. Ama bu zamanın insanları böyle şeylere inanmazlar."          Malum bu sözü 400 seneyi aşkın öncesinde söylüyor. Düşün o zamanda öyleyse bu zamanda kim bilir kaç kişi inanır. İşte bu gerçeklerden hareketle Manisa’da Allah rahmet eylesin bir Allah dostu da şöyle der; "Şu anda velilerin paçalarından keramet aksa bu millet inanmaz, hatta onlarla alay eder."
         Ubeydullah Ahrâr  (k.s) gelen misafirlere bal ikram etmiş. O sırada ziyarete gelen sofilerin yanında da ufak bir çocuk balı görünce kendinden geçer ve başlamış bal kovanını parmaklamaya. Bu durumda Ubeydullah Ahrâr dönmüş çocuğa demiş ki:
      "-Evladım senin adın ne?"
       Çocuk demiş ki:
      "- Bal"
      Ubeydullah Ahrâr  (k.s) tebessüm edip:
      "-Madem sen bu zahiri lezzette kendini ona kaptırabiliyorsun. Bir gün senin o damağına lezzeti tattıracak biri çıkar elbet" der.
       Derken babasından o çocuğu evlatlık ister. Gerçekten de o çocuk ileride Ubeydullah Ahrâr (k.s)’ın halifelerinden biri olur da. Ve Ubeydullah Ahrar (k.s) irşad hayatının sonunda bu Tarikatı Nakşibendî’ye nisbetini Gavs-ı Sani Hazretleri'ne gelen Şecerede Mevlânâ Muhammed Zâhid (k.s)'e devreder. O'ndan da Mevlânâ Derviş Muhammed Semerkandî (k.s)  devralır.
        İşte görüyorsunuz Nakşibendî Tarikatı öyle bir yoldur ki,  bu yola önce girmek ya da sonradan dâhil olmak arasında fark olmayabiliyor,  hatta bu kadar amel yaptım veya şu kadar hizmet ettim gibi sözlerinde pek ehemmiyeti olmayabiliyor. Kaldı ki bu kapıda öncelik ve sonralık tam ayırıcı bir ölçütte değil. Baksanıza Hazreti Ömer (r.a.) kırkıncı Müslüman, ama ikinci halife.  Malumunuz, birinci halife Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a), ikinci ise Hz. Ömer-ül Faruk’tur (r.a.)’dır. İşte bu sebeple Gönüller Sultanı Seyda Muhammed Raşid (k.s) şöyle der: "Hiçbiriniz yaptığınız amel ve ibadete güvenmeyin. Hiçbiriniz şeytanın yaptığı kadar amel yapamazsınız. Hiçbiriniz amellerinizin kuvvetiyle bir yere ulaşmazsınız. Kurtuluş ancak Saadat-ı Kiramın himmet ve feyiz bereketindedir. "
                 (Konunun devamı : Ölmek İçin Doğunuz başlığıyla devam edecek.

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2812/halvette-sohret-sohrette-ise-afet-vardir.html

19 Mart 2016 Cumartesi

ÖLMEK İÇİN DOĞUNUZ

ÖLMEK İÇİN DOĞUNUZ
        SELİM GÜRBÜZER
       Bayburtlu Abdulvehhab Işık ağabeyimden bana yadigâr kalan İbrahim İnan’ın sohbet kasetini yıllar sonra makale haline getirmekle umarım sohbet halkasına önemli not düşmüşüzdür. İşte bu duygu ve düşünceler eşliğinde inşallah sohbete kaldığımız yerden devam edelim:
        Evet, Sadat-ı Nakşibendiyye nisbeti Derviş Muhammed Semerkandî (k.s)’den Hace Muhammed Emkenekî (k.s)’e devrolunur. O’da Muhammed Bâkî-Billâh (k.s)’a devreder.
       Muhammed Bâkî-billâh (k.s) zahirde Hace Muhammed Emkenekî (k.s)’in halifesi olsa da,   aslında Şah-ı Nakşibend’in ruhaniyetinde terbiye olmuş bir zattır. Yani üveys’tir.  Her ne kadar Hace Muhammed Emkenekî (k.s.)’ in sofileri ona bu denli ihtimam gösterilmesine itiraz edecek gibi olmuşsalar da Hace Muhammed Emkenekî (k.s) hadimi kanalıyla onun hakkını şöyle teslim edecektir:
       "-Sofilere söyleyin hiç boşa telaşlanmasınlar. Baksanıza bu zatı zaten buraya terbiye edip öyle göndermişler. Bize ise sadece kontrol vazifesi düştü."
       Bu arada belirtmekte fayda var Muhammed Bâkî-billâh (k.s) için kırk yaşına girmek çok büyük önem arz eder elbet.  Çünkü bu yaşta Allah Resulüne Peygamberlik gelmiştir. Madem öyle izini iz sürmek gerekirdi.  Nitekim o da bu yaşta Allah Resulünün risaletini kutlarcasına İmâm-ı Rabbânî (k.s)’e halifelik verecektir. Hatta yürütmüş olduğu irşadı bırakıp tüm sofileri ve aile efradını İmâm-ı Rabbânî (k.s)’nin terbiyesine havale eder. Yetmedi sohbetlerine devam eder olmuş bile. Ve onun hakkında şöyle der: " O öyle bir güneştir ki bizim gibi binlerce yıldızı örter." Gerçektende İmam-ı Rabbani zamanın müceddidi elfisanisi olur da.
        İmâm-ı Rabbânî (k.s) tutunduğu halkanın sorumluğunu yüklendiğinde şöyle der: "Bize bildirildiğine göre Mehdi (a.r.) bizim bu tarikattan gelecek ve bizim marifetlerimizi okuyup kabul edecek. Yine bize bildirildiğine göre Mehdi Aleyhirrahme dönemine kadar, onun gibi bir zat daha gelmez." Nitekim bu hususta Gavs-ı Bilvânisî (k.s)’de İmâm-ı Rabbânî (k.s) hakkında söylenilmiş bir sohbeti şöyle nakleder;
        " İmâm-ı Rabbânî 'ye bir müridi demiş ki;
          “Mehdi misin?”
         İmâm-ı Rabbânî de cevaben demiş ki:
         "Ben de öyle sanmıştım, amma velâkin ben Mehdi değilim. Çünkü ben yüzün başını geçtim, Mehdi (a.r) ise yüzün başını geçmeyecek."
             İşte Seyda (k.s) bu nedenledir ki babası Gavs-ı Bilvânisî (k.s)’in naklettiği bu sohbetten hareketle kanaatini şöyle belirtir;
      "Gerçi ayet değil, hadis değil amma İmâm-ı Rabbânî’'nin sözüdür bu."
       Peki ya İmam-ı Rabbani (k.s) sonrası durum nasıldır? Malum, Nakşibendî Tarikat-ı nisbeti İmâm-ı Rabbânî (k.s.)’den sonra Gavs-i Sani (k.s)’e gelen şecerede iki kanaldan birden yoluna devam edecektir. Öyle ki bu iki kanalın bir halkasında Muhammed Ma’sûm (k.s),  diğer halkasında ise Mevlana Muhammed Seyfeddin (k.s)  vardır. İşte bu iki kanalın birleşen halkasında Nakşibendî nisbeti dal budak saldığında feyzi bereketi etrafı sararda. Hiç kuşkusuz bunda Mevlana Muhammed Seyfeddin (k.s)’in ikinci mürşidi olan, yani Muhammed Ma’sûm (k.s)’ın çok büyük payı vardır. Derken bu zincirin halkasında yer alan Mevlana Muhammed Seyfeddin (k.s) her iki kanaldan geleni nisbeti kendinde topladıktan sonra Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbetini, Gavs-ı Sani Hazretleri'ne gelen şecerede Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî’ye (k.s) devredecektir. O’da Mirza Mazhar Cân-ı Cânân (k.s)’a devreder. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân ise Seyyid Abdullah Dihlevi’ye (k.s) devreder.
        İşte görüyorsunuz Nakşibendî tarikatı nisbeti kesintiye uğramaksızın silsile yoluyla devrini sürdürebiliyor,  yani bu demektir ki her devirde bu yolun ehil gönül sultanları var oldukça bu nisbet, bu şecere kıyamete kadar devam edecekte. Zaten her devirde işin ehline devir teslim olmalı ki nöbet değişimi gerçekleşebilsin. Madem öyle sıradaki nöbet değişiminde kim var bir görelim.
           Evet, Silsileyi şerifin basamaklarına baktığımızda bu kez nöbeti devr alacak isim Seyyid Abdullah Dehlevi (k.s)’den başkası değil elbet.  Hiç kuşkusuz bu ismi andığımızda, ister istemez Mevlana Halid-i Bağdâdî (k.s) gibi büyük bir mürşit akla gelmektedir. Bağdat adıyla o kadar özdeşleşmişler ki, Abdullah Dehlevi ismi anılınca hemen Mevlana Bağdadiyi hatırlatabiliyoruz. Nasıl hatırlanmasın ki, bakın Mevlana Halid Seyyid Abdullah Dehlevi (k.s)’ın yanına geldiğinde ilk iş olarak ona tuvalet temizliği görevi vermiş. Belki de şunu diyebilirsiniz; madem Mevlana Halid-i Bağdâdî (k.s) üç tarikattan icazet almış bir âlim, o halde nasıl olurda tuvalet temizliği reva görülür. Yetmedi şunu da diyebilirsiniz Seyyid Abdullah Dehlevi (k.s)’in yanına geldiğinde Kadiri Tarikatı halifesidir, yani Mustafa el-Kürdi gibi bir büyük Kadiri Meşayıhın halifesiymiş, o halde buda neyin nesi oluyor.  Daha da yetmedi şer’i ilimlerin en üst zirvesine çıkmış çok büyük zahiri âlime bu yapılır mı da diyebilirsiniz. Evet, doğrudur, işte bu denli hem zahiri hem de bâtıni donanımlı böylesi bir âlim zata ilk iş olarak tuvalet temizliği verilmiştir. Oysa gözden kaçırılan bir husus var ki, tasavvuf yolunda bir insan âlimde olsa tuvalet temizliği verilebiliyor. Üstelik bu görevinin üzerinden daha on ay küsur gün geçmeden bir bakıyorsun Seyyid Abdullah Dihlevi (k.s) Mevlana Halid Bağdâdî (k.s)’e halifelik verip taçlandıracaktır, peki buna ne demeli. O halde siz siz olun tuvalet temizliği deyip geçmeyelim. Belli ki tuvalet temizliği boşa verilmemiş bir görev. Öyle ki onu halifelikle taltif edip uğurlayacağı sırada atın yularından tutup biraz çekmişte.  Tabii bu durumu etraftan görenler:
      "- Böyle büyük bir mürşid, nasıl olurda müridine hizmet eder" deyip garipseyeceklerdir.
      Bunun üzerine Seyyid Abdullah Dihlevi (k.s) şöyle der:
     "-Şayet biz ona bu kadarını da yapmasaydık, o bizim buradaki tüm nisbeti alıp götürecekti."
        Gerçekten de Mevlana Halid-i Bağdâdî (k.s) zamanın Kutbul irşadı ve Müceddidi olur da. Bir başka ifadeyle yüz yılın, yani hicri 12. asrın Müceddidi büyük bir zattır o.  Hele o’nun bir Müceddide yakışır söylediği bir kelam vardır ki, dil ancak bu kadar şâdân olur. Ve şöyle der: "Allah'ın bir meleği vardır. Her gün şöyle haykırır:
        "Ölmek için doğunuz, yıkılmak için bina yapınız."
        Evet, müthiş bir ifadedir. Dahası canı canan için her dem çarpan gönülleri ‘Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi’ diri tutmaya yönelik kelamdır bu. Ki; Sadatlar dergâhta iş kalmadığında evleri yıkıp yeniden yaptıkları da bir vaka. Niye derseniz? Hizmet aksamasın diye elbet.
        Mevlana Halid-i Bağdâdî (k.s) Gavsı Sani Hazretleri'ne gelen şecerede tekrar iki kanaldan Silsile-i Şerife’nin halkasına dâhil olup,  bu kez altın silsilenin halkasını Seyyid Abdullah (k.s)  ve Seyyid Taha (k.s) sırtlayacaktır.
       Malumunuz, Seyyid Taha (k.s), bu yolu Seyyid Abdullah (k.s)'dan devr almıştır. Seyyid Taha (k.s) ise zamanın kutbul irşadı büyük bir zat olup, Gavsı Sani Hazretleri'ne gelen şecerede nisbeti Gavs-ı Hizani  (Seyyid Sıbgatullahi Arvasi) (k.s)’e ulaştırır.
       Seyda (k.s), Gavs-ı Hizani ile ilgili bir sohbet buyururken şöyle der: "Malum, Gavs-ı Hizani (k.s)’in oğlu büyük âlimdi ve babasından cemaate vaaz vermek için izin istemişti. Gerçekten de cemaate vaaz etmeye başladığında ne kadar ayet, hadis varsa ortaya koyup sıralar da. Ancak buna rağmen milletin kılı kıpırdamaz. O sırada ezan okunur ve ezanın akabinde Gavs-ı Hizani: ‘Haydi! Kalkın kamet getirin, namaz kılalım’ der demez bütün cemaat yerlere dökülür. Tabiî ki bu kıpırdanış aşk ve muhabbetten, yani feyzin bereket ve nispetinden kendinden geçme halidir. Demek oluyor ki iş, lafın zahirinde değil, manevi tasarrufta."
        Gavs-ı Bilvanisî (k.s) ise buna benzer ifadeleri Şah-ı Hazne (Ahmed Haznevî) için şöyle der;
        "Biz Şah-ı Hazne (k.s)’ın sohbet meclisindeyken çoğu sohbetleri, anlayamazdık, ama sohbetin sonunda fark ederdik ki, kendimizde bazı gelişmeler ve düzelmeler olurdu. Bir müddet sonra anlardık ki, iş lafın zahirinde değil manevi tasarrufta."
       Nitekim Şah-ı Hazne (k.s)’ın bir gün dergâhı çok kalabalık halde dolup taşmıştı. Üstelik tövbe edecek adamlar da çokmuş. O sırada birçok sofi; Şah-ı Hazne'nin nasıl olsa bugün ziyaretçisi çok, tevbe alacakta çok. Bu durumda bugün sohbet etmez deyip çekip gitmişler. Tabii gece geç vakittir, Şah-ı Hazne (k.s) tövbe vermeyi bitirip dergâhtan ayrılıyor. Evine doğru yol alırken divanın penceresinden şöyle eğilip içeri bakmış,  birde ne görsün mollaların kimisi sigara sarıyor, kimisi de sigara tellendiriyordu,  yani her biri bir âlemde. Şah-ı Hazne (k.s) başını içeri uzattığında der ki:
      " -Oysa ben Hazretin müritlerini nazar sahibi bilirdim."
      Seyda (k.s)’de öyle der: "Şeyh Halid-i Olekî, zamanının en büyük âlimlerindendi,  övünmek gibi olmasın amma, kibirlenmek gibi olmasın amma, kendime nefis yapmayayım amma, hadiste ilmi İbn-i Hacer kadardır. Kendisi öyle bir zattır ki, Gavs-ı Hizânî (k.s) ata binerken sırtını ona binek taşı yaparmış. Eğer iş lafın zahirinde olsaydı Gavs-ı Hizânî’nin ilmi pek o kadar yoktu. Onların yanında cahil sayılırdı." Malum Molla Halidi Olekî Hz.leri aynı zamanda Doksan Üç harbi kahramanlarından şehit düşmüş bir zattır. 
       Derken Gavs-ı Hizânî (k.s), bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbetini Şeyh Abdurrahman-i Tahi (k.s)'e devreder.
       Bakınız Seyda-i Tahi (k.s) ile Gavs-ı Hizânî (k.s)’ın buluşması da çok ilginç bir durum. Çünkü buluştuğu zat Kadiri halifesi bir şeyhtir. Düşünsenize daha ilk buluşmalarında keşfi de açık olduğu için Gavs-ı Hizânî (k.s)’de ne görüyorsa şöyle der:
     "-Nihayet ül Tarikat-ül Kadiriyye, bidayetül Tarikatül Nakşibendiyye."  Yani, "Kadiri Tarikatı'nın sonu, Nakşibendî Tarikatının başıdır." Öyle ya, cehri zikir dilden başlar kalbe iner, Hafi zikirde ise direk kalbten başlayan zikirdir. Kalpten ise letaiflere dağılmakta. 
      Gavs (k.s)’de şöyle der: "Bir Nakşî’nin bir günlük ameli, Kadiri'nin seksen yıllık amelini kapatır."
       Dolayısıyla Şah-ı Nakşibend (k.s)’de buna benzer bir ifadelerde bulunup şöyle der; "Benim elime geçen ilk marifet, Beyazıd-ı Bestami'nin eline geçen en son marifet olmazsa, bu tarikat bana haram olsun."
      Seyda-i Tahi  (k.s) zamanın kutbul irşatlığına teklif edilen büyük bir zattır. Ve rivayet edilen bir nakle göre Said Nursi o’nu şu sözlerle över:
      “-Onunla dokuz yaşımda görüşmekle şereflendim. O’nun zamanında pek büyük veli, büyük makamlar aldı. Öyle bir zat düşünün ki velilere makam aldıran bir zattır. Kim bilir kendi makamı nasıldır?" Nitekim İsmail Çetin Hoca ‘Özleşme Yolu’ adlı eserinde Abdurrahman Tahi (k.s) hakkında bahisle şöyle der “ İşte onun bu hizmeti ve sadakati sayesinde Cenab-ı Hak Teâlâ (c.c) birçok insanları delaletten çıkarıp, hidayete erdirmiştir. Hamdolsun şimdi de Türkiye’de bulunan ulema onun zamanında yetişenlerin semeresidir. Ez cümle Bediüzzaman o medresenin bir örneğidir.” (Bkz. Özleşme Yolu: s: 17, 66, 170, 190)
        Gerçekten de nasıl böylesi bir övgüye mazhar olmasın ki,  bakın bir gün Seyda-i Tahi (k.s), Gavs-ı Hizânî (k.s), sofiler ve oğulları hava açık kırda bayırda bir yolda giderlerken, bir tarafı sarp kayalık olan yere geldiklerinde büyük bir kaya parçası ansızın aşağıya doğru paldır küldür yuvarlanıveriyor. Tabii can derdi, sofiler o an tüymüş. Üstelik Seyyid Sıbğatullah Gavs-ı Hizânî' (k.s)’in oğulları da buna dâhil. Fakat Seyda-i Tahi (k.s) bundan istisnadır.  Seyda-i Tahi bakmış ki, koca bir kaya parçası Gavs-ı Hizânî (k.s)’in üstüne geliyor, o an şöyle düşünmüş: "Belki bu kayayı durduramam amma, hiç olmazsa yavaşlatıp Gavs-ı Hizânî (k.s)’ın zarar görmesini önlerim. Gerçektende bu düşünceler eşliğinde pat diye kendini kayanın önüne atmış da. Tabiî Gavs-ı Hizânî (k.s) büyük bir zat, Allah’ın izniyle bir nazarla kayayı durdurduğunda şöyle demiş:
        "-Bakın, öz çocuklarımız bile bizi bırakıp kaçtılar. Amma Seyda-i Tahi öyle değil,  bizi kendi öz canından daha aziz bildi. Elbette ki o bize öz çocuklarımızdan daha yakındır."
         Hakeza Said Nursi Hz.leri onun hakkında şöyle der:
       “Ben sekiz- dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdat ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak ‘Ya Gavs-ı Geylani’ derdim. Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, ‘Ya Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.’ Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadına yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fatiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zat-ı Risaletten (a.s.m.) sonra Şeyh-i Geylani’ye hediye ediliyordu. Ben üç dört cihetle Nakşî iken, Kadiri meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mani oluyordu.” (Bkz. Sikke-i Tasdik-i Gaybi. Sekizinci Lem’a s.143).
                 (Konunun devamı : Şeyh odur ki yolun başından sonunu göre başlığıyla devam edecek.


12 Mart 2016 Cumartesi

ŞEYH O'DUR Kİ YOLUN BAŞINDAN SONUNU GÖRE



     ŞEYH O'DUR Kİ YOLUN BAŞINDAN SONUNU GÖRE
      SELİM GÜRBÜZER
       Allah’a çok şükürler olsun rahmetli Abdulvehhab Ağabeyimin bana hediye ettiği İbrahim İnan’ın sohbet kasedini derleyip sonuna gelebildik. Her ne kadar makale haline getirmek öyle kolay olmasa da bu akıcı sohbet için değdi de. Madem öyle bu kayda değer sohbetimize kaldığımız yerden devam edebiliriz:
       Malum tasavvufta fizik ötesi haller akılla kitapla izah edilemez. Nitekim söz konusu Ehlullah olunca akıl karaya vurur da. Bize ancak Ebu Bekir Sıddık (r.anh)’ın karşısına gelip dikilen müşrikler “Senin Peygamberin Miraca yükseldiğini söylemekte. O da bunun üzerine Allah Resulü dediyse doğrudur” cevabında olduğu gibi saddak demek düşer. Zira Gavs-ı Hizânî (k.s) bir gün oturduğu yerde tebessüm edip gülümsemiş. Tabii oradakiler merak etmiş:
      "-Efendim, hayrola. Biz birşey görmedik, ne oldu ki?"
       Gavs-i Hizânî:
      "-Yok, birşey " demiş. Fakat tekrar sıkıştırmışlar, bunun üzerine demiş ki:
      "-Çayda bizim sofilerden biri saçını tararken tarağı takıldı, canı yanınca: Ya Gavs! dedi. Eh biz de ne yapalım, düzeltiverdik."
       Keza Gavs-ı Bilvanisî ismiyle meşhur Seyyid Abdulhakim El Hüseyni (k.s)’de tıpkı Gavs-ı Hizânî (k.s) gibi durduk yere gülümsediğinde o’nun sofileri de merak edip neyin nesi diye sormuşlar. Gavs’da şöyle cevap vermiş:
      "-Adamın biri, bizim harmana girip çuvalı doldurmuş, güya harmandan mal aşıracakmış,  hatta çuvalı yüklenecek olmuş ama sırtına ağır gelmiş.  İşte o hal vaziyette bile ‘Medet Ya Gavs!’  der. İşte görüyorsunuz adam hem bizim malımızı çalıyor, hem de bizden yardım istiyor. Ne yapalım, biz de sırtına yükleyiverdik."  
      İşte bu kıssadan anlaşıldığı üzere Saadatların merhametleri çok büyük, tartışılmaz. Nasıl merhamet sahibi olmasınlar ki, bakın Gavs-ı Hizânî (k.s)’ın yanına bir gün Yörüklerden bir adam gelip sofi olmuş, hatta Gavs-ı Hizânî  (k.s) ona bir de tesbih hediye etmiş. Derken o Yörük adam tasavvufun öyle tadını almış ki doğru dürüst evine uğramamış bile.  Tabii aradan bir süre geçip bir sene sonra evine gittiğinde ailesi;
      "-İşte gittin de, gelmedin de, bizim sürüler kırılmaya başladı da, aç kaldıkta, şu oldu da,  bu oldu da, artık şu tarikatı bırak, bütün her şeyi geri ver, mahvolduk… " gibi bir sürü ileri geri laflar etmiş. Eeeh kadın fitnesi bu ya,  o adamı mahvetmiş. Artık adamcağıza gına gelip gidip durum vaziyeti Gavs-ı Hizânî 'ye arzetmiş:
      "-Kurban, al bu tespihi. Hatta bu tarikatı benden al" demiş.
      Gavs-ı Hizânî (k.s) ise şöyle demiş:
      "-Evladım bak, bu tespih ve bu tarikat sende dursun, yine bildiğini yaparsın."
        Adam amma ve lakin talebinde ısrar edince Gavs-ı Hizani (k.s);
      "-Haydi, aldık" der.
        Aradan seneler geçmiş, yine bir gün Gavs-ı Hizani namazdayken, önce bir elini kaldırmış, sonra diğer elini, malum üç harekette namaz bozulur. Tabii sofiler merak etmiş:
      "-Kurban biz bir şey göremedik, ne oldu ki, "
      Gavs-ı Hizânî (k.s):
      "- Boş verin, bir şey yok" demiş. Fakat sofiler sıkıştırmışlar, derken cevaben şöyle der:
      "-Hani, bir zamanlar buraya bir sofi gelip bir sene kadar hizmet etmişti ya. Sonra da, tarikatı iade edip gitmişti ya, işte onun sekerat-ı mevt (ölüm hali) vaktiydi. Şeytan imanını çalmak için gelmişti. O arada bütün Sadat-ı Kiramın ruhaniyetleri de oraya teşrif etmişti. Bana dediler ki:
     "-Sen bunun haline seyircimi kalacaksın, imanını kurtarmak için vesile olmayacak mısın?"
     Biz de dedik ki:
     " Tarikatı iade etti, o artık tarikatımızdan değil."
     “-Olsun” dediler ve ardından yine bana:
      "O bizim çorbamızdan içmedi mi, o bizim elimizi tutmadı mı, o bizim amelimizden yapmadı mı? Derhal yetiş" dediler. Birincisinde şeytana vurduk kaçtı, ikincisinde bir daha geldi bir daha vurduk, üçüncüsünde geldi bir daha vurduk, Allah’a şükürler olsun şeytan imanını çalamadı. Gavs-ı Sani (k.s)’de öyle der ya: “Tuttuğumuz eli bırakmayız, bırakacağımız eli tutmayız.” İşte her şey bu veciz sözde gizlidir.
        Gavs-ı Hizânî (k.s), bu yolun nisbetini Seyda-i Tâhi (k.s)’e devreder. Seyda-i Tâhi (k.s) ise bu Tarikat-ı Nakşibendiyye nisbetini Şeyh Fethullah Verkanisi (k.s)'e devredecektir.
        İlginçtir Seyda-i Tâhi (k.s) ölüm döşeğindeyken oğlu Hazret Muhammed Diyâeddin  (k.s) yanında üzgün bir vaziyette oturmaktaymış. Tabii Seyda-i Tâhi (k.s)’ın bu hali gözünden kaçmaz. Ve demişki:
      "-Oğlum niye üzülüyorsun. Biz öyle bir yere gidiyoruz ki üzülmeye değmez."
      "-Baba, öyle diyorsun ama hani bir adamın babası zengin olur bağları, bahçeleri, evleri, malları çok olur da, çocuğuna o bağlardan, bahçelerden ve evlerden hiçbir miras düşmezse, o çocuk nasıl üzülmez ki."
     Seyda-i Tâhi (k.s);
     "-Bak evladım, şunu iyi bil ki şimdiye kadar seni diğerlerinin çocuklarından ayırt etmedim,  diğerlerinin evlatlarına nasıl muamele ettiysem, sana da öyle muamele ettim. Fakat seni Şeyh Fethullah Verkanisi ayıracak" demiş. Gerçektende Şeyh Fethullah Verkânisi (k.s), Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’ı kızağa koşarmış. Seyda-i Tahi (k.s)’in ileri gelen müritleri bu durumu gördüklerinde itiraz edip şöyle demişler:
      "-Bu adam senin mürşidinin oğlu, sen nasıl böyle kızağa koşarsın?"
   Şeyh Fethullah Verkânisi (k.s) cevaben:
      "-Seyda-i Tâhi, bunu bana havale etti, bildiğim gibi emanete sahip çıkarım. Yok, eğer size havale ettiyse, buyurun siz bildiğiniz gibi yapın" der. Gerçektende bu söz yerini bulup Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)  ilerde büyük bir zat olur da.
        Seyda Hazretleri ise Seyda-i Tâhi (k.s)’ın dilinden bir sohbeti şöyle nakleder: "Bu devirde beş vakit namazını kılan, orucunu tutan, üzerine farzsa zekâtını veren, büyük günahlardan kaçınan her kimse velidir."  Düşünebiliyor musunuz Seyda-i Tâhi (k.s), bu sohbeti yaptığı zaman Ulu Hakan Abdülhamid Han dönemiydi, her tarafta İslam hâkimdi. İşte Seyda (k.s) bu müjde varı sözlerden hareketle son noktayı şöyle koyar: "Bu devirde bunları yapan sahabe gibidir."
         Özetle bu yol Seyda-i Tahi (k.s)’den Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’a devr olunur. Hazret (k.s)’da emaneti yüklendiğinde Şah-ı Hazne'yi yetiştirecektir.
         Bakınız Şah-ı Hazne (k.s), Nurşin’de Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’in hizmetindeyken bir ara kuraklık ve kıtlık başlamış. Derken bir gün bölgenin ağası, Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s) ile birlikte sofilerini davet etmişti. Tabii Şah-ı Hazne daveti duyduğunda içinden şöyle bir düşünce geçmiş;
     "-Nihayet midemiz kırk yılda bir bayram edecek." Hatta bu duygu seli içerisinde hemen hareket geçip çarıklarını yıkamış, kurutmuş ve hazırlığa koyulmuş da. Tabii, ertesi gün Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s) davete icabet etmeye koyulurken arkasına dönüp der ki;
      "-Molla Ahmed (Şah-ı Hazne) burada kalsın, diğerleri benimle gelsin"
       Hakeza yine aylardan Ramazan ayıymış, malum bu ayda mollalara zekât verilmesi usuldendir. Derken mollalar biraz dünyalık toplamak için cami cami dolaşmaya koyulurlar da Tabii Şahı Hazne’de heveslenip Hazret Muhammed Diyâeddin'den izin istemiş.  Buna karşılık Hazret (k.s) demiş ki:
      "- Ey Şah-ı Hazne! Allah için çalış, Allah sana her şeyi verir."
      Gerçektende Şah-ı Hazne (k.s), eskiden çok fakirmiş, öyle bir vakti zaman gelir ki Suriye’nin ordusunu bile doyurur hale gelir. Kaldı ki onun asıl geride bırakacağı en büyük servet Gavs-ı Bilvanisî olacaktır.
       Nitekim Seyda (k.s),  Şah-ı Hazne (k.s)  hakkında sohbet ederken şöyle der:     
       Şah-ı Hazne deyip geçmeyin, O Gavs-ı Bilvanisî Abdûlhakim el Hüseyni gibi büyük bir zat yetiştirmiş bir zattır. Ve Gavs-ı Bilvanisî Abdulhakim el Hüseyni (k.s)  halifeliği aldığı zaman,  dergâhın ileri gelen sofileri Şah-ı Hazne'ye sordular;
      "-Kurban! Molla Abdûlhakim'in makamı nasıldır?"
      Cevaben der ki;
    "-Biz kendi makamımıza kadar olan yeri biliyoruz, ama sonrasını biz de bilmiyoruz."
    Hatta Gavs-ı Bilvanisî (k.s) daha bir günlük sofi iken, Şah-ı Hazne (k.s) halifelerinden Molla İbrahim'i çağırmış ve demiş ki;
      "- Molla Abdûlhakim'i nasıl bulursun,  uğraşmaya değer mi?"
       Molla İbrahim cevaben;
      "-Bunda iş yok, gelsin gitsin, uğraşmaya değmez"  demiş.
      Tabii Şah-ı Hazne'nin suratı anında değişiverip şöyle der:
      "-Çocuklarıma dua et, onların hocasısın,  yoksa şu anda tarikattan tard olmuştun." Ve diğer halifesini çağırmış demiş ki;
      "-Ne dersin uğraşmaya değer mi?"
      Halife cevap vermiş;
      "-Aman Efendim, onun için elimizden geleni yapmamız lazım, bizim onunla uğraşmamız icap eder, o bizim ümidimiz,  o bizim istikbalimiz,  hatta ona her şeyimizi devretmemiz lazım."
     Ve Şah-ı Hazne (k.s) bu sözlerin üzerine yüzü aydınlanıverir.
      Gerçektende “Şeyh O'dur ki; Yolun başından sonunu göre."
      Gavs- Bilvanisî (k.s)’de şöyle der: "Mürşid-i Kamil odur ki, müridinin başından geçen her şeyi ve hatta yedi sülalesini bilmeli." Hiç kuşkusuz bu söz Allah bildirirse manasına bilmedir.  Zaten bunun aksi düşünülemez de.
      İmam-ı Rabbani (k.s)’de şöyle der:
      "-Bize kıyamete kadar, bu tarikata dolaylı ya da dolaysız girecek olan herkes ve hatta yedi sülalesi bildirildi. Hepsini söyleyebiliriz de. Ama ne yazmaya kâğıt yeter, ne de söylemeye vakit."
        Gavs-ı Bilvanisî (k.s) der ki: "Biz ulaşmak istediğimiz yerlere ulaşamadık, ama hamd olsun ulaşanı ulaştırdık."
         Ve bu müthiş sözlerine ilaveten der ki:
         "Biz dünyayı iğne deliğinden seyrediyoruz." Hiç kuşkusuz hakikat sırrın gereği bu sözde Allah seyrettirirse seyreder manasına bir sözdür. Bize sadece Allah sırlarını takdis etsin demek düşer.
      Şah-ı Nakşibendî (k.s)’de öyle der:
      "Dünya bizim yüzük taşımızın içindedir."
      Seyda (k.s) ise şöyle der: "Millet, Gavs Hazretleri'ni göremedi. O'nu başında sarık, sırtında cübbe bir molla gördüler. Hakikatını gören olmadı."
       Ve Seyda Hz.leri babası Gavs-ı Bilvanisi Abdulhakim el Hüseyni (k.s)’inden nöbeti devr aldığında sohbetini şöyle bağlar:
       "İnsan, ebedi hayatı da düşünmeli, onun için çok çalışmalı. İnsan, dünyada isteyerek çalışmaz, çalışmıyor da. Dünyada elaleme avuç açmamak için nice zor işler yapar da. Mesela, buradan insanlar tâ Adana'ya yazın pamuk toplamaya gidiyorlar. O bunaltıcı yazın sıcağında bir sene rahat etmek ve ailesini geçindirmek için iki üç ay çalışıyorlar. Çocuklarının rızkını temin etmek için, onları sağa sola el açtırmamak için elinden gelen her şeyi yapıyorlar. O halde bir insan, ahrette muhtaç kalmamak için mahşer gününü de düşünmeli. Ahretin rızkını da düşünmeli. Zor anda da olsan çalışmalı. İsteyerek herkes amel eder. Önemli olan nefis istemediği halde amel etmektir. Nefis istemediği halde yapılan amelin feyzi ve bereketi daha çoktur. Ki; gerçekten o iş Allah için yapılmıştır."
       Derken bu kutlu köklü yol Seyda Hz.lerinden kardeşi Gavsı Sani (k.s) devr alır. Gavs-ı Sani (k.s) ise şöyle der: “Nefsinizi Ümmeti Muhammed’in menfaati için feda ediniz. Bir kişinin hidayetine vesile olmanız yedi ceddinize yeter. Niyet, Allah rızası için olursa ameller makbul olur, değilse olmaz. Bir insan bütün dünyanın hidayetine vesile olsa kendi hidayete ermemişse bir faydası yoktur. Ahrete çalışırsanız dünya yularından tutulan bir hayvan gibi ardınız sıra gelir de.”

       Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2842/seyh-odur-ki-yolun-basindan-sonunu-gore.html

9 Mart 2016 Çarşamba

VEDA SOHBETİ


                                             VEDA SOHBETİ
              
                                                DÜNYA İLE MAĞRUR OLMAYALIM


Araştırmacı Yazar: Selim Gürbüzer

      Seyda Hz.lerinin vuslat vakti yaklaşmıştı ki, artık Afyon’a dinlenmek için geldiklerinde sıkça sohbet eder olmuştu.  Bizlerde o sıralarda genç yaşlarda Afyon’da ziyaretine gittiğimizde hele o avluda ağaca yaşlanıp sofileri nazar edişi var ya hiç unutamayacağımız anılar arasında yer alır. Seyda Hz.leri sofileri çok seviyordu, öyle ki son veda konuşmasında sofilerin incinmesin diye ayakta çok beklediniz inşallah cumaya evde olacağız sözleri sofilere olan sevgisinin bir göstergesidir. Evet, o sofilerden ayrıldı ama Sevgililer sevgilisine kavuştu, bize ise ardından bol bol Fatihalar göndermek düşer. İşte Sultan Seyyid Muhammed Raşit Hazretleri (k.s.)'nin 10.10.1993 pazar günü Afyon'daki ikametgâhında Menzil'e gitmeden önce yapmış olduğu oğlu Seyyid Fevzeddin Erol’un çevirisinde yer alan o müthiş veda sohbeti:
                       

                                 BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

      Allah (c.c.) bizlere üç büyük nimet bahşetmiştir. Bu nimetlere çok şükür etmemiz lazımdır. Bu nimetlerden, oruç tutmak, zekât vermek, sadaka vermek, namaz kılmak vs. Allah’ın (c.c.)  bize bahşettiği en büyük nimetlerdendir.
      O nimetlerden birincisi ve en önemlisi: Allah (c.c.) bizi Müslüman olarak yaratmıştır. Bizim de bu nimete karşılık Allah’a (c.c.)  çok ibadet etmemiz lazım. Bu ibadetlere karşılık Allah (c.c.) Müslümanlara cenneti ve içindeki çeşitli nimetleri hazırlamıştır ve ebedi olarak orada kalacaklardır. Ona göre ibadetleri arttırmamız lazım gelir.
     Allah (c.c.) isteseydi bizi Müslüman değil de kâfir olarak da yaratabilirdi. Zira Allah (c.c) kâfirler için ebedi cehennem ateşi ve azabı hazırlamıştır.
     İnsan bir düşünecek olursa, bir mum alevine bile parmağını tutsa ateşinin acısına dayanamaz. İnsan bilerek bir ateşin bile parmağını tutamazken nasıl olur da ebedi ateş olan cehennemlik amelleri işler, günahlardan kaçınmaz ve ibadet yapamaz? Bunu düşünerek ibadetleri arttırmalıyız. Allah (c.c.) bütün dünyanın servetini bize vermiş olsaydı Müslüman olabilmenin bedelini gene de karşılayamazdık.
      Allah’ın (c.c.) bize sunduğu ikinci büyük nimet: Allah’ın (c.c.)  bizleri en son ve en büyük Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.)  ümmeti olarak yaratmış olmasıdır. Nasıl ki Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamberlerin en efdali ve üstünü ise Hz.Muhammed (s.a.v.)'in ümmeti de ümmetlerin en üstünü olarak dünyaya gelmişlerdir.
   Hz. Musa (a.s.), Levh-i Mahfuz'a baktığı zaman orada Hz.Muhammed (s.a.v.)'in öyle hasletlerini, büyüklüğünü, faziletini görmüş ki: "Ya Rabbi, keşke beni de Hz.Muhammed (s.a.v.)'in ümmeti olarak yaratsaydın, başka bir şey istemezdim" buyurmuştur.
     Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdular: "Benim ümmetimin evliyaları, Ben-i İsrail'in peygamberleri gibidir.(Bu, büyüklük bakımından değil hidayet bakımındandır.)" Eskiden gönderilen peygamberlerin bir kısmı yalnız kendisini irşat etmiş, bir kısmı yalnız kendi aile fertlerini, bir kısmı kendi içinde bulunduğu kabilesini, bir kısmı da yalnız bulunduğu köyü irşat edebilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ümmetinin evliyaları Mürşid-i Kamiller ise daha fazla irşatta bulunarak daha çok kimselerin (insanların) hidayete ermelerine vesile olmuşlardır.
       Allah (c.c.) Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmetini son ümmet olarak yaratmış, bizleri de ümmetin en son kısımlarında yaratmıştır. Diğer ümmetler binlerce sene toprak altında (kabirde) yattıkları ve günahkâr olanların kabir azabı çektikleri halde, bu son ümmet az bir süre toprak altında yatacaktır ve (günahkârlar için de) azapları da çok kısa olacaktır. Kabir azabı da çok kısa bir zaman sürecektir.
       Rabbül Âlemin'in nasip ettiği üçüncü büyük nimet ise Nakşibendî Tarikatıdır. Ebubekir Sıddık (r.a.) ümmetin efdali olduğu gibi, onun tarikatı da diğer tarikatların efdalidir.
      Hz. Muhammed (s.a.v.) Miraç'a çıktığı zaman, Allah (c.c.) Peygamberimiz (s.a.v.) ve ümmeti için her gün 25 vakit namazı farz olarak kılmalarını emrediyor. Miraç'tan dönüşte Peygamber (s.a.v.) gökte Hz. Musa (a.s.)'in ruhaniyeti ile görüşüyor. Hz. Musa (a.s.) 25 vakit namazın çok olduğunu, ahir zaman ümmetine ağır geleceğini, Allah'tan azaltılması için niyazda bulunmasını, peygamberimize söylüyor. Resulullah (s.a.v.)’de tekrar Allah (c.c.)'ın huzuruna varıp, 25 vakit namazın ağır gelebileceğini, vakitleri biraz azaltması için niyazda bulunuyor. Allah (c.c.) 5 vakit azaltarak farz namazlarını 20 vakte indiriyor. Resulullah (s.a.v.) geriye dönerken tekrar Hz. Musa (a.s.) ile karşılaşıyor. Hz. Musa (a.s.) yine çok olduğunu, ümmetinin buna takat getirmeyeceğini söylüyor ve azaltılması için tekrar Allah (c.c.)'ın huzuruna gitmesini söylüyor. Bu gidip gelmeler neticesinde 5 vakit namaz Muhammed (s.a.v.) ümmeti üzerine farz kılınıyor.
        Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Musa (a.s.)'ın bizzat kendisi ile değil, ervahıyla görüşmüştür. Tabii ki Allah (c.c.)'ın dostları ölmez, yalnızca nakil olur, yer değiştirir. O'nların himmeti, yardımı her zaman vardır.
        Hz. Musa (a.s.) Hz. Muhammed (s.a.v.)'ın ümmetinin fazilet ve büyüklüğünü, Allah (c.c.)'ın yanındaki değerini Levh-i Mahfuzda gördükten sonra: "Ya Rabbi, Hz.Muhammed (s.a.v.)'ın ümmeti olamadım, ümmetini bari görenlerden olsaydım" diye arzu ediyor. O arada İmam-ı Gazali (r.a.)'ın ruhaniyeti oraya geliyor ve Musa (a.s.) ile görüşüyorlar.
      Musa (a.s.):
      —Sen kimsin diye sorunca, İmam-ı Gazali:
      —Muhammed oğlu Hamid oğlu İmam-ı Gazali'yim diye cevap veriyor.
      Bu cevap üzerine Hz. Musa (a.s.):
       —Künyeni neden bu kadar uzun okudun? Yalnızca İmam-ı Gazali deseydin yetmezmiydi diyor.
      İmam-ı Gazali (r.a.)'de cevap olarak diyor ki:
      —Allah (c.c.) Hazretleri, kelam konuşmaya gittiğin zaman sana kim olduğunu sorduğunda sen kendini tanıtırken, "Elinde bastonu, sırtında kepeneği olan çoban Musayım diye künyeni neden uzun kullandın, sadece Musa deseydiniz yetmez miydi? diye sorusuna soru ile cevap veriyor.
      Hz.Musa (a.s.) ise:   
       —Sen Allah(c.c.)'ın büyük peygamberlerindensin. Yani Kelimullahsın. Kitap gönderilenlerdensin. Onun için seninle daha fazla konuşabilme şerefine kavuşmak için künyemi uzattım diyor.
      İmam-ı Gazali (r.a.) zamanının en büyük âlimi idi. Ama önceleri tasavvufu sevmeyen münkir bir âlimdi. İmam-ı Gazali (r.a.)'ın kardeşi ise tasavvuf ehli veli bir zat idi. İmam-ı Gazali (r.a.)'e ilminden dolayı her müşkülü olan fetva almaya geldiği halde, kardeşi tam tersi arkasında bile namaz kılmıyordu.
      İmam-ı Gazali (r.a.) arkasında namaz kılmadığı için kardeşini annesine şikâyet eder. Annesi bu durumda diğer oğluna camiye, cemaate gitmesi için ısrar etti. Gayesi İmam-ı Gazali (r.a.)'ın gönlünü almaktı.
       Gazali'nin kardeşi annesine:
       —Anne, onun arkasında benim namazım olmaz, dedi.
       Bunun üzerine annesi daha fazla ısrar etti:
      "-Bak oğlum, o senin büyüğün, sen cahilsin, ağabeyin âlim kişidir, herkes ona geliyor, müşkülünü halledip gidiyor, herkesin namazı kabul oluyor da seninki neden kabul olmasın? Mutlaka gidip arkasında namaz kılacaksın" diye çok ısrar edince sonunda camiye gidiyor.
     O gün İmam-ı Gazali’ye (r.a.) namazdan önce bir kişi geliyor ve hayız (kadınlık hali) hakkında bir sual soruyor.
    İmam-ı Gazali de;
   "-Namazdan sonra gel, cevabını vereyim" diyor.
       Namaza başlayınca İmam-ı Gazali devamlı olarak hayız ile ilgili suali düşünüyor ve namazın tamamını huşu içinde geçirmeyip cevap hazırlamakla geçiriyor. Bu arada İmam-ı Gazali'nin kardeşi ise devamlı tekbir alıp yeniliyor, bir türlü namaza devam edemiyor (Namazda olduğunu hatırlaması için), sonunda namazı bozuyor ve tekrar kılıyor.
       İmam-ı Gazali kardeşinin ikide bir tekbir almasına ve namazı bozup, tekrar yalnız olarak kalmasına çok üzülüyor ve annesine yeniden şikâyette bulunuyor.
       Annesi: "Oğlum, neden ağabeyinin namazına müdahale ettin, cemaatin içinde mahçup duruma düşürecek hareket yaptın, hani bana söz vermiştin, namazı kılıp gelecektin" deyince, İmam-ı Gazali (r.a.)'ın kardeşi annesine:
       — Anne bir insan boğazına kadar kana bulanırsa onun arkasında kılınan namaz kabul olur mu diye soruyor ve " isterseniz bu soruyu birde ağabeyime sorsan fenamı olur" diyor.
     Tabii annesi, İmam- Gazali’ye bu soruyu aynen aktarıyor.
     İmam-ı Gazali (r.a.), namazdaki durumunu hatırlıyor, namazı hayızla uğraşmaktan tam olarak kıldırmadığını ve kardeşinin de keşif sahibi olduğu için haline vakıf olduğunu anlıyor. Gerçekleri görüyor ve daha önce inkâr ettiği tasavvuf ve tarikat yoluna giriyor, gerçekleri gördüğü ve âlim de olduğu için çalışarak kısa zamanda Gavs oluyor (yani zamanın Gavs'ı oluyor).
      İşte bu nimete layık olmak için çok çalışalım. Hz. Muhammed (s.a.v.)'e layık olmak için çalışalım.
     Çünkü padişah ne kadar büyük olursa, hizmetçisi de o kadar büyüktür.
     Bakın Hasan-ı Basri (r.a.) çarşıya çıkmış, bir dükkâna oturmuş. Bakmış ki bir adam çarşıda elini kolunu sallaya sallaya gururlu bir şekilde durmadan geziniyor. Hasan-ı Basri (r.a.) soruyor:
     "-Bu kimdir bu kadar gururlu ellerini kollarını sallaya sallaya yürüyor?"
      Orada bulunanlar:
      —Bu şahıs padişahın hizmetçisidir, onun için böyle yürüyor, diyorlar.
      Bunun üzerine Hasan-ı Basri (r.a.):
       —Ben de Sultanlar Sultanı Allah (c.c.)'ın kuluyum. Ben neden bu adamdan daha iyi yürümeyeyim, dedi ve çarşının içinde ellerini kollarını sallaya sallaya bir müddet geziniverir.
       Dolayısıyla bizim de çok çalışmamız, çok ibadet etmemiz lazım.
       Allah (c.c.): "İnsanları ve cinleri bana ibadet etsin diye yarattım" buyuruyor. O'na layık olalım. Allah (c.c.): "Benim bildirdiğim hayırları yapın" diyor. Allah (c.c.)'ın azabı gelmeden güzel amel yapın, onun için acele edin.
       Dünyada yapılan günahların azabı, cezası, suali ahirettedir. Ölmeden önce iyi amelde acele edin.
        Bir insan tek başına, yalnızken, günah işleme fırsatı olduğu halde Allahtan (c.c.) korkarak o günahı işlemezse, Allah (c.c.) çok büyük ecir ve sevap yazıyor. O davranış (günahtan kaçış) onun için en hayırlı iştir. Bu durum imanın kemale erdiğinin alametidir.
      Kalabalıktan çekinerek günah işlemeyen kimseye sevap yoktur ama yalnızken ve elinden geldiği halde, yapabilecek durumdayken günahı işlemeyene çok sevap vardır.
      Bütün insanlar, kıyamet günü hesapları görüldükten sonra bir kısmı cennete, bir kısmı cehenneme gitmek üzere ayrılırlar. Daha sonra herkes ayrıldıkları yerlerine gitmeden önce anne, baba, oğul, kız hepsi birbirlerine sarılıp, vedalaşıp ayrılmaları 500 sene sürüyor. Vedalaşma bitince melekler geliyor ve "Vedalaşma sona erdi artık yeter, ayrılın" diyecekler ve herkes (anne, baba, çocuklar) hakettikleri yerlere (cennetine veya cehennemine) gönderilecektir. Cehenneme gidenlere Allah (c.c.):
       —Ey insanlar, ben size şeytana ibadet etmeyin, bana ibadet edin, bu gerçek yoldur diye bildirdim, diyecektir.
       Allah (c.c.):
  —Bugün ağzınıza kilit vuracağım, ellerinizi, ayaklarınızı teker teker konuşturacağım. Nitekim orada hiçbir şey gizli kalmayacak. Allah (c.c.) her yaptığınızı bilir. Allah (c.c.)'ın fazlı, ihsanı çoktur.
      İnsanın omuzlarında iki melek vardır: İşlenen bir günahı, tövbe edebilir diye sağdaki melek soldaki günah yazan meleğe 24 saat yazdırmıyor, 24 saatten sonra tövbe etmezse bir günah yazılıyor. Sevap meleği ise, her sevap ve iyilik için 10 ile 70 katı sevap yazıyor, beklemeden hemen yazıyor. Bundan büyük nimet var mı?
      Allah (c.c.) kulunu affetmek için ufak bir bahane arıyor.
      Allah (c.c.) öyle istiyor. O halde biz de gayret edelim.
      Dünya ile mağrur olmayalım, kandırılmayalım.
      Sofiler ayakta çok beklediler. Onun için sohbetime burada son veriyorum. Cuma'ya kadar inşallah eve gideceğim. Allah hepimizi affetsin."
Kaynak:Alperen Dergisi.

     

6 Mart 2016 Pazar

HAS BAHÇENİN GÜLLERİ



                               
                                     HAS BAHÇENİN GÜLLERİ
SELİM GÜRBÜZER
Nasıl ki   her bir sanat eseri   kendi sanatkârlarını gösteriyorsa,  her bir gül bahçeside kendi bahçıvanlarını göstermektedir.  Hatta o bahçıvanlar    bu  dünyadan göç etmiş olsalar da  ardından bıraktıkları  her bir Gül fidan  sayesinde  tasarrufatlarını  devam ettirebiliyorlar.  Örnek mi? İşte  Seyda Hz.leri bunun en  bariz örneği zaten. Gerçektende  Seyda Hz.leri göç ettiğinde bir baktık ardından bıraktığı  her bir Gül fidan  yurdun dört bir yanında irşad ettiklerini gördük. Yani bu  demektir ki, ardından  bıraktığı Gül fidanlardan birini kaynağında (Menzil’de)  bırakmak suretiyle  kimi İstanbul’da, kimi Urfa’da, kimi Konya’da, kimi Van’da irşad faaliyeti yürütmek için vardır. Hem büyükler boşuna mı demişler  Bir kilime  on derviş sığar, ama  on şeyh soğmaz“ diye. Hiç kuşkusuz bu kelam boş bir kelam değil elbet. Bu yüzden   her bir yetişen Gül fidanın yurdun  çeşitli yerlerinde   irşad etmeleri gayet tabii bir durumdur. Dolayısıyla şu mekanda  veya bu mekanda bulunmanın  pekte  bir kıymeti harbiyesi  yoktur, burada önemli olan  üstlendikleri  görevi en iyi şekilde deruhte etmeleridir. Madem öyle,  Seyda Hz.lerinin  vefatıyla birlikte  irşada koyulan “6 Gül  halife“  nasıl vazife yüklenmişler  bir görelim. Bu arada şunu belirtmekte fayda var   her bir Nübüvvet Gülünü  anlatmaya bizim gücümüz yetmez, yinede  biz  dilimizin döndüğü kadarıyla  Seyda Hz.lerinin  has bahçesinde yetişen her bir Gül fidanını koklamaya çalışalım.
         SEYYİD ABDÜLBAKİ HAZRETLERİ
                            (Gavs-ı Sani )                                            
       Bilvanis, Siyanüs, Taruni, Havil, Dilbe, Nurşin, Kasrik ve Gadir köylerinden soluklayıp Menzil köyünü  mesken tutunan  Gavs Hz.leri ve oğulları bu köye  geldikleri günden  bugüne,  hatta  kıyamete dek sürecek bir irşad faaliyeti  içerisinde bulundukları artık bir sır değil. Hiç şüphe yoktur ki  Allah sırlarını takdis etsinsırrın gereği  olarak  gelişlerinde ki temel  gaye ve hedef Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Kasr-ı Arifan’da başlattığı  Tarikat-ı Nakşibendiyye nisbetini Menzil’de daha da uç noktalara taşımak olmuştur. Nitekim  bu temel  gaye ve hedef  doğrultusunda    köy köy, diyar diyar hicret etmeyi de göze almışlardır. Öyle ki,  hicretlerinin en son evresi  Menzil köyünde  durakladıklarında   babaları Gavs Hz.leri  burası için    İkinci Buhara“ demekten kendini  alamaz da.
       Gerçektende Menzil’de duraklamak bir bambaşka hissiyattır. Çünkü Medine’yi de hatırlatan  en son durak olacaktır burası. Meğer   köy köy, diyar diyar  dolaşmak   iş olsun babından sıradan bir göç  değilmiş,  bilakis Şahı Nakşibend (k.s)‘ın nisbetini  yeniden ihya ediş  hicretidir bu.  İyiki de Baba Gavs, Gönüller Sultanı Seyda ve  Oğul Gavs  hicret etmişler, bu sayede Kasr-i Arifan ruhu Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri ve  oğulları eliyle yeniden dirilişe geçmiş oldu. Hem nasıl dirilişe geçmesin ki, bikere bu hamurun  mayasını   çok yıllar öncesinden elden ele  Şeyh Abdurrahman-ı Tahi (k.s), Şeyh Fethullah (k.s), Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s) ve  Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s) eliyle yoğrulmuş, sonrasında yoğrulmuş bu hamurun kıvam haline gelme işi de  başta babaları Gavs Hz.leri olmak üzere evlatlarına düşecektir. Gerçekten de bu anlamda  Menzil  ikinci  Buhara olmayı çoktan hak eder bile. Malumunuz her iki oğul da Gavs-ı Bilvanisi Hz.lerinin göz bebeğidirler. Baba Gavs  dar-ı bekaya göç ettiğinde  nöbeti Seyda Hz.leri devr alacaktır. Seyda Hz.lerinden sonra ise   kardeşi Oğul Gavs Seyyid Abdülbaki Hz.leri devr alır. Aslında Abdulbaki Hz.leri kardeş olmanın ötesinde pazara kadar  değil mezara kadar  teslimiyet örneği sergilemiş  tam manasıyla yar ve yardımcı yoldaşıdır. O‘nu bilenler bilir zaten. Hele o‘nu bilhassa eski  sofilere bir sorun  ta Seyda Hz.leri  zamanından  beri  iki büklüm bir vaziyette  arkasından peşi sıra   izini iz süren bir yoldaş olduğunu söyleyeceklerdir. İcabında  kalabalıktan dolayı  meramını  dile getiremeyenler  ona koşuyorlardı.  Çünkü Seyda Hz.lerine ulaşmak zor olabiliyordu, bu yüzden  sofiler  sıkıştıklarında hep ona  müşkülünü sorarlardı. Allah var, o‘da sofileri  hiç kırmayıp  Seyda Hz.lerinin omuzundaki yükü hafifletmeye çalışırdı hep. Oldu ya, sofilerle  hemhal olduğu  o esnada  Seyda Hz.leri   çıka geldiğinde  değim yerindeyse o an  tası tarağı toplayıp  iki büklüm bir  halde derhal  adaba geçerdi. Öyle ki, o an gök çökse, yer yarılsa bile hiç  islimini  bozmayacak  bir adap duruşuydu  bu.  Zaten  biri çıkıp  Seyyid Abdulbaki  denince ilk akla  ne gelir  diye sual etse, hiç kuşkusuz sofilerin vereceği  cevap   Adabın ta kendisi zattır olacaktır. Böylesi  bir cevaba   şaşmamakta gerekir. Çünkü Seyda Hz.lerinin döneminden beri  sofiler   hep onu  böyle gördüler, hep böyle bildiler. Değilmidir ki  o‘nun   tıpkı ölü teneşirinde ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi duruşu, Menzil’in İkinci Gavs’ı Sanisi olmasına ziyadesiyle yetmiştir bile. Tabii ki böylesi bir  mertebeye  erişmek  ansızın vuku bulmadı, tâ çocukluk  çağına  uzanan  çile bülbülüm çile diyebileceğimiz  büyük bir  gayretin ve  çabanın  neticesi bir mertebedir bu.  Öyle ya, nasıl ki bülbül âşığı temsil ederken, gül de ister istemez  mâşuku temsil edecektir.  O halde  bülbül gülün dikenine rağmen  çileye razı olup  aşkla  bağlı kalırda  Oğul Gavs bağlı kalmaz mı? Hem de Bu kapıda ne kadar çile  çekersem o kadar ecir alırıım dercesine bir bağlılıktır bu. Düşünsenize  çocukluk çağında  verem hastalığına yakalanıp  zayıf ve bitap bir hale düşer de. Olsun yine de Oğul Gavs  dergahın  hizmetinden bir an olsun  geri durmayacaktır. Aslında  bu zayıf ve bitap düşüş hali o‘nun  ilerisinde  manevi  heybet bir hale bürüneceğinin  ilk işareti taşıydı. Nitekim  ileri ki yıllarda üzerinde heybet hali  daha da belirgin hale  gelir de. Babası Gavs-ı Bilvanisi  (k.s) pekala biliyordu ki,  bu yol çile  üzerine kurulu, bu yüzden  oğlunu  bu hal vaziyette bile Siirt ve Van’a ilim tahsili için   göndermekten imtina etmez de.  Oğul Gavs gittiği yere sadece ilim tahsili için mi gider, bunun yanısıra   tevbe vermek içinde gider.    Öyle ya, madem  babası  vazifelendirmiş o halde gereğini yapmak gerekirdi. O da hiç yorulmak nedir bilmeksizin  gereğini yapar da. Ancak Yusufiye  çilesi de beraberinde gelecektir. Gelmeside gayet  tabiidir, çünkü  etrafında  halka  genişledikçe  birilerinin uykusu kaçacaktır.  Neymiş efendim, yöre halkı  içki alışkanlıklarını terkediyormuş da, yok şuymuş da, yok buymuş da eften püften sudan bahanelerle  durumdan vazife çıkarıp  şikayet edeceklerdir.  Derken  iki-üç günlük tevkifin ardından  otuz günü bulan  bir tutukluluk hadisesinin ortasında bulur kendini.  Tabii ki  bu tutukluluk  hali  hiç arzu edilmeyen bir durumdu. Yani  sofilerin canını sıkıcak bir durumdu. Bu noktada sofiler çok endişeliydiler,   bundan dolayı herkesi Baba Gavs duyduğunda  üzülecek endişesi sarar.   Tabii,   Molla Ahmed ilk etapta  durum vaziyeti  Gavs’a  haber vermeye  cesaret edemez,  sadece  haberi dayısı Seyyid Sıtkı’ya duyurmakla yetinecektir..
Peki iyi hoşta,  Dayı Sıtkı‘ya durum  vaziyet bildirildiğinde ne oldu derseniz,  elbette ki Gavs üzülecek diye haber vermemek  doğru  olmazdı, doğru olan  haber vermekti, bundan sonrasınıda  istersiniz  gelin dayı Sıtkı‘nın anlatımından dinleyelim. Nasıl mı? Menzil’de Seyda Hz.lerinin anısına Seyyid Saki Hz.leriyle yaptığıım röportajın ardından  bir ara  Seyyid Dayı Sıtkı‘nın dükkanına girdiğimde bizatihi  kendisine sorduğumda ancak  bu kısmı  öğrenebilmiş  oldum. Sağ olsunlar  kendileri de  lütfedip  Molla Ahmed’den aldığı haberi  Gavs’a  nasıl aktardığını  bana şöyle anlattılar:
“Tabii ben Molla Ahmed’den aldığım bu haberi Gavs Hz.lerine söyleyince  üzüleceğini sanmıştım,  beklediğimin tam  aksine  bir  baktım yüzü çiçek gibi açıldı. Öyle içi ferahladı ki, dönüp  bana şöyle dedi:
-Bundan daha ne büyük  nimet olabilirdi ki?  Kaldı ki bu kutlu  yolda İmam-ı Rabbani, Şahı  Nakşibend, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Hazne  gibi  nice  Sadatlar çile çekmişler, Abdülbaki çekmiş çok mu, zaten  bu hadiseyle birlikte Sadatlara  mutabaat yapmış oldu. Nasıl ki başkaları suç işlediğinde tevkif edilip ceza yiyorsa, Oğlum da Allah yolunda tevkif edilip nezaret altına alınmış.  Dolayısıyla ne kadar şükretsek o kadar azdır.”
Evet; Yöre halkının git gide kötü alışkanlıklarını terk etmesinden rahatsızlık duyanlar, hemen 25 muhtardan topladıkları imzayla durum vaziyeti Yüzbaşı’ya intikal ettireceklerdir. Tabii Yüzbaşı da boş durmayacaktır, o da huduttaki bir başka komutana intikal ettirip en nihayetinde gözaltına alınır. Şikayet ettilerde ne oldu, otuz gün sonra serbest bırakıldığında pişmanlık duyacaklardır. Üstelik şikayet edenlerin bir kısım  hakikati gördüklerinde    bu  yola da girecektir. Tabi  baktılar ki bu toy yaşta  gencecik talebeye  ne kadar çile çektirsek, Allah’da  kat be kat bin  misliyle  daha da  feyz ve bereketini artırıyor. En iyisimi  yol yakınken  tevbe etmekte fayda var deyip onlarda  hatme halkasına oturacaklardır. Şu bir gerçek  hiç bir şey yapanın yanına kâr kalmıyor. Şayet ortada bir kâr menfeat varsa, o da  hiç şüphesiz  Allah yolunda çile çekenlere has manevi şirket hükmünde hatme halkası kâr sermayesi vardır. Nitekim 30 günlük Yusufiye çilesinin ardından   heybesine doldurduğu manevi sermaye ile birkte dönüş yine Menzil’edir. Ama    yine de  O, dönem dönem  ilim tahsili  için oralara gidip gelmeyi  ihmal etmeyecektir.  Çile bu yolun  aşıdır  zaten, pes etmek doğru olmaz elbet.  Başta da dedik ya,  bu yolda ne kadar çile, o kadar ecir vardır..
            Öyle anlaşılıyor ki, Gavs-ı Sani  Hz.lerinin  çocukluktan  halifelik dönemine  kadar olgunlaşmasında  baba Gavs Hz.leri, Molla Derviş ve  pekçok   medrese hocalarının yanısıra  kardeşi Seyda Hz.lerinin de çok büyük  emeği ve desteği sözkonusudur.  Onlar destek verir de  meyve vermez mi? Hem de öyle  meyve verir ki  kalemle, kitapla izah edilemeyecek  derecede meyve verecektir. Seyda Hz.leri nasıl ki  Gavs Hz.lerinin emrinde  koşturup Gönüller Sultanı olduysa, Seyyid Abdulbaki (k.s)’de Seyda Hz.lerinin emrinde  koşturup babalarının  İkinci Buhara diye andığı Menzili Şerifin İkinci Gavs-ı Sanisi olacaktır. Dahası Seyda Hz.lerinin irşat döneminde gösterdiği  o müthiş teslimiyetiyle  birlikte  Menzil-i Şerif  artık kabına sığmaz bir  vecheye  kavuşurda.
Düşünsenize  Gavs-ı Sani  Hz.leri genç yaşlarda hastalığından dolayı çok zayıf ve cüssesiz bir fiziki görünüme sahipmiş.  Ta ki, Gavs Hz.leri  oğlunu  tedavi için Ankara’ya  gönderir, işte  o gün bugündür  heybet hali üzerinden hiç kalkmayacaktır..  Tıpkı babası Gavs Hz.leri gibi   üzerine heybet hali hakim olur. Keza yüz siması da  aynı hal alır. Bu nedenle Gavs-ı Bilvanisi’yi dünya gözüyle görmeyipde merak eden varsa  oğlu  Seyyid Abdulbaki’ye bakmaları kâfidir dersek yeridir. Gerçekten de bu yüz benzerliğini,  bugün olmuş  halen  hayatta  yaşayan Gavs-ı Bilvanisinin sofilerine sorduğmuzda  onlarda  tıpkı babasının bir  kopyası olduğu  şeklinde  tarif etmekteler.  Peki,   sadece yüz benzerliği mi,  elbette ki  ahlaki benzerliğinden tutunda  bir dizi  yaşanmış çileler, hastalıklar ve sabır yürüyüşleri de  buna dahil. Ne mutlu böylesi bir oğula  ki  babasının izini iz  sürüp Seyda Hz.lerinin  has bahçesinde  olgunlaşaraktan    en nihayetinde sofilerin  hem yoldaşı, hem de Oğul Gavs’ı oldu.
Düşünün ki o  daha çocukluğunu yaşamadan  hayatında iki şeyi aziz bilerek kemale erecektir. Birincisi Kur’an ve hadis ışığında yol alarak, ikincisi de  canından aziz bildiği babası Gavs-ı Bilvanisi ve  kardeşi Seyda Hz.lerinin  izini iz sürerek  ilerleme kayd edecektir. O’na da o yakışırdı zaten. Bu öyle bir iz sürüşdir ki,  önce babasının izini iz sürerken kendinden geçer,  sonra da kardeşinin izini iz sürerken. Nasıl mı?  Canından aziz bildiği   babası Gavs Hz.leri vefat ettiğinde  adeta şok haline girip markada kapandığında  kendinden geçer  elbet.  Dile kolay, Gavs Hz.leri hayatta iken ona  öylesine candan  sıdk ile bağlıydı ki, bir anda onun yokluğu ona çok  ağır gelecektir.  Öyle bir şok geçirmedir ki,  yıllardır dergah hizmetlerine beraber  koştuğu  kardeşi Seyda Hz.lerini o an  unutacak derecede bir şok halidir bu. Düşünsenize Seyda Hz.leri babasının vefatınınn akabinde irşada  başlamış, hatta  aradan  yirmibir gün geçmiş, o hale şok halinden çıkıpda  kardeşine biat edememişti. İşte kendinden geçme  deyibileceğimiz  bu şok  hali Seyda Hz.lerine beyatını geciktirmesine neden olur.  Tabii Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu haline taaccüb edenlerde  olmuş.  Neyse ki, Seyda Hz.leri  taziyelerin yirmi birinci gününde markad’a gidip  Kur’an okuduğu esnada kardeşi de  murakabe halde  oradaymış zaten. İşte  o an   orada  ne oluyorsa oluyor kardeşine:
“-Ya Abdulbaki otur...” der demez tevbe almasıyla  beyat alması aynı anda  gerçekleşmiş olur. Hatta bu hususta  Gavs (k.s.)‘ın  maneviyatta  Seyda Hz.lerine üç sefer:
“-Muhammed Raşid, Seyyid Abdulbaki’ye dikkat et. O’nu sana teslim ettim” demesi üzerine beyat ettiği de rivayet edilir. Böylece Seyda Hz.leri Seyyid Abdulbaki’ye “Otur” deyip emanet yerini bulunca o şok hali kendiliğinden ortadan kalkıp Ebu Bekir-i Sıddıki bir teslimiyete dönüşecektir. Derken, Seyda Hz.leri ilerisinde o’nun halifeliğini Molla Abdulbaki ile beraber verecektir.  Her  ne kadar  Gavs-ı Bilvanisi Hzleri hayatteyken en büyük yardımcısı  Seyda Hz.leri  olsa da  büsbütünde yanlız sayılmazdı.  Çünkü  o yıllarda da   yine  yanında  en büyük yardımcısı  kardeşi Seyyid Abdulbaki Hz.leri  hep var olacaktır. Malumunuz, Seyda Hz.leri  babası Gavs Hz.lerinden  sonra irşada başladığında, yine yanında  en büyük yardımcı yine  hep kardeşi  olmuştur hep. Babası  Gavs döneminden tek fark, sadece  dergah hizmetlerinde  Mürşit-Halife ikilisi şeklinde yürüyor olmasıdır. Üstelikte tüm bunları yaparkende sırt kısmında nükseden dayanılmaz derecede ağrılarına rağmen yardımcı olmuştur.  Her ne kadar Abdulbaki Hz.leri sırt ağrılarını Seyda Hz.lerine belli etmemeye çalışsada, nereye kadar gizleyebilirdi ki. Bir şekilde sırt ağrıları çektiği gözlerden kaçmayacaktır. Ta ki Seyda Hz.leri emir buyurur,  işte o zaman el mahkûm Ankara’da ameliyat olmaya karar verilip böylece ağrıları dindirilmiş olur.   
Vakta ki, Seyda Hz.leri de bu dünyadan göç ettiğinde bütün yük üzerine binip Menzil’in işleri daha da bir yoğunluk kazanacaktır. Bir yandan camii inşaatı, diğer yandan markad inşaatı ve diğer yandan vakıf faaliyetleri bunun en büyük göstergeleridir. Menzil artık gelen misafirleri maddeten kaldıramadığı içindir büyük çapta inşaat ve imar faaliyetlerine hız verecektir. Tabii bu işlere tam koyulmadan önce ilk iş Türkî Cumhuriyetlerini ziyaret etmek olacaktır. Yani, buralarda Sadatların kabr-i şeriflerini ve bulunduğu mekânları ziyaret edecektir. Sonrasında ise Umre ziyaretiyle Allah’ın beyti Kâbe’ye, Gül Nebinin Mescid-i Nebevisine yüz sürecektir. Malum, tüm bu ziyaretlerin akabinde ise dönüş yine Menzil’edir. Besbelli ki bu sıradan bir dönüş değil, baba Gavs’ın ve kardeş Seyda (k.s.)’ın temellerini attığı Menzil’i daha da mamur hale getirmek için bir dönüştür bu. Nitekim de Menzil’e daha ayağını basar basmaz tez elden markad ve camii inşaatına hız verecektir. Bu arada sene içerisinde fırsat bulduğunda ise mürşidi Seyda Hz.lerine mutabaat edip Afyon ve Pursaklar’ı ziyaret edecektir. Keza daha ileri ki yıllarda da Umre ve Hac ziyaretlerinde bulunacaklardır. Derken o çok yoğun tempo içerisinde yürüttüğü irşad faaliyetleri arasında geriye dönüp baktığımızda baba Gavs ve kardeşi Seyda Hz.lerinden devr aldığı Tarikat-ı Nakşibendiyye nisbetini kat be kat daha da artırdığı görülecektir. Elbette ki görünen köy kılavuz istemez, bütün yaptıkları her şey ortada zaten. Baksanıza Seyda Hz.leri dönemindeki gibi tek tek, ya da on kişiye birden elle tövbe vererek kalabalık dizginlenemiyor artık. Yüzlerce,  hatta binlerce kalabalığın yükü ancak sarık şeklindeki bez şeritle kaldırılabiliyor. Aksi takdirde tek tek ya da onar onar verilmeye kalkışılsa ne namaza, ne hatmeye, ne sohbete ne de hizmete vakit yeter. Kaldı ki şeritle tövbe verdiği halde yükü halen hafiflemiş sayılmaz, zar zor namaza vaktine yetişmekte. Şu da var ki, Allah’a tam teslimiyet olmasa bu denli yükü omuzlarında taşıması asla mümkün olamazdı. İşte bu nedenledir ki Nakşibendî Sadatları için Allah’a tam teslimiyet ve tam tevekkül olmazsa olmaz şart hükmünde bir temel dusturdur.
          Peki, onca çileler ne için yaşanmıştı derseniz, şüphesiz Allah’ın rızasını kazanmak içindi. Buna inancımız tam da. Düşünsenize camii hınca hınç dopdoluluktan nefessizlikten dayanılmaz bir halde olduğu halde, o yine de her şart ve ahvalda durmak yok yola devam deyip bir yandan namaz kıldırmakta, bir yandan Hatme-i Hacegan yaptırmakta, diğer yandanda tevbe vermektedir. Gerçekten de şöyle etraftan bir baktığımızda gerek imar faaliyetleri, gerek ameli faaliyetler, gerekse kültürel faaliyetler olsun hiç fark etmez,  her üç faaliyetinde bir arada yürütülüyor olmasına bir türlü insan akıl sır erdiremiyor. Üstelik tüm bunları sırtında nükseden dayanılmaz bel ağrıları çekmesine rağmen yürütmekte. Şayet biz o halde olsak, ne yapacağımız besbelli, ahlanmaktan sızlanmaktan inlemekten geri duramayıp ayan beyan her şey ortaya dökülecekti. Dahası yeri göğü inleteceğimiz her halimzden besbelli olacaktı. Ama sözkonusu Allah dostları olunca, öyle olmuyor. İşte görüyorsunuz bunun en bariz örneği zaten önümüzde duruyor. Nitekim bu hususta Gavs-ı Sani Abdülbaki Hz.lerinde şimdiye dek en ufak ne uflanma hali, ne hayıflanma hali, ne de sızlanma hali gördük. Zaten görmeyiz de. Nasıl görülsün ki?  O‘nun öyle narin, öyle zarif bir ruh seciyesine sahip bir mizacı var ki, dayanılmaz bel ağrılarını bile dile getirmeyi kendine hayâ edinecek bir karakter abidesidir o.  Sofiler onun bel ağrıları çektiğini ancak sırtını çeviremediği anlarına şahit olduklarında ya da da camiye tekerlekli sandalye ile teşriflerinde farkedip hissedebiliyorlardı. Bunun dışında en son gelen aşamada ise   bel ağrıları öyle   bir hal alır ki,  artık   saklayamaz da. Çünkü  namaz vakitlerin  pek çoğunu  oğlu  Seyyid Saki Hz.leri  kıldırmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, Ehl-i Beyt Gül nesli   ne kadar  çile çekse  Allah’da ona  göre   ecirlerini daha da   artırıp manevi makam almalarına vesile kılmakta, buna asla şüphe duymayız da. Çünkü biz biliyoruz ki, dünyada en çok çile çekenler Peygamberlerdir,  dolayısıyla bu çileden Peygamber varislerinin de istifade etmeleri gayet tabii bir durumdur. .
            Velhasıl-ı kelam,  Seyyid Abdülbaki Hz.leri  için  en son şunu diyebiliriz ki;  O Tarikat-ı Nakşibendiyye nisbetini Seyda Hz.lerinden devr aldığından bugüne camii,  medrese, markad,  tuvalet ve çeşme inşaatı gibi pekçok  imar faaliyetlerine hız vermesiyle, yine  vakıflaşma, dergi, kitap, televizyon radyo yayını  gibi bir dizi  kültürel  faaliyetlere girişmesiyle,  keza  tevbe  almak için  gelenlere  artık elle değil sarıkvari bir şeritle tövbe  veriyor  olmanın yanısıra sofilerin eksiklklerinin giderilmesi noktasında da sohbetciler tayin ediyor olması gibi pekçok ameli faaliyetleriyle dikkat çeken  bir Hadimül hizmetkâr Gönül Sultanı olarak biliriz. Burada cümlenin sonuna dikkat ettiyseniz  hizmetkâr dedik. Niye acaba derseniz, her şey gayet açık,   çünkü  Menzil’de bilhasssa bu dönemde kazanlarla  daha çok çorba  kaynatılıyor olması,  daha çok buğdayın değirmende öğütülüyor olması, daha çok ekmeğin fırına verilip kızartılıyor olması, çok sayıda musluklardan su akıtılıyor olması  gibi bir dizi  hizmet alanlarının genişlemesi gibi olağan üstü gayretler hizmetkarlığının en belirgin zişanı zaten.  İşte bu yüzden hizmet nimettir buyurmaktalar.  
         Not: Bu yazı 1995+1996 yılları arasında   Gündüz Gazetesinde yayınlanmıştır. Tekrar güncel haliyle yeniden  Bayburt Postası okurlarına ithaf olunur.
MOLLA YAHYA EL ABBASİ  EL HAŞİMİ HAZRETLERİ
Molla Yahya Hz.leri  tâ 1957-1958 yılları  arasında Gavs Hz.lerinden beyat aldığından beri  kendisine Menzilin  öz evladı gözüyle bakılmıştır hep. Nasıl böyle bakılmasın ki,  ta Gavs’ın  zamamnıda Kasrik dergahında  hem ilim tahsil etmiş hem de Gavs’ın yol arkadaşı olmuştur. Derken bu arada  Gavs Hazretlerinin oğlu  Seyda Hazretleriyle de   aralarında dostluk bağı kurulur.  Öyle ki  birlikte  medrese ilmi tahsil edecektir.  Tabii ki ilimde de  Seyda Hz.leri  öndedir, bu yüzden imamlığa  Seyda Hazretleri, kendisi de  müezzinliğe geçecektir. Malum, Seyda Hz.leri  irşad postuna oturduktan sonra da  yine dostluk  tam gaz devam edecektir,  ama  bu kez  dostluk  farklı şekilde tezahür edecektir.  Yani Seyda Hz.leri mürşid dost, kendisi ise halife dost olacaktır. Ki, bu dostluk  Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte  İstanbul‘da irşada koyulmasıyla da taçlandırılmış olur. Hiç kuşkusuz Molla Yahya Hz.leriyle yazılacak daha pek çok şey var. Ama  daha önceden de kendisiyle ilğili  Enpolotikde  yayınlanan  İlimsiz Tasavvuf Asla! başlıklı  makale yayınlandığı için şimdilik bu kadarıyla yetinebiliriz. Yinede geniş bilgi isteyenlerin  şu linke tıklamaları kafidir:
MOLLA FARUK-İ MUHAMMED EL KONYEVİ  HAZRETLERİ
Molla Muhammed Hz.leri deyince   aklımıza  hep Seyda Hz.lerinin müezzini olarak gelir hep.  Hatta bundan öte o bizim  Bilali Habeşimizdir dersek  yeridir.  Madem öyle,  bize Bilali Habeşiyi hatırlatan  Molla Muhammed Hz.leri  ilgili bilgiyi Ahmet Öz’ün bir kitabının önsözünde Molla Muhammed Konyevi hakkında kaleme aldığı  biyografisini aktararak bu bilgiyi  edinmiş olalım. Ancak kitabın önsözünden  alıntı yaparken Seyda  ismi geçen   satırlarda Seyda yerine  Molla Muhammed olarak   isimlendirip öyle  aktardım. Çünkü okurlarım Molla Muhammed Hz.lerini mürşidi Seyda Hz.lerinin ismiyle karıştırmasın diye böyle yaptım. Her neyse fazla sözü uzatmadan asıl mevzuya  geçebiliriz:
 Molla Muhammed Hazretleri, 1942 yılında Mardin ilinin Kızıltepe ilçesine bağlı Konaklı köyünde doğdular. Altı yaşına geldikleri zaman o yıl köylerine açılan ilkokula kaydoldular. Öğrenimleri devam ederken aynı zamanda dayılarının yanında Kur’an-ı Kerim öğrendiler. Bu esnada dayıları, seni medreseye göndereceğim derlerdi. Molla Muhammed Hz.lerinin okul öğretmenleri onu öğretmen okuluna gönderme kararı verdiler. Bu zaman zarfında Molla Muhammed Hz.leri öğretmen okulunda namaz kılmaya müsaade etmediklerini öğrenip, bu karara karşı çıktılar. Okulu bitirince bir süre kendi koyunlarına çobanlık yaptılar.
Molla Muhammed Hz.leri, aradan bir süre geçince yanına  bir yatak alarak evden kaçtılar. Bir medreseye yerleştiler. Bu günlerden bahsederken: “O günlerin tadı bambaşka idi. İlim ve din aşkı ve din aşkından deli olacaksın”diye üzüldüklerini beyan ederlerdi diye aktarıyor.
Medrese yılları boyunca bütün arkadaşları ile hoş vakit geçirmeye çalışır ve azami dikkat sarfederlerdi. Hocalarını da memnun etmek için var güçleri ile çalışırlardı. Hatta hocalarından birisinin şöyle dediği nakledilmiştir: “Yalnız o talebeliğin hakkını veriyordu.”  Molla Muhammed Hz.leri hocalarını anarken; “Allah onlardan razı olsun” diye dua ediyorlar.
Medrese arkadaşları ile çok iyi geçinmelerine rağmen, bir gün arkadaşı ile ağız kavgası yapmışlar. Şer’an dahi arkadaşı haksız olmasına rağmen o gece herkesin uyumasını bekleyip, daha sonra gidip o arkadaşından özür dilemiş ve helalleşmişlerdir. Böyle davranmalarına neden olarak şu âyeti celileyi gösteriyorlar. “Bir kimse sahibi bilcem’den (birlikte olduklarından) sorulacaktır.
Hocalarından birisi de Seyda-i Molla Süleyman Banihi idi. Çok yaşlı idi. Hatta Şah-ı Hazne (k.s.)’nin halifesi olan Şeyh Abdurrezzak da ondan ders almıştır.
Molla Muhammed Hz.leri ve bir arkadaşı ile beraber medreseden ayrılmaları icap etmiştir. O zaman Seyda-i Süleyman Banihi onları yanına alıp evine götürdü ve çay ikram etti. Dedi ki: Bu güne kadar çok talebe okuttum. Ancak hiçbirinin gidişine bu kadar üzülmedim. Siz hem talebe olarak hem de ahlak olarak çok başkasınız. Gidişiniz beni üzüyor. İşte böyle hocalarını memnun ederlerdi.
Medrese yılları esnasında bütün talebeler harmanlara çıkarak zekat toplarlardı. Molla Muhammed Hz.leri okumasına devam ederdi. Ramazan ayında civar köy camiilerine giderek imamlık yapıp harçlık temin ederlerdi. Bu şekilde devam edip daha sonra kayınpederleri olan Molla Abdüssamed Hazretlerinden mollalık icazetlerini aldılar. Ve memleketleri olan Konaklı köyüne döndüler.
Konaklı köyünün imamı amcalarının oğlu idi. O kişi bu görevden ayrılınca köy halkı görevi kendilerine teklif ettiler. Molla Muhammed Hz.leri  kendi köyü  olması hasebiyle  kabul etmek istemedi. Ancak ısrar üzerine onlara iki şart koştu. Bunlardan biri davul zurnalı düğünlerin terk edilmesi ve kadın erkek bir arada oynamamaları idi. İkincisi ise beraberlerinde getirdikleri talebelerin bakımının üstlenilmesi idi. Köylüler bu şartları kabul ettiler. Orada küçük bir medrese yaparak üç yıl ikamet ettiler. O günlerden kalan bir anı şöyledir. Köy halkından birisi düğün isteyince şu cevabı verdi. Kızınızı altınla süsleyip verseniz de, biz imamımıza  söz verdik. İsterseniz vermeyin. Üç yıl sonra kendi tabirlerince oradaki nasipleri bitti ve köylülerden birisi düğününü bu şekilde yapınca oradan ayrıldılar. Bazı geceler hayırlı bir yer ve hayırlı bir nasip dileyerek ağladıklarını anlatıyorlar.
O sıralarda Gavs Hz.leri (k.s.a.) vefat etmişler ve Seyyid Muhammed Raşid Hz.leri (k.s.a.) irşada başlamışlardı. Seyda Hz.leri Molla Muhammed Hz.lerini Menzil’e davet ettiler. Yanlarında Molla Abdüssamed olduğu halde Menzil’e geldiler. 20 küsur yıl orada hizmet ettiler. O günleri anarken de; “Keşke bütün ömrümüz hizmetlerinde geçseydi. Allah (c.c) onlardan razı olsun” diye anlatırken gözleri doluyor.
Molla Muhammed Hz.leri Seyda Hz.lerinin vefatından 6 ay teberrüken Menzil’de kaldıktan sonra, hayattayken işaret buyurdukları Konya’ya hicret ettiler. Halen Konya’nın Ankara yolu üzerinde 18 km.sindeki Kayacık Köyünde tebliğ ve irşadlarını sürdürmektedirler.
Kaynak: Ahmet Öz’ün bir kitabının önsözünde M.Muhammed Konyevi ile ilgili biyografisi.
ŞAH-I URFA  MOLLA SEYYİD ABDÜLBAKİ  BİLVANİSİ HAZRETLERİ
Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri Seyda Hazretlerinin dayısı ve halifesidir. Aynı zamanda Seyda Hazretlerine hocalık  yapan da  ilk isimdir.  Öyle ki; Seyda Hz.leri daha henüz  üç yaşındayken, Siirt’in Kurtalan kazasına hoca olarak gelip,  Seyda Hazretlerine ilk medrese tahsilini vermeye başlamıştır. Evet ilk hoca ve ilk talebe ilişkisi böyle başlar. Derken bu güzel ikili ilerisinin de habercisi olarak birbirlerinden istifade ile Seyda Hz.lerini irşad makamına ulaştırmış,  en nihayet dayısını da ona halife kılmıştır.
Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri ise  öğreniminin büyük bölümünü Gavs Hazretlerinin yanında görmüştür. Hatta sekiz yıl gibi bir süre de Gavs’ın yanında okuduktan sonra, Molla Muhyiddin’in derslerine üç yıl devam etmiş, ordan da Dilbey’de okumaya koyulmuştur. Dilbey Köyü aynı zamanda Seyda Hazretleriyle göz göze gelmek bakımından önemli kavşak noktasıdır. Çünkü o mekan  hem Seyda Hazretlerine, hem de  yeni gelenlerin  Seyda Hazretleri ile birlikte ders okutmanın beldesi olur. Zaten günlerinin çoğu Seyda Hazretleri ile yer, içer, oturur ve muhabbet ederek birlikte geçirirdi. Hem dayı, hem de hocası olmanın bahtiyarlığını yaşayan Molla Seyyid Abdülbaki Hazretleri hane-i saadetin inci gülüydü. Böylece Seyda Hazretlerin hayatını yakinen görme fırsatını elde ettiği gibi, irşad yıllarında Seyda Hz.lerinden halifelik almıştır. Bu arada belirtmekte fayda var; Seyyid Fevzeddin Hz.leri  babasının (Seyda Hz.leri) vefatının ardından birkaç yıl sonra Molla Seyyid Abdülbaki Hz.lerine intisap ederek halifelik alıp Eskişehir’in Sivrihasar’ın Bilvanis köyüne yerleşip irşada başlamıştır.
MOLLA AHMED EL  VAN-İ HAZRETLERİ
Molla Ahmed Hz.lerinin doğum yılı 1948’dir. Hayatının büyük bir bölümü Hane halkı ile geçti diyebiliriz. Böylece 11-12 yaşlarında Gavs Hazretlerini de görme nasib olmuş ve dergahına gitmiştir.Molla Ahmed Hazretlerinin Seyda ile  ilk tevafuku ise 1957-1958 tarihler arasıdır. Ki; o yıllarda Seyda Hazretleri Gavs’ın yanında ve medresede ilim öğreniyordu. İşte 1956’dan beri bu derece yakın olması hasebiyle hem Gavs Hazretlerine, hem de Seyda Hazretlerine karşı  büyük bir sadakale içten muhabbet duyup bu muhabbet Seyda Hazretlerinin damadı  olmasına bile vesile olacaktır.. Bu buluşma Hz. Osman (r.a)‘ın  iki nur zişanını hatırlatan bir buluşma olacaktır. Yani  bu bir anlamda Seyda Hazretlerinden iki kere icazet almak anlamına gelip, hem damat olmuş hem de halife olmasına işaret teşkil edecektir.. Herşeyden öte  onun Sadata olan  derin edebi, hayası, hizmeti, maddi ve manevi güzellikleri herşeye yetiyor artıyor da.
Seyda Hazretlerinin vefatının ardından Van’da Seyda Hazretlerinin takib ettiği yolda irşada koyulmuştur.
SEYYİD YUSUF ARVASİ HAZRETLERİ
Kendisi Gavs-ı Hizanı (k.s.)’ın akrabalarından olup,  aynı zamanda Arvas Seyyidlerindendir.
Seyyid Yusuf Arvas Hazretleri, mollalık icazetini amcası Şeyh Mustafa Hazretlerinden almıştır. Amcası  ise  Şeyh Şahabeddin Hazretlerinin halifesi olması bir yana Nakşibendi silsilesinin Halidiye kolunun büyük zatlarından Gavs-ı Hizani (k.s)’ın torunudurlar da. İşte böylesi büyük bir zatın torununun pınar çeşmesinden beslenip  Gavs-ı Bilvanisi Hazretlerinin dergahında şereflenmek ancak amcasının vefatından sonra, yani tarihler 1966’yılın gösterdiğinde  nasib olacaktır. Malum, o sıralarda Seyda Hazretleri askerde olduğu için tanışamamış, bilahare terhis olup asker dönüşü sonrası  hemhal olacaklardır. Seyda Hz.lerine biatı ise Gavs Hazretleri 1972 yılında vefat edince  gerçekleşir. Böylece bu biatla birlikte uzun bir zaman dilimi diyebileceğimiz  irşat süreci boyunca  Menzil dergahına hizmet için seferber olur. Derken bu seferber olmanın neticesinde 1977 yılında Seyda Hazretlerinin has bahçesinde yetişen Gül tanesi olurda. Seyda Hzlerinin vefatının akabinde ise irşad faaliyetine koyulacaktır.
Velhasıl-ı kelam, yukarıda zikrettiğimiz  her bir Gül tanesini karınca kaderince ancak böyle yad edebildim. Şayet sürçü olan olduysa affola.
Vesselam.
 http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2770/has-bahcenin-gulleri.html