MASONLUĞUN SERÜVENİ
SELİM GÜRBÜZER
Şimdi bu yazımızda ülkemizde bir zamanlar
kapalı kutu olma özelliğini muhafaza edip ama sonrasında artık her ne hikmetse bu
kapalı kutu anlayışını değiştiren bir ketumlar topluluğu bir “GİZ” den
bahsedelim. Yani bir ömür boyu baş yastıkta hayat geçirdiği eşine bile dahi gizemli
sırrın söylenilmeyeceğine dair yemin ettirilen masonluk nedir neymiş bir
görelim.
Hele
bir insan masonluğa aday olmaya görsün hemen o insan gizemli bir yemin töreninin
ortasında bulacaktır kendini. Bu nasıl masonluksa yemin töreninin yapılacağı alan
bile aydınlık ortamdan uzak karanlık dehliz bölmelerde yapılmakta. Ne diyelim gizemlilik
bu ya, işte her şey bu loş karanlık ortamda gerçekleşmekte. Öyle ki; önce bir
gizli el tarafından arkasından gömleğin sol kol kısmı çıkartılır, sonra sol
ayağının paçası diz üstüne kadar çekilip sol ayakkabısı çıkartılır. Böylece
kendisine refakat eden loca görevlisi tarafından gözler bağlanıp boyna
geçirilen halka şeklinde bir urgan eşliğinde locanın tam ortasına alındığında kendisine
yemin ettirilir. En nihayetinde zemine işlenmiş Siyon yıldız sembolü öptürülüp
akabinde biat merasimi tamamlanır. Derken biati tamamlanan aday bundan böyle
gizlilikleriyle birlikte masonluk payesini kazanmış olur.
Evet, masonluk öylesine sırlar küpü muamma bir
kapalı kutudur ki; mensupları arasında bile konuşma diliyle değil, bulundukları
derecelerine göre gizem içeren işaret ve semboller kullanılarak iletişim
kurulur. Asla alt kademede yer alan bir
mason biraderin, bir üst dereceye terfi etmiş bir mason biraderin sahip olduğu
bilgilerin öğrenmesine izin verilmez. Bir şekilde yemin telkiniyle masonluğa
giriş yapan bir şakirdin tüm sırlara vakıf olabilmesi için mutlaka yüksek
derecelere ulaşması icap eder. Nitekim bu durumu Ali Kami Akyüz’ün Sebat
locasında; “Masonluk ve Ahlak” adlı
konferansındaki konuşmalarından anlayabiliyoruz. Şöyle ki; konferansta dile
getirilen mevzulardan hareketle masonluğun gizliliği ve tarihi köklerinde ki
dayanağını ve birçok unsurlarını öğrenmek mümkün. Bakın gizlilik prensiplerini
nasıl izah ediyorlar:
“Mesleğimizin
en göze çarpan özelliklerinden biri de gizliliktir. Hatta aramızda bile kat
kat, derece derece gizlilikler vardır.
Bundan başka herhangi bir dereceye çıkmış olmak, o derecenin bütün mahiyetine
vukuf için kâfi gelmiyor. O derecenin sırrını içeriğini de perde perde
gizlilikler arasından seçmek icap ediyor.” İşte bu sözler masonluğun
ipliğini ele vermeye yetiyor. Daha da
yetmedi daha sonraki günlerde bu konferansta beyan edilen sözler, mason
biraderlerin hizmetine sunulacak tarzda kitap haline getirilerek yol tayin
edilir.
Görüldüğü üzere kendi biraderleriyle
paylaştıkları gizliliğe riayet ilkesi dikkat çekici bir unsur olarak göze
çarpıyor. Bu gizlilik birazda Siyonizm’le bağlantısını örtbas edilmesinden
kaynaklanan bir durumdur. Zira bu teşkilata giren ilk üyenin mensup olduğu
yolun Siyonizm’le olan bağlantısını ilk etapta fark etmese de zamanla
masonluğun üst kademelerine yükseldikçe bu sır küpü ideolojiye göbekten bağlı
olduğunu bilmek durumunda kalacaktır. Şimdi birileri çıkıp; gizliyse gizli
bunda ne var diyebilir. Elbette ki;
ibadet ve zikir hususunda gizlilik söz konusu olsa bir şey söyleme
hakkımız olamaz, hatta saygı duyarız. Kaldı ki; Allah’a olan nafile ibadetlerde
gizlilik esas olup, bu tür gizli yapılan ameller insanı riya ve gösterişten
korur da. Ama biz biliyoruz ki söz konusu masonluk olunca iş değişmekte, yani mason biraderlerin bir araya gelme
amaçlarının Allah’ı anmak olmadığına göre bu hummalı faaliyet içerisinde
gizlilik neyin nesi doğrusu merakımıza mucip olmaktadır. Şurası bir gerçek;
Atatürk büyük gizlilik içerisinde faaliyet gösteren mason teşkilatlarını milli
menfaatlerimize aykırı olduğunu fark edip 1935’te kapatmayı yeğlemiştir. Ne var
ki; Atatürk kapatırken, maalesef 01.04.1963 yılında Başbakan İsmet İnönü,
Başbakan Yardımcısı Turhan Fevzioğlu ve Çalışma Bakanı Bülent Ecevit gibi
birçok tanınmış isimlerin altında imzası bulunan bakanlar kurulu kararıyla
LIONS INTERNATIONAL kulübünün Türkiye’de kurulmasına resmi gazetede
yayınlanmasıyla birlikte yürürlüğe girmiştir.
İşte tüm bu gizliliğe rağmen 1951 yılı dönemin
Dâhiliye vekili tarafından her ne hikmetse Meclis kürsüsünden Mason derneğinin
cemiyetler kanununa göre kurulduğunu söyleyecek kadar da şeffaf
olabilmişlerdir. Bu demek oluyor ki; hem gizlilik, hem de kanunlar çerçevesinde
kurulduğundan kanunlardan dem vurmak gibi çelişik ifadeler duruma göre şekil
alabiliyor.
Anlaşılan o ki gerek masonluk adı
altında masumane tavırlar, gerek biraderler arasındaki derecelendirmeler,
gerekse büyük gizlilik faaliyeti halinde yürütülmesi gibi bir dizi prensipler
ister istemez akıllara kuşku düşürüyor. Hatta bu arada masonların pişkinlik
gösterip bazen faaliyetlerini masumane göstermek adına ahlaki ve etik değerlere
de atıfta bulunmayı da ihmal etmezler. Nitekim yayınladıkları kitapların satır
aralarında kendi bakış açılarını görmek mümkün, madem öyle şöyle sayfaları
karıştırıp bakalım ne diyorlar:
“Masonluğun
ahlaki kıymetini hariciler anlayamazlar (Mason dışı olanlar)… Bizi tanımayanlar ne derlerse desinler
biz Sami azam kâinatın şanı celiline istinat ederek masonluğun yüksek
ideallerine ve derin felsefi ahlakiyyesine iman ile iftihar ederiz.
Cemiyetimizin müessisi;
Fenikeli Mimar Hiram’dır. Süleyman mabedi miladın takriben bin sene evvel inşa
edilmiş olduğuna göre, masonluğun üç bin senelik bir mazisi olması lazım gelir.
Onu kaybettikten sonra miladın onuncu asrında, fakat bu sefer Avrupa’nın
göbeğinde tekrar buluyoruz.” İşte
görüyorsunuz satır aralarında fark etmişsinizdir; ahlaka vurgu yaparaktan belli
ki halka karşı sempatik ve şirin görünme çabası fark edilir. Oysa masonluğun
bir ahlak mabedi yok ki. Nasıl olsun ki; baksanıza bizatihi kendilerinin
yayınladıkları mason dergilerinde; “Özgürlüğün
engelleri birkaç sözcükte saklıdır: Günah, ayıp, yazık, haram” (Bkz.
Mason dergisi, S.28 sf.10) diye beyan ettikleri itirafnamelerinde ahlak
mabedi olamayacakları gayet iyi anlaşılıyor. Bu demektir ki; masonlar için dini
müeyyideler hürriyeti engelleyen kıstaslarmış. Hiç boşa çaba sarf etmesinler,
bikere onlar da gayet iyi biliyorlar ki; dindar bir topluma masonluğu kabul
ettirmek hiçte kolay bir iş değil. Bu
yüzden manevra yapabilmek için dejenere veya yozlaşmış toplum yapılarına
ihtiyaç duyarlar hep.
Düşünsenize bir zamanlar mason Ali
Kami Akyüz, dokunulmazlık zırhına bürünerekten mebus olmanın vermiş olduğu
rahatlığı içerisinde işin boyutunu daha da ileri taşıyıp Orta çağda Gotik
mimarlığının masonların eseri olduğunu takdim edebilmiştir. Takdim ederken de
şöyle der:
“Bunlar
Avrupa’daki ilk mason ecdadımızın vücuda getirdikleri mümtaz eserlerdir.”
Düşünsenize hiç sıkılmadan ecdadımız diyebiliyor. Tabii buna şaşırmamak
gerekir, baksanıza bir zamanlar bazı
kartel medya baron gazetelere verdikleri çarşaf çarşaf seri ilanlara
baktığımızda masonluğun kaynağını Gotik tarzında bina yapan usta ve kalfalara
dayandırıldığını görmek mümkün. İşte, bu
atıfta bulundukları usta ve kalfalar masonların ecdatları oluyor maalesef.
Belli ki mason mebusumuz hızını alamamış
olsa gerek ki, bu seferde masonluğun uluslararası boyutunu ve gelişme sürecini
izah etmeye çalışıyor. Bakın bu hususta diyor ki:
“1502 de İngiltere Kralı 8. Henry cemiyete dâhil oldu ve kendi sarayında
bir loca açtı. Masonluk 1725'de Fransa’ya girdi. İlk Alman locası 1735 de
açıldı.”
Ali Kemal Akyüz yetmedi bu
beyanlarının akabinde masonluğun tarikat olduğuna da vurgu yapar:
“Bazen hükümetlerin tatbikatına maruz kalan masonluk bütün tazyiklere
rağmen ayakta kalmış, fakat muhtelif tarikatlara ayrılmıştır. Bizim mensup
olduğumuz İskoçya tarikatıdır. Buna eski tarikat denir. Elyevm İskoçya’da,
İngiltere’de, Almanya’da ve Amerika’nın bir kısmında yürürlüktedir, yeni tarikat veya Fransız tarikatı Fransa’ya
münhasırdır. Bir de Mısır tarikatı vardır.
Muhterem Biraderlerim!
Bizim mensup olduğumuz İskoçya Tarikatı Sami Azam kâinatın şanı celiline
istinat ettiği için ahlaki umdeleri de dinden ilham alır.”
Düşünebiliyor musunuz hem İngiliz
masonluğu üzerinde Anglikan kilisesinin etkisinden bahsedip ahlakını
benimseyeceksin, hem de İskoçya locasına mensubiyetinden bahisle din gibi
mukaddes kavramları referans alıp ilahi bir kılıf imajına bürünen masonluk
tanımı sergileyeceksin, doğrusu şaşmamak elde değil. Peki, adama demezler mi;
bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu. Hiç boşuna yorulmayın, feraset mayası güçlü
Türk insanını kandıramazsınız. Çünkü satır aralarında geçen şu sözler
ipliklerini pazara çıkarmaya yetiyor:
“Ne
din, ne ırk, ne dil, ne milliyet farkı masonluktaki dayanışma (tesanüt) hissini
akamete uğratamaz!”
Kaldı ki;
masonluğun alt derecelerine inildiğinde Allah inancı ‘Kâinatın Ulu Mimarı’ ibaresiyle ifadelendirilir, orta derece
kademesine gelindiğinde bir anda
“Kâinatın Ulu Mimarı” terapisinin tabiat ve enerjiye dönüştürüldüğünü
görürüz, derken daha üst derecede katmanlara erişildiğinde ise “Kâinatın Ulu
Mimarı” telkininden maksat Allah olmayıp insanın tâ kendisi olduğu anlaşılmış
olur. Artık en son mertebe erişildiğin de hâşâ insan Allah ilan edilir. Meğer din
günü geldiğinde çöpe atılması gereken bir değermiş. Onlar için varsa yoksa mason
biraderliği esastır. Aynalar yalan söylemez elbet. Üstelik bu aynanın hem ön hem
arka yüzünde insan faktörü masonluğa endekslenmiş. Din, milliyet ve ahlak gibi mukaddes kavramlar
hak getire, bir anda mason biraderliği uğruna feda edilebiliyor. Kelimenin tam
anlamıyla hiçbir kavram ve değer masonluğun üzerine çıkamaz, zaten izin
verilmez de.
Anlaşılan o ki Masonlukla ilgili hiçbir araştırma yapmaksızın
sadece kendi ifadelerini kurcalamakla bile masonluk denen derin ucubenin
ardındaki gizli sis perdesini aralamak pekâlâ mümkünmüş. Gerçekler er geç ortaya çıkabiliyor, her ne kadar sır olarak saklanmaya çalışılsa da
arka planda kodlanan şifreyi çözmek hiçte zor değilmiş. Meğer satır araları iyi
analiz edildiğinde masonluğun gerçek maskesi düşebiliyormuş. Dahası Sebat
locasında verilen konferans konuşmalarını içeren kitapta Ali Kami Akyüz’ün
söylemleri iyice analiz edildiğinde masonluk hakkında fikir yürütmenin o kadar
zor olmadığı gayet açık net ortada duruyor.
Asıl bizim garibimize giden masonluk
değil, asıl garibimize giden senelerdir tarikat kelimesi anıldığında hop oturup
hop kalkıp mangalda kül bırakmayan bazı çevrelere elbet. Her ne hikmetse söz konusu ibare mason
biraderlerce telaffuz edildiği zaman sırra kadem basılabiliyor. Hani tarikat
irtica, geriye dönüş ve yobazlık demekti. Sırça köşklerde ne olup bitiyorsa
duruma göre tavır değişikliği yaşanabiliyor. Baksanıza Mason tarikatı
denildiğinde sus pus olunup hiç kimse mason locaları hakkında bu tür
suçlamalarda bulunmuyor. Maalesef her şeyde olduğu gibi, bu konu da çifte
standart tavan yapmış durumda.
Masonluğun ülkemize girişi tabiî ki
Cumhuriyet döneminde gerçekleşmedi. İlk
localar Osmanlının son dönemine denk gelen 1880’li yıllarda Fransız Büyük
Locası ve İngiltere Büyük Locasına bağlı olarak temeller atılmıştır. Yani tüm
dünyaya yayılmış loca ve örgütleri olan bu akımın Osmanlıya sirayeti Sultan
III. Ahmet devriyle start almıştır. Malum Humbaracı ismiyle meşhur Humbaracı
Ahmet Fransız masonlarına bağlı ilk locayı Galata da açıp coğrafyamıza taşımış
paşadır. Derken pek çok gayrimüslim ve sözde Müslimlerin locaya üye olmalarına
vesile olmuşlardır. Hatta aralarında İbrahim Müteferrika ve Yirmi sekizzade
Mehmet Sait Paşa gibi isimlerde mevcuttur.
Bilhassa dönemleri itibariyle masonluğu ele
aldığımızda; Lale devrinde adeta toprağa serpilmiş bir tohumdur. Tanzimat’la bu
tohum filizlenmiş, II. Meşrutiyetle de
meyve verdiği görülecektir. Dahası Kont do Bonval (daha sonra Humbaracı
Ahmet ismini alır) sefihin sayesinde masonluk “Kumbaracılar Kuvveti” adı altında bünyemize sirayet edebiliyor. Besbelli
ki bu adam humbaracılık rolü üstlenmemiş, adeta ajan rolü ifa etmiştir.
Demek oluyor ki Lale dönemi sadece
sefahat devri değilmiş, Osmanlının dünya masonluğuyla ilk tanıştığı yıllarmış.
Öyle ki; o yıllarda sırça köşk sefahat hayatı gözümüzü kapamış, masonluğun öyle
veya böyle girmesine göz yumulmuştur. Ki; göz yumanlar arasında sadaret
makamına kadar yükselebilmiş yirmisekizzade Mehmet Sait Paşa da vardır. Üstelik
batı teknolojisine heves ettiğimiz o hengâmede Kont dö Bonval sefihin batı
endeksli humbaracılar teşkilatı kurdurması da işin tuzu biberi olmuştur.
Malum Tanzimat dönemine geldiğimizde
durum vaziyet daha da bir başka netlik kazanır.
Böylece Tanzimat ve gerekse Tanzimat’ı takip eden seyirde teşekkül eden
yeni Osmanlılar ve ittihatçıların büyük çoğunluğunun mason oldukları
görülecektir. Dolayısıyla masonluk öyle bir tehlikeli bir hal alır ki; artık
bir noktadan sonra Siyonizm’in emellerine hizmet eden araç vazifesine dönüşür. Öyle
ki Osmanlının düşüş devresine doğru kapitülasyonlar daha da aleyhimize işleyip
masonluğun topraklarımızda nüfuz edinmesini güçlendirecektir. Nasıl mı? İşte Sultan
Abdülaziz Han’ın hal edilmesi ve katli gibi birtakım karanlık oyunların
ardından oluşan yeni Osmanlıcıların bu devrede yaptıkları faaliyetler bunun
tipik göstergesi. Neyse ki; Ulu Hakan Abdülhamit’in tahta geçişi bütün bu fesat
ocaklarının uykularını kaçırmaya yetmiştir, böylece masonların birçoğu soluğu
Makedonya’da almışlardır. Tabii buraya firar eden masonlar Makedonya’da boş
durmayacaklardır. İlk iş olarak İttihat ve Terakki komitesini kurup
faaliyetlerini sinsice devam ettireceklerdir. Hatta bu kurulan sinsi cemiyetin
içerisinde İtalyan masonlarının telkinlerine kapılan İbrahim Temo isimli
tıbbiyeli bir gençte vardır. Derken bu kurulan örgüt İstanbul’da
teşkilatlanmaya başlayacağı sırada sarayın engeline takılıp dağıtılacaktır.
Batıya kaçan bu güruhun dağıtılan örgüt üyeleri hızını alamayıp bu sefer de
meşrutiyetçilik davası güdeceklerdir. Malum batıda adından jön Türkler diye söz
edilen bu taifenin akıl hocası Emanuel
Karasu’dur. Akıl hocasına şeksiz şüphesiz biat eden ittihatçılarımız mason
yüksek şura heyeti oluşturup, önce Talat Paşayı umumi büyük müfettişliğe, sonrasın da malum Üstadı Azam yapıp
payelendireceklerdir. Bilerek veya bilmeyerek söz konusu zevat bu oyuna
gelmişlerdir.
Görüyorsunuz Devleti Aliyye iç ve
dışta bir takım gailelerle uğraşırken, birkaç genç ise hükümet darbesi peşinde
koşturuyorlardı. Üstelik bu insanlar Sultan Abdülhamit’in kurduğu mekteplerden
mezun olmalarına rağmen ahde vefa örneği göstermeyip dış mihraklarla işbirliği yapıp
meşrutiyeti ilanını sağlayacaklardır. Ama ne işe yaradı ki, meşrutiyet adı altında Osmanlıyı batıranların
bizatihi kendilerinin olduğunu gördüler. Çünkü artık ortada gerçek manada
Osmanlı kalmamıştı.
Hele ki bu dönemde İttihatçıların idari
mekanizmayı ele geçirmeleriyle birlikte Şeyhülislamlık makamının suiistimale uğradığına
da şahit oluyoruz. Şöyle ki; Şeyhülislam Musa Kazım Efendi kendisi hakkında
ileri sürülen masonluk iddialarına cevaben; ‘Ben mason değilim’ diyememiştir. Sadece şu ifadelerde bulunmuştur:
“İslam
dinine muhalif olup bana isnat olunan mezhep veya mesleği kemal-i şiddetle
reddederim.”
Aslında Şeyhülislamın beyanlarına
dikkatlice bakıldığında, İslam’a karşı olan hangi mezhebin veya hangi mesleği
kastettiğini açıkça söyleyemiyor. Söyleyemez de zaten, çünkü pek çok kimsenin
şahitliğiyle Şeyhülislam’ın masonluğu tescillidir. Bakın bu konuda Ali Fuat
Türkgeldi’nin; “Sultan Vahdeddin bu
Şeyhülislamı affetmemiştir. Padişah Şeyhülislam makamı gibi yüce bir mevkiinin
önemine binaen onu Edirne’ye sürmüştür” sözleri bu iddiaları doğruluyor
zaten. Demek ki masonluk bu topraklara
girdiğinden beri hocalar kanalıyla bile İslam’ı içeriden yıkma provasını
uygulamayı göze alabilme cesaretini sergileyebilmiştir.
İbrahim Temo, Abdullah Cevdet’e de
tesir etmiştir. Hani şu Avrupa’dan damızlık erkek getirme sevdasında olan şu
meşhur Abdullah Cevdet var ya, işte ondan söz ediyoruz. O damızlık erkek
getirme girişimiyle yetinmeyip şapka devrimi, Latin harfe geçiş ve tartı
ölçülerin değiştirilmesi gibi reformların öncülüğünü yapıp; ‘Bu reformların önderi de benim’ diyecek
kadar kendini ön planda tutmaya çalışmış biridir. Tabii bitmedi dahası var,
onun hakkında Samed Ağaoğlu; “Kendisine
dinsiz sıfatını vermekten çekinmediği” bilgisini verir. Anlaşılan Abdullah
Cevdet İbrahim Temo’dan etkilenmiş, o da
birilerini etkilemiş. İşte o etkilenenlerden biri de ünlü Türkçü Ziya
Gökalp’tır.
Ziya Gökalp iyi bir sosyolog olmasına
rağmen maalesef birçok konuda o da hata yapmıştır. Diyarbakır’da Abdullah
Cevdet’in etkisi altında kalan Ziya Gökalp İçtihad mecmuasında: “O eline balta almış yıkılması gerekli
kanatları yıkıyor, bu bir hizmettir” diye ona methiyede bulunur da. Düşünsenize Samed Ağaoğlu’nun da belirttiği
üzere Abdullah Cevdet’in dinsizliğini Ziya Gökalp hizmet olarak
değerlendirebiliyor. Oysa hizmetkâr diye sunduğu bu adam milli mücadele
yıllarında adına “İjtihad Evi”
verdiği evin bir odasında inzivaya çekilmiş, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte
kafesinden çıkıp vaktiyle savunduğu fikirlerin inkılâplara kaynaklık yaptığı
iddiasını ortaya atmıştır. Malum; “Bütün yapılanlar ve yapılacak olanlar
benden kopya!” demeyi ihmal etmemiş biridir o.
Şu da bir gerçek; Meşrutiyet dönemi
bir kısım masonlar Cumhuriyet dönemine geldiğinde boş durmayıp idealleri uğruna
çok uğraş vermişlerdir. Neyse ki; Mustafa Kemal Atatürk’e yakınlığıyla bilinen
Mahmut Esat Bozkurt'un mason localarının kapatılması gerektiği telkini
sayesinde bu çabaları boşa çıkartılmıştır. Nitekim Mahmut Esat o dönemde
çıkardığı dergide masonluk aleyhinde neşriyatta bulununca, o dönemin meşhur iki
üstadı azamı Servet Yaseri ve Mim Kemal Öke’nin tepkisine maruz kalmıştır. Öyle
ki; Mahmut Esat hiç çekinmeden; masonluğun dinlerin aleyhinde olduğunu
söyleyecek kadar yürekli davranmış,
böylece bu teşebbüsleri sayesinde 1935 yılında mason localarının
kapatılmasına vesile olmuştur. Ne var ki; 1948’de Milli Şef İnönü’nün taviziyle
yeniden mason locaları faaliyetleri gün yüzüne çıkacaktır.
Bir iddiaya göre ne derece doğru
bilemiyoruz, ama şöyle denilir: Menemen olayı Mahmut Esat’ın tertibi imiş. Şayet
bu iddia doğruysa Mahmut Esat’ın mason aleyhtarı tutumu bir sır perdesi gibi
gözüküyor. Her şeye rağmen yine de
neticeyi itibarıyla mason localarının Mustafa Kemal Atatürk tarafından
kapatılmışlığı, İsmet İnönü’yle tekrar su yüzüne çıkarılışını bilmemiz önemli
bir ayrıntıdır. Kelimenin tam anlamıyla Lale devri, Abdülaziz’in hal edilip
katli müteakiben mason veliaht Muradın getirilmesi gibi bir dizi yaşanan
serüvenlerin eşliğinde, Tanzimat mimarlarından büyük Britanya locasının ileri
derecedeki masonlarından Mustafa Reşit Paşa dönemine uzanıp oradan da İttihat
Terakki ve Cumhuriyet dönemini kapsayan sürecin adıdır masonluk.
Peki ya tek parti döneminden çok
partili geçtiğimiz süreç nasıl geçti derseniz, malum Milli şef döneminin sona
yaklaştığı noktada; “Yeter artık söz milletindir” sloganıyla iktidara
gelen Adnan Menderes’in varlığına tahammül edemeyen sinsi mason güçler sudan
bahanelerle başbakanı ipe götürmüşlerdir. Öyle ki; halkın teveccühüyle iktidara gelmiş bir
başbakanın güya Atatürk ilkelerine aykırı davrandığı, irtica hareketlerine
çanak tuttuğu, zimmetine para geçirdiği, gençleri kıyma makinelerine atıp
katlettiği, metresinden doğan çocuğu öldürdüğü gibi bir sürü ipe sapa gelmez
iftiralarla sonunu hazırladılar. Meğer Yassıada mahkemelerinde Adnan Menderes’i
yargılayan Salim Başol’un; “Sizi buraya
tıkayan güç böyle istiyor” demesi sıradan bir söz değilmiş. Bu yüzden İhtilaldan
önce Menderesin geçit vermediği LIONS kulübünün ihtilal sonrası tekrar
faaliyete geçişini gördüğümüzde bu sözün ne anlama geldiğini şimdi daha iyi
anlıyoruz.
Kimileri kabul etmeseler de biz
biliyoruz ki; dünya masonları her yıl
bir araya gelerek kendilerince ülkelerin kaderini belirlemeye çalışırlar.
Alınan kararlar o ülkelerde bulunan 33. dereceye ulaşmış masonlara tebliğ
edilip gereği yerine getirilir de. Özellikle 1954 yılında Hollanda’nın
Oosterbeek şehrinde Bilderberg otelinde bir grubun katılımıyla şu meşhur mason
bağlantılı Bilderberg adında dünya politikalarına yön veren bir örgüt kurulur.
Kurucuları arasında Yahudi din adamı ve İsveç frank masonluğunda 33. dereceye
yükselmiş Joseph Retinger’in olması Bilderberg grubunu daha da popüler
kılmıştır. Nitekim bu örgüt çeşitli
ülkelerde üst düzeyde görev yapan tüm masonları gruba katabilmiştir. Aslında bu
kuruluşun kalbi Kudüs’te atmaktadır. Madem merkez Kudüs, o halde merkezde yer
alan azaların başta hahamlar olmak üzere 33. derece masonlardan olması gayet
tabiidir. İşte ilhamını Tevrat’tan aldıklarını iddia eden bu sinsi güçler,
çeşitli ülkelerde ihtilalların fitilini ateşleyip kendilerince dünyaya böyle
düzen vermeye çalışıyorlar. Şurası muhakkak dünyanın en tehlikeli Siyonist
bağlantılı diyebileceğimiz Bilderberg, uluslar arası bir kuruluşun ötesinde
dünya siyasetine müdahale edebilecek türden kritik kararlar alabilen bir sinsi
organizasyonun adından başka bir şey değildir.
Nitekim bu organizasyonun, B’nai B’rith tarikatı (İbranice ittifak
evlatları) ve diğer gizli Yahudi örgütleriyle içli dışlı olmaları hasebiyle
her yıl düzenledikleri uluslararası Bilderberg toplantıları kuşkuyla
izlenmesine yol açıyor ister istemez. Bu yüzden tüm ülke toplumların diken
üstünde duran sağduyulu insanların zihninde acaba bu yıl ülkemizin başına bir
iş gelir mi endişesi kaplamaktadır.
Bir başka mesele ise İtalya’da bomba
etkisi yapan Gladio örgütünün derin yapılanmasıdır. Malumunuz bu örgüt isminden
ziyade daha çok P–2 Mason adlı örgütün maşası niteliğinde derin devlet işlevi
üstlenmesiyle dikkat çekmiştir. Şayet Gladio, İtalyan idealleri uğrunda görev
ifa etseydi bu konu o kadar önem arz etmeyecekti. Fakat amacının dışında
birtakım karanlık oyunların aleti olmak İtalya’yı ayağa kaldırmaya yetecektir.
İtalya’da, Belçika’da hatta İspanya’da
bu ve buna benzer örgütlerin yankısı, bizde değişik ifadeyle kontrgerilla
olarak telaffuz ediliyor. Yakın zamanda ise Ergenekon olarak nitelendi.
Komünizmin tehdit unsuru olduğu dönemlerde ise NATO ülkeleri bu çerçevede
Gladio benzeri ağ kurması bilinen bir gerçek. Bizim NATO üyesi olmamız
dolayısıyla ister istemez bu tür yapılanmalara tevessül etmişiz, zaten bundan uzak kalınamaz da. Başka
ülkelerde görülen ve bizde böyle bir örgütün varlığı olup olmaması tam olarak
ispat edilmese bile var olduğunu inkâr etmek hiçte kolay bir yol olmasa
gerektir.
Masonluk için çok daha söylenecek
söz var ama son dönemlerde aleni verdikleri ilanlarla artık eskisi gibi gizli
kalmayı değil, topluma açılımı yeğledikleri gözlemlenmektedir. Demek ki; her insan
fani olduğu gibi, gizlilikte bir noktaya kadar faniymiş meğer. Baki olan
Allah’tır çünkü. Bu yüzden gizlilikte bir yere kadardır, ifşa olmaktan
kaçınamazlar elbet
Vesselam.