31 Temmuz 2016 Pazar

HACI BAYRAM-I VELİ



HACI BAYRAM-I VELİ
          SELİM GÜRBÜZER

        Hacı Bayram-ı Veli 1352 yıllarında Ankara’nın Altındağ İlçesi Çubuk çayı üzerinde Zülfadl (Sol-Fasol) mevkiinde dünyaya geldi. Gerçek adı Numan bin Ahmed bin Mahmud’dur.  Her ne kadar gençliği hakkında pek teferruatlı bilgi sahibi olmasak da şu bir gerçek gençliğini Ankara ile Bursa’da bulunan âlimlerden ilim öğrenmekle geçirmiş olduğu besbelli. Zaten gençliğini boş yere geçirmiş olsa doğup büyüdüğü Ankara’nın o zaman ki adıyla Engürü’de Melike Hatun’un inşa ettirdiği Kara medresesine müderris olamazdı. Fakat müderrislik vazifesi de bir yere kadardır, ileri ki yıllarda ruhunda hep bir şeylerin eksik olduğunu fark ettiğinde Somuncu Babadan (Hamideddin Veli’den)  gelen davet adeta imdadına yetişecektir. Düşünsenize Şeyh Şüca-i Karamani sırf bu iş için görevlendirilip Kayseri diyarından Engürü’ye gelir. Öyle ya, madem elçiye zeval olmaz, o halde Numan bin Ahmed’le karşılaştığında Mürşidinin davetini iletecektir. Davet gayet net ve açık: O’na selamımı söyle ve davetimi söyle. Al getir, o bize gerek..” davetidir. Böylesi davete can kurban,  tam da Solfasollu Numan’ın ruhunda hissettiği arayışı giderecek bir davetti bu. Derhal medresede okuttuğu talebelerle helalleştikten sonra elçiyle birlikte çoktan yola koyulup davete icabet edecektir. İyi ki de Numan davete icabet etmiş, Somuncu Baba’nın dergâhına varmakla ‘bayram o bayram ola’ bir gün yaşayacaktır.  Nasıl mı? İşte kurban bayramına denk gelen bir günde biat edip “Bayram” lakabı almakla elbet... Sonrasında ise diyar diyar gezip Hac farizasını birlikte ifa ettiklerinde bu kez Bayram ismin başına  “Hacı” lakabı da alıp Aksaray’a geldiklerinde halifelik icazeti ve vekilliği alarak tam manasıyla çifte bayram yaşayacaktır.  İşte o gün bugündür kendisi hep Hacı Bayram-ı Veli olarak yâd edilir.  Nasıl yâd edilmesin ki, Somuncu Babanın kendisi için layık gördüğü ismin ve vekilliğin hakkını tasavvuf yolunda büyük ilerlemeler kaydederek vermiş zattır o. Hiç kuşkusuz tasavvufta yol bir bilenle aşılır. Zaten öyle de olup,  Somuncu Babanın 1412 yılında Aksaray’da vefatının ardından tekrar Engürü’ye dönüş yapıp irşad postuna oturduğunda etkisini gösterecektir. Hele etrafında git gide kalabalık sayısı arttıkça ilgi odağı olur da. Ancak bu denli çekim merkezi olmasında bir takım fitne odaklarının tahrikiyle II. Murat endişeye kapılacaktır. Neymiş efendim güya Ankara’da Hacı Bayram adında bir kişi kendine göre bir yol tutturup halkı başına toplarmış, üstelik padişahın aleyhine konuşarak saltanatına kastedermiş. Bunun üzerine padişah emrindeki birliğe şu talimatı verir:
        “-Tiz getirile, eğer gelmezse zincire vurularak getirile.
        Elbette ki ferman padişahındır,  ama yeryüzünde hangi Allah dostuna haber salınsa fermansızda gelecekleri muhakkak. Nitekim Hacı Bayramı Veli’de kendini almaya gelen birliği Ankara sınırında hoş sedayla karşılayacaktır. Gerçektende bu karşılamayla onca hazırlığın, onca sevk ve idarenin gereksiz olduğu anlaşılır. Zaten padişahın huzuruna çıktığında dedikodu kazanının heveslerini kursaklarında bırakacak manevi tasarrufatla bir gönül kaynaşması vuku bulur da. Öyle ki,  II. Murat’ı kendinden alıp kendine getirecek bir gelişme yaşanır o an.  Sanki Padişah II. Murat gitmiş yerine sade bambaşka biri gelmişti. İşte Allah dostunun nazarı böyle bir şeydir, değişmemek ne mümkün.  Hatta sabaha kadar birlikte sohbet edip böylece II. Murat durduk yere endişe etmenin yersiz olduğunu idrak etmiş olur. Ve o büyük zatı sarayından uğurlayacağı sırada  “Dile benden ne dilersen vereyim” iltifatında bulunurda.  Ancak o büyük velinin hiçbir şekilde hediye kabul etmeyeceği malum, ama yinede Padişahın ısrarı üzere dayanamayıp şöyle der:
       “-Madem öyle, talebelerim üzerinden vergi ve asker mükellefiyeti kaldırılsın bu kadarı kâfidir.”
           İşte bu vedalaşma konuşmalarının akabinde padişah bu isteği tereddütsüz kabul edip o büyük Veliyi Edirne’den Ankara’ya (Engürü’ye) gönül hoşnutluğuyla uğurlayacaktır.
          Ankara’ya dönüşü de bir bambaşkadır.  Müritlerin sayısı eskisinden daha da üç beş misli daha artış kaydedecektir. Ancak bu durum Ankara’nın mali ve askeri düzenini sarsan durum ortaya çıkarması hasebiyle civar illerdeki bir takım emirlerin dikkatinden kaçmayacaktır. Derhal padişaha durumu arz edip şikâyetlerini şöyle bildirirler:
        “-Ankara artık hem  asker, hem de  vergi vermez oldu..”
         Emirler şikâyet ilete dursunlar Yüce Allah’ın şikâyetlerini bertaraf edecek feraseti o büyük veli dostuna verir de. Padişah her ne kadar bir zaman yakından tanıma şerefine nail olduysa da, sonuçta o sadece Hacı Bayram-ı Veli’nin hizmetinde bir padişah değil,  yediden yetmişe hemen herkesin ulu’l-emriydi. Dolayısıyla şikâyet nerden gelirse gelsin zahiren vazifesini yapması gerekirdi. Bu durumda ister istemez Hacı Bayram-ı Veliden talebelerinin sayı ve listesini talep edecektir.  İşte bu talep üzere Hacı Bayram-ı Veli gizlice Ankara’nın Kanlıgöl mevkiinde bir tepeye çadır kurdurup içerisine de iki koyun koydurduktan sonra bir tellal aracılığıyla “Bize intisap eden herkes bu tepeye gelsin” talimatını verir. Zaten sabah olduğunda tellalın ağzından dökülen “Duyduk duymadık demeyin” duyurusuyla başlayan ilk cümleler tüm talebelerinin çadır etrafında toplanmasına yetecektir. Tellal bu kez toplanmış kalabalığa şu çağrıyı yapar:
       “-Şeyhimiz hastadır. Kim şeyhimiz için canını feda ederse inşallah hastalıktan kurtulacaktır.”
           Duyuru iyi hoşta, kalabalıklar şimdiye kadar hiçte alışık olmadık bir duyuruyla karşıya kaşıyaydılar,  hemen “Bu ne biçim mürşitlik, bu nasıl müritlik”  şeklinde homurdanacaklardır. Ve onca kalabalıklar arasından bu çağrıya sadece bir kadın mürit, bir erkek mürit icabet eder.  Öyle ya iki kişi de olsa çadıra alınmalıydı, alınır da.
          Evet,  artık nefeslerin tutulduğu an gelmişti. Her iki can yürekte çadıra alındıklarında kurban hadisesi gerçekleşir, aslında kurban olan o iki can yürek değildi, koyunlardı. Tabii iki koyunun çadıra alındığından haberi olmayan halk,  çadırdan sızan kanları gördüğünde dehşete kapılıp etrafa üşüşeceklerdir. Böylece bu elim vaziyet içerisinde “Şeyh delirmiş,  galiba aklını yitirmiş” deyip oradan uzaklaşacaklardır.  
         Ahali uzaklaşa dursun Hacı Bayram-ı Veli padişaha benim iki talebem olduğunu (Bir rivayete göre bir buçuk müridim olduğunu söylemiş, zira İslam fıkhında erkeğin bir, kadının ise iki şahitliğinden ötürü olsa gerektir) ve bundan böyle diğerlerinin üzerinden hem askerlik hem de vergi muafiyetinin kaldırılmasını bildirir mektubu çoktan gönderir bile.
       Artık Hacı Bayram Veli’nin ömrünün son demleriydi. Bu arada Padişah tüm bu süreçte yaşananlardan etkilenmiş olduğu o kadar her halinden net belli eder ki; bu kez o büyük veliden bir istekte daha bulunur. Der ki;
       “-Tasavvufta kalıp manevi lezzet tatmak istiyorum.
        Hiç kuşkusuz bu istek kabul görmeyecektir,  o’nu bu yola layık görmediğinden değil elbet. O büyük Veli şu gerekçeden dolayı sözlerine açıklık getirir de. Der ki;
        “-Senin bir günlük adaletle ülkeyi idare etmen altmış yıllık ibadete bedel olduğunu, ülke idaresi daha mühimdir.
          İşte görüyorsunuz böylesi bir kelam karşısında dil sükût lehçesine bürünmekten başka ne yapabilir ki. Belli ki her şey bu mana yüklü kelamda gizli. Ve bu kelam gelmiş geçmiş gelecek tüm hükümdarları kapsayacak bir nasihatname özelliğine de sahiptir. Yeter ki Ümmet-i Muhammed’in dirlik ve düzeni için her iş başına gelen idareci bu nasihatnameyi başucu rehberi yapsın bak o zaman ülkemizin semalarında ilelebet gerçek manada bayram havası eseceği muhakkak.
          Hacı Bayram-ı Veli her fani gibi tarihler 1429 yılını gösterdiğinde Hakka yürüyecektir. O şimdi Ankara’nın Ulus Meydanı yukarısının Hacı Bayram camiin yanında ki türbede medfundur. O türbe var oldukça biliniz ki Ankara o ölçüde mana yüklü başkent olarak adından söz ettirecektir. Nitekim TBMM’nin açılışının Hacı Bayram-ı Veli camiinde cuma namazını müteakip dualarla açılması bunun ilk işaretiydi zaten. Hakeza o günden bugüne Hacı Bayram Camiinin hınca hınç ibadet edilir mekân olması ve merkadının çok sayıda ziyaret akınına uğraması adından söz ettirmenin başka bir göstergesidir.
                  Velhasıl;  Hakikat yolunda her günümüz bayram oldukça kıyamete dek o büyük Velinin gönüllerde bayram yaşatacağına inancımız tam olacaktır.
                  Vesselam.



30 Temmuz 2016 Cumartesi

AKŞEMSEDDİN VE FATİH




AKŞEMSEDDİN VE FATİH

SELİM GÜRBÜZER

      Asıl adı Şeyh Mehmed Şemseddin bin Hamza olan Akşemseddin Hz.leri Şam’da doğdu. Kendisi Şeyh Şihâbüddin Sühreverdî (k.s)’ın torunu olup baba tarafından nesebi Hz. Ebu Bekir (r.a)’a dayanır. Yedi yaşına girdiğinde babası Şeyh Hamza'yla birlikte Amasya’ya bağlı Kavak nahiyesine yerleşip İslami ilimleri burada tahsil eder. Sonrasında Osmancık müderrisliğine getirilir. Yaş yirmi beş dediğinde içini ününü duyduğu Hacı Bayram Veli’ye intisap etme arzusu kaplar. Ancak intisap için yola koyulduğunda böylesi bir zatın kapı kapı, dükkân dükkân dolaşıp sofileriyle birlikte yardım topladığını görünce bir anda dilencilik yaptığı zannıyla biat etmekten vazgeçecektir. Oysa kapı kapı dolaşma ihtiyaç sahiplerin ihtiyacını gidermeye yönelik dolaşmaydı. Belli ki Akşemseddin bir imtihanın eşiğinde olduğunu fark edemiyordu, bu yüzden yönünü Halep’teki Şeyh Zeynüddin el-Hafi’ye doğru çevirecektir. Fakat evdeki hesap çarşıya uymayacaktır. Çünkü Halep’e varıp rüya âlemine daldığında kendini kendinden alacak bir hadise ile karşılaşır. Öyle ki rüyada zincir halkasının bir ucu kendi boynuna takılmış halde, diğer ucunun da Hacı Bayram’ın elinde olduğu gösterilir. İşte boynuna geçirilmiş kement zincirle Ankara’ya sürüklenişini gördüğü bu rüya aklını başına getirmeye yeter artar da.  Nasıl aklını başına getirmesin ki,  bikere verilen mesaj gayet net ve açık; tasavvuf yolunda nasibi Halep değil, Ankara’ymış meğer. Derken verilen bu mesaj gereği önce Osmancık’a uğrar sonrasında ver elini Ankara deyip Hacı Bayram Veli'nin zincirine tutunacaktır. İyi ki de rüya âleminde gördüğü zincire tutunmuş, bu sayede seyr-i sülukunu tamamlayıp halifelik alır da. Sadece halifelik mi, hiç şüphe yoktur ki Hacı Bayram-ı Veli’nin vefatıyla birlikte irşada koyulduğunda İstanbul’un manevi Fatih’i olur da.  Dahası İstanbul’un fethi öncesinde payitahta fikriyle ve zikiyle rehber olup sonrasında fethin gerçekleşmesiyle büyük bir zat olduğu tescillenmiş olur.
          Elbette ki böylesi rehbere can kurban,  Fatih Sultan Mehmed’in Fetih hayali öteden beri düşlediği sevdadır. Zira bu konuyu istişare heyetine sunduğunda ekser hazırun: “Beni Asfar'la yapılan savaş sonrası Mehdi’nin himmetiyle İstanbul’un feth olunacağını, bundan dolayı İstanbul’u kuşatılması sevdasından vazgeçilmesi” yönünde ortak kanaat belirtirken, Akşemseddin Hz.leri ise  tam aksine “Önce İstanbul’u Sultan Mehmet fetheder, Mehdi’nin fethinin bu hadiselerden sonra zuhur edeceği” yönünde bir fikir beyan edecektir.  Dedik ya Fatih Sultan Mehmed’in canına minnet tam da istediği türden fikirdi bu.  Ve bu fikir kendisine ilaç gibi gelir de. Ancak İstanbul’u kuşatmaya başlayalı ellinci gün olmuştu ki hala fethediliyor olamaması üzerine bir kısım devlet ricali durumdan vazife çıkarıp padişaha sitemlerini şöyle dile getirirler: “ Bakın, bir sofinin sözüyle sefer eyleyip bu kadar asker zayi oldu, bunca hazine telef oldu. Şimdi Avrupa’dan kâfire yardım geldi, fetih ümidi artık kalmamıştır.
            Onlar sitem ede dursunlar,  hakiki Devletlû padişah odur ki;  inandığı dava uğruna en zor anlarında bile kararından vazgeçmemesidir. Zaten Peygamber müjdesine mazhar olmuş Fatih’e de bu duruş yakışırdı. Derhal veziri Veliyüddin Ahmed Paşa vasıtasıyla Akşeyh’e şöyle haber salar da:  “Kal’a feth olmak, düşman ordusuna zafer bulmak ümidi var mıdır?” Tabii Akşemseddin’den gelen cevap manidardır, yani  ‘bunca müslüman ve gaziler yılmadan usanmadan kâfir kalesine hücum ederse İnşallah feth olacaktır, yeter ki biraz sabr ola’ der. Ancak genç yaşta padişah olmak bu ya,  Fatihin delikanlılık kanı kaynadıkça sabredemez. Hele içi alev alev fetih aşkıyla yandıkça tekrar dayanamayıp veziri vasıtasıyla bu kez  “Tayin vakit eylesin”  ricasında bulunur bile.
            Tabii ki Akşeyh bu ricasına kayıtsız kalmaz. Rabıtaya dalıp ötelerden aldığı işaretle: “ Rebiül evvel ayının 20. günü seher vaktinde Sıddık'ı himmetle filan canibden yürüyüş eylesinler. Ol gün feth ola” müjdesini verdiği gibi en nihai kat’ı müjde sözlerini şöyle beyan eder: “Yarın şu kapıdan (Topkapı)  hisara yürüyüş ola. İzni Hüda ile babı zafer feth olup ezan sedası ile sur’un içi dola, gün doğmadan gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar.
            İşte Fatih aldığı bu mesajlar doğrultusunda ordusunun başına geçip karadan gemileri Haliç’e yürütecek derecede sabahın ilk ışıklarında fethe doğru ilerlerken Akşemseddin’de kimselerin yanında olmadığı bir çadırda Peygamberimizin müjdelediği fetih için dua ve niyazda bulunarak manevi gayret sarf edecektir. Gerçektende tayin edilen vakitte fetih vuku bulur da. Öğlen vakti olduğunda Fatih ve Akşeyh şehre atbaşı beraber gireceklerdir. İlginçtir Topkapı’dan beraber girdiklerinde Bizans halkı Akşemseddin’i padişah sanıp çiçekleri ona uzatırlar. Akşeyh bu durumda Fatih’i işaret edip “gidiniz çiçekleri o’na veriniz” der.  Fatih ise  “Her ne kadar padişah bensem de o’da şehrin manevi fatihi ve aynı zamanda Hocamdır.  Çiçekleri o’na verin” deyip mütevazı bir duruş sergiler.
         Evet, Sultan Mehmed’i ‘Fatih’ yapan en belirgin özelliği işte böylesi bir ruh seciyesine sahip olmasıdır. Nitekim Ayasofya’ya girdiğinde Patriğe şu fermanla çağrıda bulunacaktır: “Ayağa kalk!  Ben Fatih Sultan Mehmed olarak sana ve arkadaşlarına vaadim odur ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız hususunda, ne de hürriyetiniz hususunda endişeye kapılınız. Asla korkmayınız.”  İşte böylesi bir çağrıyla bir anda Bizans halkının teveccühünü kazandığı gibi tüm insanlığa özgürlük dersi vermiş olur da. 
            Peki, Fatih Sultan Mehmet özgürlük dersi vermekle Bizans halkı üzerinde etki alanı oluştururken Müslim tebaa üzerinde nasıl bir etki oluşturur?  Hiç kuşkusuz beyaz at üzerinde Ayasofya’ya doğru ilerlerken o Yüce Peygamberin beyan buyurduğu; “İstanbul muhakkak feth olunacaktır. Onu fetheden ne güzel kumandan ve onu fetheden ne güzel askerdir” hadis-i şerifin şükrünü eda etmekle etkileyecektir.  Öyle ki bu şükrün gereği üç gün içerisinde Ayasofya camiye dönüşür bile.  Nasıl mı? Akşemseddin Hz.lerinin önderliğinde ilk cuma hutbesinin okunup cuma namazının eda edilmesiyle elbet.  Dile kolay,  Fatih Sultan Mehmed Ayasofya’nın kiliseden camiye çevriliş talimatını ordusunda ki ustalara verdiğinde ustalar kısa zamanda gereğini yapıp sıra Cuma namazını kim kıldıracağı hususuna gelindiğinde ömrü hayatında bir kez olsun ikindi namazının sünnetini kaçırmamış olması hasebiyle imamlığa kendisi geçecektir. Fatih imamlığa geçti geçmesine ama ilk tekbirle namaza giriş yapamayacaktır. Tâ ki, Akşemseddin’in maneviyatta şahit olduğu Hızır (a.s) arka safta eksik kalan bir kişilik yerde saf tutmaya ramak kala parmağını direğe sokar işte o an ne oluyorsa oluyor üçüncü tekbirde Fatih’in gözü önüne Kâbe zuhur ettiğinde namaza öyle giriş yapacaktır. Böylece Ayasofya kıble istikametine çevrilip Akşeyh ve Fatih’in elinde bir bambaşka manevi kimlik hüviyetine kavuşur.
            Şimdi ne de olsa Allah’ın izniyle fetih müyesser oldu. Şimdi sırada Ebu Eyyub Halid El Ensari’nin İstanbul surlarına kadar gelipdte muradına eremeden ruhunu teslim ettiği yerdeki kabrin keşfi vardır. İşte Fatih bunun içinde bir kez daha Akşeyh’in kapısını çalıp Eyüp Sultan Hz.lerinin merkadının yerin keşfi ricasında bulunur.  
            Evet, Ebû Eyyûb el-Ensari (r.anh), Emeviler döneminde İstanbul surlarına kadar gelip kuşatmaya katılmış bir sahabedir. Ancak hastalanıp vefat edince surların dışında bir yere defnedilmiş.  Ancak gel zaman git zaman mezar yeri kaybolup sırra kadem basmıştır. Ne diyelim Allah sırrını takdis etsin işte o büyük başbuğ veli Akşeyh,  Fatih’in ricasını kıracak değil ya,    eline aldığı iki ağaç dalını kabrin baş ve ayak hizasına diktikten sonra  “yeri burasıdır” deyip oradan öyle ayrılır. Akşemseddin oradan ayrıldı ayrılmasına ama Fatih yine de işi sağlama almak niyetindedir. Bunu bir kez daha tecrübe etmek için bir adam görevlendirip dikilen dalları yirmişer adım güney tarafa çektirir. Böylece sabah vakti tekrardan Akşeyh’den kabrin kazılacağı yerin son kez teyidini i isteyecektir.  Tabii sabah vakti Akşemseddin keşif mahalline geldiğinde dalların yeri değişmiş olduğu yeri değil,  önceki işaretlediği yeri işaret eyleyip şöyle der:  “Şayet işaret edilen yer biraz kazılırsa  “Halid b. Zeyd’in kabridir yazılı bir taş çıkacaktır.”  Ve denilen hadise vuku bulur ve artık bundan sonra ki işlemler Fatih’e kalmış işlemlerdir.  Nitekim keşfedilen kabrin üzerine bir türbe ve yanına cami yaptırır da. Ve en nihayetinde Ebu Eyyub El Ensari'ye ait kabrin keşfiyle birlikte Fatih tarihe şöyle şükreyleyerek not düşer: “Akşemseddin gibi bir zatın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul’un fethinden dolayı duyduğum sevinçten az değildir.”  
              Gerçektende şöyle geriye dönüp bakıldığında Fatih’in İstanbul’un fethi sırasında; “Ya ben İstanbul’u alırım, Ya İstanbul beni ” şeklinde sarf ettiği sözler meğer boşa değilmiş. Besbelli ki İstanbul’un Manevi Fatihi Akşemseddin’in kutlu müjdesine herhangi bir gölge düşmemesine yönelik söylenilmiş sözdür. Nitekim fetih sonrasında da bu bilinçle hareket edip o’na en ufak hürmette kusur eylemez de. Öyle ki Akşemseddin’in peşini bırakmayıp o büyük zattan huzurunda halvete girip tasavvuf neşesiyle yaşamayı bile dileyecektir. Ancak Akşemseddin bu dileğini kabul etmez. Ve şöyle der: “Sen bizim tattığımız lezzeti tadarsan saltanatı bırakırsın. Seni dervişliğe kabul edersem devletin düzeni sarsılabilir. Bununda vebali çok büyük olur. Adalet eylemek Padişah için keramet sayılır. Müslümanların rahat ve huzuru için devletin varlığı gereklidir.”  Fatih baktı olmayacak Akşeyh'ten bari İstanbul’da kal ricasında bulunur. Tabii Akşemseddin daha önce yerleştiği Göynük’e dönüş kararını çoktan vermiş olduğundan bu teklifte kabul görmez.  Böylece o büyük Veli hayatının son demlerini Göynük'te geçirip ruhunu orada Allah’a teslim eder.
            Velhasıl, O şimdi Süleyman Paşa Caminin yanında medfundur.
             Vesselam.
http://www.enpolitik.com/haber/149901/aksemseddin-ve-fatih.html

29 Temmuz 2016 Cuma

HÜNKAR HACI BEKTAŞ-I VELİ



      HÜNKÂR HACI BEKTAŞ-I VELİ

 SELİM  GÜRBÜZER

              Gerçek ismi Muhammed Bektaş, yaygın ismi Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli olan bu büyük zat,  İran–Horasan’ın Nişabur’da hükümdar baba ve şeyh bir kızın izdivacından dünyaya gelir. Dahası babası şu meşhur Horasan Hükümdarı İbrahim-el-Sani diye bildiğimiz Seyyid Muhammed’dir, annesi de Nişaburlu Şeyh Ahmed’in kızı Hâtem Hatundur. Her ne kadar Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli Türk aileden doğa gelmişse de soy şeceresine baktığımızda kökü yedinci ehli beyt imamı Muhammed Kâzım’a dayanır. Dolayısıyla seyyidliği de söz konusudur.  Manevi kanaldan dayanağı da Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Şeyh Lokmân-ı Horasani’dir,  yani Lokman Perende’den feyiz almıştır.
        Bektaşilik yolu daha çok Hz. Ali (k.v)’in meşrebi üzere hareket eder.  Ama şu da var ki, Anadolu’da dal budak salmış pek çok tarikatlarda olduğu gibi Bektaşiliğin de kökeni Hâce Ahmet Yesevî yoluyla kesişmektedir. Bu yüzden Hâce Ahmet Yesevî Türk dünyasının manevi başbuğu ve pek çok tarikat-ı aliyyelerin Pîr-i sayılır. İyi ki de böyle Pir-i Türkistan’ımız var, bu sayede Türk’ün İslam’la buluşması çok kolay olmuştur. Hatta o sadece iyi gün dostu değil, zor günlerin de derde devasıdır.  Nasıl mı?  Bilhassa ileri ki yıllarda Türk dünyasında Moğol kasırgasının açtığı yaralar Pir-i Türkistan’ın yetiştirdiği talebeleri sayesinde sarılacaktır. Öyle ki; Selçuklunun yükselişinin parlak döneminin akabinde XIII. asırda nükseden Moğol belası Orta Asya, Irak-Suriye ve Anadolu hattı üzerinde yaşayan insanları kasıp kavurduğunda Pîr-i Türkistan’ın nispetinden gelen gönül sultanlarının sevgi kucağına kendilerini bularak kurtulacaklardır. İşte Hacı Bektaş-ı Veli’de bu gönül sultanlarından büyük bir zat olup Yesevîlik feyzinden beslenen bir yol izleyecektir. Ancak böylesi büyük zatın Anadolu’ya ayak basması hemen gerçekleşmez. Anadolu’ya gelişi Arabistan, İran, Irak ve Suriye seyahatleri sonrasıdır, yani 1270 yıllarına denk düşer.  Böylece Anadolu’ya sonradan gelmesi son derece manidar olarak karşılanır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin daha henüz Moğol kasırgasının açtığı yaraların sarılmadığı bir dönemde Türkmen aşiretinin başında, bir Kalenderî-Haydari şeyhi olarak Anadolu’ya ayak basması bir takım değişiklikleri de beraberinde getirecektir. Nitekim buralara geldiğinde Kızılırmak’ın güneyinde Kapadokya yeraltı şehrinde 3600 kilise varlığı göze çarpar ki, işte bu yüzden o’nun gelişini önemli buluyoruz. Yani o’nun Anadolu’ya gelmesiyle birlikte kilise sayısının çokluğu herhangi bir endişeye mahal vermeden işin rengi değişecektir. Zira burada artık Baba İlyas-ı Horasani’nin Vefâî Tarikatından feyiz almış Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli vardır. O’nun varlığı her şeye yetiyor zaten. Ve beklenen ilk manevi sondajı Suluca Karahöyük köyüne vurur da. İyi ki Nevşehir'e bağlı bu köye sondaj vurmuş, aksi takdirde Hıristiyanların misyoner merkezi haline gelen Kapadokya’nın gücünü kırmak hiçte kolay olmayacaktı. Şimdi gel de o’nun Anadolu’ya daha gelir gelmez ayağının tozuyla hemen yedi hanelik bu köyde Hıristiyan merkezine karşı alperen veya gazi derviş tipi Türk otağı kurmasını önemli bulmayalım ne mümkün. Burası basit bir köyden öte irşat faaliyetlerin hız kazanacağı merkez rol üstlenecektir. Öyle ki o, bir yandan Türkmenlerin desteğini alıp burasını ön karargâh olarak kullanırken, öte yandan Anadolu’yu karış karış gezip habire bölge ahalisine diriliş muştusu aşılayacaktır. Derken dergâhında yetişen Horasan erenleri Anadolu’nun en uç noktasına kadar seferber olup, irşat halkasının yayılması için cansiperane çalışacaklardır. Zaten Abdal Musa’nın Elmalı’ya, Tabduk Emre’nin Manisa’ya, Koca Ahmed’in İstanbul’a gönderilmesi bu maksat içindir. İşte bu maksat doğrultusunda Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velinin ektiği tohum XIV. yüzyılda halifesi Abdal Musa’nın irşat faaliyetleriyle meyvesini verip tasavvufi bereket doruğa ulaşacaktır. Ne var ki fitne çıbanı burada da boş durmayacaktır.  XIV. yüzyılın sonlarına gelindiğinde bir kısım Türkmenler Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin adına izafeten kurulan Bektaşi ve Safevi dayanışması içerisinde kendilerini bulup, buradan üretilen olumsuz fikirlerin tesiriyle gözden uzak gönülden ırak kırsal alanlarda kızılbaş-alevi kimliği adı altında topluluklar oluşturacaklardır. İşte o gün bugündür en çok adından söz ettiren topluluk merkezi Sulucakarahöyük olacaktır. Elbette ki buranın etkisi kendinde değil, etkisi Hacı Bektaş-ı Veli’den ötürüdür. Bu nedenle Sulucakarahöyük beldesi Hacı Bektaş-ı Veli ismiyle anılır hep. O halde bu beldeyi meşhur eden hikâye bakalım neymiş bir görelim:
           Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli, ibadet ettiği çilehanesinde halkta şunu gözlemliyor; halk Hac farizasını ekonomik nedenlerden yerine getirememekte, tabii içi cız edip bu maksatla Çilehane tepesini kurar. Malum oraya gidenler iyi bilir ki, orada bir mağara var ve devamlı su akmakta. İşte o gün bugündür insanlar o sudan üç kez, ya da kırk defa yıkanmakla Hac sevabına nail olacağına inanırlar. Artık orası Hacca gidemeyenler için tek teselli kaynağı hükmünde bir yerdir. Başka bir ifadeyle burası Hac sevabına erişmek gibi algılanır hep. Belli ki, bu algılayışa yol açan  neden unsur Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin şu meşhur; “Hararet nardadır, sac’da değil/ Keramet baştadır, taç’ta değildir/ Her ne arar isen, kendinde ara/ Kudüs’te, Mekke’de, Hac da değildir” mısraların  etkisi çok büyük olmuştur.        
           Hiç kuşkusuz bu mısralar kalbe hoş gelmekte,  ama bu dizelerden asla Çilehane tepesinin Hacca alternatif bir mekân olarak anlamı çıkarılmamalıdır. Belki kutsal topraklara gitmişçesine Hac sevabına nail olmaya yönelik düşüncenin ta kendisidir demek en doğru tutum olacaktır. Kaldı ki bu konularda nasıl bir yol takip edileceğini gösteren en iyi gösterge bizatihi Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin ortaya koyduğu ‘Makalat’ adlı eseridir. Bu eser bir ışık olmaya yeter artar da. Ankara Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Prof. Dr. Esad Coşan’ın da Doçentlik tezi olan ‘Makalat’ incelendiğinde Pir-i Türkistan Ahmet Yesevî’nin büyük ölçüde ‘Fakirnâme’ adlı eserinden esinlendiği gözlerden kaçmaz. Dolayısıyla Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin Yesî pınarından beslendiği anlaşılır. O’nun gerçek yolunu çizdiği rotayı bu eserde ziyadesiyle bulmak mümkündür. Özetle bu eserde;  bir salikin Şeriat (İslam’ın zahiri kaideleri),  Tarikat (İslam’ın iç ve deruni yönü), Marifet ve Hakikat aşamalarından geçmeden Allah’a ulaşılamayacağı vurgulanır. Kelimenin tam anlamıyla Allah’a vuslat ancak bu dört aşamanın bir araya gelmesiyle gerçekleşir. Ama gel gör ki; ne zaman ki ‘Makalat’ eserinin mana ve ruhundan sapmalar başlar, işte o zaman hem Yeniçeri, hem Bektaşilikte aşınmalar başlamış ve her ikisi de aslını yitirmeye yüz tutmuştur. Derken İslam’la bağdaşmayan birtakım bozuk fırkalar türeyip bugünkü noktaya gelinmiştir. Maalesef İslam’la taban tabana zıt birtakım sözler sanki Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veliye aitmiş gibi lanse edilmiştir. Birkere bünyeye mikrop girmeye dursun, bir bakıyorsun Yeniçeri ocağının çöküşüyle birlikte Bektaşilikte bundan nasibini alıp her alanda çürüme nüksedebiliyor. Oysa Yeniçeri ve Bektaşilik deyince Necip Fazıl’ın Yeniçeri adlı eserinde yer alan şu kıssayı hatırlarız hep:
        Tarih 1326. Bir gün Suluca Karahöyük Bucağının baktığı ovada bir toz bulutu, adım adım dergâha ilerliyor, yaklaştıkça başlarında Sultan Orhan Gazinin olduğu 40–50 atlı gözükür o an.  Sultan Orhan Gazi Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veliyle göz göze geldiğinde büyük bir adap içerisinde elini öptükten sonra aralarında derin ve içten konuşma başlar. Ve Orhan Gazi şöyle der;
       —Bu uzun yoldan devletimize ve ordumuza dua etmenizi dilemek için geldim. Yanıma da yeni teşkil ettiğimiz askerlerden birkaçını aldım.
     Tabii Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli tebessüm edip;
       —Dualarım sizinle,  hele bir göreyim şu getirdiğin yeni askerleri.
      Askerler bu nazik davranış karşısında etkilenmiş olsa gerek ki Şeyh ve Sultan karşısında adaba geçip saf bağlarlar.
     Onların bu halinden ziyadesiyle memnun kalan Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli;
      —Maşallah ne güzel, ne civan yiğitlermiş. İsimleri Yeniçeri olsun, kendileri daima düşmana karşı Allah galip eylesin niyazında bulunur.
        İşte kıssada adına “Yeniçeri” denilen ocak böyle mayalanmıştır. Öyle ki, bu civan yiğitler kuruluş ruhunu Bektaşilikten alıp Osmanlıyı zaferden zafere koşturacaktır.  Tâ ki bu ruh Fatih Sultan Mehmet zamanına kadar devam ede gelir. Ne var ki  ilk bozuluş bu dönemde alarm vermiştir. Hatta kırmızı alarm diyebileceğimiz bu durum Kanuni Sultan Süleyman devrine kadar etkisini gösterir de. Nitekim Necip Fazıl; “Bektaşilik evvela din aydınlatıcısı, peşindende Şeriat karartıcısı haline dönüşmüştür” tespitinde bulunmakla bir noktada Bektaşiliğin tarihi sürecini bir cümleyle özetlemiş olur.
         Hiç şüphesiz Hünkâr Hacı Bektaşı Veli’nin Tasavvuf kültürünün öncülerinden biri olduğuna kanaatimiz tamdır. Tıpkı o da diğer gönül mimarları gibi; Orta Asya kültürünün temelini oluşturan Horasan Erenlerinin dergâhında yetişip oradan aldığı feyiz ve nisbeti Anadolu ve Balkanlara taşıma şerefine erişecektir. Her ne kadar o’nun öğretilerini hedefinden saptırılıp başka şekilde aktaranlar olsa da “Makalat” adlı eseri yok edilmediği müddetçe, onun çizdiği yola gölge düşmeyecektir. Bu böyle biline.
          Vesselam.

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1459/hunkr-haci-bektas-i-veli.html

28 Temmuz 2016 Perşembe

AHİ EVRAN VE AHİLİK


AHİ EVRAN VE AHİLİK

SELİM GÜRBÜZER

                  Hiç kuşkusuz Allah Resulünün nübüvvet yönünü görüp de ticari yönünü görmemek olmaz. Malum, ticari yönü Hatice annemizin Peygamberimiz (s.a.v)’i genç yaşta ticari kervanın başına getirmesiyle başlar. Hele Allah Resulünün yolculuk boyunca gösterdiği o üstün performans bir rapor halinde kendisine sunulduğunda aralarında ki ticari bağ bir anda evliliğe dönüşecektir. Öyle ki ticarette yaşanan bereket evliliğe de yansıyıp İslam’ın doğuşunu ve yayılışını beraberinde getirir. Madem öyle, ticari kervanda neymiş,  kervan yolu da neymiş, han-kervansaray da neymiş deyip geçmeyelim. Şu bir gerçek; ‘yol’, ’kervan’, ‘han’  üçlüsü İslam medeniyeti oluşumuna kapı aralayıp  ‘Üç Tuğ’  meşalesi olarak göz dolduracaktır. Ve bu ‘Üç Tuğ’lar Türk fütuhatında tetikleyici rolde oynar. Şayet tarihten bugüne hala İpek Yolundan söz ediyorsak biliniz ki bunda büyük ölçüde ‘Üç Tuğ’ meşalemizle taçlanmış ‘yol’, ’kervan’, ‘han’  üçlüsüne borçluyuz. Nasıl mı? İşte Çin’den Türkiye’ye, Türkiye’den Berlin’e uzanacak hızlı tren projesi için 150 milyar doların göze alınmasıyla birlikte yeniden Tarihi İpek Yolunun gündeme oturması bunun en tipik göstergesidir.  İyi ki de Tarihi İpek Yolu dünden bugüne varda, bu sayede tarihi süreç içerisinde, önce göçebe dinamizmiyle Orta Asya bozkır ve steplerinden göç etmek suretiyle Anadolu’ya yerleşip vatan edinebildik, sonrasın da ise malum batıya yönelip üç kıtada Nizam-ı âlem için at koşturur hale geldik. Derken başlangıçtaki dinamik göçümüzle yerleşik vatan olurken,  nihayetimizde de âleme nizam verecek cihanşümul devlet oluverdik
            Peki, sadece İpek Yolu üzerinde at sırtında medeniyetten medeniyete ufuk turu eyleyen biz miydik,  hiç kuşkusuz diğer göçmen kabilelerinde gözü kulağı hep bu tarihi güzergâh üzerinde olmuştur. Böyle olması da gayet tabii bir durum.. Çünkü bu hat üzerinde kesişen tüm yollar ilk fırsatta büyük gelir kaynağı elde edebilecek potansiyele sahip kavşak noktalardır. Aynı zamanda yolların kesiştiği noktalarda kervan sahipleri konakladıkça buralarda hem hasbıhalleşme fırsatı yakalamaktalar hem de ticari tecrübelerine tecrübe katıp ilerisinde ahiliğin doğuşuna da vesile olurlar.
           Batıda ahilik yerine lonca sistemi vardır. Yani bizde ki gibi batıda toplumsal dayanışma örgütlenmesine dayalı bir model olmadığı içindir, ticari hayatları etik ve dini değerlerden uzak lonca örgütlenmesi üzerine şekillenmiştir. İster istemez bu durumda batıda vicdan cüzdan olmuştur hep.  Malumunuz batıda adalet ve hukuk gibi iki etik değerde öyledir, adeta yerlerde sürünmeye mahkûm edilmiş değerlerdir. Daha çok uygulamada görülen hak kuvvetlinin ilkesi baş tacı değerdir. Bizde ise ‘hak haklınındır’ anlayışı başat değerdir. Zira bizim adaletimizde ‘Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste’ hassasiyetinin yanı sıra  ‘Tüyü bitmemiş yetimin hakkını gözeten’ anlayış esastır. İşte Ahi teşkilatı da bu vicdani hassasiyetin kurumsal göstergesi olarak aça aş, açığa bez vermek için vardır. Nitekim bu bilinç doğrultusunda Ahi teşkilatları ocağını tüttürmesini bilmiştir.  Gerçektende tarihi süreç içerisinde Ahilik iş, ekmek ve sosyal adaletin tesisi için var olmuştur. Zaten Ahi teşkilatı nedir diye sual edildiğinde, cevaben tek kelimeyle bu topraklarda manevi değerlerle yüklü iktisadi kurumsallaşmanın adıdır demek kâfidir.  
          XIII. yüzyıl Anadolu tarihine baktığımızda umutla umutsuzluğun iç içe olduğu bir devir olarak göze çarpar. Bilhassa bu yüzyılda Moğollarla Bizanslılar arasında geçen kıyasıya mücadele damga vuracaktır. İşte Anadolu etrafında cereyan eden bu kıyasıya mücadele içerisinde Anadolu insanı kimi zaman umut tazelerken, kimi zamanda umutsuzluğa düşecek hal vaziyet içerisine girer. Hele ki yaklaşan Moğol tehlikesi Anadolu coğrafyasında yaşayan topluluklar üzerinde adeta gel git (med-cezir)  manzarası hal vaziyet yaşatır.  Hiç kuşkusuz böylesi diken üstü bir hal vaziyet çerisinde yaşamayı hiç kimse arzu etmez elbet. Madem öyle,  diken üstü bu hal vaziyetten çıkmaya vesile olacak bir ruh hamlesi devreye girmeliydi, girer de. İşte o ruh hamlesini tahmin etmişsinizdir. Evet,  o beklenen hamle Horasan Erenlerinin bağrından çıkıp Anadolu’yu mesken tutmuş Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran gibi gönül Sultanlarının elinde açacak olan bir demet gül hamledir. Nitekim her bir Gönül Sultanının Anadolu kiliminin ucundan tutmasıyla birlikte Anadolu’da umutlar yeniden yeşerip tazelenir de. Derken Orta Asya kaynaklı Aki’lik Gönül Sultanlarının elinde bir dönüşüm yaşayarak Ahilik sahne alır da.  Sadece Akilik mi dönüşüm yaşar,  elbetti ki buna musiki ve sanat dünyası da dâhildir.  Böylece Anadolu’da her şey mamur hale gelir de.
       Ahiliğin ilk maya tutması Abbasi Halifesi Nasır lidinillah’ın (1180–1225) kurduğu fütüvvet teşkilat yapısıyla gerçekleşir. Hiç kuşkusuz böyle bir teşkilattan ilham alan ahiliğin yapacağı her tür ticari faaliyet  ve ahlaki örgütlenmede zorluk çekmeyeceği malum. Nasıl zorluk çeksin ki,  her şeyden önce Ahilik bir meslek örgütü olmanın ötesinde bir eğitim yuvası, bir o kadar da fütüvvet hareketi ve sivil organizasyon ocağıdır. İşte Halife Nasır Li-dinillah önderliğinde müesseseleşen söz konusu fütüvvet organizasyon ocakları gün be gün İslam dünyasında hızla yayılır da. Şu bir gerçek;  İslam toplumunda bilhassa sofilikle özdeşleşmiş yiğitlik ve cömertlik manasına ‘fetâ’ ya da ‘fityan’ diye isimlendirilen ilk nüve oluşum Irak, İran ve Horasan bölgesinden dallanıp budaklanmasıyla fütüvvet harekâtına dönüşecektir. Her ne kadar Abbasi Halifelerinden en Nasır En-Nasır Li-dinillâh Ebû’l-Abbas öncesinde bu oluşuma tepki gösterse de, sonrasında Şahabeddin Es Sühreverdi Maktûl gibi meşhur mutasavvıfların manevi tasarrufatlarının etkisiyle bu uğurda kendisini hizmete adayacaktır. Nasıl adamasın ki, bikere isimi üzerinde Şahabeddin Es Sühreverdi Maktûl,  yani bilinen künyesiyle ‘Ebu’l-Fütûh Sahabeddin Yahya bin Habeş bin Emirek Sühreverdi Maktûl’ adında herkesin hürmet gösterdiği büyük bir zat karşısında tepkisizdir artık. İşte o aynı zamanda ortaçağ yıllarına denk gelen bir dönemde İslam tasavvufunun Sühreverdilik ekolünü Türkî illere yayan zattır.  Hatta bu ekolden gelen çağdaşı Şihabeddin Ömer Sühreverdî, bu maksat ve gaye için Abbasi Halifesi En-Nasır Lidinillâh’ın liderliğinde kurulan Fütüvvet ocağının yeşermesine yönelik Selçuklu Hakanı I. İzzeddin Keykavus’a elçi olarak tayin edilir de.
        Adından da anlaşıldığı üzere fütüvvet kavramı VIII. yüzyıldan itibaren bir tasavvufi ekol olarak Anadolu coğrafyasıyla olan ilk teması I. Gıyaseddin Keyhüsrev liderliğinde Selçuklu dönemine denk düşecektir. Nitekim bu ilk teması İslam Halifesinin bilgisi doğrultusunda gerçekleşip bu uğurda Anadolu Selçuklu Hükümdarı bir yandan Hocası Mecidüddin İshak’ı Bağdat’a elçi olarak görevlendirirken, diğer yandan da Endülüs mutasavvıflarından Muhyiddin-i Arabî ve Evhaduddin-i Kirmani gibi evliyaları Anadolu’yu irşad için seferber eyler.  Mesela İbnü’l Arabî Malatya ve Konya’da sadece talebe yetiştirmekle yetinmez dönemin emir, ümera ve hakanlarına vaaz-ı nasihatte bulunarak da faaliyet yürütür.  Malum, kendisi vahdeti vücud üzere bir yol izler.  Her ne kadar Füsu’l Hikem ve Fütûhat-ı Mekkiye eserinde yer alan akıl ötesi bir takım mevzubahis hususlar kimilerince yanlış bir yorumlamayla tekfirlik ithamına maruz kalacak bir boyut kazansa da, o tüm bunlara aldırmaksızın yolunu yol bilip Sadreddin-i Konevi gibi büyük bir halifeyi yetiştirip Anadolu’ya kazandıracaktır. Sadece kazandırılan Sadreddin-i Konevi mi,  malum ismi Ahilikle özdeşleşen Ahi Evranı’da Anadolu’nun ihyası için kazandırır. İşte Anadolu’nun aydınlatacak Ahi Evliyamız, şu meşhur meşayihı kiramdan Kirmani’nin damadı olma şerefine nail olur da.  Ama o damatlık yönüyle değil, daha çok Ahilikle özdeşleşen yönüyle dikkat çekecektir.  İyi ki de O,   ahiliğin fütüvvet ve tasavvufi meşrebiyle Ahi Evran olarak dikkat çekmiş,  bu sayede Ahilik kervanına katılan her bir esnaf gündüz ticari hayat,  gece de derviş hayatı yaşayarak ahi ocağının yüzyıllar boyu tütmesini sağlayacaklardır. Hatta Ahi ocağı nesiller boyu ‘el kâr da gönül yâr da’ veciz sözün mana ve ruhuna uygun esnaf ve sanatkârlar birliği hüviyetiyle adından epey bir zaman söz ettirir de.
          Evet, Ah-i Evran İran’ın Batı Azerbaycan kasabasında 1171 (H.567)  yılında dünyaya teşrif ederek doğa gelir. Hiç kuşkusuz o’nun yetişmesinde Fahreddin Razi ve Hace Ahmed Yesevi’nin yolundan gelen talebelerin katkısı çok büyük olduğu gibi bizatihi kendisinin Şahabeddin es-Sühreverdi’nin sohbetlerinde bulunmanın da payı çok büyüktür. Hele Hac yolculuğunda Evhadüddîn Hamid Kirmâni (Kezmani) adında bir büyüt zatla yolu buluştuğunda bir anda kendisini o’nun terbiyesi dairesi altında bulur. Derken günlerden bir gün Konya’da Sadreddin-i Konevi’nin babası Mecdüddin İshak’ın davetine icabet etmek üzere Muhyiddin Arabî ve Şeyh Evhadüddîn’le beraber Anadolu’ya teşrif ettiklerinde yukarıda da belirttiğimiz üzere Şeyh Kezmani’nin kızı Fatıma Bacıyla evlenme şerefine de nail olur. İşte bu şerefe nail oluşun akabinde Anadolu yollarına irşat faaliyeti için birlikte revan olmayı da beraberinde getirir. Öyle ki şeyh-damat ikilisi irşat faaliyetlerini daha çok esnaf üzerinde yoğunlaştıracaklardır. Bilhassa dünya ve ahret işlerinde esnafın nasıl bir yol izlemeleri hususunda aydınlık güneşi olacaklardır. Böylece esnafın beynine ve ruhuna ‘Hizmet nimettir’ düsturunu işleyerekten gönüllerinde taht kuracaklardır. Ancak öyle bir zaman gelir ki bir noktadan sonra ölüm,  gönüllerde taht kuran bu ikiliyi birbirinden ayıracaktır.  Kaderi ilahi bu ya,  şeyhi vefat etti diye hizmetten geri kalmak olmazdı, nitekim dur durak bilmeksizin irşat faaliyetine hız kazandırdığı gibi yaklaşan Moğol kasırgasına karşı halkı uyanık tutacak bilgilendirmelerde bulunmayı da ihmal etmeyecektir. İyi ki de çok öncesinden durum vaziyeti haberdar edecek bilgilendirmelerde bulunmuş, bu sayede şehir ve kasabalarda gönüllü milis kuvvetleri oluşacaktır.  Bu demektir ki ahi ocakları sayesinde bir yandan aça aş, açığa bez verme faaliyetleri yürütülürken diğer yandan da yaklaşan Moğol tehlikesine karşı kahramanca mücadele edebilecek gönüllü halk milisleri oluşturulabiliyormuş pekâlâ. Zaten bu hususta başka ne diyebiliriz ki, işte gazi dervişlik böyle bir şeydir,  bu yolda yeri geldiğinde derviş, yeri geldiğinde milis kuvvet olunabiliyormuş meğer.  Hiç kuşkusuz Anadolu’da böylesi derviş gazi ruhunun fitilini yakacak olan ahilikte meşhur ustalardan debbağ (derici) ve Ahi Evran olarak bilinen Nasîrüddîn Mahmut el Hoyi’den başkası değil elbet.  İster adına debbağ, ister Ahi Evran,  ister Nasîrüddîn Mahmut el Hoyi densin fark etmez, sonuçta kıyamete dek o bizim Ahi Pirimiz olarak yâd edilecektir.  Hatta o; bir deryayı umman olmanın ötesinde esnaf sanatkârlarının cömertlikte, ahlakta, yardım severlikte, misafirperverlikte yarışır konuma getirmiş 32 meslek örgütünün de öncü piridir.
         Şu bir gerçek bir insanın meslek sahibi olması yetmez,  ahilik değerleri donanıma haiz olması da gerekir,  aksi halde icra ettiği mesleğinde bir şeylerin eksik olacağı muhakkak. İlla ki, ahilik değerlerinden üzerine bir şeyler sinmesi lazım ki mesleğinin hakkını vermiş olsun. İcabında bu da yetmez, Fütüvvet ruhundan da üzerine bir şeyler sinmeli ki ticari hayatta hem kurda kuşa yem olmasın hem de haramilerin talanına uğramasın. Her ne kadar günümüzde ahilik değerlerinden uzak bir ticari hayat söz konusu olsa da Ahiliğin adını anmak bile özümüze dönmemize yetecektir. Zira dünya döner devran döner,  sonunda her şey aslına döneceği muhakkak. Madem öyle, daha ne duruyoruz,  gelin bizde şu fani dünyada rızık peşinden koşarak ömür törpülerken tıpkı Ahilikte olduğu gibi hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahrete yolculuğuna da koyulalım. Koyulalım ki el kârda, gönül yârda ve geceleyin aşkla şevkle teheccüd kılmaya hazır gazi derviş olabilelim.  Daha da yetmedi iç ve dış istilacılara karşı her an kadife eldiven içerisinde demir yumruk milis güç olabilelim. Nasıl olsa köklerimizde Ahi Evran’ın üflediği nefes var. O nefes dün olduğu gibi bugünde ışık olmaya yeter artar da. Buna inancımız tamda. Ancak şu da var ki bir yerde hayır hasenat varsa biliniz ki şerde var olacaktır. Nasıl mı?
            İşte böylesi hayır hasenat organizasyonu yürüten Şeyhin etki gücünden ve gittikçe çoğalan nüfuzundan korkan yöneticilerin boş durmayacakları muhakkak,  o’nu bir şekilde sudan bahanelerle sürgün edip 5 yıl göz hapsinde tutacaklardır. Mahkûm ettiler de ne oldu, hiç kuşkusuz bu durum en çok Moğolların işine yarayıp Kayseri’yi kuşatma altına alırlar. Niye kuşatmasınlar ki, nede olsa milis kuvvetlerin lideri mahkûm halde. Böylece fırsattan istifade kuşatma altındaki halkın bir kısmı şehit, bir kısmı da esir düşecektir. Üstelik esir düşenler arasında Ahi Evran’ın hanımı Fatıma Bacı’da vardır. Yine de her şeye rağmen tüm bu elim vaziyet içerisinde Ahi milisler Moğollara karşı gerilla türü bir savaş taktiği ile karşı koyup pes etmeyeceklerdir
          Ah-i Evran beş yıllık mahkûmiyetinin ardından Denizli’ye hicret eder etmesine ama Sadreddin Konevi’nin isteği üzerine buradan Konya’ya gelip irşat faaliyetine koyulacaktır.  Tabii öyle bir zaman gelir ki Konya’da artık o’na dar gelecektir. Çünkü Şemsi Tebriz’in şehit edildiği haberi yürekleri dağlayacaktır.  İşte bu elim olayın ardından Kırşehir’e (Gülşehri) hicret eder. Ve burada ilgi odağı olur da. Öyle ki yerli halk Evran isimli büyükçe bir yılanın kendisine itaat ettiğini gördüğünde ister istemez dergâhında halka olacaktır. Derken bu olayla birlikte üzerine halk tarafından kendisine yılanın kardeşi anlamına gelen Evran ismiyle hürmet görürken, kimi ulema tarafından da ilmi hizmetlerinden dolayı Nâsıruddîn lakabıyla hürmet görür.  Hiç kuşkusuz bu iki yakıştırmadan Ahi Şeyhi, yani Ahi Evran daha çok gönüllerde yankı bulacaktır.  Allah dostlarının sevenleri gönüllerince doyasıya yakıştırmalarla seve dursun bu arada sevmeyenler de çirkeflikleriyle boş durmayacaktır. Nitekim Moğollar, Ahi Evran’ın katline yönelik Kırşehir Emir’ine baskı yapmayı ihmal etmeyeceklerdir. Derken Ahi Evran’ın Moğollara karşı Kırşehir'de yürüttüğü o müthiş direniş (Miladi 1262 -H.660) sehadetiyle son bulur.
         Evet, O artık şehit katında Hakka yürüdü.   Her ne kadar sevenlerinden ayrılsa da ardından bıraktığı ahilik ruhu gönüllerde yaşıyor ya, bu yetmez mi? Nasıl yetmesin ki, bikere o’nun nefesiyle tüten bu ocak Osmanlının yükselişine kadar devam edip misyonundan hiç bir şey kaybetmeyecektir. Nasıl ki aki’lik bir Asyatik kültür kodu olarak unutulmadıysa, aynen öyle de ahilikte bir Anadolu kültür kodu olarak unutulmaması gayet tabiidir. Zaten ahiliğin günümüzde hala etkisini hissettirmesi bu gerçeği teyit ediyor. Zira ahilik tarihi süreç içerisinde insanları birbirine kardeş kıldığı gibi toplumsal aydınlanma görevi de ifa etmiştir. Hele ki Ahi ocağının ruh meşalesi Selçuklu sonrası Osmanlı’ya devr olunduğunda bu ruh üç kıtaya sarıp sarmalayacak bir boyut kazanır da. Nasıl mı? Malum XIII. yüzyılda Ahi Evran’ın rahle-i tedrisatından geçmiş Ahiyan-ı Rum mensubu ve Ahi Evran’ın Hanımı Fatıma Bacı ve Hayma analarımızın dizinin dibinde hemhal olmuş Bacıyan-ı Rum mensubları Kayı boyundan gelen Ertuğrul Gazi’nin Söğüt civarında açtığı sancağının altına girmekle bunun muştusunu çoktan vermiş olurlar. Yani bu muştu ilerisinde Osman Gazi’nin Ahi Piri Şeyh Edebali’nin kızıyla evlenmesini müjdeleyecektir. Ve bu evliliğin sıradan bir evlilik olmadığı,  bilakis nikâh bağın ötesinde 200 çadırlık beyliğin ahilikle sessiz kaynayışını beraberinde getiren bir evlilik olduğu anlaşılacaktır. Böylece her bir Ahi ocağı mensubu Ahi Piri Şeyh Edebali ve Osman Gazi arasında kurulan bu akrabalık bağı vasıtasıyla Osmanlıyla olan münasebetlerini daha da güçlendirmiş olur. İcabında ahiler bunla da kalmaz doğu tarafından hicret edip gelen Türkmenleri de Ahilik hamuruyla yoğurup Osmanlının gücüne güç katacaklardır. Derken Fatma Bacı’nın Bacıyan-ı Rum’u,   Ahi Evran’ın Ahiyan-ı ve Gaziyan-ı Rum’u Osmanlıyı üç kıtada hükümran kılacak diriliş muştumuz olur.
           Madem öyle,  Ahiliği hafife alıp ahilik de nedir deyip geçmeyelim,  hem nasıl hafife alabiliriz ki, bikere Ahi teşkilatına girebilmek için ilimle sanatla iştigal olmak gerektiği gibi birdizi kaide ve kurallara uyma şartları söz konusudur. Üstelik bu ocakta alçak gönüllü olmak, fakirleri sevmek, beylerin ve zenginlerin kapısına gitmemek gibi bir dizi usuller ocağın amentüsü olur da. Asla her gelenin elini kolunu sallayaraktan destursuz bir şekilde kapısından girilen sıradan bir ocak değildir. Tam aksine ilhamını aki’likten almış usul, erdem ve erkân üzerine kurulu bir ocaktır. Nitekim Divâni Lügati’t-Türk'e baktığımızda ‘Aki’ ibaresinin cömert veya eli açık manasına bir ibare olduğunu görürüz. Dolayısıyla akiliğin tarihi süreç içerisinde ahiliğe dönüşmesine şaşmamak gerekir. Kaldı ki ortada değişen sadece  ‘k’ harfidir,  yerine  ‘h’ harfi gelerek daha da zengin bir yapı hüviyeti kazanmıştır. Sonuçta ister adına Akı diyelim, ister Ahi, fark etmez bizim açımızdan Ahi’likte üç açıklık mühim hadisedir. Yani eli açık olma, sofranın açık olması,  kapının açık (misafirperver)  olması çok mühim adaptır.  Yine önemine binaen Ahi’likte üç kapalılıkta dikkat çeken önem arz eder. Yani,  gözü harama kapalı tutma, dili içi boş ve malayani sözlere kapalı tutma, iffet ve namusumuzu korumada uçkuru kapalı tutmak çok mühim adaplardır.  Bir başka ifadeyle ahilikte Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin beyan buyurduğu  ‘eline, diline, beline sahip ol’ düsturu esastır. Mesela dile sahip olma düsturundan maksat;  fikir isyan etse de sükût lehçesinde karar kılmaktır. Öyle ya, sükût gibi altın hazine varken gümüş mesabesinde söze ne gerek var ki.
          Peki, Osmanlı kuruluş safhasında onca göç hareketlerinden ve keşmekeş halinden etkilenmeden bir anda ahilikle nasıl yolu kesişir? Hiç kuşkusuz kuruluş safhasında, onca keşmekeş içerisinde işi kotarmada  'Umran'dan Uygarlığa' dönüştürecek bir ele ihtiyaç duyulur ki,  işte böyle bir durumda başta Ahiler olmak üzere meşayih-i kiram, ulema, umerâ ve eli pusat tutan gazi alperenler Hızır gibi yetişeceklerdir. Tüm bu unsurlar el ele, gönül gönüle vererekten halkı kartal yuvasından (Selçuklu coğrafyasından) çıkarıp Söğüt civarında Ertuğrul Gazinin açtığı sancak etrafında ihtiyaç duyulan ‘devlet-i ebed müddet’ ülküsünün mayasını çalmak için cem olacaklardır. İyi ki de söğüt civarında bir araya gelmişler, Osmanlı otağında çalınan bu diriliş mayası sayesinde ilerisinde üç kıtada cihangir devlet olur da.
           Evet, Osmanlının kuruluşunda Bacıyan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum ve Gazi alperenler maya olmak için var oldular,  derken bu kuruluş mayası aşısıyla âleme nizam olduk.  Şayet Osman Gazi etrafında toplanan Türkmen Baba ve Evliyaları daha ilk günden itibaren birbirlerine sıkı kenetlenip cihanşümul devletin kuruluş mayasını çalmasalardı ne mümkün İklim-i Rum kilimi üç kıtada,  medeniyet hamlesi gerçekleştirecek güce erişirdik.
          Osmanlı kuruluş safhasında bilhassa Ahi Evran’ın torunlarına zerre miskal hürmette kusur göstermediği gibi sahip çıkmasını da bilecektir. Sahip çıktıkça da Devleti âliye sınırları genişler de. Düşünsenize bir gün Fatih Sultan Mehmed tebdili kıyafet eyleyip dükkân dükkân gezdiğinde esnaftan birinin ‘Efendim, dükkânıma teşrif etmekle ilk siftahı yaptım, şimdi diğer alışverişi de yan komşumdan yapınız” bir ruh seciyesi ortaya koyacaktır. Tabii Fatih Sultan Mehmed bu erdemli ahi ruh seciyesi karşısında Allah’a hamdüsenada bulunup “Evvel Allah’ın izniyle böylesi tebaam olduğu sürece devletimiz ilelebet payidar kalacak” demekten kendini alamayacaktır. Gerçekten de Osmanlı’nın kuruluşunda ahilik ruhu diriliş maya olduğu gibi yükselişinde de bir kısım padişahların Ahi Piri olmasını beraberinde getirecek derecede misyon üstlenen ocak olur da.  Bu demektir ki bir insan padişahta olsa icabında bu ocağın Piri olabiliyor. Tabii hal vaziyet böyle olunca Osmanlının cihanşümul devlet olması kaçınılmaz hal alır. Düşünsenize Ahiler Osmanlının kuruluşunda beraberinde getirip kol kanat gerdiği göçebe toplulukların yerleşik olmasına vesile olurken, yükselişinde ise bayındırlık, sağlık, imar, yardımlaşma, şehir hizmetleri, iş güvenliği gibi faaliyetleriyle de Osmanlının cihanşümul devlet olmasına vesile olacaklardır. Kelimenin tam anlamıyla Osmanlıda tüm imar faaliyetleri Ahiler elinde hayat buldu dersek yeridir. Hiç kuşkusuz Devlet-i âliye daha çok gaza, bürokratik ve teknik işleri üstlenmiş, bunun dışındaki alanlarda Ahiler hep var olmuştur.  Derken bu iş bölümü sayesinde Osmanlı ve Anadolu arasında köprü bağı kurulmuş olurda.  Fakat ne zaman ki Osmanlı tam manasıyla güç kazanıp Anadolu’ya hâkim olur, işte o gün Osmanlının artık bu köprü ayağına ihtiyacı kalmaz. Bu aşamadan sonra artık Ahilerin siyasi faaliyetlerine son verilip yerine esnaf loncaları devreye girecektir. Ve bu kurulan loncalar ahiliğin bir değişik versiyonu olarak sahne alır.      
         Bu arada Ahiliğin esnaf loncasına dönüş sürecine kadar zaman aralığındaki işleyişine bir göz attığımızda;  Ahiliğin usta çırak ilişkisine dayalı bir sistem olduğu ve bu ocakta zanaat sahibi olmak için işin ehli bir ustanın tezgâhından geçmek gerektiğini müşahede ederiz.    Mesleğe atılacak olanlardan bilhassa 10 yaşından küçük olanlar çıraklık ve kalfalık sürecini ve mesleğin inceliklerini öğrenmediği müddetçe,  asla peştamal kuşanıp ustalık diplomasına hak kazanması mümkün değildir. Asla ustalık icazeti oldubittiye getirilerek verilmez,  bilakis esnaf birliklerin başında işin ehli şeyh, halife veya onun tayin ettiği yardımcısı, yani nakiblerin oluruyla verilmekte.
         Bakın, İbn-i Batuta XIV. yüzyıl ortalarında tâ Afrika’dan gelip gittiği şehirlerde gördüğü Ahi zaviyelerinden öyle etkilenir ki, seyahatnamesinde ahiliği şöyle övmüştür: “Ahi; kardeş, Ahilik'te kardeşlik demektir. Bunlar sanat sahibi kimseler olup dünyanın hiçbir yerinde benzerlerine rastlamak mümkün değildir.” İşte görüyorsunuz bu müthiş tespit meramımızı anlatmaya yeter artar bile.
          Evet, Ahilik dünyanın görüp göreceği en güçlü bir sivil toplum örgütüdür. Çünkü ahilik alışılmışın dışında bir ekol ortaya koyarak eşyayı sırf ticari meta olarak değil, eşyanın içine ruhta katan bir teşkilattır. Bir başka ifadeyle yürek varsa köze ne gerek var demektir ahilik. İşte böylesi yürek sahibi bir ahinin elbette ki kâr beklentisinden uzak anlayışla fakirleri gözetmesi, yerleşim alanlarının güvenliği için seferber olması gayet tabii bir durumdur.  Ve bu ocakta yetişmiş her bir Ahi mensubu Rızayı Bari’yi kazanmayı gaye edinip vukuf-i zamani (zamana vakıf olmak) ve vakit nakittir bilincinden hareketle halka hizmeti için vardır. Aynı zamanda her bir Ahi mensubu Halka hizmetin Hakka hizmet bilinciyle ömürden geçen her günü hayırlara vesile kılmak için vardır. Bu yüzden bu ocakta ömür sermayesini boşa tüketmeden yaşamak temel gayedir. Ama bu demek değil ki ocağa giren her bir ahi dünyayı terki diyar eylesin.  Tam aksine hiç ölmeyecekmiş dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahret için Ahi olmak gerekir.
          Bir lokma bir hırka hayattan ziyade ahilikte içi manevi değerlerle mücehhez kalite kontrol hayatta çok önemlidir.  Tarihin sayfalarını şöyle bir göz gezdirdiğimizde dünyevi işlerde ticari mal ve kalite kontrolünden tutunda fiyat ayarlamasına kadar tüm mesleki faaliyetler ahilik teşkilatı aracılığıyla yapıldığını görürüz. Şayet ticari mallar kaliteden yoksun ya da fahiş fiyatla piyasaya sürülüyorsa ahilik kurallarını çiğneyenler hakkında derhal yaptırım uygulanıp halk dilinde  ‘pabucu dama atılmak’ şeklinde bir ifadeyle ahilik sicil kayıtlarına kara leke olarak işlenir. Dolayısıyla ahilikte meslek erbabından en azından etik değerlere uyup sadakat göstermesi şartı aranır hep.
         Velhasıl; Ahilik dünden bugüne, geleceğe de ışık saçabilecek güçte ticari ve mesleki organizasyon ocağıdır.
          Vesselam.

27 Temmuz 2016 Çarşamba

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ



            ŞEYH ALİ SEMERKANDİ
                             (K.S)

                                                               SELİM  GÜRBÜZER

                Şeyh Ali Semerkandi (k.s), İran’ın İsfahan kazasında doğdu. Nesebi anne tarafından Türk, baba tarafından Hz. Ömer'e dayanır. Bu demektir ki Hz. Ömer (r.anh)’ın dördüncü göbekten torunudur.
         Halifelik makamına bir gün Semerkand ve Buhara taraflarında ekilen arazinin haşerelerce istila edildiği, bu yüzden halkın perişan vaziyette olduğuna dair bir haber ulaştığında, Hazreti Ömer (r.a.) derhal sorumluluğunun bilinciyle yola koyulur.  Tabii buraya geldiğinde ilk iş Peygamberimizden kendisine devr olunan asayla Musa misali sondaj vurmak olur.  Hiç kuşkusuz elçisi Hz. Musa’ya izin veren Yüce Allah, adaletiyle gönüllerde taht kuran Hz. Ömer’e de biiznnillah yol verip su çıkar da.   Derken oracıkta çeşme yapılır da. Şimdi sıra ahalinin asıl dert yandığı haşere meselesine el atmak vardır.  Bunun içinde Hz. Ömer (r.anh.) Yüce Rabbine ellerini açıp münacat ettiğinde sığırcık kuşları gözükmeye başlar ve böylece meraklı bakışlar eşliğinde cümle halk tüm haşerelerin kuşlar tarafından bertaraf edilişine şahit olur. Sadece halk mı şahit olur? Hiç kuşkusuz bu mucizevî olaya şahit olanlar arasında Kral’da vardır. Öyle ki bu yaşanan hadiseyle birlikte Kral’ın iç dünyasında fırtınalar kopup iman halkasına dâhil olur da.  Nasıl olsa artık maksat hâsıl olmuştur. O halde o yüce Halife beraberinde getirdiği Peygamber yadigârı asasını oğluna devredip halifelik makamına geri dönebilirdi. Hem de emaneti devrettiği oğlunu burada bırakarak vazifesinin başına dönecektir.  
              Tabii oğul buralarda bir Türk kızıyla evlendiğinde ondan doğan çocuklardan dört batın sonrasında Ali Semerkandi adında büyük bir zat dünyaya doğa gelecektir. Bu doğuş aynı zamanda asanın Ali Semerkandi’ye geçişi demektir. Düşünsenize o asaya Hz. Ömer’in eli değmiş, şimdi o asa Şeyh Ali Semerkandi (k.s)’ın elinde mana kazanacaktır. Yeter ki o emanete sahip çıkılsın gerisi gelir elbet.  Nitekim O,   emanet bildiği asayla birlikte önce ilk iş olarak; Buhara ve Semerkand’da ününü duyduğu âlimlerin eşiğine yüz sürmek olur.  Biliyordu ki eşik olmadan baş olunmaz. İşte bu bilinçle eşiğine yüz sürdüğü âlimlerin rahle-i tedrisatından yüzünün akıyla geçtikten sonra Mekke’de on dört yıl imamlık vazifesi icra eder de. Oradan da ver elini Medine der. Şimdi asa Medine’de Peygamber gül kokusunun yanında diriliş muştusu olacaktır.  Asanın emanetçisi de bu dünyada öyle kolay kolay kimseye nasip olmayacak bir vazifeyi üstlenecektir. Böylece cennet bahçelerinden bahçe olan Peygamberimizin medfun olduğu Ravza-i Mutahhara’da yedi yıl türbedarlık vazifesiyle şereflenecektir.  İlginçtir türbedarlık yaptığı günlerde uykuya daldığında Fatıma anamız Peygamberimiz (s.a.v)’in bir müjdesini aktardığında rüya âleminde kendisine şöyle müjde verilir: “Beni ziyaret edemeyenler seni ziyaret ettiğinde ziyaret etmiş gibi olurlar.” Tabii böyle bir rüyaya can kurban, düşünsenize rüya âleminde Fatıma annemizin sözlerine muhatap kalmak vardır, yetmedi Peygamber müjdesine nail olmak vardır. Bu bizim bildiklerimiz, kim bilir bu müjde içerisinde bilmediğimiz daha nice lütuf ve müjdeler vardır. Bu ne ilk müjdeydi ne de son.  Nitekim yine mana âleminden kendisine kutsal topraklardan Çin ve Hindistan’a doğru sefere çıkması gerektiği ilhamla bildirilir. Ama mana âleminde gidilecek yere ne için gitmesi gerektiği bildirilmez. Olsun çokta önemi yok, asa ne güne duruyor, icabında pusula görevi ifa ederde. Sakın ola ki asayı sihirli değnek sanmayın, bu kutlu yolda asa sadece sırrın işaretidir. Bu yüzden asanın emanetçileri için Allah sırlarını takdis etsin deriz de. İşte asasıyla sırrın izini sürmek üzere işaret edilen diyarların birinde Kral sarayına vardığında Kralı üzgün halde görür. Kralın derdi vardı. Hem de ne dert,  evlat acısı dert. Çünkü çocuğu ölmüştü. Kral üzüle dursun, Şeyh Ali Semerkandi (k.s)  bu arada tefekkür âlemine dalaraktan asasının işaretiyle buraya geliş hikmetini anlamakta gecikmez.   Murakabe halinden çıkıp Kral'la göz göze geldiğinde şöyle der:
        —Şayet iman edersen Allah’ın Hayy isminin yüzü suyu hürmetine inşallah çocuğunuz dirilecektir.
        Kral'ın canına minnet, yoksa ömür boyu evlat acısıyla kıvranıp duracaktı, şeksiz şüphesiz iman edeceğini beyan eder. Bunun üzerine Şeyh Ali Semerkandi yine murakabeye dalaraktan ellerini açıp dua ettiğinde Allah’ın izniyle çocuk hayat bulurken, babası da Müslümanlıkla hayat bulacaktır.  
           Şeyh Ali Semerkandi’nin elindeki asa bu kez Alanya'yı işaret edecektir.  Bakalım burada o yüce zatı neler beklemekte.  Nitekim Ali Semerkandi'yi (k.s) asasıyla sahil boyu yürürken ağlayan bir adama denk gelecektir. Adama der ki:
       —Derdin ne?
        Adam:
  —İncimi denize düşürdüm.
        Tabiî ki Şeyh Ali Semerkandi (k.s)  inci deyip aman boş ver diyemezdi,  bunda da mutlaka bir hikmet var düşüncesiyle asasına dayanaraktan balıklara işaret edip hal lisanıyla şöyle der:
   — Derhal incisini bulun.
  Balıkta olsa, sonuçta emir büyük yerden,  hiç kuşkusuz balıklar bu emir karşısında gereğini yapıp böylece adamın solan yüzü aydınlanır da. Eeeh ne diyelim,  işte görüyorsunuz asa bu ya,  asanın bir işareti her şeye yetiyor.  Ne mutlu sırrın sırrını sır bilene. Bulutu yağmura vesile kılan Yüce Allah, gerektiğinde Gönül Sultanların elinde asayı darda kalan kullarının imdadına yetişmesi için vesile kılar da.  
       Evet, Şeyh Ali Semerkandi’nin elindeki asa bu kez Alanya’dan Anadolu'yu işaret edecektir. Anadolu’da ilk konaklayacağı durak Konya, ikincisi Çankırı’nın Eskipazar beldesidir. Ki, Anadolu medeniyetlerin beşiği ana kucağıdır. Tıpkı bir ananın çocuğunu şefkatle kucakladığı gibi Şeyh Ali Semerkandi’de Anadolu’yu sarmalayacaktır. Nitekim Eskipazar ahalisinin sürülerini emanet edeceği çoban arıyordu ki,   işte bu arayış içerisinde Şeyh Ali Semerkandi (k.s) Hızır misali çıka gelir. Asası elinde o büyük zat çobanlığa talip olur da. Öyle ya,  çoban deyip geçmemek gerekir, çünkü peygamberlerde kendi ümmetlerinin çobanıdır. İşte Şeyh Ali Semerkandi (k.s)’de bu bilinçle asasıyla güttüğü sürünün yününden, tiftiğinden, sütünden, yağından istifade edilen bereket kaynağı olurda. Gerçektende o büyük zat “Her çoban sürüsünden mesuldür” hadis-i şerif sırrınca sürüleri otlatırken günlerden bir gün alaca öküzü avlamak için pusuya yatan bir kurtla karşılaştığında şöyle der:
      — Ey Kurt! Sakın ola ki sürüleri avlamayasın! Bilesiniz ki;  o sürüler bana emanettir.
     Ancak kurt lisanı halle inatla şöyle der;
       —O alaca öküzün sahibi zekâtını vermedi, bu yüzden o benim hakkımdır.
      Şeyh Ali Semerkandi (k.s):
       —Madem öyle hiç olmazsa bana bir gün müsaade et öküzün sahibine durum vaziyeti bildireyim, sonra bildiğin gibi yaparsın.
     Evet, durum vaziyet sahibine bildirilir. Ama alaca öküzün sahibi bir anda beyninden vurulmuşçasına kükreyip zekât vermeyi kabul etmez. Kurt’ta sen misin zekât vermeyen gereğini yapıp, bir güzel afiyetle alaca öküzü yiyecektir. Tabii mesele burada bitmez, işin boyutu daha da farklı mecraya kayarak mahkemelik dava konusu olur. Kadı der ki;
  —Şahit var mı?
  Şeyh Ali Semerkandi (k.s) cevaben:
  —Şahidim dağlar, taşlardır der. 
             Kadı;
              — Hadi sende, öyle şey mi olur, birde kalkmış dağdan taştan bahsediyorsun,  belli ki öküzü sen yemişsin suçlamasında bulunur.
                  Malum, suçladığı insan Semerkand Gül dostudur. O’nlar suçlansalar da, iftiraya kurban gitseler de asla beddua etmezler,  ama şu da var ki; Allah dostları kınından çıkmayan kılıç gibidirler, şayet insanlar rahat durmaz destursuz kınına dokunursalar vay haline, sırf kapıcının incinmesinden dolayı kendi kuyusunu kazıp helakine sebebiyet verecektir.  O halde siz siz olun sakın Gül’e dokunmayın,  dokunduğunuz da biliniz ki Gül’ün dikeni devreye girip canınızı acıtacaktır. Kadı’da olsa gönül yanması başka bir şeydir, öyle ki kadı gönle dokunduğunda asa incinecektir, derken kadı oradan uzaklaşıp atı üzerinde giderken kaskatı taş kesilecektir.  Sadece incinen asa mı,  dağ,  taş, nebatatta incinmeden kendi payına düşeni alır.  Baksanıza Kadı’nın dona kaldığı yer o gün bugündür Durdağı diye anılır hep. Sanki Durdağı Kadı’ya incinmesini “Sen misin incitici laf söyleyen, o halde bizde seni böyle durdururuz” dercesine böyle bir duruş sergileyerek haddini bildirmiştir. Dedik ya, bu kapı Hak kapıdır, pek incinmeye gelmez. İncitirsen incitirler,  bu icabında deprem, sel, volkan patlaması, tsunami gibi nice tabiat kanunlarının emri ilahi doğrultusunda harekete geçip tepkisini ortaya koyarak da vuku bulabilir.   
       Tabii birileri Durdağında donakalıp duracak, birileri de dur durak bilmeden hak ve hakikat yolunda fisebilillah olacaktır. Evet, hak ve hakikat yolunda durmak yok yola devam etmek vardır.
        Şeyh Ali Semerkandi’nin bu kez abdest almak için yolu kadınların kıt kanaat kullandıkları çeşmeye düşer. Ancak abdest almasına müsaade etmezler. Bunun üzerine asasını yere vurup oracıkta su çıkıverir. Fakat ne var ki kadınlar, sondaj vurulan yerden su taşmaya başladığında şöyle sitem ederler:
 —Suya dur desene, yoksa eşyalarımızı alıp götürecek.
 Şeyh Ali Semerkandi (k.s) bu sitem karşısında asasıyla suya işaret ederekten:
      —Ey Su! Sen sen ol kararında ak der.
       İşte o gün bugündür su da Allah dostunun yüzü suyu hürmetine kararınca akmakta, bu yüzden adına sığırcık suyu denilmekte, hatta zemzem diyenlerde var.
         Peki, su hürmet ederde padişah hürmet etmez mi? Bakın, koskoca Osmanlı Padişahı Murad Hüdavendigar, Bursa’da tarlalar haşerelerin istilasına uğradığında o Allah dostuna haber salıp himmet diler de. Hani bir zaman Hz. Ömer (r.a) Semerkand ve Buhara taraflarında ekili arazilerin haşerelerce istila edildiğini duyduğunda gereğini yaptığı gibi Şeyh Ali Semerkandi (k.s)’de halife ocağının dördüncü batından kendisine aktarılan manevi tasarrufatla hemen Bursa yoluna koyulup Allah’a yöneldiğinde gökte sığırcık kuşları belirdiğinde haşereler yok edilir de. Hiç kuşkusuz Murad Hüdavendigar bu mucizevî hadise karşısında şükreyleyip iyi ki de böyle bir zatın zamanında padişah olmuşum demekten kendini alamaz da.
        Her neyse asa deyip geçmemek gerekir, ama yinede asanında nihayetinde bir sınırlı vakti söz konusu. Nitekim hazan yapraklarının döküleceğinin ilk işaretinin verildiği vakit gelir de. Belli ki Şeyh Ali Semerkandi (k.s)  yücelerden gelen işaretle ömrünün son dönemlerinde elindeki Sacayağını fırlatması o güne kadar yaptığı tüm yolculukların bitişini gösteren ilk son bahar yaprak dökümü bir künk atmaydı. Öyle ki Çatak’tan fırlatılan o üçayaklı sacayağın düştüğü yerde konaklayıp orada bir süre daha yaşadıktan sonra Allah’a Şeb-i Arus eyleyecektir.  Evet,  artık Ankara’nın Çamlıdere beldesine talih kuşu konmuştur. Çamlıdere halkı tereddütsüz onu bağrına basıp hizmetinde bulunmada kusur eylemez de.   Hiç kuşkusuz devlet ricali halkın bu hürmetini örmezden gelemezdi, derhal Şeyh Ali Semerkandi’nin yüzü suyu hürmetine Çamlıdere ahalisini askerlik ve vergiden muaf tutar. Üstelik bu muafiyet Cumhuriyet dönemine dek sürer de. .
      Velhasıl;  Şeyh Ali Semerkandi (k.s) her fani gibi 146 yaşında Hakka yürüse de, şimdi O Ankara’nın Çamlıdere beldesinde Osmanlı döneminde yaptırılan Kabri Şerifi içerisinde ziyaretçilerinin gönlünde yaşıyor ya, bu yetmez mi? Ruhu şad olsun.      .

26 Temmuz 2016 Salı

MEVLANA


            MEVLANA                                                                              SELİM  GÜRBÜZER                                                                                              Mevlana Horasan’ın Belh’te dünyaya gelir. Babası şu meşhur büyük âlimlerden Kübreviyye Mutasavvıfı halifesi Bahaeddin Veled’dir. Ancak Sultân’ül ulemâ olsa da manevi ilimde eriştiği makam itibariyle etrafında kıskançlık halkası oluşturacağından Belh şehri zamanla zahir hasetçilerin gırla gittiği mekân hale gelir. Nitekim günün felsefe erbabı o’nu devlet karşıtı bir zat gösterip küçük düşürme hevesine kapılırlar. Ve bu tür girişimler etkisini gösterir de. Derken devrin hükümdarı Bahaeddin Veled’i şu mesajla denemeye tabii tutacaktır: 
       “Şeyhimiz lütfedip kabul ederlerse, ülkeler de, askerler de onun olsun. Çünkü bir kilime iki padişah sığmaz.
           Tabii verilen bu ince mesajdaki gerçek niyeti sezen Bahaeddin Veledin cevabı manidardır ve şöyle der “ Biz dervişiz, bize memleket ve saltanat münasip değildir.  Biz gönül hoşluğuyla sefer edelimde, sultan kendi uyrukları ve dostlarıyla baş başa kalsın.” Ardından ailece yaşadığı şehre gadredip bir grup müridiyle birlikte Belh’ten ayrılma kararı alır. Hatta yaklaşan Moğol tehlikesini sezmekte de gecikmez. O, ayrıca Horasan’da yaşadığı bir takım siyasi tartışmalardan kendisine gına gelip bu tür ortamlardan uzak kalma ihtiyacını yüreğinde hisseder. İşte bu duygular eşliğinde yaşadığı topraklardan uzaklaşacaktır. İşte Bahaeddin Veled’in ileriyi gören bu sezgiliği  (feraset ehli oluşu)  o kadar kendini belli eder ki; terk ettiği Belh şehri Moğollarca yağmalanıp harabe haline dönüşür bile. Artık terk-i diyar eyleyeceği şehir zindan şehirdir. Şimdi yeni şehirlere adım atmak zamanıdır. Bu yüzden ilk seçtiği durak Nişabur’dur. Hani derler ya; mürşit odur ki; yolun başından sonunu göre, aynen öyle de baba oğul hicret ettiği topraklara adım attığında, zamanın büyük evliyalarından Feridüddin Attar Mevlana’nın büyüklüğünü şu sözlerle hakkını teslim edecektir: “İşte büyük bir nehir arkasında bir okyanusu sürükleyip geliyor.” Gerçektende bu sözler Mevlana’nın eriştiği manevi mertebeyi göstermesi bakımdan çok büyük bir kıymet ifade eder. Dahası konakladığı şehir o’nun taklit, tahkik ve marifet yönünden ilk basamağı olmaya yetecektir.  Belli ki bu sözler boşa söylenilmiş değil, bilakis Mevlana’nın ileride büyük bir zat olacağına dair işaret sözlerdir.  
         Nişabur’dan sonraki durağı Bağdat’tır. Meğer insanlar laf olsun diye  “Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz” dememişler, Bağdat dün olduğu gibi bugünde dünyanın göz bebeği bir şehirdir. Ancak baba oğul ikilisine Moğol kasırgasının yaklaştığı haberi ulaştığında Bağdat yâr olmayacaktır, ister istemez Kûfe yolu üzerinden Mekke’ye koyulacaklardır. Sonrası malum, ailece nübüvvet nuru mübarek toprakları ziyaretin akabinde Anadolu’yu mesken tutacaklardır.  İyi ki de mesken tutmuşlar, Anadolu bu sayede diriliş ruhuyla yoğrulacaktır. Bilhassa bu aile içerisinden Celaleddin-i Rûmî adına uygun davranıp Anadolu’nun Türk-İslam yurdu olmasında pay sahibi olacaktır. Madem öyle artık durmak olmazdı.  Diyâr-ı Rûm’u (Anadolu’yu)  karış karış gezmek gerekti. Zaten o da Anadolu’nun birçok yerini irşadıyla aydınlattıktan sonra Larende’ye (bugünkü Karaman) konaklayıp, akabinde Gevher Hatun’la evlenir burada. Hiç şüphesiz bu izdivaç her iki taraf açısından temiz bir soya bağlılığın zişanı olarak yerinde bir evliliktir.  Öyle ki bu evlilikten doğan ilk çocuğa kendi babasının ismi yani Sultan Veled verilir, ikinci çocuksa Alâeddin adını alır. Artık aile ocağının iyiden iyiye tüttürdüğü demlerde Larende’de tam yedi yıl bir hayat geçireceklerdir. Tabii ki yaşadığı yıllar içerisinde hüzünlendiği günlerde oldu. Çünkü burada hem annesini hem de ağabeysini kaybetmişlerdi. Derken yedi yıllık sürecin sonunda babası Bahaeddin Veled Konya’ya geçip burada ki medreselerin birinde müderrislik vazifesinde bulunur. Babasının irşad faaliyeti burada o kadar tesirin gösterir ki; Selçuklu Hükümdarı Alâeddin Keykubad Bahaeddin Veled’e mürit olur da.
            Tarihler 1231 yılını gösterdiğinde Bahaeddin Veled (k.s.)’ın vuslat yılı olacaktır.  Yani;  Konya’da geçirdiği mana yüklü günlerden sonra Allah’a kavuşur. Ve arkasından müminler, âşıklar, halifeler ve müritler gözü yaşlı bir halde o’nu toprağa uğurlarlar. O artık kader-i ilahi gereği bu âlemden nakl-i mekân eylemiştir. Allah Hayy’dır, şüphesiz O (c.c) mekândan münezzehtir. O halde  “Ya baki entel baki” deyip gönlünü ferahlatmalıydı, ama nasıl?  Henüz yaşı yirmi dörttür. Sonuçta gençte olsa hizmetten geri kalmak olmazdı. Bir şekilde ikna yöntemi devreye girdiğinde devlet erkânı ve halkın ısrarıyla nihayet irşad postuna oturur da.  
             Evet, sorumluluğu üzerine aldı almasına ama halen içinde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordu. Doğrusu neyin eksik olduğunu kendisi de bilmiyordu. İşte bu kafa karışıklığı içerisinde vazife görürken çocukluk arkadaşı can dostu Seyyid Burhaneddin Konya’ya çıka gelir. Tasavvufta pişmişliği her halinden belli Seyyid Burhaneddin’in ilk işi Mevlana’yı sorumluluklarından sıyırıp özgür kalması yönünde karar almasını sağlamak olur. Zaten o’nun istediği de buydu. Derken yolun başında ilk olarak tasavvuf önderlerini ziyaret, sonra halvet ve zikir hayatı, akabinde seyr-i sefer yolculuk hazırlıkları gerçekleşir. Ancak yolculuk haberi Konya’da infial uyandırır, ama bir kere ok yaydan çıkmıştı, artık seyr-i seferden geri dönülemezdi. Çünkü Mevlana kararım kesin diyordu. Ve bu seyr-i sefer tam dokuz yıl sürecektir. Hani yol bilenle aşılır ya,  aynen öyle de Mevlana da bu seyr-i sefer yolculuğunda bir takım eksikliklerini görme fırsatı elde edecektir.  Şöyle ki;
          Geçirdiği o uzun seyr-i sefer yolculuğun son durağı Şam’dan geri dönüş hazırlıkları yaptığı sırada ansızın “kendini kendinden alan” sır dolu bir adamla göz göze gelir, her ne oluyorsa orada olup bir bakışta can ciğeri dağlanır. Ama gel gör ki tek bir nazarla kendini kendinden geçiren bu sır dolu adam görünmesiyle kaybolması bir olur. Tabii bu sır dolu olağan hali anlamak mümkün değildi,  yanındakilere sorup soruşturduğunda asıl adı Ali olmakla birlikte o’nun Şems-i Parende (uçan güneş) olduğunu bildirirler. Ardına düşmeyi dener ama o adına uygun davranıp ışık hızıyla yedi kat göklerden yıldız misali çoktan gözden kaymıştı bile. Ortada şimdilik yapacak pek bir şey de kalmaz. İster istemez çaresiz bakışlar içerisinde Konya’ya döner.
         Konya’ya geldiklerinde Selçuklu Hükümdarı Alâeddin Keykubad’ın vefat ettiğini, yerine geçen oğullarının basiretsiz davranışlarının sonucu Moğol serdarlarının Kayseri ve Sivas’ı ele geçirdiklerini yerinde görecektir. Bu aşamadan sonra Seyyid Burhaneddin görevinin buraya kadar olduğunu söyleyerekten can yoldaşından izin alıp Kayseri’ye doğru yol alır. Derken burada Hakka yürür.  Malum, can yoldaşının mübarek kabri şerifi şu anda Erciyes eteklerindedir.
        Mevlana şöyle bir geriye dönüp baktığında, artık yanında ne babası, ne de can dostu Seyyid Burhaneddin vardır, kendisiyle baş başadır. Zaten o da “hamdım, yandım, piştim” evrelerini aşma aşama kaydetmenin bilincinden hareketle kendi kanatlarıyla Konya’da irşat faaliyetlerini yürütüp zamanla çekim merkezi konuma yükselecektir. Öyle çekim alanı oluşturur ki; on bini aşkın mürit etrafında pervane ve semah olup hemen her gün iplikçi medresesine gelen insanlar o’ndan istifade etmek için can atacaklardır. Bu arada önemli bir gelişme yaşanır; Şems’i Tebrizî’nin ansızın 1244 yılında Şekerci Han’a indiği haberi alınır.  Tabii sadece Han’a inmekle kalmaz 12 gün uzlet hayatına çekilip her salisesini Allah’a dua ve niyazda bulunarak yâd edecektir.
         Sanki geçen 12 gün, fırtına öncesi sessizliğin habercisiydi. Nitekim bir gün Mevlana İplikçi Medresesinden devesine binmiş halde dönerken Şems devenin yularını tutmuş, bir miktar çekmişte.  Ve aralarında ne konuşma geçmişse etkisini gösterip Şems’in dilinden tane tane dökülen her cümle Mevlana’nın ruhunda derin şimşekler çakacaktır. İşte Şems, dilinden sadır olan şimşeksi  sözlerini şöyle bağlar: “İç âlemde ilerisin, ama şunu bil ki ben iç âleminde içiyim.”
         Evet, her lahza kelam sözün bittiği noktada gizlidir. Zaten Mevlana’da bu sırlar dünyasında ruhen tam dirilişe geçmek istiyordu. Nihayet aradığı ışığı Şems’te görür de. Hatta görmekle kalmaz o güne kadar ki tasavvuf anlayışını gözden geçirip tamamen iç âleme yönelir. Bu arada Kalenderi Şeyhi Şems’i Tebrizî’nin o’na ilk nasihatı; ‘Dışarıya karşı sağır ol, içte keşfedilen sınırsız âleme yönelip gerçek aşkı yaşa’ şeklindedir. İşte bu nasihatin gereği birlikte inzivaya çekilirler. Yaklaşık iki ayı bulan bu halvetin sonunda çilehanenin kapıları aralanıp, adeta kozasında çıkan kelebek misali ötelere yol kat edilir. Mevlana kanat çırpa dursun halkta o’nun yolunu beklemekteydi. Halk dahası uzletin ardından yeniden İplikçi (Altınapa) Medresesi’ne döneceğini sanıyordu. Ama hiçte bekledikleri gibi çıkmaz, tam aksine yüzü hep Şems’e dönük olacaktır. Hatta ulema cübbesini çoktan çıkarmıştı bile. O artık başına keçeden yapılmış külah geçiren bir Hak aşığıdır. Her ne kadar dostları “kendine gel, eski Celal ol” dedilerse de hiç oralı olmaz. O; sadece önce Allah’a sonra Şems’e karşı kendisini sorumlu hissedip öyle tavır sergileyecektir. Üstelik Şems o’na çarşı ortasında başının üzerinde şarap taşıma işi verir. Durumu görenler, ya koskocaman bir âlim nasıl olurda böyle şeyler yapar diye şaşkınlıkla karşılayacaktır. Şaşkınlık bu ya, o’nun bu hallere düşmesine neden olarak Şems gösterilip işi çığırından çıkaracaklardır. Öyle ki, Şems bu durumdan muzdarip halde dışarı çıkamaz olur. İster istemez Mevlana’ya haber vermeksizin bir gece ansızın ortadan kaybolur.
         Mevlana talebelerine Konya’nın altını üstüne getirilip tez elden Şems’in bulunmasını tembih eder, ama tüm çabalar boşadır, halen Şems’ten bir haber yoktu. Neyse ki günlerden bir gün eline mektup ulaştığında en azından hayatta yaşadığına emin olması hasebiyle tek teselli kaynak mektup olur. Nasıl teselli bulmasın ki; Şems’in Şam’da olduğu ve kendisinin iyi olduğu müjdesini almıştır. Belli ki mektup o’nu rahatlatmış gözüküyor, ama yinede boş durmaz. Derhal büyük oğlu Sultan Veled eşliğinde topladığı 20 kişilik bir kafile heyetini Şam’a uğurlayacaktır. Oğul Sultan Veled, Şems’i bulduğunda o’nu zar zor dönmeye ikna edecektir, derken iki dostun buluşması adeta iki büyük okyanusun vuslatına sahne olur. Mevlana bu sefer işi sıkı tutup temkini elden bırakmamaya azmeder. Neydik edip Şems’i burada tutması gerekirdi. Zaten o da bu uğurda gayretini esirgemeyecektir. Kolay değildi elbet, bir keresinde o’ndan ayrı kaldığı yıllarda ne haller çektiğini bir Allah bilir bir de kendisi. O halde sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yemeliydi. Bu nedenle Şems’ten etrafına daha yumuşak üslup kullanması yönünde adeta yalvaracaktır. Hatta bunla da kalmaz evliliğin o’nun üzerinde yumuşama etkisi sağlayacağı düşüncesiyle evlatlığı Kimya hatunla evlendirir. Fakat bu evlilikte fayda vermez, bilakis eskisinden daha hırçın haller zuhur eder.
         Bu arada Mevlana’nın küçük oğlu Alaaddin, Şems hakkında olur olmaz sözler yaymaya başlar. Alâeddin ikide bir babasının böyle davranmasıyla hem kendisini, hem de ailesini küçük düşürdüğünü, yarı meczup bir adamın peşinden koşmakla ilmine gölge düşürdüğünü söylenip duracaktır. Nihayet söz kınından çıktığında Şems’e cephe alaraktan kendisinin başı çektiği bir grupla birlikte pusu kurup katline ferman verirler. Hiçbir şey sonuna kadar gizli tutulamazdı, Allah’ın adaleti tamdır, er geç tecelli etmesi kaçınılmazdır.  Şöyle ki;
          Mevlana’nın büyük oğlu Sultan Veled bir gün rüyasında Şems’in cesedinin bir kuyuya atıldığını görür. Uyandığında ilk iş rüyada gördüğü kuyuya doğru arkadaşlarıyla birlikte gitmek olur. Kuyuya vardıklarında; aman Allah’ım birde ne görsünler kuyuda bir ceset, ama hiç çürümemiş. Oysa bunda şaşacak ne var ki, Allah sevdiği kulların cesedini çürütmez zaten. Tabii bu Şems’in naaşından başkası değildir. Meğer cinayeti işleyen yedi kişilik grup arasında Mevlana’nın küçük oğlu Alaaddin başı çekiyormuş. Ölen Şems, öldüren Alâeddin’dir. Ancak Sultan Veled kardeşinin işlediği cinayeti babasından gizleyecektir. Çünkü babasının gerçeği öğrendiğinde manen çökeceğini düşünüyordu. O kara kara düşüne dursun Mevlana yana yana Şems’i arıyordu,  hemen her gün mektup göndermediği yer kalmayacaktır. Bir an evvel dönmesi için bir umut ışığı arıyordu. Baktı olmayacak, en nihayet kendisi Şam’a gitmeye karar kılar. Yolculuğun sonunda Şam’a varır da,  fakat umduğunu bulamayacaktır.  Her şeye rağmen yine o “Ağlama yar, bir gün gelir bu hasretlik biter” duygusunu yitirmeyecektir. İşte umuda yolculuk turu budur. Mevlana biliyordu ki; hak yolcuları yolculuğun başında ve sonunda "Sefer der vatan" için vardır. Zaten insan her an Allah’ın gurbetindedir. Bu yüzden Mevlana Şems’siz olamam diyordu, derken gurbette geçirdiği o umut ışığı arayışının ardından Kuyumcu Selahaddin Efendi feryadına yetişecektir. Çünkü hem arayış, hem müritlerinin eğitimi ikisi bir arada olmazdı. Böylece yetiştirmiş olduğu talebelerini o’na teslim edip tabii olmalarını emir buyurur. Mevlana’nın böyle emir buyurması hakkıdır. Zira o sıralar uzlet ve tefekküre ihtiyacı vardı. Öyle ki o yıllarda eşi Gevher Hatunu toprağa verdiğinde uzlet arayışı had safhaya ulaşır da. İkinci nikâhını Kerra Hatunla kıydığında ancak bir nebze kendini dizginleyebilecektir.
     Kuyumcu Selahaddin’den sonra o’na yâr ve yardımcı olacak bir başka isim Çelebi Hüsamettin’dir. Hatta o’nun sayesinde ileride Mevlana’nın mesnevi şahikası gün yüzüne çıkacaktır. İşte o gün bugündür Mesnevi tüm insanlığa ışık saçıp soluk aldırmaktadır. Malum bu eser o günün yaygın kültür kodu Farsça olarak ele alınmıştır. İyi ki de öyle olmuş. Çünkü Farsça yazılmakla muhatabı sadece seçkin zümre olmaz toplumun her kesimine hitap eden bir eser olarak ışık saçar. Nitekim Mevlana’nın Mesnevisi Çelebi Hüsameddin vasıtasıyla orijinalliğini korur da. Nasıl korumasın ki; Mevlana söylüyor, o da sürekli yazıyordu. Bu hizmet unutulacak cinsten değildi, adeta asırlara sığmaz hizmettir. Bu yüzden bu döneme olgunluk dönemi diyebiliriz. Bu hizmetin yansıması Mesnevice  “Ne olursan ol yine gel” mesajıyla yerini bulur da.  Derken Mevleviyye yolu Mevlana’nın vefatının ardından oğlu Sultan Veled eliyle mayalanacaktır.
         Mevlana artık 80 yaşına girdiğinde emanetini sahibine teslim edip Hakka yürür. Ancak naaşı bir türlü kaldırılamaz. Gerçektende gök yarılsa, yer kaynasa, Hak aşığının o günkü halini anlatmaya ne kalem, ne de bir kelam güç yetirir. Kaldı ki o gün, aklın karaya vurduğu andır. Halk izdihamdan birbirini eziyordu adeta. O arada halktan birkaç kişi “Müslüman olmayanlar çekilsin” diye haykırır, ama ne mümkün, kimse yerinden kıpırdamaz. İlginçtir bu haleti ruhiye içerisinde muhtemel tatsız durumu önlemek adına yerinden doğrulup akılları toparlayanda haham ve papazlar olur. Onlar derhal kalabalığın önüne atılıp: “Hayır o bizimde reisimiz sayılır, çünkü biz Musa’nın ve diğer Peygamberlerin hakikatlarını onun açık sözlerinden öğrendik” diye sahip çıkacaklardır.  Bu sözler etkisini gösterir de. Artık kalpler donuk, gözler yaşlı ve dizler dermansızdır. Her ne kadar gözlerden akan yaşı hiçbir metanet dizginleyemese de ne bir taşkınlık, ne de bir izdihamdan bir eser görülür. Yediden yetmişe herkes arkasından saf tutmuş, boyunlar bükük, içler buruktur.  Yine de musalla taşından geriye kalan en hoş seda;  bir olunuz manasına ‘Allahu Ekber’ zikri yüreklere su serpecektir. Hâsılı Lafza-i Celal zikri gönüllerde yankı bulur da. Böylece Konya’daki kabri makamına defnedilip Şeb-i Arus eyler.
        Kelimenin tam anlamıyla vuslat günü yediden yetmişe herkes o’nu son yolculuğuna uğurlama şerefine nail olur. Gelinen noktada da o şerefe ermek için kabri şerifi en çok ziyaretgâh akınına uğrayan bir mekândır hala.  Kıyamete kadarda öyle olacaktır zaten.
         Ruhu şad olsun.
 http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1436/mevlana.html

25 Temmuz 2016 Pazartesi

YUNUS EMRE


YUNUS EMRE
                  
 SELİM  GÜRBÜZER
                     İyi ki de Türkler Orta Asya’dan yola çıkmışlar. Nitekim yollara meftun Türk boyları, İslam’la buluştuktan sonra Alpliklerine erenlik katarak alperen kimliğine bürünmüşlerdir. Belli ki; Türkler üzerinde Horasan erenlerinin çok büyük etkisi olmuş. Öyle bir etki oluşturmuşlar ki; içlerinden bir Türk veli; yani Ahmet YESEVİ doğa gelecektir. Malumunuz Ahmet Yesevi Yusuf Hemedânî’den el almış Pir-i Türkistan’dır.  O, şeyhinden icazet alır almaz tasavvufi aşkı Türk boylarına aşılamak için yola koyulur bile. Bu sıradan bir aşk değildir,  kelimenin tam anlamıyla ilahi aşkın ateşiyle irşat olan Türk boylarını Bizans sınırına kadar dayandırıp Büyük Selçuklu Devletinin kuruluşunu gerçekleştirecek aşktır bu. Tabii Selçuklu kuruluşuyla kalmaz, Malazgirt zaferiyle gücüne güç katıp Horasan erenlerinin himmet ve bereketiyle Anadolu kutlu bir vatana dönüşür.. Böylece Anadolu baştanbaşa medreselerle, camilerle, kervansaraylarla, çeşmelerle donatılır da. Dahası Anadolu medeniyet merkezi konuma bürünür. Tâ ki bu durum medeniyet yıkıcıları Moğol ordusunun ufkumuzda bir kara bulut misali çökmeye başlayıncaya dek sürecektir. Öyle ki, XIII. yüzyıl denilince Selçuklunun son demleri akla gelir hep. Dile kolay Moğol kasırgası medeniyet adına her ne kazanımız varsa hepsini yerle bir etmiştir. Neyse ki; Moğol tahribatının Anadolu güneşini tam karartma noktasında Yunusumuz ve Mevlana’mız doğa gelirde Anadolu kilimi nakış nakış işlenmiş olur.
            İşte kilime işlenen bu diriliş ruhuyla birlikte birde bunun üzerine Moğol zulmünden Anadolu’nun sınır uçlarına sığınan âlimler, şeyhler, dervişler, müderrisler de eklenince Anadolu’nun tam manasıyla kıyamı gerçekleşir. Yunus ilk başta söz konusu medreselerin birinde soluklayacaktır. Ancak ne var ki Yunus’un iç susuzluğunu giderecek aşk bu medreselerden geçmiyordu. Çünkü medreseler ilim açlığını doyurmak için vardı. Madem öyle, ruhunun susuzluğunu giderecek kaynağı bir yerlerde aramak gerekirdi.  Sonunda dayanamadı içindeki özleyişe kapılıp köyüne dönecektir. Arayış bu ya, köy ahalisi Yunus’u bundan böyle, kâh bir su kıyısında, kâh kuru bir ağacın altında, kâh saatlerce dökük mezar taşlarının altında kendi kendine konuşan ve gezinen bir divane gönül olarak görecektir ve bu halini kınamaz da. Hele bülbül misali şakırdamaya başladığında dilinden dökülen her bir kelam insanı kendinden alıp kendine getirecek lezzete tadına doyum olmayacaktır.   .
Bu arada Moğol istilası yaklaşınca Anadolu’nun her bir yanı kıtlık hüküm sürüp yokluk ve acı içten içten hissettirmeye başlar. Öyle ki; bu coğrafyada yaşayan herkes gelecekten ümidini kesecektir. Nasıl kesmesin ki; kimi açlıktan,  kimi hastalıktan, kimi asılaraktan, kimi vurularaktan onlarca insan can verir. Tabii Yunus bu hüzün verici manzara karşısında irkiliyor,  peş peşe gelen haberler karşısında ruhen sarsılıp içini hüzün kaplıyordu. İşte ruhunda oluşan dalgalanmalarla o an kendi kendine karar verir; bir kapıya varmalı diye. Hiç kuşkusuz kapıdan maksat Anadolu’da yaraları saran dergâhlardan başkası değildi elbet. İnsanlara kol kanat geren gönülleri sulayan ulu evliyaların varlığını Yunusta duymuştu.  Zira Anadolu insanı akın akın habire dergâhlara akıyordu. Yunusunda buna kayıtsız kalması doğru olmazdı, en azından kötü gidişata dur demek için varmalıydı,  fırsat bu ya inzivaya çekildiği köyünden tam da kendini dışarı atma zamanıydı. O da öyle yaptı zaten. Derken uzun bir yürüyüşe koyulur. Sanki bir gizli el onu çekiyordu içten içe. Yunus yorgunluğa meydan okurcasına sordu soruşturdu, sonunda Tekkenin yolunu bulur da. Dergâhın kapısına vardığında ilk iş omzundan heybesini indirip Şeyhin huzuruna çıkmak olur. Rivayetlere göre bu şeyh, Hünkâr Hacı Bektaşi Velidir. Yunus hemen beraberinde getirdiği alıçlardan o büyük zata ikram eder, akabinde dergâhta misafir edilir. Malum,  misafirin hakkı üç gündür. O üç gün boyunca yedirilir,  içirilir ve en iyi şekilde misafir edilir, ama o üç gün boyunca ara sıra da olsa seyre daldığı gözlerden kaçmaz. Hala aklı uzaklarda kala kalmıştı, en çokta köyünü ve aç insanların halini düşünüyordu. İşte bu düşünceler eşliğinde dayanamayıp müritler aracılığıyla Şeyh’ten müşkülünün halledilmesini ve çoluk çocuğun gözleri yolda kaldığını arzı endam eyler. Tabiî ki Şeyh’ten cevap gecikmez.
Şeyh:
—O’na söyleyin gönlü buğdaydan mı yana, yoksa himmetten mi?
Yunus cevaben:
            —Ben himmeti neydeyim, bana buğday gerek. Evde çoluk çocuk açken nefes ne çare der.
Tabii Yunus’un cevabı Şeyh’e bildirilir, ama Şeyh nefeste kararlıydı:
—Varın Yunus’a deyin ki beraberinde getirdiği alıçların her bir tanesi için bir nefes vereyim.
Yunus:
—Ama nefes karın doyurmaz ki, lütuf buyursun buğday versinler, der.
Şeyh tekrar:
—Varın söyleyin her alıç çekirdeğine on nefes vereyim.
Yunus gelen mesajlardan bir türlü gönül yolunda olduğunu o an anlayamaz. Bir kere o köyün o içler acı halini kafasına takmıştı, hala ısrarla:
— Ben nefesi neydeyim, bana buğday gerek diyecektir.
En sonunda, madem öyle peki denilip bineğine buğday yüklenir. Zaten Yunus’un istediği de buğdaydı. Bir türlü nefesin soluğu aklını çelememişti. Ve sırtlanıp yola koyulur.
Yollar uzun, yollar sessizdir. Sanki bu fırtınadan önce bir sessizlikti. İşte bu sessizlik içerisinde yorgun düşmüş bitap halde bir dağ yamacına tırmandığında kendisiyle baş başa kalacaktır. Şimdi tamda kendi kendine iç muhasebe yapma zamanıydı, nefis muhasebesine girer de. Neyse ki nefsiyle olan savaşı kazanmasını bilecektir. Böylece buğday kaygısını yener yenmez, Şeyhin eteğine yapışmak için tekrar geri dönmeye karar verir o an.  Kapıya vardığında Şeyh’e pişmanlık dileklerini ilettiğinde Şeyh onun için; 
—Himmet vermek bizden geçmiştir artık. Nasibin Sakarya illerinde TABDUK EMRE elindedir, varsın o’na gitsin, denilir.
Bu kez Yunus’un gönlüne bambaşka bir aşk tufanı düşer. Hakikat derdiyle içindeki tufanı dindirme adına yine yollara revan olur. Yol arayan için vardır zaten. Gerçektende bu arayış içerisinde işaret edilen mürşidi bulur da. Böylece Yunus’un ilk eğitimi dağda başlar. Haddine mi, Tabduk’un tasarrufuna karışılmazdı elbet.  İlk görev o’na dağda odun toplatmak olur. Tüm sadakatiyle sabahtan akşama kadar tek başına dağda odun seçip kesecek, yığacak ve topladıklarını dergâha getirecekti. Nitekim Yunus bu hizmetin semeresini kısa zamanda almaya başlarda. Artık nefsinin her geçen gün dağda aşkın gözyaşı karşısında yenik düşüp ıslah olduğunu idrak edecektir, gözyaşı döktükçe de gönlü yumuşar bile. Dağ tıpkı Musa’nın Tur-i Sina’sında olduğu gibi o’nu an be an Allah’a yaklaştırır da. İşte Yunus bu nefis terbiyesiyle birlikte aşkın tadını,  kokusunu buram buram yüreğinde hissedecektir. Gönlü öyle sevgi deryasında yoğrulur ki; “Senin dergâhına eğri odun yaraşamaz” diyecek kadar yüreği çağlar da.
Bu durum Tabduğun dikkatinden kaçmaz:
—Yunus dağda hiç eğri odun yok muydu ki; yıllardır getirdiğin odunların hepsi dosdoğru.
Yunus cevaben:
—Bu dergâha değil yamuk yumuk insanın, odunun eğrisi bile yaraşmaz deyip ince bir ruh seciyesi ortaya koyar. Müritler ilk etapta Yunus’un bu halini anlayamaz. Zaten anlayamadıkları içindir  dedikodu kazanı derhal  kaynatılıp “Yunus olsa olsa Tabduk’un kızını almak, ya da posta oturmak için bunları yapıyor” derler.. Tabii dergâhta fitne kazanı kaynamaya dursun ister istemez bu densiz dedikodular Tabduk’un kulağına da gelir. Neyse ki Şeyh soğukkanlılığını bozmadan fitne fücura yelken açmadan kızını Yunus’a vereceğini duyurur. Dervişler bu duyuru karşısında  ‘Tam dediğimiz çıktı’ diyecekleri sırada bu kez Yunus’un:
—Ben Şeyhimin kızına layık değilim sözleri dedikoducuların hevesini kursağında bırakmaya yetecektir.
Yunus besbelli ki bütün benliğini aşkla boyamak istiyordu. Ancak onun aradığı aşk zahiri aşk değil, ilahi aşktı.
Yunus’un bu sefer ki düşüncesi kendini gurbete atmaktı. Ama bu düşüncesini Şeyhine söylemeye kalkışsa nefesi tutulacaktı. Öyle ya,   30–40 yıldır bu kapıda tam en üst doruğa çıkacakken kendi kendine dergâhı terk etmekte neyin nesiydi. Bu ilk değildi elbet,  Yunus yıllar öncesinde de vatanını ve sevdiklerini terk-i diyar eylemişti. Medreseye girdiğinde ise okuduklarını, öğrendiklerini, bildiklerini terk etmişti. Şimdi ise dergâhta tam zirve noktasına çıkmak üzereyken seyr-i süluku ve dergâhı terk... Elbette ki; bu ruh tufanını anlamak mümkün değildi. Kaldı ki; Selçuklunun çökme sürecinde bile dergâhın kapısı dip diriydi. Tabduk haklıydı, gürültüsüz irşadı metot edinmişti, sessiz çalışıp gönülleri feth etmek için vardı. Yunus tam aksine ruhen coşmak, kendi kabını aşmak istiyordu, dahası ten kafesinden ötelere kanatlanmayı arzuluyordu. Yani yıllarca hizmet ettiği tekkesinden terki diyar eyleyip yapayalnız kendince bir dünya oluşturmanın derdindedir. Yine uzaklara doğru yürüyecekti. Öyle ki Yunus yürüye yürüye bir hal olur, derken bir deryanın karşısında bulur kendini. Bu deryadan haberi olmayan yoktu zaten. Hiç şüphesiz o deryayı umman Mevlana’dır. İyi ki de karşılaşmışlar. Yunus sordu:
—Mesneviyi sen mi yazdın?
Mevlana:
—Evet der.
Yunus:
—Çok uzun yazmışsın,  yerinde olsam “Ete kemiğe bürünürdüm, Yunus gibi görünürdüm der olur biterdi” diye karşılık verir. Mevlana hemen bu gönül çağlayışı sohbetten etkilenir de. Hatta Mevlana Yunus’u uğurlarken ardından; “Manevi mertebelerden hangisine yükseldiysem, şu Türkmen hocası Yunus’un izini önümde buldum onu geçemedim” demekten kendini alamazda. Böylece Yunus’un nasıl paha biçilmez bir değer olduğunu ortaya koymuş olur. Zaten Yunus’un fikirleri Mevlana’nın ruh dünyasıyla hep örtüşmüştür. Nasıl örtüşmesin ki; her ikisinin de açtığı aşk meşalesi Anadolu insanını aydınlatmaya yetecek güçtedir.
Yunus’un her geçtiği yer sevgi bulutuyla kaplanıyordu. Yunus bu aşkla yürüdükçe yürüyordu. Bir gün birkaç dervişle yolu çakışmıştı. Dervişler onu görünce birlikte yola devam etmeyi teklif eder. Akşam olduğunda dervişin biri ellerini açıp dua ettiğinde Allah’ın izniyle önlerine tadına doyum olmayan taam geliyordu. Ertesi akşam diğer dervişte elini açıp dua edince yine birbirinden güzel taamlar gırla gider, derken üçüncü günü geldiğinde dervişler Yunus’a;  artık bu işin kaçışı yok, sıra sende derler. Yunus yapamam diyemezdi, dergâhtan kaçmıştı, bari bunda kaçma dercesine üzerine sinen suçluluk duygusuyla mağaranın bir köşesine çekildiğinde ellerini açıp: “Ya Rabbi! Yüzümü kara çıkarma, onlar kimin hürmetine dua ediyorlarsa,  onun hürmetine beni de utandırma niyazında bulunur.  Üstelik o akşam diğer günlerin iki katı sofra kurulur. Yol arkadaşları aradaki farkı görünce: Allah aşkına sen nasıl dua ettin ki böyle bir eşsiz sofra geldi önümüze, hadi tez elden şunu bize bir anlat.
Yunus:
— Madem öyle, önce siz söyleyin.
Dervişler:
—Biz Tabduk Emre’nin dergâhında 30 sene hizmet eden Yunus’un hürmetine dua ederek böyle bir nimete kavuştuk derler.
Yunus bu sözleri duyunca kendinden geçer, aldığı işaret ona yetmişti. Tabduk’un dergâhına varmalıydı,  affını dilemeliydi... Öylede yaptı... Sonunda o ilahi iradeye teslim olur.
Yunus kimseciklere görünmeden durumunu Şeyhin hanımına arz eder.
Kadıncağız:
—Ey Yunus! Şeyhinin gözleri görmüyor artık. Sadece kalp gözü açıktır.  Sen yine de üzülme,  elbet bir ümit, bir çare vardır. Sen sen ol Tabduk namaz için evden çıkacağı sırada eşiğe yatmış bulun ve kapıyı açıp çıkacağı anda ayağı sana dokunduğunda, mutlaka bana seslenip:
—Bu kimdir diye soracaktır. Ben de derim ki
—Yunus.
Bu durumda Tabduk da bana dönüp:
—Bu bizim Yunus mu derse anla ki gönlünden çıkmamışsın. Yok, eğer hangi Yunus derse vay haline. Artık o zaman kendine derman ara.
Tabii Yunus bu tembih karşısında gönlünü büyük bir heyecan sarar, öyle ki kalbi sıkışaraktan başını eşiğe koyar. Değim yerindeyse tıpkı İbrahim (a.s)’in bıçağına İsmail’in boynunu uzatışı gibi başını eşiğe uzatmış halde bekler.
İşte o an gelmişti ki; Tabduk adımını attığında ayağı Yunus’a dokunur, gerçektende hanımına bu kim der diye seslenir.
Hanımı;
 —Yunus der.
Tabduk:
    Bizim Yunus mu?
    Hanımı;
—Evet dediğinde Yunus derin bir nefes çekip gönlü ferahlar.
           Evet;  bu yol “bir gönlün içine girmektir.”  Nitekim gönle girer de.
           Artık ne de olsa Tabduk’una kavuşmuştu... Fakat Tabduk’ta Rabbine kavuşmak üzereydi.
Tabduk, Yunus’a son vasiyette bulunur:
— Ey oğul!  Artık vaktin erişmiştir. İşte ben,  işte asa.. Şu elimdeki asayı uzaklara attığımda var asanın ardına düş ve yürü. Öyle yürü ki; ötelere yol alabilesin. Vakte ki asa nereye düşerse ruhunu orada Allah’a ada, vardan öte yoktan bir ol. Hadi selametle der.
Aslında Tabduk ruhunu teslim etmeden önceki vasiyetiyle Yunus’a bambaşka bir yol açmış oldu. Şeyhinin emri ve izniyle açılmış bir yoldu bu. Çünkü vasiyet gününe değin Yunus sıradan bir dervişti.  Artık vasiyet sonrası Yunus’un yolunu abidler, zahitler, fakihler, müftüler, mollalar kesecektir. Hatta bu yüzden Tabduk dünyasını değişmeden önce Yunus’a direnme ruhu aşılamayı da ihmal etmez.
Yunus bundan böyle Tabduk’un fırlattığı asa istikameti üzere yürüyecektir. Böylece her vardığı menzilde karşılaştığı yöre halkı şiirleriyle ruhu aydınlanacaktır. Şiirlerini kana kana yudumlayanlar kendinden geçer de Yunus kendine miskin diyordu, ama ortada hiçte miskin bir hal gözükmüyordu, bu nasıl miskinlikse her söylediği şiir insanı kendinden geçiriyordu.  Meğer kendine miskin demesi tevazu halinin icabıymış. Şiirleri ilahi sevgiyi hatırlatacak şiirlerdi hep. Fakihler, mollalar, müftüler önüne dikilip itiraz ede dursun sevgi engel tanımayacaktı. Nitekim onun şiirleriyle yediden yetmişe hemen herkes çoktan fethedilmişti bile.
O sevgi uğruna Anadolu’yu karış karış tarar ve dur durak bilmeden yorulmadan, usanmadan, yürür yürüdükçe de yolunu yol bilir. Çünkü Şeyhi asanın peşinden koş demişti. Besbelli ki asa sıradan bir asa değilmiş, özünde bilmediğimiz sırlar taşıyan bir asaymış meğer. Zaten Yunusta asanın peşinden koştukça insanlara sevgi ve dostluğu aşılar da.  
Artık, Yunus’unda bu dünyadan ayrılık saati gelmiş olsa gerek ki, son demlerini hep dua ve sohbetle geçirip kendi ölümünün şiirini dillendirir de:
Azrail alır canımız, kurur damarda kanımız
Yuyıcağız kefenimiz, saranlara selam olsun
Biz dünyadan gider olduk, kalanlara selam olsun
Bizim için hayır dua edenlere selam olsun.
           İşte Yunus ardından bıraktığı deryayı umman şiirleriyle tüm insanlığı selamlarken bu arada Molla Kasım’ın da şiirlerinden rahatsız olduğu gözlerden kaçmaz.  O rahatsız ola kalsın, Yunus ardından çağları aşan üç bin kadar Türkçe şiiriyle gönüllerde taht kurarak kıyamete kadar yâd edilecektir.  Bilhassa o’nun Risaletü’n Nushiyye adında Mesnevi tarzında yazılmış eseri de kayda değerdir. Demek oluyor ki o sadece Türkçeye vakıf bir şair değil aruz veznine de aşina bülbülümüz.
Her ne kadar Molla Kasım umursamasa da, bir gün üç bin sahifelik şiirleri eline aldığında işin rengi değişecektir. Öyle ki; sayfaları çevirdikçe o an okumaya karar verir. Ancak inat bu ya, okuduğu her bir şiiri kendince şeriata aykırı değerlendirip buruşturup atıp yakıyordu. Ancak Molla Kasım atıp dururken o an bir anda gözü bir şiire takılır. Son okuduğu mısraları okudukça hayreti artar, şaşkına dönmüştü adeta. Şimdi gel de bu şiiri at. Ne mümkün, elindeki şiiri kurda kuşa yem olsun diyede atamazdı elbet. İşte o an her ne oluyorsa orada oluyor ve bu son okuduğu şiir Molla Kasım’ı hizaya getirip:
            “DERVİŞ YUNUS BU SÖZÜ EĞRİ BÜĞRÜ SÖYLEME
                SENİ SİGAYA ÇEKEN BİR MOLLA KASIM GELİR mısralarıyla can evinden vurulur nihayet. Gerçekten de Molla Kasım Yunus’un şiiri karşısında eriyip kala kalır. Derken bilmediğimiz sırlar dünyasından bir gizli el tarafından Molla Kasım üzerinden Yunus’un şiirleri rüzgârlara, suya,  balıklara, kuşlara,  taksim ettirilir. Ve tüm cemadat, tüm nebatat, tüm hayvanat ve tüm insanlık taksim edilenden payını alır da. Zaten ‘Kasım’ taksim eden demekti, Molla Kasım’da tüm mahlûkata farkında olsun veya olmasın taksim etmişti. Böylece bütün varlıklar şiirlerden nasiplenmiş olur.
            Yunus şimdi gönüllerde taht kurmakla yaşıyor.. Anadolu’nun on yerinde Yunus adına türbeler yapılması bunu teyit ediyor. Zira Yunusun Anadolu’da hemen hemen basmadığı yer kalmamış,  bu yüzden Anadolu insanı Yunus’un merkadı buradadır deyip sahiplenmiştir. Madem öyle “Yaratılanı sev Yaratandan ötürü” diyen bir gönül abidesini kim sahiplenmez ki.
                Vesselam.
 http://www.enpolitik.com/haber/146272/ete-kemige-burundum-yunus-gibi-gorundum.html