ARTIK
YENİ TÜRKİYE VAKTİ
SELİM GÜRBÜZER
Cumhuriyetin ilk yıllarında KİT eliyle ekonomiye
start verilmesi gayet tabii bir durumdu. Zira o şartlarda ekonomik bilinç ancak
KİT eliyle gerçekleştirilebiliyordu. Ancak zaman içerisinde devlet ekonomide
tekelleşmesini sürdürmeye devam ettikçe KİT’ler (Kamu İktisadi Teşekkülleri) faydadan çok zarar getiren bir
mekanizmaya büründüğü anlaşıldı. Derken hantal devlet aygıtının sırtımızda bir
kambur olmanın ötesinde toplumumuzun refahını sekteye uğratan hüviyete dönüştüğü
görüldü.
DP’nin halk kitlelerince işbaşına getirilmesiyle
ekonomide iyileşmeler oldu diyebiliriz, en azından bu dönemde ekonomik anlayışlar
değişti. Nitekim 1950’lerden sonra sanayici devletten teşvik ve proje yardımı
görerek yeni sanayi hamlelerin kapısı aralanıverdi. Bu ilk adımın sanayileşme
yolunda müspet bir atılım meydana getirdiği muhakkak. Bu yüzden Türkiye'de
sanayicinin mevcut konumuna gelmesi başlangıçta devletin proje ve teşvik
katkılarına borçludur. Fakat başlangıçta ki bu anlayışın zamanla rantiyeye
dönüşmesi çarpık sistemin getirisi olarak karşımıza çıkıverdi.
Evet, ilk dönemlerde birçok şirket kâh devletten
proje alarak, kâh kredi alarak yatırımlarını gerçekleştirebiliyorlardı, ama bu
durum bir yere kadar devam edebilirdi. Öyle
ki bir noktadan sonra sistem alarm verince tıkanıp kaldık. Çünkü bir kısım
sanayicimiz artık devletten destek almadan, kendi ayakları üzerine hareket
ederek yatırımlarına devam etmek istiyordu. Ama her nedense spekülatif anlayış
bu yolu tıkama cihetine gitmiştir. Zaten devletin bugün ekonomiden elini tam
manasıyla çekme isteği bu durumu ziyadesiyle teyit ediyor. Dolayısıyla ülkemiz,
merkezden yönlendirme alışkanlığını artık bırakması gerekir yeni bir anlayış
olarak ortaya çıktı. Doğrusuda buydu zaten, zira merkezden empoze edilen her
müdahale insanımıza yatırımcılık ruhunu törpülemekteydi. Şayet bu merkezi anlayışta
ısrar edilseydi bugün geldiğimiz noktada asla 2023 hedefinden söz edemeyecektik.
Düşünsenize eski Türkiye’de adı konulmamış olsa da, aslında üstü açık komünist uygulamalar
mevcuttu. Gerçektende düşündüğümüzde devletin her işe burnunu soktuğu ve hiçte
yabancısı olmadığımız komünist ve sosyalist ülkelerde görülen uygulamaları
hatırlatır bize. Elbette ki üretkenliğin olmadığı yerde ne kadar kalkınmadan bahsedersek
bahsedelim, onun adı düpedüz komünizmdir. Kaldı ki batılı ülkelerin sosyalist
akımları bile kendi açılarından önemli diyebileceğimiz ekonomik revizyon
sürecini başlattılar. Nasıl mı? Bilhassa batılı sosyal demokratlar sosyal
demokrasi adı altında, eski sosyalist komünist klasik söylemlerden vazgeçerek
yeni fikirlere yönelmesiyle elbet. Bizde ise ne yazık ki bu yeni söylemin adı moda
tabirle sosyal demokrasi olarak sahne aldı. Yani batı tipi söylem değildir bu. Zira
batıda sosyal demokrasi tanımı liberal bir eksene oturtulan bir kavramdır. Dahası
sosyal demokrasi kavramı, plan ekonomisi ve refah devleti gibi ilkelerden vazgeçilip
üretkenliği ön plana alan bir yapıya terfi etmenin adıdır. Özellikle
İngiltere’de üretkenliği esas alan sosyal demokrasi dalgasının hızla
yayıldığına şahit olduk bile.
Türkiye’de bir zaman
uygulanmak istenen metot ise bildiğimiz klasik sosyalist anlayıştır. Kelimenin
tam anlamıyla ekonomimiz devletçi zihniyete teslim edilip girişimci sanayicilerimizin
önü spekülatif ruhla birlikte köreltilmek istenen zihniyettir. Oysa Türkiye’de
sol dünyada gelişmelere uygun bir hamle yapabilseydi, dünyadan bihaber olarak fosilleşmeyeceklerdi.
Türkiye’de
şu da var ki sanayileşmiş bilgi toplumu şuuru sadece sol kesimin çıkmazı değil,
toplumun büyük kesimi de devlet baba geleneği alışkanlığından olsa gerek bu
şuur daha henüz tam manasıyla yerleşememiştir. Nitekim bu şuur yerleşemeyince
de 2002 ekonomik krizi ile birlikte patlak veren spekülatif endişeler, üretim
artışına yönelik olumsuz faaliyetleri bir anda nasıl etkilediğini hep beraber acısını
yaşamış olduk. Hele hele o günlerde devletin girişimcilik ruhuna yeteri kadar
eğilmemesi, ister istemez spekülatif kazanç peşinde olan bir takım şirketlerin
iştahını kabartmaya yol açmasına yetmiştir. Derken sanayicilerimiz, girişimci
olmaktan çok spekülatör işadamı rolüne bürünmüşlerdir. Tabii bu arada
unutmayalım ki o yıllarda iyi niyetli bir takım sanayi iş adamlarımızın
çığlıkları da, o günün spekülatörlerce bastırılmaktaydı.
Evet, o yıllarda sanayiciliği
tabana yayacak politikalar gerekiyordu ama maalesef bu yapılamadı. Üstelik dünyanın
gelişme seyrinden de bihaberdik. Oysa dur durak bilmeyen dünyamızda, ülkemizin
konumu sanayileşmiş bilgi ötesi Türkiye olmalıydı. Ama gel gör ki dünyanın
gidişatının tam tersine bir yol izlemek bize pahalıya mal oldu ve ister istemez
2002 ekonomik krizi patlak verdi. Üstelik o yıllarda mevcut sistem faize kurulu
bir yapılanmadan beslendiği için, yatırımı ve üretkenliği boğmaktaydı. Hatta
Türkiye’de yaşanan çarpık ekonomik durum, bir takım iş çevrelerini faiz
müptelası haline getirmiş ve hızla kolay yoldan köşeyi dönme arzusu toplumu A’dan
Z’ye etkilemiş durumdaydı. Üretkenlik, girişimcilik ve yatırımcılık gibi güzel
unsurlar çoğu kez lafta kalmaktaydı. Uygulamada faizli kazanç baş tacı
yapılmıştı. Hiç kuşkusuz bu yüzkarası bir durumdu.
Bakın bu ülkenin önde gelen Musevi ve müteşebbis
vatandaşı İshak Alaton o yıllarda ne diyordu:
-“Faiz müptelası yapıldım, kolay para kazanma
bağımlısı oldum. Geçen günlerde yalnızca bir hafta sonu yüzde 360 ile bankada
tuttuğumuz paradan, Amerikalı bir yatırımcının bir yılda kazandığı kadar faiz
kazandım. Bu utanç verici bir durum ama Türkiye’nin ekonomik durumu bizleri bu
hale getirdi. Bu benim ve benim durumumda
bulunanların
ezikliğinin çığlığıdır, isyanıdır....”
Bilhassa Ecevit
Hükümetinin o yıllarda yanlış ekonomik politikaları sonucu sistem sanayiciyi
faiz spekülatörü haline sokmuştu. Yani sanayiciye biçilen misyon, sadece
spekülatif girişimcilikti. İşte bu zihniyet sanayileşme yolunda yarınlarımızı
çalan en büyük engel bir handikabımız oldu. Devlet ise o sıralar sürekli
piyasadan para çekmekle meşguldü, çekilen paralar da bari iyi alanlarda
kullanılsa gam yemezdik, yetmedi sermaye sağlıksız alanlarda heba edilerek özel
girişimciliğin önüne set çekilmekteydi. Devletin üstelik ara sıra göstermelik yatırımları
özel girişimciliğin meydana getirdiği artı değerleri de silerek yeni
kamburların türemesine yol açmıştı. İşte böylesi bir ekonomik yapılanmada, tabiî ki özel girişimciliğin dal-budak
salması imkânsızlaşacaktı.
Sözün özü eski Türkiye’de mevcut sistem
rantiyecilerin ve bedavadan para kazanmaya alışmış odakların işine yarıyordu. O
yıllarda siyasetimiz kısır çekişmelerle oyalanırken, sanayicilerimizde
spekülatörlere kurban ediliyordu. Sadece karanlık odaklar mı? Elbette ki hayır,
mevcut durumdan spekülatörler de pastadan pay kapma adına yatırım yapmadan
kolay bir kazanç elde ediyorlardı. Aslında Türkiye’nin önü açık olmasına açıktı
ama bu kördüğümü açacak yeni bir sistem kuramama sancısının bedelini yanlış siyasetçileri
başa getirmek ya da bir başka ifade ile 28 Şubat ürünü ANASOL (Ecevit)
hükümetini işbaşına getirmekle ödedik. Ne zaman ki yatırıma yönelmeden
sermayelerine sermaye katan mekanizmanın ardında ki çarpık sistemi sorgulanmaya
başlandı, işte o zaman sanayimiz canlanmaya başladı diyebiliriz. Türkiye’de
öyle bir çarpık sistem kurulmuştu ki, adeta spekülatör çevrelerin ekmeğine yağ
sürülmekteydi. Vicdan sahibi sanayicilerin bir kısmı elbette ki bundan rahatsızlardı.
Fakat başka ne yapabilirlerdi ki, o günleri bu kötü gidişe dur diyecek daha
henüz siyasi irade belirmemişti. Neyse ki 2002 krizi sonrası siyasi irade
belirince spekülatörler artık eskisi kadar cirit atamıyorlar. İşte bu Türkiye adına
yeniden ümitlerin yeşerdiği sevindirici bir gelişmeydi. Yine de bizi bu hale
getiren eski çarpık sistemin yaraları daha tam manasıyla sarılmış sayılmaz.
Umudumuz o dur ki, Başkanlık sistemiyle geçişimizle birlikte eski Türkiye’de
yaşanılan ekonomik krizin derin etkileri henüz tam anlamda silinmemiş olsa da
2023 hedef azmi ve heyecanı yüreklere su serper durumda.
Velhasıl; Yeni Türkiye’de rantiye değil üretim
kazanacaktır. Buna inancımız tam da.
Vesselam.http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2344/artik-yeni-turkiye-vakti.html