SİHİRLİ FORMÜL ARAYIŞI
SELİM GÜRBÜZER
Yüz seneyi aşkındır
anayasa meselesiyle meşgulüz, daha devam edecek gibi de. Askeri anlayışla
birçok kez anayasa yapıldı ne oldu ki, şikâyetlerin ardı arkası kesilmedi hala.
Zaten her defasında sistemin bozuk olduklarını bizatihi kendileri söyleyip
duruyorlar, ama her nedense şikâyet ettiği düzene hizmet eden zihniyetin bir parçası
olduklarından bihaberler. Oysa asıl olan Yahya Kemal’in değimiyle; “Devamlılık içinde değişme” gerçeğini
fark edebilmektir.
Anayasa meselesinin
özünde halktan uzak bir anlayışın var olmasıdır. Halka her defasında rey (oy) vermesi için
müracaat edilirken iyi hoşta, söz konusu katılımcı yönetim olunca ne mümkün,
halkın katılımı istenmemiştir. Maalesef taban oy deposu olmak bir yana külfeti
üstlenmek için düşünülmüş tavansa her türlü nimetten faydalanması için
konuşlandırılmıştır. Bir başka ifadeyle külfet ahaliye, nimet bir avuç azınlığa
pay edilmiştir. İşte bu anlayıştır ki günümüze kadar süregelen birçok problemleri
kanayan yara hale dönüştürmüş.
İnat bu ya totaliter
düşünceler hala yarınlarımızı karartmaya devam ediyor. Üstelik kurguladıkları kumpaslarla geçmişe
ait her ne var silip süpürüp mevcut konumlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Yetmedi
kitleleri de vatan millet sloganlarıyla dolduruşa getirip işgal ettikleri bürokratik
mevkileri daha da sağlamlaştırıyorlar.
Şöyle bir yakın tarihimize baktığımızda Cumhuriyetin ilanının hemen akabinde
neredeyse tüm saltanat erbabına hain damgası vurulmuş, niye? Bir sonraki
dönemlere emsal teşkil etsin diye elbet.
Nitekim 27 Mayıs ihtilalı sürecinde DP’nin hain ilan edilmesi bunun
tipik bir misalidir. Düşünün ki halkın gönlünde taht kurmuş bir başbakanı ipe
sapa gelmez sudan sebepler ihdas ederek göz göre göre ipe verip yediden yetmişe
herkesi mateme boğabiliyorlar. Onlar asa
dursun, O unutulmuş değil, unutulmaz da.
Bu yüzden Necip Fazıl 27 Mayıs ihtilalini, yoğurttan ve kartondan kurulmuş bir hükümete
hançer saplamak olarak yorumlamıştır, gerçekten de bu yorum yabana atılır
cinsten bir yorum değil, olayı tek
satırda özetleyen bir yorumdur.
Gerçekten de böylesi narin bir hükümeti devirmek için Türk silahlı
kuvvetlerinin her birimini tüm teçhizatıyla seferber etmeye ne gerek vardı ki, birkaç
asker göndermek kâfiydi. Bir kere
ortada gerçek anlamda karşı koyacak sivil bir güç yok ki, neyin ihtilalını yapıyorlar doğrusu şaşmamak
elde değil. Belli ki ülkemizde sadece ihtilalın
adı var, baktığımızda elini kolun sallayıp birkaç tank yürütme girişimi darbe
olarak addediliyor. Nasıl olsa mukavemet eden yok, böyle darbe yapmaya ne var
ki. Hatta böyle bir darbe girişimini kör
ebemde yapar. Kaldı ki toplum sivil
inisiyatif güç olarak dirense ne olur ki, bir kere fırsat vermezler, hadi fırsatını bulup direnişe geçildi, o zaman
da direnişçileri bir kaşık suda boğarlardı. Neyse ki hiç kimsenin gıkı çıkmadı. Hatta Menderes idam sehpasında can verdiğinde
de hiç kimsenin gıkı çıkmamış. Acı ama gerçek böyle uysal koyun bir tepkisiz
halimiz var. Besbelli ki halk yıllar
boyu tepeden koyun misali güdüle güdüle sivil inisiyatif tavır geliştirememiş.
Nasıl geliştirsin ki halk örgütlenmesin diye kanun ve yönetmenliklerle önceden
tedbirini almışlar bile. Böylece sivil
irade oluşumunun önüne geçilmiştir. Bir ülke düşünün ki, sivil katılımcılık olgusu gelişmemiş, elbette
ki böyle bir ortamda özel bir çabaya gerek duyulmaksızın darbe yapılması gayet
tabiidir. Hadi bundan vazgeçtik, silah zoruyla TBMM’ye cumhurbaşkanı dayatmaya
ne demeli. İşte İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı
Meclisi tehdit ederek olmuştur. Keza 27 Mayıs ihtilalın akabinde Samsun'dan Ali
Fuat Başgil aday oldu diye yapmadıkları kalmamıştır, en sonunda tehditle
kararından vazgeçirmişler ve Orgeneral Cemal Gürsel'i dayatmışlardır. Derken Atatürk sonrası halkın cumhurbaşkanını
atanmışlara havale eden bir meclis yapısına bürünmüşüz. Ta ki Özal bir sivil cumhurbaşkanı olarak
köşke çıkana kadar bu süreç devam etmiş te. Anlaşılan halktan uzak böyle bir
meclis yapılanmasında her on yılda bir darbe geleneğini sürdürmek çokta zor değilmiş.
Bu ülke nice darbe ve darbe girişimlerine sahne oldu. Neyse ki her darbenin ardından sandığa
gidildiğinde kazanan Millet olmuştur.
Bir başka ifadeyle darbeciler her seferinde yolcu, millet ise hancı kalmıştır hep.
Maalesef her 15–20
senede bir 5–10 bin kişiyi hain ilan ederek yönetimi devr almak bize has bir
moda olmuş. Üretilen hain zincir modası günümüze kadar uzatılmışta. Bu zincir
modası bazen Yassıada’dan Zincirbozan'a hatıralarıyla aşılmaya çalışılsa da her
ne hikmetse bu zincirin bir türlü sonu
gelmiyor, güya bu zincir devam ediyormuş. Aslında kazın ayağı hiçte öyle değil,
birilerinin rahatı uğruna mutlaka diğerlerinin hain ilan edilmesi gerektiği
kurgusu üzerine kurulu bir zincir oyunudur bu.
Belli ki bu tür hain edebiyatı yaftalamaları ülkemizde darbe geleneğinin
sürdürülmesinden yana tavır takınanların işine yaramakta. Dahası ihtilallerden çıkar sağlayanların
ürettiği bir hastalık tablosuyla karşı karşıyayız. İşte tarihi geleneğimizle
taban tabana zıt bu tür çıkarcı yapılanmalar yarınlarımızı çalmak için adeta
mevzilenmişler de. Osmanlıyı inceleyin,
bakın ne görürsünüz: kelleleri alınan
vezirlere bile hain dememişiz.
Osmanlı’yı itibarlı
kılan hiç kuşkusuz İslam’dır. İyi ki de
böyle bir dine mensubuz. Zira gayrimüslimlere,
azınlıklara bile hak ve hukuk tanıyan bir dinimiz var. Nitekim Hz. Ömer
(r.a.) hasta yatağında zimmîlerin haklarının gözetilmesini telkin etmiş
bile. Anlaşılan o ki; bu engin anlayışın altında İslam’ın o engin hoşgörüsü
yatmaktadır.
Şurası muhakkak tarihe damgasını vurmuş
bir ideal düzen, ya da bir inkılâp asla bir adam, bir kurum veya bir kuruluşa
mal edilemez, tüm emeği geçenlere mal edilmesi gereken bir şeref tablosudur.
Tek adamlı bir tablodan kim ne buldu ki bizde bulalım. Madem öyle yeni bir
şeref tablosu oluşturmak için tarihi ile barışık, kültürü ile barışık, bilge insanıyla
barışık ve halkı ile barışık yeni bir düzen inşa etmek gerekir. Elbette ki
böyle bir barışık düzenin gelmesinden rahatsız olanlar olacaktır. Gerektiğinde
dış dinamikleri harekete geçirip aba altında sopada göstereceklerdir. Oldu ya
güç yetiremediler, icabında dış ülkelerden ithal ettikleri tercüme anayasalarla
halkı oyalayabildikleri kadar oyalamayı deneyeceklerdir. Oysa ilim bize tercüme
inkılâbın olamayacağını beyan ediyor. Bukalemuncu tavırlar, ortama göre renk
veya şekil almak milli onurumuzla bağdaşmaz.
İşte Mecelle bu tür kaygılardan hareketle ortaya koyulan yerli bir kanun
metni olarak doğmuştur. İyi ki de böyle
bir kaynak ortaya koyulmuş, bir kere kaynağı
örfi ve dini olan bir hukuktur. Zaten
örfi olması halkla bağını ortaya koymaya yetmiştir.
Düşünün ki batı
hayranlığını bu topraklara taşımak için dışarıya gençler gönderilmiş, yetmedi
I. ve II. Meşrutiyetler birer reformmuş gibi gösterilmiş. Oysa empoze edilmeye
çalışılan anayasalara baktığımızda kökü dışarıda ithal ve tercüme metinler
oldukları gayet açık. Adı üzerinde
tercüme, ama gel gör ki tüm tercüme mevzuatlar bizim buluşumuzmuş gibi
yutturulmuşta.
Malum, Tanzimat fermanının
bir diğer adı Gülhane Hattı Hümayunu’dur. Adı batsın demesek te ortada bir
gerçek var; bu fermanın ilanıyla birlikte o gün bugündür hala yeni düzen
peşinde koşturuyoruz. Öyle ki 1839’da Gülhane Hattı Hümayun’u okunduğunda
şeriat metni ile başlamış ve bu metin; “Irz
masundur, namus masundur, hürriyet,
adalet ve eşitlik... gibi
temalara yer vermişte. Bu temalara bakıldığında
o yıllarda bu ülkede kanun, nizam ve İslam yokmuş sanırsın. Hadi bunu anladık diyelim, peki ya şu
eşitlik, hürriyet hurrasına ne demeli! Belli ki bu da işin başka bir kılıfı.
Üstelik bu temaları işlerken de şeriat adına çıkış yapıyorlar. Şeriat olan
yerde şeriat istemek garip değil mi? Aslında şeriat filan bahane efendilerini
memnun etmek için bal gibi Avrupacılık gütmüşler. Dahası bizim için değer ifade
eden kavramlar bir başkaları için iyi bir kılıf olabiliyor. İcabında o zinde
güçler için her türlü yola başvurmak mubah olabiliyor. Tabii her şey mubah olunca bizde bu arada bu
tür kirli oyun veya tezgâhlara aşinalık kazanabiliyoruz. Demek ki asıl dert dava şeriat (bizim
anladığımız manada şeriat Kur’an ve sünnettir) değilmiş, şeriat adı altında ithal
reçetelerle dışa göbekten bağlanmakmış. Aslında
her şey gayet açık, gerek Tanzimat olsun,
gerekse I ve II. Meşrutiyetler olsun tüm bu girişimlerin arka planında hasta
yatağına düşmüş Osmanlıyı çökertme planı vardır. Nitekim İttihatçılar Ulu Hakan
Abdülhamid Han’ı hal ettiklerinde çok sevinmişlerdi, ama sevinçleri fazla sürmeyecektir,
sorumluluk üstlendiklerinde Sırp ayaklanmasının Bulgar isyanına dönüşmemesi veya
Ermeni Sadıka'nın Ermeni ayaklanmasına yol açmaması gibi birçok problemlerle
karşılaşmışlardır. Belki de yaptıklarına bin pişman olmuşlardı, ne var ki son
pişmanlık fayda vermez de. Artık gaflet
uykusundan uyandığımızda batı karşısında tamamen yelkenleri indirmiş halimizi
gördük.
Öteden beri bir
koşuşturmadır gidiyor. Yetmedi habire “Bizi hangi müesses nizam kurtarır” sorusunun
cevabını arar olduk hep. Tanzimat bu araştırmanın ilk adımıydı, bize bu kapıyı aralar da. Hatta bir sonraki düzen meraklılarına ışık
verdi de. Meşrutiyet ise bu sihirli iksirin kesin formülünü bulmuşçasına
hareket etti. Şimdiye kadar denemedik bir şey kalmadı dersek yeridir. Derken en
sonunda Cumhuriyet modeline geçişimizi ilan ettik ve bugünlere geldik. Tabii arayış serüvenimiz bitmedi, gelinen
noktada hala sihirli formül peşindeyiz. İyi hoşta hala doğru dürüst bir sivil
anayasa edinemedik. Sihirli formül
bulunsa ne olur ki, bir kere mevcut anayasa izin vermiyor. Bakalım ithal tercümelerden esinlenerek
yazılmış anayasayla nereye kadar gidebiliriz, doğrusu merak konusu. Şurası
muhakkak ithal tercüme metinler halkın kodlarına çok yabancı, bu yüzden derde
çare olamıyor. İşte durum vaziyet böyle olunca kimimiz kurtuluşu demokraside,
kimimiz sosyalizmde, kimimiz kapitalizmde, kimimiz masonlukta vs. arar olduk.
Mutlaka her sistemin bize öğreteceği ve kazandıracağı faydalı yönleri vardır,
ama birebir kopya asla derde deva değildir. Bizi kurtaracak reçete, kendi öz
değerlerimizle kucaklaşıp hür düşüncenin yolunu açmaktan geçer. Bugün olmuş
hala insanımız hür düşünemiyor, sözüm onlara güya halk adına fikir serd
ettiklerini sanan bir takım sözde bukalemun aydınlar var. Onlar sırça
köşklerinde ahkâm kesmeye devam ede dursunlar şu bir gerçek tabandan tavana
yapılanma olmadığı müddetçe, başımız daha birçok sıkıntılardan kurtulamayacak
gibi. Belli ki halkın vicdanına ve
örfüne uygun sivil bir Anayasa modeli kurmadığımız sürece, daha çok sihirli
formül peşinde koşturacağız demektir. O halde sürekli arayışımızın boyutunu iyi
kavramalı. Bakın bu arayışta hangi sihirli formüllere başvurmuşuz bir görelim.
İşte o formüller:
—Tanzimat formülü (Gülhane Hatt-ı Hümayunu),
—Mithat Paşa formülü (I. Kanun-i Esasi),
—II. Meşrutiyet formülü,
—%100 Avrupalaşma formülü (Dr. Abdullah Cevdet reçetesi),
—İslamlaşma hareketi (Sebilürreşat formülü),
—Türkçülük hareketi (İlk Türk Yurdu reçetesi),
—Ziya Gökalp ve Yeni Mecmua formülü,
—Prens Sabahattin formülü (Âdem-i merkeziyet teşebbüsü),
—Terakki Perver formülü,
—Cumhuriyet formülü,
—Serbest Fırka formülü (reçetesi),
—Altı ok formülü,
—DP formülü (Demokrasi Hareketi) (Bkz. Yağmur Yayınevi İst.
Doğu-Batı Sentezi, Peyami Safa S.89)
Ayrıca:
—27 Mayıs (MBK reçetesi) ve 12 Eylül formülü,
—Özal formülü (Serbest piyasa ekonomi hamlesi vs.) gibi arayışlara da
koyulmuşuz. İşte, sihirli formül
arayış serüvenimizin genel alt başlıklarının alt iyi analiz edildiğinde büyük
bir kısmının toplumda karşılık bulmayıp kırılmalara yol açtığı diğer bir
kısmının da olumlu yansımaları olduğu görülmüştür. Derken tüm bu denemelerden sonra
Türkiye birde üstüne üstük 28 Şubat Postmodern darbe, Temmuz 2007 e-muhtıra girişimi ve Nisan 2008
yargı darbesi, 17 Aralık 2013 ve 7 Temmuz 2016 Pensilvanya kaynaklı paralel ihanet çetesi darbe girişimleriyle
yüzleşmiştir. Belli ki Türkiye'nin güçlü olmasından endişeye kapılanlar
var.
Dedik ya bir
koşuşturmadır gidiyoruz. Gel de bu hengâme içerisinde bunalımdan çıkış yolu
arama, yine de ümidimizi yitirmiş sayılmayız,
araya araya doğruyu bulacağız gibi. Derler ya, arayan ya Mevla’sını, ya
da belasını bulur, dileğimiz odur ki;
muradımız Mevla’yı bulmak olsun. Tabular bir bir yıkıldıkça, tabandan tavana yapılanma emareleri filiz
verdikçe umutlarımız daha da yeşerecek gibi. Artık sivil toplum, sivil katılım,
sivil inisiyatif, milli ve İslami söylemlerin her platformda konuşulur olması
bize bu ümidi veriyor zaten. Kendi
ülkesinin değerleriyle taban tabana zıt ısmarlama formüllerden kim ne bulmuş ki
biz de bulalım. Bizi ancak tarihi
kimliği ile barışık dünya gerçekleriyle barışık ve aynı zamanda toplumu kucaklayan
sihirli formüller kurtarır. Ne yerel
değerlere kapalı, ne de evrensel normlara kapalı bir model asla kurtuluşumuza
çare olamaz. Aslında bunca yaşanan
gelgit süreci içerisinde sihirli formül arayışı birazda Fransız hastalığı gibi
görünüyor. Zira Fransa 1789’da cumhuriyet kavramını bir idari biçimi olarak
algılamayıp bu kavrama ideolojik boyut katmışlardır. Nitekim 1789 tarihi
Cumhuriyet devriminin başlangıcı addedilmişte. Malum bu miladın öncesi
dışlanmış, sonrasına da methiyeler dizilmiştir. Oysa çok övündükleri Cumhuriyet
modeli bile kendi içinde cazibesini kaybedince beş kez yıkılmak zorunda
kalmıştır. Fransız tarihi sürece şöyle bir baktığımızda kurdukları beş cumhuriyet
dönemi içerisinde Krallığa iki kez dönüş yapmışlar da. Neyse ki birçok
imparatorluk denemelerinden sonra Cumhuriyetin beşincisini kurmak De Gaulle’ye
kısmet olmuştur. İşte formül arayışı böyle bir şeydir. Bu gün ak dediğine yarın kara diyebileceğiniz
bir süreçtir bu. Belli ki konjonktür neyi gerektiriyorsa önceki yönetime kara,
bir sonrakine ak demeyi gerektiriyor. Hadi Fransayı anladık ta, peki ya bize ne oluyor, artık ortada
padişahlık, saltanat filan yok, keza Fransa örneğine benzer bir krallıkta yok, hatta
yeni bir saltanat gelmeyeceğine göre bu denli tarihe düşmanlık niye? Demek ki;
bizde de Fransız serüvenine benzer olaylara ak-kara bakış tarzımız söz konusu.
Maalesef ak kara ikilemi içine düştüğümüz bir çıkmaz kuyu. Oysa iyi ve kötü ayırımı yapma ilahiyatçı ve
pedagogların işi, malum suç ve ceza nitelemesi de hukukçuların işidir. Hakeza
tarihi bakışta öyledir. Tarihi hizaya getirme çabası asla bizim işimiz olamaz.
Bırakın tarihi olayların analizini tarihçiler yorumlasın. Biz sadece uzmanların sesine kulak vermekle
mükellefiz. Madem öyle geçmişte olup biten her ne varsa ibret alıp ders almak
gerek. Gün bu gündür, artık sihirli
formüller üzerinde boşa kürek çekmek yerine değişim sürecinin son halkası
cumhuriyetimizi katılımcı demokrasi ile taçlandırmaya bakalım. Enerjimizi bu
yönde harcarsak, belki sonu gelmez arayışlar son bulabilir.
Sihirli formül
arayışında Osmanlı’yı karalayıp Cumhuriyete meşruiyet kazandırılmaya
çalışıldığı herkesin malumu. Dahası Osmanlı’da hürriyet olmadığı yalanının
okullarda genç dimağlara habire aşılandığı da bir vaka. Yetmedi bu ülke sanki
hiç hürriyet yüzü görmemiş gibi Cumhuriyetle birlikte hürriyete geçiş
yaptığımız kehaneti işlenilmiş hep. Oysa Ulu Hakan Abdülhamid Han Meclis-i
Mebusan’ın açış konuşmasında yaptığı II. Mahmut ve diğer padişahların miriyeti
içerisinde yaşadığını, fakat bunların arasında hürriyet ve vatandaşlık şuurunun
gelişmediğini, artık eşit olduğunu söylerken, tıpkı Mustafa Kemal’in
Meclis’teki konuşmalarının geriye doğru tekrarını ortaya koyuyordu. Demek ki,
sihirli formül arayışı ak-kara ikilemiyle sağlam zemine oturamıyor. Tarihi objektiflik ekseninde bir arayışa ihtiyaç
var. İhtiyacın ötesinde ileri demokrasi
anlayışına da ihtiyacımız var. Hele
şükür, Cumhuriyetle birlikte tam demokratikleşme gerçekleşmese bile yine de
demokrasiye adım atabilmişiz.
Bir kere her sihirli
formül arayışı ve olayını öncelikle o devrin kendi yapısı ve şartlarında değerlendirmek
gerekir. Nasıl ki Kanunnamelerle özdeşleşmiş Kanuni Sultan Süleyman’dan
bilgisayar beklemek abesle iştigalse, Kuvayı milliye ruhuyla cumhuriyeti
kuranlardan da aynı ölçüde ‘katılımcı
demokrasi’ anlayışı beklemek bir başka abesle iştigal durum olur. Şu anda
bulunduğumuz şartlar sivilleşmeyi gerektirdiği için Türk insanı sivil
söylemlere çoktan yöneldi bile. Çok değil Özal dönemi öncesi sivil toplum
kavramından bihaberdik. Haberdar olan varsa da bahsetmesi söz konusu değildi. O
halde tarihi yorumlarken o devrin şartlarını göz ardı etmemeli. Bakın,
ihtilalsiz, ayaklanmasız cumhuriyete geçiş yapabilen tek cumhuriyet biziz. Bu
aşamaya gelmek kolay değildi elbet. Düşünün ki sihirli formül arayışında
Abdülhamid Han Anayasayı ilan etmedi diye, Ermeni yaftası “Kızıl
Sultan” lakabını ağzımıza sakız yapmışız, gel de bu karalamacı anlayışla
yeniliğe geçiş yap mümkün mü? Elbette ki farklı kimliğe sahip çok mezhepli çok
meşrepli ve birçok etnik milliyetleri bağrında taşıyan imparatorluktan, bir
oldubittiye getirip bir çırpıda meşrutiyete geçiş yapmayı beklemek akıl izanın
kabul edemeyeceği bir husustur. Kaldı ki Cumhuriyet kurulmuş kurulalı Türkiye
tam demokratikleşmeye geçebildi mi ki Osmanlıda bir çırpıda geçiş
yapabilsin. Şunu hafızamıza iyi kazımak
gerek; tarihi olayları asla kişilere
endeksleyip hislerimizin kurbanı yapmamalı. Siz siz olun tarihi olayları
analitik bir anlayışla ele alın ki objektif bir tarih bakışı ortaya
koyabilesiniz. Nasıl olsa hayat yoluna devam ediyor, o halde tarihi de kendi
doğal akışına bırakmakta fayda var.
Elbette ki
Türkiye’nin de İngiltere gibi demokratikleşme sürecini tamamlamasını dilerdik,
ama olmadı. Hadi bundan vazgeçtik bari
işler sarpa sarmadan önce meşrutiyet aşaması, daha sonra demokratikleşme
aşamasına geçiş yapılabilirdi pekâlâ. Maalesef yumuşak geçiş yapmak yerine
Fransa’dakine benzer birikmiş dalgalanmaları bugünlere taşımayı yeğlemişiz.
Şayet İngiltere gibi yumuşak geçiş örneği sergileyebilseydik Türkiye’nin şuan
ki durumu çok daha farklı yerlerde olurdu.
Malum, milli
mücadelenin maddi veçhesini Büyük Millet Meclisi oluşturur. Nitekim bu kurulan
meclisin kararıyla kurtuluşumuz gerçekleşip akabinde yeni bir rejim doğmuş,
adı: Cumhuriyet. Bir başka ifadeyle Cumhuriyet Meclisin kararıyla gerçekleşmiştir.
Dahası BMM, Cumhuriyetle birlikte TBMM adını alır bile. Hatta isimle kalmaz
TBMM’nin çıkardığı ilk kanunlar arasında TBMM’ye karşı olmak vatana ihanetle eş
tutulmuştur. Ama gel gör ki zaman içerisinde, değil TBMM'ye karşı olmak artık
TBMM’ye muhtıra vermek vatana ihanetten sayılmıyor. Demek ki; “Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir” hükmü gerçek manada o yıllarda gerçekleşmiş.
Sonraki yıllarda bu hüküm sulandıra sulandıra egemenlik bir avuç azınlığın
tekeline dönüşmüş bir yapıya bürünmüştür.
Velhasıl; Cumhuriyetin ilk yılları padişaha
ve halifeye sadakatle başlamış,
sonrasında meşruiyet kaymasıyla birlikte saltanat lağvedilmiştir.
Akabinde sihirli formül arayışı yolunda tek partili, çok partili dönem derken bugünlere geldik.
Belli ki arayışımız son bulmayacak. Bakalım Türkiye daha ne gibi arayışlar
içerisinde olacak. Anlaşılan yeni arayışlarda da fikir eksersizi yapmaya
ihtiyacımız var.
Vesselam.