24 Kasım 2022 Perşembe

VÜCUT ŞEHRİ


 

VÜCUT ŞEHRİ

     SELİM GÜRBÜZER

        Teleskop ve mikroskopla nice bilinmeyen makroskobik ve mikroskobik ülkelere seyahat edilebileceğimiz en önemli iki araçlarımızdandır.  Bu seyahatle birlikte bir yandan karanlık semamızı süsleyen milyarlarca yıldızlardan oluşmuş galaksi âleminin ve güneş sisteminin sırlarına teleskop yardımıyla vakıf olunmaya çalışılırken, diğer yandan moleküler düzeyde diyebileceğimiz âlemin sırlarına da son derece gelişmiş teknolojik mikroskoplarla vakıf olunmaya çalışılmakta. Derken yapacağımız seyahatlerimizden hele bilhassa kendi vücut şehrimizin mikro âlemine doğru seyahatimizi gerçekleştirdiğimizde vücudumuzun milyarlarca hücrelerden meydana gelmiş harika bir şehir olduğunun farkına varmış olacağız. Her ne kadar Tıp dünyası tüm üniteleriyle birlikte vücut şehrimize ‘anatomi’ deyip işi geçiştirse de aslında bu şehrin temellerini oluşturan atomların işleyişine baktığımızda hiç durup dinlenmeksizin çekirdek ve etrafında ki elektronlarla birlikte sa’y ve tavaf yaparaktan kendi hal lisanlarıyla Allah deyip halka oluşturmaktalar bile. Peki, sadece pervane olup sa’y ve tavaf mı yapmaktalar?  Hiç kuşkusuz gönül bağı birliktelikleri de oluşturmaktalar. Nasıl mı? Şöyle ki bu birlikteliği maddenin temel yapısını oluşturan atomları enine boyuna analiz edebildiğimiz ölçüde ancak anlayabiliyoruz.

          Gerçekten de maddenin moleküler yapısını derinlemesine analiz ettiğimizde öyle sıradan bir yapı olmayıp,  son derece simetrik yapıda inşa edilmiş kendi aralarından oluşturdukları kimyasal gönül bağ organizasyonuna dayalı bir yapı olduğunu fark etmiş oluruz.  Hele ki bu söz konusu yapı bileşkeni su ise bu son derece mükemmeliyet karşısında suyun bizatihi kendisi bile kendi durumuna akan sular durur misali apışıp kalır da.   İşte bu nedenledir ki günlük hayatımızda kullandığımız suya basit bir sıvı içecek gözüyle bakıp geçiştiremeyiz. Çünkü ab-ı hayat kaynağımız suyun moleküler yönden incelediğimizde hidrojen atomunun her iki gönül kolunu açmış vaziyette oksijen atomuyla birlikte simetrik bağ oluşturduğuna şahit oluruz. Malumunuz hidrojen atomunun yörüngesinde tek bir elektron yörüngesi bulunurken oksijenin birinci yörüngesinde 2 elektron, ikinci yörüngesinde ise 6 elektron olmak üzere toplam da 8 elektronlu yörünge bulunmaktadır.  Ta ki her iki atom molekülü bir araya gelirler işte zaman oksijen atomunun dış yörüngesinde yer alan 6 elektrondan 2 tanesi 2 hidrojen atomun birer elektronuyla ortak gönül birlikteliği bağı kuraraktan yörüngesini 8’e tamamlamış olurlar. Böylece oksijenin dış yörüngesindeki 6 elektronun iki atomluk hidrojenin dış halkasında ki elektronuyla ortaklaşa kurdukları kovalent bağ sayesinde ab-ı hayat suya kavuşmuş oluruz.  Belli ki suyu oluşturan her iki elemente ait elektronların hangi yörüngede ortak gönül bağı oluşturacakları yaratılış kodlarına çok önceden kodlanmış gözükmekte.  Nitekim su molekülü içerisindeki gönül kolları arasında 120 derecelik simetrik açının varlığı hiçbir bilim adamının gözünden kaçmamaktadır. Hem nasıl gözden kaçmış olsun ki, bikere moleküler hayat gerek dizilişi bakımdan gerekse aralarında kurdukları gönül bağları bakımdan mükemmel bir şekilde yörüngelerinde pervane olmuş elektronların en ufak eksen kaymasına uğramaksızın adeta sa’y yapmaktalardır. Öyle ki elektronların çok rahatlıkla sa’y yapmaları için mutlaka atomların en son halkasının 8 elektron da karar kılacak şekilde konumlandırılması gerekir.  Yani bu demektir ki yörünge halkasının 8’den fazlasına müsaade yoktur. Kaldı ki dış yörüngesinde sekiz elektron bulunan atomlar ancak kararlı yapı sergileyebiliyor.  Buna mecburlar da.  Çünkü en son yörüngesinde elektron açığı bulunan elementler ancak kararlı olabildikleri müddetçe açığını giderebilmekte.  Örneğin dış yörüngesinde iki elektron bulunan bir atom, yine dış halkasında altı elektrona sahip bir atomla ortaklık kurmak suretiyle tıpkı su da olduğu şekliyle birliktelik oluşturabilmekte, aksi halde ortaya kararlı bir yapı koyamayacaklardır.  Tabii ortaya kararlı yapı koyabilmek içinde pozitif veya negatif elektrik iyona sahip zıt kutuplu atomlar arasında çekim kuvvetlerinin de devreye girme gerekir. Aksi halde al gülüm ver gülüm babından ortaklaşa oluşumlar gerçekleşmeyecektir. Nitekim dış yörüngesinde bir elektrona sahip olan sodyumun dış yörüngede yedi elektrona sahip klor atomuyla ortaklaşa bağ kurmasıyla birlikte sekiz elektrona tamamlanıp sofralarımızın bereketi tuz molekülü meydana gelmiş olur.  Belli ki atomlar arası program belli bir gayeye yönelik yazılmıştır. Öyle ki bu noktada tuzun su molekülleri içerisinde erime özelliğine haiz bir yapıda donatılması bile hayatımız için son derece mühim kimyevi bileşik bir nimet olduğunu göstermektedir. Bu yüzden bir kısım bilim adamları birtakım verilerden hareketle zihin dünyalarında hayatın tuzlu suda başladığı yönünde bir düşünce oluşmuştur. Ancak bu demek değildir ki hayat sadece tuz ve su bileşenlerinden ibarettir,  hiç kuşkusuz bundan başka hayatın her safhasında karbon, oksijen, hidrojen ve azot gibi hayati öneme haiz elementlerin varlığı da çok büyük bir nimettir. Hatta bu elementlerin çok büyük bir nimet oluğu şundan besbellidir ki, dış yörüngeleri bir başta elementlerle bağ kurma ilişkilerinde sekiz elektronda karar kılacak şekilde donatılmışlardır.  Derken bu sayede birçok molekül oluşumlarına kapı araladıkları gibi bu dört elementin açılımıyla birlikte oluşan çok sayıda molekül yapılar hayatımızın bir parçası haline gelmiş olurlar. Şayet atomların kendi aralarında girdikleri reaksiyonlar belli kimyasal kurallar denkleminde ayar çekilmeseydi her bir canlı organizmanın ihtiyacı sayılan protein, yağ ve karbonhidrat gibi en temel ihtiyaç organik maddelerden mahrum kalınacaktı. Böylece biyokimya hayatından da söz edemeyecektik.  

        Bilindiği üzere biyokimyasal bağ kavramı ilk defa 1916 yılında G.N. Lewis tarafından dile getirilmiştir Lewis ana başlık olarak iki ayrı tip bağ ortaya atmış olup,  bunları iyonik (elektrovalent bağ) ve kovalent bağ diye kategorize etmiştir. Şayet bu iki gönül bağları olmasaydı belki de evrende sınırlı sayıda sadece yüz küsur kadar maddeden söz eder olacaktık. Zaten şuan çok sayıda zengin madde oluşumun varlığından bahsedebiliyorsak, biliniz ki elektronların kendi aralarında alışveriş veya ortaklaşa kurdukları bu gönül bağları sayesindedir. O halde atomlar arasında al gülüm ver gülüm misali gerçekleşen tepkimeleri sıradan bir olaymış gibi gözüyle bakıp es geçmemeli. Hem nasıl es geçebiliriz ki,  atomlar öyle aralarında dayanışma örnekleri sergiliyorlar ki hayretler içerisinde kalmamak ne mümkün.  Mesela en basitinden bilmem hiç düşündünüz mü, yeryüzünde en basit atom modeli neden hidrojendir diye? Zira bu atomun merkezinde pozitif yüklü bir proton, dışında ise negatif yüklü bir elektron bulunmasından dolayıdır elbet. Besbelli ki Yaratıcı güç atomlar arasında hiyerarşik ortamın olmasını böyle murad eylemiştir.  Nitekim böylesi bir muradın tezahürü olarak da atomlar arasında basitten karmaşığa doğru bir elektron diziliş gerçeği söz konusudur.  Örnek mi? İşte Helyum atomunun merkezinde iki proton, dışında iki elektron olması hidrojene göre biraz daha sayısını artış kaydetmesi bunun bariz tipik örneğini teşkil eder.  Hakeza lityum atomunda ise üç proton ve üç elektron bulunmaktadır. Bu arada uranyum atomunun yapısına baktığımızda ise 92 proton ve 92 elektron içeren bir zenginlik söz konusudur. Belli ki bir kısım atomlar, zenginliklerine daha da bir zenginlik katmak için kendi aralarında çekim bağı oluşturarak gönül bağı kurmuş durumdalardır. Malum Fen derslerinde mıknatıs deneylerinden de bildiğimiz aynı kutuplar birbirini iterken zıt kutuplarsa birbirini çekmesi denen bir çekme ve itme kanunu söz konusudur. Derken böylesi bir manyetik çekim kanunu sayesinde iyonik bağ kurulumunun elektro negativitelerinin birbirinden çok farklı atomlar arasında cereyan ettiğine şahit oluruz. Zira iyonik bileşikler negatif  (-) ve pozitif (+)  olarak yüklendiğinde iki atom arasında elektronik çekim türünden bir gönül bağı sergilemiş olurlar.

        Madem atomlar arasında kendilerine has gönül bağı etkileşimler söz konusu, o halde hazır iyonik bağlardan söz etmişken özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

       -İyonlar arasındaki elektrostatik çekim söz konusudur.

       -İyonik bağ elektronegatiflikleri farklı atomlar arasında meydana gelir.

       -Çoğunlukla metaller ve ametaller arasında meydana gelir.

       -İyonik bağlar kovalent bağlara göre çok daha kuvvetlidir.

       -İyonik bileşikler çoğu katı olup erime noktaları yüksektir.

       -İyonik bağ hidrojen ve amonyakın bir kolu olan amin gurubu gibi molaritesi yüksek çözücülerde çözülüp,  ancak sulu çözelti halinde elektriği iletirler.

       - İyonik bağlarda elektron alışverişi vardır.

       Kovalent bağların özelliklerini de şöyle sıralayabiliriz:

             -Aynı cins atomlar arasında ya da elektronegatiflikleri birbirine çok yakın olan farklı atomlar arasında meydana gelir.

               -Elektron alışverişi söz konusu olamaz, ancak iki atom arasında ortak işbirliği veya gönül birliği söz konusudur.

               -Kovalent bağ yapmış moleküller genellikle organik kökenli bileşikler olarak sahne alırlar.

    -Erime noktaları inorganiklere göre daha düşüktür.

             -Kovalent bağlar eter ve alkol gibi apolar karakterde olan organik çözücülerde çözünüp,  çözelti halinde elektriği iletmezler.

       İşte yukarıda madde madde atomlar arasında ki gönül bağı özelliklerinden kısaca bahsettikten sonra şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, canlıların temelini hücreler oluştururken hücrelerin temelini moleküller oluşturur, moleküllerin temelini ise atomlar oluşturmakta.  Bu demektir ki her bir canlının yaratılış temellerinin en alt katmanı atoma dayanmaktadır.  Dahası bu noktada cansız sandığımız atomlar adeta can olup cana can katmaktalardır. Nitekim bilim adamları bu hususta atomlar arasında bilhassa 24 elementin hayat için olmazsa olmaz şart hükmünde can simidi oldukları noktasında hemfikirdirler. Hem kaldı ki canlı hayatın  % 99’unu oksijen, karbon, hidrojen ve azotun oluşturması cana can kattıklarının bunun bariz bir göstergesidir zaten. Diğer geriye kalan 20 elementin katılım payı da vücudumuzun neredeyse   % 1 yekûnu bir orana tekabül etmektedir.  Malumunuz karbon ve azotun beslendiği kaynak atmosferdeki karbondioksit ve azot gazlarıdır. Neyse ki bu kaynak dünya üzerinde canlı cansız tarafından her ne varsa bir şekilde kullanılmasına rağmen bir bakıyorsun karbon ve azot döngüsünün kesintiye uğramaksızın sürekli olarak işlerliği sayesinde hiç tükenmemektedir. Şayet bu söz konusu kesintisiz devri daim döngü sistemi olmasaydı bugün biyokimyasal hayattan asla söz edemeyecektik. Belli ki diğer 20 elementin her biri de belli bir periyodik düzen içerisinde döngü içerisine dâhil edilip,  tüm canlı âlemin can simidi olarak payına düşen görevi üstlenmiş bir pozisyon almış durumdalardır. Yetmedi ölmüş canlıların çürümeye yüz tutmuş bedenlerinin su içerisinde veya toprak içerisine karışmasıyla birlikte mikroorganizmalarca ayrıştırılan elementler yeniden tabiat döngüsüne kazandırılmış olur da. Hele bu döngü âlem bir noktada stop etmeye bir görsün,  Allah korusun tüm canlıların hayat bağları bir anda kopmuş olacaktır.

       Anlaşılan o ki,  organik moleküllerin esas yapısını karbon, hidrojen ve oksijen (C, H ve O)  oluşturup, diğer azot, fosfor ve kükürt  (N, P ve S)  elementleri ise boş durmayıp adeta hayat çorbasının tadı tuzu olmak için vardırlar. Madem öyle,  bu noktada hayata renk katan organik bileşiklerin özelliklerini maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz de:

       -Organik bileşikler C elementinin H, O, N, P ve X gibi atomlarla meydana getirdiği bileşikler olup, bunlar arasında S ve Mg gibi metal atomlarda bulunabiliyor.

       -Organik bileşikler hemen hepsi değim yerindeyse kovalent bağıyla göbekten bağlıdırlar.

       -Erime ve kaynama noktaları anorganiklere göre daha düşüktür. Birçoğunun erime noktası 150 santigrat derecenin altındadır.

       -Organik bileşikler moleküler reaksiyon gösterip, kimyasal reaksiyonları ise yavaş seyretmektedir.

      -Organik bileşikler C atomunun 4 valens değerde olması hasebiyle anorganik bileşiklere göre sayıca çok daha fazladır.

       -Organik bileşikler taşıdıkları atom cinsi, bağ ve fonksiyonel grup yapısına göre sınıflandırılır. Mesela C ve H taşıyan bileşiklere hidrokarbonlar, OH grubu taşıyan bileşiklere ise alkol denmektedir. Dolayısıyla organik bir sınıfı incelerken aynı zamanda fonksiyonel grubu da incelemiş oluruz.

        Organik kimya bir anlamda C (karbon) bileşik türünden bir kimya âlem demektir. Mesela bitkiler fotosentez olayında havadan aldığı karbonu kökleriyle emdiği suyun hidrojeni ile birleştirip öyle depolamaktalar. Derken fotosentez kanunu sayesinde hem bitkinin kendisine hem de tüm canlıların hizmetine sunulmak üzere şeker, selüloz, değişik türden kimyasal maddeler, meyveler ve çiçekler üretilmiş olunur.

        İşte yukarıda madde madde sırladığımız özelliklerden öyle anlaşılıyor ki; inorganik ve organik dünyamızın en temelinde atomlar vardır. Keza hücrelerimizin temelinde de atomların oluşturduğu moleküller vardır. Zaten vücut şehrimizde hücrelerin bir araya gelmesiyle dokular meydana gelirken dokuların bir araya gelmesiyle de organlar meydana gelmektedir. Derken organların bir araya gelmesiyle birlikte vücut sistemi meydana gelip böylece zincirleme meydana gelen bu oluşumlar sayesinde vücut bulmaktayız.  Ve bu şekilde vücut bulan vücut şehrimiz belli bir gayeye yönelik yer yer kümeler halinde siteler, fabrikalar ve mahallelerin yanı sıra adeta ucu bucağı görünmeyen bir ulaşım ağıyla donatılmıştır. Öyle ki şehrin giriş çıkış ve dört bir yanı çok mükemmel yol donatılarıyla, envaı türden diyebileceğimiz kanal şebeke sistemleriyle ve iletişim sinir ağı donatılarıyla donatılmış haldeyizdir. Hatta ilginçtir vücut şehrimizin içerisinde belli gayeye yönelik dolaşmakta olan adına alyuvar denen erzak memurları yol boyunca kanallardan hareket ederek an be an uğradıkları hücre evlerine hem temiz hava hem gıda paketleri bırakmaktalar hem de çöp artıklarını da almaktalar.

        Evet,  her ne kadar mikro âlemi çıplak gözle gözlemleyemesek de,  sonuçta bilimsel çalışmalardan elde edilen verilerden hareketle mikro âlem içerisinde konumlanmış şehirler böylesi mükemmel donanımlarla donatılmış durumda oldukları artık bir sır değil. Nitekim mikroskop altında bir soğan zarını incelediğimizde bir bakıyorsun sıradan bir bitki olmayıp tam aksine bir şaheser olarak karşımıza çıkmaktadır. Keza okyanustan getirilen bir katre damla suyu su analizi laboratuvarlarında incelemeye tabi tutulduğunda zihnimizde suyun tüm okyanusu kapsayacak cihanşümul bir ab-ı hayat kaynağı olduğu düşüncesini doğurabiliyor.  Hakeza süt sadece beyaz renkli sıvı olmayıp içerisinde gümüşi yağ parçacıkların bulunduğu bir hayat iksirini bünyesinde taşıması da öyledir. Hatta bir insan vücudunun muazzam bir metropol şehir olmanın ötesinde eşrefi mahlukat bir şehir alem olduğunu fark eder durumdayız. Zira zahiri vücut şehri içerisinde konumlanmış her bir hücre elamanı; Biyoloji literatüründe nükleus, nükleolus, endoplazmik retikulum, ribozom, mitokondri, golgi aygıtı, lizozom, salgı granülleri vs. diye karşılık bulmaktadır. Öyle ki her bir hücre elemanının işleyişinde bizatihi yine kendi üreteceği faaliyeti olarak beslenme, büyüme ve bölünme gibi unsurların öncülüğünü yapmak için vardır.  İşte bu noktada hücre içerisinde kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kendi üreteceği girişimler bireysel enformasyon olarak yankı bulmakta. Ancak şu da var ki bireysel ve bağımsız yaşama eğilimi daha çok mikroplara has özgü bir durumdur. Gelişmiş yapıda canlılarda ise malum istisnai türden diyebileceğimiz hücre hiyerarşisinin dışında adeta kendi kendine buyruk kesilen bir takım başıboş hücreler de vardır ki, bunlar hepimizin korkulu rüyası diye algıladığımız kanser hücrelerinden başkası değildir elbet. Umumiyetle toplumsal bilinçte insan, bitki ve hayvan hücrelerine has özgü bir durumdur. Zira bir başka hücrenin diğer hücrelere ve çok hücreli organizmanın bütünü ile ilişki kurması bir tür sosyal dayanışma örneğidir. İşte sosyal dayanışmanın gereği organizmayı oluşturan tüm unsurlar hiyerarşik yönetime itaat edip gerektiğinde ona katkıda bulunmak için canhıraş çalışmaktalar da. Ancak burada toplumsal enformasyondan kastımızın bir bitki hücresiyle beyin hücresinin kimyasal yönden her ikisi de aynı orijinlidir anlamında bir kasıt söz konusu değildir. Şayet kastımızın dışında toplumsal enformasyona yanlış bir anlam yüklenirse her bir hücre yapısının kendi kodunda bir matematik programıyla donatıldığından bihaberiz demektir. Dolayısıyla bu ince ayırımı iyi idrak etmemiz gerekmekte.  Aksi halde sapla samanı birbirine karıştırmış oluruz.  

        Hücrenin yaşlanma sürecine girdiğinde her iki grup enformasyona ait genler gerektiğinde eylemli gruba alınıp çalıştırılır da. Fakat sırası geldiğinde işi bitenler eylemsizleştirilip yok edilirler. Yeter derecede büyüyen ve yapısı tamamlanan bir organda ise hücre bölünmeleri yavaşlar ve ancak ölen hücrelerin bıraktığı boşluk yenileriyle doldurulur.  Bu demek oluyor ki hücreler organizmaların verdiği sinyallere asla duyarsız kalmayıp hiyerarşik düzene mümkün mertebe itaat etmekteler. Tabiî ki bu durum toplumsal enformasyon sayesinde olmaktadır. Ancak bir de unutkanlık denen olayda vardır ki, bu tamamen vücudun protein sentezleme kabiliyetinin hız kesmesi veya yitirmesiyle ilgili bir husus olsa gerektir.  Nitekim protein sentezi durağanlaşmaya başladıkça yeni işlemler eskilerden daha çabuk unutulur hale gelmektedir.

        Canlı denen varlık kendi iç mekanizmasını belli limitler içerisinde koruyabilen ve kapalı sistemden oluşan ve aynı zamanda denge ayarına göre tanzim edilmiş homeostasis bir yaratıktır. Dolayısıyla canlı kendini dış etkenlerden bağımsız olarak soyutlayıp değişkenliğini dengede tutabilen bir donanıma sahip özelliktedir.  Zaten kan basıncı, vücut sıcaklığı, nabız atım sayısı, kan şekeri gibi belli sabit değerler denge durumunun bir göstergesidir. Şayet bu denge ayarları normal değerler arasında seyretmezse vücut alarm vermeye başlamış demektir. Mesela vücut hararetinin 36,5 santigrat derecede olması gerekirken 40 santigrat derecelere çıkması veya kan şeker düzeyinin % 90 – 110 mili gram olması lazımken 250 miligram seviyelere yükselmesi gibi sinyaller normal homeostatik sınırların aşılması anlamına gelir ki, bu düpedüz hastalık hali demektir. Dahası enformasyon kayıtlarında bir hücrede bağımsız bireysel enformasyon kaybedilmiş bozulmuşsa o artık hücrenin ölümcül hastalığa yakalanması an meselesidir. Neyse ki bu arızı durum tüm organizmaya sirayet etmemekte,  bilakis ölen hücrenin yerine bir başkası devreye girmektedir. Şayet bir hücrenin toplumsal enformasyonu kaybolmuşsa bu kez kontrolsüz başıboş hücreler baş gösterecek demektir. Bunun sonucunda organizma içerisine hücre anarşizmi doğup (sarkom) kanser hücresinin oluşumuna kapı aralanmış olacaktır.  Zaten kanser hücreleri de tıpkı bir bağımsız hücre gibi doku sorumluluğundan uzak başıboş bir hücre görünümü sergilemek için vardır.

        İşte vücut şehrimizin her karesinde seyahat ettikçe eninde sonunda göreceğiz ki:

       -Bu şehirde yer alan evlerin hepsi capcanlıdır. Her bir hücre ev,  bir müddet yaşayıp misyonunun tamamladıktan sonra yıkıma uğramaktalar, yani mevta olup yerine yenileri gelmekte. Öyle ki şehir içerisinde her an binlerce yıkılış ve yeniden dirilişlere sahne olan hadiseler cereyan etmekte. Buna rağmen şehirde en küçük bir düzensizlik görülmemekte.         

        -Şehir hayatı veya hücre evi faaliyetlerin devamı için gerekli olan besin maddeleri dışarıdan alınarak büyük bir kazanda pişiriliyor ve dağıtım şebekesi vasıtasıyla şehre dağıtılıyor. Hatta besin artıkları ve çöpler özel fabrikalarda süzülerek dışarı atılıyor.

        -Şehrin besin deposu ve kileri,   mikrofon ve hoparlör teşkilatı, telefon telleri ve kulübeleri, savunma teşkilatı ve alarm tertibatı, ısıtma tesisleri ve hatta mezarlığı bile ihmal edilmemiş. Öyle ki bir yandan her saniye üç milyon alyuvar ölürken diğer yandan aynı saniyede üç milyon alyuvar vücut şehrinde hayata merhaba demekte, derken “Her dem canlar yeniden doğar” sözü gerçeğe dönüşmektedir. Evet, ölü hücrelerin bir yandan vücuttan atılırken diğer yandan da yenilerinin uygun yerlerine bina edilmesi sıradan bir olay olmasa gerektir. Dikkat edin uygun yer, uygun konum diyoruz, yani rasgele konumlanma demiyoruz.  Rasgele olsa kemiklere gönderilmesi gereken hammaddenin, gözlerimize geldiğini bir düşünün, o zaman gözümüzün kemikleşmesi an be an kaçınılmaz hal alıp, belki de bakar kör olacaktık. Belli ki devreye eşi ve benzeri bulunmayan bir akıl organizasyonu girmiş durumda.

       -Şehir içerisinde mükemmel bir haberleşme sistemi kurulmuş. Sistemin idaresiyle vazifeli kompüter, vücut şehrinin neresinde neler olup bittiğini anında haber alıp icabını yerine getiriyor. Birçok bölgede meydana gelen arızalar karşısında hemen ilgili merkezleri alarma geçip, yerinde gerekli tedbirlerin alınmasını sağlıyor da.

       -Vücut sarayının neresine dokunursanız, orada mutlaka sonsuzluğa açılan kapıdan içeri girebiliyoruz. Öyle ki şehrin hem dışarıya açılan kapıları, hem de dışarıyı gözetleme ve dinleme cihazları vardır.  Bu cihazlar şehrin en üst kısmında bulunan büyük kompütüre bağlı olarak çalışıyorlar. Dahası bu cihaz olandan bitenden haberdar olmakla meşhurdur. Nasıl mı? Merkezden çevreye açılan donanım sayesinde kalbin dakikada 70 defa çalışması lazım geldiğini, her dakikada 16–20 arasında nefes almamız gerektiğini, bir litre kan basıncına 1 gram şeker lazım olduğunu anlıyoruz.  Hatta vücut gereğinden fazla şeker tüketirse bu fazlalığın yakılması lazım geldiğini, şekerin az tüketildiğinde ise karaciğerde yedek olarak imal edilmesi gerektiğini bilen bir cihaza tanık oluyoruz. Bu kompüter hepimizin yakından tanıdığı dünyanın 3 misli büyüklüğündeki bilgisayarların sergileyecekleri faaliyetleri sollayacak veya taş çıkartacak olan beyinden başkası değildir elbet.         

       -Şehrin dışarıdan gelmesi muhtemel tehlikelere karşı korumak üzere her an nöbet bekleyen askerler vazifelendirilmiş. Üstelik bu askerler şehir içerisinde kuş uçurtmuyorlar da.  Es kaza kötü niyetli herhangi bir düşman içeri sızsa anında onu yok edebiliyorlar. Vücut şehrimizde öyle mükemmel savunma sistemi kuruludur ki dillere destan dersek yeridir.  Hele ki mikroplarla savunma askerleri arasında ki kıyasıya savaş vücut sarayımızda an be an yaşanmakta da. Ne zaman ki kendimizi iyi hissetmeyiz, o zaman bir şeylerin iyi gitmediğinin farkına varmaktayız. Belli ki vücut iklimimizi istila eden mikroplar düşman kuvvetlerini karşılayan ilk savunma öncüsü olan fagosit hücrelerini etkisiz hale getirmişlerdir. Bu durumda ister istemez bir üst kademede yer alan makrofaj (monocyt’in olgunlaşmış hali) adında savunma askerleri karşı koymak için can siparene çarpışmak için var olacaklardır. Şayet bunlarda düşmana yenilirlerse en üst kademede bulunan T hücreleri karşı koymak zorunda kalacaklardır.  Zaten bunların mağlubiyete uğraması demek hastalığın vücudumuzu tamamen abluka altına aldığı anlamına gelecektir ki, bu noktada doktora gitmekten başka artık çare kalmayacaktır.

        -Şehirde çalışan her hizmetkâr kendisi için tayin edilen hizmet mahallinde vazife yapıyor, bir kez olsun yanılıp, şaşırıp ya da isyan edip başka bir yere gitmiyorlar. Hatta herkeste en küçük itaatsizlik ve düzensizlik eseri görülmemektedir.

       İşte madde madde sıraladığımız vücut şehrimizde yaptığımız bu seyahatimiz boyunca karşılaştığımız her bir hayret verici manzaralar karşısında ister istemez kendimize soruyoruz, bu muhteşem şehrin yaratıcı hâkimi kimdir diye. Hiç kuşkusuz Yaratıcımızın güç ve kudretini idrak edip anlamak için vücut şehrimizin her karesine bakmak kâfidir.  Baksanıza vücut şehrimizin birçok azaları çift halde yaratılmıştır. Üstelik çift olanlar birbirlerinin simetriği de. Öyle ki, insan anatomisine yönelik çalışan bilim adamları sol gözün sağ gözle simetrik olduğunu, sağ kulağın sol kulakla simetrik olduğu, sağ elin sol elle simetrik ve sol ayağın da sağ ayakla simetrik olduğunu dile getirirken bundan maksat biyolojik manada en ideal birbirine simetrik benzerliğinin varlığını vurgulamak içindir elbet. Gerçekten de vücut şehrimize şöyle derinlemesine baktığımızda, Yüce Allah’ın (c.c)  en ideal simetrik bir şekilde çift olan organlarımızı yaratmış olduğunu görürüz.  Zaten hadis olan   (yani sonradan meydana gelen) cümle yaratılmış canlı cansız oluşumlar Yüce Allah’ın yaratmasıyla ancak vücut bulabilmekte. Bu nedenledir ki Yüce Yaratıcı bu manada Vâcibu’l-vücud’dur deriz hep.  Hem nasıl öyle demeyelim ki, baksanıza değil azalarımız, vücut şehrimizin temellerini oluşturan hücreler bile rast gele değil kendileri için çok önceden planlanmış tam tamına isabetli mekânlarda konumlanacak bir şekilde belli bir gayeye yönelik misyon yüklenmiş durumdalardır.  İyi ki de gerek hücrelerimiz gerek dokularımız gerekse organlarımız belli bir gayeye yönelik konumlanmışlar.  Nitekim bir bakıyorsun insanın kulakları dirseğin üzerinde yer almamakta, kendine en uygun olan antenlik konumlanma mekân nereyse orada yer almaktadır. Hakeza kıllarda kabile kabile, soy soy, ırk ırk birbirinden ayırd edilecek şekilde, yani simetrik bir şekilde yaratılmıştır. Görünen o ki vücut şehrimiz rast gele (simetrik dışı) tasarlanmamış, tam aksine kuşların kanatları ve ağaçların yapraklarının dizilişinde olduğu gibi simetrik bir şekilde yaratılmıştır.

        Bilindiği üzere elektrik ampulünden bahsedip de Edison’un adını anmayan hiç yok gibidir.  Oysaki kâinatta elektronlar, protonlar, nötronlar vs. yaratılışlarından beri hep vardılar zaten. Dolayısıyla Edison sadece kâinatta var olan elektriği keşfetmiştir. Yani bu demektir ki olmayan bir şeyi vücuda getirip de bir şey keşfetmiş değildir.  Fakat insanoğlu her nedense keşfedilen kanunları ballandıra ballandıra anlatırken asıl kanunları yaratan ve kanun koyucu gücü anmaya geldiğinde yan çizip anmak bir yana Allah’ın ismini dile getirmeyi unutmuş gözüküyor. Gerçi şu da var ki insanoğlu sahibini mucidini unutmuş olsa da Yüce Allah’ın şanına zerre miskal bile asla noksanlık getirmeyecektir. Hele ki Yüce Yaratıcı güç; bir an olsun insanı eşrefi mahlûkat bir varlık olmaktan men etmiş olsa,  biz bu durumda aciz kullar olarak ne yapabiliriz ki, hayatta olmayız da zaten. Dolayısıyla hayatın manasını ve yaratılış kodlarımızın nimetlerini başka yerlerde arayıp kendi kendimize zulmetmeye hiçte gerek yoktur. Bize sadece Yüce Allah’tan kendi üzerimizde tezahür eden feyiz ve bereketten istifade edip konuk olduğumuz dünyamızı cennete çevirmek yaraşır.  Ki bunun için yaratılış gayemize yönelik kul olmanın gereklerini yerine getirmek kâfidir.

         Tabii yaratılış mucizesi iyi hoşta,  peki ya,  bu arada solunum yoluyla vücut içerisine giren gazla dışarı çıkan gazın aynı yollardan geçtikleri halde birbirine karışmamalarına ne demeli? Baksanıza bir yandan solunumla akciğerlerimize dışardan oksijen alıp yediğimiz gıdaları yavaş yanmayla yakaraktan dışarıya karbondioksit salarken,  diğer yandan da soluduğumuz temiz havaya herhangi bir halel getirmeksizin akciğere ve oradan da kan dolaşımı yoluyla tüm vücut azalarına kirli kan ile temiz kanı birbirine karıştırmaksızın içeriye taşır haldeyiz.  Tüm bunları bilim adamları düşüne dursun,  asıl bizim aklımızın erdiği şudur ki insanlar ve hayvanlar sürekli karbondioksit imal ederken, bitkiler de fotosentez yoluyla habire oksijen açığa çıkarmak için seferber olmuş durumda olduklarıdır. Belli ki bu karşılıklı oksijen ve karbon döngüsü sistemi olmasaydı biyo hayat iksirinden asla söz edemeyecektik. Dahası karşılıklı al gülüm ver gülüm babından diyebileceğimiz böylesi mükemmel döngü sistemi olmasaydı canlı âlem tabiatta hâlihazırda mevcut tüm oksijeni veya karbondioksiti dolaşıma sokmaksızın tüketip kendi hayat can damarını kendi koparmış olacaktı. Her neyse insanoğlu oksijen,  karbondioksit şu bu derken biyolojik hayatı kavramak adına organik kimya ile haşir neşir olup ateşi keşfedivermiş oldu. Böylece medeniyet alanında birçok bilim dalı ve deney teknikleri hızla yayılıverir de. Öyle ki;  Justus von Liebig, Jöns Jacob Berzelius, Jean-Baptiste Dumas gibi işin ehli biyokimyacılar tarafından organik bileşiklerin yapısı hakkında deneysel metotların 1811–1831 yılları arasında geliştirildiğine şahit olduk. Hatta bu meyanda İtalyan kimyager Stanislao Cannizzaro kurduğu ilk modern kimya laboratuvarıyla deneysel ve moleküler formülleri birbirinden ayırt etmede kendi adıyla anılan avagadro hipotezini keşfediverir de. Derken sonraki kuşaklarda insanoğlu etilen (C2H4), siklopentan (C2H10), siklo heptan (C7H14) gibi deneysel formüllerle yüzleşmenin yanı sıra C2H4, C5H10, C5H10, C7H14 gibi moleküler formüllerle de tanışıvermiş oldu.  Artık günümüzde gelinen noktada gelişmişlik öyle bir hal aldı ki laboratuvarda bir bardak suda atomların diziliş ve birbirleriyle olan molekül bağların nasıl işlediğini bilim adamlarının çalışmalarıyla daha da bir anlam kazanmış oldu.  Her ne kadar şimdiye dek yapılan bir takım laboratuvar analiz çalışmalarıyla mikro âleme doğrudan fiziki olarak dokunamazsak da ortada bir matematik programın var olduğu gerçeğinin farkına varmamız bile başlı başına bizim için çok önemli kayda değer bir kazanım olsa gerektir. Nitekim Friedrich August Kekule,  Archibald Scott Couper ve Alexander Mikhaylovich Butlerov tarafından ileri sürülen kimyasal yapı teorisine göre;   

      -Organik bileşikleri oluşturan atomlar her bir bileşik için sabit sayıda bağ yapmaktalardır. Nitekim bir bakıyorsun karbon atomu tetravalent değerde, oksijen atomu 1 valent değerde, hidrojen ve halojen atomları ise mono valent değerde bağ oluşturabiliyorlar pekâlâ.  Tabii bu arada unutmayalım ki, her ne kadar hidrojeni atomunu tek başına soluyamasak da, hidrojen olmaksızın da ab-ı hayat sudan söz edemeyeceğimiz malum. Belli ki bir elin nesi var iki elin sesi var misali atomlarda bir araya geldiğinde ancak o zaman daha bir bambaşka ses getirip bir anlam ifade etmekteler. Hele bilhassa oksijen, hidrojen ve karbon atomları ister birbirlerinden bağımlı olsun isterse birleşmiş halde bulunsunlar sonuçta her birinin biyolojik hayatımızın temel elemanları olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir.

        -Karbon atomu bir ya da daha fazla bağ yapmak üzere başka atomlarca kullanılabiliyor da. Zira tüm organik yapıların iskeletinin oluşmasında karbon atomu vardır. İşte kimyasal yapı teorisi bu bağ oluşumları gerçeğinden hareketle organik bileşiklerin fiziksel ve kimyasal özelliklerini bu şekilde ortaya koymaktadır. Mesela etil alkol ve dimethyl eter aynı bileşim formülüne sahip olmakla birlikte etanolün  (C2H6O), fiziksel ve kimyasal özelliklerini kimyasal yapı teorisyenleri yapı bakımdan iyice analiz edip mercek altına aldıklarında aralarındaki ince ayırımı ortaya koyabiliyorlar.

        Velhasıl-ı kelam;  vücut şehrimizin içerisinde her an, her salise hiç duraksamaksızın sayısız hikmet ve sır mucizeleri cerayan etmektedir. Önemli olan bu olayları düşünüp yaratıcıya kulluk şuurunda bulunmak en doğru tutum olacaktır.

         Vesselam.

 https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/vucut-sehri-6219-kose-yazisi

12 Kasım 2022 Cumartesi

MENDEL KANUNLARI VE EVRİM


 

                     MENDEL KANUNLARI VE EVRİM

         SELİM GÜRBÜZER  

        Mendel kanunlarını hemen hemen duymayan hiç yok gibidir.  Tabiî ki bu kanun birden bire ortaya çıkmamıştır. Bu noktaya gelene kadar birçok bilim adamı bir hayli ter dökmüşlerdir. Zaten bu tür çalışmaları görmezden gelirsek elbette ki nankörlük etmiş oluruz. Örnek mi? İşte 1717 yılında bu uğurda Thomas Fairchild iki dianthus (karanfil-pink) türü arasında suni çaprazlama yaparak ilk tür diyebileceğimiz kısır verimsiz anlamında steril melez elde etmeyi başarmış bir bahçıvanı örnek olarak gösterebiliriz pekala.  Keza 1760 yılında melezlemeler üzerinde ilk modern türden yapılan çalışmaların Botanikçi Joseph Gottlieb Kölreuter tarafından gerçekleştiriliyor olması da kayda değer örnekler arasındadır.   Öyle ki kendisi daha çok iki ayrı Nicotiana (tütün) türü üzerinde F1, F2 ve hatta geri çaprazlamalara kadar uzanan bir seri deneyler yaparaktan birbirine yakın türler arasında melez bireyler elde etmesiyle adından söz ettirmiştir. Kölreuter aynı zamanda farklı özellikteki melezlerin ebeveynlerinden daha kuvvetli ve iri olduğunu tespit etmiştir.  Böylece bunun ormancılık sahasında verime dönüştürecek faydalı bir çalışma olduğunun farkına varmıştır.

        Tabii tüm bu çabalar 1700 yıllarla sınırlı değil,  dahası var elbet. Nitekim ilerleyen yıllarda bezelyeler arasında yapılan çaprazlamalarla F1 dölünde sadece dominant tohum rengin hâkim olması hasebiyle F2de dominant tohum renginin bir kez daha görülebileceği noktası akıllara düşüp böylece bu yönde çaba içerisine girilecektir. Her ne kadar o günkü şartlarda F2 dölünde gün yüzüne çıkması gereken farklı tiplerin hangi oranlarda olduğu belirlenememiş olsa da yine de ilerisine yönelik bir dizi yapılan çaprazlama deneylerle F2 ve daha sonraki F3, F4 döllerinde farklı özelliğe sahip fertlerin bir arada olduğu gözlemlenmiştir. Öyle ki o yıllarda elde edilen sonuçlar itibariyle oğul döllerin bir kısmı tümüyle ebeveynlerine benzerlik göstermekteydi. Ancak tüm bu çabaların eksik olan yanları vardı ki, o da malum yapılan geri çaprazlama ve diğer çaprazlamalarla elde edilen oğul döllerin ayrışım oranları tam açıklığa kavuşturulamıyor olmasıdır.  Neyse ki 1820 yıllarında Knight, Seton ve Goss değişik renkteki tohum rengi içeren bezelyelerle eşleştirme yaparak Mendel kanunlarının buluşuna giden yolun bir nebze olsun kapısı aralanabilmiştir. Hatta 18 yüzyılda Carl Linnaeus her türden bitki cinslerinin sınıflandırmasına adeta neşter atarak bu alanda kayda değer çok önemli adım atmıştır. Bu arada bilimsel çalışmalar hız kazandıkça bezelyelerin dişi erkek arasında değiş tokuş olarak resiprok olarak ifade edilen çaprazlama deneylerle birbirinden aynı karakteristik özelliklerde melezler elde edilip böylece oğul döllere aktarılan kalıtsal özelliklerin benzer özellikler taşıdığı gerçeği ortaya çıkmış olur.  En nihayetinde bu ve buna benzer çalışmalar sayesinde iki adet tragopogon (yemlik) elde edilmenin yanı sıra farklı bitki türleri arasında tabii melezlerin oluşabileceği noktasına gelinmiştir.

        Evet, bilim dünyasında az gittik uz gittik derken hiç kuşkusuz asıl beklenen çalışma Mendel’den gelmiştir. Zira 1853 yılında kalıtımla alakalı çalışmalara start veren Mendel, ebeveynlerden oğul döllere geçiş kanunlarını keşfetmesiyle bir anda dikkatleri daha farklı noktalara çekmeyi başaran bir bilge bilim adamıdır.  Şöyle ki; Mendel ilk evvela kalıtım materyalinin birçok bağımsız ve belli şartlarda değişmeyen birimlerden meydana geldiğini ortaya koyup,  bu durumu soya çekim kanunu olarak ifade etmiştir. Mendel’in asıl başarısında en önemli etken unsur ise bitkiler arasında özellikle kalıtım olaylarının en iyi gözleyebileceği tür olarak bezelyeleri seçmiş olmasıdır. Elbette yaşadığı dönemde gen ve kromozomların bilinmemesine rağmen kalıtım birimlerin kuşaktan kuşağa geçişinden bahsetmek biyoloji bilim dalı açısından adeta devrim niteliğinde ufuk açıcı bir keşif olmuştur. İşte bahsini ettiği bu birimler (gen), değişen şartlar içerisinde bir takım biyolojik varyasyonlara  (çeşitliliğe) kapı aralayabiliyor, ama bu demek değildir ki ortaya çıkan bu çeşitlilik bir başka türden canlı dönüşümüne kapı aralayacaktır.  Bilakis her bir canlı türü soya çekim kanunu gereği kendine benzer bireyler türünden çeşitlilik ortaya koyacaktır. Hem kaldı ki yaratılış program gereği olması gereken de zaten budur. Örnek mi? Mesela insanda 23 çift kromozom redüksiyon bölünme sırasında her bir kromozomun bir kutba gitme ihtimali yaklaşık (1/2)28 üssü (bir bölü iki üzeri yirmi sekiz) bir kuvvet değere tekabül etmektedir.  İşte bu söz konusu sayısal rakam 1.388.608 olarak ifade edilir. Dolayısıyla her bir ferdin DNA molekülü içerisindeki değişim potansiyelinin (Variational potantial)  farklı olması biyolojik zenginliği ortaya koymaktadır. Bu arada akraba evliliklerinin bir doğal sonucu olsa gerek çekinik karakterlerin baskın hale gelmesiyle birlikte popülâsyonun büyüklüğü oranında gün yüzüne çıkabiliyor.  Belli ki kuşak kuşak gen akımına bağlı kalarak anne ve babadan doğan her evlat benzerlik yönünden belli oranlarda baba, anne, büyük anne ve büyük babaya çekecektir. Dahası tahminen yüzdeler şeklinde belirlenen bu karakteristik özellikler genler aracılığıyla oğul döllere geçmekte olup bazen bu yüzdelik oranlarda istisnai sapmalar olabiliyor.  Mesela beş parmaklı babadan 6 parmaklı çocuk doğması gibi anormal durumların ortaya çıkması bunun tipik sapma göstergesinin misalini teşkil etmektedir.

         Bitkilerde de mutasyonun olduğunu ortaya konulmasıyla birlikte bazı bilim adamları çekinik karakterlerin mutasyon konuma geçtiğini ileri sürmüşlerdir. Aslında bu görüş ta baştan sakat bir görüş olarak kendini ele vermektedir. Çünkü çekinik genlerin baskın hale gelmesiyle birlikte farklı karakterlerin ortaya çıkabileceği gerçeği Mendel deneyleriyle çok önceden kayıt altına alınıp kanunlaşmıştı zaten. Artık gelinen noktada herkesçe kabul görmüş bir gerçek vardır ki; o da malum mutasyonların güçlü nesil oluşturmayıp tam aksine bir takım sakatlıklara sebebiyet veren maraz oluşumlar olduğu gerçeğidir.  Dolayısıyla farklı ırklara ait döllerin mutasyonla ortaya çıktığı iddiasında bulunmak abesle iştigal bir söylem olacaktır.  Nitekim abesle iştigal bir söylem olduğu şundan besbellidir ki, şayet bütün ırklara ait döllerin orijinleri ortak atadan meydana geliyor olmuş olsa bikere çok sayıda ırk veya çok çeşit dil kullanan insan topluluklarının ortaya çıkıyor olmaması gerekirdi. Bir başka ifadeyle insanlığın tek ortak bir dille konuşuyor olması gerekirdi. Evrimcilere kalırsak kendi kendilerine uydurdukları insansı ataların güya hırıltı ve havlamalarıyla insan konuşmasına dönüşüp burdan da evrimleşerek çok dilli hale gelmişiz. Oysa havlama farklı meleke, konuşma farklı bir melekedir. Elbette ikisi arasındaki farkı göremeyenler farkı fark edemeyeceklerdir.  Üstelik dünya üzerinde insandan başka tüm sesleri taklit eden bir canlı da yoktur dersek yeridir.  Kelimenin tam anlamıyla farklılıklar belli bir gayeye yönelik dizayn edilmiştir.

          Darwin; türlerin değişmesinde tabii seleksiyonun çok önemli bir faktör olduğundan dem vuran bir teorisyendir. Darwin bitki ve hayvanlarda ki ani değişmeleri tek varyasyon olayı olarak tanımlamıştır. Yetmedi ileri sürdüğü tezleriyle türlerin menşeini (orijini) doğal seleksiyonla açıklamaya çalışaraktan dikkatleri üzerine çekip birçok tartışmaların odağında oturmuştur. Nitekim teorilerinden bir kısmına baktığımızda bir türün bireyleri arasında sürekli var olma ve yok olma mücadelesinin yaşandığını, bu kavgada güçlü olanların ayakta kalıp zayıfların ise doğal seleksiyonla elenebileceği, böylece güçlü olanların bir sonraki kalıtıma aktarılarak zaman içerisinde orjininden farklı olarak bambaşka canlı türlere dönüşeceği yönünde tezler ileri sürdüğünü görürüz. Oysaki şimdiye kadar hiçte öyle Darwin’in dediği şekliyle bir başka canlı türlerin ortaya çıkacağı bir dönüşüm tezahür etmiş değildir, tam aksine normal varyasyonların Mendel kanunlarına göre canlı oluşumların kendi orijinal yapılarına sadık ve bağlı kalaraktan hayatiyetlerini devam ettirdiklerini görüyoruz. Bu arada şunu da belirtmekte fayda var,  canlı oluşumlarında tezahür eden bir takım istisnai türden değişim ve dönüşümlerin yaşandığı da bilinen bir vaka.  Ancak bu durum süreklilik arz etmeyip canlı türün ya genetik sisteminden kaynaklanan arızı durumlardan ya da çekinik genlerin baskın hale gelmesinden kaynaklanan değişiklikler olarak gün yüzüne çıkan bir durumdur bu. Hatta meseleye bir de Mendel deneyleri yönünden baktığımızda, mesela resesif genler ilk etapta oran olarak çekinik kaldığından kendini gösteremeyebiliyor, ama bir sonraki kuşaklarda iki çekinik (resesif) genin bir araya gelmesiyle birlikte baskın hale gelip adeta yıkılmadım ayaktayım dercesine hayatiyetlerini çok rahatlıkla devam ettirdikleri gözlemlenmiştir. Daha doğrusu Mendel kanunlarının dili bize canlı oluşumunda nükseden varyasyonların DNA’nın kontrolünde ve onun belirlediği sınırlar içerisinde gerçekleştiğini göstermektedir. Ama gel gör ki evrimciler kendi sazlarını kendi çalıp kendileri oynayacaklar ya,  canlı oluşumlarında tezahür eden normal değişmeleri bile evrimleşme hadisesiymiş gibi sunmaktan geri durmayacaklardır. Oysa hiçbir değişim yeni bir tip canlı meydana getirememektedir. Kaldı ki olası türden istisnai değişiklikler o canlı türü ile sınırlı kalmaktadır. Bu hususta örnek verecek olursak, malumunuz endüstriyel sanayinin gelişmesiyle birlikte İngilterede biber güvesi (Peppered moth) ister istemez siyahlaşan canlı ağaçların rengine bürünmesine neden olmuştu.  Tabii evrimcilik bu ya, evrimciler fırsattan istifade hemen kendilerine vazife çıkarıp tamamen çevre şartlarına bağlı olarak gelişen açık renkli güvenin siyahlaşmış veya kararmış hale gelme durumunu evrime delil olarak göstermeye yelteneceklerdir. Oysa bu yaşanan hadise normal canlı türün çevre şartlarından olumsuz olarak etkilenmesine kalkan olacak türden normal renk değişiminin ta kendisi bir varyasyon hadisesidir. Asla ortada başka bir canlı türüne dönüşüm söz konusu olmayıp sonuçta güve kendi orijininde yine güve (Biston betularis) olarak popülasyonda konumunu korumuştur. Belli ki Yaratıcı güç böylesi olası olumsuz durumlara karşı her canlı varlık için hem varlıklarını korumaya yönelik, hem de çevreyle uyumlu olacak tarzda genetik yapılarına ayarlayıcı kodlar yüklemiştir. Hem kaldı ki doğal seleksiyon eski köye yeni bir adet getirmiyor,  sadece uygunsuz oluşumlara dur deyip elemeye tabi tutuyor. Dolayısıyla her canlının genetik kodlarına yerleştirilen doğal seleksiyon iksiri çevre şartlarının canlının aleyhine olabilecek durumlarda güçlü oluşum vasıtası olarak devreye girmektedir. Ancak bu güçlülük yeni bir canlı türü ortaya çıkarabilecek anlamında bir güçlülük olmayacaktır. Hem nasıl yaratıcı bir güç olsun ki, baksanıza canlı âlemin tüm üniteleri kendi haline bırakılmış değildir,   bilakis her canlı yaratılış kanunlarına tabii olaraktan çevreye uymanın bir ölçüsü olarak tüm üniteleriyle birlikte hayatiyetlerini devam ettirebilmekteler. Hiç kuşkusuz Yüce Allah (c.c) tarafından çevreye uyma noktasında uyumluluğun hududu ta yaratılışlarından itibaren belirlenmiş ve çizilmiş durumdadır. Belli ki yaratılış kanunlarına tabii olaraktan sınırları çok önceden çizilmiş bir alan içerisinde oluşan bir takım değişiklikler yeni bir tür meydana getirmeyip, türün kendi içerisinde sınırlı kalmaktadır. Mesela genotipi farklı olan fertler aynı ortam şartlarında yetiştirildiğinde ister istemez fenotipi de farklı olacaktır. Keza genotipi aynı olan fertler farklı ortam şartlarında geliştirildiklerinde ise ortam şartlarına bağlı olarak bazı farklılıklar kazanabiliyor. İşte bu nedenledir ki kalıtsal olmayan (dölden döle geçmeyen) bu tip çeşitlenmelere evrimleşme değil,  tam aksine modifikasyon denmektedir. 

          Bilindiği üzere Hollandalı Biyoloji bilim adamı Hugo de Vries;  akşamsefası bitkisiyle yaptığı çaprazlamalardan elde ettiği varyasyonu tanımlamak için ilk defa mutasyon kavramını dile getirmişliği bir yana nükseden mutasyonları varyasyonların temeli olarak kabül edip kendince mutasyon teorisi ortaya koymuş bir isimdir.  Ama şu bir gerçek; somatik (vücut hücresi) mutasyonlar kalıtsal olmadığında nesilden nesile sürdürülebilir şekilde aktarılamazlar. Ancak üreme hücrelerinde oluşabilecek birtakım değişiklikler kalıtsal (genotipik) yoldan dölden döle geçip aktarılabilmekte.  Bilindiği üzere kuşaktan kuşağa geçen oluşumlarda belli bir noktadan sonra kendi içerisinde sınırlı kalıp kendi orjinine sadık karakteristik varyasyon olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu nedenledir ki karakteristik özelliklerin geçici olarak değil de, kalıcı olaraktan dölden döle geçmesi hadisesine  Mendelizm’ denmektedir. Tabiî ki bizim bu kavramdan kastımız, Mendel kanunlarına tabii olarak gerçekleşen döl geçişlerinden başkası değildir. Nitekim Mendel deneyleri çaprazlamalarında da görüldüğü üzere gerek F1 gerekse F2 dölleri arasındaki çaprazlamalardan hangi oğul döller veya hangi birey bileşenleri ortaya çıkarsa çıksın sonuçta her tür kendi içerisinde orijinine sadık kalaraktan çeşitlenme gösterebiliyor. Yani bu demektir ki, eğer çaprazlanan bireyler insansa insan olarak, kediyse kedi olarak neslini devam ettirecektir. İşte tam da bu noktada evrimcilere sormak gerekir:  madem çekinik genlerin ayıklanacağını iddia ediyor durumdasınız, o halde ilk insanın dünyaya gelişinden bugüne mavi gözün ortaya çıkma şansı dörtte bir olduğu halde neden bir türlü mavilik geni popülasyondan çekilmiş değildir?  Hadi mavi göz renginin durumunu sormaktan vazgeçtik diyelim, peki ya gözün açık veya koyu olmasını sağlayan genlerin varlığına ne diyeceksiniz acaba. Besbelli ki, kendilerine soğuk terler döktürecek bu tür sorular karşısında ya suspus kalacaklardır ya da göz rengi tonunun birçok genin poligenik kalıtım maharetiyle renk tonlarının ayarlandığını sinelerine çekmek zorunda kala kalacaklardır. Her neyse evrimcilere soğuk terler döktürecek sorularla daha fazla köşeye sıkıştırmadan onların yerine biz cevap verecek olursak;  şayet bir birey göz rengi bakımdan homozigot çekinik gene sahipse melanin birikimi olmayacağından gözler açık veya renkli olacaktır demektir.  Yok, eğer bir birey başat gen taşırsa  (baskın gen) melanin birikimi olacağından bu kez koyu renkli olacak demektir.  İşte her iki durumda da ortaya çıkan neticeden de anlaşıldığı üzere renk tonlarının bir dizi genler (poligenik) tarafından kontrol edilip o şekilde dünyada olan biten ne varsa göz penceresinden izlenmiş olacaktır.  İşte bu noktada gözün gen havuzunda mavi, ela ve siyahın birçok tonlarının bir arada bulunuyor olması son derece gayet tabii bir durum olup nesiller boyu kendi içinde çeşitli renk tonlarıyla birlikte aydınlık penceresi olmaktalardır. Hazır kontrol genlerinden söz etmişken, şu gerçeği de göz ardı etmemek gerekir,  bikere değişik karakteristik özelliklere haiz olarak açığa çıkan gen frekansları toplumlara ve ırklara göre değişiklikler gösterebiliyor. Örneğin kistik fibröz siyahlar arasında nadir gözükmesine karşın, orak hücreli anemi beyazlar arasında nadir bir vaka olarak karşımıza çıkmakta. Dolayısıyla bir beyazla bir siyahın birleşmesinden doğacak çocuklarda bu tür hastalıkların çıkmasını imkânsız kılmaktadır. Çünkü birinin yüksek frekanslı zararlı geni, diğerinin düşük frekansı tarafından engellenecektir. Böylece söz konusu zararlı gen olayı aynı toplum veya aynı ırk içerisindeki evlenmeler içinde geçerlilik arz edecektir.

         Öyle anlaşılıyor ki; bir takım canlıların olumsuz şartlara rağmen neslini devam ettirebildikleri gibi evrimleşme iddialarının aksine seleksiyonla yeni bir türe dönüşmemiş olmaktalar.  Dahası seçme ve seçilme denen mekanizma her türün kendi doğal sınırları içerisinde sabit kalacak şekilde seçimini yaparaktan işlerlik kazanmakta,  asla bir başka canlı türüne dönüşecek şekilde bir seçim mekanizması olarak işlerlik kazanmamaktadır. Şayet seçme gücü heterezigotlar yararına ise heterezigot bireylerin frekansı Hardy-Weınberg kuralının çok üstünde bir yüksek değer olacaktır. Nitekim bir takım çalışmalara dayanarak yapılan hesaplamalar neticesinde heterozigot genler arasında uyumluluk olduğu belirlenmiş olup heterezigot lehine özel bir destekle herhangi bir ayrıcalıklı seçim gözlemlenmemiştir.  Peki, istisna türden de olsa seçim yok mudur derseniz elbette vardır. Nitekim orak hücreli anemi için heterozigot genlerin lehine seçim olduğu için heterezigot bireylerin sayısı homozigotlara göre daha fazla olduğu belirlenmiştir.

         Bu arada bütün ıslah (seçme) çalışmaları sonucunda birçok melez türlerin ömür sürelerinin kısa olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca ıslah edilmiş olanlar kökenleri veya kendi dışındaki yabani tipleriyle rekabet edemeyecek kadar dayanıksız oldukları ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu tür ıslaha tabii tutulmuş canlılar düşmanlarından soyutlanmış bir ortamda ancak hayatlarını idame edebilmekteler. Yine de ıslah çalışmalarına ne kadar hız verilirse verilsin meydana gelen varyasyonlar bir noktadan sonra hep sınırlı kalıp bir adım öteye geçememektedir.  İşte tüm bu gerçeklere rağmen bir takım aklı evveller evcil hayvanlara yapılan uygulamalardan hareketle seçme yöntemiyle insanlar arasından üstün bir ırk oluşturulabileceği hayaline kapılabiliyor. Oysa insanlar bir evcil hayvan gibi bir yaratık değil ki kendisinin kobay olarak kullanılmasına izin versin. Belki insanlık kalıtsal bozuklukları taşıyan bireylerin üremesinin önüne geçme noktasında veya zararlı genlerin popülâsyondan temizlenmesine yönelik girişimlerine bir süre sessiz kalabilir. Ama insanların sessiz kalışı bu tür girişimleri onaylıyor anlamına gelmez. Kaldı ki sağlıklı popülasyon oluşturayım derken kusur oluşturan genlerin çoğu çekinik ve heterezigot olarak taşındığını görmek gerekir. Keza homozigot çekinik bireylerin ortadan kalkmasıyla birlikte popülâsyonda var olan gen frekansını azaltma riski doğurabileceği gerçeğini de görmek gerekir. Bu demek oluyor ki seçme belirli ölçüde kusurlu doğma şansını düşürse bile beraberinde bir takım sancılara kapı aralayabiliyor. Üstelik şimdiye kadar yapılan onca ıslah çalışmalarına rağmen bir bakıyorsun heterozigot yoluyla taşınan genlerin ileriki kuşak popülâsyonlarına dâhil olduğunda tekrardan zararlı gen sayısında çoğalmalar görülebiliyor. Böylece her halükarda kusurlu doğma şansı yine artmış olmakta. Netice itibariyle insanlara evcil hayvanlar muamelesi yapıp genleriyle fazla oynanmasını doğru bulmuyoruz. Belli ki tüm mesele zararlı türden heterozigot gen taşıyan bireylerdedir. Belki bu tür bireylere çocuk yapmama önerilebilir, ama hepimiz bir şekilde büyük veya küçük ölçekte bazı zararlı genleri taşıyabiliyoruz. Anlaşılan toptancı yıkım anlayışıyla bir ayıklama operasyonuna tevessül edildiğinde o zaman da dünyada korkarım ki normal sağlıklı bir insan bulamayacağız demektir bu. Tabiatın şanslı varyeteyi seçmiş olduğu çokça söylenilmesine rağmen aslında herhangi bir özelliğe karşı doğal seçme tam takır işlememektedir. Mesela seçme oranı % 75 veya %90 olabiliyor. Bu demektir ki  % 75 elenme, % 25 korunma vardır. Yani hiçbir şekilde elenme ve korunma oranları mevcut canlı türünden bir başka canlıya dönüşüm olarak sahne almayacaktır. Böylece kümes hayvanı kümes hayvanı kalacak, balta ibikli de balta ibik olarak fiziki konumunu koruyacaktır.  Her ne kadar kısmi seçme olayında ayıklama süreci yavaş yürüyor gibi görünüyorsa da uzun süre etkisini hissettirebiliyor.  Dolayısıyla doğal seçmenin zararlı özellikleri tam seçme üzerinde gerçekleşmeyip, daha ziyade kısmi seçme üzerinde kendini göstermektedir. Yani bir canlı için herhangi organik kusur söz konusu olmadığı sürece sadece hayat mücadelesini sekteye uğratacak bir takım dezavantaj nitelikteki özellikler kısmi doğal seçmenin etkisi altına girebiliyor. Fakat yine de istisna kabilden birtakım olayları bir kenara koyarsak, doğal seçme filan birazda işin edebiyatı,  hakikatte genetik yapı sıradan bir tasarım olmayıp orijinal bir yapı üzerine kuruludur. Öyle ki genetik yapı bütün canlıların kalıtım özelliklerini kontrol eden mükemmel bir biyolojik nizamı ortaya koymaktadır. Bazen biyolojik nizam nesilden nesile aktarılırken orijinal kaynağından bazı sapmalar görülebiliyor, ama bu tür istisnai sapmalar asla başka bir canlı türü doğurmayacaktır. Aslında Darwin’in tüm gayreti eski formlarla yeni formlar arasında bağlantı köprüsü kurmaktı, ama uygulamada görüldü ki familya veya şecere yoluyla güvenilir filogenetik yapılar  (soy ağacı) kurmanın imkânsız olduğu anlaşılmıştır. Çünkü cinsler arasında bir tane olsun geçiş formu bulunamamıştır. Öyle anlaşılıyor ki Yüce Yaratıcı yarattığı mahlûkatın her bir ailesini farklı özelliklerde yaratarak böyle olmasını murad etmiştir. Dolayısıyla her canlı tipin genetik yapısı sabit kalıp, evrimleşmeyle değişikliğe uğraması söz konusu değildir.         

         İşte yukarda bahsettiğimiz oğul döller arasında ilişkileri belirleyebilmek için bilim adamlarının bir hayli ter döktükleri anlaşılmaktadır. Özellikle bu uğurda küçük bir sinek cinsi Drosophila adlı meyve sineğinin genetik deneylerde kullanmaya başlanması genetik bilim dalında hızlı bir gelişmeye yol açmıştır. Şöyle ki Drosophilanın;

-Hayat devresinin kısalığı hasebiyle yaklaşık 20 gün içerisinde genetik sonuçların elde edilebiliyor olması, 

-Kromozom sayısının azlığından dolayı karakterlerin dölden döle geçmesinin kolaylıkla izlenilebilir olması,

-Hastalık bulaştırması riskinin söz konusu olmaması,

-Beslenme ve bakımının kolay olması,

-Ekonomik olması,

-Laboratuvarda oldukça az alan kaplaması gibi birçok hususlar tercih edilen bir deney hayvanı olmasını sağlamıştır. Fakat artık bilim dünyasında gelinen nokta itibariyle bakteri ve virüslerle de deney çalışmalarına başlanmıştır.  Bu tür çalışmalara start verilmesiyle birlikte önceki metotlarla kıyaslandığında sonradan anlaşıldı ki;

       -Virüs ve bakteri hayat devrelerinin oldukça daha kısa (yaklaşık 1 gün) olduğu,

        - Kromozom sayılarının sayıca az olması deney çalışmalarını gözlenebilir şekilde avantaj teşkil ettiğini, 

       - Bazı bakterilerin tek kromozomlu olması hasebiyle resesif özelliklerin dölden döle geçiş izlenirliğini kolaylık sağladığını, 

        - Beslenmeleri çok daha kolay ve ekonomik olduğu,

        - Laboratuvarlarda az yer işgal ettiği anlaşılmıştır.

         Tabii tüm bu yeni uygulamalar kayda değer gelişmelerdir. Ancak bu alanla ilgili çalışmaların içeriğini anlamak içinde hiç kuşkusuz bu alanın kavramlarına aşina olmakta gerekir.  Dolayısıyla bu alanda kullanılana kavramları kısaca tanımlamakta elbette ki fayda vardır. Örnek mi?  İşte bu kavramlardan bir kısmını ele aldığımızda:

         - Genotip bakımdan birbirinden farklı iki ferdin eşleştirilmesine ‘hibridizasyon’ (melezleşme) diye tanımlanır.

         - Hibridizasyon sonucunda elde edilen döle de hibrit (melez) denmektedir.

         - Eğer bir hibrit döl bir gen çifti bakımdan heterozigot ise monohibrid (Aa), 2 gen çifti bakımdan heterozigot ise dihibrit (AaBb), 3 gen çifti bakımdan heterozigot ise trihibrit (AaBbCc),  daha çok gen çifti bakımdan heterozigot ise polihibrit diye adlandırılır.

        - n sayıda kromozom ihtiva eden her bir eşey hücresine haploid denmekte, 2n kromozom ihtiva eden hücrelere ise diploid denir. Dolayısıyla bu durumda zigotun 2n (diploid) sayıda kromozoma sahip döllenmiş bir hücre olduğu anlaşılır. 

         - Eşeysiz şekilde çoğalma ile meydana gelen ve genotipi birbirinin aynı olan fertlerin oluşturduğu topluluğa ‘klon’ denir. Yani genotipi aynı olan fertler genellikle eşeysiz üreme ile elde edilip,  bu tip üremeye klon denmektedir. Ayrıca bu tip fertler bazen eşeyli üreme ile elde edilebildiğinden, bu tip döllere arı döl denmektedir.  Fakat bir adet elde edilen döl arı döl sayılmaz. Arı döl ancak birkaç nesil devam ettirilirse saf döl ortaya çıkabilmektedir.

          - Yapılan bir takım çaprazlamalar neticesinde ebeveynlerden geçen bir takım kalıtım çeşitliliğine kombinasyon adı verilmektedir. Kombinasyon belli kurallar çerçevesinde cereyan edip Mendel kanunları olarak anlam kazanır da. Nitekim Gregor Johann Mendel yaptığı çalışmalarda hermafrodit bir bezelye türü olan Pisum sativum bitki türünden yararlanmıştır. Hermofrodit canlılar kendileşme ile çoğalıp, meydana gelen fertler saf ırk oluşturmaktadır. Ayrıca Mendel bezelyeler üzerindeki (buruşuk, sarı, yeşil uzun, kısa vs.) özelliklerin oğul döllere geçişini incelemek için öncelikle bitkilerdeki kendileşmeyi engelleyip,  sonra o şekilde çalışmalarına devam etmiştir. O halde bu bilgilere dayanarak Mendel kanunlarına kısaca bir göz atabiliriz:

        BİRİNCİ KANUN

        Homozigot saf ırkların (homozigot) çaprazlandırılmasında (eşleştirilmesinde) birbirinden farklı bile olsalar birinci oğul dölün bütün fertleri (F1 dölü) birbirinin aynı özelliğe sahiptir. Böylece birer karakteri farklı iki saf ırkın birinci oğul dölleri aynı gen tipine sahip olacağından sonuçta aynı genotip ve fenotip ortaya (AA, aa = Aa) çıkacaktır. İşte bu yüzden bu tip fertlere izotip fertler denmektedir.

         Örnek 1:

         Sarı ve yeşil tohumlu bitkilerin çaprazlandırılmasında F1’de yalnız sarı renkli tohumlar meydana gelir. Yani her iki tohum tozlaştırıldığında F1’de bir çeşit gamet teşekkül eder.

 

                                         ♀SS              x                     ss ♂ 

 

                                           F1: Ss (genotip) -Sarı (fenotip)

 

 

         Örnek 2:

 

                                       ♀ UU                x                        uu♂

 

 

                                                       F1: Uu (uzun gövdeli)   

        İKİNCİ KANUN

        F1 melezlerinin birbirleriyle çaprazlandırılmasıyla bir çift faktörlerden her biri farklı gametlere geçer ki, bu durum F2’de homojen (izotip) olmayan fertlerin meydana gelmesini beraberinde getirir. Yani buna göre F1’de gün yüzüne ortaya çıkan ve çıkmayan karakterleri taşıyan fertlerin sayıları arasındaki orantı herzaman sabit kalıp, F2’de karşımıza 3:1 orantısı çıkacaktır. İşte bu yüzden bu olay ayrılma kanunu olarak tanımlanır.      

      Örnek:

       F1’ dölünün kendileştirilmesiyle, yani   (F1   x    F1) çaprazlamasıyla   oluşan  F2  dölünün; işte bu noktada  Ss     x      Ss  gametleri punnett karesinde yerin koyup   çaprazladığımızda    F1’deki genotipik açılım 1SS, 2Ss, 1 ss şeklinde dağılım gösterdiğinden söz konusu bu açılım fenotipik olarak 3 sarı ve 1 yeşil şeklinde tezahür edecektir.

       ÜÇÜNCÜ KANUN

       Çaprazlandırılan heterozigot fertler birden fazla karakter bakımdan birbirlerinden farklı olmaları hasebiyle allel genler birbirinden bağımsız gametlere ayrışacaklardır.  İşte bu ayrışan bağımsız gametlerin bir araya getirildiğinde ister istemez yeni kombinasyonlar eşliğinde değişik karakterler ortaya çıkarır ki;  bu durum bağımsız ayrışım kanunu olarak adlandırılmıştır. Yani bu kanun karakterleri taşıyan özelliklerin bağımsız taşıyıcılarla (kromozomlarla) taşınacağını öngörmektedir.

       Özellikle Mendel yaptığı denemelerin birinde sarı ve düzgün tohumlu bir bezelye ile yeşil ve buruşuk tohumlu bir bezelyeyi çaprazlandırıp F1’deki fertlerin hepsinin sarı ve düzgün olduğunu gözlemlemiştir. Hatta F1’leri de kendi aralarında çaprazlandırınca F2’deki tohumların şekil ve renklerine göre 4 ayrı kategorik karakter meydana geldiğini tespit etmiştir. Sonuçta F2’deki genotipik açılım orantısı 9:3:3:şeklinde ve her zaman sabit değerler olduğunu ispatlamıştır. 

       Bu arada şunu belirtmekte fayda var;  F1’lerin kendi aralarında çaprazlandırılmak istenirse şu yol takip edilir. Şöyle ki; önce   n=her bir genotipin heterozigot sayısı,       2=heterozigot gen çifti olup,  buradaki n= 2” şeklinde veriler olarak tanımlarız. Sonra bu fertlerin kaç çeşit gamet oluşturacağını 2n (iki üzeri n) bağıntısından yararlanarak verilenleri formülde yerine koyarız. Daha sonrasında formülün uygulanmasıyla birlikte 22=4 ( iki üzeri iki eşittir dört) çeşit gamet oluşturacağını hesap etmiş oluruz.     

        Aşağıda görüldüğü üzere genotipini oluşturan gen çiftleri homozigot olduğunda bir kez yazılır. Heterozigot ise ya iki kez yazılır, ya da dallandırılır. Dolayısıyla SsDd genotipine sahip bir ferdin meydana getireceği gametler dallandırma yöntemi ile şöyle bulunur:

                                                      SsDd

 

 

                                               D=SD

                                           S⁄

                                              \ d=Sd

                                                   

                                                D=sD

                                           s⁄

                                                   \ d=sd

  İşte bu şekilde dağılımlarını bulduğumuz bu söz konusu gametleri de punnet karesinde yerine koyduğumuzda F1’deki genotipik açılım fenotipik olarak;

       S-D- 9 sarı düzgün,

       S-dd–3 sarı buruşuk,

       ssD–3 yeşil düzgün,

       ssdd- 1 yeşil buruşuk şeklinde sıralanacaktır.

Bu gametleri punnet karesinde yerine koyarsak;

 

 

SD

Sd

sD

sd

SD

SSDD

SSDd

SsDD

SsDd

Sd

SSDd

SSdd

SsDd

Ssdd

sD

SsDD

SsDd

ssDD

ssDd

sd

SsDd

Ssdd

ssDd

ssdd

 

dağılım göstergesi bu şekilde sahne alır.

       Her ferdin ortam şartlarına ne şekilde ne ölçüde reaksiyon göstereceği o ferdin genotipi tarafından belirlenip düzenlenir. İşte bu düzenleyici faktöre ‘reaksiyon normu’ denmektedir. Anlaşılan hiçbir şey başıboş cereyan etmemekte, bilakis her şey yaratılış kodlarında belirlenmiş bir nizama göre yürümektedir. Hatta her yaratılan olguya ölçü bile tayin edilmiştir. Zira bu gerçeklerden hareketle herhangi bir bitki türünün olgu reaksiyon normuna bağlı olarak bir özelliğin modifikasyonu maksimum ve minimum iki üç değer arasındaki kalan genişliğe ‘varyasyon genişliği’ adı verilmiştir. Yani ortada ölçü birimi olmasaydı genişlikten söz edemeyecektik. Keza bir fasulye bitkisinden elde edilen tohumların boyları 8–18 mm arasında değiştiği görülmüştür. Dolayısıyla 8–18 mm arasındaki genişlik varyasyon genişliği olarak belirlenir. Bir başka ifadeyle 8 ila 18 mm arasında olmayı sağlayan genotipik özellikler bir reaksiyon normdur. Hatta bu fasulyeler boy sırasına göre dizildiğinde 11 çeşit boy elde edilecektir. Bu yüzden bunlar boy sınıfı diye tanımlanır. Boy dizisinin orta değeri ise M=∑fx/n formülünde yerini bulacaktır. Netice itibariyle bu sayı minimum ve maksimum değerlere doğru azalmakta ve uç noktalarda daha da en aza indirgenmektedir.    

         Netice itibariyle bu sayı minimum ve maksimum değerlere doğru azalmakta ve uç noktalarda daha da en aza indirgenmektedir.

 

f (her bir sınıftaki fert sayısı)     

x(boy uzunluğu mm)             

f.x                                                                                                      

1

8

8

3

9

27

8

10

80

20

11

220

38

12

456

42

13

546

36

14

504

18

15

270

6

16

96

2

17

34

1

18

18

n (incelenen fert sayısı)

 

M=∑fx=2259

 

     Böylece M=∑fx/n formülünden hareketle;

     Ortalama değer=2259/175=12,9 olarak bulunur.

          Bilindiği üzere varyasyon genişliği ve orta değer her ırk için sabittir. Modifikasyon niteliğindeki özellikler bakımdan bir ırk içerisinde seleksiyon yapmak mümkün değildir. Çünkü bir soyun bütün fertlerinin varyasyon genişliği aynı genotip tarafından tayin edilmiş olup birbirine eşit şekilde tezahür edecektir.

          Varsayalım ki a bir olayın meydana gelmesinde elverişli durumların sayısını, n ise aynı olayın meydana gelmesindeki tüm durumların sayısını göstersin, bu durumda a’nın meydana gelme ihtimali P=a/n formülüyle elde edilip, buna mutlak ihtimal denmektedir. O halde Mutlak ihtimal (P) = bir olayın meydana gelmesine elverişlerin durum sayısının bu olayın meydana gelme ve gelmemesine ait tüm durumların toplamı (n)  oranına göre tespit edilmektedir. Böylece bu oran  (25+75) şeklinde tezahür edecektir. Buna göre bir çekilişte siyah bilye çekme ihtimali;

            P=25/100=0,25 olacaktır.

            İhtimal hesaplanmasında bazı kurallar:

            Birbirine bağlı olmayan bir takım olayların aynı anda meydana gelme ihtimali bunların ayrı ayrı meydana gelme ihtimallerin çarpımına eşit olup, bu kurala birleşik ihtimaller prensibi denmektedir.

          Örneğin havaya atılan parada:

          Birinci parada yazı gelme ihtimali = 1/2

          İkinci parada tura gelme ihtimali = 1/2 ise 1/2.1/2=1/4 olacaktır.

          Yani;

 

            I. para                                             II. para

 

             Y(1/2)                           T(1/2)= 1/2.1/2=1/4

             T(1/2)                           Y(1/2)= 1/2.1/2=1/4

 

     Buna karşılık iki parayı havaya attığımızda bir yazı bir tura gelme ihtimali ise: 1/4+1/4=1/2 olmaktadır.

             O halde bu durumda ihtimal hesabı değişik zamanlarda meydana gelen olayların toplamına eşit olacağından bu kural da toplam ihtimaller kuralı diye bilinecektir.

             Daha büyük ihtimale dayanan olayları hesaplayabilmek için genetikde binom ve n faktöriyel kuralı uygulanıp formülde uygulanan unsurlar aşağıdaki harflerle simgelenir.

N= faktöriyel kural

P=olayın meydana gelme ihtimali

n=ihtimalin tekrarlanış sayısı

n-k=elverişli durumlardan ikincinin sayısı

k=elverişli durumlardan birincinin sayısı.

P= Birinci elverişli durumun meydana gelme ihtimali

d=İkinci elverişli durumun meydana gelme ihtimali.

P= n!  pk.qn-k(p üzeri k x q üzeri n-k)

 (n-k)!.k!

         Velhasıl-ı kelam; yaratılış matematik program üzerine kuruludur.  Mendel kanunları da yaratılış programın bir değişik örneğidir.

            Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/mendel-kanunlari-ve-evrim-6205-kose-yazisi