SELAM OLSUN KIYAM, RÜKÛ, SÜCÛD
VE TEŞEHHÜT HALİ YAŞAYANA
SELİM GÜRBÜZER
Namaz bütün zikir çeşitlerini içermesi bakımdan
Miraç özelliği kazanan tek ibadettir. Zira tüm Meleklerin kendine özgü eda
ettikleri ibadet çeşitleri hepsi namaz içerisine kodlanmış durumda. Çünkü meleklerin
kimi kıyam, kimi rükû, kimi sücûd halde ibadet ederler.
TAHRİME
İftitah
tekbiriyle ruh sema’ya yönelir, elleri kaldırmakla ise dünyevi ihtiraslar arka
plana itilir.
Tahrime’den kasıt ‘En büyüksün’
anlamında ‘Allahu Ekber’ demektir. Bu
yüzden tekbir ibadetin olmazsa olmaz şartının ötesinde Allah’la münasebetin ilk
adımıdır. İyi ki de ilk adım atılmış olunuyor, zira akabinde rükûa eğilirken, secdede
yüz sürerken ve kıyama kalkerken Allah’ın yüceliği birçok kez tekbirle dile
getirilir de. Böylece mutlak manada yüceliğin Allah’a ait bir keyfiyet olduğu
bilincine erilir. İşte iftitah tekbiri bu
manada bu cesareti vermeye yeter artar da. Malum, iftitah tekbirinde Allah’u Ekber’in
haricinde; Allah’u Azam, Allah’u Kebir,
Allah’u Celil, La İlahe İllalah,
Elhamdülillah, Subhanellah gibi lafızların söylenmesinde de beis yoktur, hepsi aynı
mana içerdiğinden tekbir hükmündedir.
Evet, namaza Allahu Ekber
lafzıyla başlamak vaciptir. Öyle ki Peygamberimiz (s.a.v) bu lafızla namazını devam
ettirmiştir.
Kim imamdan önce tekbir
alırda imamdan önce tekbiri bitirirse namaza başlamış sayılmaz. Hakeza rükû ve
sücûd tekbirlerini terk etmek veya noksan söylemekse tenzihen mekruh kapsamında
değerlendirilir.
Namaza girişte bir insan ister Arapçasını
söyleyebilsin, isterse söyleyemesin, hangi dilde telbiye getirirse caizdir.
Tekbiri Farsça “Allahu Ekber” getirerek
başlanılsa caizdir. Ancak imameyn bu konuda Arapça tekbirden aciz kalmayı şart
koşmuştur. Şu da bir gerçek Farsça namaza başlamak hususunda İmamı Azam’ın
delili daha kuvvetlidir. Zira namazda aranan asıl kriter zikir ve tazimin (saygının) olması esastır. Yeter ki her
lisan ya da her lafız Allah’ı hatırlatsın bu bile yeter.
Bir kimse Farsça tekbir
getirdiğinde, hayvan keserken Farsça besmele çektiğinde yahut ihrama girerken
Farsça veya herhangi bir dille telbiye getirdiğinde ister Arapçasını
söyleyebilsin isterse söyleyemesin caizdir.
İftitah tekbiri rükû hâsıl için değil, kıyama bitiştiğinden dolayı şart
kapsamında farzdır.
Senâ, kunut, bayram ve cenaze tekbirlerinin
diğerlerinden en ayırıcı özelliği ellerin salınmasıdır. Ki, bu tekbirler zikir
değildir.
KIYAM
Kıyam için
Arafat’ta vakfeye durmak dersek yeridir. Nitekim vakfesiz namazın hakikatine vakıf
olunamaz. İşte böyle bir hakiki kıyama
vakıfla tüm bedenimizi vahyin soluğu sarar da. Derken bir yandan gönüller huzurda
kıyamla durularak tazelenirken, öte yandan bu duruş sayesinde kul olduğumuzun idrakine
varırız.
Anlaşılan Müminin velayeti istikamet üzere
duruş sergilemekte gözüküyor, madem öyle namazı dosdoğru kılın hükmünce hakkın huzurunda
kıyama geçmek gerek. Keza kıyama
geçmekte yetmez huzurda yüz sürmek için secdeye varmak gerek. Besbelli ki huşuyla
huzurda ayakta el bağlamak, rükûa
eğilmek ve secdeye kapanmak suretiyle yüce makamlara yol alınabiliniyor. Böylece
insan göğsünde kodlanmış letaifler bu huşuyla birlikte aslına dönüp nuraniyet
kesb ederde.
Elbette ki huzura çıkıp durmak kolay değil,
bir kere Yüce Allah’ın huzurundasın. Madem Allah kıyamı farz kılmış hakkını
vermek gerek. Kıyamda hakkını verecek farz olan miktar ise;
—Tekbir almak,
—Fatiha okumak,
—Sure okumaktır elbet.
Fatiha
bir bakıma ruhtur. Nasıl ki ruhsuz ceset ölmeye mahkûmsa, Fatihasız amellerde kurumuş meşe odunu misali
kurumaya mahkûmdur. O halde eda edilen amellere ruh katmak gerek.
Nafile namazlarda kıyam vacip değildir, vacip
olsaydı insanlar bunda zorluk yaşayacaklardı. İcabında insanlara bıkkınlık
gelip nafilelerden uzaklaşması söz konusu olacaktı. Nitekim hasta olan kişi
ayakta durmaktan aciz durumdaysa kıyam ondan düşmektedir. Dolayısıyla bu
durumda namaz oturarak eda edilir. Hastanın oturmaya gücü yetmezse namazı sırt
üstü yatarak kılar. Şayet hasta ayakta durmaya gücü yeterde rükû ve secde
etmeye gücü yetmezse en faziletlisi imayla oturarak namaz kılması uygundur.
Çünkü bu durum secde haline daha yakındır.
Kıyam
başlı başına meşru bir ibadet değildir,
ama secde-i tilavet bundan istisnadır, öyle ki secde kıyamsızda meşru
bir ibadettir. Dahası secde asli bir rükündür. Kıyamsa secdeye varış için sadece
bir vasıtadır.
El bağlamak kıyamın
sünnetidir.
Bir
kimse kıyam halinde namaza yetiştiğinde imam kıraate başlanmamışsa subhaneke
duasını okuyabilir. Bazı âlimler; imamın
rükûa varmadan öncede subhaneke okur demişlerdir. Diğer bir görüşse imam kıraati
aşikâre okuduğunda subhaneke duasını terkeder, ama hafi (gizli) durumda ise subhaneke terk
edilmez denilmiştir.
Kıyamdayken imamın önüne geçmemekten kasıt;
ölçeklerinin, yani ayak topuklarını geçmemesidir. Aksi halde namaz bozulur.
KIRAAT
Kıraat; kendi duyacak kadar okumaktır. Dolayısıyla
kendi duyamayacak sesle kıraat okuyuşu kıraat sayılmaz. Kıraatin en aşağı
sınırı kulağa erişecek sesin çıkmasıdır, yani başkasının az işitmesidir, en
fazlası ise yakınında olmayanın, ya da birinci saftakilerin işitmesidir.
Rasulüllah (s.a.v); “Her kim imamla namaz kılarsa imamın kıraatı onun içinde
geçerlidir” beyan buyurmakta. İmama
uyan kimseye kıraat men edilir, okursa kerahaten mekruh addedilir. Çünkü imamın
kıraati tüm cemaati kapsar. Zaten İmamın okuduğunu bilmek namazın
sıhhatine kâfi delildir (Hadis). Bu arada namazda sure okurken sure tertibi ve
vakitlerin konumunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v), Hz. Bilal’a
bir sureden başka sureye atlamayı yasak edip; “Bir sureye başladın mı onu
benzeri üzerine tamamla” diye emir buyurmuştur. Hakeza Hz. Ömer (r.anh) Ebu
Musa el Eşariye gönderdiği mektupta; “Sabah ve öğle namazlarında uzun
sureleri, ikindi ile yatsıda orta sureleri, akşam namazında ise kısa surelerini
oku” diye yazmıştır.
Kıraatten maksat;
—Bir
fatiha,
—Bir
sure veya üç kısa ayet okumaktır, ya da üç ayete tekabül eden otuz harf ihtiva
eden uzun bir ayet okumaktır. Anlaşılan kıraatin farz miktarı bir ayettir.
İmamı Azam’dan bir rivayete görede üç kısa ayet yahut otuz harfi kapsayacak
uzun bir ayet okumak esastır.
Farz
namazların ilk iki rekâtında sure okumak vaciptir, son iki rekâtında okumak tenzihen
mekruhtur.
Besmeleler ayet değildir. Tek başına kılan
biri Fatiha’yla birlikte surelerin başında besmele çekerse iyi olur. Dahası besmele
için Kur’an’dan bir ayettir diyenler olduğu gibi değildir diyenler de var. Bu
hususta ihtilaf var elbet. Yine de Fatiha’yla sure arasında besmele çekilirse
iyi olur. Ebu Hanife okunmasa iyi olur demiştir, ama okursa mekruh sayılmaz
görüşünü de ilave etmeyi ihmal etmemiştir.
Namazda kıraat ve zikirden başka birşeyin
okunması katiyyen yasaktır. Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre ‘Euzu-besmele’ çekmek kıraate tabiidir.
İmam Yusuf’a göre ise subhanekeye tabiidir denmiştir. Sonuçta Euzu-besmele çekmekle
namaza başlamanın ilk işaretini alırız. İmamı Azam ve İmam Yusuf’a göre Fatiha’yla
sure arasında besmele çekmek mutlak surette sünnet değildir görüşündedir. Keza,
“Euzubillahimineşşeytanirracim” demek helâya girmezden önce dahi
sünnettir. Bir adam Kur’an okumak isterse öncesinde euzu-besmele çekmelidir.
İmamı Azam,
namazda kıraatin başka bir dillede olabileceği görüşünden vazgeçip, İmameyn’in
Arapça olması şarttır görüşüne dönmüştür. Fakat iftitah tekbirinde döndüğü
sabit olmamıştır (Bkz. İbn-i Abidin
2.cilt sh. 256).
Bir kimse Farsça Kur’an
okumayı adet edinir yahut Farsça mushaf yazmak isterse men edilir. Ancak bir
veya iki ayet yazmak caizdir. Kur’an-ı Kerim’i yazıp tefsir veya tercümesini de
katarsa caiz olur. Farsça asla Kur’an değildir. Zira şeriat örfünde Kur’an
denilince Arapçası anlaşılır. Malum; Farsça İranlıların dili olup Arapçadan
sonra hem en meşhur, hem de Arapçaya daha yakın bir dildir.
Fatiha bitince imam gizlice ‘âmin’ der. Çünkü Allah Teâlâ Fatiha’yı
bu ümmet için ihsan etmiştir.
Vitir namazında kıraati aşikâre okumak
Ramazana mahsus bir vecibedir.
RÜKÛ
Rükûda sırt mutmain olacak şekilde düzgün olmalıdır.
Öyle ki, rükûa eğilmekle kul, nefsini
yumuşatıp itaat şuuru kazanır, rükudan
secdeye varmakla da itaatte kararlılık tazelenir. Bu yüzden Allah (c.c) rükû
ve secdesi tam olmayan kimsenin namazına itibar etmez, dolayısıyla rükû ve sücut
hali ilahi huzurda eğilip yüz sürmektir, yani tazimde kusur eylememektir.
Rükûdan
sonra beli doğrultmaksızın secdeye varılırsa namaza bir rükû daha ilave edilmiş
sayılır. Niye derseniz gayet açık
biraz eğilmek rükûdan sayılır. Malum, kambur olan kişinin rükûsu da başını
eğmekle gerçekleşir. Bunun da nedeni gayet açık, kambur hali rükû sayılmaz.
İmama rükûda yetişen her kimse tek tekbirle
hemen rükûa varmalıdır. Böylece bu alınan tek tekbir hem iftitah, hem de rükû
tekbiri yerine geçer.
Tek
başına namaz kılan bir kişi rükûdan doğrulduktan sonra tesmî ve tahmîdi bir arada
ifa eder. Ama İmamla kıldığında öyle değildir, sadece tesmî ile yetinir.
İmameyn buna gizlice tahmidi de katmalı demiştir. Tahmîdin en efdali ‘Allahümme
Rabbena lekel hamd’dir, orta hali ‘Rabbena
lekel hamd’ denilmesidir.
Ulemanın
rükû ve secdede okunan tespih için üç kavli mevcut olup; Tesbihin üçten az
bırakılması mekruh olduğunu beyan edenler olduğu gibi üçten fazlası ya da tek
sayıda bitirmek şartıyla beş, yedi veya dokuza kadar çıkarılmasının müstehap
olduğunu belirtenlerde var. Ancak üçten fazlası tespih imamın dışındakiler içindir.
Şayet bu duruma imam da dâhil olursa cemaate bıkkınlık hali vereceğinden
uzatılmaz deniliyor. Tabiî ki tüm bu görüşler delil yönünden değildir. Tercihe
şayan olanın tespihi getirmenin vacip olmasıdır.
SECDE
İnsanın
yüzü Cemalullah’ın aynası hükmündedir. O ayna mahlûka yönelirse maazallah hayvani
vasfa bürünme riski söz konusudur. Madem öyle, o ayna hep Allah’a yönelmeli ki
hem kendi ruhumuz aydınlansın, hem de bütün âlem nasiplensin. Dolayısıyla
yüzümüzü Allah’a çevirmek mecburiyeti var, yüz secde ettiğinde alınlarda secde
pırıltıları gerçekleşir bile. Böylece
secde sayesinde kalpler pirüpak, yüzler ak olur. Kâinatta her ne varsa secde
için vardır. Zaten secde hali hayatın nişanıdır. Nitekim Allah (c.c) bu hususta;
“Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır” (Fetih, 29) buyurmuş bile. İşte bu ayetin sırrına erenler secde sayesinde
Miraç’a yükselir de. Ne mutlu alnı pak olanlara ki edeple vardıkları miraçtan lütufla
döndüklerinde yeryüzüne secde halde kapanırlar. Ve kapandıkları o secde iz sayesinde
cennet yurdunda sonsuza dek emniyet içinde kalırlar da. Öyle ki, şeytana
secdeden daha ağır gelen bir şey yok. Kul’un öyle Allah’a en yakın anı secde
hali o kadar net açık ki, Kur’an’da; ‘secde et yaklaş’ hükmü bunu teyit ediyor. Anlaşılan secde hali
bambaşka bir hal, düşünsenize secde
anında kalbe her ne geliyorsa bilin ki şeytandan değil. Malum kalbe
gelen haller;
—Ya
Mevla’dan,
—Ya Melekten,
—Ya da nefisten gelir. Dahası şeytan secde
halinde bulunandan hep kaçar. Böylece insan bir rükû, iki secde olmak üzere
toplamda üç kez nefsine galip gelerekten itaate geçebiliyor. Yeter ki rükû ve
secdenin hakkı verilsin. Bu yüzden Allah Teâlâ rükû ve sücudu tamam olmayan
kimsenin namazına itibar etmez. Belli ki secde, Allah’a teslimiyet ve huzurda huşu
haline aracılık ettiği içindir kutsi addedilir. Bilhassa Kuranı Kerimde; “Yüzlerine nimetin parıltısını tanırsın” (Mutaffifın, 24) ayeti mucibince ve “Bir
takım yüzlerin ağardığı gün” (Al-i
İmran, 106) ayet-i hikmetince o yüzler melekleri bile imrendiren bir
yücelik kazanır. Öyle bir yücelik ki yüzümü
sürsem izine dedirtecek derecede insanı kendinden geçirir de. Zaten
“Beni hatırlamak için namaz kıl” (Taha, 14) fermanı bunun içindir. Kelimenin tam anlamıyla secdeyle
tüm sahte mabutlara meydan okunup Allah’ta hürriyeti tatma hali elde edilir.
Kaldı ki bir kimse Allah’tan başkasına secde etse kâfir olur, ama kıyam böyle
değildir. Secde aynı zamanda tevazu halidir. Nitekim alnı yere koymakla hiç
olduğumuzu idrak ederiz. Bu da yetmez kalp huzur bulur da. Bu yüzden tazimle, Allah
için heybet, recâ ve hayâ perdesine bürünmek vasıflarına haiz olunup, bunlar
namaza ruh veren öğeler olarak nitelenmiştir. Meğer alnı kıymetli kılan sadece
alın teri değilmiş, bunun ötesinde taşa, toprağa, seccadeye değen alında paha
biçilmez bir kıymettir. Hatta Kur’an’da zikredilen;
“Yüzlerine nimetin parıltısını tanırsın” (Mutaffifın, 24) ve “Bir takım yüzlerin ağardığı gün” (Al-i İmran,106) ayetleri hikmetince, o yüzlere melekler bile âşıktır. Zira o
alınlarda secde izleri vardır.
Secdenin en mükemmel şekli yedi kemik üzerine eda
edilenidir, yani iki el, iki diz, iki ayak ve bir alın ile birlikte uygulananı makbuldür.
Secdeye varıldığında önce iki diz, sonra eller, akabinde alın konulmalıdır.
Secdeden doğrulurken de tam tersi sıralama takip edilir, yani önce alın, sonra eller, daha sonrada
dizler devreye girer. Bir başka ifadeyle, secdede evvela alın konur daha sonra
burun konulur kavline itimat edilir. Tercih edilen görüş gereği de secdede
alnın azda olsa bir kısmını yere koymaktır (farz),
ekserisini koymak vacip hükmündedir. Dahası secde de yüzün bir kısmını yere
koymak esastır. Secdede vacip olan hüküm alnın ekserisinin yere konmasıdır,
yani buna burun da dâhil olup, çene ve yanak hariçtir. Şayet secdede burun yere
konur, alın konmazsa sadece keraheten
caiz olur. Alın yere konulduğu halde,
burun konmazsa caizdir, ama özrü yoksa mekruhtur. Oldu ya alın ve
burunda secde etmeye mani bir özür varsa bu kez ima ile secde edilir. Keza kalabalık
bir durum veya başka bir özür söz konusuysa dizler üzerine secde edilmesinde
mahzur yoktur. Hatta zarurete binaen kalabalık bir cemaatle namaz kılanların
birbirlerinin sırtına secde etmesi de öyledir.
Secde halinde yerin sertliğini duymak gerekir.
Bu duruma mani herhangi pamuk türü yumuşak eşyaya secde etmek caiz değildir.
Mesela pamuklu bir şiltede secdenin caiz olması için secdenin sertliğini hissetmek
şarttır. Sadece eşya mı, elbette ki hayır,
mesela hayvan üzerinde secde caiz değildir.
Secde
de ayaklarının sadece bir parmağının yere konmasıyla farz gerçekleşir. Ayak
parmaklarını velevki birtanesi olsun kıble yönüne doğru yere koymak farzdır.
Secde ederken iki ayağın parmakları yerden kesilse namaz caiz değildir. Dahası
secdede ayakları yere koyma hususunda üç rivayet vardır:
—Ayakları yere koymanın farz olduğu görüşü,
—Vacip olduğu görüşü,
—Sünnet
olduğu görüşüdür. Hanefilere göre ayakları yere koymak sünnettir. Bu da yetmez secdede
topukları birbirlerine yapıştırmakta sünnettir. Nitekim ulema topukları
birbirine yapıştırmayı secdeye has bir durum olduğunu beyan etmişlerdir.
TEŞEHHÜT
Aslında;
Tahiyyat insanlara Rablerinden selamdır. Bu yüzden Resulü Ekrem (s.a.v); ‘Kul; es-Selamü aleyna ve ala
ibadillahis-salihin dediği vakit bu selam yerde gökte Allah’ın her salih kuluna
ibadet eder’ diye beyan buyurmuştur.
Teşehhütten
maksat tahiyyatı ‘...Eşhedu Enla İlahe İllallah ve Eşhedu Enla Muhammedin Abduhu
ve Rasulu’ye kadar okumaktır, şeklen ise sol ayağını yatırıp sağ ayağını
dikerek oturmaktır. Zira Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.v) teşehhütte sol
ayağını yatırır, sağ ayağını dikerdi. Bu arada unutmamak gerekir ki son
teşehhütte salâvatları okumak sünnettir.
SALÂVAT
Ulemamız
salâvatın ömürde bir kez olsun zikredilmesinin farz olduğunu söylemişlerdir. Hatta
namaz içi veya namaz dışı fark etmez, hüküm budur.
Peygamberimizin kendisine salâvat
getirmesi vacip değildir. Çünkü “Ey iman edenler!” hitabı O’na
şamil değildir. Ancak Allah Teâlâ’nın; “Ey
İnsanlar! Yahut Ey Kullarım!” gibi hitapları bunun hilafınadır.
Salâvat getirmenin faydası Peygamber’e
değil sadece salâvat getirene aittir. Dolayısıyla salâvatı bir ibadet
titizliğiyle terk etmekte fayda vardır. Her
şeyden öte salâvat Allah’a yakınlaştırır.
Teşmiye
ancak aksıran kimse ‘hamd’ ederse vacip olup, karşılığında ‘Yerhamükellah’
diye icabet etmek gerekir. Bir kimse üçden fazla aksırırsa artık ona teşmitte
bulunulmaz.
Peki, salâvat hangi durumlarda güzeldir
derseniz;
“ —Kamette,
—Bir yere toplanırken ya da dağılırken,
—Abdest alırken,
—Kulak çınlarken,
—Bir
şey unutulduğu zaman,
—Vaaz ve ilim sohbeti yaparken,
—Resulü Ekremin kabrini ziyaret ederken,
—
Duanın başında ortasında ve sonunda,
—Müezzine
icap ettikten hemen sonra,
—Sual
ve fetva yazarken,
—Mescide girip çıkarken vs. salâvat getirmek
güzeldir (müstehap).
Bir ticaretçi bir elbiseyi açarda onun
güzelliğini müşteriye bildirmek için Allah’ı tesbih eder yahut salâvat
getirirse mekruh olur.
Büyüklerden
biri meclise girdiğinde salâvat getirilirse bu hoş karşılanmaz. Dolayısıyla
Büyüklerden biri meclise geldiği vakit kendisine yer verilmesi veya ayağa
kalkılmasını temin için tesbih etmek ya da salâvat getirmek men edilmiştir. Keza;
—Cinsel ilişki esnasında hacette bulunmak,
—Satılan malın meşhur olması durumunda,
—Hata yapıldığı zaman,
—Birşeye şaşmak durumunda,
—Hayvan keserken,
—Aksırmak vs.” gibi durumlarda salâvat
getirilmez denilmiştir.
Teşmiye ancak aksıran kimse ‘hamd’ ederse
vacip olup, karşılığında ‘Yerhamükellah’ diye icabet etmek gerekir. Bir
kimse üçten fazla aksırırsa artık ona teşmitte bulunulmaz.
Peygamberimizin
adı anıldığında mutlaka salâvat getirilir. Fakat Kuran okunurken salâvat
getirilmez, ama okuma bittikten sonra salâvat getirilmesi daha uygundur. Zira
Kur’an okunurken dinlemenin vacip olması dolayısıyladır.
Allah Resulü;
“Her kim bana bir salâvat getirirde kabul olunursa Allah o kimsenin seksen
yıllık günahını afv eder. Çünkü salâvat getirmek yapılacak duanın kabulüne
vesile olur” diye beyan buyurmuştur. Hakeza “Cimri, ben yanında anılıp ta bana salâvat getirmeyen kimsedir”
hadisi şerifi, hadisi okuyan için değil, işiten içindir.
Delailü’l Hayrat’ın birinci faslında Ebu
Süleyman Darani; ‘Her kim Allah’tan hacet isteyecekse Peygambere çok salâvat
getirsin sonra hacetini dilesin ve maruzatını salâvatla bitirsin. Zira Allah
her iki salâvatı kabul eder. Aralarındaki duayı bırakmayı keremine yakıştırmaz’
der.
Cennet
Mekân Abdülhamit Han Peygamberimizin bastığı toprağın yüzü suyu hürmetine, o
rahatsız olmasın diye Medine istasyonunun raylarının altına keçe döşetmiştir,
işte Peygambere hürmet edebi budur.
Amentüde
peygamberlere iman hususunda tümünün adını belirlemek zorunluluğu yoktur, bütün
Peygamberlere iman ettim evveli Âdem, ahiri Muhammed Mustafa (s.a.v) demek kâfidir.
Zira bütün peygamberlerin sayısını bilmek mümkün değil. Peygamberimize salatü
selam etmekle aslında tüm Peygamberleri de selamlamış sayılırız. Kaldı ki O; tüm peygamberlerin en kıymetlisidir.
SELAM
Malum;
Miraçta Efendimize; ‘Ey Resulüm bütün
selam rahmet ve bereketim senin üzerine olsun’ dendiğinden, tahiyyat bu
selama vesile olan oturuş olmuştur.
Selam esenliktir ve selam kalpleri yumuşatır
da.
Es-Selam ismiyle dünya işine koyuluruz, bu
ismin yüzü suyu hürmetine bereketleniriz de. Yüce Allah sıkıntılarda selamete
geçmemizi murad eder hep. Dünya nasıl ki; anne karnına göre bir selamet ise,
cennette dünyaya göre esenliktir. Bu yüzden gerçek anlamda Dar’us selam
cennettir. Rasulullah (s.a.v); ‘Selamı aranızda yayın (Müslim) buyurmakta, yine Efendimiz (s.a.v)
buyurdular ki; Herhangi biriniz bir kardeşiyle karşılaştığında ona selam
versin, (giderken) aralarına bir ağaç, bir duvar yahut bir taş
girerde tekrar karşılaşırsa bir daha selam verin.’ (Ebu Davud)
Namazda selam verirken ‘ve berekatühü’ kelimesini ilave etmek gerekmez, aksi takdirde bidat
olur. Sünnet olan ‘es-Selamü aleyküm ve rahmet-ül-ilah’ dır.
Namazda selam verirken de niyet edilir. Fakat
bugün birçok insan bundan bihaberdir. Öyle ki fukahadan başka niyet eden
kalmamış gibi durum var ortada. Cemaat halinde isek, birinci selamımızı niyet
ederiz, yani sağ omzumuza başımızı çevirdiğimizde cemaatı, hafaza meleklerini
ve imamı selamlarız, doğrusu da budur. Namaz çıkışında ise selam vermekle
iyilikleri yazan meleklere ve diğer meleklere, müminlere hatta cinleri
selamlarız, böylece selamlamakla aralarına da dâhil olmuş oluruz.
Namazda selamı eliyle almak mekruhtur.
Bu yüzden Selam;
—Namaz kılana,
—Kur’an
okuyana,
—Zikir edene,
—Hadis
okuyana, hatibe,
—Fıkhı tekrar
edene,
—Hüküm vermek için
oturan hâkime,
—Fıkhı konuları
müzakere edenlere,
—Kamet getiren
müezzine,
—Müderrise,
—Santraç
oyuncusuna,
—Kâfirlere,
—Avret yeri
açık olana,
—Abdestini
bozana vs. selam verilmez, aksi takdirde günahkâr oluruz. Fıskını ilan eden
fasıka da selam vermek mekruhtur. Hakeza selam;
—Şarkıcıya,
—Şakacı
ihtiyara,
—Gevezeye,
—Sövene,
—Ecnebi
kadınlara bakanlara,
—Güvercin
uçurana vs. tüm bunların tövbe ettikleri bilinmedikçe selam verilmez.
Kâfire selam vermeyi terk
et, ama ihtiyaç söz konusu olduğunda verilirse mekruh değildir.
Şehvetten emin olmak kaydıyla
ihtiyar kadınla musafaha yapılabilir.
Velhasıl; Selam olsun tüm
mazlumlara, selam olsun Allah için mücadele verenlere, selam olsun nefsi ile
mücadele edenlere, selam olsun itaat edenlere.
Vesselam.
Faydalanılan
kaynaklar: İbn-i Abidin, İslam Fıkhı
Ansiklobedisi (Prof.Dr. Vehbe Zuheyli), İslam İlmihali (Ömer Nasuh’u Bilmen).