30 Kasım 2016 Çarşamba

SİHİRLİ FORMÜL ARAYIŞI


          
 SİHİRLİ FORMÜL ARAYIŞI
 SELİM GÜRBÜZER
      Yüz seneyi aşkındır anayasa meselesiyle meşgulüz, daha devam edecek gibi de. Askeri anlayışla birçok kez anayasa yapıldı ne oldu ki, şikâyetlerin ardı arkası kesilmedi hala. Zaten her defasında sistemin bozuk olduklarını bizatihi kendileri söyleyip duruyorlar, ama her nedense şikâyet ettiği düzene hizmet eden zihniyetin bir parçası olduklarından bihaberler. Oysa asıl olan Yahya Kemal’in değimiyle; “Devamlılık içinde değişme” gerçeğini fark edebilmektir.
         Anayasa meselesinin özünde halktan uzak bir anlayışın var olmasıdır.  Halka her defasında rey (oy) vermesi için müracaat edilirken iyi hoşta, söz konusu katılımcı yönetim olunca ne mümkün, halkın katılımı istenmemiştir. Maalesef taban oy deposu olmak bir yana külfeti üstlenmek için düşünülmüş tavansa her türlü nimetten faydalanması için konuşlandırılmıştır. Bir başka ifadeyle külfet ahaliye, nimet bir avuç azınlığa pay edilmiştir. İşte bu anlayıştır ki günümüze kadar süregelen birçok problemleri kanayan yara hale dönüştürmüş. 
       İnat bu ya totaliter düşünceler hala yarınlarımızı karartmaya devam ediyor.  Üstelik kurguladıkları kumpaslarla geçmişe ait her ne var silip süpürüp mevcut konumlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Yetmedi kitleleri de vatan millet sloganlarıyla dolduruşa getirip işgal ettikleri bürokratik mevkileri daha da sağlamlaştırıyorlar.  Şöyle bir yakın tarihimize baktığımızda Cumhuriyetin ilanının hemen akabinde neredeyse tüm saltanat erbabına hain damgası vurulmuş, niye? Bir sonraki dönemlere emsal teşkil etsin diye elbet.   Nitekim 27 Mayıs ihtilalı sürecinde DP’nin hain ilan edilmesi bunun tipik bir misalidir. Düşünün ki halkın gönlünde taht kurmuş bir başbakanı ipe sapa gelmez sudan sebepler ihdas ederek göz göre göre ipe verip yediden yetmişe herkesi mateme boğabiliyorlar.  Onlar asa dursun,  O unutulmuş değil, unutulmaz da. Bu yüzden Necip Fazıl 27 Mayıs ihtilalini, yoğurttan ve kartondan kurulmuş bir hükümete hançer saplamak olarak yorumlamıştır, gerçekten de bu yorum yabana atılır cinsten bir yorum değil,  olayı tek satırda özetleyen bir yorumdur.  Gerçekten de böylesi narin bir hükümeti devirmek için Türk silahlı kuvvetlerinin her birimini tüm teçhizatıyla seferber etmeye ne gerek vardı ki, birkaç asker göndermek kâfiydi.   Bir kere ortada gerçek anlamda karşı koyacak sivil bir güç yok ki,   neyin ihtilalını yapıyorlar doğrusu şaşmamak elde değil.  Belli ki ülkemizde sadece ihtilalın adı var, baktığımızda elini kolun sallayıp birkaç tank yürütme girişimi darbe olarak addediliyor. Nasıl olsa mukavemet eden yok, böyle darbe yapmaya ne var ki.  Hatta böyle bir darbe girişimini kör ebemde yapar.  Kaldı ki toplum sivil inisiyatif güç olarak dirense ne olur ki, bir kere fırsat vermezler,  hadi fırsatını bulup direnişe geçildi, o zaman da direnişçileri bir kaşık suda boğarlardı. Neyse ki hiç kimsenin gıkı çıkmadı.  Hatta Menderes idam sehpasında can verdiğinde de hiç kimsenin gıkı çıkmamış. Acı ama gerçek böyle uysal koyun bir tepkisiz halimiz var.  Besbelli ki halk yıllar boyu tepeden koyun misali güdüle güdüle sivil inisiyatif tavır geliştirememiş. Nasıl geliştirsin ki halk örgütlenmesin diye kanun ve yönetmenliklerle önceden tedbirini almışlar bile.  Böylece sivil irade oluşumunun önüne geçilmiştir. Bir ülke düşünün ki,  sivil katılımcılık olgusu gelişmemiş, elbette ki böyle bir ortamda özel bir çabaya gerek duyulmaksızın darbe yapılması gayet tabiidir. Hadi bundan vazgeçtik, silah zoruyla TBMM’ye cumhurbaşkanı dayatmaya ne demeli.  İşte İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı Meclisi tehdit ederek olmuştur. Keza 27 Mayıs ihtilalın akabinde Samsun'dan Ali Fuat Başgil aday oldu diye yapmadıkları kalmamıştır, en sonunda tehditle kararından vazgeçirmişler ve Orgeneral Cemal Gürsel'i dayatmışlardır.  Derken Atatürk sonrası halkın cumhurbaşkanını atanmışlara havale eden bir meclis yapısına bürünmüşüz.  Ta ki Özal bir sivil cumhurbaşkanı olarak köşke çıkana kadar bu süreç devam etmiş te. Anlaşılan halktan uzak böyle bir meclis yapılanmasında her on yılda bir darbe geleneğini sürdürmek çokta zor değilmiş. Bu ülke nice darbe ve darbe girişimlerine sahne oldu.  Neyse ki her darbenin ardından sandığa gidildiğinde kazanan Millet olmuştur.  Bir başka ifadeyle darbeciler her seferinde yolcu,  millet ise hancı kalmıştır hep.
          Maalesef her 15–20 senede bir 5–10 bin kişiyi hain ilan ederek yönetimi devr almak bize has bir moda olmuş. Üretilen hain zincir modası günümüze kadar uzatılmışta. Bu zincir modası bazen Yassıada’dan Zincirbozan'a hatıralarıyla aşılmaya çalışılsa da her ne hikmetse bu zincirin  bir türlü sonu gelmiyor, güya  bu zincir  devam ediyormuş.  Aslında kazın ayağı hiçte öyle değil, birilerinin rahatı uğruna mutlaka diğerlerinin hain ilan edilmesi gerektiği kurgusu üzerine kurulu bir zincir oyunudur bu.  Belli ki bu tür hain edebiyatı yaftalamaları ülkemizde darbe geleneğinin sürdürülmesinden yana tavır takınanların işine yaramakta.  Dahası ihtilallerden çıkar sağlayanların ürettiği bir hastalık tablosuyla karşı karşıyayız. İşte tarihi geleneğimizle taban tabana zıt bu tür çıkarcı yapılanmalar yarınlarımızı çalmak için adeta mevzilenmişler de.  Osmanlıyı inceleyin, bakın ne görürsünüz: kelleleri alınan vezirlere bile hain dememişiz. 
         Osmanlı’yı itibarlı kılan hiç kuşkusuz İslam’dır.  İyi ki de böyle bir dine mensubuz. Zira gayrimüslimlere,  azınlıklara bile hak ve hukuk tanıyan bir dinimiz var. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) hasta yatağında zimmîlerin haklarının gözetilmesini telkin etmiş bile.  Anlaşılan o ki;  bu engin anlayışın altında İslam’ın o engin hoşgörüsü yatmaktadır.
          Şurası muhakkak tarihe damgasını vurmuş bir ideal düzen, ya da bir inkılâp asla bir adam, bir kurum veya bir kuruluşa mal edilemez, tüm emeği geçenlere mal edilmesi gereken bir şeref tablosudur. Tek adamlı bir tablodan kim ne buldu ki bizde bulalım. Madem öyle yeni bir şeref tablosu oluşturmak için tarihi ile barışık, kültürü ile barışık, bilge insanıyla barışık ve halkı ile barışık yeni bir düzen inşa etmek gerekir. Elbette ki böyle bir barışık düzenin gelmesinden rahatsız olanlar olacaktır. Gerektiğinde dış dinamikleri harekete geçirip aba altında sopada göstereceklerdir. Oldu ya güç yetiremediler, icabında dış ülkelerden ithal ettikleri tercüme anayasalarla halkı oyalayabildikleri kadar oyalamayı deneyeceklerdir. Oysa ilim bize tercüme inkılâbın olamayacağını beyan ediyor. Bukalemuncu tavırlar, ortama göre renk veya şekil almak milli onurumuzla bağdaşmaz.  İşte Mecelle bu tür kaygılardan hareketle ortaya koyulan yerli bir kanun metni olarak doğmuştur.  İyi ki de böyle bir kaynak ortaya koyulmuş,  bir kere kaynağı örfi ve  dini olan bir hukuktur. Zaten örfi olması halkla bağını ortaya koymaya yetmiştir.
         Düşünün ki batı hayranlığını bu topraklara taşımak için dışarıya gençler gönderilmiş, yetmedi I. ve II. Meşrutiyetler birer reformmuş gibi gösterilmiş. Oysa empoze edilmeye çalışılan anayasalara baktığımızda kökü dışarıda ithal ve tercüme metinler oldukları gayet açık.  Adı üzerinde tercüme, ama gel gör ki tüm tercüme mevzuatlar bizim buluşumuzmuş gibi yutturulmuşta.
         Malum, Tanzimat fermanının bir diğer adı Gülhane Hattı Hümayunu’dur. Adı batsın demesek te ortada bir gerçek var; bu fermanın ilanıyla birlikte o gün bugündür hala yeni düzen peşinde koşturuyoruz. Öyle ki 1839’da Gülhane Hattı Hümayun’u okunduğunda şeriat metni ile başlamış ve bu metin; “Irz masundur, namus masundur, hürriyet,  adalet ve eşitlik...  gibi temalara yer vermişte.  Bu temalara bakıldığında o yıllarda bu ülkede kanun, nizam ve İslam yokmuş sanırsın.  Hadi bunu anladık diyelim, peki ya şu eşitlik, hürriyet hurrasına ne demeli! Belli ki bu da işin başka bir kılıfı. Üstelik bu temaları işlerken de şeriat adına çıkış yapıyorlar. Şeriat olan yerde şeriat istemek garip değil mi? Aslında şeriat filan bahane efendilerini memnun etmek için bal gibi Avrupacılık gütmüşler. Dahası bizim için değer ifade eden kavramlar bir başkaları için iyi bir kılıf olabiliyor. İcabında o zinde güçler için her türlü yola başvurmak mubah olabiliyor.  Tabii her şey mubah olunca bizde bu arada bu tür kirli oyun veya tezgâhlara aşinalık kazanabiliyoruz.   Demek ki asıl dert dava şeriat (bizim anladığımız manada şeriat Kur’an ve sünnettir)  değilmiş, şeriat adı altında ithal reçetelerle dışa göbekten bağlanmakmış.  Aslında her şey gayet açık,  gerek Tanzimat olsun, gerekse I ve II. Meşrutiyetler olsun tüm bu girişimlerin arka planında hasta yatağına düşmüş Osmanlıyı çökertme planı vardır. Nitekim İttihatçılar Ulu Hakan Abdülhamid Han’ı hal ettiklerinde çok sevinmişlerdi,  ama sevinçleri fazla sürmeyecektir, sorumluluk üstlendiklerinde Sırp ayaklanmasının Bulgar isyanına dönüşmemesi veya Ermeni Sadıka'nın Ermeni ayaklanmasına yol açmaması gibi birçok problemlerle karşılaşmışlardır. Belki de yaptıklarına bin pişman olmuşlardı, ne var ki son pişmanlık fayda vermez de.  Artık gaflet uykusundan uyandığımızda batı karşısında tamamen yelkenleri indirmiş halimizi gördük.
         Öteden beri bir koşuşturmadır gidiyor.  Yetmedi habire  “Bizi hangi müesses nizam kurtarır” sorusunun cevabını arar olduk hep. Tanzimat bu araştırmanın ilk adımıydı,  bize bu kapıyı aralar da.  Hatta bir sonraki düzen meraklılarına ışık verdi de. Meşrutiyet ise bu sihirli iksirin kesin formülünü bulmuşçasına hareket etti. Şimdiye kadar denemedik bir şey kalmadı dersek yeridir. Derken en sonunda Cumhuriyet modeline geçişimizi ilan ettik ve bugünlere geldik.  Tabii arayış serüvenimiz bitmedi, gelinen noktada hala sihirli formül peşindeyiz. İyi hoşta hala doğru dürüst bir sivil anayasa edinemedik.  Sihirli formül bulunsa ne olur ki, bir kere mevcut anayasa izin vermiyor.  Bakalım ithal tercümelerden esinlenerek yazılmış anayasayla nereye kadar gidebiliriz, doğrusu merak konusu. Şurası muhakkak ithal tercüme metinler halkın kodlarına çok yabancı, bu yüzden derde çare olamıyor. İşte durum vaziyet böyle olunca kimimiz kurtuluşu demokraside, kimimiz sosyalizmde, kimimiz kapitalizmde, kimimiz masonlukta vs. arar olduk. Mutlaka her sistemin bize öğreteceği ve kazandıracağı faydalı yönleri vardır, ama birebir kopya asla derde deva değildir. Bizi kurtaracak reçete, kendi öz değerlerimizle kucaklaşıp hür düşüncenin yolunu açmaktan geçer. Bugün olmuş hala insanımız hür düşünemiyor, sözüm onlara güya halk adına fikir serd ettiklerini sanan bir takım sözde bukalemun aydınlar var. Onlar sırça köşklerinde ahkâm kesmeye devam ede dursunlar şu bir gerçek tabandan tavana yapılanma olmadığı müddetçe, başımız daha birçok sıkıntılardan kurtulamayacak gibi.  Belli ki halkın vicdanına ve örfüne uygun sivil bir Anayasa modeli kurmadığımız sürece, daha çok sihirli formül peşinde koşturacağız demektir. O halde sürekli arayışımızın boyutunu iyi kavramalı. Bakın bu arayışta hangi sihirli formüllere başvurmuşuz bir görelim. İşte o formüller:
     —Tanzimat formülü (Gülhane Hatt-ı Hümayunu),
     —Mithat Paşa formülü (I. Kanun-i Esasi),
      —II. Meşrutiyet formülü,
      —%100 Avrupalaşma formülü (Dr. Abdullah Cevdet reçetesi),
      —İslamlaşma hareketi (Sebilürreşat formülü),
      —Türkçülük hareketi (İlk Türk Yurdu reçetesi),
      —Ziya Gökalp ve Yeni Mecmua formülü,
      —Prens Sabahattin formülü (Âdem-i merkeziyet teşebbüsü),
      —Terakki Perver formülü,
      —Cumhuriyet formülü,
       —Serbest Fırka formülü (reçetesi),
       —Altı ok formülü,
    —DP formülü (Demokrasi Hareketi) (Bkz. Yağmur Yayınevi İst. Doğu-Batı Sentezi, Peyami Safa S.89)
          Ayrıca:
       —27 Mayıs (MBK reçetesi) ve 12 Eylül formülü,
    —Özal formülü (Serbest piyasa ekonomi hamlesi vs.gibi arayışlara da koyulmuşuz.      İşte, sihirli formül arayış serüvenimizin genel alt başlıklarının alt iyi analiz edildiğinde büyük bir kısmının toplumda karşılık bulmayıp kırılmalara yol açtığı diğer bir kısmının da olumlu yansımaları olduğu görülmüştür. Derken tüm bu denemelerden sonra Türkiye birde üstüne üstük 28 Şubat Postmodern darbe,  Temmuz 2007 e-muhtıra girişimi ve Nisan 2008 yargı darbesi, 17 Aralık 2013 ve 7 Temmuz 2016 Pensilvanya kaynaklı paralel  ihanet çetesi darbe girişimleriyle yüzleşmiştir. Belli ki Türkiye'nin güçlü olmasından endişeye kapılanlar var. 
          Dedik ya bir koşuşturmadır gidiyoruz. Gel de bu hengâme içerisinde bunalımdan çıkış yolu arama, yine de ümidimizi yitirmiş sayılmayız,  araya araya doğruyu bulacağız gibi. Derler ya, arayan ya Mevla’sını, ya da belasını bulur, dileğimiz odur ki;  muradımız Mevla’yı bulmak olsun. Tabular bir bir yıkıldıkça,  tabandan tavana yapılanma emareleri filiz verdikçe umutlarımız daha da yeşerecek gibi. Artık sivil toplum, sivil katılım, sivil inisiyatif, milli ve İslami söylemlerin her platformda konuşulur olması bize bu ümidi veriyor zaten.  Kendi ülkesinin değerleriyle taban tabana zıt ısmarlama formüllerden kim ne bulmuş ki biz de bulalım.  Bizi ancak tarihi kimliği ile barışık dünya gerçekleriyle barışık ve aynı zamanda toplumu kucaklayan sihirli formüller kurtarır.  Ne yerel değerlere kapalı, ne de evrensel normlara kapalı bir model asla kurtuluşumuza çare olamaz.  Aslında bunca yaşanan gelgit süreci içerisinde sihirli formül arayışı birazda Fransız hastalığı gibi görünüyor. Zira Fransa 1789’da cumhuriyet kavramını bir idari biçimi olarak algılamayıp bu kavrama ideolojik boyut katmışlardır. Nitekim 1789 tarihi Cumhuriyet devriminin başlangıcı addedilmişte. Malum bu miladın öncesi dışlanmış, sonrasına da methiyeler dizilmiştir. Oysa çok övündükleri Cumhuriyet modeli bile kendi içinde cazibesini kaybedince beş kez yıkılmak zorunda kalmıştır. Fransız tarihi sürece şöyle bir baktığımızda kurdukları beş cumhuriyet dönemi içerisinde Krallığa iki kez dönüş yapmışlar da. Neyse ki birçok imparatorluk denemelerinden sonra Cumhuriyetin beşincisini kurmak De Gaulle’ye kısmet olmuştur. İşte formül arayışı böyle bir şeydir.  Bu gün ak dediğine yarın kara diyebileceğiniz bir süreçtir bu. Belli ki konjonktür neyi gerektiriyorsa önceki yönetime kara, bir sonrakine ak demeyi gerektiriyor. Hadi Fransayı anladık ta,  peki ya bize ne oluyor, artık ortada padişahlık, saltanat filan yok, keza Fransa örneğine benzer bir krallıkta yok, hatta yeni bir saltanat gelmeyeceğine göre bu denli tarihe düşmanlık niye? Demek ki; bizde de Fransız serüvenine benzer olaylara ak-kara bakış tarzımız söz konusu. Maalesef ak kara ikilemi içine düştüğümüz bir çıkmaz kuyu.  Oysa iyi ve kötü ayırımı yapma ilahiyatçı ve pedagogların işi, malum suç ve ceza nitelemesi de hukukçuların işidir. Hakeza tarihi bakışta öyledir. Tarihi hizaya getirme çabası asla bizim işimiz olamaz. Bırakın tarihi olayların analizini tarihçiler yorumlasın.  Biz sadece uzmanların sesine kulak vermekle mükellefiz. Madem öyle geçmişte olup biten her ne varsa ibret alıp ders almak gerek.  Gün bu gündür, artık sihirli formüller üzerinde boşa kürek çekmek yerine değişim sürecinin son halkası cumhuriyetimizi katılımcı demokrasi ile taçlandırmaya bakalım. Enerjimizi bu yönde harcarsak, belki sonu gelmez arayışlar son bulabilir.
        Sihirli formül arayışında Osmanlı’yı karalayıp Cumhuriyete meşruiyet kazandırılmaya çalışıldığı herkesin malumu. Dahası Osmanlı’da hürriyet olmadığı yalanının okullarda genç dimağlara habire aşılandığı da bir vaka. Yetmedi bu ülke sanki hiç hürriyet yüzü görmemiş gibi Cumhuriyetle birlikte hürriyete geçiş yaptığımız kehaneti işlenilmiş hep. Oysa Ulu Hakan Abdülhamid Han Meclis-i Mebusan’ın açış konuşmasında yaptığı II. Mahmut ve diğer padişahların miriyeti içerisinde yaşadığını, fakat bunların arasında hürriyet ve vatandaşlık şuurunun gelişmediğini, artık eşit olduğunu söylerken, tıpkı Mustafa Kemal’in Meclis’teki konuşmalarının geriye doğru tekrarını ortaya koyuyordu. Demek ki, sihirli formül arayışı ak-kara ikilemiyle sağlam zemine oturamıyor.  Tarihi objektiflik ekseninde bir arayışa ihtiyaç var.  İhtiyacın ötesinde ileri demokrasi anlayışına da ihtiyacımız var.  Hele şükür, Cumhuriyetle birlikte tam demokratikleşme gerçekleşmese bile yine de demokrasiye adım atabilmişiz.
        Bir kere her sihirli formül arayışı ve olayını öncelikle o devrin kendi yapısı ve şartlarında değerlendirmek gerekir. Nasıl ki Kanunnamelerle özdeşleşmiş Kanuni Sultan Süleyman’dan bilgisayar beklemek abesle iştigalse, Kuvayı milliye ruhuyla cumhuriyeti kuranlardan da aynı ölçüde ‘katılımcı demokrasi’ anlayışı beklemek bir başka abesle iştigal durum olur. Şu anda bulunduğumuz şartlar sivilleşmeyi gerektirdiği için Türk insanı sivil söylemlere çoktan yöneldi bile. Çok değil Özal dönemi öncesi sivil toplum kavramından bihaberdik. Haberdar olan varsa da bahsetmesi söz konusu değildi. O halde tarihi yorumlarken o devrin şartlarını göz ardı etmemeli. Bakın, ihtilalsiz, ayaklanmasız cumhuriyete geçiş yapabilen tek cumhuriyet biziz. Bu aşamaya gelmek kolay değildi elbet. Düşünün ki sihirli formül arayışında Abdülhamid Han Anayasayı ilan etmedi diye, Ermeni yaftası  “Kızıl Sultan” lakabını ağzımıza sakız yapmışız, gel de bu karalamacı anlayışla yeniliğe geçiş yap mümkün mü? Elbette ki farklı kimliğe sahip çok mezhepli çok meşrepli ve birçok etnik milliyetleri bağrında taşıyan imparatorluktan, bir oldubittiye getirip bir çırpıda meşrutiyete geçiş yapmayı beklemek akıl izanın kabul edemeyeceği bir husustur. Kaldı ki Cumhuriyet kurulmuş kurulalı Türkiye tam demokratikleşmeye geçebildi mi ki Osmanlıda bir çırpıda geçiş yapabilsin.  Şunu hafızamıza iyi kazımak gerek;  tarihi olayları asla kişilere endeksleyip hislerimizin kurbanı yapmamalı. Siz siz olun tarihi olayları analitik bir anlayışla ele alın ki objektif bir tarih bakışı ortaya koyabilesiniz. Nasıl olsa hayat yoluna devam ediyor, o halde tarihi de kendi doğal akışına bırakmakta fayda var.  
        Elbette ki Türkiye’nin de İngiltere gibi demokratikleşme sürecini tamamlamasını dilerdik, ama olmadı.  Hadi bundan vazgeçtik bari işler sarpa sarmadan önce meşrutiyet aşaması, daha sonra demokratikleşme aşamasına geçiş yapılabilirdi pekâlâ. Maalesef yumuşak geçiş yapmak yerine Fransa’dakine benzer birikmiş dalgalanmaları bugünlere taşımayı yeğlemişiz. Şayet İngiltere gibi yumuşak geçiş örneği sergileyebilseydik Türkiye’nin şuan ki durumu çok daha farklı yerlerde olurdu. 
          Malum, milli mücadelenin maddi veçhesini Büyük Millet Meclisi oluşturur. Nitekim bu kurulan meclisin kararıyla kurtuluşumuz gerçekleşip akabinde yeni bir rejim doğmuş, adı: Cumhuriyet. Bir başka ifadeyle Cumhuriyet Meclisin kararıyla gerçekleşmiştir. Dahası BMM, Cumhuriyetle birlikte TBMM adını alır bile. Hatta isimle kalmaz TBMM’nin çıkardığı ilk kanunlar arasında TBMM’ye karşı olmak vatana ihanetle eş tutulmuştur. Ama gel gör ki zaman içerisinde, değil TBMM'ye karşı olmak artık TBMM’ye muhtıra vermek vatana ihanetten sayılmıyor. Demek ki; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” hükmü gerçek manada o yıllarda gerçekleşmiş. Sonraki yıllarda bu hüküm sulandıra sulandıra egemenlik bir avuç azınlığın tekeline dönüşmüş bir yapıya bürünmüştür.
        Velhasıl; Cumhuriyetin ilk yılları padişaha ve halifeye sadakatle başlamış,  sonrasında meşruiyet kaymasıyla birlikte saltanat lağvedilmiştir. Akabinde sihirli formül arayışı yolunda tek partili,  çok partili dönem derken bugünlere geldik. Belli ki arayışımız son bulmayacak. Bakalım Türkiye daha ne gibi arayışlar içerisinde olacak. Anlaşılan yeni arayışlarda da fikir eksersizi yapmaya ihtiyacımız var.
                Vesselam.



29 Kasım 2016 Salı

SİSTEM VE İDEOLOJİ AÇMAZI




                         SİSTEM VE İDEOLOJİ AÇMAZI

                                                                   SELİM  GÜRBÜZER

            Sistem hakkında bilgi edinmek için sistemi oluşturan unsurların detayına bakmak gerekir. Peki, sistemi oluşturan unsurlar nelerdir derseniz, elbette ki bu unsurlar gaye, tanım, ispat, uygulama ve metottan başkası değildir.  İşte tüm bu beş unsurun bir arada bulunması sistemin çatısını oluşturur.  Kelimenin tam anlamıyla amacı, tanımı, ispatı (kabulü) ve uygulaması belirlenmiş bir yapı sistem diye tarif edilir.  Madem öyle sistemin çatısını oluşturan bu beş (5)  ana unsurun tüm berraklığı ile açıklığa kavuşturulmadan herhangi sistem hakkında hüküm vermek doğru değildir.  Dolayısıyla sistemi incelerken şu kıstasları göz önünde bulundurmak gerekir. Şöyle ki;
        -Ulaşılmak istenilen hedefin yol haritasını açıklamak sistemin gayesini,
        -Kullanılan ıstılah ve kavramların açıklığa kavuşturulması sistemin tanımını,
        -Ne şekilde yol takip edilmesi gerektiğini tayin etmek sistemin metodunu,
        -Kitleler tarafından kabul görüp görmemesi sistemin uygulamasını ortaya koyar.

            İdeoloji Analizi
            Sistemi bütün unsurlarıyla topyekûn masaya yatırıp enine boyuna tahlil etmek esastır.   Zaten analitik yaklaşım bunu gerektirir. Aksi takdirde sistem hakkında sağlıklı bir kanaate varılamaz. Bir insan düşünün ki arayış içerisinde, böyle arayışa koyulmuş bir insanın öncelikle mevcut yolları iyi analiz etmesi gerekir. Analiz sonrası malum, bu yollardan hangisini seçeceği bireyin tercihine kalmış bir şey, ister onaylar isterse onaylamaz, ya da şerh düşer. Zira tercih hakkı şahsın iradesiyle ilgili bir husustur, kimse buna müdahale edemez. Hatta birey, dilerse sisteme karşı alternatif sistem de geliştirebilir. Böylece çoğulcu anlayışın gelişimine katkıda bulunmuş olur da.  Madem tek tip anlayışla kitleleri yönetmeye kalkışmak bir takım problemleri beraberinde getiriyor o halde çoğulcu anlayışı hâkim kılmak gerekir. Zira bireyler çoğulcu anlayışın egemen olduğu ortamlarda tercih belirleyebiliyor.

            Çoğulculuk
            Dünyanın şuan gidişatı çoğulculuk istikameti yönündedir. Totaliter ülkelerde bırakın farklı görüşlere yer verilmesi hiçbir tercih göz önünde bulundurulmaz da.
            İnsanoğlu daha dünyaya adım atar atmaz, etrafı mahşeri kalabalık bir ortam algılar ve ilk anda olayları muhakeme edemez. Ancak çocuk büyüdükçe karşılaştığı vakıalarla yoğrula yoğrula zihninde bir takım olaylar berraklaşıp netleşmeye başlar.  Derken kendine bir rota çizmeye koyulur.  Şayet bu yol belirleme esnasında kişiye herhangi bir dayatma ya da müdahalede bulunulursa, bireyin iç dünyasında onarılmaz yaralar açacağı muhakkak. O halde bir insana, baskı ve dayatma ile şu sistem üzerine hareket edeceksiniz demek zulümdür. Değim yerindeyse bir insana yapılan köle muamelesine eşdeğer bir zulümdür bu.
             Kitlelere sistemin kabulü noktasında tepeden inme ve dayatmacı yöntemlerin izlenmesi, bireyin hakkına vurulan en büyük darbe olduğu kuşku götürmez. Tabularla toplumu hapsetme isteği, yeniden orta çağ zihniyetinin hortlatılmaya çalışılmasından öte bir anlam ifade etmez. Tabular oldubitti ocağımıza incir ağacı diken barikatlardır hep.  Belli ki bireysel tercihlerin ortaya çıkmasında en büyük engel tabulardır. Hadi tabudan vazgeçtik sanki bireyin önünde bariyer yokmuş gibi birde pişkin pişkin demezler mi;  Vay efendim bizde niye aydın yetişmiyor diye.  İşte bu tür statükocu anlayışlar yürürlükte olduğu müddetçe elbette ki bizde aydın yetişmez. Kaldı ki statükocu anlayışla bir arpa boyu yol bile alınmaz.
            Orta çağ Zihniyeti
            Mevcut sistem tepeden inme dayatmacı ve baskıcı yöntemlerle toplumu hizaya getirme isteği, ileride önü alınamaz sosyal yaralar açtığı artık sır değil. Zira insanoğlu fıtratı gereği dışarıdan yapılan herhangi bir telkini ve müdahaleyi sevmez. Zaten anaların hür doğurduğu evlatların fıtratına aykırı müdahalede bulunup tercihlerini hiç saymak çağımızın bedeviliği olacaktır. Kaldı ki orta çağ karanlığından kim ne bulmuş ki, biz de bulalım.
            Farklılıkların bir arada bulunması ancak karşılıklı hoşgörü sergilemekle mümkün. Şayet bir sistem uzun süre varlığını sürdürme diye bir derdi varsa bir kere her türlü farklılığa açık olmalıdır.  Kendi dışındakileri öteki görüp dışlamak ya da karalamakla nereye varılır ki.  Siz siz olun hoşgörü zemininde farklılıklarla birlikte yaşamaya alışın ki fikri zenginlik doğsun.   Aksi durumda,   anarşizm kol gezecektir. 
            Farklı düşüncede olan insanlarla nasıl bir arada yaşanılır formülünü her sistem kendi içinde ispatlamalı da. Öncelikle taraflar birbirlerinin varlığını kabul etmeli ki,  karşılıklı tahammül hamlesinde ilk adım atılmış olsun.

            Alternatif Sistem
            Mevcut sistem kendine alternatif olacak her oluşuma kapıyı kapatması demek, ta baştan davayı kaybetmesi demektir. Çünkü bu kendine olan güvensizliğin bir göstergesidir. Fikri hür, vicdanı hür güçlü fikirler fikir özgürlüğünden niye korksun ki.  İnancına sadık olan din özgürlüğünü niye tehdit görsün ki. Soyundan emin olan diğer etnik kimliklerle bir arada yaşamaktan niye çekinsin ki.  Anlaşılan korkular, güvensizlik, çekingenlik gibi bir dizi kaygılar başa bela saikler. Öyle başa bela ki başkasına tahammülsüzlük tavan yapmış durumda. Bakın Milli Şef’e bir ikaz mektubu yazan Ali İhsan Paşa’nın on yıl hapse mahkûm edilmesi bunun tipik ispatıdır. Malum, Milli Şef uygulamaları, halkın hemen her kesimini canından o kadar bezdirmiş ki,  halk çok partili hayata geçişle birlikte ilk fırsatta 1950 seçimlerinde CHP'yi tepeleyip DP’yi iktidara taşımıştır. İyi ki de halk iktidara taşımış ülke sathında büyük bir rahatlama meydana gelmiş bile.  Derken tek tip yönlendirmelerden usanan toplum çoğulculuğa yönelmiştir. Gerçekten de köhnemiş sisteme karşı alternatif oluşumların olması halk için büyük bir avantajdır. Düşünsenize Milli Şef uygulamalarında ısrar edilseydi kim bilir halimiz nice olurdu.
            Şu bir gerçek bireyin, alternatif model arayışında herhangi birine yönelip tercihte bulunması bağlılık anlamında ‘cilik’ini ortaya koyar.  Ama şu da var Süleyman Nazif her türlü  “cilik” veya  “ci” eki almış kavramlardan hoşlanmayan bir aydınımızdır.  Haklı da sayılır.  Nitekim söz konusu ekler onda ya bir eşyayı çağrıştırmış ya da tüm meslek erbabını kapsayan “satıcılık”  kavramını çağrıştırmıştır.  Hatta o,  II. Meşrutiyetle ortaya atılan “Türkçü”  tabirine sinir olmuşta.    Öyle ki Türkçü kelimesini duyduğunda kahveci, şekerci, yemişçi, sucu, kebapçı, kitapçı vs. gibi meslek erbabına ilave edilen “ci”leri algılamış. Dolayısıyla ci, cu, cü, çu, çü eki almış tabirleri herhangi bir şeyin satılması olarak niteleyip tepki gösterirdi. Zira Süleyman Nazif'in bulunduğu bir ortamda  “Türkçü” kavramı geçince, derhal tepkisini ortaya koyup;
            “-Ben Türk olduğum için “Türkçü” olamam ve Türk satamam, fakat kürk olmadığım için ‘kürkçü’ olabilirim” demiştir. Anlaşılan, Süleyman Nazif'in gözünde değer atfedilen kavramlar hariç diğerleri kürkçü dükkânı muamelesi görmesi gereken kavramlardır.  Hiç kuşkusuz Süleyman Nazif’in bu duyarlılığı kayda değer bir hadisedir.   Maalesef onun bu duyarlılığından bizler ders alamamışız.  Bakın   “ci”, “cü”, “çü”, “cilik”, “çülük” gibi ekleri lisanımıza sakız yapmışız bile.  Her şeyde çürüme olduğu gibi, dilde de çürüme olmuş.  Maalesef müdahale sınır tanımıyor.  Batının bir zaman muzdarip olduğu tüm hastalıklar bize sirayet etmiş durumda.  Mesela entelvari davranmak bir hastalık işaretidir. Zira aramızda modernlik kisvesi altında zıvanadan çıkmış bir sürü insan var. Öyle zıvanadan çıkmışlar ki o güzelim dilimize bile müdahale edip kavram kargaşalığına neden olmuşlardır. Derken etrafta “ci”, “çi” edatıyla anılan milliyetçisi, ümmetçisi, laikçisi, ferdiyetçisi, sınıfçısı bir sürü insan türedi.  Bu tip ekler öyle başa bela ki, milliyetçisi müspet milliyet gerçeğini bilmediği için ırkçı şoven olabiliyor,  ümmetçisi ümmet bilincinden bihaber olduğundan halifelikten dem vurabiliyor, laikçisi, laikliğin içerisini boşalttığından dindarlara hayat hakkı tanımayabiliyor.  Belli ki kavram kargaşalığın özünde kullanılan kavramlara ci, cü, çi, çü tipi ekler eklemek vardır, yetmedi eklenilen kavramları tanımlamamak ya da açıklığa kavuşturmamak vardır.  Kapalı kutu kalmak varken,  niye açıklığa kavuşturulsun ki. Nasıl olsa tanımı yapılmamış kavramlarla topluma dayatma ve baskı yapmak silahla şakağa dayamaktan çok daha kolay bir yöntem.

            Kavram Anarşisi
            Aklın gereği, kavram anarşisine son vermek gerekiyor. Öyle kavramlar var ki “dua”, öyle kavramlar var ki “silah” olabiliyor. Öyle kavramlar var ki lastik misali bir oyana bir buyana kısalıp uzanabiliyor. İcabında kavramlar bukalemunca kılıktan kılığa girip ortama göre renk ve şekil alabiliyor. Öyle anlaşılıyor ki; hangi sistem olursa olsun kullandığı argümanları kuşkuya mahal bırakmaksızın açık ve şeffaf ortaya koymalı. Aksi takdirde toplum nezdinde dışa kapalılık hiçbir kıymet ifade etmez. 
             Malum, tarihin ibresi hep değişimden yana işlemekte. Kaldı ki ibre ters yönde işlese bile tercih hakkı birey özgürlüğünün olmazsa olmaz şartıdır.  Nasıl ki sporda Fenerli, Galatasaraylı, Beşiktaşlı,  Trabzonsporlu olmak neyse mevcut sistem içinde tercih sıralamasında bulunup safını belirlemekte odur. Zaten öyle de olmalı. Keza bir insan, öylesine tercih sıralaması yapıp ta saf belirleyemezse bu durumda bir derece kabul edilebilir, en azından tarafsız deriz.  Asıl kabul edilemez durum tepeden dayatmayla bir sisteme kayıtsız kuyutsuz yüzde yüz göbekten bağlanmaktır.  Düşünebiliyor musunuz bir insan körü körüne sisteme zincirlenebiliyor. Aslında bu zincirlenme akıl tutulmasının ötesinde kendi iradesine ipotek koydurmaktır.  Oysa doğru olan temel kaide iradenin özgürce ortaya konulabilir olması ve tercihlere kota koydurtmamaktır.  Bir kere devlet yönettiği tebaasında ne bir şart,  ne de temel bir kaide aramaksızın bireyleri özgür bırakmalı.  Tebaa ise başı sıkıştığında icabında devletin hakemliğine başvurup kendi bireysel haklarını koruyabilir olmalıdır. Şayet birey tercihlerini önüne geçmek adına bir takım kavramlarla kafalar karıştırılıp insanlar tek tip modelde karar kılacak zannediliyorsa, bu zan boşa bir zandır,  insan bir kere tabiatı gereği çoğulculuktan yanadır.  Zira bireyler çoğulcu anlayışın bulunduğu ortamda ancak tercih hakkı kullanılabiliyor. Şurası muhakkak tercih hakkında bulunmak diğer toplum birimlerini dışlamak anlamını taşımaz,  bilakis tercih birimleri arasında organize ilişki ağı kurmak anlamındadır. Mesela liberalizme gönül vermiş bir kişinin bireyin haklarını savunması ailesi ve milletini sevmesine mani değildir, sadece o kişi tercih sıralamasında ilk sıraya “bireyi” almışlığı söz konusudur. İşte bu yüzden o insan etrafında “bireyci” veya liberal bilinir. Hakeza yine bir insan tercih sıralamasında ilk önceliği milletten yana kullanmakla adından “milliyetçi”  kişi olarak söz ettirir. Ama bir milliyetçi, aynı zamanda ailesini, ümmetini de sevebilir.  Dedik ya insanlar baskın taraflarıyla kategorize edilirler. Demek ki tercih sıralamasında bulunmak diğer birimlerden vazgeçmeyi gerektirmiyor. Temel yürütücü birimlerden herhangi birine öncelik vermek insana sadece “kimlik” kazandırır. Bakın, Ziya Gökalp’ın “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garb medeniyetindenim” ifadeleri bir değişik tercih sıralaması örneğidir. Hâsılı sistem modelleri arasında tercih silsilesi yapmak, diğer sistemlerin tümünü reddetmek değildir. Kelimenin tam anlamıyla kişinin söz konusu tercih birimlerinden birine öncelik vermesi onun  “aidiyet önceliğini” belirler. Kaldı ki bir insanın bir mantık çerçevesinde tercih silsilesi belirlemesi gayet tabii bir durumdur, kınanamaz.
            Millet kavramı bir toplum birimi olmanın yanı sıra hem dini, hem de sosyolojik tanımları da bağrında taşır. Ancak millet kavramının tanımı ülkeden ülkeye değişebiliyor. Nitekim Fransız’lar millet kavramını tarif ederken daha çok “kültür” koduna vurgu yapar, Almanlar “ırk”, İsviçreliler “vatan”, Romanyalılar “dil”, ABD “tabiiyet”, Çin “kültür”, Türkiye ise  “tümünü” esas alır. Dolayısıyla her milletin kendi iç gerçekleri neyi gerektiriyorsa ona göre tanım yapmaktadır. Buna mecburlar da. Madem öyle kendi iç gerçeklerimize dönebiliriz.
             Dil-Irk-Kültür
            Malum, bizim Milliyet gerçeğimiz dil, ırk ve kültür bakımından üç daire ihtiva eder:
            - Dil dairesi,
            - Irk dairesi,
            - Kültür dairesi.
             Sanıldığının aksine dil tek başına Türk kimliğini belirleyen unsur değildir. Mesela dil yönünden Türk kültür dairesine giren Yakutlar antropolojik (ırk) yönden Mongoloid’dir. Hakeza Bulgarlar ırkı yönden Türk halkasından olmasına rağmen, dil bakımından Türk değildir. Peki ya Türkiye! Malum ülkemiz gerek dil bakımından, gerekse soy bakımdan İslâm âleminden apayrı bir konumdadır, ama kültür (etnografya) yönünden Müslüman kültür dairesinin kapsam alanına giren bir ülkedir. Keza yine Türk’ün tarihten bugüne taşınan milli kültürü söz konusudur. Şu anki konuma baktığımızda ise milli kültür hak getire,  görünüm itibariyle karma kültür dairesini andırıyor. Belli ki bir yandan İslâm âlemiyle diğer yandan batıyla olan sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel alanda ki münasebetlerimiz “Karma kültür halkası” oluşturabiliyor. Demek ki bunu da görecekmişiz. Olsun yine de çok dert etmemek gerekir. Zaten dünyanın hiçbir yerinde saf ırk, saf dil ve saf kültür yok ki, bizde de olsun.  Dolayısıyla toplumlar arası bir takım geçişlerin olması kaçınılmazdır.  Dahası toplumlar kültür alışverişinde hem almış, hem vermişlerdir. Öyle ki; Yunanlılar dünyanın kültür hazinelerini coğrafyasına taşımışlar, ama kimliklerinden taviz vermemişlerdir. Anlaşılan o ki;  kültür alış verişinden korkmamalı, ama dikkatte gerektiriyor. Yeter ki, kendi öz kültür hazinelerimiz gereği gibi işletilsin, bak o zaman yozlaşmadan söz edilir mi.  Tam aksine kültür politikaları sağlıklı yapıya kavuştuktan sonra görülecektir ki yerli kültürümüz yabancı kültür akımlarından etkilenmeksizin dimdik ayakta kalacaktır. O halde durduk yerde endişelenmeye gerek yoktur. Çünkü karşılıklı kültür alışverişleri sayesinde uluslararası ilişkilerde keskin tavırların yerini sıcak diyalog ve yumuşamaya terk ettiği de bir vaka.
            Dünyada yeni bir anlayış hâkim, bu anlayışta asimile olmadan farklılıkları kabul edip tüm insanlarla sıcak diyaloglar kurabilmek esastır. Kelimenin tam anlamıyla  “her türlü entegrasyona evet, her türlü asimilasyona hayır”  sloganı bu çağın yarasına neşter vuracak niteliktedir.   Artık günümüzde küçük alt birimlerin tanınıp büyük bir birime doğru yol almak ideali yeni bir misyon olarak ortaya çıkıyor bile.

            Tek Tip Düşünce
            Türkiye, dönem dönem durduk yerde tek tip düşünce dayatma ağına düştüğünde başına dertler açabiliyor. Bu dert tarihi misyonumuzu idrak edememenin bir sonucudur. Hala uslanmaz çocuk oyunu rolündeyiz.  Hele köşe başlarını tutmuş devletlû bir zevat var ki evlere şenlik,  toplum ufkunun çok gerisindeler. Ama gel gör ki toplumu tek tipleştirme yönünde gösterdikleri gayrette çok ileri seviyedeler. Yani ufuksuzlukta bir numaralar. Oysa sosyal hayat farklı fikir ve farklı düşüncelerin çokluğuyla anlam kazanır.  Nitekim insan iradesine ipotek koymanın, kişilik haklarına balta vurmaktan farkı yoktur. 
            Şurası muhakkak; toplum nezdinde güçlü fikirler ve kaliteli sistem modelleri itibar görüp yer edinebilir. Nasıl ki pazarda kalitesiz ürünler kaliteli ürünler karşısında rekabet edemeyip elde kalıyorsa, kendini ispatta zorlanan sistem modelleri ya da fikri akımlar da rafa kalkabiliyor. Yani tarihin tozlu raflarına gömülebiliyor. Madem öyle serbest fikir atmosferinde bireylerin tercihlerine pranga vurmadan özgürce fikirlerin tartışılmasında sakınca görmemek gerekir.
            Hani yasaktan maraz doğar derler ya, gerçekten de nice yasakçı uygulamalar sonucu ilim, deney ve gözlemden uzak fikri akımlar hak etmediği halde ilgi odağı olabiliyor. Şayet fikri akımların özgürce tartışılmasına müsaade edilseydi, bu denli meşhur olamayacaklardı. Düşünsene bir zamanlar Türkiye'de Komünizmin ilgi odağı olması komünizmin kendisi değildi, komünizmin yasak olması onu meşhur etmiştir. Neyse ki Özal 141, 142 ve 163. ci yasakçı kanun maddeleri kaldırdı da ilgi odağı olmaktan çıkmışlardır.  Anlaşılan o ki her türlü fikri akım kendini ispatlama şansı elde edecek özgür ortam bulmalı ki,  kitlelerce kabul görüp göremeyeceği anlaşılabilsin.  Zaten yasaklarla nereye kadar gidilebilir ki, tarihte de görüldüğü üzere yasak çözüm getirmemiş, tam aksine bunalımları daha da derinleştirmiştir. Madem öyle dayatma, müdahale ve baskıyla bir yere varılamayacağını artık anlamalıyız.  Kaldı ki düşünceye pranga vurmak orta çağ kafası bir üründür.  Düşünceye pranga vuruldu da ne oldu,  sonunda bir şekilde düşünceler su yüzüne çıkabiliyor. Mesela öyle fikri düşünce var ki yavaş ilerler, ama uzun ömürlüdür. Öylede bir fikri düşünce biçimi var ki propagandaya, şişirilmeye ve dayatmaya dayalı olduğu için çabuk ilerler, ama kısa ömürlüdür. İşte bu noktada ister uzun vadeli, ister kısa vadeli olsun sonuçta fikri düşünceleri iki grupta mütalaa edilebilir;        
            Birincisi; yükte hafif, pahada ağır fikirler.
            İkincisi; pahada hafif, yükte ağır fikirler.
            Elbette ki birincisi tercihimizdir. Pahası ağır gibi görünen fikirler ve sistem modelleri aslında çoğu kez şişirilmiş balonlar olup içeriği boştur, yani daha çok sloganik ve hamasi nutuklarla yüklenmişlik söz konusudur, bu yüzden pahada hafiftirler. Oysa yükte hafif, pahada ağır fikirler şişirilmeye ve methiyeye ihtiyaç hissetmezler. Nasıl hissetsin ki,  zaten gücü etkisinde, bu yetmez mi?  Güçlü fikirlerin değerini bilen biliyor, bilmeyende sonradan kafasına dank ediyor, derken hakikat er geç tecelli etmiş olur.

            Toplum- Devlet
            Pahada ağır fikirler, hiçbir zaman toplumun iç dinamikleriyle ters düşmez. İşte bu gerçeklerden hareketle sisteminde kendini kontrolden geçirip tıpkı pahada ağır fikirler gibi uzun süre ayakta kalabilmesi için toplum gerçekleriyle barışık olması gerekir.  Dahası hangi sistem olursa olsun toplumun temel dinamikleriyle uyum sağladığı ölçüde varlıklarını sürdürebiliyor.  Bakın Tanzimat’tan bu yana denemediğimiz yol, başvurmadığımız reçete kalmadı. Denedikte ne oldu ki, tüm denemeler toplum dinamiklerine ters düştüğünden fiyaskoyla neticelendi. Üstüne üstük dışarıdan ithal edilmiş tüm denemeler çoğu kez topluma dayatılarak denenmiştir. Maalesef toplum kobay olarak görülmüştür. Tabii bu durum toplumla devlet arasında güvensizlik doğurup surda gedik açmaya yetmiştir.  Hatta batıdan kopya edilmiş denemelerin toplumda karşılığı merkez-kenar çelişkisini doğurmuştur. İşte bu yüzden Doç. Dr. Hikmet Özdemir; “Devlet tarihle barışmalı, İslâm’la barışmalı, Bediüzzaman Said Nursi ile barışmalı,  Nazım Hikmet’le barışmalı...” derken bir önemli hususa parmak basmıştır.  Malum,  buyurgan devlet yapısı,  yakın zamana kadar toplum içinde gelişen fikri akım ve modeller karşısındaki tavrı tepeden dayatma ve hâkimiyet kurmak şeklinde olmuştu. Oysa devlete “hakem” rol üstlenmek yakışırdı.  Bir başka ifadeyle “hâkim” değil “hakem” olmalıydı. Peki, hakem devlette nedir derseniz, bir kere hakem devlet her türlü fikri akım karşısında tarafsızdır. İcabında tabandan gelebilecek her türlü fikri girişime öncülük edip kapıları kapatmaz da.  Gel gör ki Türkiye’de her türlü fikriyat sırça köşklerde hazırlanıp tepeden dağıtıldığı için, tabandan gelen bir fikre devlet her zaman kayıtsız kalmıştır.  Oysa her seferinde kapısını aşındırıp tavaf ettikleri batı bile tabandan gelen değişmelerle Rönesans’ını gerçekleştirmiştir.  Bizde ise akla ziyan, hem batıyı örnek model diye sunacaksınız, hemde alaturka iş yapacaksınız, şimdi adama sormazlar mı bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diye.  Maalesef sürekli tepeden yönlendirmeler ya da dayatmalar halkın sivil refleksini ve katılımcılık ruhunu köreltmeye yetmiştir. 
            Şayet mevcut sistemin sürekli kan kaybetmemek diye bir derdi varsa bir an evvel yasakçı uygulamalardan vazgeçip sivil katılımcı mekanizmaların önünü ardına kadar açması gerekir.  Böylece özgür ortam toplum devlet ilişkilerinde normalleşmeyi sağlayacaktır.  Sivil katılımcı anlayıştan uzak sözde demokratik yapılanmaların çözüm sunamadığı gayet açık ortada.  Besbelli ki anti demokratik uygulamalarla toplumun hak ve hürriyetlerini sınırlayıp müdahale ettikçe kitleler fanatizmin kucağına itilmektedir. Aslında ceberut devlet anlayışı böyle yaptıkça kendi kuyusunu kazmakta ve baskı kurdukça kendi mevcut konumunu değil, karşısındaki güçleri güçlendirmiş olur.  Bakın, Ghandhi bu konuda ne diyor: “En despot idare bile, çok defa despot tarafından zor kullanılarak halkın rızası sağlanmadıkça ayakta kalamaz. Halk despotun kuvvetinden artık korkmadığını anladığında onun kuvveti gitmiş demektir.” 
         Malum,  otoriter sistemlerde karar verme fonksiyonu lidere ait bir ayrıcalıktır.  Liberal sistemde karar fonksiyonu girişken bireylerin omuzlarındadır. Sivil katılımcı modelde ise ne lider ağırlıklı bir yapılanma, ne de birey ağırlıklı yapılanma söz konusu,  grubun bütününü içine alan, bütüne şamil bir sistemin adıdır, yani sivil toplum ve sivil katılımın tâ kendisidir.
          Velhasıl; Cumhuriyet ve demokrasi, devletin derin koridorlarında alınan kararlarla değil sivil katılımcı güçlerin etkili olduğu ortamlarda yeşerebilecek bir yönetim modelidir.

          Vesselam.

28 Kasım 2016 Pazartesi

İDEOLOJİLER İDRAKİMİZE GİYDİRİLEN DELİ GÖMLEKLERDİR.



 İDEOLOJİLER İDRAKİMİZE GİYDİRİLEN DELİ GÖMLEKLERDİR.  

SELİM GÜRBÜZER
  
      Türkiye insanının başı bin bir türlü dertten kurtulmadığı içindir kendini hep ideoloji arayışında bulmakta.  İşte bu arayış içerisinde  ‘ben ne olmalıyım’ sorusu ister istemez karşımıza kimlik meselesi olarak çıkıyor.  Derken insanların liberal mi, sosyalist mi, milliyetçi mi, Atatürkçü mü, İslamcı mı vs. kimlik edinme arayışları gündemden düşmez de.    Aslında bu arayış yolunda haramilere yem olma riski de söz konusu. Nasıl risk olmasın ki,  bilhassa ülkemizde yeni genç kuşağın içi boş sloganların ardına düşmesi kimlik krizinin ne denli mühim bir hadise olduğunu göstermeye yetiyor.  Tabii bu duruma şaşmamak gerekir,  gençler tarihi köklerden bihaber yetiştirilip analitik düşünceden yoksun serseri mayın misali kendi kaderleriyle baş başa bırakılırsa olacağı buydu,  zaten başka bir şey beklemekte abesle iştigal olurdu. Hele kimlik meselesinin üzerine gidilmeyip seyirci kalındığı sürece gençlik ardına düştüğü sloganları rehber bilmeye devam edecek gibi.
         Maalesef insanlar slogana değil de sloganlar insana yön veriyor,  bu ülkede içi boş hamaset sözler prim yapabiliyor. Böyle olunca da yeni mezun sözde elitler, taşra insanını köylü, gecekondu halkını proletarya olarak görebiliyor. Şimdi gel de bu tip manzaralara içimiz yanmasın,  demek ki tarihi kökleri derin bu ülkede analitik düşünceden yoksun eline tutuşturulmuş reçeteleri gerçek sanan sözde elit tabaka türeyebiliyor. Yetmedi bu ülkede hala sloganlar tek ışık feneri algılanabiliyor.  Belli ki bu noktada hayıflanmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor. Hem de ne hayıflanma,  üstelik bu hayıflanma insana ah çektirir bile, baksana karşımızda kendini ideoloji cenderesine kaptırmış bir sürü zavallı genç var. Sormak gerek,  hamasetten kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Bakın Cemil Meriç ne güzel demiş; ideolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömleklerdir diye. Evet, gençlere giydirilen deli gömlekler aynı zamanda ayaklarına vurulan bir prangadır. Bakalım bu prangalardan ne zaman kurtuluruz, bir oyundur sürüp gidiyor. Maalesef genç kuşak ellerine tutuşturulan her bir reçetenin beş temel öğe üzerinde test edilmesi gerektiğini bir türlü akl edemiyorlar.  Zaten akl edip test edebilseydiler ardına düştükleri yolun doğru mu, yanlış mı olduğunu anlamak çok kolay olacaktı. Malum bu beş temel unsur tanım, amaç, metot, uygulama ve ispattan başkası değildir. Aslında bu beş temel unsur gidilecek yolu belirlemeye yönelik bir tür analitik göstergedir.  Şöyle ki; bir sistemin temel amacını, yöntemini, programını,  tanımını ve ispatının uygulanabilir yönünü incelemek o sistem hakkında kanaat oluşturmaya yetiyor. Aksi halde gençlerin ‘izm’lere yakayı kaptırması an meselesidir diyebiliriz. Ki;  yakayı ele verme gencin ruh dünyasında onarılmaz yaralar açmakta. Bu arada belirtmekte fayda var; sistem oluşturmak sadece ideolojilere has bir durum değil, ilim ve diğer dalları da kapsayan bir unsur.  Nitekim sistemi oluşturan beş temel unsuru kısaca ele aldığımızda;
        Amaç; sistemin gayesi ve erişmek istediği hedefi belirlemek için vardır.
        Yöntem; sistemin takip edeceği yolu belirlemek için vardır.
        Uygulama;  sistemin savunduğu reçete ya da doktrinini pratiğe yansıtmak için vardır
        Tanım; sistemin kullandığı argüman veya kavramları tarif etmek için vardır. Ki, tanımlama kavram kargaşalığına yol açmaması için olmazsa olmaz şarttır.
        İspat sistemin dayandığı temel dayanaklarının pratikte geçerli olup olmadığını ortaya koymak için vardır.  Değim yerindeyse görücüye çıkan bir sistem kabul görürse ne ala, görmezse temel dayanağı yok demektir.
         Düşünün ki, bir birey sistemin varlık sebebini ortaya koyan bu beş temel unsura bakmaksızın körü körüne herhangi bir fikri akıma kapılıp sabitlendiğini,  bu durumda o birey dönüşü olmayan bir yola girmiştir artık. Öyle ki bu noktada o kişi çoktan  ‘izm’ini, ‘cilik’ini,  bir başka ifadeyle mensubiyetini ilan etmiş olur. Derken deney ve gözlem böylesi sabit fikirli bireylerin gözünde bir hiçtir,  varsa yoksa mensup olduğu akımın öngördüğü ilkeler tek ölçüdür. Hele bir insanın bilinçaltı boşalmaya dursun artık yanılmaz otoriterler ne buyurmuşsa onun için tek doğru o dur.   Mesela bir birey komünizme kapılmışsa onun için tek otoriter dayanak Marksist öğretiler olacaktır. Böylece pratiği olmayan öğretilerle bir ömür tüketecektir. Buna değer mi, bilinmez ama şu bir gerçek ömür tükettikleri Marksist felsefe bilimsel yoldan çürütmeye gerek kalmadan bir iki örnekle bile deli saçması bir ideoloji olduğunu anlamak mümkün. Mesela Marksist felsefeden hareketle habire diline doladıkları emek teorisini ele aldığımızda yer altında bir saat çalışan bir kömür maden işçisiyle, yine bir saat çalışarak paha biçilmez inci çıkartan mühendisi aynı kategoride eşit tuttuklarını görürüz. Ki, bu akla ziyan bir öğretidir. Hakeza elektriği bulan Edison'un bir saat çalışmasıyla inşaat boyacısının bir saatlik çalışmasını eşit kılması da tam bir garabet örneğidir.  İşte görüyorsunuz bu iki basit örnek bile emek-değer teorisinin nasıl içi boş bir teori olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Onlar ideolojik gömleği giyine dursunlar bakın Kur'an-ı Mu’cizül Beyan insanlığın farklı rızıklarla donatıldığı gerçeğini asırlar öncesinden duyurmuş bile.  Bu duyuruyla birlikte tam eşitliğin olamayacağını idrak etmiş oluruz da.
           Evet, bilimin metodu deney ve gözlemdir, bunda kuşku yok inkâr edilemez. Ama kanun böyle değildir,  kanun her zaman yüzde yüz doğrudur diyemeyiz. Nitekim bugün hükmü geçerli olan bir kanun yarın hükümsüz olabiliyor. Yani kanun bir şekilde yenilenmeye muhtaçtır. Hakeza ideolojilerde öyledir. Düşünsene kendini özde değil de sözde Atatürkçüyüm diye tanımlayan birileri, Atatürk adına kalkıp 1920- 1930'ların şartlarında oluşan reçeteleri çözüm diye sunabiliyor. Hadi bu neyse de, peki bütün ömrünü Atatürk’ün söz ve hareketlerinin tefsiriyle geçirmelerine ne demeli.  Sanki bugün tüm hızıyla ortada hilafet ya da saltanat varmış gibi hala Osmanlıya verip veriştirmeye devam ediyorlar. Bizde biliyoruz 1920’lerin Cumhuriyeti Osmanlı ile mücadele etmek mecburiyetindeydi ve o mücadeleden cumhuriyet galip çıktı da. Şimdi ise ortada Osmanlıda yok, madem öyle yeni şeyler söylesek fenamı olurdu. Dahası geçmişte ne olmuş bitmiş bunlarla oyalanmaktansa şimdi tüm enerjimizi geleceğe harcasak ne kaybederiz ki. Maalesef kendilerini Kemalist diye tanımlayan bir takım aklı evveller, hala o dönemlerde Osmanlı’ya karşı yapılan mücadelenin aynı hızla devam ettiği zannındalar. Bugün gerçekten biri çıksa kendini halife ilan etse bırakın Müslüman ülkelerini, acaba Türkiye’de kaç kişi ardına düşer ki? Bu iş bu kadar basit olmamalıydı.  Belli ki olayları bugünün şartlarında değerlendirmek varken felaket tellallığına soyunmak kolaylarına geliyor. Şu bir gerçek; Atatürk bugün yaşamış olsa dün yaptığının değişik bir örneğini sergilerdi. Bir kere kurduğu Cumhuriyeti 1920–1930 yılların anlayışıyla ilelebet devam ettirin demedi, tam aksine ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ demiştir. Böylece bu veciz sözden 1920–1930 yılların anlayışına hapsolunamayacağını işaretini alırız da. Düşünün ki, yürütülen ekonomik politikalarda hala devletçilikte ısrar edilseydi kim bilir geldiğimiz noktada halimiz nice olurdu. Bilmem bunu hiç düşündünüz mü?  Artık ekonomide rekabet günümüzün gerçeği, işte bu yarışta devlet ancak hakem rol üstlenmek için vardır, bunun ötesinde devlete devletçi ekonomi misyonu yüklenemez. Dolayısıyla asıl milliyetçilik devletin hakemliğinde Türkiye'ye çağ atlatmaktır.  Hadi ekonomiyi anladıkta kültürel alanda Atatürk’ün çizdirdiği Türklerin Ergenekon’dan çıkışını simgeleyen tablosu ile Bozkurt amblemi bastırdığı paraların göz ardı edilmesine ne demeli. Hani milliyetçiydiler, madem göz ardı ediyorlar, Atatürk milliyetçiliğinden dem vurmak ne derece inandırıcı. Kaldı ki Atatürk Türk milliyetçisi bir lider, hiçbir zaman bilime ters düşecek kişiye özel milliyetçilikten bahsetmemiştir. Zira milliyetçilik kişiye ait bir kavram değil, topluma ve ülkeye ait bir kavramdır.
          Ülkemizde örümcek kafa, irtica, ortaçağ beyni denildiğinde her nedense akla hep din geliyor.  Niye derseniz, mesele gayet açık,  analitik yaklaşımdan bihaber bir takım aklı evveller ön yargıları gereği İslamiyet’in o engin anlayışını incelemeden bu hükme varıyorlar. Oysa ‘Ortaçağ kafası’ kavramı bize ait değil,  bu kavram batıdan ithal edilmiştir bize. Artık günümüz batı dünyası bu kavramla karşılaştığında;  aklına ya engizisyon papazları ya da giyotin gelmekte hep. Bu yüzden asla o günlere dönmek istemezler. Biz ise bu tür kavramlarla karşılaştığımızda Fatih Sultan Mehmed, İmamı Azam,  Piri Reis,  Uluğ Bey ve İbni Sina gibi mümtaz simalar akla takılır.  Hatta bize ister gerici desinler, isterse başka bir şey desinler fark etmez,  şu iyi bilinsin ki; tarihimizin o engin anlayışına tekrardan eriştiğimizde hiçte bu anlayışın yakasını bırakma niyetimiz yoktur. Nasıl bırakabiliriz ki,  tarihimizde ne bir engizisyon ne de bilimi küçümseme görülmüştür. Bilakis tarihimizin yürütücü amili bilim olmuştur. Nitekim bir gün bir adam İmamı Azam atın üzerinde iken atın ayağının kaç olduğunu sorar. O büyük bilge imam bu soru karşısında, hemen atından iniyor işaret parmağıyla tek tek sayıp dört diyor. Dikkat edin sorunun cevabı teorik bilgiyle karşılık bulmuyor, deney ve gözlem örneği sergilenerek karşılık buluyor.  İşte görüyorsunuz yıllar öncesinde analitik düşünce örneği böyle sunulmuş. Şimdi gel de böyle bir muhteşem medeniyeti özleme, mümkün mü?
           Peki, o çağlarda batı dünyası ne âlemde derseniz, bakın bir gün papazlar meclisinde atın ağzında kaç diş olduğu tartışılıyordu, ama Aristo daha önce atın yirmi sekiz diş olduğunu yazmıştı. O sırada bir genç atı devirip dişlerini sayınca, birde ne görsün atın ağzında on iki diş vardı. Peki sonuç?  Malum ortaya akla ziyan bir sonuç çıkar. Yani, Aristo yanılmaz at yanılmıştır kararında karar kılarlar.  İşte tipik deney ve gözlemden uzak mantık yürütme garabet örneği budur. Sadece bu örnek mi?  Elbette ki daha birçok örnek var. Hakeza yine Ortaçağda ağır cisimler hafif cisimlerden hızlı düşer inancı yaygındı. Çünkü Aristo öyle yazmıştı.  Fakat gün gelir Galileo diye biri çıkar Pisa (Pizza) kulesine.  Pisa kulesinde bildik ezberlere meydan okurcasına elinden bir tane hafif, bir tane de ağır taşı aynı anda bırakınca, heyecanla bu durumu aşağıda izleyen insanlar taşların aynı anda yere düştüğünü gördüler. Netice malum, gözlerinin yanıldığına karar verdiler. Galileo bununla da yetinmedi, Keplerin yolunu yol bilip ortaçağ zihniyetinin kabul ettiği güneş, yıldızlar ve bütün evrenin dünya etrafında döndüğü görüşünün tam aksini savunmuşta bir bilge şahsiyettir. Sen misin aksi bir fikir savunmak, soluğu hapiste alır da.  Galileo üstüne üstük o çağlarda teleskopu astronomide kullanan ilk gözlemci bir bilim adamı. Ama gel gör ki sen bu cezaya müstahaksın denilebiliyor.  Maalesef tek geçerli fikir olarak Batlamyus’un dünya sabit ve hareketsizdir görüşü kabul görür. Bu fikir Rönesans'a kadar sürer de. Batı dünyası bu fikirler oyalanadursun Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan tâ yıllar öncesinde dünyanın belli bir hesaba göre hareket ettiğini beyan buyurmuş bile.
           Anlaşılan tarihten alacağımız nice ibretlik örnekler var. Ama ibret almak bir yana bu gün tarih neyin mücadelesi diye bir soru sorulsa ideoloji saplantısı olanlar, hiç kuşkusuz ortaçağ zihniyetiyle cevap vereceklerdir. Mesela bir ümmetçi böyle bir soru karşısında hemen tarihi ümmetler mücadelesi, bir sosyalist sınıflar mücadelesi, bir liberal birey mücadelesi, bir milliyetçi de milletler mücadelesi diye cevap verecektir. Oysa meseleye ideolojik gözle değil tarihi analitik bir gözle bakılsaydı Haçlı seferleri belki bir ümmetçinin fikrini destekleyecek nitelikte gözükse de bu mücadelenin geçici olduğu anlaşılacaktı. Belli ki her ideolojinin kendi penceresinden haklı tarafları olsa da bu haklılık bütünü kapsayacak nitelikte değildir. Bilakis tarihin bütününe baktığımızda tarihi yürüten temel birimin en üst birime doğru gelişim seyrettiğini gözlemliyoruz. Asla ümmetler,  ittifaklar, bloklar, paktlar üst birim olamaz, bu tür yapılanmalar şartların getirdiği organizasyonlar türünden oluşumlardır sadece.  Nitekim ülkeler tarihi süreç içerisinde NATO, Varşova paktı,  AET, AB’ye üye olmakla, ya da üye olduğu birliğe sadakat yemini yapmakla: ‘AET’ciyim, NATO’cuyum’ demez, sadece ülkemin menfaatleri gereği destekliyorum der. Zaten bloklaşmalar ülke menfaatleri doğrultusunda devam edebiliyor, çıkar ilişkileri bittiğinde blokların dağıldıkları gözlemlenmiştir. Bu demektir ki sonradan oluşturulmuş organize birliktelikler tarihin temel yürütücü unsuru değillerdir. Tam aksine tarihin en büyük yürütücü biriminin millet gerçeği olduğu ortaya çıkar. Zira tarihin her evresinde insanların doğup büyüdüğü ve vatan addettikleri topraklar en kalıcı duygu seli olarak yerini almıştır.  Nasıl kalıcı olmasın ki, bülbülü altın kafese koymuşlar  'ah vatanım' demiş. İşte vatan sevgisi böyle bir şey,  asla sonradan kazanılmış duygu seli değil fıtri bir duygudur.
       Hani diyorlar ya, güya Araplar İngilizlerin oyununa gelip bizi arkadan vurmuşlar. Şayet bu doğru bir tezse zaten bu olay tek başına tarihin temel yürütücü birimin ümmetçilik olmadığını tâ baştan silmeye yetiyor.  Sonuçta hangi ülke olursa olsun bir süreç atlatıp bugünlere geldiğinde kendi çıkarlarını düşündüğü noktada buluşmakta. Bilhassa Fransız ihtilalının akabinde yayılan milliyetçilik rüzgârlarını esmesiyle birlikte bağrımızda taşıdığımız Bulgar, Boşnak, Arnavut vs. bir bir bağımsızlıklarını ilan edip sonunda koskoca imparatorluk dağılır da.  Dedik ya tarihin seyri küçük birimden büyük birime doğru ilerlemekte.  Şöyle ki anne ve babanın evliliğinden evlatlar, evlatların çoğalmasından oymaklar, oymakların bir araya gelmesiyle kavimler, kavimlerin birleşmesiyle imparatorlukların doğduğu ve imparatorlukların dağılmasıyla da en nihayet milletlerin meydana geldiği anlaşılmaktadır.  
       Velhasıl;  tarihin ibresi en küçük birimden en büyük birime bir yol takip etmekte. Bir düşüp kalkmayan Yüce Allah’tır, beşeri olan ise düşer kalkar da.              

        Vesselam.

27 Kasım 2016 Pazar

DÜNYA YENİDEN Mİ ŞEKİLLENİYOR?



                  DÜNYA YENİDEN Mİ ŞEKİLLENİYOR? 
                      
                                                                                       SELİM   GÜRBÜZER

       Dünya yeniden mi şekilleniyor acaba? Üstelik dünyanın yeniden şekillenmesine yönelik çabalar coğrafyamızın hemen yanı başında cereyan ediyor. Önce Saddam’ı devirip idam etmekle işe koyuldularsa da daha henüz şekil değişikliği çabaları son bulmuş değil. Niye son bulsun ki, Ortadoğu hammadde deposu. Artık komşumuz Irak değil, Amerika’dır.
       ABD Atlantik ötesinden buralara demir attı da ne oldu sular bir türlü durulmuyor,  sanki başı göğe mi erdi,  aslında gidişattan pekte memnun gözükmüyor. Belli ki eskisi kadar ne Ali kıran baş kesilebiliyor ne de pek çok ülkeye diş geçirebiliyor.  Hele ki Türkiye’nin bölgede inisiyatif üstlenip kendi başına Fırat Kalkanı ve Irak harekâtında rol oynaması gururuna dokunuyor gibi.
         Evet, Suriye’de bu gidişattan kendi payına düşeni alıp hala belini doğrultamaz haldedir. Nasıl doğrultabilsin ki,  bikere ta baştan İsrail tarafından Lübnan’ın bombardımana tabi tutulmasıyla birlikte pılını pırtısını toplayıp çekilmesine yetmiştir.  Sadece kolu kanadı kırılan Suriye mi, hiç kuşkusuz buna tüm Ortadoğu ülkeleri de dâhildir. Malum, İsrail’in sinsice Ortadoğu’ya çıbanbaşı olarak yerleşmesi buralarda şekil değişikliğinin ilk işaretiydi zaten. İşte görüyorsunuz Filistin halkının çektiği acılar orta da.  Hele şükür ki Filistin halkının o müthiş direnişiyle kolay lokma olmadığını tüm cümle âleme gösterebilmiştir.
         Peki ya İran?  Malum İran ise uluslararası baskılara rağmen elinde bulundurduğu nükleer programını koz olarak kullanaraktan Irak bataklığına saplanan ABD’yi yumuşatabilmiştir. Hatta İran bu arada ABD’nin Irak’a girmesiyle birlikte bir taşta iki kuş vurmuş olur. Yani bu demektir ki, İran bir yandan düşman bellediği Amerika’nın hışmından kurtulurken, diğer yandan da sekiz yılı aşkın bir süre içerisinde Irakla arasında bitmek tükenmek bilmeyen ve neticelenemeyen savaşın yıpranmışlığından sıyrılmış oldu. Ama pekte sevindirik olmaya gerek yoktu. Çünkü ABD’nin ileri ki yıllarda ne yapacağı belli olmaz, yeniden hedef tahtası olması ihtimal dâhilindedir.
         Peki ya Türkiye? Türkiye Bush döneminde bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde tezkereye red oyu vermekle Irak işgaline ortak olmanın getireceği zararları geçte olsa fark edip, bölgede pozisyon almakla bir anlamda bölgede ağırlıklı rol üstlenmenin kapısını aralamış oldu. Öyle ki, tezkereyi reddedişiyle bölge halkının gönlünü fetheder de. İşte komşularımızı gönlünü fetheden bu gönül yansıması yeniden Osmanlı güneşinin Ortadoğu semaları üzerine doğuşunu hatırlatacak gelişmeyi beraberinde getirecektir.
           Bilindiği üzere Bush’un Irak işgali öncesinde gerek Türk medyasında, gerek siyasi arenada, gerekse değişik platformlarda tâ başından beri tezkere konusunda lehte ve aleyhte hararetli tartışmalara sahne olunmuştu. O günleri hatırlayanlar çok iyi bilir ki,  o sıralar ileri sürülen tezlerden biri Türkiye’nin ABD ile birlikte Irak’a girmeli ki bölgede inisiyatif üstlenmiş olalım görüşüydü, diğer bir görüş ise tezkereye evet dersek piyon olup kendimizi cehennem ateşine atmak olacağı yönünde bir değerlendirmeydi.  İşte tartışmalar üç aşağı beş yukarı bu eksende cereyan ederken konusu gereği asıl konuşması gereken 28 Şubat zihniyeti aktörlerin, yani askeri bürokrasinin adeta ipe un serercesine yorum yapmaması dikkatlerden kaçmaz da. Özellikle Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in derin sessizliğe bürünmesi akıllarda kuşku uyandırmaya yetmiştir.  Öyle ya, devletin en tepe noktasında ki kişi susarsa sokaktaki adam ne yapsın, olsa olsa bu durum ya taşın altına eline sokmayarak sorumluluktan kaçma, ya da topu hükümetin üzerine atıp onu yıpratmaya yönelik refleks olarak değerlendirilebilirdi ancak. Bunun başka daha ne izahı olabilirdi ki. Hükümette bu tür Ali Cengiz oyunları ancak soğukkanlılığını elden bırakmayaraktan çözebilirdi. Nitekim öyle de yaptı, tezkereden yana gözüküp TBMM’nin oylamasına sunmakla aleyhine dönüşebilecek sis perdelerini dağıtacak manevra için zaman kazanmayı bilmiştir. Nihayet gel zaman git zaman derken nefeslerin tutulduğu bunca gürültü arasında meclisten tezkere geçmez de. İlk bakışta tezkerenin geçmemesi sanki hükümeti köşeye sıkıştırma babından aleyhine gözükmüş olsa da sonuçları itibariyle baktığımızda aslında tezkerenin meclisten geçmemesi ülke olarak Irakta işgalci pozisyona düşmekten kurtulmamıza yaramıştır. Böylece ileriye yönelik aktif dış politika gütme avantajını yeniden yakalama imkânı doğmuş olur da.
        İster bunun adını hükümetin bir manevrası diyelim, ister bir şans olarak niteleyelim fark etmez, netice itibariyle Türkiye’nin lehine yerinde bir pozisyon hamlesi kazanmasına yol açtı ya bu yetmez mi? Hele ki, 1974 Kıbrıs Hareketi sırasında ABD’nin ülkemize yönelik uyguladığı ambargoyu hatırladığımızda,  herhangi kuşkuya mahal bırakmaksızın yerinde bir hamle olduğu aşikar. Fakat ABD bu kez ambargo uygulamasa da Irakta askerlerimize çuval geçirmekten tutun da, Ortadoğu’daki çıkarları uğruna PKK kartı ve Ermeni meselesi gibi hassas konularla başımızı ağrıtmaktan geri durmadığı da bir vaka. Neyse ki Irak bataklığının ABD üzerindeki moral bozukluğunun getirmiş olduğu avantajla Türkiye yinede diplomatik alanda masa dışına itilmeyip dikkate alınması gereken, hatta görüşüne başvurulması gereken bir ülke olduğu gerçeğini kavramakta gecikmez. Hatta kavrama noktasında Ankara’nın apoletli ve apoletsiz bürokrasisi de durum vaziyetin farkına varır. Tabii farkına varmalarını o güne kadar yürüttükleri Türkmen odaklı pasif bölge siyaseti önerisinden vazgeçip yerine aktif ve çok boyutlu yolların açılması gerektiği çizgisine yaklaştıklarından anlıyoruz. Geçte olsa bu tavır değişikliğini olumlu buluyoruz elbet.
         Öyle anlaşılıyor ki; Türkiye aynı kararlılıkta Amerika’nın bize koz olarak kullanacağı enstrümanlara yem olmadan diplomatik boşlukları iyi değerlendirip Osmanlı’nın bıraktığı alanlarda söz sahibi olma noktasına gelebilmişiz. Gelmekte gerekirdi, çünkü Balkanlardan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya kadar her alana damgasını vuran ecdadın torunlarıyız,  dolayısıyla ecdadımıza yakışır bir şekilde kendi mührümüzü vurmakta gecikmeyiz de.  Zaten Ortadoğu halkları da öteden beri Osmanlının bıraktığı boşluğu dolduracak evlatlarının yolunu beklemekte. Ve Türkiye’yi bugüne dek ümit kaynağı ve kurtarıcı baş tacı olarak görmüşlerdir hep. Her neyse, bu arada Oğul Bush’un açtığı yoğun diplomatik trafiğini hatırlamakta fayda var. O trafik bize şunu gösterdi ki; ABD Osmanlı’nın bıraktığı boşluğu dolduramadığı gibi her geçen gün güç kaybedip itibar kaybına uğramakta. Her ne kadar 2002 öncesi Türkiye’sinde bir takım mahfiller kendi dinamiklerimizi görmezden gelip kendi potansiyel gücümüzü idrak edemeseler de, geldiğimiz noktada hele şükür bölgede Osmanlı gibi karşılanıyoruz diyebiliriz artık. Evet, 28 Şubat zihniyeti o günlerde Osmanlı’ya karşı redd-i miras döşese de bu gerçeği örtemezler. İşte ABD, tezkereye red oyu vermemize rağmen özümüzde var olan Osmanlı mayası gerçeğinden hareketle bir yandan da Türkiye-ABD müttefikliğimizin bozulmaması yönünde ihtiyatlı davranmayı elden bırakmamakta. Olur ya, bölgeye yönelik hesaplarının her an altüst olabileceğinin endişesiyle her halükarda bizim tarihi tecrübemizin göz ardı edilemeyeceğinin farkında ve bu yüzden ve bölgedeki imajımıza muhtaç durumda. 
             Evet, Irak işgalinden sonra Türkiye’nin kabına çekilen politika anlayışından sınırları aşan çok boyutlu politikaya yönelmesi gelecek için ümitlerimizi yeşertmeye yetmiştir. İyi ki de aktif dış politika anlayışına yöneldik, böylece hem mazlum milletler nezdinde işgalci pozisyona düşmedik, hem de uluslararası karar mekanizmalarının içinde yer alıyoruz da. Besbelli ki dış politika uzun soluk gerektiriyor, hemen bir çırpıda meselelerin çözüleceği alan değil. Her şeye rağmen 2002 sonrası sırtını milletine dayamış Türkiye’yi idare eden erkin tıpkı ecdadı gibi yerinde çakılı kalmayıp dışa açık hamlelerde bulunması uzun zamandır hasret kaldığımız dış politika anlayışını ortaya koyması bakımdan kayda değer buluyoruz. Zira durağanlık bize göre değil, bikere kanı kaynayan milletiz, istesek de yerimizde çakılı kalamayız. Ne iyi etmişiz de içe kapalı statükocu dış politika geleneğinin terki cihetine gitmişiz, böylece geleceğe umutla bakmamıza yol açan gelişmelere şahit olmaktayız. Stratejik derinliğimiz yeniden gün yüzüne çıkıp artık cümle âlem Türk’ün dirilişine şahit olur durumda. Hem kim pasif politikalardan ne bulmuş ki bizde bulalım,  aktif dış politikayla gündem belirlemek varken içine kapanık politika da neymiş. Allaha şükür gündem belirleyen bir Türkiye’miz var artık. 
         Türkiye ateş çemberi içerisinde sorumluluk üstlenmekle beraberinde getireceği pek çok riskler taşımasına rağmen şunu da unutmamak gerekir ki etliye sütlüye karışmamak çözüm değildir. Kaldı ki bölgede eli kolu bağlı kalmamıza imkân mahalde yok, bikere bölgede köprü ülke konumundayız ve bu bizim avantajımıza zaten. Yine Ortadoğu’da mevcut olan dağınıklığı giderecek potansiyel güç avantajı da bizden yana gözüküyor. Bir kere İran’ın bu bölgede mezhep bakımdan Şii olması avantaj değil, dezavantajdır. Bu yüzden Ortadoğu’da Sünni ekolden gelen ve aynı zamanda farklılıkları zenginlik addeden toparlayıcı rehber ülkeye ihtiyaç var, zaten bu da bizde fazlasıyla mevcut. Hele şükür Afganistan’a, Suriye’ye, Irak’a asker göndermekten imtina etmiyoruz. Neden derseniz, kültür kodlarımızda mevcut lider ülkesi misyonumuz sayesinde elbet. Tabiî ki bu arada bazı kesimler bölgeye asker göndermemizi farklı değerlendirmelerde bulunup oralarda bizim ne işimiz var diyeceklerdir. Ama komşu olmayan ülkelerin oralarda ne işi var diyemeyeceklerdir. Onlar öyle homurdana dursunlar son derece stratejik derinliği olan aktif dış politikamızdan taviz vermeden, mesafe kat etmekte fayda var.
         Hakeza Güneydoğu meselesi de öyle. Kürt olayı sanıldığın aksine psikolojik meseledir. Bu mesele milletin soğukkanlı tavırlarıyla çözülebilecek mesele olduğunu düşünüyoruz. O halde güneydoğu meselesini dış manevralarımıza engel mesele olarak yansıtmamalı. Tarihi miras bizi yeni manevra alanlarda var olmaya zorluyor. Artık topraklarımızın bitişiğinde inisiyatif üstlenmek için başucumuzda cereyan eden hadiselere kayıtsız kalmadan bazı gerçekleri görmek zamanıdır. İdare-i maslahat bir yere kadardı, dünyadaki baş döndürücü hızlı gelişmeler idare-i maslahat politikalarının devamını imkânsız kılıyor. Şayet Osmanlı gibi kabımızdan çıkıp etrafta ne olup bittiğine dair misyonumuz varsa, buna mecburuz.
            Velhasıl; zinde güçler dünyaya çıkarcı yaklaşımla şekil vermeden Nizam-ı âlem misyonumuzla biz şekil vermeliyiz.

             Vesselam.

26 Kasım 2016 Cumartesi

SİVİL İNİSİYATİF



                                              SİVİL İNİSİYATİF

                                                                        SELİM GÜRBÜZER

            Kapitalist zihniyetin babası Adam Smith’dir. O, ekonomik hayatın sürekli devlet tarafından yönlendirildiği bir süreçte adını duyuran bir ideologdur. Malum bu süreçte Amerikan ihtilalı, Fransız ihtilalı ve buhar makinesi keşfi derken, sanayi inkılâbı baş göstermişti. Bilindiği üzere İngiltere’de ekonomi devlet kontrolündeydi, ama asiller yönetimi ellerinde tutuyordu. Ancak sanayinin gelişmesiyle birlikte alternatif yeni bir sınıf daha doğar, bu sınıf sanayici ve tüccarlardan oluşacak hür teşebbüsten başkası değildi.  İşte tamda bu sıralarda konjonktüre uygun Adam Smith'in “Bir milletin zenginliği ancak bireyleri serbest bırakmaktan geçer” sözleri bu oluşumun sesi olur da. Her ne kadar bu sözler filizlenmeye yüz tutmuş burjuva sınıfının ruhuna tercüman olsa da gerçekte  “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şeklinde ifade edilen kapitalist mantığın genel çerçevesini yansıtan sözlerdi bu.
            O yıllarda felsefi tartışmalar hızla devam ederken kitlelerde iyi bir hayat standardına kavuşmak hayaliyle sürekli ekonomik mücadele içinde habire didinip duruyorlardı. Aralarında konuştukları tek konu ise enflasyonun ortaya koyduğu onarılmaz yaralardı. Tabiatıyla bu konular ardı ardına konuşuldukça kitlelerin devlete olan güveni azalır da. Bu durumda güven bunalımı yaşayan kitleler kurtuluşu ideolojilerde arayıp kimilerine Adam Smith’in fikirleri ilaç gibi gelir de.
       Anlaşılan komünizm, liberalizm ya da diğerleri fark etmez kriz ortamlarından doğmuş ideolojilerdir. Malum, komünizm yoksulların feryatları üzerine kurgulanmış bir akım, kapitalizm ise bireyler arasında daha çok zenginleri gözetleyen bir akımdır. Sonuçta her iki akımın söylemleri farklı olsa da hedefe varmak için uyguladığı metot zinciri aynıdır. Zira her ikisi de sanayi çağının doğurduğu bir takım sancılar sonucu ortaya çıkmış akımlardır. Sanayi çağının ürettiği geçiş sancıları her iki akımı da meşhur etmiştir.  Gerçekten de o yıllar zor yıllardı, bir kere alışılmış bir düzenden başka bir düzene geçiş söz konusuydu.  Böyle bir ortamda bunalmış kitleler elbette ki denize düşen yılana sarılır misali kurtuluşu ideolojilerde arayacaktır.  Nitekim duyguları istismar edecek stratejiler tutar da.  Zira Karl Marks yoksulların duygu selini istismar etmiş, Adam Smith ise zenginleri. Her ikisi de toplumun tüm kesimlerini değil, bir dilimi temsil etmişlerdir, yani sınıfçıdırlar. Zaten toplumu sınıf sınıf ayırmak ideolojilerin içine düştüğü bir çukurdur,  bir kere ayırımcılık genlerine işlemiş, isteseler de bu çukurdan çıkamazlar. Allah'tan bu ayırımcı sınıfçı anlayış bizim toprağımıza tam sıçramamış. Belli ki bizim kültür kodlarımızda sınıfçı anlayışa yer yoktur, bu yüzden sınıflaşma bize yabancı bir kavramdır. Osmanlıya baktığımızda bırakın sınıflar arası tezadı, milliyetler tezadı bile görülmemiştir. Osmanlıda çokluk içinde birlik ilkesi esastır. Asla toplum tabakalarında ayırıma yol açan kalın çizgilere yer verilmez. Hatta bizim topraklarda derebeyilik, feodalite yapısının izlerine de pek rastlanmaz.  Zira merkeziyetçi sistemimiz bu tür sınıflaşmaya geçit vermeyecek yapıdadır. Merkeziyetçi yapı derken bugün bazı ülkelerde sıkça gördüğümüz totaliter yapılar değil elbet, tam aksine merkeziyetçi yapı içinde kesretten vahdete bir nizamımız söz konusuydu. Bakmayın siz bazı çevrelerin Padişahların astığı astık, kestiği kestik şeklinde dillerine doladıkları sözlerine,  bu tamamen iftiradır. Tarihin bütününe baktığımızda padişahların tek başına karar merci olmadıkları görülecektir. Kaldı ki hakanlarımızı dillerine dolayanlar her nedense birçok batı ülkesinde kralların gölgesinde işleyen taçlı demokrasiyi görmezden gelirler. Örnek mi istiyorsunuz,  işte İngiltere bunun en çarpıcı örneği.
            Şurası muhakkak, Adam Smith’in açtığı çığır daha çok Avrupa’da yankı bulmuş ve onun önderliğinde ferdiyetçilik tek birim, tek değer kabul edilmişti. Hatta bugünkü şirketleşme, tekelleşme, tröstleşme ve monopolleşmenin temelinde bile Adam Smith’in tetiklediği fikirlerin büyük etkisi var. Derken kapitalizm bireyin çıkarlarını ön plana alan bir sistem olarak zihinlere kazınır. Bu sistemde varsa yoksa birey egosunu tatmin etmek esastır. Ancak bireysel egoları gözetleyen bu sistem insanlar arasındaki dayanışmayı da yerle bir etmiştir. Hatta egonun tavan yapması vahşi kapitalizmin bir ürünüdür. Bireyin bireye hâkimiyet kurmasını ilke edinen bu ruh bugünde dünyayı çepeçevre kuşatmış durumda. Öyle ki,  Türkiye’de bir takım kapitalistler efendilerinden daha keskin kapitalist savunucu olabiliyorlar. Bilhassa bu yılmaz müdafaacılar eğrisiyle doğrusuyla batı’ya ait her ne varsa baş tacı edinip efendilerine taş çıkartmışlar bile.  Bu da yetmez ithal ettikleri reçetelerin muhtevasının ne olduğunu tam analiz etmeden ülkemize tatbik etme sevdasına kapılmışlardır. Ne var ki şu basit kuralı bile bilmezler; bir fikir ne kadar güçlü olursa olsun, şayet uygulayacağınız fikir toplumun dinamikleriyle bağdaşmıyorsa o toplumda yer edinmesi mümkün değildir. Belli ki, onların tek anladıkları kural; efendilerine kayıtsız, şartsız itaat edip uşaklık etmektir. Bir kere Tanzimat bu izni onlara vermiş,  isteseler de bu sevdadan vazgeçmezler. Tanzimat bir anlamda batı akımının yurda giriş kapısıdır. Bu açılan kapının ne demek olduğunu en iyi sezende hiç kuşkusuz Abdülhamit Handır.  Dahası o hürriyet, eşitlik, adalet gibi güzel kavramların bir kılıf olduğunu sezmekle kalmamış Osmanlıyı çökertmeye yönelik bir plan olduğunu kestiren Ulu Hakanımızdır. Sonunda tarih onu haklı çıkarır da, ama iş işten geçmişti. Tanzimat, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet vs. derken kendimizi I. dünya Savaşı’nın ortasında bulduk. Özetle İttihatçılar o yıllarda birçok maceralara girerek başımıza bin bir çorap örmüşlerdir.
       Nasıl ki liberalizm Tanzimat dönemiyle başlayan bir moda akımsa, Cumhuriyet dönemine geldiğimiz süreçte özellikle 1970’li yıllarda sosyalizm moda olmuştu. Belli ki liberalizmden umduğunu bulamayanlar bu kez sosyalizm’i tek kurtuluş reçetesi görmüşler. Neyse ki bu sevda da uzun sürmez. Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte Sosyalizm tüm dünyada çöküş sürecine girince ister istemez yeni bir kartvizite ihtiyaç duyulur. Şimdilik bu ihtiyaç yeni bir ideoloji çıkana kadar Kemalizmle giderilecek gibi.  Ne diyelim onlara Kemalizm’le oyalanadursunlar, artık yenidünya düzeninde sivil toplumun ayak sesleri daha ağırlıklı değer gibi gözüküyor. Bakın,  Thoreau'nun “En iyi hükümet hiç hükümet etmeyendir”  sözleri bunun ilk işareti. Hatta bu noktada diyebiliriz ki Henry David Thoreau  “Sivil itaatsizlik” eseriyle komünizm ve vahşi kapitalizmden bunalmış kitlelere umut ışığı olur da.  Ve şöyle der: “En iyi hükümet, insanları en çok kendi başına bırakandır. Önce insan, sonra bir devletin tebaası olmalıyız. Kanuna saygıdan daha çok haklara saygıyı geliştirmeye çalışmalıyız.”  Tabii bitmedi, dahası var, der ki;  “Bütün seçimler tıpkı satranç gibidir, doğru ve yanlışla ahlâki meselelerle oynanan bir oyun. İnsan yığınlarının eylemlerinde pek az faaliyet mevcuttur. Eğer hükümet sizi başkasına haksızlık yapmaya alet ediyorsa yapılması gereken şey alet olmamandır.” Ve ekliyor; “Mutlakıyetçi monarşiden sınırlı bir monarşiye, sınırlı bir monarşiden demokrasiye doğru ilerleme insana karşı hakiki saygı yönünde bir ilerleme demektir. Devlet ferdi tanımadıkça, otoritesini ondan almadıkça aydınlık bir ülkeden hiçbir zaman söz edemeyiz.” İşte bu ifadelerden görüyorsunuz buram buram “Sivil inisiyatif” yaklaşım seziliyor, yani birey devlet için değil, devlet birey için var ilkesi ön görülüyor, dahası bu akıl dolusu sözlerde insan vicdanı daima devletin en yüce rehberi olmalı kaidesi esas alınmakta. Aslında Thoreau’nun açtığı bu düşünce liberal mantıktan çok farklı, Osmanlı anlayışına çok daha yakın dersek yeridir. Zira Osmanlı padişahları kendi efendiliğini tebaanın huzurlu olmasında buluyordu. Tebaanın mutsuzluğundan kendilerini köle hissediyorlardı. Kanuni Sultan Süleyman'ın “Bir memleketin hakiki efendisi reaya (halk)dır” sözleri bunu teyit ediyor zaten. Bu yüzden Panait Istrati; “Dünyanın en hür diyarı Osmanlı ülkesidir. Tanrıya ve padişaha çatmadıkça orada her şey yapmak serbesttir” der. Bu ifadeler gayet açık Osmanlı hür iradesiyle sivil inisiyatifini ortaya koyabilecek toplum pozisyonda olduğu fark edilir.    Bir kere Osmanlı anlayışında iktidar ve servet doğru orantılıdır. Bireyin refah seviyesi arttıkça zenginliğin de o oranda artacağı kanaati hâkimdir.  Osmanlı toplumunda ulemanın görevi din, yargı ve eğitim hizmetleri, reaya’nın malum üretim faaliyeti ve vergi ödemektir. Bu arada Osmanlı sistemi içinde yer alan esnaf loncaları da tüccarların tekelleşme eğilimlerine geçit vermeyecek tarzda organize olmuş sivil müesseseler olup, bu sayede kapitalist oligarşinin doğmasına engel olunmuştur.
            Bir diğer dikkat çeken isim Mahatma Gandhi'dir elbet. Malum o da  “Sivil itaatsizlik” tabirini benimsemişti. Hatta Sivil itaatsizlik Mahatma Gandhi’nin elinde  “Pasif direnişin kutsal kitabı” haline dönüşür bile. Nasıl dönüşmesin ki,  Gandhi bu uğurda G. Afrika’da kalıp, ömür boyunca General Jan Smuts yönetimine karşı mücadele vermiş öncü bir şahsiyettir. Hele hele sivil itaatsizlik programları ülke genelinde etkisini hissettirdikçe yıldızı parlar da. En nihayet Başbakan Smuts ve hükümeti tabandan gelen sesler karşısında Hintlilerin taleplerini kabul etmek zorunda kalır.  Derken tarihler 1914’ü gösterdiğinde Gandhi Hindistan’a dönüşü gerçekleşir. Ancak yine de ortalık süt liman değildir, ta ki bir Hintli suikastçı tarafından öldürülünceye kadar sivil inisiyatif direnişine devam eder de. Evet, 1948 yılı sivil direniş güçler için kayıp bir yıldır.  O artık bu dünyadan göç etmiştir. Ama hala o insanlığın hafızasında Hindistan ve Pakistan’a özgürlük kazandıracak süreçte sivil inisiyatif direniş ruhunu diri tutan tek öncü lider olarak yaşamakta.  Düşünsenize sivil itaatsizlik metodu onun döneminde işlerlik kazanmış tek meşaledir. Öyle bir meşale ki, sivil inisiyatif hareketi tüm ateşli silahları tesirsiz bırakacak güç olur da. O’nun başlattığı “Sivil itaatsizlik” prensibi yıllardır yöneticilerin baskısı altında inim inim inlettikleri ülke halkların zihninde “Sivil inisiyatif” bilincinin aralanmasına ve bir takım hakların demokratik yollardan alınabileceği cesaretini artırmıştır. İşte Gandhi’nin hayattayken vermiş olduğu bu müthiş sivil direniş hamlesi tüm totaliter ve dikta zihniyetlerin maskesini düşürmeye yetmiştir. Hatta Smuths, sivil itaatsizlik teknikleri karşısında pes edip Hintlilerin isteklerini kabul etmek zorunda kalmış bile.
            Mahatma Gandhi; “En despot idare bile çok defa despot tarafından zor kullanılarak halkın rızası sağlanmadıkça ayakta kalamaz. Halk despotun kuvvetinden artık korkmadığı anda onun kuvveti gitmiş demektir” diyor. Şüphesiz “Sivil itaatsizlik” Thoreau tarafından dillendirilmiş, Gandhi elinde pratiğe geçip mükemmelleştirilmiştir. O’nun sivil itaatsizlik programı şu esasları kapsar: “Dilekçe ile müracaat, uzlaşma, hakem koyma vs.” gibi barışçı yolları kapsar. Şayet bu yöntemlerle neticeye varılmazsa bu seferde grev, işe engel koyma, genel grev, ticari boykot, oturma eylemi, grev vs. tedbirlerin yanı sıra gerektiğinde vergi ödememe gibi teknikler devreye girmeliydi, zaten öyle de olur. İyi ki de bu yöntemler uygulanmış. Nitekim Gandhi bu konuda sosyal adaletsizliğe uğrayan kitlelerin rehberi olup, bu sayede dünyanın birçok yerinde ezilen halklar gücünü, bu tür demokratik yöntemler kullanarak sesini duyurabiliyor. Hiç kuşkusuz Gandhi’nin başlattığı bu sivil inisiyatif direniş mücadelesinden alınacak çok dersler var. İşte bu noktada sözde aydınlar ne kadar batılıysa, biz de Gandhi gibi mazlumlardan yana tavır sergileyecek kadar doğuluyuz. Tabii doğuluyuz demek yetmez, uygulamada gerekir. Zira sivil itaatsizlik sözle değil uygulamayla anlaşılabilen bir olay.  Neyse ki bu hususta her türlü oportünist ve militarist uygulamalara karşı geçte olsa ülkemizde Sivil inisiyatifi çağrıştıran oluşumlara rastlayabiliyoruz artık,   bu durum ümitlerimizi yeşertiyor da.
       Sivil inisiyatif harekat her türlü “Liderlik Sultası” eğilimleri reddetmekle kalmayıp hukuk kurallar çerçevesinde “sivil itaatsizlik”  bilincinin kitlelerce kabulü yolunda uğraş veren bir harekettir.  Bu harekette asla “Milletin efendisi” diye bir çağrıya yer yoktur, tam aksine milletin efendisi milletin ta kendisidir anlayışı hâkimdir. Artık milletle jandarma dipçiği vasıtasıyla ilişki kurulduğu devirler çok gerilerde kaldı,  toplum daha çok tabandan başlayacak gelişmelere kulak vermektedir. Halk tepeden dayatmacı yöntemlerin geçerli olduğu eski Türkiye'ye dönmek istemiyor. Malum eski Türkiye’de yenilik gelecekse de tavandan estirilmek istenmiştir. Oysa tepeden yönlendirmelerle beyinlere ipotek konulduğu gibi dikte ettirilmeye çalışılan reformlar da toplumda karşılık bulamamıştır. Kelimenin tam anlamıyla sembolik yenilikler topluma mal olamadı, sadece bir eli yağda, bir eli balda malum çevrelerin çıkarlarına hizmet eden bir araç olmuştur.
            Toplumun kültürel kodlarıyla oynanmak suretiyle reform yapmaya kalkışmak her zaman sıkıntı doğurmuştur. Dolayısıyla sivil inisiyatif programlarının en iyi şekilde hayata geçebilmesi için toplumun değer yargılarını göz ardı etmemek gerekir. Bu da yetmez, çok sesliliğe giden kanalları ardına kadar açmakta gerekir. Neyse ki ülkemizde televizyon kanallarının çoğalmasıyla birlikte insanımız “tek sesli” yönlendirmelerden kurtulmuştur.  Artık toplum çok seslilik sayesinde bütün gelişmelerden haberdar olduğu gibi gerektiğinde sivil inisiyatif hamlesini ortaya koyabiliyor da.
            Sivil inisiyatif, aslında insanın kalkınmasına yönelik bir hamledir. Kapalı toplumlarda fertler, geleneksel inanç ve değerler sisteminin kıskacından kurtulamadığı içindir yeniliğe karşı duyarsız kalmışlardır. Açık toplumlarda ise gazete, kitap, radyo, televizyon, internet vs. tüm kitle iletişim araçları bir anlam ifade eder ki, bunların toplumun sivil inisiyatifini geliştirici yönde olumlu etkileri olduğu muhakkak. Ki;  kitle iletişim araçları, köy şehir ilişkileri ve eğitim seviyesi toplumun sivil inisiyatifini olumlu yolda etkileyen önemli kaynaklardır. Hatta bu tür kaynaklar topluma “Sivil inisiyatif” ruh kazandırabiliyor. Sivil inisiyatif dinamizminden yoksun toplumlar ise kaderleriyle baş başa kaldıkları içindir psikolojik baskılardan kurtulamıyorlar. Sadece birbirleriyle dayanışma içerisine girmek sûretiyle ayakta kalmaya çalışıyorlar. Elbette ki dayanışma güzel bir şey ama yetmez, sivil inisiyatif güçte olmak icap eder. Aynı şey modern hayat içinde geçerli, büyük kalabalıklar içerisinde bireyi yalnız bırakıp ruhsuzluğa terk ettiriyorsan o modernlik neye yarar ki.  Kaldı ki büyük topluma geçişte her şeyi paraya indirgemek kültürel yozlaşmaya kapı araladığından sivil inisiyatif güç olmayı olumsuz yönde etkileyeceği bir vaka. Önemli olan küçük birimden büyük birime doğru ilerlerken geçiş sürecini kültürel politikalarla destekleyip kökü mazide olan âti olabilmektir.  Para olacak, ama maneviyatta olacak. Maneviyat olunca bak o zaman para bizi değil biz parayı esir almış oluruz. Bakın Buharalı âlim Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibendî (k.s.) ne diyor: “Bir gün Mina pazarında gördüğüm bir gencin davranışını unutamam. Gence şöyle bir baktım, bir yandan altın satıyor, diğer yandan da paraları sayıyor. Kendi kendime dedim ki:
            “- Şu genç ne kadar dünyaya dalmış.” Ancak sonra o gencin kalbine nazar ettiğimde birde ne göreyim, kalbi “Allah, “Allah” diyor. Bu kez kendi kendime:
            “- Maşallah el kâr’da gönül yâr’da” diye düşündüm.
            İşte O Allah dostu bu ifadeleriyle, bütün insanlığı aydınlatıyor. Bir insan dünya işleriyle meşgul olsa bile Allah’tan alıkoymamalı. Buharalı âlim zat’tan alabileceğimiz en büyük ders; her halükarda maddi ve manevi alanda inisiyatif alıp hayatımızı karartmamaktır.
            Otoriter sistemlerde tek karar fonksiyonu Führer, yani liderdir. Her şey liderin iki dudağı arasından çıkacak cümlelerde gizlidir. Liberalizmde karar fonksiyonu girişken fertlerdir, dikkat edin tüm bireyler değil girişken bireyler diyoruz, yani bu sistemde patronlar avantajlıdır. Malum sivil katılımcılık ve sivil inisiyatif programlarını rehber edinmiş modellerde ise sermayenin tabana yayıldığı, tekelleşmeye geçit vermeyen ilkeler esastır. Doğrusu da bu zaten.  Ama günümüzde gel gör ki;  kitleler işbirliği ile rekabet arasında, keza dayanışma ile çatışma arasında bocalamakta.  Maalesef her geçen gün toplum imajı yerine kişi imajı yer almakta. İşte bu noktada sivil toplum öncülerine çok iş düşmekte.  Biran evvel sivil inisiyatif güçler işbirliği içerisinde tüm çelişkilere son verip grubun bütününü içine alan bir geniş katılım için çaba sarf etmelidir.  Ne komünizmde olduğu gibi ferdin inisiyatifini elinden alan bir sistem, ne de kapitalizm de olduğu gibi bir kaç kişinin menfaatini gözeten bir sistem olmalı. Her iki sistem de milli yapımıza ters. Bilhassa Türkiye toplumu hür ve bağımsız yaşamayı sevdiği için sosyalizm bize yabancıdır.  Hakeza sosyal adalet ve fırsat eşitliğinden yana bir yanımız olması hasebiyle kapitalizm temel dinamiklerimize zıt bir ideolojidir.  Belli ki,  hem hürriyetçi, hem sosyal adaletçi hem de fırsat eşitliğini sağlayan sistemden yana tavır alan bir yapımız var. Bunun adına ister dayanışmacılık deyin, ister sivil inisiyatif, ister sivil katılım ister sivil toplum modeli deyin fark etmez bizim baş tacımızdır.
            Sivil inisiyatif anlayışında toplum yönetimi önemli yer tutar. Herkes bulunduğu iş ve yönetimde söz sahibi olma imkânı verdiği gibi fırsat eşitliği de sunar. Dahası bu modelde yöneticilerle yönetilenler arasında karşılıklı kontrol esastır. Yani aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya bir sirkülasyon söz konusudur. Hatta bu durum karşılıklı güven duygu seliyle etkili kılınır da. Liberalizmde karşılıklı kontrol müessesesi ağı yoktur, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mantığı gereği başıboşluk hâkimdir. Sivil inisiyatif programlarında başıboşluğa ve kaosa yol açacak uygulamalara yer verilmez. Bakın Hz. Ömer (r.a.) tebaasını adaletle yönetebildiği takdirde ashap o’na “biat” ediyordu. Adaletten kıl payı ayrıldığında ise “Kılıcımızla düzeltiriz” bir bilince sahiptiler.  İşte karşılıklı kontrol müessesesinden kastımız budur.
            Osmanlı’nın sosyal dokusu bir dengenin varlığına işaret ediyordu. İşte bu yüzden Naima; “Erkan-ı Erbaa; ulema, asker, tüccar, reaya (halk) bu dört unsur uyumlu olursa sıhhat bulur” diyordu. Naima, bu dört unsurun uyumluluğunu esas tutuyordu. Bir başka Osmanlı düzeni içinde yetişmiş ve cihan şümul zekâ diyebileceğimiz Ahmet Mithat vardı ki, o da doğuştan statü yerine başarıya dayanan statüye önem veren bir bilge şahsiyet. Nitekim Ahmet Mithat'ın “Herkesin memur olmak hevesiyle devlet hazinesini yağma edeceğine, üretici duruma geçecek, hazineyi güçlendirmek hizmet olacaktır”  sözleri tebaanın (reaya) nasıl olması gerektiğini vurgulaması açısından kayda değerdir.
             Malum, Osmanlı’da mesleki örgütlerle dini hayat iç içedir. Osmanlı’nın kuruluşunda Osman Gazi’nin etrafında seçkinler (yöneticiler), gaziler, ahiler ve dervişlerin olması sivil inisiyatifin varlığını ortaya koyuyor. Kaldı ki Allah Teâlâ: “Yoksa onlar Rabbinin rahmetini mi paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini biz paylaştırdık. Birbirlerine iş görmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır” (Zuhruf Suresi ayet 32) diye buyurmakta. İşte dinimizde mesleki tabakalaşmanın varlığı bu ayette gayet net bir şekilde izah edilmiş bile.  Belli ki Allah (c.c)  yarattığı kulunu farklı işlere farklı kabiliyet ve istidatta yaratmıştır. Nasıl ki beş parmağın beşi bir değilse insanlar arasındaki rızk paylaşımı da aynı değildir.  Dolayısıyla insanlar arasında farklı statülerin var olması gayet tabii bir durumdur. Siz bakmayın sosyalistlerin ikide bir eşitlikten dem vurmalarına,  bir kere tam eşitlik eşyanın tabiatına ve realiteye aykırı ütopik bir görüştür.  Neyse ki batı Kur’an’ın bu açık buyruğundan haberdar olmasa da 1968’de dile getirebilmiştir. Fransız İhtilalı’ndan sonra Fransız sağı, farklılık ve eşitsizliğin özgürlük olduğunu ileri sürmüştür. Özdeşliğin, yani tam eşitliğin ise  “totalitarizm” olduğu geçte olsa anlaşılmıştır.  Bakın Bossuet ne diyor “Herkesin efendi olduğu yerde herkes köle, efendinin olmadığı yerde herkes efendidir.” İşte bu akıl dolusu sözler aynı zamanda anarşizmin ve kargaşalığın ne demek olduğunu ortaya koymaya yetiyor.  Sonuçta bugüne kadar kim ne söylemiş olursa olsun rızk çeşitliliğin ve mesleki farklılıkların olabileceğini Kur’an-ı Kerim 1400 yıl aşkın öncesinden haber vermiş zaten.
            Liberalizmin insanlık için öngördüğü sistem seçkin insanlar zümresidir. Bakın bizim meramımızı Ahmet Mithat şöyle dile getiriyor: “Hiç insanın büyüğü, küçüğü, eşrefi, ednası olur mu? Bu fikir cühelaya aittir. Asilzadelerin kanı mukaddes de pes-payelerin (ayak takımı) çürük müdür? Bir adam nam ve unvanı ile iftihar etmeli..”  İşte görüyorsunuz Ahmet Mithat’ın bu sözleri gerek kapitalizm gerekse komünizmden farklı tablo çiziyor. Evet, bir insan işçi olsun, memur olsun, doktor olsun fark etmez nam ve unvanından çekinmemeli, ya da hangi meslekte olursa olsun üstünlük taslamamalı. Üstünlük arayacaksa takvada aramalı. Kaldı ki İslâm’ın zekât, helal kazanç gibi fıkıh hükümleri büyük servet birikimine engel kaidelerdir. Keza israf etmeyiniz hükmü de öyledir. Zira Yüce Allah servet birikimine yönelik : “Ta ki o mal, sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın” (Haşr suresi, ayet 7) uyarısını yapmıştır.      Demek ki insan sadece İslâmiyet’te “eşref-i mahlûkat”tır. İslâmiyet’te kul Mümin olunca hukuki bir hüviyet kazanır, yani dilenciyi halifeye eşit kılan bir eşitlik elde edilir.  Ul’ul Emr Allah’ın aletidir sadece, servet ve makam ayırmaz insanları. Dinimiz sayesinde herkes hak sahibidir.
            Velhasıl; Kur’an’ın muhatabı bütün insanlık. Sivil inisiyatif İslâm’ın hak hukuk ışığında kullandığımızda   “insan” olduğumuzu idrak etmiş olacağız elbet.

            Vesselam.