İMPARATORLUKTAN
KÜRESELLEŞMEYE
SELİM GÜRBÜZER
Genellikle imparatorluk denilince farklı ırk
ve dine mensup toplulukların belirli hanedan mensubu liderince yönetilen devlet
akla gelir. Böyle bir devletin dizginlerini elinde tutan liderse imparator olarak
karşılık bulur. Karşılık bulması da gayet tabii bir durumdur. Çünkü gücünü bağlı olduğu dine dayanarak
imparatorluğunu sürdürmekte. İşte Bizans hanedanının imparatorluğunu Patrikhaneye
dayandırarak sürdürmesi, keza Roma Germen hanedanının da imparatorluğunu Roma
kilisesine dayandırarak sürdürmesi bunun en çarpıcı örnekleridir. Malum,
İngiliz Kraliçesi de Anglikan kilisesine olan bağlılığıyla imparatoriçeliğini
taçlandırmakta. Tüm bunların dışında icabında batıda aynı hanedan mensubu
içerisinden kendi soy kütüğüne yakın bir başka topluluğun başına geçip
imparator olmakta vardır.
Peki ya
Osmanlı hanedanında durum nasıldı? Malum, Osmanlı hanedanlığının batıdan en belirgin farkı,
sistemini Müslim ve gayrimüslim ekseni üzerine kurmuş olmasıdır. Öyle ki Osmanlı
farkını bir yandan maiyetine aldığı Müslim tebaayı halifelik esasına göre idare
ederek, diğer yandan da maiyetine aldığı gayrimüslim tebaayı millet-i hâkime esasınca
yöneterek ortaya koyacaktır. Zaten farkı fark ettirende bağrında beslediği onca
milletin dinine, diline, mezhebine ve meşrebine karışmadan adil yönetmesidir. İster adına halifelik, ister millet-i hâkime denilsin
hiç fark etmez, sonuçta Devlet-i Aliyye’nin
üç kıtada altı yüzsene adalet kılıcı olarak kalış gerçeğini değiştiremeyecektir.
Tâ ki Fransız ihtilaliyle tüm dünyada uluslaşma rüzgârları esmeye başlar, işte o zaman adalet kılıcımız işlemez hale gelip
artık bir arada yaşamanın hiçbir esprisi kalmaz da.
Hele Osmanlı düşmeye görsün bir anda toprağımızdan
mantar sürüsü ulus devletler ve uluslararası paktlar türerde. Türedi de ne oldu
sanayileşmenin hız kazanmasıyla birlikte uluslaşma süreci küreselleşme kıskacı
altına girecektir. Derken sınırların pek önemsenmediği bir sürü bölük pörçük
devletçikler ağıyla örülü bir dünya ile kala kalırız. Zaten vahşi batıdan başka
bir şey beklenmezdi, çünkü onların cemaziyülevvelini çok iyi biliriz. Hani huylu
huyundan vazgeçmez ya, aynen öyle de tarihe
şöyle bir göz attığımızda batı dünyasının kınında hiç durmadığı görülecektir. Bir
bakmışsın sistemini toprağa bağlı feodalite üzerine kurmuş görürsün, bir
bakmışsın Ümit Burnunun keşfi ve deniz aşırı ticari zenginliğinin iştah
açıcılığıyla sermayeye dayalı derebeylik ve krallığın müşterekliğine dayalı bir
yönetim modeline geçiş yaptığını görürsün. Yine bir bakmışsın ticari sömürgecilikten
akan finansmanla burjuva sınıfı doğup hızla sisteme dâhil olduğunu görürsün. Bilhassa
bu süreçte tarihler 1869’u gösterdiğinde Süveyş kanalı yoluyla doğu ve batı hattı
üzerinde sömürgecilikten akan sermayenin getirdiği zenginlikle dünyamız küresel
baronların ticari rekabetine sahne olur bile. Hele ileriki yıllarda birde bunun
üstüne Ortadoğu’daki petrollerin kokusunu aldıklarında adeta keyiflerine
diyecek yok süreçte kan ve gözyaşı üzerine kurulu bir küresel sistemin dizginlerini
ellerinde tutacaklardır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz petrol kokusu böyle bir
şeydir pastadan pay kapma uğruna icabında I. Dünya savaşı kopartılabiliniyor.
Evet, I. Dünya savaşı petrol uğruna göze alınan
bir savaştı. Aç gözlülük, servet hırsı budur. Ne hazindir ki altı yüzsene adaletiyle
kendilerine kol kanat geren Osmanlı’yı arkadan hançerleyecek derecede savaş
çıkartılabiliyor. Zaten çıkartmasalar şaşardık, buna el mahkûm, dünyanın en verimli petrol yatakları Osmanlı
coğrafyası içerisinde yer alıyordu. Yok, efendim Araplar bizi arkadan
vurmuş, yok şuymuş, yok buymuş bunlar
hep işin kılıfı, işin asıl arka planında İngiliz Lawrence oyununun gördükten
sonra bizi artık kandırıp yutturamazlar elbet. İşte, İngiliz oyunu bu ya, içimizde
ve dışımızda tertipledikleri bin bir türlü entrika ve kışkırtmaların neticesinde
bir sabah uyandığımızda bir baktık ki asırlardır huzur içerisinde birlikte yaşadığımız
topluluklar avucumuzdan uçuvermiş, yani bizden kopartılıp kendi devletlerini
kurmuş gördük. Tabii bu kopuş kervanına Müslim tebaadan Lübnan civarına
konuşlandırılan Suriye ve gayrimüslim tebaadan Ermenilerde katılır.
Her
neyse, vahşi batı feodalite,
derebeylik, krallık derken bu kez kozu
postuna soyunup J.J. Rousseau’nun sesine kulak verecektir. Yani otoriter karşıtı
bir fikri anlayışı egemen kılmak için uluslaşma sürecine girecektir. Her ne kadar bu süreçte Fransızlar beş cumhuriyet
deneyimi yaşasa da en nihayetinde Krallık idaresine son vermesini
bileceklerdir. Hiç kuşkusuz bunda Rönesans ve sanayileşmenin etki payı çok
büyüktür. Hatta 1877 Fransız ihtilalı sonrası
bu değişim ve dönüşümden bütün dünyada payına düşeni alıp uluşlaşma süreci hız
kazanacaktır. Yukarıda da belirttik ya batı hiçbir zaman kınında durmaz, malum öncesinde
üzerimize tüfeklerle geldiler, sonra ticaret yoluyla yayıldılar, daha
sonrasında kültürlerini yerleştirerek üzerimize geldiler ve en nihayetinde İsrail’i
içimize çıbanbaşı olarak yerleştirip onun kontrolünde Ortadoğu’da bir sürü bölük
pörçük devletler kurarak geldiler.
Kültürüyle
ve sistemiyle üzerimize geldiklerinde maalesef Fransız modeline kendimizi
kaptırmışız. Bari kaptırmışken hiç olmazsa mevcut sistemler içerisinde Osmanlı
sistemine en çok benzerlik gösteren İngiliz Anglo-Sakson modeline kaptırsak
fenamı olurdu. Öyle ya, Anglo-Sakson modeli madem ucundan kıyısından
da olsa Osmanlı modeline benzerlik göstermekte, o halde ne diye Fransa’nın
Napolyon kodlarına daldık ki. Napolyon kodlarına daldıkta sanki başımız göğemi
erdi, tam aksine kendimizi bir türlü sonu
gelmez suni laiklik tartışmaların ortasında bulduk. Şayet Anglo-Sakson
kodlarına dalsaydık kısır tartışmalardan uzak bir halde usuletle suhuletle birey
devlet için değil, devlet birey için düsturunu ilke edinecektik. Ve bu ilke doğrultusunda “sadece devlet laiktir,
asla birey laik olamaz” deyip yarınlarımızı boşa heder etmeyecektik. Tabi Fransız
modelini körkütük örnek alınca ister istemez sesimizde kısılıverdi. Yetmedi
insanımızı kendi öz yurdunda parya durumuna düşürülüp can evinden vurdular. Tabii
Osmanlı modeline daha yakın gözüken Anglosakson kodlara dalmayıp Fransız
kodlara dalınca olacağı buydu. Düşünsenize
yıllardır Devlet baba bildiğimiz devletimize bile Fransız kalıp buyurgan devlet
yapısıyla yüzleşiverdik. Tahmin etmişsinizdir bu tabloda yüzleştiğimiz o
devletlû zevatı, malum buyurganlıkta onların eline hiç kimsenin su dökemeyeceği
cinsten diyebileceğimiz Jön Türkler, İttihat Terakki ve ulusal sol zihniyetten
başkası değil elbet. İşte sıraladığımız bu yüzler devletimizle milletimiz
arasında derin uçurumlar açarak yarınlarımızı çaldılar.
Hadi yarınlarımızı
alınlarının akıyla çalsalar belki gam yemeyiz,
içimize yılan gibi sokulup bin bir türlü hile ve dolaplarla bizi
kandırıp yarınlarımızı çaldıkları içindir hala gamlıyız ve öfkemiz dinmişte
değil. İşte bu yüzden deriz ki; İslam’ın çöküşü diye bir şey yoktur, bizim bin
bir türlü nice hile ve oyunlara aldanışımızdan kaynaklanan batının uyanışı söz
konusudur. Ancak Batı’nın uyanışı İslam
medeniyeti sonrası bir uyanıştır. Her ne kadar tarih Hilal ve Salibin
birbiriyle kıyasıya kapışmasına şahitlik yapsa da, bu sadece görünen yüzü bir şahitliktir. Birde
bunun görünmeyen bir yüzü vardı ki, o yüzde
Haçlının İslam medeniyetiyle yüzleşme gerçeği vardır.
Evet, her Haçlı seferi aynı
zamanda medeniyet kodlarımızla yüzleşmek demektir. Ve bu yüzleşme uyanışlarını
beraberinde getirecektir. Ancak bu uyanış bildiğimiz uyanış olmayacak, tam aksine gözleri para hırsı bürümüş bir
uyanış olacaktır. Yani insanlığın susuzluğunu gideremeyecek maneviyattan yoksun
maddi uyanıştır bu. Madden uyandılar da ne oldu, dünya metası uğruna birbirlerine düşeceklerdir.
Nitekim Kur’an’da bu hususta mealen zikredilmiş ayette var: “Ehli küfür İslam’a karşı ittihat eder, kendi
arasında tefrikaya düşer” diye. Gerçekten de Osmanlı hazır hasta yatağına düştüğünde
I. Cihan savaşıyla birbirlerine girip imparatorlukların sonu gelir de.
Tabii ortada elde avuçta kayda değer
imparatorluk kalmayınca ulus devlet fikri batının çıkarları doğrultusunda görücüye
çıkacaktır. Ama bu görücü fikir pek uzun sürmez küresel söylemlerin gölgesinde
kalacaktır. Ne de olsa Ortadoğu’ya İsrail çıbanbaşı devlet olarak yerleştirilmiş
durumda lüzum hissedilmezde. Artık bundan böyle dünyayı beş büyük devletin kontrolünde
bir küreselleşme fikri için start verilecektir. Tabii bu yeni karşılaştığımız küreselleşme
dalgası bizim o bildik Osmanlının Nizam-ı âlem türü bir küreselleşme dalgası olmayacak
elbet, tam aksine yaşadığımız dünyayı küresel baronların insafına terk edecek,
yani devasa şirketlerin avuçlarında dünyayı cehenneme çevirecek bir
küreselleşme dalgası olacaktır. Bilhassa 1980 yıllarına gelindiğinde
küreselleşme dalgası tam manasıyla pik yapıp ulus devlet anlayışının pek önemi
kalmaz da. Tabi küresel baronların aç gözlülüğünde biricik değer para olunca
milli söylemlerin hiçbir kıymeti harbiyesi kalmayacaktır. Nitekim bunu 1999 yılında
katıldığımız Helsinki Zirvesi diplomatik görüşmelerde adeta Türkiye’ye git ev
ödevini yap öyle gel dercesine gösterdikleri tavırlarda görmek mümkün. Kelimenin
tam anlamıyla Türkiye’ye verilmek istenen mesaj milli gömleğinizi çıkarınızda
öyle gelin şeklinde bir mesajdı bu, demokrasi filan sadece işin kılıfıydı. Doğrusu o günkü konjonktürel şartlarda demokrasi
ve insan hakları gibi kavramlar cilalanmış olarak sunulmuş olsa bile epey
zamandır bu kavramlara hasret kaldığımız içindir kulağa hoşta geliyordu. Ama ne
var ki patenti bize ait hasret çektiğimiz kavramlar üzerinden bam telimize
basıp ayar çekeceklerdir. Öyle ya bir zamanlar dünyaya insanlık nedir, medeniyet
nedir, özgürlük nedir dersi veren milletken,
bu kez bize Batı ders vermeye kalkışır pozisyon alır. Yinede her şeye
rağmen biz hiçbir komplekse kapılmadan bu kavramlara dört elle sarıldıkta. Her
ne kadar küresel aktörlerin bu kavramları insanlığın iyiliğine değilde kendi çıkarları
uğruna kullansalar da biz bize yakışanı yaparaktan içi boşaltılmış bu
kavramların içini doldurmaya yönelik ilk adımda Avrupa Birliği ile uyum
yasaları çerçevesinde yürüttüğümüz müzakerelerle samimiyetimizi ortaya
koydukta. İyi ki de samimiyetimizi ortaya koymuşuz, bu sayede kendi içimizde
köşe başlarını tutmuş özünden kopmuş vesayetçi odakların manevra alanların
daraltmış olduk. Samimiyetimizi ortaya koyarak çıkardığımız yasalar bizim faydamıza
oldu diyebiliriz. Öyle ki bundan böyle köşe başlarını tutmuş vesayet odakları
insan hakları ve demokrasi gibi kavramların hayata geçmesi noktasında ayak diretip
her on yılda bir darbe yapamayacaklardır.
Aman Allah’ım neydi o kara
kâbuslu yıllar. Seçilmişlerin hiçbir hükmü olmadığı, atanmışların ali kıran baş
kesilip borusunun öttüğü yıllardı. Ta ki 2002 yılında Tayyip Erdoğan tek başına
iktidara gelir, işte ilk icraat olarak Avrupa Birliği kartını kullanaraktan
çıkarılan özgürlükçü yasalar heveslerini kursaklarında bırakmaya yetecektir.
Derken yeniden ‘kökü mazide ati olmak’ doğrultusunda ümitler yeşerip vesayetçi
zihniyetten kurtulmanın yolu açılır da. Hele ilerleyen yıllarda hükümet Avrupa
Birliği uyum yasalarını tek tek yürürlüğe koydukça o nispette vesayet odaklarının
beli kırılır bile. İyi ki de hükümet başlangıçta Maastricht ve Kopenhag
kriterlerine vurgu yaparaktan vesayet odaklarının canına ot tıkamış. Bu sayede ülkemiz
git gide küresel ölçekte inisiyatif üstlenen konuma yükseldiği gibi dünya
beşten büyüktür diyecek noktaya gelir. Derken
Avrupa Birliğine ihtiyacımız kalmaz da. Artık inisiyatif ortaya koyacak noktadayız.
Evet, şimdi kara kara düşünme sırası Avrupa da. Artık
Avrupa’da işler tamamen sarpa sarmış durumda gözüküyor. Üstelik düştükleri kuyudan
Türkiyesiz çıkmaları da pek mümkün gözükmüyor. Sanki bu kez küresel ibre
Nizam-ı âlem’den yana işleyecek gibi. O halde daha ne duruyoruz, şimdi Nizam-ı
âlem ibresine omuz verip çağlar üzerinden sıçrama zamanıdır. Nizam-ı âlem ibresine ivme kazandıralım ki bir
an evvel tüm insanlık manevi susuzluğunu giderebilsin.
Vesselam.