31 Ekim 2016 Pazartesi

VACİPSİZ NAMAZ TAM OLMAZ Kİ

    
 VACİPSİZ NAMAZ TAM OLMAZ Kİ

SELİM  GÜRBÜZER

         Mecburiyetine binaen veya yerine getirilmesi gereken bir dini vecibe denildiğinde ister istemez aklımıza vacib gelir. Dolayısıyla vacip eda edilmediği takdirde hem emr-i ilahiye muhalefet hem de büyük günah işlenmiş sayılır. Zaten fıkıh kitaplarında vacip şöyle tarif edilir; sübut yönünden kesin, fakat delalet bakımdan zannî olan delile dayanan (pek kuvvetli bir delil ile sabit) emirlerin terki caiz olmayan yükümlülüktür. İşte bu noktada vitir ve bayram namazları yükümlülüğün en tipik misalini teşkil ederler. Ve mezhep imamız İmamı Azam vitir namazının vacip olduğunu beyan buyurmuşta.
        Malum; namazın vaciplerini yerine getirmekle eda edilmiş farzların noksanlıkları giderilip tamamlanmış olur da.  Şu da bir gerçek; namaz içinde vacibin terkiyle namaz bozulmaz, yine de sehiv secdesi gerekir. Şayet vacip bir namaz kasten terk edilirse yeniden kılınması şarttır. Kaldı ki farzın kazası farz, vacibin kazası vacib, sünnetin kazası sünnettir. Ancak burada vacip olmayan namazlara mecazî anlamda kaza denmektedir. Zaten nafileye hakiki eda denilmesi bu yüzdendir. Nasıl ki öğlenin ilk sünnetini kılana sünneti eda etti deniliyorsa,  bundan hareketle öğlenin ilk sünneti farzdan sonra kılındığında kaza edilmiş sayılır. Çünkü sırasında kılınmış değildir, velevki vakit çıkmamış olsun.   
        Namazın vacipleri:
         —Namazın farzlarını sırasıyla eda etmek veya tertibe uymak vaciptir. Bir başka ifadeyle rükûnlarda; yani tekbir, kıyam, kıraat, rükû, sücud ve kade-i ahir sıralamasını tertip üzere yerine getirmek vaciptir. Elbette ki tertip sadece rükünlerde değil, kıraat içinde geçerlidir. Nitekim Kur’an surelerini tertip üzere okumakla kıraatin (tilavetin) vacibi yerine getirilmiş olur. Bu hükme rağmen bir kimse tertip dışı kıraat okursa sehiv secdesi gerekmez. Ancak şu var ki, namazın ilk iki rekâtında mutlaka farz kıraatin yerine getirilmesi vaciptir. Aksi takdirde namazın iadesi  (yeniden kılınması) lazım gelir.  Tabii bu hükmünde istisnası var. Şöyle ki daha henüz Fatiha’yı öğrenmemiş durumda olan bir kimse için namazı iade etmesi gerekmez. Ama denilebilir ki, bu konuda Rasulullah (s.a.v)’in ‘Fatiha’yı okumadan namaz kılmak geçerli değildir’  beyanı var, buna ne demeli. Doğrudur böyle bir hadis var, ama Hanefiler bu hadis-i şerifin  ‘Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun’ ayetini nesh edecek güçte bir hadis olmadığını belirtmişlerdir. Dolayısıyla bu ayetin hükmü ile amel etmek lazım gelir.
         Bu arada belirtmekte fayda var, gerek namaz içinde olsun, gerekse namaz dışında olsun fark etmez, her halükarda Kur’an’ı dinlemek vaciptir. Ancak Kur’an’ın pazar ve işyerlerinde okunması uygun değildir. Zira bir kısım ulema, şayet bu tip yerlerde okunursa; okuyan kişi hürmetini yitirir demişlerdir. Keza hutbe esnasında cemaatten birine cevap vermekte öyledir. Her iki durumda, yani hem soran, hem de cevap veren cumaya olan hürmetini yitirmiş olur. Zira hutbeyi konuşmaksızın pür dikkat dinlenilmesi vaciptir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v); “İmam hutbe okurken arkadaşına sus dersen batıl konuşmuş olursun” buyurmuşlardır.
        —Üzerinde suret (resim) bulunan elbiseyle namaz kılınmaz. Niye derseniz, gayet açık, bir kere o kimse üzerinde put bulundurmuş sayılır. Şayet o kıyafetle kılınmışsa o namazın iade etmek vaciptir, yani tekrarı gerekir.        
        —Namaza başlarken ‘Allahü Ekber’ demek vaciptir.
        — Fatiha suresinin çoğunu terk etmekle sehiv secdesi gerektirir. Buradan şu anlam çıkar; Fatiha’nın hepsi değil, çoğunu okumak vaciptir.
        Malumunuz farz namazların ilk iki rekâtında fatiha okumak vaciptir, son iki rekâtında Fatiha okumak ise sünnettir. Dolayısıyla bir kimse Fatiha’dan önce zammı sure okursa sehiv secde lazım gelir. Keza Fatiha’yı okuyup akabinde başka sure okumadan ikinci kez Fatiha okumakta öyledir. Ancak Fatiha’yı bir kez zammı sûreden önce, bir kez de zammı sûreden sonra okunduğunda sehiv secde gerekmez.  Ancak esas geçerli hüküm Fatiha’yı zammı sureden önce okumaktır.
        —Farz namazların ilk iki rekâtında zammı sure okumak vacip olup son iki rekâtında okunduğunda tenzihen mekruh olur. Ancak vitir ve nafile namazların her rekâtında okumak vaciptir. Meşhur olan kavle göre kıraatın (farz olanın) ilk iki rekâta bağlı kılınması esastır.
       —Nasıl ki gece namazlarını cehri, yani sesli (tek başına kıldığında dilerse sessiz) okumak vacipse,  gündüz namazlarını da hafi, yani sessiz okumak vaciptir.
        Gece namazları üç sacayağı üzerine bina edilmiş olup bunlar “sabah-akşam-yatsı” vakitleri olarak bilinir.   Malum,  bu vakitlerde tek başına kılındığında ister sesli olsun, ister sessiz olsun fark etmez her iki halde kılınmasında bir beis yoktur. Fakat gündüz kılınacak öğle ve ikindi namazları bundan istisnadır, yani sessiz okunması vaciptir. Şayet sabah, akşam ve yatsı cemaatle kılınıyorsa imamın ilk iki rekâtlarında cehri okuması vaciptir. Hakeza cuma, bayram, teravih namazının tüm rekâtlarında aşikâr okunması da vaciptir.    
      —Cemaat olunduğunda Fatiha ve zammı sureyi dudak kıpırdatmamak, ya da içinden de olsa okumamak vaciptir, yani imamın okuyuşuna tabii olmak vaciptir.  Nitekim imamın kıraati cemaatin kıraati demektir.  
       —Vitir namazında kunut tekbiri alıp kunut duası okumak vaciptir. Zaten kunuttan maksat duadır. Dolayısıyla ihtiyaten vitrin her rekâtında zammı sure okumak vacip olur.
      —Secde yaparken alnı ve burnu yere koymak vaciptir. Tabii burada alnı ve burnu yere koymaktan maksat alnın ekserisini koymaktır.  Hakeza iki secdeyi ardı sıra eda etmekte vaciptir.
— Nasıl ki teşehhüt hali oturmayı gerektirdiğinden vacipse, ilk oturuşta ki tahiyyat sonrası kıyam hali de ayağa kalkmayı gerektirdiğinden bu da vaciptir. Madem üç ve dört rekâtlı namazlarda birinci oturuş vacip,  o halde son oturuşta sehven (yanılarak) ayağa kalkıldığında sehiv secde yapılması lazım gelir.
      —Namazların her oturuşunda tahiyyat okumak vacip olmakla beraber  ‘...eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammmeden âbduhü ve resuluhu’ya kadar oturmanın farz olduğu malum.
      — Esselam demek vacip olup, ekseri fıkıh imamlara göre namazdan tek çıkışlı selam da kâfidir denilmektedir.
      —Tadil-i Erkan’a riayet konusu İmam Yusufa göre farz, İmamı Azam ve İmam Muhammed’e göre vaciptir.  Yine de bizler ihtilaftan kurtulmak adına namazı yeniden kılmakta yarar var.
     —Namaz içerisinde okunan secde ayetinden dolayı tilavet secdesinde bulunmak vaciptir.
     —Vaciplerin her birini yerinde eda etmek vaciptir, hakeza sonraya bırakmamakta öyledir.     İşte bu hükümden hareketle, namazın vaciplerini kasten terketmekle o namazı tekrarlamak icap eder.
                  Velhasıl, Risale-i Nur hakikatlerinde dile getirilen;  imkân vacipsiz, kesret vahdetsiz, infial de failsiz olmaz ya, aynen öyle de, vacipsiz de namaz tam olmaz ki.
          Vesselam.
Faydalınılan kaynaklar: İbn-i Abidin,  İslam Fıkhı ansiklobedisi (Prof.Dr. Vehbe Zuheyli), İslam İlmihali (Ömer Nasuh’u Bilmen)

      


30 Ekim 2016 Pazar

YUSUF YÜZLÜLER

YUSUF YÜZLÜLER
 SELİM GÜRBÜZER

            Yusuf yüzlülük; tâ çocukluk dönemlerinden bugüne süre gelen bir tutku selidir. Hele bir insan böylesi tutkuyla Yusufiye halkasına dâhil olmaya bir görsün buram buram kardeşçe hasret giderilip kana kana huzur bulur da.
            Hiç kuşkusuz İslam’ın doğuşundan bugüne çağları aydınlatan ‘Ay doğdu Nur-u A’zam-ı Nübüvvet Yüz’ Yusuf Yüzlülerin alnında bir başka tecelli etmiştir hep. İşte bu yüzdendir ki Yusuf yüzlülüğü kendini Mevlâ'ya adayıp vuslata ermenin adı olarak biliriz. Nasıl öyle bilmeyelim ki, Yusuf yüzlüler İlây-ı Kelimetullah davasına gönül vermişliğin iştiyakıyla demir parmaklıklar arasında seyre daldıklarında pembe şafakların doğacağı muştusuyla tüm gönüllere ışık olmuşlardır.  
            Şurası muhakkak korkak ve ürkek yüreklilerle dikenli yollar asla aşılmaz,  dikenli yollar ancak Yusuf yüzlülerle aşılabilir. Yusuf yüzlü olmak için mutlaka kuyu gölgesinde Sabr-ı cemil olmak gerekir. Zira Yusufiyeler Hakk ve hakikatin tecelli ettiği taş medreselerdir.  İyi ki de taş medreselerde büyük bir metanet ve sabır sergileyerek halka kurup ışık olmuşlar. Bu sayede taş medrese Yusufiyeler’de alınan her nefes ‘huş der dem-nefesini boş yere tüketmemek’ olur, her tefekkür ediş rabıta-i şerife olur, her lahza kelam da  ‘mektubat’ olur. Daha da ötesi her bir Yusuf’ça haslet güvercin kuşun kanadında ebediyete kanatlanan bir ferman olur da. Derken Yusufiye burçlarından kanatlanan her bir ferman ilmel yakin, aynel yakin ve hakkel yakin mertebeler eşliğinde âlem-i emre doğru aktıkça tüm mahzun gönüllere ayna olur.
          Hani Yunus der ya “Bir ben var,  birde benden içeri” diye, aynen öyle de Yusuf yüzlülerde demir parmaklıklar arasında “Yüceltip tuğları Fisebilillah, değiştir çağları Fisebilillah"  diye içtenlikle haykırdıkları çağrılarla, tüm yanık gönüllere diriliş muştusu olarak adından söz ettireceklerdir. Nasıl diriliş muştusu olmasınlar ki,  bikere âlem-i emirde yankılanan her bir çağrı sıradan çağrı değil ki, bilakis Taş Medrese-i Yusufiyeler’den salınan letaif-i sitte (altı latife) nur çağrılardır. Ve bu çağrılara ancak çağlar ötesi Yusuf yüzlü can yüreklere mest olup icabet eder. Diğerleri malum fani şeylere talip oldukları için yufka yüreklilerin bu çağrılara icabet etmesi beklenmez. Çünkü şeb-i arus yolunda seyr-i âlem eylemek yürek ister, nasıl icabet etsinler ki.  
           Evet, çağın çilesini sadece Yusuf Yüzlü olanlar sırtlayabilir. Her ne kadar çağın çilesini yüklenip bir takım şer odaklarınca hor görülseler de, onların halisane gayretlerini kul bilmese de Halik biliyor ya, bu yetmez mi?  Ferman yücelerden böyle inmiş zaten, çağın çilesini yüklenmeye mecburdular da. Zira Peygamber kavlince dile getirilen bu fermanda: “Güneşi sağ elime,  ayı da sol elime verseler yine de bu davadan vazgeçmem”  böyle buyrulur.  Madem Peygamber kavli bunu gerektirir, o halde Yusuf yüzlülere de ‘Emrin olur Nebi Sultanım, ferman başım gözüm üstüne’ demek düşer. Bu yüzden her bir Yusuf yüzlü hiç kimsenin kınayanın kınamasına ve dedikodusuna aldırış etmeksizin inandığı Hak dava uğruna ölümüne sadık kalmak için var oldular. Yani,  ucunda ölümde olsa inandığı ulvi davadan asla vazgeçmem diyecek bir duruştur bu.  
           Yusuf yüzlülük adı üzerinde kuyu gölgesinden ötelere uzanan Nur yüzlülüktür. Hele kuyu gölgesinden süzülen ‘Yusuf Yüz Işık’ Veda tepesinden gün yüzüne çıkmaya görsün bu kez’ Nur-u A’zam-ı Nübüvvet Yüz’ (Ay doğdu yüz)  olarak belirir. Böylece Yusuf Yüzlüler alınlarında parlayan Ay Doğdu Nur Yüzlülükle İlay-ı kelimetullah aşkına Bedrin Aslanı kesileceklerdir. Derken Şairin “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi” gerçeği bu kutlu Kervanda tüm haşmetiyle tezahür eder de.
            Evet, bu öyle bir kutlu kervandır ki,  kervanın koyulduğu dikenli yolda kan aksa da acı hissedilmez. Değil dikenin acısı, Yusuf Yüzlüleri ateşe atsalar ne olur ki, o ateş İbrahim (a.s)’ın Gül bahçesi olacağı muhakkak. Yeter ki Yusuf Yüzlünün özünde var olan aşk mayasını bozulmasın bak o zaman o dikenli yollar kılıçtan keskin kıldan ince sırat köprüsünden cennete geçiş yol güzergâhı olur bile. Hatta dünyada iken kurşun kurşun üstüne yediği o yaylım ateşler sırat köprüsünden varacağı cennetin Kevser havuzunda ferahlık ve esenlik kaynağı bir ikram olur da.  Madem öyle,  aşk deyip geçmemek gerekir. Öyle ki,  Yusufiye burçlarından sevda kuşun kanadında salınan her aşk name yüreklerde seyri âlem eyledikçe bu aşk kıyamete dek tükenmez de. Bakınız, Mecnun, ‘Leyla, Leyla’ diye çöllere düşüp sonunda kendini Mevla’da buldu, Ferhat’ın o müthiş aşkı karşısında dağlar dayanamayıp Şirince yol verdi bile.  İşte aşk böyle bir şeydir, nasıl tükensin ki.  
            Peki ya Aslı ile Kerem! Malum onlarda eceli şerbetle karşılayan âşıklardan. Zaten eceli şerbetle karşılayıp kana kana yudumlayan can yürekler ancak vuslata ermekte. Allah’a çok şükür ki vuslata erme yolculuğunda Mevlana’ca, Ferhat’ça ve Kerem’ce hislerle hareket eden sevda yürekli Yusuf Yüzlü Alperenler de ecele şerbet diyenlerden. Bu yüzden eceli sevdasıyla, canıyla, kanıyla, ilmiyle şerbetleyenleri anlatmaya güç yetmez de.  Düşünün ki dil bile dilini yutup tutuk kalırken akılda firar edip karaya oturacaktır. İşte böylesi bir aşkın gözyaşı karşısında akıl firar etmişken dil tutuk kalmış çok mu?  Sakın ola ki bu anlatılanlardan aklın firar etmesi de ne oluyor diye şaşmayalım.  Hem şaşılacak ne var ki, besbelli ki insan aklını aşan sırrı âlem söz konusudur. Aslında şaşa kalacağımıza bu sırra vakıf olmak için Yusufiye kapısına varmak en iyisi.
           Evet, ister Dergâhlar olsun, ister Taş Medrese-i Yusufiyeler olsun fark etmez Mevlana’ca ‘Ne olursan ol yine gel’ çağrısıyla,  Yunusça ‘vardan öte, yoktan öte’ özümlemiş duygularla varmak gerekir. Varalım ki Dergâhların ve Yusufiyelerin feyzi bereketi üzerimizden eksik olmasın.            
             Sanmayın ki ülkeleri fetheden kılıçtır, asıl fetih sevgi ve aşkta gizlidir.  İşte bu nedenle Allah kendi yolunda aşkla şevkle nefsiyle mücâhede edenlerden çok razıdır,  o halde gelin hep birlikte ‘Yaradılanı sev Yaradandan ötürü’  şiarınca gönül fetih için baş koyalım. Kin ve nefret tohumu serpilmiş yollarda kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Yusufiye yolu varken çıkmaz sokaklarda kaybolmakta nedir. İşte bu noktada Yusufiyeler ruhunu kaybetmiş olanlara derman olmak için vardır. Dahası mazlumların ahu figanını dindirmek için hazır nefer gibidirler. Derken bu güzel duygular eşliğinde 'Halka hizmet Hakka hizmet'  düsturunca zalime korku mazluma umut olmak için yola koyulmak en güzeli.  Çünkü Mevlâ’ya aşkla şevkle bağlanmak bunu gerektirir.
           Yusuf yüzlülük, kendi ten kafesimizde cananı arayıp İlây-ı Kelimetullah aşkıyla yanmaktır. Zaten Yusuf yüzlü olmak diye bir dert tasamız varsa,  tez elden Yusufiye soluğunu soluklamak gerek,  öz kodlarımızla buluşmak için buna mecburuz da. Bakın, o Ay Doğdu Nur Yüzlü Yusuflar bizim için yedi kat göklerde dolaşırken seher vaktinde ‘Allah, Allah’ zikriyle ötüşen bülbül kuşlar eşliğinde uykuya daldığımız baş yastığımızda  “Gaflet uykusundan yırt yakanı, eyle figan '' diyerek uyanmamız için çırpınıp durmuşlar habire.  İşte onlar bizim uyanmamız için çırpınıp dururken, nasıl olurda biz böylesi bir ahde ve vefa karşısında kayıtsız kalabiliriz ki.
           Gerçektende öyle bir haldeyiz ki ahde vefa hak getire. Bize ne haller olduysa makamlar mevkiler bir anda ahde vefayı çoktan rafa kaldırdı. Artık çıkar ilişkileri pragmatist yaklaşımlar biricik değer olmuş durumda. Geçmişte eksik ya da fazla en azında uğruna baş koyacağımız bir idealimiz vardı, insanlarla hem hal olup derdine derman olmak vardı,  mazluma umut zalime korku vermek vardı. Peki ya şimdi!  Maalesef şimdilerde idealist insanı aptal yerine koyuyorlar, davada neymiş gülüp geçiyorlar. Varsın gülüp geçsinler, biz yine de alay edenlerin alay edişine aldırmaksızın yolumuzu yol bilmek gerekir.  Aksi halde işler daha da rayından çıkıp, Allah korusun üzerimize leş kargaların üşüştüğü zindan ülke konumuna düşeriz. 
            Düşünsenize koyun bile koyunluğuyla seher vakti uyumazken, diriliş muştusu nesil nasıl uyuyabilir ki. O halde daha ne duruyoruz,  seherde şakıyıp ötüşen bülbül kuşların Yunusça “Çıkmış İslam bülbülleri. Öter Allah deyu deyu”  zikir sesleri eşliğinde yeniden uyanışa geçme zamanıdır.  Bakın ecdadımız koyundan aşağı kalmamak için erken yatıp erken uyanmışlar. İşte ecdadımız bu uyanık kalma sayesinde tarih boyunca medeniyetten medeniyete koşmuşlar da. Yetmedi ikindi ve yatsı vakitlerinde Hatme-i Hacegan halkasında halka olup Allah’a (c.c.) abd (kul) olmanın idrakiyle gece ve gündüz hep iri ve diri kalmışlardır. Sadece zikir halkasında mı pervane oldular, hiç kuşkusuz kurdukları sohbet halkasında yarenler meclisi oldular da. Ecdadımız biliyordu ki zikir neyse fikirde odur. Fikir sohbetle anlam kazanıyordu çünkü. İşte bu yüzden Dervişin fikri neyse zikri de odur deriz.  Madem öyle daha ne duruyoruz,  bir an evvel  ‘Doldur sofi çay doldur, Allah deyip çay doldur’ aşkıyla çayımızı yudumlayıp Yarenler meclisinde sohbete koyulmalı. Sohbete koyulalım ki Yarenler meclisinde  ‘Fena fiş-sohbet’ oldukça gönül dünyamız aydınlansın.  Malumunuz, Yusufiye yolunda öyle sohbetler vardır ki,  insani kendinden alır kendine getirir, böylece o sohbet hayat iksiri bir sohbet olur. Ve o deruni sohbetler dinleyenleri içten içe kuşattığı gibi her sohbet kalpten kalbe açılan Yesevi feyzinin aktığı pınar olarak mana kazanırda. 
           Amma velâkin gel gör ki; Yarenler meclisinden uzak kalalı epey zaman geçti. Neredeyse sohbetin adını bile unutur olduk. Bulunduğumuz mekânlarda sohbetin yerini artık kalbi karartan cedelleşmeye ve tartışmalara bırakmıştır. Doğrusu bu hale nasıl düştük şaşmamak elde değil. Yine de her ne sebep olursa olsun şu içine düştüğümüz çıkmaz kuyu Yusuf’un düştüğü kuyudan çok farklı kuyudur. Belki de şer odakları kuyumuzu kazsaydı bu denli dert edinmezdik,  meğer kendi kuyumuzu kendimiz kazmışız, şimdi gel de dert edinme. Her neyse, olan olmuş bikere, yine de kendi ayağımıza sıktığımız bu kurşun yarasının acısıyla titreyip o çıkmaz kuyudan çıkmak en doğru tutum olacaktır. Özümüze dönmemiz için buna mecburuz da.  Neydik edip dirilişe geçmek gerekir. Nasıl mı?  Dirilişe geçmenin birinci adımı Yusuf’un izini iz sürmektir. Öyle iz sürmeli ki ilk adımda Allah (c.c) yolunda Yusuf’un aşkını ruhumuzda tatmak gerek. Zaten o aşkı tattığımızda biliniz ki ikinci adımda Yusuf yüzlü olmak vardır. Madem Yusuf’un aşkı derde deva bir aşk şerbeti, o halde  “Uyan artık ey kalbim!” demek için yarını beklemek niye? Artık gün bugündür, ertelemek için fazla zamanımız da yok. Zaten nice zamandır nefse köle olmakla yeterince zaman kaybına uğramışız. Artık yeter gayri diyorsak Ferhat olmalı, Mecnun olmalı,  Yunus olmalı, bundan öte Yusuf’un nefsine dizgin vurup Züleyha’ya teslim olmadığı gibi ‘eline, diline, beline sahip ol’ düsturumuz olmalı. Yaratılış gayemiz gereği,  kendimizi toprak görüp bir garip kuş misali Hakka vasıl olmalı. Sanmayın ki bu can, bu ten kafeste ilelebet payidar kalacak. Ömür dediğin ne ki, iki kapılı bir handır, bir kapıdan girilip diğer kapıdan çıkılan bir sonbahar yaprağıdır. Geriye dönüp şöyle bir baktığımızda ömür göz açıp kapayacak kadar bir süreç olarak karşımıza çıkar. Madem ömür bugün var yarın yok diyebileceğimiz bir lahza an, o halde Allah’a kul olmaktan geri durmak niye? Cennette cemalinden ayrı kalmamak varken bu dünyada gaflet deryasında boş bir ömür tüketmek niye? Düşünsenize herkes bülbül kuşun ötüşüne hayranken, bülbülde tüm bu hayranlıklardan bihaber o da gül’e hayrandır. Madem öyle, Allah ve Resulü’nün yolunda bülbülce gül sevda çırağı yakma zamanıdır. Öyle ya, bülbül gül uğruna kanat çırpıp dururken,  bizim haydi haydi seher vakti daha bülbül zikre başlamadan bizim önce zikre dalmamız lazım gelir. Hele ki ömürde bir kez olsun canı gönülden Allah demeyi başardıysak biliniz ki bülbül bile kıskancından ötemez olur. Bu yüzden imandan sebat için ömürde bir kez olsun candan Allah diyebilmek çok mühim hadisedir.
            Gel kardeşim, sende gel! Sen de bu yola baş koy ki; bir olalım, iri olalım, diri olabilelim. Ki; bize bizden gayrı dost yok. Gelin; Mevlana’nın hamdım, piştim ve yandım özüyle yola koyulalım ki muradımıza erelim. Gelin Yunus’ça coşkun sular da çağlamak için çağlayalım ki, Kevser sularında kana kana serinlemek nasip olsun. Gelin Yusuf’ça kuyu gölgesinden Yusuf yüzlü ışık olalım ki, bizi gören bizde dirilsin. Başta dedik ya, bu yolda korkuya asla yer yoktur. Bu meydan âlâ meydandır. Bu yolda açılan bir gül kolay kolay solmaz da.
           Yusuf yüzlülerin yoluna dâhil olalım ki; aşk nedir, sevgi nedir tadabilelim. Fenadan bekaya ilerleyelim ki; Yusufiye meclisinde kurtuluşa erebilelim. Kıbleye yüzümüzü dönelim ki, sevenlerin tutku bakışlarında pırıltı olabilelim. Şu iyi bilinsin ki Yusuf yüzlüler her gelene kucak açıp kardeşçe bağrına basmak için vardır.  Her ne kadar aramızda Yusuf yüzlülerden haz etmeyenler çıksa da varsın haz etmesinler, yeter ki biz onlardan olmayalım.  Varsın Yusuf yüzlülerle alay etsinler,  bu yüce davadan taviz vermedikten sonra alay etseler ne,  etmeseler ne, hiçte umurumuzda olmaz ki.  Yeter ki niyetimiz halis olsun, Allah  (c.c) akıbetimizi hayır kılar elbet. Bak Şair meramımızı nasıl dile getiriyor; “Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz, sen kıvrıl ben gideyim, Son Peygamber kılavuz. Yol onun, varlık onun gerisi hep angarya.”  
            Yusufiye yolunda garip bir kuş olsak bile Yusuf yüzlüleri salan ilahi bir gücün varlığına inancımız tam olmalı. Zaten “Bu din garip geldi garip gidecek” buyruğu bu gerçeği teyit ediyor.  O halde yüzüstü sürünsek de Allah garipleri sever müjdesi tek tesellimiz olsun. Nasıl olsa garip kuşun yuvasını Allah yapar, o halde ötelere kanatlanmak için garip kuş olmaya değer de.
            Ey kardeş! Şayet huzur bulmak istiyorsak saflarımız sıklaştıralım. Saflarımızı sıklaştıralım ki dilden beladan uzak kalalım. Bu halkaya dâhil olalım ki ruhumuz gıda bula. Yusuf yüzlülerle tanış olalım ki; muradımıza erip gazamız mübarek ola.
            Ey kardeş! Medrese-i Yusufiye nedir diye merak ediyorsak dilimizin döndüğü kadar tek cümleyle ancak şöyle deriz: Medrese-i Yusufiyeler Peygamber, Sahabe, Tabiin, Evliya sohbetleriyle feyizlenen ocaklardır. Bilmem bundan daha öte ne diyebiliriz ki, yeryüzünü karış karış tarasak böyle bir meclisin alternatifi yok ki zaten. O halde Ey kardeş! Bu iklime birlikte dalalım ki; derdimize derman, yaramıza merhem bulabilelim. Şöyle tarihe bir bakın Selçuklu kiliminde bir zaman kartal kanattık. Söğüt’te ise küçük bir otağken Şeyh Edebali ve Osman Gazinin elinde Ulu Çınar olduk. İşte tarihte olduğu gibi Selçuklu kiliminden ve söğüt mayasından ilham almalı ki; yeniden Nizam-ı âlem olup kanat çırpabilelim. Osman Gazi ve Şeyh Edebali'nin elinde yoğrulan o mayayı yeniden mayalamalı ki Yusuf yüzlü bir ruhla yeniden üç kıtada cihangir olabilelim.          
           Ey kardeş! Sakın ola ki tereddüt edip Yusufiyenin kapısına eşik olmak da kararsız kalmayalım. Aksi halde kararsızlık girdabında boğulup hayatımız zindan olur.
           Sakın ola ki;  elimizi eteğimizi çekip "Allah” demekten geri kalmayalım. Aksi halde zikirsiz kalbimiz virane olur.
           Sakın ola ki; Hamza yürekli olmaktan çekinmeyelim. Aksi halde gölgemizden bile korkan yaratık oluruz.
           Sakın ola ki;  Yusuf yüzlü olmaktan vazgeçmeyelim. Aksi halde yüzümüz mahkeme duvarından farkımız kalmaz.
           Sakın ola ki Yusuf’un kuyusu da ne oluyor deyip geçmeyelim, şu iyi bilinsin ki, kuyu gölgesinde Yusuf yüzlü alperenlerin varlığı an be an hissedilir de. Nasıl hissedilmesin ki;  bu ulvi davada ikilik yok birlik vardır, bundan da öte felah ve dirlik vardır. Zira her türlü nimet, tevhit sancağının ruhunda gizlidir. Nitekim Yusuf yüzlüler bu ruhla er meydanında Tevhid sancağının altında Allah'a arzulanan dilde açan çiçek oldular. Yusuf yüzlüler aşk içinde pervanedirler. Gâh seller gibi çağlayan, gâh gözyaşı döken, gâh çağın çilesini sırtlayan Hamza yüreklilerdir. İnanın onları seyre dalarken bile yollarına kurban olası geliyor. Hele bir rengârenk bahçelerinin önlerinden bir geçmeye gör, hayran kalmamak elde mi? Üstelik bu gül bahçelerinin bahçıvanları olmuşlar da. Nasıl olmasınlar ki, bu bahçelerde Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin,  Mevlâna’nın, Yunus’un, Hacı Bayram-ı Veli’nin, İmam-ı Rabbani’nin, İmam-ı Gazali’nin elinde yetişen gül olmak vardır.  Şimdi bu durumda gel de gül’e sevda olmuş can yüreklere mest olma.  Şimdi gel de misk-i amber kokusuna mest olmuş Yusuf Yüzlülere hayran kalma, ne mümkün. Besbelli ki her bir Yusuf yüzlü sevda yurtlarında kelebek misali ukbaya uçmaktalar. İşte bu yüzden Yusuf yüzlüler  "Neyleyim dünyayı bana seni gerek seni'' diyecek yürektirler. Onlar yüreklerinde taşıdıkları sarsılmaz iman ve zindelikleriyle Kuran’ın hadimleri olmayı çoktan hak ettiler bile. Çünkü onlar cümle âlemi şahit tutup ‘Rehber Kur’an, hedef İlay-ı kelimetullah için Nizam-ı âlem’ için can vermişlerdir.    
           Yusuf yüzlülük Hakk'ı batıldan ayıran yol pusulamızdır. Bu yolda, Hak’tan gayrı dünyaya meydan okuyup  ‘Bana Seni gerek Seni’ sırrına ermek vardır. İyi hoşta, ötelere uzanan bu yola can mı dayanır. Can dayanmaz elbet, ama bir nebze olsun marifetullah ve hakikat sırrına ermek için karınca misali yola düşsek ne kaybederiz ki. Hani karıncaya sormuşlar ya,  hayırdır nereye böyle diye. Cevap vermiş Kâbe’ye. Peki, sen bu halinle mi Kâbe’ye gideceksin?  Verdiği cevap gerçekten çok müthiş: Olsun bu halde varamasam da o yolda ölemem mi?
           Evet,  bu dünyadan göç etmeden bir kez olsun karınca misali aşk şerbetinden içsek ne kaybederiz ki? Aşkta pervane olmak varken çıkmaz yollara girip boşa zaman kaybetmek neye yarar ki.  Düşünsene, icabında aşk bile can-ı canan için yola koyulmuş halde.  Madem aşkın kendisi bu yola atılmış, o halde aşkın gözyaşı selini Yusufiyeler de sancak yapsak ne kaybederiz ki?  Kaybetmekte ne söz, bu yolda bol kazanç ve bereketlenmek vardır. Yeter ki, Yusufiye aşkını kendi öz cevherimizde arayalım, bak o zaman kalpteki yâr ahret yurduna koyulur da. O halde tez elden hep birlikte ötelere doğru seyre dalalım ki; bir sonbahar mevsiminde dökülen yapraklarda en son göreceğimiz hakikat şulesi bir düş mü yoksa hayal mi düşünmeksizin Sıddık-ı Ekber misali bu yola delilsiz teslim olabilelim. O dediyse doğrudur diyen Ebu Bekir bir teslimiyetiyle bu yola delilsiz bağlı kalalım ki ‘Adı güzel kendi güzel Muhammed (s.a.v)’ in şefaati imdadımıza yetişip o gül kokulu ervahı yanı başımızdan hiç ayrılmasın. İyi ki de O’na ümmet olmuşuz, bu sayede Salâvat-ı Şerifeler eşliğinde bizi selamlar da.     
           Ebu Bekir Sıddık (r.anh.)'ın "O ne derse doğru söyler, o dediyse doğrudur" sözleri öteden beri hep ruhumuzda yankılanan bir teslimiyet meşalesidir. Hiç kuşkusuz Sıddık-ı Ekber’in teslimiyeti bir başkadır.  Kaldı ki ihlâs ve teslimiyetsiz ne Tevhid, ne de Sıddıkiyet idrak edilir. O halde Sıddık-ı Yâr aşkına ölsek ne olur ki?
           Bakın, Züleyha'nın Mısır’ına ilk merhamet ve sevgiyi aşılayan Yusuf’un (a.s.) aşkıdır. Yusuf’u zindana attılar da sanki başları göğe mi erdi.  En nihayetinde Züleyha’nın o egemen Mısır duygusu İlahi aşka yenik düştü ya.  Madem öyle,  kurda kuşa yem olmadan hasret çağrısında Allah diyelim ki, Yusufiye kervanına dâhil olabilelim. Yusuf’un yaşadığı sevda bereketini yüreğimizde hissedelim ki; Yusuf yüzlülerden olabilelim.
         Hem Yusuf yüzlü olmaktan başka bu dünyada başka ne çare var ki.
          Vesselam.
           


29 Ekim 2016 Cumartesi

SELAM OLSUN KIYAM, RÜKÛ, SÜCÛD VE TEŞEHHÜT HALİ YAŞAYANA



SELAM OLSUN KIYAM, RÜKÛ, SÜCÛD VE TEŞEHHÜT HALİ YAŞAYANA

                                                             SELİM GÜRBÜZER

       Namaz bütün zikir çeşitlerini içermesi bakımdan Miraç özelliği kazanan tek ibadettir. Zira tüm Meleklerin kendine özgü eda ettikleri ibadet çeşitleri hepsi namaz içerisine kodlanmış durumda. Çünkü meleklerin kimi kıyam, kimi rükû, kimi sücûd halde ibadet ederler.

TAHRİME

   İftitah tekbiriyle ruh sema’ya yönelir, elleri kaldırmakla ise dünyevi ihtiraslar arka plana itilir.
     Tahrime’den kasıt ‘En büyüksün’ anlamında ‘Allahu Ekber’ demektir.  Bu yüzden tekbir ibadetin olmazsa olmaz şartının ötesinde Allah’la münasebetin ilk adımıdır. İyi ki de ilk adım atılmış olunuyor, zira akabinde rükûa eğilirken, secdede yüz sürerken ve kıyama kalkerken Allah’ın yüceliği birçok kez tekbirle dile getirilir de. Böylece mutlak manada yüceliğin Allah’a ait bir keyfiyet olduğu bilincine erilir.  İşte iftitah tekbiri bu manada bu cesareti vermeye yeter artar da. Malum,  iftitah tekbirinde Allah’u Ekber’in haricinde; Allah’u Azam,  Allah’u Kebir, Allah’u Celil,  La İlahe İllalah, Elhamdülillah, Subhanellah gibi lafızların söylenmesinde de beis yoktur, hepsi aynı mana içerdiğinden tekbir hükmündedir.
      Evet, namaza Allahu Ekber lafzıyla başlamak vaciptir. Öyle ki Peygamberimiz (s.a.v) bu lafızla namazını devam ettirmiştir. 
       Kim imamdan önce tekbir alırda imamdan önce tekbiri bitirirse namaza başlamış sayılmaz. Hakeza rükû ve sücûd tekbirlerini terk etmek veya noksan söylemekse tenzihen mekruh kapsamında değerlendirilir.
            Namaza girişte bir insan ister Arapçasını söyleyebilsin, isterse söyleyemesin, hangi dilde telbiye getirirse caizdir.
            Tekbiri Farsça “Allahu Ekber” getirerek başlanılsa caizdir. Ancak imameyn bu konuda Arapça tekbirden aciz kalmayı şart koşmuştur. Şu da bir gerçek Farsça namaza başlamak hususunda İmamı Azam’ın delili daha kuvvetlidir. Zira namazda aranan asıl kriter zikir ve tazimin (saygının) olması esastır. Yeter ki her lisan ya da her lafız Allah’ı hatırlatsın bu bile yeter.
      Bir kimse Farsça tekbir getirdiğinde, hayvan keserken Farsça besmele çektiğinde yahut ihrama girerken Farsça veya herhangi bir dille telbiye getirdiğinde ister Arapçasını söyleyebilsin isterse söyleyemesin caizdir.  İftitah tekbiri rükû hâsıl için değil, kıyama bitiştiğinden dolayı şart kapsamında farzdır.
            Senâ, kunut, bayram ve cenaze tekbirlerinin diğerlerinden en ayırıcı özelliği ellerin salınmasıdır. Ki, bu tekbirler zikir değildir.
     

KIYAM

        Kıyam için Arafat’ta vakfeye durmak dersek yeridir. Nitekim vakfesiz namazın hakikatine vakıf olunamaz.  İşte böyle bir hakiki kıyama vakıfla tüm bedenimizi vahyin soluğu sarar da. Derken bir yandan gönüller huzurda kıyamla durularak tazelenirken, öte yandan bu duruş sayesinde kul olduğumuzun idrakine varırız.  
          Anlaşılan Müminin velayeti istikamet üzere duruş sergilemekte gözüküyor, madem öyle namazı dosdoğru kılın hükmünce hakkın huzurunda kıyama geçmek gerek.  Keza kıyama geçmekte yetmez huzurda yüz sürmek için secdeye varmak gerek. Besbelli ki huşuyla huzurda ayakta el bağlamak,  rükûa eğilmek ve secdeye kapanmak suretiyle yüce makamlara yol alınabiliniyor. Böylece insan göğsünde kodlanmış letaifler bu huşuyla birlikte aslına dönüp nuraniyet kesb ederde.
       Elbette ki huzura çıkıp durmak kolay değil, bir kere Yüce Allah’ın huzurundasın. Madem Allah kıyamı farz kılmış hakkını vermek gerek. Kıyamda hakkını verecek farz olan miktar ise;
       —Tekbir almak,
       —Fatiha okumak,
       —Sure okumaktır elbet.
           Fatiha bir bakıma ruhtur. Nasıl ki ruhsuz ceset ölmeye mahkûmsa,  Fatihasız amellerde kurumuş meşe odunu misali kurumaya mahkûmdur. O halde eda edilen amellere ruh katmak gerek.
               Nafile namazlarda kıyam vacip değildir, vacip olsaydı insanlar bunda zorluk yaşayacaklardı. İcabında insanlara bıkkınlık gelip nafilelerden uzaklaşması söz konusu olacaktı. Nitekim hasta olan kişi ayakta durmaktan aciz durumdaysa kıyam ondan düşmektedir. Dolayısıyla bu durumda namaz oturarak eda edilir. Hastanın oturmaya gücü yetmezse namazı sırt üstü yatarak kılar. Şayet hasta ayakta durmaya gücü yeterde rükû ve secde etmeye gücü yetmezse en faziletlisi imayla oturarak namaz kılması uygundur. Çünkü bu durum secde haline daha yakındır.
             Kıyam başlı başına meşru bir ibadet değildir,  ama secde-i tilavet bundan istisnadır, öyle ki secde kıyamsızda meşru bir ibadettir. Dahası secde asli bir rükündür. Kıyamsa secdeye varış için sadece bir vasıtadır. 
       El bağlamak kıyamın sünnetidir.
             Bir kimse kıyam halinde namaza yetiştiğinde imam kıraate başlanmamışsa subhaneke duasını okuyabilir. Bazı âlimler;  imamın rükûa varmadan öncede subhaneke okur demişlerdir. Diğer bir görüşse imam kıraati aşikâre okuduğunda subhaneke duasını terkeder,  ama hafi (gizli) durumda ise subhaneke terk edilmez denilmiştir.
      Kıyamdayken imamın önüne geçmemekten kasıt; ölçeklerinin, yani ayak topuklarını geçmemesidir. Aksi halde namaz bozulur.

KIRAAT

     Kıraat; kendi duyacak kadar okumaktır. Dolayısıyla kendi duyamayacak sesle kıraat okuyuşu kıraat sayılmaz. Kıraatin en aşağı sınırı kulağa erişecek sesin çıkmasıdır, yani başkasının az işitmesidir, en fazlası ise yakınında olmayanın, ya da birinci saftakilerin işitmesidir. Rasulüllah (s.a.v); “Her kim imamla namaz kılarsa imamın kıraatı onun içinde geçerlidir” beyan buyurmakta.  İmama uyan kimseye kıraat men edilir, okursa kerahaten mekruh addedilir. Çünkü imamın kıraati  tüm cemaati kapsar.  Zaten İmamın okuduğunu bilmek namazın sıhhatine kâfi delildir (Hadis).  Bu arada namazda sure okurken sure tertibi ve vakitlerin konumunu da göz önünde bulundurmak gerekir.  Nitekim Peygamberimiz (s.a.v), Hz. Bilal’a bir sureden başka sureye atlamayı yasak edip; “Bir sureye başladın mı onu benzeri üzerine tamamla” diye emir buyurmuştur. Hakeza Hz. Ömer (r.anh) Ebu Musa el Eşariye gönderdiği mektupta; “Sabah ve öğle namazlarında uzun sureleri, ikindi ile yatsıda orta sureleri, akşam namazında ise kısa surelerini oku” diye yazmıştır.
   Kıraatten maksat;
       —Bir fatiha,
          —Bir sure veya üç kısa ayet okumaktır, ya da üç ayete tekabül eden otuz harf ihtiva eden uzun bir ayet okumaktır. Anlaşılan kıraatin farz miktarı bir ayettir. İmamı Azam’dan bir rivayete görede üç kısa ayet yahut otuz harfi kapsayacak uzun bir ayet okumak esastır.
              Farz namazların ilk iki rekâtında sure okumak vaciptir, son iki rekâtında okumak tenzihen mekruhtur.      
               Besmeleler ayet değildir. Tek başına kılan biri Fatiha’yla birlikte surelerin başında besmele çekerse iyi olur. Dahası besmele için Kur’an’dan bir ayettir diyenler olduğu gibi değildir diyenler de var. Bu hususta ihtilaf var elbet. Yine de Fatiha’yla sure arasında besmele çekilirse iyi olur. Ebu Hanife okunmasa iyi olur demiştir, ama okursa mekruh sayılmaz görüşünü de ilave etmeyi ihmal etmemiştir.
         Namazda kıraat ve zikirden başka birşeyin okunması katiyyen yasaktır. Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre ‘Euzu-besmele’ çekmek kıraate tabiidir. İmam Yusuf’a göre ise subhanekeye tabiidir denmiştir. Sonuçta Euzu-besmele çekmekle namaza başlamanın ilk işaretini alırız. İmamı Azam ve İmam Yusuf’a göre Fatiha’yla sure arasında besmele çekmek mutlak surette sünnet değildir görüşündedir. Keza, “Euzubillahimineşşeytanirracim” demek helâya girmezden önce dahi sünnettir. Bir adam Kur’an okumak isterse öncesinde euzu-besmele çekmelidir.
             İmamı Azam,  namazda kıraatin başka bir dillede olabileceği görüşünden vazgeçip, İmameyn’in Arapça olması şarttır görüşüne dönmüştür. Fakat iftitah tekbirinde döndüğü sabit olmamıştır (Bkz. İbn-i Abidin 2.cilt sh. 256).
   Bir kimse Farsça Kur’an okumayı adet edinir yahut Farsça mushaf yazmak isterse men edilir. Ancak bir veya iki ayet yazmak caizdir. Kur’an-ı Kerim’i yazıp tefsir veya tercümesini de katarsa caiz olur. Farsça asla Kur’an değildir. Zira şeriat örfünde Kur’an denilince Arapçası anlaşılır. Malum; Farsça İranlıların dili olup Arapçadan sonra hem en meşhur, hem de Arapçaya daha yakın bir dildir.
           Fatiha bitince imam gizlice ‘âmin’ der. Çünkü Allah Teâlâ Fatiha’yı bu ümmet için ihsan etmiştir.
   Vitir namazında kıraati aşikâre okumak Ramazana mahsus bir vecibedir.

                                                          RÜKÛ

         Rükûda sırt mutmain olacak şekilde düzgün olmalıdır. Öyle ki, rükûa eğilmekle  kul, nefsini yumuşatıp itaat şuuru kazanır, rükudan  secdeye varmakla da itaatte kararlılık tazelenir. Bu yüzden Allah (c.c) rükû ve secdesi tam olmayan kimsenin namazına itibar etmez, dolayısıyla rükû ve sücut hali ilahi huzurda eğilip yüz sürmektir, yani tazimde kusur eylememektir.  


        Rükûdan sonra beli doğrultmaksızın secdeye varılırsa namaza bir rükû daha ilave edilmiş


sayılır. Niye derseniz gayet açık biraz eğilmek rükûdan sayılır. Malum, kambur olan kişinin rükûsu da başını eğmekle gerçekleşir. Bunun da nedeni gayet açık,  kambur hali rükû sayılmaz.
         İmama rükûda yetişen her kimse tek tekbirle hemen rükûa varmalıdır. Böylece bu alınan tek tekbir hem iftitah, hem de rükû tekbiri yerine geçer.
        Tek başına namaz kılan bir kişi rükûdan doğrulduktan sonra tesmî ve tahmîdi bir arada ifa eder. Ama İmamla kıldığında öyle değildir, sadece tesmî ile yetinir. İmameyn buna gizlice tahmidi de katmalı demiştir. Tahmîdin en efdali ‘Allahümme Rabbena lekel hamd’dir, orta hali  ‘Rabbena lekel hamd’  denilmesidir.
       Ulemanın rükû ve secdede okunan tespih için üç kavli mevcut olup; Tesbihin üçten az bırakılması mekruh olduğunu beyan edenler olduğu gibi üçten fazlası ya da tek sayıda bitirmek şartıyla beş, yedi veya dokuza kadar çıkarılmasının müstehap olduğunu belirtenlerde var. Ancak üçten fazlası tespih imamın dışındakiler içindir. Şayet bu duruma imam da dâhil olursa cemaate bıkkınlık hali vereceğinden uzatılmaz deniliyor. Tabiî ki tüm bu görüşler delil yönünden değildir. Tercihe şayan olanın tespihi getirmenin vacip olmasıdır.

                                                       SECDE

         İnsanın yüzü Cemalullah’ın aynası hükmündedir. O ayna mahlûka yönelirse maazallah hayvani vasfa bürünme riski söz konusudur. Madem öyle, o ayna hep Allah’a yönelmeli ki hem kendi ruhumuz aydınlansın, hem de bütün âlem nasiplensin. Dolayısıyla yüzümüzü Allah’a çevirmek mecburiyeti var, yüz secde ettiğinde alınlarda secde pırıltıları gerçekleşir bile.  Böylece secde sayesinde kalpler pirüpak, yüzler ak olur. Kâinatta her ne varsa secde için vardır. Zaten secde hali hayatın nişanıdır. Nitekim Allah (c.c) bu hususta; “Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır” (Fetih, 29) buyurmuş bile. İşte bu ayetin sırrına erenler secde sayesinde Miraç’a yükselir de. Ne mutlu alnı pak olanlara ki edeple vardıkları miraçtan lütufla döndüklerinde yeryüzüne secde halde kapanırlar. Ve kapandıkları o secde iz sayesinde cennet yurdunda sonsuza dek emniyet içinde kalırlar da. Öyle ki, şeytana secdeden daha ağır gelen bir şey yok. Kul’un öyle Allah’a en yakın anı secde hali o kadar net açık ki, Kur’an’da; ‘secde et yaklaş’  hükmü bunu teyit ediyor. Anlaşılan secde hali bambaşka bir hal,  düşünsenize secde anında kalbe her ne geliyorsa bilin ki şeytandan değil.   Malum kalbe gelen haller;
         —Ya Mevla’dan,
         —Ya Melekten,
         —Ya da nefisten gelir. Dahası şeytan secde halinde bulunandan hep kaçar. Böylece insan bir rükû, iki secde olmak üzere toplamda üç kez nefsine galip gelerekten itaate geçebiliyor. Yeter ki rükû ve secdenin hakkı verilsin. Bu yüzden Allah Teâlâ rükû ve sücudu tamam olmayan kimsenin namazına itibar etmez. Belli ki secde, Allah’a teslimiyet ve huzurda huşu haline aracılık ettiği içindir kutsi addedilir. Bilhassa Kuranı Kerimde; “Yüzlerine nimetin parıltısını tanırsın” (Mutaffifın, 24) ayeti mucibince ve   “Bir takım yüzlerin ağardığı gün” (Al-i İmran, 106) ayet-i hikmetince o yüzler melekleri bile imrendiren bir yücelik kazanır.  Öyle bir yücelik ki yüzümü sürsem izine dedirtecek derecede insanı kendinden geçirir deZaten “Beni hatırlamak için namaz kıl” (Taha, 14) fermanı bunun içindir. Kelimenin tam anlamıyla secdeyle tüm sahte mabutlara meydan okunup Allah’ta hürriyeti tatma hali elde edilir. Kaldı ki bir kimse Allah’tan başkasına secde etse kâfir olur, ama kıyam böyle değildir. Secde aynı zamanda tevazu halidir. Nitekim alnı yere koymakla hiç olduğumuzu idrak ederiz. Bu da yetmez kalp huzur bulur da. Bu yüzden tazimle, Allah için heybet, recâ ve hayâ perdesine bürünmek vasıflarına haiz olunup, bunlar namaza ruh veren öğeler olarak nitelenmiştir. Meğer alnı kıymetli kılan sadece alın teri değilmiş, bunun ötesinde taşa, toprağa, seccadeye değen alında paha biçilmez bir kıymettir.  Hatta Kur’an’da zikredilen; “Yüzlerine nimetin parıltısını tanırsın” (Mutaffifın, 24) ve “Bir takım yüzlerin ağardığı gün” (Al-i İmran,106) ayetleri hikmetince,  o yüzlere melekler bile âşıktır. Zira o alınlarda secde izleri vardır.     
           Secdenin en mükemmel şekli yedi kemik üzerine eda edilenidir, yani iki el, iki diz, iki ayak ve bir alın ile birlikte uygulananı makbuldür. Secdeye varıldığında önce iki diz, sonra eller, akabinde alın konulmalıdır. Secdeden doğrulurken de tam tersi sıralama takip edilir,  yani önce alın, sonra eller, daha sonrada dizler devreye girer. Bir başka ifadeyle, secdede evvela alın konur daha sonra burun konulur kavline itimat edilir. Tercih edilen görüş gereği de secdede alnın azda olsa bir kısmını yere koymaktır (farz), ekserisini koymak vacip hükmündedir. Dahası secde de yüzün bir kısmını yere koymak esastır. Secdede vacip olan hüküm alnın ekserisinin yere konmasıdır, yani buna burun da dâhil olup, çene ve yanak hariçtir. Şayet secdede burun yere konur,  alın konmazsa sadece keraheten caiz olur. Alın yere konulduğu halde,  burun konmazsa caizdir, ama özrü yoksa mekruhtur. Oldu ya alın ve burunda secde etmeye mani bir özür varsa bu kez ima ile secde edilir. Keza kalabalık bir durum veya başka bir özür söz konusuysa dizler üzerine secde edilmesinde mahzur yoktur. Hatta zarurete binaen kalabalık bir cemaatle namaz kılanların birbirlerinin sırtına secde etmesi de öyledir.
           Secde halinde yerin sertliğini duymak gerekir. Bu duruma mani herhangi pamuk türü yumuşak eşyaya secde etmek caiz değildir. Mesela pamuklu bir şiltede secdenin caiz olması için secdenin sertliğini hissetmek şarttır. Sadece eşya mı, elbette ki hayır,  mesela hayvan üzerinde secde caiz değildir.
         Secde de ayaklarının sadece bir parmağının yere konmasıyla farz gerçekleşir. Ayak parmaklarını velevki birtanesi olsun kıble yönüne doğru yere koymak farzdır. Secde ederken iki ayağın parmakları yerden kesilse namaz caiz değildir. Dahası secdede ayakları yere koyma hususunda üç rivayet vardır:
       —Ayakları yere koymanın farz olduğu görüşü,
       —Vacip olduğu görüşü,
  —Sünnet olduğu görüşüdür. Hanefilere göre ayakları yere koymak sünnettir. Bu da yetmez secdede topukları birbirlerine yapıştırmakta sünnettir. Nitekim ulema topukları birbirine yapıştırmayı secdeye has bir durum olduğunu beyan etmişlerdir. 

TEŞEHHÜT

         Aslında; Tahiyyat insanlara Rablerinden selamdır. Bu yüzden Resulü Ekrem (s.a.v);  ‘Kul; es-Selamü aleyna ve ala ibadillahis-salihin dediği vakit bu selam yerde gökte Allah’ın her salih kuluna ibadet eder’  diye beyan buyurmuştur.
         Teşehhütten maksat tahiyyatı ‘...Eşhedu Enla İlahe İllallah ve Eşhedu Enla Muhammedin Abduhu ve Rasulu’ye kadar okumaktır, şeklen ise sol ayağını yatırıp sağ ayağını dikerek oturmaktır. Zira Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.v) teşehhütte sol ayağını yatırır, sağ ayağını dikerdi. Bu arada unutmamak gerekir ki son teşehhütte salâvatları okumak sünnettir.
SALÂVAT
       Ulemamız salâvatın ömürde bir kez olsun zikredilmesinin farz olduğunu söylemişlerdir. Hatta namaz içi veya namaz dışı fark etmez, hüküm budur.
       Peygamberimizin kendisine salâvat getirmesi vacip değildir. Çünkü “Ey iman edenler!” hitabı O’na şamil değildir. Ancak Allah Teâlâ’nın;  “Ey İnsanlar! Yahut Ey Kullarım!” gibi hitapları bunun hilafınadır.
         Salâvat getirmenin faydası Peygamber’e değil sadece salâvat getirene aittir. Dolayısıyla salâvatı bir ibadet titizliğiyle terk etmekte fayda vardır.  Her şeyden öte salâvat Allah’a yakınlaştırır.
        Teşmiye ancak aksıran kimse ‘hamd’ ederse vacip olup, karşılığında ‘Yerhamükellah’ diye icabet etmek gerekir. Bir kimse üçden fazla aksırırsa artık ona teşmitte bulunulmaz.
    Peki, salâvat hangi durumlarda güzeldir derseniz;
     “ —Kamette,
     —Bir yere toplanırken ya da dağılırken,
     —Abdest alırken,
     —Kulak çınlarken,
     —Bir şey unutulduğu zaman,
     —Vaaz ve ilim sohbeti yaparken,
     —Resulü Ekremin kabrini ziyaret ederken,
     — Duanın başında ortasında ve sonunda,
     —Müezzine icap ettikten hemen sonra,
     —Sual ve fetva yazarken,
     —Mescide girip çıkarken vs. salâvat getirmek güzeldir (müstehap).
       Bir ticaretçi bir elbiseyi açarda onun güzelliğini müşteriye bildirmek için Allah’ı tesbih eder yahut salâvat getirirse mekruh olur.
      Büyüklerden biri meclise girdiğinde salâvat getirilirse bu hoş karşılanmaz. Dolayısıyla Büyüklerden biri meclise geldiği vakit kendisine yer verilmesi veya ayağa kalkılmasını temin için tesbih etmek ya da salâvat getirmek men edilmiştir. Keza;
    —Cinsel ilişki esnasında hacette bulunmak,
    —Satılan malın meşhur olması durumunda,
    —Hata yapıldığı zaman,
 —Birşeye şaşmak durumunda,
 —Hayvan keserken,
 —Aksırmak vs.” gibi durumlarda salâvat getirilmez denilmiştir.
        Teşmiye ancak aksıran kimse ‘hamd’ ederse vacip olup, karşılığında ‘Yerhamükellah’ diye icabet etmek gerekir. Bir kimse üçten fazla aksırırsa artık ona teşmitte bulunulmaz.
         Peygamberimizin adı anıldığında mutlaka salâvat getirilir. Fakat Kuran okunurken salâvat getirilmez, ama okuma bittikten sonra salâvat getirilmesi daha uygundur. Zira Kur’an okunurken dinlemenin vacip olması dolayısıyladır.
         Allah Resulü; “Her kim bana bir salâvat getirirde kabul olunursa Allah o kimsenin seksen yıllık günahını afv eder. Çünkü salâvat getirmek yapılacak duanın kabulüne vesile olur” diye beyan buyurmuştur. Hakeza “Cimri, ben yanında anılıp ta bana salâvat getirmeyen kimsedir” hadisi şerifi, hadisi okuyan için değil, işiten içindir.
       Delailü’l Hayrat’ın birinci faslında Ebu Süleyman Darani; ‘Her kim Allah’tan hacet isteyecekse Peygambere çok salâvat getirsin sonra hacetini dilesin ve maruzatını salâvatla bitirsin. Zira Allah her iki salâvatı kabul eder. Aralarındaki duayı bırakmayı keremine yakıştırmaz’ der.
        Cennet Mekân Abdülhamit Han Peygamberimizin bastığı toprağın yüzü suyu hürmetine, o rahatsız olmasın diye Medine istasyonunun raylarının altına keçe döşetmiştir, işte Peygambere hürmet edebi budur.
       Amentüde peygamberlere iman hususunda tümünün adını belirlemek zorunluluğu yoktur, bütün Peygamberlere iman ettim evveli Âdem, ahiri Muhammed Mustafa (s.a.v) demek kâfidir. Zira bütün peygamberlerin sayısını bilmek mümkün değil. Peygamberimize salatü selam etmekle aslında tüm Peygamberleri de selamlamış sayılırız. Kaldı ki O;  tüm peygamberlerin en kıymetlisidir.
SELAM
         Malum; Miraçta Efendimize; ‘Ey Resulüm bütün selam rahmet ve bereketim senin üzerine olsun’ dendiğinden, tahiyyat bu selama vesile olan oturuş olmuştur.   
         Selam esenliktir ve selam kalpleri yumuşatır da.
         Es-Selam ismiyle dünya işine koyuluruz, bu ismin yüzü suyu hürmetine bereketleniriz de. Yüce Allah sıkıntılarda selamete geçmemizi murad eder hep. Dünya nasıl ki; anne karnına göre bir selamet ise, cennette dünyaya göre esenliktir. Bu yüzden gerçek anlamda Dar’us selam cennettir. Rasulullah (s.a.v); ‘Selamı aranızda yayın (Müslim) buyurmakta, yine Efendimiz (s.a.v) buyurdular ki; Herhangi biriniz bir kardeşiyle karşılaştığında ona selam versin, (giderken) aralarına bir ağaç, bir duvar yahut bir taş girerde tekrar karşılaşırsa bir daha selam verin.’ (Ebu Davud)
        Namazda selam verirken ‘ve berekatühü’ kelimesini ilave etmek gerekmez, aksi takdirde bidat olur. Sünnet olan ‘es-Selamü aleyküm ve rahmet-ül-ilah’ dır.
        Namazda selam verirken de niyet edilir. Fakat bugün birçok insan bundan bihaberdir. Öyle ki fukahadan başka niyet eden kalmamış gibi durum var ortada. Cemaat halinde isek, birinci selamımızı niyet ederiz, yani sağ omzumuza başımızı çevirdiğimizde cemaatı, hafaza meleklerini ve imamı selamlarız, doğrusu da budur. Namaz çıkışında ise selam vermekle iyilikleri yazan meleklere ve diğer meleklere, müminlere hatta cinleri selamlarız, böylece selamlamakla aralarına da dâhil olmuş oluruz.
   Namazda selamı eliyle almak mekruhtur.
   Bu yüzden Selam;
—Namaz kılana,
—Kur’an okuyana,
—Zikir edene,
—Hadis okuyana, hatibe,
—Fıkhı tekrar edene,
—Hüküm vermek için oturan hâkime,
—Fıkhı konuları müzakere edenlere,
—Kamet getiren müezzine,
—Müderrise,
—Santraç oyuncusuna,
—Kâfirlere,
—Avret yeri açık olana,
        —Abdestini bozana vs. selam verilmez, aksi takdirde günahkâr oluruz. Fıskını ilan eden fasıka da selam vermek mekruhtur. Hakeza selam;
—Şarkıcıya,
—Şakacı ihtiyara,
—Gevezeye,
—Sövene,
—Ecnebi kadınlara bakanlara,
—Güvercin uçurana vs. tüm bunların tövbe ettikleri bilinmedikçe selam verilmez.
        Kâfire selam vermeyi terk et, ama ihtiyaç söz konusu olduğunda verilirse mekruh değildir.
        Şehvetten emin olmak kaydıyla ihtiyar kadınla musafaha yapılabilir.
        Velhasıl; Selam olsun tüm mazlumlara, selam olsun Allah için mücadele verenlere, selam olsun nefsi ile mücadele edenlere, selam olsun itaat edenlere.
        Vesselam.

        Faydalanılan kaynaklar: İbn-i Abidin,  İslam Fıkhı Ansiklobedisi (Prof.Dr. Vehbe Zuheyli), İslam İlmihali (Ömer Nasuh’u Bilmen). 

28 Ekim 2016 Cuma

TEMİZLİK İMANIN YARISIDIR



TEMİZLİK İMANIN YARISIDIR

                                                                                             
  SELİM GÜRBÜZER       

         Nasıl ki abdestsizliği ve cünüplüğü giderme işlemine hadesten taharet denilmekteyse, beden, elbise ve namaz kılınacak yerin necasetten temizlenme işlemi de necasetten taharet olarak ad alır. Malum,  hadesten taharete Yüce Allah’ın; Ey iman edenler namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi yıkayın, ellerinizi dirseklerle beraber yıkayın.. cünup olursanız temizlenin (Maide, 6) beyanı delildir. Hakeza necasetten taharete ise ‘Elbiseni temizle’ ayeti kerime delil teşkil eder.   Tabii bitmedi dahası var, Allah Teâlâ genel manada tüm kirlerden arınmamız içinse; Şüphesiz ki Allah, çok tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever (Bakara, 222) beyan buyurmakta. Hakeza Peygamberimiz (s.a.v)’de; “Temizlik imanın yarısıdır” (el-Camius, Sahih Müslim, 1/203) ve “Allah temizdir, temizliği sever” (es-Sünen, Tirmizi, 8/33) hadis-i şerifleriyle ümmetinin temiz olmasını dilemiştir.
          Yukarıda beyan olunan ayet ve hadislerden de anlaşıldığı üzere temizlik hem madden, hem de manen tüm kirlerden arınmak demektir. Hele Hanefi fıkhı kitaplarına şöyle bir göz attığımızda temizlikle ilgili çok daha ayrıntılı kurallarla karşılaşırız. Madem öyle, dilimizin döndüğü kadarıyla dikkat çeken birkaç temizlik kaidesinden bahsetmeye çalışalım:
         İstinca; idrar ve gaita’nın (büyük abdest) tahliye edildiği bölgelerin temizlenmesi demektir. Ki, bunun için en ideal temizleyici hangi sıvı denildiğinde elbette su tercih edilir. Şayet kırda bayırda su yoksa zarurete binaen taş parçacıklarıyla temizlenmek gerekir. Ve böylece istinca işlemi tamamlanmış olur. Peki, sırada ne var derseniz, istinca’nın hemen akabinde istibra yapmak gerekir.  Malum,  istibra erkeklere has uygulama olup, su ya da taş parçasıyla temizlenmenin sonrası aşamasında hareket etme, öksürme gibi benzeri yöntemlerle idrar yollarından sızıp geleni veya eser miktarda kir bulaşığını gidermeye yönelik bir usuldür. Derken bu aşamadan sonra abdeste geçilir. Zaten abdest veya gusle geçmeli ki, birtakım ibadetler eda edilebilsin. Mesela öyle durumlar var ki, hayız hali sona ermeden abdest alınsa bile hem namaz kılmak hem de Kur’an okumak doğru olmaz. Anlaşılan o ki; özel durumlar hariç şer’i hükümleri yerine getirme öncesinde abdest ya da gusül almakla hadesten temizlenmiş olunur. Mesela cünüp halden çıkmak için tüm bedenin iğne ucu kadar kadar kuruluk kalmadan tüm azaların sudan geçirilme şartı aranır. İşte görüyorsunuz, iğne ucu kadar kuruluk bile affedilmiyor, geriye kalanı artık siz düşünün. Madem öyle gusül deyip geçmemeli. Kaldı ki Tıbbi açıdan bakıldığında bile ilginçtir abdestle birlikte tüm vücudun statik elektriği giderilir de.
          Bir kimse namaz kılarken affedilmeyecek kadar pisliği taşımasıyla namaz batıl olup kazası lazım gelir. Malum, affedilmeyecek pislikten amaç; elbisenin ¼’üne tekabül eden pislik veya fazlası necasettir. Yani elbisenin ¼ kadar kısmın necis olması demek tamamının necis olması manasınadır. Belli ki  ¼ sınırı bütünü temsil eden bir rakamdır. Ancak ¼’ün altında cüzi (az miktar) bir pislikle namaz kılmak sahih ise de bunda kerahet vardır. Sahih olan necisi giderip sonra namaza durmak esastır. Peki, necis sadece elbiseye yönelik hüküm mü,  elbette ki hayır, bunun yanı sıra bedeni temizlik, seccade temizliği ve mekân temizliği içinde aynı hüküm söz konusudur. Ancak bizim asıl bilmemiz gereken husus var ki;         malum, necaset temizliğinin su ile giderildiğini, hadesten temizliğin ise abdest almakla giderildiğini bilmektir. Hakeza su olmadığı durumlarda toprakla teyemmüm alınacağını bilmemiz gerekiyor. Zaten bu temel kaideleri bildikten sonra necasetin azı af edildiği halde,  hadesten temizliğin azı af edilmez hükmün ne demek olduğunu anlamak zor olmayacaktır. Nitekim gusül bunun en tipik örneği. Keza abdest alırken de öyledir. Bilhassa abdest esnasında ayak ve dirseklerin bitim noktalarının kuru kalmayacak şekilde ıslak olup olmadığına azami ölçüde dikkat etmek gerekir ki abdestimiz iptal olmasın.  
         Sonuç itibariyle necaset denildiğinde aklımıza ilk evvela pislik gelmektedir. Tabii sadece pislik deyip meseleyi geçiştiremeyiz. Zira necaset ana başlığı altında hafif necaset ve ağır necaset diye kategorize edildiğini fark ederiz. Madem öyle fıkıh kitaplarının sayfalarını çevirelim bu kategoriler neymiş bir görelim:
       Hafif necasetler:
      —At ve eti yenen koyun, geyik gibi evcil hayvanların idrarları hafif necasettir. Fakat bu hayvanların tersleri konusunda farklı görüş vardır; İmamı Azama göre ağır pisliktir. İmam Yusuf ve İmam Muhammed ise hafif necaset olarak değerlendirmiştir. Zaten fetva da bu iki imamın görüşü yönündedir. Ancak katır ve merkeplerin tersleri hakkında net bir hüküm olmadığından bu hususta ihtilaf vardır.
      —Etleri yenmeyen atmaca, çaylak ve kartal gibi kuşların pislikleri de hafif pislik hükmündedir.
      —Hangi hayvan olursa olsun fark etmez öd kesesi ve işkembesi vs. pislik hükmünde olduğundan bu durum namaza mani de.  Malum, koyun tersi öyle değil, yani ağır olmadığından öd kesesi ve işkembesi hafif pislik hükmüne tabiidir.
        Hafif necasetin pis olduğu konusunda şer’i delil olmakla birlikte bu hususta birçok farklı görüşlerin ileri sürüldüğü muhakkak.  Mesela bir görüşe göre bu tür necasetler murdar olarak nitelenirken, diğer görüşe göre de murdar addedilmez.
       Ağır necasette pislik miktarı yaklaşık üç gram baz alınırken, sıvı necasette ise el ayasından büyük olanı baz alınır.  İşte ölçü bu, bundan sonrası bizim uygulamamıza kalır.
       Ağır necasetler:
      —İdrar (insan ve eti yenmeyen hayvanların idrarları) ve gaita (tersler) ağır necasettir. Ancak yarasa’nın idrar ve tersinden sakınmak pek mümkün olmadığından temiz addedilir.
      —Dışkı (kuşlardan başka bütün hayvanların tersleri ve insan tersi) ağır necasettir.
      —Kan (lohusa kanları ve istihaze kanları), organlardan sızıp gelen kan veya kesilip düşen et ve deri parçaları ağır necasettir.
       —İrin, sarı su, ağız dolusu kusmuk ve eti yenmeyen hayvanların ağız salyaları ağır necasettir,
       —Meni, vedi (kalın akıntı) ve mezi (şehevi istekten sonra gelen hafif sıvı) ağır necasettir,
       —Şarap ve alkollü içecekler ağır necasettir,
       —Leşler veya lâşeler (ölü hayvanlar), hatta boğazlanmaksızın ölen yahut din’i kurallara uyulmaksızın kesilen kanlı hayvanlar ve bunların tabaklanmamış derileri de bu kapsamdadır.  Keza kaz, tavuk ve ördeklerin pislikleri ve ölüleri de öyledir.
        Şafii ve Hanbelîlere göre meni temiz sayılır. İnsan ve eti yenmeyen hayvanların idrarları, kuşlardan başka bütün hayvanların tersleride ağır necaset kapsamındadır. Malum, idrar kuruyup görülmediğinden ‘Necaset-i gayr-i mer’iyye’ olarak değerlendirilir. İdrar aslen necis olduğu için bulaştığı elbiseyi de necis (pis) eder. Bu yüzden ulemamızca ayakta bevl etmenin tahrim-i mekruh olduğunu, aynı zamanda kabir azabına yol açtığını beyan etmişlerdir. Peki ya dışkı? Tabiî ki bilhassa insan ve hayvan tersleri ‘Necaset-i Galize’  olarak değerlendirilir.  Bu arada unutmamak gerekir ki gerek lohusalık kanı, gerek adet kanı olsun, gerekse hastalığa bağlı akan kanlar olsun fark etmez ‘Necaset-i Mer’iyye’  kapsamında değerlendirilir.
        Namaz kılınacak seccade üzerinde ayak, el, diz ve alnımızı koyacağımız yerin affedilmeyecek derecede necasetten arınmış olması gerekir. İşte affedilmeyecek nitelikte alana secde edildiğinde elbisenin kenarları pis yere değse zarar etmez. Ancak esas kavle göre secde edilecek yeri temizlemek bilittifak şarttır. İmam-ı Azam’dan bir rivayete göre de; secde mahallin temiz olması şart değildir,  icabında böyle durumlarda sadece burun üzere secde etmek kâfidir denilmektedir.
         Üzerinde necaset bulunan elbiseden başka temiz elbise yok, ya da yıkama imkânı yoksa bu durumda namaz oturarak kılınır. Hakeza necis bir alanda namaz kılmaya mecbur kalındığında ima ile kılmak tercih edilir. Namaz kılma esnasında altını ıslatmış veya pislemiş bir çocuk oturur ya da üzerine pis bir güvercin konarsa namaz caizdir. Niye derseniz, mesele gayet açık, bir kere pislik namaz kılanın iradesi dışında yüklenilmiştir. Hatta bir insan düşünün ki üzerinde içi kanlanmış çürük bir yumurta taşıyor ve bu halde namaz kılsa yine caizdir, zira pislik kendi kaynağındadır. Ancak elbisenin cebine konulmuş içinde idrar bulunan kapalı bir şişe veya başka bir muhafaza kabı bulundurmak öyle değildir, elbette ki bu durumda namaz kılmak caiz değildir. Çünkü necis kaynağında değildir, malum idrarın asıl kaynak yeri idrar haznesidir, pet şişe vs. değildir.
          Yıkanmış elbiseler sabun artığından arınmış olması lazım gelir. Her ne kadar sabun necaset olmasa da sonuçta sabun köpüğünün elbiseye sirayeti hoş olmaz.  Hakeza çamaşır kabı içinde aynı hassasiyeti göstermek gerekir. Yani, kap kacakları deterjanlı sularla yıkamak yetmez, bunun yanı sıra temiz suyla tekrar tekrar çalkalayıp durulamalı da. Şayet kap kacakların içlerinde necaset kalırsa yemeklerin necis olacağı muhakkak. Tabii sadece kap kacak değil, giysileri yıkadıktan sonra sıkmak yetmez temiz sudan da geçirmeli,  sonrasında ise alt tarafı üste gelecek şekilde tutup bir kez daha sudan geçirmelidir. Aksi takdirde eksik temizlik veya yeterince durulanmayan giysilerde her an necaset kalabiliyor. Madem öyle, şüpheden arınmak için sudan geçirme ve durulama işlemini üç kez tekrarlamalı da.
         Temizleme metotları:
         —Suyla temizleme en iyi temizleme metodudur. Peki ya su bulunmadığı zaman? Malum, bu durumda abdestsizlik teyemmüm ile giderilir.
        —Silerek temizleme cam bıçak, ayna ve mermer türü materyallerde uygulanan bir yöntemdir.
        —Ateş deyince alev akla gelse de aynı zamanda temizleme aracıdır. Yani usulüne uygun kesilen hayvanların doku parçalarından arta kalan kanların ateşte pişirilmesiyle bu manada bir temizlik aracıdır. Hakeza laboratuarlarda kültür ekiminde kullanılan eküvyon çubukları gibi vs. aletlerin ateşten geçirilerek steril hale gelmesi de öyledir. Nitekim bu sterilize işlemi sayesinde kontaminasyon riski önlenmiş olur da.  
        —Kazımakta bir temizleme yöntemidir. Nitekim emici özelliklere sahip olmayan deri ve mest türü materyallere bulaşan necaseti kazıyıp temizlemek bu yöntemin en tipik örneğidir.
        —Ovalayarak temizleme bilhassa kurumuş meniyi ovalamakta işe yarayan bir yöntemdir. Ancak yaş olan meni bulaşığını su ile temizlenmek esastır.
        —Boğazlama veya kurallara uygun bir hayvanı boğazlamak, hayvanı mundar olmaktan kurtarmaya yetiyor, yani bu yöntemle hayvan temizlenmiş sayılır, tabiî ki domuz bundan istisnadır.
        —Tabaklanma yöntemi usulüne uygun boğazlanmış bir hayvana ait derinin tabaklanması demek olup, böylece bu işlemle birlikte hayvanın derisi temiz hükmü kazanır.
        —Orijinal halini dönüştürme işlemi de bir başka temizleme metodudur. Şöyle ki; tezeği yakıp kül haline getirme işlemi bunun en tipik misalini teşkil eder.
        Anlaşılan temizlik deyip geçmemek gerekir. Nasıl geçilebilir ki, “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat için” şart ta. Malumunuz sıcaklık genleşme, soğukluk ise daralma (büzüşme) yapmakta. İşte bu yüzden abdest alan bir insan genleşme ve daralma refleksleriyle her gün vücuduna dinamizm kazandırabiliyor. Nasıl mı?  Dedik ya sıcak su damarları genleştirir, soğuk su ise daraltır. Tıpkı bu gel git hadisesiyle denizin kabarıp çekilmesi gibidir, aynen öyle de abdest hadisesiyle de genel vücut dolaşımımız adeta jimnastik etkiden geçip bilhassa etki sayesinde kalbimizden uzak damarlar direnç kazanabiliyor, bu da yetmez vücudumuzun statik enerjisi alınır da. Aslında abdestsizlik statik enerji demek olup, bu aynı zamanda kasların durağan kalmasıyla birlikte gerilip aktivitesini yitirmesi demektir. Hatta dinamizmden yoksunluk derimizde kırışmalara yol açar da.  Bakın modern dünya istenmeyen kırışıkları gidermek için akupunkturdan tutunda daha birçok fizik tedavi yöntemlerini seferber etmiş durumda.  Modern Tıp bu teknikleri uygulaya dursun biz zaten Yüce Allah’ın bize lütfettiği abdest mucizesi sayesinde her vakit diliminde vücudumuza soğuk ve sıcak etkileşim yaptırmak suretiyle kendiliğinden deri kırışıklığının önüne geçildiği gibi bu arada nur yüzlü olmamız da sağlanıyor,  bilmem daha ne istiyoruz, bu bize yeter artar da.
          Kelimenin tam anlamıyla su sıcak olduğunda genleşme etkisi gösterir, soğuk olduğunda ise daralma etkisi yapıp uyuşuk olan vücut uyarılır da. Ve bu sayede refleksimiz zinde tutulmuş olur. Malum,  zindelik kazanmak lenf sistemimiz içinde bulunmaz büyük bir nimet. Şöyle ki, ara sıra kazaen maruz kaldığımız yaralanmalar sonucu ortaya çıkan sıyrıklarda renksiz sıvının varlığını görürürüz. İşte o renksiz sıvı lenf sıvısı olup, mikroplara karşı savunma mekanizmamızın en önemli unsurunu oluşturur. Düşünsenize üşüttüğümüzde ister istemez lenf damarlarımız büzüşüyor. Böylece damarlarımız büzüştüğünden mikroplara karşı mücadeleci hücreleri salamama durumunda kalabiliyor. İşte bu noktada abdestin soğuk sıcak etkileşimiyle ortaya çıkan uyarıcı ısı farklılıkları sayesinde pasif durumdaki mücadeleci hücreler aktif hale gelip harekete geçmesi problemi çözmeye yetecektir. Derken abdestle birlikte mikropların hevesi kursağında kalır bile.
          Bakın, Allah Teâlâ; “Ey inananlar! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Eğer cünup iseniz yıkanıp temizlenin..” (Maide suresi; ayet 6) buyurmakta. Ayette geçen abdestin namaz kılmaya başlamanın ön şartı olmanın yanı sıra bedenimiz üzerinde yaptığı esneklik ve zindelik açısından da son derece mucizevî hadisedir. Sadece abdest mi, şüphesiz teyemmümde vücudumuzdaki statik elektriği alan bir işlev üstlenir. Kimbilir bu tür temizlik metotlarının daha nice sırları var,  ama şu bir gerçek ki; estetiğe harcanan masraflara gerek kalmaksızın en pratik çözüm abdest sırrında gizli.

         Velhasıl; İslam temiz gönüllerde yükselen bir pınardır. 

27 Ekim 2016 Perşembe

HUZURA EDEPLE VAR Kİ LÜTUFLA DÖNE BİLESİN



       

HUZURA EDEPLE VAR Kİ LÜTUFLA DÖNE BİLESİN                    SELİM  GÜRBÜZER 

        İlâhî huzura ancak kemâl-i edebe riayet etmekle varılır, adapsız nasıl huzura varılır ki. Yediden yetmişe herkes iyi bilir ki; ister dünyevi olsun ister manevi olsun her türlü makama destursuz girilmez. Hele bu makam İlâhî huzur olunca kemâl-i edebin önemi bin kat daha artar da.  Bilhassa namaz adabının hakkını yerine getirmeli ki, huzuru ilahiden lütufla dönüş vuku bulsun. Aksi takdirde hidayet kapıları yüzümüze kapanabilir, hatta maazallah huzurdan kovulup bu yüce makamlardan alaşağı edilmekte var. Peki, ne yapmalı derseniz, her şey gayet açık,  alaşağı ve tard edilmemenin birinci adımı namazın adaplarına riayet etmekten geçer. Dolayısıyla Miraca yol alırken adab zırhını giyinip öyle yol almalı. Belki denilebilir ki namazın farzı, vacibi, sünneti dururken adaba ne ihtiyaç var ki. Hem de çok ihtiyaç var. Sakın ola ki kendimizi namaz adabı veya tadil-i erkânın terkiyle namaz bozulmaz düşüncesine kaptırmayalım, aksi takdirde namazda kalıcı huzur hali elde edemeyiz.  Kaldı ki namaz içinde farz, vacip ve sünnetlerin hakkıyla yerine getirmek bile adaptan sayılır. Nitekim tadil-i erkân’a riayet konusu İmam Yusuf’a göre farz, İmamı Azam ve İmam Muhammed’e göre vacip hükmünde değerlendirilmiştir. O halde her halükarda tadil-i erkân üzere namaz kılmak lazım gelir. Kelimenin tam anlamıyla namaz tadil-i erkânla mana kazanır.  Hatta aşağıda sıralayacağımız adaplardan bir kısmına uymakla bile namazı huşu içinde kılmaya yeter artar bile. İşte ehlisünnet âlimlerimizin bizlere bildirdiği ve üzerinde hassasiyetle durdukları o usul ve adaplardan bir kaçı.
       Namaz adabı:
      —Her haliyle huzuru ilahide sükûnet bulmak ve bütün rükünlerde mutmain bir ruh haline yönelik çaba sarf etmek adaptandır.
       —Gömleğin yakasını açık bulundurmayıp iliklemek adaptandır.  Nasıl ki bir idari amirin kapısını çalıp makama çıktığımızda saygı gereği ceket düğmelerini iliklemeyi ihmal etmiyorsak, aynen öyle de Miraç yolculuğunda da herhangi bir kusura meydan vermeksizin Allah’a kul olma adabıyla huzura çıkmamız icap eder. Zira namaz kulun miracıdır.
             —Kıyamdayken secdeye bakmak adaptandır. Şüphesiz secde Allah’ı hatırlatan en dikkat çeken mahaldir.
—Rükû halinde ayak üzerine bakmak adaptandır.
      —Secdede burnun iki yanına bakmak adaptandır. Ki; namazda alnı secdeye koymakla Allah’a yakınlığımız artırır.  
—Otururken dizüstüne bakmak adaptandır.
      —Selam verirken sağ ve sol omuzlara bakmak adaptandır. Böylece bu adap sayesinde sağımız ve solumuzda bulunan her kim varsa esenlik kaynağı oluruz.
       —Namazda esneme hali geldiğinde ağzı kapamak adaptandır. Şayet kapamakta zorluk yaşanırsa dişlerimizi sıkmak gerek, bu da kâfi gelmiyorsa sol elinin arkasıyla kapamak adaptandır. Zira uyuklamak hali rehavete sürükleyip her dem Allah’la huzurda olmayı berhava eden bir durum oluşturur.  Bazı âlimler; ayakta esneme meydana gelmişse sağ elle, değilse sol elle kapamak gerektiğini söylemişlerdir. Hatta esnemek namaz dışında da hoş karşılanmaz.  Malum; esnemenin hoş görülmemesinin sebebi şeytandan kaynaklanan bir hal olduğu içindir. Peki ya peygamberler, hiç kuşkusuz onlar esnemekten mahfuzdurlar. Madem öyle esnemeyi def etmenin en kestirme yöntemi, peygamberlerin hiç esnemediğini düşünmek ya da Allah Resulü esnemezdi diye tefekkür etmek olacaktır.
        —Öksürüğü ve geğirmeyi mümkün olduğu kadar gidermek adaptandır. Zira özürsüz öksürmek namazı bozar.
—Müezzin; ‘Hayya alel felah’(haydin felaha-kurtuluşa geliniz) derken imam ve cemaatin ayağa kalkması adaptandır.
        Velhasıl; bütün adaplar saygı belirtisi olup dini kaynaklıdır. Tabiî ki adap sadece namaza mahsus değil, Rasulüllah’ın yaşayışını ölçü edinmekte adaptandır. Şayet bir kimse kıldığı namazlardan bir haz alamıyorsa,  öncelikle namaz adaplarına riayet edip etmemesine bakmasında fayda var. Muhakkak ki, o yüce makamlar ancak adap halini yakalayanlara açılmakta.

        Vesselam.