28 Kasım 2017 Salı

İMPARATORLUKTAN KÜRESELLEŞMEYE


         İMPARATORLUKTAN KÜRESELLEŞMEYE 

SELİM  GÜRBÜZER        

              Genellikle imparatorluk denilince farklı ırk ve dine mensup toplulukların belirli hanedan mensubu liderince yönetilen devlet akla gelir. Böyle bir devletin dizginlerini elinde tutan liderse imparator olarak karşılık bulur. Karşılık bulması da gayet tabii bir durumdur.  Çünkü gücünü bağlı olduğu dine dayanarak imparatorluğunu sürdürmekte. İşte Bizans hanedanının imparatorluğunu Patrikhaneye dayandırarak sürdürmesi, keza Roma Germen hanedanının da imparatorluğunu Roma kilisesine dayandırarak sürdürmesi bunun en çarpıcı örnekleridir. Malum, İngiliz Kraliçesi de Anglikan kilisesine olan bağlılığıyla imparatoriçeliğini taçlandırmakta. Tüm bunların dışında icabında batıda aynı hanedan mensubu içerisinden kendi soy kütüğüne yakın bir başka topluluğun başına geçip imparator olmakta vardır.
             Peki ya Osmanlı hanedanında durum nasıldı? Malum,  Osmanlı hanedanlığının batıdan en belirgin farkı, sistemini Müslim ve gayrimüslim ekseni üzerine kurmuş olmasıdır. Öyle ki Osmanlı farkını bir yandan maiyetine aldığı Müslim tebaayı halifelik esasına göre idare ederek, diğer yandan da maiyetine aldığı gayrimüslim tebaayı millet-i hâkime esasınca yöneterek ortaya koyacaktır. Zaten farkı fark ettirende bağrında beslediği onca milletin dinine, diline, mezhebine ve meşrebine karışmadan adil yönetmesidir.  İster adına halifelik, ister millet-i hâkime denilsin hiç fark etmez,  sonuçta Devlet-i Aliyye’nin üç kıtada altı yüzsene adalet kılıcı olarak kalış gerçeğini değiştiremeyecektir. Tâ ki Fransız ihtilaliyle tüm dünyada uluslaşma rüzgârları esmeye başlar,  işte o zaman adalet kılıcımız işlemez hale gelip artık bir arada yaşamanın hiçbir esprisi kalmaz da.  
            Hele Osmanlı düşmeye görsün bir anda toprağımızdan mantar sürüsü ulus devletler ve uluslararası paktlar türerde. Türedi de ne oldu sanayileşmenin hız kazanmasıyla birlikte uluslaşma süreci küreselleşme kıskacı altına girecektir. Derken sınırların pek önemsenmediği bir sürü bölük pörçük devletçikler ağıyla örülü bir dünya ile kala kalırız. Zaten vahşi batıdan başka bir şey beklenmezdi, çünkü onların cemaziyülevvelini çok iyi biliriz. Hani huylu huyundan vazgeçmez ya,  aynen öyle de tarihe şöyle bir göz attığımızda batı dünyasının kınında hiç durmadığı görülecektir. Bir bakmışsın sistemini toprağa bağlı feodalite üzerine kurmuş görürsün, bir bakmışsın Ümit Burnunun keşfi ve deniz aşırı ticari zenginliğinin iştah açıcılığıyla sermayeye dayalı derebeylik ve krallığın müşterekliğine dayalı bir yönetim modeline geçiş yaptığını görürsün. Yine bir bakmışsın ticari sömürgecilikten akan finansmanla burjuva sınıfı doğup hızla sisteme dâhil olduğunu görürsün. Bilhassa bu süreçte tarihler 1869’u gösterdiğinde Süveyş kanalı yoluyla doğu ve batı hattı üzerinde sömürgecilikten akan sermayenin getirdiği zenginlikle dünyamız küresel baronların ticari rekabetine sahne olur bile. Hele ileriki yıllarda birde bunun üstüne Ortadoğu’daki petrollerin kokusunu aldıklarında adeta keyiflerine diyecek yok süreçte kan ve gözyaşı üzerine kurulu bir küresel sistemin dizginlerini ellerinde tutacaklardır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz petrol kokusu böyle bir şeydir pastadan pay kapma uğruna icabında I. Dünya savaşı kopartılabiliniyor.
             Evet, I. Dünya savaşı petrol uğruna göze alınan bir savaştı. Aç gözlülük, servet hırsı budur.  Ne hazindir ki altı yüzsene adaletiyle kendilerine kol kanat geren Osmanlı’yı arkadan hançerleyecek derecede savaş çıkartılabiliyor. Zaten çıkartmasalar şaşardık, buna el mahkûm,  dünyanın en verimli petrol yatakları Osmanlı coğrafyası içerisinde yer alıyordu. Yok, efendim Araplar bizi arkadan vurmuş,  yok şuymuş, yok buymuş bunlar hep işin kılıfı, işin asıl arka planında İngiliz Lawrence oyununun gördükten sonra bizi artık kandırıp yutturamazlar elbet. İşte, İngiliz oyunu bu ya, içimizde ve dışımızda tertipledikleri bin bir türlü entrika ve kışkırtmaların neticesinde bir sabah uyandığımızda bir baktık ki asırlardır huzur içerisinde birlikte yaşadığımız topluluklar avucumuzdan uçuvermiş, yani bizden kopartılıp kendi devletlerini kurmuş gördük. Tabii bu kopuş kervanına Müslim tebaadan Lübnan civarına konuşlandırılan Suriye ve gayrimüslim tebaadan Ermenilerde katılır.
            Her neyse,  vahşi batı feodalite, derebeylik,  krallık derken bu kez kozu postuna soyunup J.J. Rousseau’nun sesine kulak verecektir. Yani otoriter karşıtı bir fikri anlayışı egemen kılmak için uluslaşma sürecine girecektir.  Her ne kadar bu süreçte Fransızlar beş cumhuriyet deneyimi yaşasa da en nihayetinde Krallık idaresine son vermesini bileceklerdir. Hiç kuşkusuz bunda Rönesans ve sanayileşmenin etki payı çok büyüktür.  Hatta 1877 Fransız ihtilalı sonrası bu değişim ve dönüşümden bütün dünyada payına düşeni alıp uluşlaşma süreci hız kazanacaktır. Yukarıda da belirttik ya batı hiçbir zaman kınında durmaz, malum öncesinde üzerimize tüfeklerle geldiler, sonra ticaret yoluyla yayıldılar, daha sonrasında kültürlerini yerleştirerek üzerimize geldiler ve en nihayetinde İsrail’i içimize çıbanbaşı olarak yerleştirip onun kontrolünde Ortadoğu’da bir sürü bölük pörçük devletler kurarak geldiler.         
             Kültürüyle ve sistemiyle üzerimize geldiklerinde maalesef Fransız modeline kendimizi kaptırmışız. Bari kaptırmışken hiç olmazsa mevcut sistemler içerisinde Osmanlı sistemine en çok benzerlik gösteren İngiliz Anglo-Sakson modeline kaptırsak fenamı olurdu.  Öyle ya,  Anglo-Sakson modeli madem ucundan kıyısından da olsa Osmanlı modeline benzerlik göstermekte, o halde ne diye Fransa’nın Napolyon kodlarına daldık ki. Napolyon kodlarına daldıkta sanki başımız göğemi erdi,  tam aksine kendimizi bir türlü sonu gelmez suni laiklik tartışmaların ortasında bulduk. Şayet Anglo-Sakson kodlarına dalsaydık kısır tartışmalardan uzak bir halde usuletle suhuletle birey devlet için değil, devlet birey için düsturunu ilke edinecektik.  Ve bu ilke doğrultusunda “sadece devlet laiktir, asla birey laik olamaz” deyip yarınlarımızı boşa heder etmeyecektik. Tabi Fransız modelini körkütük örnek alınca ister istemez sesimizde kısılıverdi. Yetmedi insanımızı kendi öz yurdunda parya durumuna düşürülüp can evinden vurdular. Tabii Osmanlı modeline daha yakın gözüken Anglosakson kodlara dalmayıp Fransız kodlara dalınca olacağı buydu.  Düşünsenize yıllardır Devlet baba bildiğimiz devletimize bile Fransız kalıp buyurgan devlet yapısıyla yüzleşiverdik. Tahmin etmişsinizdir bu tabloda yüzleştiğimiz o devletlû zevatı, malum buyurganlıkta onların eline hiç kimsenin su dökemeyeceği cinsten diyebileceğimiz Jön Türkler, İttihat Terakki ve ulusal sol zihniyetten başkası değil elbet. İşte sıraladığımız bu yüzler devletimizle milletimiz arasında derin uçurumlar açarak yarınlarımızı çaldılar.
              Hadi yarınlarımızı alınlarının akıyla çalsalar belki gam yemeyiz,  içimize yılan gibi sokulup bin bir türlü hile ve dolaplarla bizi kandırıp yarınlarımızı çaldıkları içindir hala gamlıyız ve öfkemiz dinmişte değil. İşte bu yüzden deriz ki; İslam’ın çöküşü diye bir şey yoktur, bizim bin bir türlü nice hile ve oyunlara aldanışımızdan kaynaklanan batının uyanışı söz konusudur.  Ancak Batı’nın uyanışı İslam medeniyeti sonrası bir uyanıştır. Her ne kadar tarih Hilal ve Salibin birbiriyle kıyasıya kapışmasına şahitlik yapsa da,  bu sadece görünen yüzü bir şahitliktir. Birde bunun görünmeyen bir yüzü vardı ki,  o yüzde Haçlının İslam medeniyetiyle yüzleşme gerçeği vardır.  
             Evet, her Haçlı seferi aynı zamanda medeniyet kodlarımızla yüzleşmek demektir. Ve bu yüzleşme uyanışlarını beraberinde getirecektir. Ancak bu uyanış bildiğimiz uyanış olmayacak,  tam aksine gözleri para hırsı bürümüş bir uyanış olacaktır. Yani insanlığın susuzluğunu gideremeyecek maneviyattan yoksun maddi uyanıştır bu. Madden uyandılar da ne oldu,  dünya metası uğruna birbirlerine düşeceklerdir. Nitekim Kur’an’da bu hususta mealen zikredilmiş ayette var:  “Ehli küfür İslam’a karşı ittihat eder, kendi arasında tefrikaya düşer” diye. Gerçekten de Osmanlı hazır hasta yatağına düştüğünde I. Cihan savaşıyla birbirlerine girip imparatorlukların sonu gelir de.
            Tabii ortada elde avuçta kayda değer imparatorluk kalmayınca ulus devlet fikri batının çıkarları doğrultusunda görücüye çıkacaktır. Ama bu görücü fikir pek uzun sürmez küresel söylemlerin gölgesinde kalacaktır. Ne de olsa Ortadoğu’ya İsrail çıbanbaşı devlet olarak yerleştirilmiş durumda lüzum hissedilmezde. Artık bundan böyle dünyayı beş büyük devletin kontrolünde bir küreselleşme fikri için start verilecektir. Tabii bu yeni karşılaştığımız küreselleşme dalgası bizim o bildik Osmanlının Nizam-ı âlem türü bir küreselleşme dalgası olmayacak elbet, tam aksine yaşadığımız dünyayı küresel baronların insafına terk edecek, yani devasa şirketlerin avuçlarında dünyayı cehenneme çevirecek bir küreselleşme dalgası olacaktır. Bilhassa 1980 yıllarına gelindiğinde küreselleşme dalgası tam manasıyla pik yapıp ulus devlet anlayışının pek önemi kalmaz da. Tabi küresel baronların aç gözlülüğünde biricik değer para olunca milli söylemlerin hiçbir kıymeti harbiyesi kalmayacaktır. Nitekim bunu 1999 yılında katıldığımız Helsinki Zirvesi diplomatik görüşmelerde adeta Türkiye’ye git ev ödevini yap öyle gel dercesine gösterdikleri tavırlarda görmek mümkün. Kelimenin tam anlamıyla Türkiye’ye verilmek istenen mesaj milli gömleğinizi çıkarınızda öyle gelin şeklinde bir mesajdı bu, demokrasi filan sadece işin kılıfıydı.  Doğrusu o günkü konjonktürel şartlarda demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar cilalanmış olarak sunulmuş olsa bile epey zamandır bu kavramlara hasret kaldığımız içindir kulağa hoşta geliyordu. Ama ne var ki patenti bize ait hasret çektiğimiz kavramlar üzerinden bam telimize basıp ayar çekeceklerdir. Öyle ya bir zamanlar dünyaya insanlık nedir, medeniyet nedir, özgürlük nedir dersi veren milletken,  bu kez bize Batı ders vermeye kalkışır pozisyon alır. Yinede her şeye rağmen biz hiçbir komplekse kapılmadan bu kavramlara dört elle sarıldıkta. Her ne kadar küresel aktörlerin bu kavramları insanlığın iyiliğine değilde kendi çıkarları uğruna kullansalar da biz bize yakışanı yaparaktan içi boşaltılmış bu kavramların içini doldurmaya yönelik ilk adımda Avrupa Birliği ile uyum yasaları çerçevesinde yürüttüğümüz müzakerelerle samimiyetimizi ortaya koydukta. İyi ki de samimiyetimizi ortaya koymuşuz, bu sayede kendi içimizde köşe başlarını tutmuş özünden kopmuş vesayetçi odakların manevra alanların daraltmış olduk. Samimiyetimizi ortaya koyarak çıkardığımız yasalar bizim faydamıza oldu diyebiliriz. Öyle ki bundan böyle köşe başlarını tutmuş vesayet odakları insan hakları ve demokrasi gibi kavramların hayata geçmesi noktasında ayak diretip her on yılda bir darbe yapamayacaklardır.  
            Aman Allah’ım neydi o kara kâbuslu yıllar. Seçilmişlerin hiçbir hükmü olmadığı, atanmışların ali kıran baş kesilip borusunun öttüğü yıllardı. Ta ki 2002 yılında Tayyip Erdoğan tek başına iktidara gelir, işte ilk icraat olarak Avrupa Birliği kartını kullanaraktan çıkarılan özgürlükçü yasalar heveslerini kursaklarında bırakmaya yetecektir. Derken yeniden ‘kökü mazide ati olmak’ doğrultusunda ümitler yeşerip vesayetçi zihniyetten kurtulmanın yolu açılır da. Hele ilerleyen yıllarda hükümet Avrupa Birliği uyum yasalarını tek tek yürürlüğe koydukça o nispette vesayet odaklarının beli kırılır bile. İyi ki de hükümet başlangıçta Maastricht ve Kopenhag kriterlerine vurgu yaparaktan vesayet odaklarının canına ot tıkamış. Bu sayede ülkemiz git gide küresel ölçekte inisiyatif üstlenen konuma yükseldiği gibi dünya beşten büyüktür diyecek noktaya gelir.  Derken Avrupa Birliğine ihtiyacımız kalmaz da. Artık inisiyatif ortaya koyacak noktadayız.
                  Evet,  şimdi kara kara düşünme sırası Avrupa da. Artık Avrupa’da işler tamamen sarpa sarmış durumda gözüküyor. Üstelik düştükleri kuyudan Türkiyesiz çıkmaları da pek mümkün gözükmüyor. Sanki bu kez küresel ibre Nizam-ı âlem’den yana işleyecek gibi. O halde daha ne duruyoruz, şimdi Nizam-ı âlem ibresine omuz verip çağlar üzerinden sıçrama zamanıdır.  Nizam-ı âlem ibresine ivme kazandıralım ki bir an evvel tüm insanlık manevi susuzluğunu giderebilsin.
                     Vesselam.

        

5 Kasım 2017 Pazar

KUL DEVŞİRME SİSTEMİ



            KUL DEVŞİRME SİSTEMİ
  
SELİM  GÜRBÜZER

         Fethedilen topraklardan himayemiz altına giren gayrimüslim çocuklarını sarayda eğitmek suretiyle devlet kademelerinde görev almalarına ve pek çok hizmet alanlarında topluma kazandırılmaya yönelik sistemin adıdır kul devşirme sistemi. İşte bu yüzden kul devşirme sistemini Nizam-ı âlem’e giden yolda destek donanım olarak görürüz.  Ne var ki, XX. yüzyıl tarihçilerimizin birçoğu kul devşirme sistemine önyargılı bakışla yaklaştıkları içindir Osmanlının yıkılış sebebini bile buna dayandırmışlardır.  Tabi hal vaziyet böyle olunca tarihe bakışımız kâh yerme kâh övme ekseninde seyretmektedir.  Övme ya da yerme hiç fark etmez,  sonuçta her iki durumda da tarihe tek kutuptan bakmak olur ki, bu tip bakışın hiçbir kimseye yarar getirmediği gayet net açık ortada. Yok, eğer tarihi hadiselerin arka planına inip sebep-netice ilişkisi çerçevesinde değerlendirmelerde bulunulmuş olsaydı, elbette ki asıl derdimizin bağcıyı dövmek değil üzüm yemek olduğu anlaşılacaktı. Tam aksine hamasetle meseleleri hal yoluna koyacağımızı sanmışız. Oysa hamasetle nereye kadar varabiliriz ki. Zaten hamasete kaçtıkça da kul devşirme sistemine neden bir türlü akıl sır erdiremediğimiz kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor da.
               Bilhassa yirminci asrın başlarında ulus devlet söylemlerin baskın hale gelmesiyle birlikte ister istemez kul ve devşirme sistemi hususunda maksadını aşan hamaset söylemlerde o derece artış kaydedecektir. Derken Osmanlı arşivlerinde kayıtlı olan kul devşirme sistem üzerinde ilmi ve objektif bilgi dokümanları gümbürtüye gidip yerini hamaset içeren değerlendirmelere bırakacaktır. Şayet arşivlerimizi hakkıyla tarasaydık şemsiyemiz altına aldığımız gayrimüslim çocukların Osmanlı sarayında belli bir eğitimden geçerek devletin en tepe noktalarına nasıl yükseldiklerinin sırrına vakıf olabilirdik pekâlâ. Yani kul devşirme sisteminin Nizam-ı âlem’e giden yolda en önemli stratejik bir hamle uygulaması olduğunu fark etmiş olacaktık. Hadi bu stratejik deruniliği fark edemedik diyelim, peki ya Osmanlının düşüş gerekçesini devşirmeciliğe dayandırmaya ne demeli.  Sanki düşüşümüzü devşirmelere dayandırdıkta ne oldu, başımız göğe mi erdi?  Daha da ilginç olan Fuat Köprülü, İsmail Hamdi Danişment, Ziya Gökalp ve Nihal Atsız gibi anlı şanlı kalemlerimiz bile bu koroya dâhil olup Osmanlının kul devşirme sistemine reddiye döşemişlerdir. Aslında kul devşirme sisteminin Osmanlıyı çöküşe götüren tek yegâne sebep olarak sunmakla kendi kendimizi aciz duruma sokmuş olduk, doğrusu bu durum kanımıza dokunmakta da. Nasıl dokunmasın ki,  güya kul devşirme sistemi içerisinden yetişen bir avuç devlet erkânının koskoca Devlet-i Aliyye’yi çökerttiği çok rahatlıkla fütursuzca söylenebiliyor. Hatta bu hususta bir bakıyorsun işi çığırtkanlığa döküp meseleyi damarlarımızda dolaşan kana kadar taşıyanlar olabiliyor.   Aman Allah’ım devşirme kanı nasıl bir kansa güya günü geldiğinde bir anda hainlik damarı çatlayıverdiğinde devleti içten içe çökertecek harekete dönüşebiliyormuş. Dilin kemiği yok ya, yine bir bakmışsın tarihten bugüne yaşadığımız tüm olumsuzlukların baş müsebbibi olarak devşirmeler gösterilebiliyor. Gerçekten öylemidir dersiniz, oysa buna kargalar bile güler. Bikere kul devşirme sistemine analitik bir gözle bakıp kritiğini iyi analiz edilmiş olsaydı devşirmelerin tıpkı bizim gibi Türkçe konuşan, Türk gibi düşünen, Türk gibi refleks gösteren insanlar olduğunu görecektik. Elbette ki sistem içerisinde birkaç sinsi hain çıkmış olabilir,  ama bu demek değildir ki tüm devşirmeler hain unsurlardır. Hani “istisnalar kaideyi bozmaz” diyorduk,  şimdi birden bire ne oldu da birkaç istisna kabilden örneklerden hareketle asrın en akıl dolu projesi diyebileceğimiz böylesi kul devşirme sistemini karalanabiliniyor.  El insaf, bari bize deyin ki elimizde devşirmeler hakkında öyle belgeler var ki, bulundukları dönemlerde Boşnaklık, Sırplık, Hırvatlık vs. çatısı altında örgütlenip devlete başkaldırmışlar. Hiç kuşkusuz böyle bir belge sunamayacaklardır.  Yoksa şunu mu diyeceklerdir; devşirmeler Osmanlının yükselişinde tehlike teşkil etmiyordu ama Osmanlı düşüşe geçince tehlikeli oldular.  Şu iyi bilinmeli ki,   Osmanlı yükselişten düşüşe geçmesiyle birlikte sadece kul devşirme sistemi değil hemen hemen tüm müesseseler güven kaybına uğramıştır. Hele bir devlet düşüşe geçmeye dursun, bu düşüşle birlikte sistemi ayakta tutan tüm unsurların dejenerasyona uğrayıp güven kaybına uğraması gayet tabii durumdur.  Hele birde buna tüm dünyada Fransız ihtilali müteakip dalga dalga yayılan menfi milliyetçi rüzgârlarının toprağımıza sıçradığını düşündüğümüzde çöküşümüz kaçınılmaz hal alırda. İşte bu güvensizlik ortamında imparatorluk geleneğimiz içerisinde Türkçülük cereyanı yeni bir akım olarak doğar da. Ancak bu yeni doğan akım tüm etnik unsurları bağrına basacak misyondan uzak akım olarak dikkat çeker. Keza kul devşirme sistemine bakışı da birleştiricilikten uzak bakış olacaktır. Ne diyelim,  bu tür ötekileştirici bakışlar çoğaldıkça tarihte devşirme kökenli her kim vezir olmuşsa o’nu çok rahatlıkla hainlik kategorisine sokabiliyoruz. Örnek mi? İşte devşirme kökenli Sokulu Mehmet Paşa gibi vezirlere yapılan haksız ithamlar bunun teyididir.  Oysa Veli Mahmut Paşa, Gedik Ahmet Paşa,  Arnavut devşirmesi Köprülü ailesinden gelen paşalar gibi tüm devşirme vezirler kul sistemi içinde yetişmiş, ama kendini Türk veya Osmanlı gibi hissedip devlete öyle hizmet etmişlerdir. Dolayısıyla sırf bir devlet adamının etnik kökenine bakaraktan soy sop faslı çerçevesinde hainlikle suçlamak objektif tarih anlayışıyla asla bağdaşmaz. Belki içlerinde alçak, pısırık ve hiçbir kıymet değer ifade etmeyen devlet adamı çıkmış olabilir, ama bu genele şamil kabul olmamalıydı. Her nedense birilerini kimliklerine dayanaraktan ajan kışkırtıcı görme marifetmiş gibi bir tutum içerisine girebiliyoruz. Oysa böyle bir tutum içerisine girmek acziyetin ifadesi bir eğilimdir.  Asıl er yiğit odur ki; tarihi hadiseleri değerlendirirken eteğindeki tüm taşları sebep-netice çerçevesinde ortaya döküp objektif veriler koyabilendir. Zira objektif veri ortaya koyabilmek çok büyük çaba, çok büyük emek ve yorgunluk ister. Ama gel gör ki her zaman olduğu gibi kolay olana kaçıyoruz hep.  Üstelik adına da tarihçilik diyoruz.
           Nasıl ki günümüzde her aile evlatlarını en iyi okullarda okutmak çabası içerisine girip gerektiğinde Avrupa da öğrenim görmesi için her türlü imkânlarını seferber ediyorsa, aynen öylede Osmanlı döneminde de batı insanı,  bizim o muhteşem medeniyetimizin cazibesine kapılıp o dönemlerimizin üniversite hükmünde saraylarımıza girmek için can atmışlardır. Çünkü saraylarımız saray olmanın ötesinde üniversite hükmünde külliyelerdi. İşte bu yüzdendir ki Osmanlı sarayları batılının iştahını kabartıyordu. Zira saraylarda kul devşirme sistemi çerçevesinde yetişip mezun olanlar subaşı, sancak beyi ve beylerbeyi vs. görevlere gelebiliyordular. Derken bu sistemle birlikte cihangir devlet olmuşuz da. Eğer böyle bir sistem olmasaydı farklı inanç ve etnik kökene sahip insanları 600 yıl bir arada tutmamız mümkün olmayacaktı. Yani,  Cihangir Devlet aklı işi ta baştan sağlama alarak bağrında taşıdığı unsurları dinine milliyetine bakmaksızın bu geniş coğrafyada bir arada nasıl yaşanabileceğinin formülünü kul ve devşirme sistemiyle çözüme kavuşturmasını bilmiştir.
            Ne zaman ki cihan devletimiz XX. asrın başlarında nükseden ulus devlet anlayışı söylemlerin etkisiyle tek tipe bürünür işte o zaman kul devşirme sistemine de farklı gözle bakar hale geliriz de.  Sadece devlet mi, elbette ki buna pek kıymetli tarihçilerimizde buna dâhildir. Yine de biz kıymet değer tarihçilerimizin bu husustaki ön yargılı yaklaşımlarına rağmen diğer konularla alakalı yayınladıkları eserlerine gölge düşürmeyeceği kanaatindeyiz.  Bu yüzden hüsnü niyetimizi korumak arzusundayız. Zira bu hususta sadece tarihçilerimiz yanılmış değil neredeyse tüm insanlık yanılmıştır. Sonuçta hakikat er geç gün yüzüne çıkabiliyor. Çıkınca da malum,  kazanan ön yargılı yaklaşımlar değil,  objektif tarih anlayışı ve insanlığın sağduyusu kazanmış oluyor.  
          Şu bir gerçek kul devşirme sistemi kendi mantık silsilesi içerisinde iyi düşünülmüş bir model olmanın ötesinde,  kesretten vahdete giden yolun ta kendisi de. Şayet dert dava çokluk içinde birlik olmaksa, işte bunu en iyi şekilde uygulayıcısı olan Osmanlı karşımızda duruyor ya,  bu yetmez mi? Hem de tarihin yapraklarını şöyle çevirdiğimizde Osmanlının deha aklını devşirme sisteminin içerisinde tüm heybetiyle kodlu olduğunu görecek şekilde yetecektir. Ecdadımız öyle akıl dolusu bir sistem kurmuşlar ki, zayıf insanları yetiştirmek suretiyle güç oluşturulabiliyor. Besbelli ki kul devşirme sistemi akıl gücümüzün göstergesi bir sistemdir. Nasıl akıl göstergemiz olmasın ki,  bikere kul taifesi deyince köle akla gelir ki, işte biz bu köle taifesinden devletin yararına yönetici kazandırabiliyoruz. Bakmayın siz öyle köle insanların zayıf görünmelerine, bikere eğitilmeleri hür insana nazaran çok daha kolaydır.  Eğitim hususunda hür insana hükmetmek zor ama köle insan öyle değil, hemen emre amade olacak şekilde kendini biçimlendirir.  Adı üzerinde köle, fırsat sunulduğunda konumuna konum katmak için çok çaba sarf ederekten her alanda bilinçlenecekleri muhakkak. Nitekim Mimar Sinan gibi niceleri bu kul taifesinden çıkmışlardır. Yani, kul-devşirme sistemi içerisinden nice sanatkâr,  nice dehalar, hatta sadrazamların çıkması bir kölenin neler yapabileceğinin bariz göstergeleridir.  Kelimenin tam anlamıyla böylesi müthiş sistem için başlı başına bir medeniyet projesi dersek yeridir. Bakın,  Moltke ne diyor ‘Türkler kölelikte dahi garbın idrakinden çok daha ileri düzeydedir.’
              Evet, Moltke’nin tespiti yerinde bir tespit.  İcabında bu tespit ‘abd-kul’ olmadan efendi olunamaz şeklinde de yorumlanabilir. Zira Osmanlı padişahları kendilerini efendi görmedikleri içindir Allah’a köle reayanın hizmetkârıdırlar. Nitekim her cuma selamlıkta askere ‘Gururlanma padişahım senden büyük Allah var’  tempo tutturmakla halka hizmetkâr olduklarını duyurusunu yapmaktalar.  İşte bu yüzden  ‘abd’ olmadan efendi olunamaz diyoruz.
       Malumunuz Yüce Müberra Dinimizde; ‘Kölelerinize yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydiriniz demiş ve bir günah işlerseniz günahınıza kefaret için köle azad ediniz’  düsturu esastır.  İşte bu düstur sayesinde İslam’ın ışığında Devlet-i Aliyye uygulamalarımız toplumun en aşağı tabakasında bulunması gereken köle için bile en yukarı mevkilere kadar yükselebilmesine imkân verecek şekilde tezahür etmiştir. Hani ikide bir eğitimde fırsat ve imkân eşitliğinden söz ederiz ya,  bunu asırlar öncesinde ecdadımız sistemini kurarak uygulamış ta.  Nasıl mı? İşte kurduğu sistem sayesinde bir bakıyorsun Mısırlı Ali Paşa kul sistemiyle sadrazam, Abaza olan Koca Hüsrev Paşanın yetiştirdiği otuz üç köle paşa olabiliyor. Hatta kölelerden sekizi müşavirliğe yükselmiş bile Tabii bitmedi, bu ve buna benzer daha nice örnekler verilebilir pekâlâ.
            Klasik döneminin ürettiği kul devşirme sistemi günümüz dünyası eğitim bakımdan modern karşılığı kolejler dersek yeridir. Şayet meselelere ön yargılı yaklaşacaksak saray eğitimi o devrin şartlarında neyse bugünde kolejler aynı kategoride değerlendirmeliydi. Öyle ya bir kısım Türk aydınları Osmanlının yıkılış sebeplerini tek kaynağa bağlayaraktan, yani bütün kabahati dönme ve devşirmelerin omuzlarına yüklerken, yine aynı mülahazalarla bir kısım çevrelerinde Türkiye’de pek çok kolejlerin ajan okulları olarak faaliyet gösterdiklerini yazıp çizdiklerinde neden  sus pus olduklarını bir  değil bin düşünmelerinde fayda var elbet.  
           Aslında köleliğin kaynağı biz değiliz, çok eski kavimlere dayanır, yani bu çarpık düzeni kucağımızda bulduk ama bize sadece ıslah etmek düştü. Düşünsenize bir zamanlar İsrail oğulları tarafından savaşlarda ele geçen esirler işkenceyle öldürülmeye maruz kalırlardı. Mısırlılar da köleyi maddi servetlerini artırmakta vasıta olarak kullanırlardı. Hakeza İran’da toprak sahipleri halkı köle gibi görürlerdi. Yunanlılarda ise değil köleler,  filozoflar bile insanlık dışı zulümler altında inlerdi hep.  Nasıl mı? İşte Aristo’nun şu sözlerinde kölenin tarifini görmek mümkün: “Ruhlu bir alet, canlı bir eşyadır. ”
           Evet, bu sözler hiç tartışmasız Yunanın köleye bakışını ortaya koyacak niteliktedir.  Dahası gerek Yunan olsun ve gerekse Roma olsun hiç fark etmez kölelik sistemini çok katı ve son derece acımasız şekilde yürütmüşlerdir. Yunanlılar sadece savaştan elde edilen esirlerden kurulu kölelik sistemiyle yetinseler pek üzerinde durmayız,  ama o kadar aç gözlüler ki ayrıca sahil memleketlere baskınlar yaparaktan da sömürgeye dayalı köle ticari ağı kurmuşlar bile. Sonuç olarak batıda kölenin hukuku yoktu diyebiliriz. Başka daha ne diyelim, işte görüyorsunuz vahşi batı bu ya, bilhassa Hz. İsa (a.s) sonrası öldürülünceye kadar her türlü işkenceye maruz kalan köleliğin yanı sıra esir pazarında alınıp satılan,  aynı zamanda bir çeşit köle alışverişine dayalı bir sistem adım adım hayatın içinde tatbik edilirde. 
        Peki ya Türkler ve Araplar?  Malum, Türkler İslam öncesi göçer-konar yapısının gereği kölelik sistemi görülmez.   Araplarda ise kabileler arası savaşlarda ele geçen esirler erkekse köle, kadınsa cariye adı altında en ağır işlerde çalıştırılırdı. Neyse ki İslamiyet’in bir güneş misali Mekke semalarında doğmasıyla birlikte kölelik müessesi hızla düzene kavuşarak insanlığın rahat nefes almasını beraberinde getirecektir. Zira İslam dini savaşın dışında herhangi bir insanı alıkoyma, kullanma, satmaya ve satın almaya dayalı sistemi tâ baştan men etmiştir. Şayet savaş esirleri Müslümanlığı kabul ederse hem cizye alınmaz, hem de köle muamelesi yapılmaz, sadece köle olarak kalır. Yok, eğer savaş esirleri Müslümanlığı kabul etmezlerse cizye ödemeye mecbur tutulur, ödeme durumu olmayanlar ise köle yapılırdı. Savaş dışında kelime-i tevhidi ikrar eden köle, köle değil bilakis hür insandır artık.  Ne diyelim,  işte köleyi sultanla eşit kılan tek din İslam budur.
             İşin özü batıda kölenin hukuku söz konusu değildir. İyi ki İslam dini bir güneş gibi insanlığın üzerine doğdu da toplumların iliklerine kadar işlemiş olan kölelik sistemi ıslah edilerek kölelere hukuk tayin edilir. Kaldı ki İslam’la birlikte ebedül ebed ölene kadar illa köle olarak kalma şartı yoktur,  bilakis belli şartlar dâhilinde azad edilmesi söz konusudur. Ayrıca dinimizde köle sahiplerine yediklerinizden, giydiklerinizden, içtiklerinizden veriniz hükmünün yanı sıra eğitim ve öğretim imkânlarının aynısını kölelerinde yararlanmasını getiren bir dizi kurallar da ön görmüştür. İşte bu nedenle Rasulullah (s.a.v) vahyin ışığında; “Kölelere karşı iyi davranmak bereket, kötülük yapmak ise şeamettir” beyan buyurmasının yanı sıra “Emriniz altında bulunanlara kötü davranan Cennete giremez” diye uyarı yapmayı da ihmal etmemiştir.  Hele İslam dini cihan sathına yayıldıkça daha ileri aşamalar da tıpkı Resulullah (s.a.v)’in kölesi Zeyd bin Harise’yi hiçbir bedel karşılığı olmaksızın azad ettiği gibi Allah için köle azad etmeye de teşvik etmiştir. Nitekim İslam tarihinde mevalinin (azatlıların) ilim sahibi, kumandan ve yönetici (devlet adamı) konumuna geldiği gerçeği batı dünyasıyla aramızdaki farkı ortaya koymaya yeter artar da.   Zaten bize de bu yakışırdı. Bir başka ifadeyle bize insanı köle yapmak değil,  tam aksine köleyi hürriyetine (azad etmeye) kavuşturmak, mevki, makam ve ilim sahibi yapmak yakışır dı, zaten öyle de oldu. Dolayısıyla ne Amerika’nın siyahîlere yaptığı zulüm, ne İngiltere’nin köle ticareti, ne de Fransa’nın 1685 tarihli ayrımcı siyahî kanunu asla bizim tarzımız olamaz, yaraşmazda. 
            Velhasıl;  İslam dini tek evrensel hakikatler kaynağıdır. Bu böyle biline.

              Vesselam.

2 Kasım 2017 Perşembe

PİRİ REİS VE DÜNYA HARİTASI

     PİRİ REİS VE DÜNYA HARİTASI 

SELİM GÜRBÜZER 

         Kim derdi ki bir gün gelip Fatih Sultan Mehmed’in talimatı doğrultusunda Karamanlı bir ailenin İstanbul’a yerleşmesiyle birlikte o aile içerisinden denizcilik ve haritacılıkta ün salmış bir oğul dünyaya gelecek. Tahmin etmişsinizdir o oğlu, asıl adı Ahmet Muhyiddin Piri Bey olan Piri Reis’den başkası değil elbet. Her ne kadar soy kökü kara ikliminden gelen bir aileye dayansa da kendisi deniz iklimi Gelibolu’da doğması hasebiyle çocuk yaşta denizciliğe merak salacaktır. Nitekim denizcilikte ilk on dört yılını amcasının gemisinde geçirmek suretiyle hem kaptanlık maharetini konuşturacak hem de denizcilik tarihine ışık tutacak ‘Kitab-ı Bahriye’  eseriyle dikkat çekecektir.
           Elbette ki tarih boyunca bize sadece Piri Reis ışık olmuş değil,  daha pek çok pirlerde ışık kaynağıdırlar. Ama gel gör ki, Osmanlıyı 600 yıl ayakta tutan pirlerimizin bilgi birikiminden bihaber haldeyiz. Kaldı ki Osmanlı da başlı başına bir ışıktır. Nasıl ışık olmasın ki,  bugün yaşadığımız küreselleşme ve globalleşme dalgasının temelinde bile Osmanlının Nizam-ı âlem stratejisinden mülhem esinlenme söz konusudur, maalesef bundan da bihaberiz. Öyle anlaşılıyor ki; küreselleşme denen hadise yeni keşfedilmiş değil, ta öteden beri bize özgü patenttir. Kim ne derse desin Osmanlının üç kıtada at koşturması asla iş olsun babından bir koşuşturma değildi,  bilakis Nizam-ı âlem uğruna bir koşuşturmaydı. Hem de bu öyle bir koşuşturmaydı ki, günümüz küreselleşme dalgasına bir şekilde etki yapmışta. Tabii günümüz küreselleşme hadisesi farklı dalga boyunda tezahür etmiştir. Nasıl mı? İşte küresel baronların (küresel güçler)  tüm insanlığı iliklerine kadar sömürmeye yönelik uygulamaları bunun bariz göstergesidir. Oysa Osmanlıda tam manasıyla adalet perspektifi doğrultusunda âleme çeki düzen verme şeklinde bir küreselleşme vardı. İyi ki cihana adaletiyle hükmeden Osmanlımız vardı, bu sayede Nizam-ı âlem davasının sınırların ötesine nizam götürme bir ülkü olduğunu idrak etmiş olduk.  Zaten değil midir ki bu ülkü;  Piri Reis’i önce korsanlıkta pişirmiş sonrasında ise amiralliğe (kaptan-ı deryalığı) giden yolda Atlantis ötesine kanatlandırmıştır.
            Evet, Nizam-ı âlem ülküsü sayesinde nice bilge pirlerimiz bulundukları dönemlerde adeta kendinden geçip ötelere kanat çırparaktan medeniyet hamlesini gerçekleştirmişlerdir. Peki ya bizler? Maalesef aynı ceddin nesli olmamıza rağmen ne böylesi ülkünün varlığından ne de Piri Reis’in dünya haritasından haberdar olduk. Tabii Osmanlı göz ardı edilirse haberdar olmamamız gayet tabiidir.  Bakın tarihimize ve ecdadımıza o kadar hor bakar hale gelmişiz ki,  bize ait her ne keşif varsa neredeyse tüm bunları uzaylılar yaptı diyecek hale gelmişiz. Ne diyelim işte görüyorsunuz ahvali durumumuz üç aşağı beş yukarı bu halde.  Her neyse asıl gelelim şu harita meselesine. Hani ikide bir Kristof Kolomb’un güya kendisi çizip de bir türlü bulunamayan haritalarından söz edilir ya hep,  oysa asıl sözü edilmesi gereken haritanın iz düşümlerini Piri Reis’in 1513 tarih itibariyle çizdiği o Amerika kıtasını gösterir haritasında aradığımızı bulabilirdik pekâlâ.  Dolayısıyla Kristof Kolomb’a atfen söylenilen haritalar bulunsa ne bulunmasa ne, sonuçta Piri Reis haritalarına geçte olsa ulaşıldı ya, bu yetmez mi?  Malum buna Piri Reise ait parçalanmış halde bulunan haritalar da dâhildir. Piri Reis haritaları eksik ya da tam parça,  sonuçta bulunan parçalarla eksik kalan kısımları tamamlanmış şekilde önümüzde duruyor ya.  Kaldı ki bu haritalar ortaya çıkmasa ne olurdu ki,  bikere Piri Reis Kitabı Bahriye eserinde: amcası Kemal Reis ile bir deniz savaşında esir aldıkları bir denizcinin Kristof Kolomb ile okyanus seyahatine üç kez katıldığını ve bu denizciden bir harita edindikleri bilgisinin tüyosunu çok önceden vermiş bile. Böylece Piri Reis’in hatıralarından hareketle amcasının esir aldığı kölesi Rodrigo ile birlikte Antilya denilen bugünkü Amerika kıtasına gittiğinin sonucuna çok rahatlıkla varabiliyoruz.  Sakın ola ki, kölenin kılavuzluğu da neymiş diye meseleyi hafife alıp sulandırma gafletine düşmeyelim. Unutmayalım ki kendisi Kristof Kolomb’la üç kez buralara seyahat etmiş bir köledir. Yani, sıradan bir köle değil o.  Nitekim bir tarihçi bu bilginin doğruluğunu teyit edecek ipuçlarını verirken;  Kristof Kolomb’un asıl buralara geliş gayesinin Hıristiyanlığı yaymak için toplayacağı altınlarla haçlı seferlerine finansman sağlamak olduğunu belirtmiştir.  Gerçektende Kristof Kolomb’un ayak bastığı toprakların yeni bir kıta olduğunu bilmediği o kadar net açık kendini belli eder ki, kıtaya ilk ayak bastığında buraların Hint adaları olduğunu zannına kapılmıştır,  neyse ki kılavuzu Rodrigo’nun yönlendirmesiyle Amerika olduğunu fark edince öyle haritası çıkarılır buraların. 
              Evet, böylesi köleye can kurban,  hem usta bir tayfa, hem de iyi bir gözlemci. Bundan daha da o’nu ilginç kılan yanı o sıralar Müslüman olduğunu sadece Christopher Columbus (Kristof Kolomb) biliyor olmasıdır. Nasıl mı? İşte Kristof Kolomb’un kendi el yazmasıyla yazılmış Amerika seyahati notları Paris’te “Biplouthegue Nationele”de yani Fransız kütüphanesinde muhafaza altına alınmış eseri bunun bariz delili zaten.  Malumunuz Fransız amirallerinden Dr. Charcot, 1928’de yayınladığı “Colomb Vu Par Un Marin-Bir Denizci Tarafından Kristof Kolomb Hakkında Görüşler” adlı eserinde, Kolomb’un kitabından şu satırları naklediyor: “Rodrigo sıradan bir tayfa değildi. Osmanlı Deniz Kuvvetlerine mensuptu. Dinini gizlemek zorundaydı.  O’nun Müslüman olduğunu benden başka bilen yoktu. Geceleri pek az uyur, devamlı harita üzerinde çalışır ve hesaplar yapardı. Bu haritanın ve tuttuğu notların birer kopyasını çıkardım. Doğrusu keşfin şerefini bir Müslüman’a kaptırmamak için açıklamadım…” 
               Elbette ki kıtanın keşfi çok mühim hadisedir, ama daha mühim olan yine Dr. Charcot’un “Colomb Vu Par Un Marin” adlı eserinde “Amerika’nın keşfi Kolomb’a ait değil Müslüman denizcilere aittir” şeklinde dile getirdiği hadisedir. Dr. Charcot sadece Kolomb’un kitabından aktarmalar yapmakla yetinmeyip işin hakkaniyetini de asıl sahiplerine teslim ederekten tarihe çok büyük not düşmüş olur. İyi ki de not düşmüş, bu sayede kıtanın keşfinde asıl Osmanlı deniz kuvvetlerinden Rodrigo’nun yönlendirmesinin çok büyük rolü olduğu gerçeğini zihinlere düşürmüş olur. 
             Hele bir kıtaya ayak basılmaya görülsün, gerisi zincirlemesine gelecektir elbet. Nitekim Kristof Kolomb’dan sonra kıtaya dört kez ayak basıp adından söz ettiren sıradaki isim Amerigo Vespucci olacaktır.  Vespucci kıtaya ilk adım attığında gördüğü manzaranın büyüsüne kapılıp buraya Yenidünya anlamına gelen Mundus Novus demekten kendini alamaz da. Keza Alman haritacı Martin Waldsee Müller’de büyük bir vefa örneği gösterip buraya Vespucci’nin adını verecektir, yani ismiyle müsemma Amerigo… Ancak yerliler bu ismi bir türlü kabullenip içine sindiremeyecektir.  Zira Amerikan ihtilalcılar bu hususta kendi ülkelerini Birleşmiş Müstemlekeler (UNİTED COLONİES) olarak isimlendirmişlerdi.  Tabii sonradan karşıt grupların ‘Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’ tanımlamaları daha ağır basmış olacak ki, Thomas Paine bu tanımlamadan hareketle bu ifadenin baş kısmında ‘Kuzey’ kelimesini çıkarıp sadece ABD adını zihinlere yerleştirecektir. Dedik ya zincirlemesine buralara ayak basma böyle bir şeydir, bir bakmışsın Columbus’un Antilya’sı, Vespucci’nin Mundus Novus’u,  Martin Waldsee Müller'in Amerika'sı derken en nihayet Thomas Paine en son mührünü vurup ABD ismi kalıcılık kazanır.  
          Tabii ki zincirlemesine keşfedilen bu kıta hangi isimle anılırsa anılsın, bizim açımızdan Piri Reisi anmak daha bir önem kazanır. Çünkü o rüzgâra göğsünü gere gere mavi sulara kendini adamış deniz feneridir. O halde bize de  “vira vira bismillah”  deyip adını mavi sulara yazmak düşer. 
            Yukarıda da belirttik ya,  Piri Reis önceleri korsanlık yaparmış. Nitekim  ‘Kitab-ı Bahriye’ adlı eserinde bahsettiği üzere korsanlık sayesinde; Kristof Kolomb’la seyahat eden esir aldıkları bir denizci vesilesiyle buralarla alakalı haritayı ele geçirdiğini, ele geçen bu haritanın yanı sıra daha pek çok haritadan yararlanarak bir dünya haritası çizdiğini beyan edecektir. Yine Piri Reisin hatıralarından anlaşıldığı üzere bu gün ABD olarak adından bahsettiğimiz kıta aslında o gün Antilya imiş.
            Öyle ya Piri Reis bu kıtayı ismiyle cismiyle keşfeder de Osmanlı’da kendisini keşfetmez mi?  Hem de nasıl, Osmanlı Padişahı II. Bayezid’in dikkatine mucip olarak keşfedilir. Derhal payitahta davet edilir edilmez kendisinden istifade edilir de. Derken bu davet üzere korsanlığı bırakıp Osmanlı’nın hizmetine amade olur. Keza amcası Kemal Reis’de Yavuz Sultan Selim döneminin gözde bilge âlimiydi. Fakat Kemal Reis vefat ettiğinde bu kez kendisi devreye girecektir. Yani 1513 yılında Avrupa ve Afrika’nın batı kıyı şeridini ve Güney Amerika’nın doğu şeridini gösteren dünya haritasını Yavuz Sultan Selim’e sunmakla amcasının yokluğunu aratmayarak devreye girer. Tarihin ivmesi 1526 yılını gösterdiğinde Kitab-ı Bahriye adlı eserini Kanuni Sultan Süleyman’a takdim edecektir. İki yıl sonrasında ise yeni bilgilerle, yani Kuzey Amerika’nın yerini belirleyecek şekilde yeniden derlemiş olduğu dünya haritasının ikincisini Kanuni Sultan Süleyman’a takdim eder.  Böylece çok büyük takdir toplar. Elbette ki; takdire şayanlığı terfi etmesine yetecektir. Malumunuz Piri Reis'in Osmanlı donanmasında terfi ettiği en son görev Mısır kaptanlığı olmuştur. Belki de idam edilmeseydi daha da terfi edecekti. Zira bir sefer esnasında kuşatmayı kaldırmak, donanmayı bırakmak hasebiyle yargılanacaktır. Her ne kadar kendisi bakımsız donanmayla denize açılmanın sakıncalarından bahsederekten savunma yapsa da bu yaptığı savunma idam edilme hükmünü kaldırmaya yetmeyecektir.
            Şu bir gerçek Piri Reis’imizin bu şekilde dünyadan göç etmesine gönlümüz razı olmasa da,  sonuçta ardından şu fani dünyanın haritasını miras bıraktı ya, bu bizim için kıymet değer göçtür diyebiliriz. Hele Osmanlının bakiyesi üzerine kurulu Türkiye Cumhuriyetine geçişte gün yüzüne çıkan o müthiş haritasıyla gerçek kıymetini daha da idrak edip gönül tahtımızda hep anarız da.  
                 Malumunuz 1929 tarihi itibariyle Topkapı Sarayı müze haline getirilirken, restorasyon çalışmaları esnasında Milli Müzeler Müdürü Halil Ethem (Eldem)’in bir an gözü Topkapı Sarayı arşivinde deve derisine işlenmiş tomar evraka ilişir. Bir de ne görsün sağ yanı kopmuş halde bir harita. Oysa bu bir Piri Reis haritasıdır. Hayretler içerisinde seyre dalacaktır Tabii seyre daldıkça iyiden iyiye incelemeye koyulur, ama işin içinden çıkamaz. Olsun paha biçilmez bu kıymetli eser bir şekilde Türk Denizciliğinde uzman olan Alman Bilim adamı Paul Kahle’ye gösterilip teşhis edilmesiyle birlikte kendini ele verecektir.  Şöyle ki; ilk Piri Reis haritasının kayıp parçalarının aranmasına hız verildiğinde, bu kez ceylan derisine işlenmiş ikinci bir harita daha bulunur. Böylece ceylan derisi haritanın birinci haritayla karşılaştırılması yapıldığında birincisinin güncelleştirmiş hali olduğu anlaşılır. Dahası bu ikinci bulunanın günümüz verilerine daha bir uyumluluk gösteren bir harita olduğu ortaya çıkar. Şimdi gel de bu haritalar karşısında hayretler içerisinde kalma, ne mümkün.  Düşünsenize ele geçen Piri Reis haritaların bugünkü verilerle neredeyse birebir örtüştüğü gibi bilhassa Amerika’nın doğu kıyılarının tam isabetli diyebileceğimiz çizimi söz konusu. Tabii bitmedi dahası var;  haritada Kristof Kolomb’un ayak bastığı toprakların profili çıkarıldığı gibi birde kenar notu diyebileceğimiz haşiyeler döşenmiş bile.  Bakın Piri Reis kenar notların birinde ne diyor: Bunu Kemal Reis’in birader zadesi diye meşhur, Hacı Mehmedin oğlu fakir piri 919 (1513) Muharremülharamında Gelibolu’da yazdı, Allah ikisini de affetsin.”  
               Hele Piri Reis haritaları temaşa edilmeye görülsün sanki karşımızda harita değil, devasa bir ansiklopedi var sanırsın. Düşünsenize kıtada canlı cansız her ne varsa hayvanlardan tutunda orada yetişen bitki türlerine ait birtakım donatımlarda yer verilmiştir. Bilhassa haritada Amerika’nın hem kuzey hem güneyini içini kapsayacak şekilde dizayn edilişi de ihmal edilmemiştir.  Hatta harita içeriğinde Antarktika kıtası ve üzerindeki dağlara da yer verildiği söylenmekte.
        Velhasıl, harita üzerinde kim ne beyanda bulunulursa bulunsun, sonuçta bizim açımızdan Piri Reis’le okyanus ötesine açılmak çok daha mühim hadisedir. Çünkü bizi asıl cezbeden Piri Reis pusulasıyla Nizam-ı âleme yelken açma sevdasıdır.

         Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1634/piri-reis-ve-dunya-haritasi.html