31 Mayıs 2018 Perşembe

MASONLUĞUN SERÜVENİ



MASONLUĞUN SERÜVENİ
                                                                                       
SELİM GÜRBÜZER
     
       Şimdi bu yazımızda ülkemizde bir zamanlar kapalı kutu olma özelliğini muhafaza edip ama sonrasında artık her ne hikmetse bu kapalı kutu anlayışını değiştiren bir ketumlar topluluğu bir “GİZ” den bahsedelim. Yani bir ömür boyu baş yastıkta hayat geçirdiği eşine bile dahi gizemli sırrın söylenilmeyeceğine dair yemin ettirilen masonluk nedir neymiş bir görelim.
       Hele bir insan masonluğa aday olmaya görsün hemen o insan gizemli bir yemin töreninin ortasında bulacaktır kendini. Bu nasıl masonluksa yemin töreninin yapılacağı alan bile aydınlık ortamdan uzak karanlık dehliz bölmelerde yapılmakta. Ne diyelim gizemlilik bu ya, işte her şey bu loş karanlık ortamda gerçekleşmekte. Öyle ki; önce bir gizli el tarafından arkasından gömleğin sol kol kısmı çıkartılır, sonra sol ayağının paçası diz üstüne kadar çekilip sol ayakkabısı çıkartılır. Böylece kendisine refakat eden loca görevlisi tarafından gözler bağlanıp boyna geçirilen halka şeklinde bir urgan eşliğinde locanın tam ortasına alındığında kendisine yemin ettirilir. En nihayetinde zemine işlenmiş Siyon yıldız sembolü öptürülüp akabinde biat merasimi tamamlanır. Derken biati tamamlanan aday bundan böyle gizlilikleriyle birlikte masonluk payesini kazanmış olur.
        Evet, masonluk öylesine sırlar küpü muamma bir kapalı kutudur ki; mensupları arasında bile konuşma diliyle değil, bulundukları derecelerine göre gizem içeren işaret ve semboller kullanılarak iletişim kurulur.  Asla alt kademede yer alan bir mason biraderin, bir üst dereceye terfi etmiş bir mason biraderin sahip olduğu bilgilerin öğrenmesine izin verilmez. Bir şekilde yemin telkiniyle masonluğa giriş yapan bir şakirdin tüm sırlara vakıf olabilmesi için mutlaka yüksek derecelere ulaşması icap eder. Nitekim bu durumu Ali Kami Akyüz’ün Sebat locasında; “Masonluk ve Ahlak” adlı konferansındaki konuşmalarından anlayabiliyoruz. Şöyle ki; konferansta dile getirilen mevzulardan hareketle masonluğun gizliliği ve tarihi köklerinde ki dayanağını ve birçok unsurlarını öğrenmek mümkün. Bakın gizlilik prensiplerini nasıl izah ediyorlar:
       “Mesleğimizin en göze çarpan özelliklerinden biri de gizliliktir. Hatta aramızda bile kat kat,  derece derece gizlilikler vardır. Bundan başka herhangi bir dereceye çıkmış olmak, o derecenin bütün mahiyetine vukuf için kâfi gelmiyor. O derecenin sırrını içeriğini de perde perde gizlilikler arasından seçmek icap ediyor.” İşte bu sözler masonluğun ipliğini ele vermeye yetiyor.  Daha da yetmedi daha sonraki günlerde bu konferansta beyan edilen sözler, mason biraderlerin hizmetine sunulacak tarzda kitap haline getirilerek yol tayin edilir.
        Görüldüğü üzere kendi biraderleriyle paylaştıkları gizliliğe riayet ilkesi dikkat çekici bir unsur olarak göze çarpıyor. Bu gizlilik birazda Siyonizm’le bağlantısını örtbas edilmesinden kaynaklanan bir durumdur. Zira bu teşkilata giren ilk üyenin mensup olduğu yolun Siyonizm’le olan bağlantısını ilk etapta fark etmese de zamanla masonluğun üst kademelerine yükseldikçe bu sır küpü ideolojiye göbekten bağlı olduğunu bilmek durumunda kalacaktır. Şimdi birileri çıkıp; gizliyse gizli bunda ne var diyebilir. Elbette ki;  ibadet ve zikir hususunda gizlilik söz konusu olsa bir şey söyleme hakkımız olamaz, hatta saygı duyarız. Kaldı ki; Allah’a olan nafile ibadetlerde gizlilik esas olup, bu tür gizli yapılan ameller insanı riya ve gösterişten korur da. Ama biz biliyoruz ki söz konusu masonluk olunca iş değişmekte,  yani mason biraderlerin bir araya gelme amaçlarının Allah’ı anmak olmadığına göre bu hummalı faaliyet içerisinde gizlilik neyin nesi doğrusu merakımıza mucip olmaktadır. Şurası bir gerçek; Atatürk büyük gizlilik içerisinde faaliyet gösteren mason teşkilatlarını milli menfaatlerimize aykırı olduğunu fark edip 1935’te kapatmayı yeğlemiştir. Ne var ki; Atatürk kapatırken, maalesef 01.04.1963 yılında Başbakan İsmet İnönü, Başbakan Yardımcısı Turhan Fevzioğlu ve Çalışma Bakanı Bülent Ecevit gibi birçok tanınmış isimlerin altında imzası bulunan bakanlar kurulu kararıyla LIONS INTERNATIONAL kulübünün Türkiye’de kurulmasına resmi gazetede yayınlanmasıyla birlikte yürürlüğe girmiştir.
         İşte tüm bu gizliliğe rağmen 1951 yılı dönemin Dâhiliye vekili tarafından her ne hikmetse Meclis kürsüsünden Mason derneğinin cemiyetler kanununa göre kurulduğunu söyleyecek kadar da şeffaf olabilmişlerdir. Bu demek oluyor ki; hem gizlilik, hem de kanunlar çerçevesinde kurulduğundan kanunlardan dem vurmak gibi çelişik ifadeler duruma göre şekil alabiliyor.
       Anlaşılan o ki gerek masonluk adı altında masumane tavırlar, gerek biraderler arasındaki derecelendirmeler, gerekse büyük gizlilik faaliyeti halinde yürütülmesi gibi bir dizi prensipler ister istemez akıllara kuşku düşürüyor. Hatta bu arada masonların pişkinlik gösterip bazen faaliyetlerini masumane göstermek adına ahlaki ve etik değerlere de atıfta bulunmayı da ihmal etmezler. Nitekim yayınladıkları kitapların satır aralarında kendi bakış açılarını görmek mümkün, madem öyle şöyle sayfaları karıştırıp bakalım ne diyorlar:
         “Masonluğun ahlaki kıymetini hariciler anlayamazlar (Mason dışı olanlar)… Bizi tanımayanlar ne derlerse desinler biz Sami azam kâinatın şanı celiline istinat ederek masonluğun yüksek ideallerine ve derin felsefi ahlakiyyesine iman ile iftihar ederiz.
          Cemiyetimizin müessisi; Fenikeli Mimar Hiram’dır. Süleyman mabedi miladın takriben bin sene evvel inşa edilmiş olduğuna göre, masonluğun üç bin senelik bir mazisi olması lazım gelir. Onu kaybettikten sonra miladın onuncu asrında, fakat bu sefer Avrupa’nın göbeğinde tekrar buluyoruz.”  İşte görüyorsunuz satır aralarında fark etmişsinizdir; ahlaka vurgu yaparaktan belli ki halka karşı sempatik ve şirin görünme çabası fark edilir. Oysa masonluğun bir ahlak mabedi yok ki. Nasıl olsun ki; baksanıza bizatihi kendilerinin yayınladıkları mason dergilerinde; “Özgürlüğün engelleri birkaç sözcükte saklıdır: Günah, ayıp, yazık, haram” (Bkz. Mason dergisi, S.28 sf.10) diye beyan ettikleri itirafnamelerinde ahlak mabedi olamayacakları gayet iyi anlaşılıyor. Bu demektir ki; masonlar için dini müeyyideler hürriyeti engelleyen kıstaslarmış. Hiç boşa çaba sarf etmesinler, bikere onlar da gayet iyi biliyorlar ki; dindar bir topluma masonluğu kabul ettirmek hiçte kolay bir iş değil.  Bu yüzden manevra yapabilmek için dejenere veya yozlaşmış toplum yapılarına ihtiyaç duyarlar hep.
           Düşünsenize bir zamanlar mason Ali Kami Akyüz, dokunulmazlık zırhına bürünerekten mebus olmanın vermiş olduğu rahatlığı içerisinde işin boyutunu daha da ileri taşıyıp Orta çağda Gotik mimarlığının masonların eseri olduğunu takdim edebilmiştir. Takdim ederken de şöyle der:
       “Bunlar Avrupa’daki ilk mason ecdadımızın vücuda getirdikleri mümtaz eserlerdir.” Düşünsenize hiç sıkılmadan ecdadımız diyebiliyor. Tabii buna şaşırmamak gerekir,  baksanıza bir zamanlar bazı kartel medya baron gazetelere verdikleri çarşaf çarşaf seri ilanlara baktığımızda masonluğun kaynağını Gotik tarzında bina yapan usta ve kalfalara dayandırıldığını görmek mümkün.  İşte, bu atıfta bulundukları usta ve kalfalar masonların ecdatları oluyor maalesef.
              Belli ki mason mebusumuz hızını alamamış olsa gerek ki, bu seferde masonluğun uluslararası boyutunu ve gelişme sürecini izah etmeye çalışıyor. Bakın bu hususta diyor ki:
              “1502 de İngiltere Kralı 8. Henry cemiyete dâhil oldu ve kendi sarayında bir loca açtı. Masonluk 1725'de Fransa’ya girdi. İlk Alman locası 1735 de açıldı.”
          Ali Kemal Akyüz yetmedi bu beyanlarının akabinde masonluğun tarikat olduğuna da vurgu yapar:
            “Bazen hükümetlerin tatbikatına maruz kalan masonluk bütün tazyiklere rağmen ayakta kalmış, fakat muhtelif tarikatlara ayrılmıştır. Bizim mensup olduğumuz İskoçya tarikatıdır. Buna eski tarikat denir. Elyevm İskoçya’da, İngiltere’de, Almanya’da ve Amerika’nın bir kısmında yürürlüktedir,  yeni tarikat veya Fransız tarikatı Fransa’ya münhasırdır. Bir de Mısır tarikatı vardır.
         Muhterem Biraderlerim! Bizim mensup olduğumuz İskoçya Tarikatı Sami Azam kâinatın şanı celiline istinat ettiği için ahlaki umdeleri de dinden ilham alır.”
        Düşünebiliyor musunuz hem İngiliz masonluğu üzerinde Anglikan kilisesinin etkisinden bahsedip ahlakını benimseyeceksin, hem de İskoçya locasına mensubiyetinden bahisle din gibi mukaddes kavramları referans alıp ilahi bir kılıf imajına bürünen masonluk tanımı sergileyeceksin, doğrusu şaşmamak elde değil. Peki, adama demezler mi; bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu. Hiç boşuna yorulmayın, feraset mayası güçlü Türk insanını kandıramazsınız. Çünkü satır aralarında geçen şu sözler ipliklerini pazara çıkarmaya yetiyor:
        “Ne din, ne ırk, ne dil, ne milliyet farkı masonluktaki dayanışma (tesanüt) hissini akamete uğratamaz!”
          Kaldı ki; masonluğun alt derecelerine inildiğinde Allah inancı ‘Kâinatın Ulu Mimarı’  ibaresiyle ifadelendirilir, orta derece kademesine gelindiğinde bir anda  “Kâinatın Ulu Mimarı” terapisinin tabiat ve enerjiye dönüştürüldüğünü görürüz, derken daha üst derecede katmanlara erişildiğinde ise “Kâinatın Ulu Mimarı” telkininden maksat Allah olmayıp insanın tâ kendisi olduğu anlaşılmış olur. Artık en son mertebe erişildiğin de hâşâ insan Allah ilan edilir. Meğer din günü geldiğinde çöpe atılması gereken bir değermiş. Onlar için varsa yoksa mason biraderliği esastır. Aynalar yalan söylemez elbet. Üstelik bu aynanın hem ön hem arka yüzünde insan faktörü masonluğa endekslenmiş.  Din, milliyet ve ahlak gibi mukaddes kavramlar hak getire, bir anda mason biraderliği uğruna feda edilebiliyor. Kelimenin tam anlamıyla hiçbir kavram ve değer masonluğun üzerine çıkamaz, zaten izin verilmez de.
        Anlaşılan o ki  Masonlukla ilgili hiçbir araştırma yapmaksızın sadece kendi ifadelerini kurcalamakla bile masonluk denen derin ucubenin ardındaki gizli sis perdesini aralamak pekâlâ mümkünmüş.  Gerçekler er geç ortaya çıkabiliyor,  her ne kadar sır olarak saklanmaya çalışılsa da arka planda kodlanan şifreyi çözmek hiçte zor değilmiş. Meğer satır araları iyi analiz edildiğinde masonluğun gerçek maskesi düşebiliyormuş. Dahası Sebat locasında verilen konferans konuşmalarını içeren kitapta Ali Kami Akyüz’ün söylemleri iyice analiz edildiğinde masonluk hakkında fikir yürütmenin o kadar zor olmadığı gayet açık net ortada duruyor.
         Asıl bizim garibimize giden masonluk değil, asıl garibimize giden senelerdir tarikat kelimesi anıldığında hop oturup hop kalkıp mangalda kül bırakmayan bazı çevrelere elbet.  Her ne hikmetse söz konusu ibare mason biraderlerce telaffuz edildiği zaman sırra kadem basılabiliyor. Hani tarikat irtica, geriye dönüş ve yobazlık demekti. Sırça köşklerde ne olup bitiyorsa duruma göre tavır değişikliği yaşanabiliyor. Baksanıza Mason tarikatı denildiğinde sus pus olunup hiç kimse mason locaları hakkında bu tür suçlamalarda bulunmuyor. Maalesef her şeyde olduğu gibi, bu konu da çifte standart tavan yapmış durumda.
          Masonluğun ülkemize girişi tabiî ki Cumhuriyet döneminde gerçekleşmedi.  İlk localar Osmanlının son dönemine denk gelen 1880’li yıllarda Fransız Büyük Locası ve İngiltere Büyük Locasına bağlı olarak temeller atılmıştır. Yani tüm dünyaya yayılmış loca ve örgütleri olan bu akımın Osmanlıya sirayeti Sultan III. Ahmet devriyle start almıştır. Malum Humbaracı ismiyle meşhur Humbaracı Ahmet Fransız masonlarına bağlı ilk locayı Galata da açıp coğrafyamıza taşımış paşadır. Derken pek çok gayrimüslim ve sözde Müslimlerin locaya üye olmalarına vesile olmuşlardır. Hatta aralarında İbrahim Müteferrika ve Yirmi sekizzade Mehmet Sait Paşa gibi isimlerde mevcuttur.
       Bilhassa dönemleri itibariyle masonluğu ele aldığımızda; Lale devrinde adeta toprağa serpilmiş bir tohumdur. Tanzimat’la bu tohum filizlenmiş,  II. Meşrutiyetle de meyve verdiği görülecektir. Dahası Kont do Bonval (daha sonra Humbaracı Ahmet ismini alır) sefihin sayesinde masonluk “Kumbaracılar Kuvveti” adı altında bünyemize sirayet edebiliyor. Besbelli ki bu adam humbaracılık rolü üstlenmemiş, adeta ajan rolü ifa etmiştir.
         Demek oluyor ki Lale dönemi sadece sefahat devri değilmiş, Osmanlının dünya masonluğuyla ilk tanıştığı yıllarmış. Öyle ki; o yıllarda sırça köşk sefahat hayatı gözümüzü kapamış, masonluğun öyle veya böyle girmesine göz yumulmuştur. Ki; göz yumanlar arasında sadaret makamına kadar yükselebilmiş yirmisekizzade Mehmet Sait Paşa da vardır. Üstelik batı teknolojisine heves ettiğimiz o hengâmede Kont dö Bonval sefihin batı endeksli humbaracılar teşkilatı kurdurması da işin tuzu biberi olmuştur.
         Malum Tanzimat dönemine geldiğimizde durum vaziyet daha da bir başka netlik kazanır.  Böylece Tanzimat ve gerekse Tanzimat’ı takip eden seyirde teşekkül eden yeni Osmanlılar ve ittihatçıların büyük çoğunluğunun mason oldukları görülecektir. Dolayısıyla masonluk öyle bir tehlikeli bir hal alır ki; artık bir noktadan sonra Siyonizm’in emellerine hizmet eden araç vazifesine dönüşür. Öyle ki Osmanlının düşüş devresine doğru kapitülasyonlar daha da aleyhimize işleyip masonluğun topraklarımızda nüfuz edinmesini güçlendirecektir. Nasıl mı? İşte Sultan Abdülaziz Han’ın hal edilmesi ve katli gibi birtakım karanlık oyunların ardından oluşan yeni Osmanlıcıların bu devrede yaptıkları faaliyetler bunun tipik göstergesi. Neyse ki; Ulu Hakan Abdülhamit’in tahta geçişi bütün bu fesat ocaklarının uykularını kaçırmaya yetmiştir, böylece masonların birçoğu soluğu Makedonya’da almışlardır. Tabii buraya firar eden masonlar Makedonya’da boş durmayacaklardır. İlk iş olarak İttihat ve Terakki komitesini kurup faaliyetlerini sinsice devam ettireceklerdir. Hatta bu kurulan sinsi cemiyetin içerisinde İtalyan masonlarının telkinlerine kapılan İbrahim Temo isimli tıbbiyeli bir gençte vardır. Derken bu kurulan örgüt İstanbul’da teşkilatlanmaya başlayacağı sırada sarayın engeline takılıp dağıtılacaktır. Batıya kaçan bu güruhun dağıtılan örgüt üyeleri hızını alamayıp bu sefer de meşrutiyetçilik davası güdeceklerdir. Malum batıda adından jön Türkler diye söz edilen bu taifenin akıl hocası Emanuel Karasu’dur. Akıl hocasına şeksiz şüphesiz biat eden ittihatçılarımız mason yüksek şura heyeti oluşturup, önce Talat Paşayı umumi büyük müfettişliğe,  sonrasın da malum Üstadı Azam yapıp payelendireceklerdir. Bilerek veya bilmeyerek söz konusu zevat bu oyuna gelmişlerdir.
           Görüyorsunuz Devleti Aliyye iç ve dışta bir takım gailelerle uğraşırken, birkaç genç ise hükümet darbesi peşinde koşturuyorlardı. Üstelik bu insanlar Sultan Abdülhamit’in kurduğu mekteplerden mezun olmalarına rağmen ahde vefa örneği göstermeyip dış mihraklarla işbirliği yapıp meşrutiyeti ilanını sağlayacaklardır. Ama ne işe yaradı ki,  meşrutiyet adı altında Osmanlıyı batıranların bizatihi kendilerinin olduğunu gördüler. Çünkü artık ortada gerçek manada Osmanlı kalmamıştı.
          Hele ki bu dönemde İttihatçıların idari mekanizmayı ele geçirmeleriyle birlikte Şeyhülislamlık makamının suiistimale uğradığına da şahit oluyoruz. Şöyle ki; Şeyhülislam Musa Kazım Efendi kendisi hakkında ileri sürülen masonluk iddialarına cevaben; ‘Ben mason değilim’ diyememiştir. Sadece şu ifadelerde bulunmuştur:
         “İslam dinine muhalif olup bana isnat olunan mezhep veya mesleği kemal-i şiddetle reddederim.”
         Aslında Şeyhülislamın beyanlarına dikkatlice bakıldığında, İslam’a karşı olan hangi mezhebin veya hangi mesleği kastettiğini açıkça söyleyemiyor. Söyleyemez de zaten, çünkü pek çok kimsenin şahitliğiyle Şeyhülislam’ın masonluğu tescillidir. Bakın bu konuda Ali Fuat Türkgeldi’nin; “Sultan Vahdeddin bu Şeyhülislamı affetmemiştir. Padişah Şeyhülislam makamı gibi yüce bir mevkiinin önemine binaen onu Edirne’ye sürmüştür” sözleri bu iddiaları doğruluyor zaten.  Demek ki masonluk bu topraklara girdiğinden beri hocalar kanalıyla bile İslam’ı içeriden yıkma provasını uygulamayı göze alabilme cesaretini sergileyebilmiştir.
          İbrahim Temo, Abdullah Cevdet’e de tesir etmiştir. Hani şu Avrupa’dan damızlık erkek getirme sevdasında olan şu meşhur Abdullah Cevdet var ya, işte ondan söz ediyoruz. O damızlık erkek getirme girişimiyle yetinmeyip şapka devrimi, Latin harfe geçiş ve tartı ölçülerin değiştirilmesi gibi reformların öncülüğünü yapıp; ‘Bu reformların önderi de benim’ diyecek kadar kendini ön planda tutmaya çalışmış biridir. Tabii bitmedi dahası var, onun hakkında Samed Ağaoğlu; “Kendisine dinsiz sıfatını vermekten çekinmediği” bilgisini verir. Anlaşılan Abdullah Cevdet İbrahim Temo’dan etkilenmiş,  o da birilerini etkilemiş. İşte o etkilenenlerden biri de ünlü Türkçü Ziya Gökalp’tır.
          Ziya Gökalp iyi bir sosyolog olmasına rağmen maalesef birçok konuda o da hata yapmıştır. Diyarbakır’da Abdullah Cevdet’in etkisi altında kalan Ziya Gökalp İçtihad mecmuasında: “O eline balta almış yıkılması gerekli kanatları yıkıyor, bu bir hizmettir” diye ona methiyede bulunur da.  Düşünsenize Samed Ağaoğlu’nun da belirttiği üzere Abdullah Cevdet’in dinsizliğini Ziya Gökalp hizmet olarak değerlendirebiliyor. Oysa hizmetkâr diye sunduğu bu adam milli mücadele yıllarında adına “İjtihad Evi” verdiği evin bir odasında inzivaya çekilmiş, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kafesinden çıkıp vaktiyle savunduğu fikirlerin inkılâplara kaynaklık yaptığı iddiasını ortaya atmıştır. Malum;  “Bütün yapılanlar ve yapılacak olanlar benden kopya!” demeyi ihmal etmemiş biridir o.
          Şu da bir gerçek; Meşrutiyet dönemi bir kısım masonlar Cumhuriyet dönemine geldiğinde boş durmayıp idealleri uğruna çok uğraş vermişlerdir. Neyse ki; Mustafa Kemal Atatürk’e yakınlığıyla bilinen Mahmut Esat Bozkurt'un mason localarının kapatılması gerektiği telkini sayesinde bu çabaları boşa çıkartılmıştır. Nitekim Mahmut Esat o dönemde çıkardığı dergide masonluk aleyhinde neşriyatta bulununca, o dönemin meşhur iki üstadı azamı Servet Yaseri ve Mim Kemal Öke’nin tepkisine maruz kalmıştır. Öyle ki; Mahmut Esat hiç çekinmeden; masonluğun dinlerin aleyhinde olduğunu söyleyecek kadar yürekli davranmış,  böylece bu teşebbüsleri sayesinde 1935 yılında mason localarının kapatılmasına vesile olmuştur. Ne var ki; 1948’de Milli Şef İnönü’nün taviziyle yeniden mason locaları faaliyetleri gün yüzüne çıkacaktır.
         Bir iddiaya göre ne derece doğru bilemiyoruz, ama şöyle denilir: Menemen olayı Mahmut Esat’ın tertibi imiş. Şayet bu iddia doğruysa Mahmut Esat’ın mason aleyhtarı tutumu bir sır perdesi gibi gözüküyor.  Her şeye rağmen yine de neticeyi itibarıyla mason localarının Mustafa Kemal Atatürk tarafından kapatılmışlığı, İsmet İnönü’yle tekrar su yüzüne çıkarılışını bilmemiz önemli bir ayrıntıdır. Kelimenin tam anlamıyla Lale devri, Abdülaziz’in hal edilip katli müteakiben mason veliaht Muradın getirilmesi gibi bir dizi yaşanan serüvenlerin eşliğinde, Tanzimat mimarlarından büyük Britanya locasının ileri derecedeki masonlarından Mustafa Reşit Paşa dönemine uzanıp oradan da İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemini kapsayan sürecin adıdır masonluk.
           Peki ya tek parti döneminden çok partili geçtiğimiz süreç nasıl geçti derseniz, malum Milli şef döneminin sona yaklaştığı noktada; “Yeter artık söz milletindir” sloganıyla iktidara gelen Adnan Menderes’in varlığına tahammül edemeyen sinsi mason güçler sudan bahanelerle başbakanı ipe götürmüşlerdir. Öyle ki;  halkın teveccühüyle iktidara gelmiş bir başbakanın güya Atatürk ilkelerine aykırı davrandığı, irtica hareketlerine çanak tuttuğu, zimmetine para geçirdiği, gençleri kıyma makinelerine atıp katlettiği, metresinden doğan çocuğu öldürdüğü gibi bir sürü ipe sapa gelmez iftiralarla sonunu hazırladılar. Meğer Yassıada mahkemelerinde Adnan Menderes’i yargılayan Salim Başol’un; “Sizi buraya tıkayan güç böyle istiyor” demesi sıradan bir söz değilmiş. Bu yüzden İhtilaldan önce Menderesin geçit vermediği LIONS kulübünün ihtilal sonrası tekrar faaliyete geçişini gördüğümüzde bu sözün ne anlama geldiğini şimdi daha iyi anlıyoruz.
         Kimileri kabul etmeseler de biz biliyoruz ki;  dünya masonları her yıl bir araya gelerek kendilerince ülkelerin kaderini belirlemeye çalışırlar. Alınan kararlar o ülkelerde bulunan 33. dereceye ulaşmış masonlara tebliğ edilip gereği yerine getirilir de. Özellikle 1954 yılında Hollanda’nın Oosterbeek şehrinde Bilderberg otelinde bir grubun katılımıyla şu meşhur mason bağlantılı Bilderberg adında dünya politikalarına yön veren bir örgüt kurulur. Kurucuları arasında Yahudi din adamı ve İsveç frank masonluğunda 33. dereceye yükselmiş Joseph Retinger’in olması Bilderberg grubunu daha da popüler kılmıştır.  Nitekim bu örgüt çeşitli ülkelerde üst düzeyde görev yapan tüm masonları gruba katabilmiştir. Aslında bu kuruluşun kalbi Kudüs’te atmaktadır. Madem merkez Kudüs, o halde merkezde yer alan azaların başta hahamlar olmak üzere 33. derece masonlardan olması gayet tabiidir. İşte ilhamını Tevrat’tan aldıklarını iddia eden bu sinsi güçler, çeşitli ülkelerde ihtilalların fitilini ateşleyip kendilerince dünyaya böyle düzen vermeye çalışıyorlar. Şurası muhakkak dünyanın en tehlikeli Siyonist bağlantılı diyebileceğimiz Bilderberg, uluslar arası bir kuruluşun ötesinde dünya siyasetine müdahale edebilecek türden kritik kararlar alabilen bir sinsi organizasyonun adından başka bir şey değildir.  Nitekim bu organizasyonun, B’nai B’rith tarikatı (İbranice ittifak evlatları) ve diğer gizli Yahudi örgütleriyle içli dışlı olmaları hasebiyle her yıl düzenledikleri uluslararası Bilderberg toplantıları kuşkuyla izlenmesine yol açıyor ister istemez. Bu yüzden tüm ülke toplumların diken üstünde duran sağduyulu insanların zihninde acaba bu yıl ülkemizin başına bir iş gelir mi endişesi kaplamaktadır.
        Bir başka mesele ise İtalya’da bomba etkisi yapan Gladio örgütünün derin yapılanmasıdır. Malumunuz bu örgüt isminden ziyade daha çok P–2 Mason adlı örgütün maşası niteliğinde derin devlet işlevi üstlenmesiyle dikkat çekmiştir. Şayet Gladio, İtalyan idealleri uğrunda görev ifa etseydi bu konu o kadar önem arz etmeyecekti. Fakat amacının dışında birtakım karanlık oyunların aleti olmak İtalya’yı ayağa kaldırmaya yetecektir.
         İtalya’da, Belçika’da hatta İspanya’da bu ve buna benzer örgütlerin yankısı, bizde değişik ifadeyle kontrgerilla olarak telaffuz ediliyor. Yakın zamanda ise Ergenekon olarak nitelendi. Komünizmin tehdit unsuru olduğu dönemlerde ise NATO ülkeleri bu çerçevede Gladio benzeri ağ kurması bilinen bir gerçek. Bizim NATO üyesi olmamız dolayısıyla ister istemez bu tür yapılanmalara tevessül etmişiz,  zaten bundan uzak kalınamaz da. Başka ülkelerde görülen ve bizde böyle bir örgütün varlığı olup olmaması tam olarak ispat edilmese bile var olduğunu inkâr etmek hiçte kolay bir yol olmasa gerektir.
            Masonluk için çok daha söylenecek söz var ama son dönemlerde aleni verdikleri ilanlarla artık eskisi gibi gizli kalmayı değil, topluma açılımı yeğledikleri gözlemlenmektedir. Demek ki; her insan fani olduğu gibi, gizlilikte bir noktaya kadar faniymiş meğer. Baki olan Allah’tır çünkü. Bu yüzden gizlilikte bir yere kadardır, ifşa olmaktan kaçınamazlar elbet
               Vesselam.

http://www.bayburtpostasi.com.tr/masonlugun-seruveni-makale,7567.html
         

30 Mayıs 2018 Çarşamba

ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN YOL ARKADAŞI AHMET ER’İN GÖNÜL DÜNYASI



        ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN YOL ARKADAŞI AHMET ER’İN GÖNÜL DÜNYASI
      SELİM GÜRBÜZER
         Her ne kadar Manisa Şehzadeler şehri olarak anılsa da, son dönem nesil olarak bizim açımızdan Manisa denince daha çok ister istemez Ahmet Er, Selçuk Duracık ve Halil Esendağ gelmekte. Bu nedenle bilhassa ülkü erlerini bağrında taşıması hasebiyle Manisa’ya bir başka gözle bakarız hep.  Hiç unutmam bir gün Bayburt Şehit Osman tepesinde mahalle arkadaşım Nevzat Köse ile hasbıhal ederken bana Kenan Evren döneminde İzmir’de askerlik yaptığı günlerden de bahseder. O günlerde askerlik vazifesi gereği İzmir’den Buca Cezaevine gidiş gelişlerinde en son Halil Esendağ ve Selçuk Duracık’ın idam edilişiyle birlikte toprağa verilişinde güvenlik görevlisi olarak mezarı başında bulunduğunda Manisa’nın üzerine adeta matem havası çöktüğünü anlatmaktan kendini alamaz da. Böylece bu anlatılanlardan hareketle Manisa’nın tüm ülkü camiasının nezdinde bir bambaşka duygu yüklü bir şehir olduğunu bir kez daha idrak etmiş oldum. Dahası Manisa, Şehzadeler şehri olmanın ötesinde ölüme şerbet diyen bir şehirdir dersek yeridir. Nasıl mı? Halil Esendağ ve Selçuk Duracık’ın idam sehpasında şahadet şerbeti içmesine ramak kala arkadaşlarına ve ailelerine yazdıkları Yusufiye mektuplar bunun bariz delilleri zaten. İlginçtir infaz anına saatler kala bu iki ülkü şehidinin ülküdaşlarına ithafen yazdığı mektupta Saadat-ı Kiram ve Gönüller Sultanı Seyda (k.s)’a selam göndermeleri de son derece manidar bir duygu selidir.  Bakın o mektupta ne diyorlar:
         “Ol deyince bütün âlemleri olduran, her şeyin sahibi mutlak hakimi Cenab-ı Rabbül alemine sonsuz hamda ve sena olsun. Selatü selam, âlemlere rahmet olarak gönderilen Cenab-ı Allah’ın en sevdiği kulu ve Resul’ü ümmeti olarak şereflendirdiğimiz “O” en güzele Hz. Muhammed (s.a.v) efendimize, sevgili ailen, ashabına, Saadet-i Kiram ve Gönüller Sultanı Seyda (K.S) Hazretlerine cümle Evliyaya ve mü’minlere olsun inşallah.   
           Esselamün Aleyküm ve Rahmetullahi ve beakatühü, Pek muhterem.. abi ve dünya ukba kardeşlerimiz, gönüller dostu sevgi, hürmet ve hasretle kucaklaşır muhabbetle büyüklerimizin ellerinden, küçüklerimizin gözlerinden öper aciz şahsımız ve ehl-i İslam hayır dualarınıza Cenab-ı Rabbül Âleminden niyaz ederim.
          Muhterem abilerimiz ve gardaşlarımız…
          Bu aciz satırları yazmamızın gayesi sizle gönüllerde helalleşmek içindir. Cümleniz hakkınızı helal edin hayır ve dualarınızı eksik etmeyin. Bizlerin varsa cümlenize hakkımız helal olsun. Rabbül Âlemin takdiri böyleymiş. Elhamdülillah biz acizlere takdiri ilahisine rıza göstermeyi nasip etsin, Rabbül Âlemin inşallah.
          Bir haberde şöyle buyuruluyor: Ölüler için yapılan dualar nurdan tabaklarla onlara takdim olunur (Hadis-i Şerif).
       Ölüye kendisinin üzerine yas tutması sebebiyle kabirde azab olunur. (Hadis-i Şerif)
        İman sahibi Mevla’mıza kavuşuncaya kadar rahata eremez.
       Esselamün Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatühü. Haziran 1983” (Bkz. Remzi Çayır, Onlar Diridirler, Alperen Yayınevi -1987, Sayfa:97)
       Peki ya, Alparslan Türkeş’in yol arkadaşı Ahmet Er Ağabeyimizin Manisa açısından önemi nedir derseniz, malumunuz bu değerli ağabeyimizin vefatının hemen ardından EnPolitik ve Bayburt Postasında yayınlanan  “Bir Gönül Adamı Ahmet Er” makalemize bakıldığında (http://www.bayburtpostasi.com.tr/bir-gonul-adami-ahmet-er-makale,7450.html) önemi net bir şekilde görülecektir. Tabii Ahmet Er’in hatıraları bu makaleyle sınırlı değil,  dahası da vardı elbet. Madem dahası var, o halde Horasani Gönül ağabeyimizin Kamer Vakfı Bülteninde ve Gündüz Gazetesinde yayınlanan iki önemli hatırasını atlamak olmazdı. Nasıl ki, Selçuk Duracık ve Halil Esendağ yazdığı mektuplarında Seyda Hz.lerini anmadan geçememişlerse, Ahmet Er Ağabeyimizde hatıralarına Seyda Hz.lerini katmadan geçememiştir.  Öyle ki bu hatıra, hatıra olmanın ötesinde tarihe not düşülecek derecede öneme haiz tarihi bir vesika dersek yeridir. Madem öyle Ahmet Er Ağabeyimiz,  Gönül Sultanını anlatırken bu tarihi vesikaya bir bakıp kendi gönül dünyasına nasıl ışık olduğunu bir görelim:
      “Yılını tam hatırlamıyorum. Bir gün manada bir büyük zat atının arkasına beni bindirdi. At havada uçuyordu ve mevcut atlardan farklı bir yapıya sahipti. Büyük zatın elinde kırbaç olarak büyük bir çınar ağacı vardı. Havada bir müddet seyrettikten sonra yere indik. Atı başıboş bıraktık. Derken yanımızda yardımcısı zuhur etti. Yardımcıya sordum. Bu at başıboş bırakılırsa kaçmaz mı dedim. Cevap verdi. O da bizim gibi tayyi mekândır... Yan yana yürüyoruz. Kendilerine sordum. Türk milletinin kurtuluşunu müjdeleyebilir miyiz? Cevap verdi. Bu arada tahta bir direğin dibine oturduk. Bana üç sual sordu. Bunlardan bir tanesi şuydu.. ''Maksadın nedir?..'' Türk İslâm Medeniyetini zamanımızda yeniden inşa etmektir. Cevabı beğendi ve başını eğerek tasdik etti. Bu manadan bir müddet sonra Menzil'e gittim. Seyda (k.s) Hazretleri ile ilk defa tanışıyordum. Mana âleminde atın arkasına beni bindiren O idi. Soru soran da O idi. Tanışmamız böyle oldu. Bilahare zaman zaman yanlarına uğradım. Vefatından bir hafta önce de Afyon'da görüştük. Sohbetinden aldığım ilginç satırlar şunlardı.
      ''Biz Hıristiyan âleminden korktuğumuz kadar Allah'tan korksaydık bu milletimize yeterdi''. Vefatından sonra da Seyyid Abdulbaki (k.s) Hazretleri, Seyyid Fevzeddin (k.s) Hazretleri'ne ve aile-i saadetlerine, kıymetli zatlara başsağlığında bulundum. Kendilerini mânâ âleminde birkaç defa daha gördüm.
     1992 yılı Hac seferinde Mekke'de 13 hacı ile halifelerinden Molla Yahya Hazretleri başta olarak Seyyid Muhammed bin el Maliki Hazretleri tarafından kabul olunduk. Sohbetten sonra ''Muhammed Raşid Hazretlerine selâm söyleyin bana hususi duada bulunsun'' dedi. Kendilerine bu selam sağlığında iletilmiştir.
    Bugün çeşitli bölge ve çeşitli gençlik kesiminde birçok kişi Seyda (k.s) Hazretlerinin sofisi olmuştur. Bu dergâhın genel vasfı şudur. Büyük bir iman ve muhabbet sofrasıdıdr. Millî ve manevî değerlerle süslü gençliğe büyük teveccüh ve tasarruf ettiğini manada da, zahirde de müşahede ettim. Osmanlı'nın çöküşü ile kapanan mana ehlinden istifade, bugünkü genç kuşak tarafından tekrar başlatılmıştır.
      Şu anda vefatından sonra halifelik makamında bulunan Hakk dostlarının faaliyetleri ile inşallah yeni İslâm medeniyetlerinin doğmasında, gelişmesinde manevî bir ışık olarak yol gösterecektir.
    MÜRŞİD-İ KÂMİL
        Söze Allah'ın (c.c) adı ile başlarız. Elestü bi Rabbiküm. Cenab-ı Hakk Kalû Belâ'da kullarına böyle sesleniyordu. Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
      Beli, bütün ruhlar bu ilahi hitaba evet diye cevap verdiler. Bu âdemoğlunun hayatında yaptığı ilk ve en büyük, en şerefli mukavele idi.
   Hani Rabbin âdemoğullarından onların sırtlarında zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefslerine şahit tutmuştu: ''Ben sizin Rabbiniz değil miyim?'' demişti. Onlar da evet (Rabbimizsin) şahit olduk demişlerdi. (İşte bu şahitlendirme) kıyamet günü ''Bizim bundan haberimiz yoktu'' demememiz içindi.
    Ayette ''Daha evvel ancak atalarımız (Allah'a) şirk koşmuştu. Biz de onların ardından (gelen) bir nesiliz. Şimdi o batılı kuranların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk mi edeceksiniz?'' demememiz içindi.
     Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu ilahi mukavele ile ilgili şu beyanda bulunuyor:
       ''Bu mukavele ve bu misak-ı fıtri beşerin mebde-i dinisi, mebde-i medenisi, mebde-i hukukisi, mebde-i içtimaisidir.'' Evet, Cenab-ı Hakk bu mukavele ile yetinmemiş kullarını irşad için bu ilahi mukaveleyi (anlaşmayı) hatırlatan ve rahmetinin müjdelileri, azabının habercileri olmak üzere dünyamıza yüz yirmi dört bin peygamber göndermiştir. Bütün peygamberler kavimlerine ilahi mukaveleyi hatırlatmışlar ve, ''Ey kavmim Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur'' diye seslenerek ortak çağrıda bulunmuşlardır. Ve nihayet Resulü Kibriya, Hatemül Evliya, Hatemül Mürselin Fahri Kâinat efendimiz bütün insanların ve cümlenin peygamberi ve son haberci olarak dünyayı ve kâinatı şereflendirdi. Böylece hak dini Kur'an'ı ile Hak geldi'' batıl gitti. Ahlâk ve din tamamlandı. Sevgili Peygamberimiz son peygamberdir. Ancak Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) varisleri olan Veliler, hak dostları kıyamete kadar devam edecektir. İşte aziz Seydamız merhum Seyyid Muhammed Raşid Erol Hz. sevgili Peygamberimizin varislerinden biri, Veliyi Kebir, Mürşidi Kâmil, hak dostu bir büyüğümüz idi. 1992 yılında Hac gazasını ifa ederken Mekke-i Mükerreme'de Yahya Molla Efendi Hz. ile beraber onüç arkadaş (Ömer Özkan da vardı) Seyyid Muhammed bin El Mekki Hz. ziyaret etmiştik. Kendileri ehl-i sünnet vel cemaati savunan bir maneviyat ve cihat ehli idi. Adeta bir İdris-i Bitlisi idi. Bizlere döndü ve dedi: ''Kardeşim Muhammed Raşid'e selam söyleyin benim için hususi dua buyursun'' (Bu rica ulaştırılmıştır). Seyda’mız dünyada gerçek hürriyetini tadını, lezzetini tadanlardan biri idi. Öyle ya insan, imanı ve ahlâkı derecesinde hürdür. İnsan Allah'a kulluk şuuruna ermedikçe, kula kul olmaktan kurtulmadıkça beşeri münasebetlerde korku ve menfaat çemberini kırmadıkça, ihlâs ve Allah rızasını hayatımızın bütününe hâkim kılmadıkça kısacası Allah'ın ipine sarılmadıkça geçek hürriyete ulaşamaz.
         Mahdumu alîleri Fevzeddin Hz.leri naklettiler: Seyda’mız buyuruyor ki Fevzeddin bir kâğıt kalem getir yaşımı hesap edelim. Hesap ettim. Altmış üç çıkıyordu. Hissettim ki altmış üçü geçmek istemiyordu. Altmış dört dedim. Yanlış hesap ettin bir daha hesap et. Altmış üçü geçmemesi lâzım dedi. Şeyh Ahmet Yesevi Hz. de sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) altmış üç yaşında irtihal buyurdukları için ömrünün altmış üç yaşından sonraki bölümünü çilehanede geçirmişti. Seyda’mız da dünyadan altmış üç yaşında göç etmiştir. Vefatından iki hafta önce Afyon'daki bir sohbetinde ifade buyurdular ki, ''Eğer Hıristiyanlıktan ve yabancı devletlerden korkulduğu kadar Allah (c.c) 'tan korkulsaydı milletçe ve devletçe içinde bulunduğumuz sıkıntılara düşmezdik''
     Kendileri hayatta iken bir mana âleminde sordum: ''Kurban, Türk milletinin ve İslamiyet’in yükselişini milletimize müjdeleyebilir miyiz?
      Türk-İslam medeniyetinin doğuşunu milletimize müjdeleyebilir miyiz?
      MÜJDELEYEBİLİRSİNİZ'' diye cevap buyurmuşlardı.
      Bir Ramazan ayı içinde de sabaha karşı fakir haneyi şereflendirdiler ve şunları ifade ettiler:
    ''Sizler şimdiye kadar Şaban'ın (Büyük bir ihtimalle Şaban Veli Hz.leri olabilir) tasarrufunda idiniz. Şimdi hepiniz benim tasarrufumdasınız'' müjdesini verdiler.
       Dünyada en çok meşakkat çekenler peygamberler, veliler ve onların yolundan yürüyenlerdir. Veliy-i Kebir, Mürşid-i Kâmil Seyda’mız bu gerçekten nasibini almış, sürgünlere, takiplere, suikastlara muhatap olmuş fakat bütün bunlar irşadı engelleyememiştir. Ne mutlu o irşatlardan nasibdar olanlara.”
Kaynak: Kamer Vakfı Bülteni ve Gündüz Gazetesi.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2249/ahmet-er-agabeyimizin-gonul-dunyasi.html