MİKRO NİZAM-I
ÂLEM
SELİM GÜRBÜZER
İnsanoğlu amansız düşman addettiği kansere çare
buluyum derken bu arada hücrenin nice bilinmeyen sis perdelerini aralar hale
geldi. Öyle ki bu amansız hastalık insanlığın başına musallat oldukça çalışmalar
daha da hız kazanmış oldu. İyi ki de hız
kazanmış, öncesinde hücre âlemi bir
birinden kopuk anlamsız yığınlar ya da kümeler olarak algılanıyordu. Üstelik bu
algı yanılgısı daha çok ateistlerin işine yarıyordu. Ne zamanki bu sis
perdeleri aralanmaya başladı, işte o zaman bu malum çevrelerin heveslerinin
kursaklarında kalmasına yetmiştir. Çünkü
yığın sandıkları hücre müthiş bir matematik program çerçevesinde işleyen bir Mikro
Nizam-ı âlemdir. Nasıl mı? İşte genel itibariyle hücre âlemine baktığımızda
merkezinde bir çekirdek, etrafında ise yaklaşık
50 kloroplast, 500 kadar mitokondri, 5000 ribozom ve bir o kadarda enzim
moleküllerinden oluşan bir mikro âlem olduğunu görürüz.
Hücreler ekseriyetle renksiz görünüm arz
eder. Ancak lipoid ihtiva edenler sarımtıraktırlar. Hücre morfolojik yapı
itibariyle dış kısmında zar, iç kısmında
ise sitoplâzma ve çekirdek vardır. Malumunuz, hücre zarı ile çekirdek zarı arasındaki sıvı sitoplâzma olarak addedilirken, hücre çekirdeğini oluşturan sıvı ise karyoplazma olarak addedilir. Bu arada
nasıl ki dünyamızın küre şeklinde kapladığı bir alanı varsa aynen öyle hücrenin
de kendine has kıta sahanlığı söz konusudur. Tabiî ki her şey kıta sahanlığıyla
sınırlı değil, bu sahanlığın içerisinde konuşlanmış pek çok mikro yapılarda kendi
içerisinde birer âlemdir. Madem öyle, mikro âlemlerden hareketle on sekiz bin âlemin
yaratıcısı Yüce Allah’ı ne kadar ansak azdır. Zaten eşrefi mahlûkat insana da
Allah’ı zikretmek yaraşır.
Hücre zarı canlı bir maddenin (protoplazma) kale surları gibidir. Ve bu surların
ortasında lipid katmanı, iç ve dış yüzeyinde ise protein katmanı vardır. Ancak bu
surlara katman gözüyle bakıp geçiştiremeyiz,
bikere söz konusu katmanlar mimari sanat sahibinin varlığını ortaya
koyan işaret tuğları olarak dikkat çekmekte. Hele mikroskobunun başında bir
insan bu surların içerisini dalmaya görsün, bir bakmışsın o insan içten içe
doğru uzanan sarnıçlı kanallarda adeta kanal turu yapar da. Hatta bu kanallarda tur atmanın ötesinde çok büyük
işlerde çevrildiğine şahit olunur. Tahmin etmişsinizdir hangi kanallardan söz
ettiğimizi, hiç kuşkusuz bu kanallar Endoplazmik Retikulum kanallarından
başkası değil elbet. Endoplazmik Retikulum bağrında taşıdığı sıvı havuzu
yardımıyla çekirdek veya sitoplâzmadan aldığı maddeleri transfer etmenin yanı
sıra nükleus (çekirdek) içerisinde konuşlanmış ribozomlarca imal
edilen salgıları golgi cihazına transfer etmekle de meşhurdur. İyi ki de Endoplazmik Retikulum var, bu sayede golgi aygıtında analize tabii
tutulan salgıların zararlı olanları paketlenip tahliye edilirken bu arada faydalı
olanlar da veziküller halinde sitoplâzmaya aktarılma işlemi gerçekleşir. Ayrıca çekirdek etrafında ağ görünümün de yapı
içerisinde, yani sarnıçlar arasında kesecikleri andıran yapılarda söz konusu. Anlaşılan
bu karmaşık yapı boşuna dizayn edilmemiş,
bilakis hücre içi ve komşu hücreler arası ilişkilerde Mikro Nizamı âlem-i
sağlayacak işlev için vardır.
·
Hele
ki sitoplâzma zarının hücre içi fonksiyonlarını iyi analiz ettiğimizde: Osmoz basınç ve geçirgenlikle madde aktarımının
sağlandığı ve solunum
işleminin sağlanması gibi bir dizi yükümlülükleri sırtlandığı gerçeği ile yüzleşiriz.
Yetmedi bu arada stokrom ve oksidatif enzimlerin hücre içi faaliyetlerde çok büyük
ölçekte katkı sunduğunu fark ederiz. Tabii bu katkı sunuş birtakım moleküllerin
hücre içine geçişini sağlayacak şekilde parçalara ayırma işlemini yürüten
hidroliz enzimleri içinde geçerlidir
·
Sitoplâzma
zarı ile hücre çeperi arasındaki aralığa periplazma
adı verilirken sitoplâzma zarından içe doğru kese şeklinde oluşumlara da
mezozom denmektedir. Ayrıca mezozomlar fonksiyonel olarak mitokondrilere
benzediklerinden kondroid olarak tanımlanırlar.
·
Malumunuz mezozomlar;
·
—Septal mezozomlar.
—Lateral mezozomlar olmak üzere iki tiptirler. Septal mezozomlar
daha çok mitoz hücre bölünmesinde rol oynarlar.
Ribozomlar
Bilhassa ribozom; protein ve rRNA’lardan teşekkül edip ribozomal RNA olarak
adıyla sahne alır. Ancak genel itibariyle RNA’dan söz edeceksek kendi içerisinde;
—rRNA (Ribozomal RNA),
—mRNA (Messenger RNA),
—tRNA(taşıyıcı RNA) olmak üzere üç başlıkta
ele almamız gerekir. İşte bunlardan rRNA’nın fonksiyonuna baktığımızda çekirdek
zarının surları hükmünde olan porlar vasıtasıyla sitoplâzmaya geçerek
Endoplazmik Retikulum membranına bağlandıklarını görürüz. Tabii bu bağlanıştan ötürü granüller Endoplazmik
Retikulum olarak tanımlanır. Peki ya diğerleri!
İşte bunlardan mRNA hücre içerisinde fonksiyon itibariyle tıpkı rRNA gibi
çekirdekte imal edildikten sonra aldığı
direktifler doğrultusunda Endoplazmik Retikulumun izlediği yola benzer bir yol takip edip
hücre için ne tür protein molekülü üretileceği, ya da hangi amino asitlerin nasıl bir kalıp ile
sıralanacağının mesajını iletmekle görev ifa edecektir. Derken bu üstlendiği
misyon sayesinde midemizde asit salgılama işlemlerinden tutunda steroid (testis, ovaryum ve böbrek üstü bezleri)
faaliyet, kasılma ve gevşeme işlemlerine kadar bir dizi faaliyetlere imza atmış
olur. Keza karaciğer hücreleri de boş durmayıp safra yapımı, glikojen dönüşümü
gibi hayatsal olaylara imza atar. İşte insan bu noktada ister istemez acaba tüm
bu işlemler olmasaydı kim bilir halimiz nice olurdu demekten kendini alamaz da.
Gerçekten de Mikro Nizam-ı âlem olmasaydı ne böbreğimiz, ne karaciğerimiz, ne
de diğer organellerin hiçbiri çalışmazdı. Her şeyden öte vücudumuzda ne
hormonal dengeden ne de protein üretimi olacaktı, böylece tüm vücut iflas edip
ölüm kaçınılmaz olacaktı. Madem öyle hücre
çekirdeğinde imal edilen RNA’nın kıymetini bilmek gerekir.
Ribozomlar çekirdekten gelen elçilik
vazifesi üstlenmiş mRNA’ların getirdikleri kalıplara göre protein imal edip, imal edilen ürünlerin taşıma işlemlerini de
Endoplazmik Retikulum vasıtasıyla gerçekleştirir. Yani bu demektir ki protein
sentezi çekirdekte DNA formatından mRNA formatına ve bu formattan da ribozomlar
üzerinde polipeptit formatına çevrilen bir yazılım hadisesiyle vuku bulur.
Şimdi gel de böylesi müthiş bir yazılım karşısında hayretler içerisinde ‘Allah’ deme, ne mümkün.
Düşünsenize hücre ve hücreye ait her bir
elemanın hafızası olmamasına rağmen imal edilen tüm genetik kod ürünler nesilden
nesile aktarılabiliyor. Ne diyelim işte görüyorsunuz hücre temel taşı olarak hayat verdiği canlıya Allah dedirttirmek
için vardır. Yani temel taşı olarak Mikro Nizam-ı âlem’in gereğini yapmaktalar.
Şurası muhakkak canlının temel yapı taşları
da kendi aralarında yaratılış kodları itibariyle farklıdırlar, ama görünüş
itibariyle farklılıkları pek fark edilmez. İlginçtir her bir temel taşı hücre âlem
yüklenmiş olduğu paket programlarla kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılamaktalar.
Nasıl mı? İşte her türden madde imalının mitokondrial âlem program çerçevesinde
veya mikro âlem paketi içerisinde gerçekleşmesi bu gerçeğin tipik göstergesi
zaten. Dahası bizi hayretler içerisinde bırakan tüm mikro âlemde olan biten her
ne varsa biliniz ki her şey Mikro Hücre Nizam-ı
âlem programını oluşturan kodlarda gizli.
Evet, hücre
âlemini anlamlı kılan paket programın dışında bağımsız hareket edebilme yeteneği
ile de anlam ifade eder. Öyle ki mecbur kalmadıkça hormonal kontrole pek
ihtiyaç duymazlar. Çok daraldıklarında sadece hormonal sistemden (salgı bezleri
sistemi) talepte bulunurlar. Böylece Mikro Nizam-ı âlem’in tesisi için arz
talep dengesi üzerinde hayat dengesi idame edilmiş olur.
Canlı
âlem esas itibarıyla tek hücre sistem üzere kurulu bir yapıdır. Kaldı ki tek hücreli canlı âlemde tek düze
değil, alt kademelerinde riketsialar, virüsler, bakteriyofajlar gibi
subvarlıkların varlığı artık bir sır değil. Şu an bildiğimiz bu tür varlıklarda
tipik bir hücre çekirdeğinin olmamasıdır. Dolayısıyla bunlar hücre yapısından
uzak, hatta cansız yapıya daha çok benzeyen varlıklar olup ayrı bir inceleme
konusudur. Mesela hücrelerin birleşmesiyle dokular meydana geldiği halde
mikroplarda böyle bir oluşum söz konusu değildir. Ayrıca mikroplar bir araya
geldiklerinde koloni oluşturup, başıboşturlar da. Bu demektir ki bildiğimiz
hücre yapılarda kendi aralarında birliktelik sayesinde sistemleşmeye yönelik
bir nizamilik göze çarparken, mikroplarda tam aksine gayri nizamî refleks
sistem göze çarpar. Aslında ister çekirdekli hücre olsun ister çekirdeksiz
hücre olsun hiç fark etmez mikro aleme bir bütün olarak baktığımızda üstlendikleri
misyon gereği vazifelerini icra etmekle mükellef oldukları göze çarpmakta.
Peki ya hücreler arası iletişim nasıl
sağlanmakta? Hiç kuşkusuz iletişim hücre zarı vasıtasıyla icra edilir. Tabiî ki bu sıradan iletişim değil, el sıkışıp muhabbetle kucaklaşmayı andıran bir
iletişimdir. Şöyle ki hücre zarından çıkan bir takım uzantıların komşu hücrenin
çöküntülü bölümüne yerleşmesiyle birlikte karşımıza ortaklaşa bir yapıya
dönüşen bir tablo ortaya çıkar. İşte ortaya
çıkan bu yapı doku diye
adlandırılır. Derken bu aşamada doku için gerekli olan kan, oksijen, besin vs.
maddeler hücre yönünden değil doku açısından değerlendirilip öyle işlevlik
kazandırılacaktır. Nitekim golgi aygıtı
hücre için çok önemli salgı yapan bir aygıt olmasına rağmen doku safhasına
geçildiğinde adeta benim görev alanım buraya kadar deyip bu noktada daha üst
fonksiyonlar için başka üniteler devreye girecektir. Anlaşılan o ki hücre
aşamasında aktif olan unsurlar doku safhasına geçtiğinde resesif kalmaktalar.
Ancak resesif kalmaları yok olmak anlamına gelmemekte, icabında istisnai
kabilden diyebileceğimiz onarım veya üreme faaliyetleri söz konusu olduğunda
veya doku harabiyeti durumlarda tekrardan teyakkuza geçip gün yüzüne çıkabiliyorlar.
Hücre
âlemini oluşturan bileşikleri tasniflediğimizde organik ve inorganik olmak
üzere iki ana başlıkta toplayabiliriz. Bilhassa hücrenin en önemli anorganik
bileşiğini su oluşturur, daha sonra tuz ve kalsiyum gibi maddeler sıralanır. Hücrenin
organik bileşiklerini ise protein ve türevleri, karbonhidrat ve türevleri,
lipit ve türevleri kapsar. Hücre âlemin dış çerçevesi, yani hücre zarı protein
ve lipit yapısındadır. İşte bu yapı sayesinde hücre içerisine giriş çıkışlar
yaklaşık 7–8 Angström (Â) çapında por diye adlandırılan özel geçiş tüneller
veya sırlarına eremediğimizi birçok özel taşıyıcılarla gerçekleşir. Bunlardan mesela 3,6 Â çapında Üre, 3Â çapında su molekülleri zarlardan kontrolsüz
geçebiliyorlar. Sadece suda erimeyen bir takım glikoz gibi 8,6 angström çapında
hücre yapısından daha iri birçok maddeler por gümrüğü kapısından ancak kontrollü
bir şekilde kısmi giriş veya çıkış yapabilmekteler. Bu demektir ki hücre zarı
geçişi milimetrenin yüz binde yedisi kadar dar bir alanda cereyan etmekte olup,
öyle herkesin elini kolunu sallayıp rahatça geçebileceği yolgeçen hanı değildir.
Zaten aksi durumda böylesi bir hücre yapının kendi kendine intiharı demektir. Belli ki giriş ve çıkışlar gayr nizami yapıda
olsaydı bu durumda hücre âlem zararlı maddelerin yoğun bombardımanına uğrayarak
kendi sonunu hazırlayacaktı. Her ne kadar hücrelerin hafızası olmasa da bir
şekilde ihtiyacı olan besin maddelerini çevrelerinde kontrollü bir şekilde elde
edebiliyorlar. Şayet alınacak madde zararsız, aynı zamanda küçük çapta atom,
iyon ve molekül içeriyorsa hiçbir denetime tabii tutulmadan girişler basit bir difüzyon
yoluyla gerçekleşebiliyor. Başka bir ifadeyle Oksijen ve CO2 gibi
moleküller basit difüzyon metodu yoluyla,
glikoz molekülleri özel taşıyıcı mekanizmayla, Na+ iyonları, iyot (I-) iyonları ve Ca+
iyonları ise enerji gerektiren taşıyıcı sistemlerle ancak hücre zarından geçiş
yapabilmekteler. Difüzyonla geçemeyen
dev moleküller ise sindirim sisteminde olduğu gibi ağız yoluyla değil, tıpkı fagositoz ve pinosotoz yönteminin
aynısı diyebileceğimiz membran yoluyla (aktif yutma) geçiş gerçekleşir. Bilindiği üzere fagositoz hadisesi ışık mikroskobunda
görülebilecek molekülleri yutan operasyon olup, pinositoz hadisesi ise ancak
elektron mikroskobuyla görülebilen daha çok minimal moleküler seviyedeki
cisimleri sindirme operasyonudur. İşte bu fagositoz ve pinositoz operasyonları
sayesinde sindirilmesi güç olan büyük parçacıklar paketlenerek stoplazmaya
transfer edilmiş olurlar. Sitoplâzmaya geçiş yapan maddeler ister fagositoz ister
pinositoz yöntemiyle alınsın fark etmez sonuçta sarılmış paket halinde bağımsız
olarak konuşlanıp hücrenin beslenmesi sağlanır. Tabiî ki sadece beslenme değil
zararlı maddeler ve bakterilerin bertarafı içinde yutma fonksiyonu icra edilir.
Mesela Retikülo endotelial sistem hücreleri her türden yabancı hücreleri,
bakterileri, hatta ölmüş hücre döküntülerini fagosite ederek sitoplâzmalarında
eritip imha etmek için vardır. Şayet
eritemezlerse bu kez sitoplâzmalarında haps ederek vazifesini deruhte etmiş
olur.
Mitokondrium
Sanmayın ki sadece canlılar solunum
yapmakta, canlıların temel taşı olan hücrelerde solunum yapmaktalar. Üstelik
her bir hücrenin solunumu birbirinden bağımsız olarak gerçekleşmektedir. Şöyle
ki her hücrenin ihtiyacı olan oksijen akciğer solunumu vasıtasıyla elde edilip
kan yoluyla kendilerine iletilmektedir. Nasıl ki her bir hücre için solunum söz
konusu ise yine her bir hücre için mitokondrium içerisinde enerji odalarının
yanı sıra bu odalar içerisinde konuşlanmış yaklaşık 15000 kadar enzim ünitesi bu
iş için vardırlar. Ayrıca bu odalarda Krebs devresi, solunum zinciri ve ATP
oluşumu için özel bölümlerde yer alır. Ve
bu özel bölümler sayesinde bir dizi enzim faaliyetleri cereyan edip nihayetinde
ATP enerji kaynağı üretilebiliyor. Malum ATP üretim maddesinin hammaddesi
oksijen ve besinler olup işlenen hammaddelerden açığa karbondioksit ve su çıkabiliyor.
İşte bu nedenle mitokondrilere hücrenin enerji
ocakları denmektedir. İyi ki de
enerji ocakları var, bu sayede hücrenin % 95 enerjisi mitokondrial
faaliyetlerle sağlanır. İcabında sağlanan bu enerji ilerisinde kullanılmak
üzere lüzumu halinde gerek hücre içi, gerekse hücre dışı faaliyetlerde mitokondri
içerisine konuşlanmış ATP (Adenozin
trifosfat) bünyesinde depo edilebiliyor. Böylece bir sonraki aşamada ATP’nin parçalanmasıyla birlikte açığa
çıkacak enerji daha çok kas kasılması, madde taşınması, sinir ağı iletişim,
hücre kalori ihtiyacının karşılanması ve birçok kimyasal reaksiyonlarda kendini
gösterecektir. Unutmayalım ki şu da bir gerçek besinlerin parçalanmasıyla teşekkül
eden Hidrojenin oksidatif fosforilasyonla (enerji
değişimi) yakılma işlemi bile mitokondrilere ait bir faaliyetin eseri
olarak karşımıza çıkmaktadır. Nasıl mı? İşte Asetil koenzim-A’nın enzimden enzime
geçtiği işlemler sırasında CO2 ve H2O’yun açığa
çıkmasıyla birlikte ATP enerjisi meydana gelmesiyle elbet. Esas itibarı ile
mitokondriler glikozu yakıp ait olduğu her bir hücre için enerji üretmekle
vazifeli ocağımızdır. Bu arada enerji üretimi ocağından arda kalan küllerin (artık
maddelerin) atılması ise su ve karbon dioksit şeklinde hücre dışına tahliye
edilerek gerçekleşir.
Peki, mitokondrilerin yapısı nasıldır
derseniz, morfolojik olarak yağ ve protein moleküllerinden yapılmış çift ünit
zarla çevrili olup iç kısmı ise kıvrımlı kristalarla kaplıdır. Bu kristaların
aralarında Krebs devresine ait enzimlerin bulunduğu özel bir sıvının yanı sıra
çözelmiş lipid ve proteinlerde mevcut olup aynı zamanda mitokondrinin yapısında
%1’den az da olsa RNA belirlenmiştir. Hatta
nevi şahsına münhasır türden diyebileceğimiz DNA’nın varlığı da tespit
edilmiştir. Bunun anlamı nukleusun
dışında bile birtakım genetik bilgi doküman işlemlerinin mitokondri âlem bünyesinde
de gerçekleşiyor olmasıdır.
Lizozom
Lizozomlar
tek ünit zarla çevrili olup fagozom denilen oluşumlar sayesinde hücre içi ve
hücre dışı kaynaklı maddeleri sindirerek zararsız hale getirmekle
vazifelidirler. Lizozomlar hakkında kısaca bir tür sindirim mekanizma işlevi
olan yapılar dersek yeridir.
Mikrocisim
Mikrocisimler
tek ünit zarla çevrili olup iç kısmı daha çok peroksidaz içeren enzimleri kapsamaktadır.
Bünyesinde taşıdığı belli başlı enzimler
katalaz, ürik asit, oksidaz ve D-amino asit oksidazlarla sahne alır hep. İşte bağrında
taşıdığı bu enzimler sayesinde oksijen hidrojen perokside, hidrojen peroksit
ise suya dönüşebiliyor.
Mikrotubulus
Mikrotubuluslar
da tek ünit zarla çevrili olup borucuklu ışıksal bir görünüm arz ederler. Bunlar daha çok hücre içi iletişimde rol
aldıkları düşünüldüğü gibi kromozomların bölünme evreleri esnasında kutuplara
çekilmelerine yardımcı oldukları tahmin edilmektedir. Mikroskobik incelemeler sonucunda
tahminlerin ötesinde sentriyollerin üçerli gruplar halinde hücre bölünmesinde
kromozomların kutuplara doğru yol almasında rol oynadıkları gözlemlenmiştir.
Nükleus
Yukarıda da belirttiğimiz üzere hücre âlem yapı
bakımdan çekirdek, protoplazma ve hücre zarı diye üç ana bölümden oluşup, bunların
en gözde çarpanı hiç kuşkusuz çekirdektir. Çekirdekte malum protoplazmanın ortasında
konuşlandırılmıştır. Besbelli ki merkezde konuşlandırılması boşuna değilmiş,
bir üs kulesi rolü üstlenmiş gözüküyor. Tüm hücre faaliyetleriyle ilgili
kararlar bu merkez sayesinde alınabilmekte. Nitekim hücrenin asıl genetik
haritasını ortaya koyan yapı nükleustur. Böylece merkeze bağlı
hücre elemanların her biri gelen direktiflere göre hareket
etmektedirler
Nukleuslar genelde oval olup merkezde çoğunlukla
tektir. Fakat istisnai olarak yetişkin insanların karaciğer hücreleri,
testislerin leydig hücreleri (spermleri
harekete geçiren hücreler) ve osteoklastlar (kemik hücresi) içerisinde çekirdek sayısı artabiliyor, hatta aralarında
çekirdek sayısı yüzü bile bulan var.
Nukleuslar dışta çekirdek zarı, içte ise
çekirdek plazması, çekirdekçik (nukleolus) ve kromatin ipliklerinden
ibaret bir yapıdır. Bu yapıya sırasıyla şöyle göz attığımızda çekirdek zarının
tıpkı hücre zarı gibi bir misyon yüklendiğini fark ederiz. Zira tüm kontrol
mekanizmalarını çekirdek zarında bulunan porlar vasıtasıyla gerçekleşmekte.
Böylece çekirdek ve sitoplâzma arasında geçişlerde tüm maddeler diffuzyona
tabii tutulurlar.
İkinci yapı konumunda çekirdek sıvısına
(karyoplazma) baktığımızda da içerisinde çözülmüş maddelerin
bulunduğu karmaşık kimyasal bileşenlerden oluşan bir alanı temsil ettiğini fark
ederiz.
Üçüncü yapı diyebileceğimiz çekirdekçik yapıda
ise kromatin ağı ve iplik taneciklerinden meydana gelmiş olup içerisinde
ribonükleik asitin sentezlendiğini fark ederiz. Öyle ki, sentez edilen bu ürünler RNA’nın işbirliği
öncülüğünde rRNA (ribozomal RNA) ve
mRNA (messenger RNA) ve tRNA (taşıyıcı RNA) olmak üzere üç tip halde sitoplâzmaya
aktarılırlar. Derken aktarılan bu misafirler aminoasitlerce karşılanarak
protein yapımı gerçekleşir. Hiç
kuşkusuz hücre içerisinde gerçekleşen bu protein yapımının baş öncüsü veya
çekirdek içerisinde tüm kalıtsal faaliyetlerin baş mimarisi DNA’dan başkası
değil elbet. Zira DNA minarenin spiral
merdivenleri misali bir çift sarmal zinciri şeklinde taşıdığı bir takım özel
enzimlerle kendi kendine bölünüp kendi cinsinden iki polimeraz zincir üretmekle
mahir minaremizdir. İşte bu müthiş dönüşüm ve kopyalama olayına Reduplikasyon denmektedir. Böylece
ikileşme hadisesi, yani reduplikasyon
olayı sayesinde ortaya çıkan kopyaların sitoplâzmaya geçmesiyle birlikte beraberinde
protein sentezi yapımına yönelik genetik kodlar aktarılmış olur. Bilhassa bu bilgi akışında şunu unutmamak
gerekir ki; tüm bu faaliyetlerin
başlangıcı noktası çekirdektir. Ancak bu noktadan başlayan her bir talimatın
yerine getirilmesi içinde sitoplâzmaya kadar uzanan uzun yorucu bir maraton
koşu için belli bir güç ve enerji gerektirmekte. Öyle sanıldığı gibi her şey
kendi kendine olmuyor, mutlaka efor sarf etmeye ihtiyaç vardır. Nitekim
çekirdek yapı bunca efor için ihtiyaç olan enerjiyi ATP enerji kaynağından karşılamakta.
Şayet enerjinin tükenme noktasına gelip alarm verirse bu kez gerekli olan
enerji ihtiyacı sitoplâzmadaki ATP’den karşılanır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz
küçücük sandığımız bir âlemde akılları hayrette bırakacak derecede birbirinden
ilginç bir dizi Nizam-ı âlem söz konusudur.
İşte
bu hücre içi ve dışı Nizam-ı âlem faaliyeti içerisinde tüm büyüme ve gelişme gibi
faaliyetlerini protein molekülleri sırtlanmaktadır. Nitekim proteinler aminoasit
moleküllerin birbirleriyle peptit bağları oluşturmak suretiyle 20 değişik
biçimde sahne alırlar. Keza canlı organizmalarda bir takım kimyasal
reaksiyonlar sonucu oluşan enzimlerin (fermentler) katalizör (hızlandırıcı) etkisiyle var olmaktalar. Böylece enzimler bir yandan
katalizör rolüyle hücre içi moleküllere hayatiyet verici etki yaparken, diğer yandan düzenleyici rolüyle de tıpkı bir anahtarın
kilitle buluşması görevi ifa eyler. İlginçtir katalizör ve düzenleyici rolünü
tamamladığında benim işim buraya kadar bana evvellah demeyip bu kez bir başka
alanda Mikro Nizam-ı âlem faaliyeti için işe koyulacaktır. Üstelik başka bir iş
için yola çıktığında enzim yapıların başına herhangi bir zeval gelmeyecek
şekilde Allah’a emanet edip oradan öyle ayrılacaktır.
Nasıl
ki bedenimiz her yıl kendi kendini yeniliyorsa hücrelerde her saniyede kendi
kendine 50 milyon kez doğarak, gelişerek ve yaşlanarak deveran olmaktalar. Zaten
her doğuş, her diriliş, her zeval oluş hücre âlem içinde kaçınılmaz alın yazısıdır.
Tabii kaderden kaçış olamaz. Bikere yazılan kader yazgısı gereği bir yandan yaşlı
ana hücrelerin ölümü gerçekleşirken diğer yandan ana hücrenin bağrından kopan
iki genç hücrede yeniden diriliş için var olmaktalar. Böylece ölenle ölünmez
mesajı sunulmuş olur. Şu da var ki yaşlı hücrenin insan ölümünden farkı
cesetsiz ölüm vuku bulmuş olmasıdır.
Şurası muhakkak tüm canlı cansız âlemin
doğuşu, gelişimi, yaşlanması ve ölüm
evreleri canlının temel yapı taşı hükmünde olan hücre âlem içinde geçerlidir. Öyle
de olması gerekir.
Velhasıl her şey fani, baki olan sadece Allah’tır.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1888/mikro-nizam-i-lem.html