BİR GÖNÜL ADAMI AHMET ER
SELİM GÜRBÜZER
Ahmet Er Ağabeyimiz Fetih haftasının ilk gününde Hakka yürüdü. O’nu anarken hayatının bütün yönlerini ortaya koymalı ki, hakkiyle yâd etmiş olalım. Bunun içinde kaynak bizatihi kendisi olacaktır. Nasıl mı? Hayattayken adına “Hatıralarım” dediği Alternatif Yayınlarında yayınlanan kitapla elbet. Zaten büyük bir sabırla “Hatıralar” deryasında yüzmeye koyulduğumda inanın yüzdükçe gönül dünyam huzur buldu da. Huzur buldukça kendi üslubumla ancak bu kadar aktarabildim. Şimdiden sürçü lisan olduysa affola deyip hayat yolculuğuna öyle başlayalım:
Evet, Horasan
erenlerinden nefesindendir O. Çünkü
Ahmet Er Ağabeyimizin ailesi Horasan’dan gelip Anadolu’nun fethine katılan Türk
boylarındandır. Yani soy kütüğü ismi ile
müsemma Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’den İmam-ı Ali Rıza’ya dayanır. Malum İmam
Ali Rıza’nın kabri İran’ın Meşhed şehrindedir. İşte böylesi köklü bir soydan gelen o gönül
adamı 1927 yılında Manisa Akhisar Sünnetçiler köyünde doğmakla Horasan
Erenlerin nefesini içerisinde bulunduğu ülkü yolu harekâtının üzerine serpiştirecektir.
Düşünsenize 1940’lı yıllarda daha ortaokul talebesiyken Sünnetçiler Köyü
Gençlik Birliğini kurarak Horasan Erenlerinin nefesini o günden hissettirecektir.
Nasıl mı? Genç arkadaşlarına cumartesi
bayrak çekip pazar günü bayrak indirme merasimleri düzenleyerek, gençleri kötü alışkanlıklardan uzak tutmaya
yönelik sigara ve içki yasağı getirerek elbet.
Tabii her şey bunlarla sınırlı değil, dahası var; düğün bayram şenliklerinde
bayanların kendi aralarında oynadıkları oyunları gizli ya da açık seyredilememe
yasağını getirerek, gençlere kitap okuma alışkanlığı kazandırmaya yönelik
kütüphanecilik faaliyetine hız vermesiyle, milli oyunlarımızı düğünlerde Seymen
sektirilerek diri tutup bir dizi getirdiği kurallarla Horasani tavrını sürdürmekle
ortaya koyacaktır. Derken ilerisinde mührünü vurduğu bu gençlik teşkilatı Ülkü
Ocağına dönüşecektir. İlginçtir Türkeş seyahatlerin birinde köye geldiğinde
ocağı ziyaret ettiğinde Ahmet Er Ağabeyimizle sohbet etme imkânı bulur.
Evet, Ahmet Er Ağabeyimiz bir köyü
çocuğudur, yazın köyde çalışır, kazandığını
da okulda harçlık olarak kullanırdı. Ortaokulu Akhisar’da tamamlayıp bir yıl
Edirne Lisesinde oradan Bursa Askeri Lisesine geçip 1949 yılı itibariyle subay
olarak mezun olur. Harb okulu tahsili
süresince öz kültüründen asla taviz vermez. Öyle ki bir gün Harbiyeliler dans
ediyorlardı, dans müziği bittiğinde hemen ardından dolabından çıkardığı
harmandalı plağını çalmaya başladığında Numan Esin, Mehmet Rıfkı Erdoğdu’yla
birlikte oynamaya koyulur. Tabii şaşkın bakışlar arasında o kadar kalabalık
arasında bu iki arkadaşının dışında çıkan olmasa da milli oyunumuzu Harbiyede sergilenmesi
mühim bir hadisedir. O’na da milli duruş yakışırdı zaten. Hele ki Harbiye’deyken
milliyetçi dergileri ve basını takip eden birisi olarak Osman Yüksel
Serdengeçti, Remzi Oğuz Arık, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Kaplan Dr. Fethi
Tevetoğlu gibi yerli düşünce yazarları okuyan bir kişiden Harmandalı yerine
dans oynamak abesle iştigal olurdu. Sadece
milli oyun oynamakla mı milli duruş sergiler,
bir başka milli duruş örneğini ‘Göçmen’ isimli üç perdeli dramatik bir
piyesi perdeye uyarlayıp genç teğmenler olarak sahne aldığında sergiler. Ve oynanan
bu piyes Türkiye geneline yayılır da,
elde edilen kazanç ise Mülteciler Derneği kanalıyla göçmenlerin yararına
harcanarak yüreklerine su serpmiş olur. Tabii
bu tür aktivasyonlar Harb Okulu içerisinde heyacan uyandırıp aynı zamanda milliyetçi
örgütlenmeyi de beraberinde getirir. Nitekim Numan Esin liderliğinde örgütlenme
git gide de artış kaydeder de. Hatta o dönemlerde Piyade Atış Okulunda Savunma Hocası
Yzb. Alparslan Türkeş’le tanışma fırsatı da bulur. Atış Okulundan İstanbul
Hadımköy 16. Piyade Alayına tayini çıktığında Harbiye’deki arkadaşlarından ayrı
kalsa da zaman zaman bir araya gelip bağlantıyı koparmayacaklardır. Hatta 1952 yılında Numan Esin, Mehmet Rıfkı
ile birlikte Tanrı Dağı yayınevini kurmayı da ihmal etmezler. Derken tarihler
1953’ü gösterdiğinde Jandarma Subay okuluna, 1954’ü gösterdiğinde ise Hozat
Jandarma 3. Er Eğitim alayına, oradan da
Diyarbakır Merkez ve Çermik İlçesinde Jandarma komutanı olarak vazifesini
sürdürecektir. Tabii görevi devr aldığı
ilçe jandarma komutanı kendince Çermik ilçesine bağlı 60 köyü ahbap çavuş
ilişkisi çerçevesinde kendi aralarında bölüşmüşler, güya hırsızları takip
edecek insan bizatihi kendisi hırsız.
İşte böyle bir hal ve vaziyet içerisinde halkın gönlünü kazanmakla işe
koyulacaktır. Düşünsenize Çermik ilçesine bağlı Karto köyünde bir kardeş
abisini silahla vurduğunda, derhal savcı, hükümet tabibi ile birlikte köye
gidip cenaze işlemlerinin ardından o anda yazdığı bir piyesi köy meydanında
sahneye koyacaktır. Piyese konu olan birbirine düşman iki çoban savaş esnasında
bile düşmana ateş etmek yerine arkadaşına ateş edecektir. Ateş eden köye döndüğünde suçunu itiraz
edemez, ağlamaya başlar. Piyeste verilmeye çalışılan mesaj gayet net ve açıktır;
şayet birlik olmazsak ne iffetimizi
koruruz ne de vatanımızı. O halde köyü
mateme boğan hadiseyi dindirmek gerekti.
O söz konusu abisini vuran adam yakalanır da.
Bir başka hadise de ise Musalar köyüne
savcıyla birlikte bayramlaşmaya gittiğinde bir ihtiyar “Gerçekten buraya bayramlaşmak
için mi geldiğiniz”, hatta yemin billâh ettirir bile, tabiî ki yemin ederiz denildiğinde ihtiyar
gelenlerin boyunlarına gözyaşları eşliğinde sarılarak kucaklaşırlar. Ah zavallı
ihtiyar adam niye yemin billâh ettirmesin ki böylesi devletlû manzaraları
şimdiye dek hiç görmedi ki. Ne diyelim,
İşte devlet millet bütünleşmesi budur.
Ahmet Er, oğlu Bahadır kalça çıkığı tedavisi sebebiyle
İstanbul 125. Er Eğt. Alayına tayini çıkıp yola koyulduğunda bindiği otobüse
iki jandarma ve Ahmet Altıntaş adında elleri kelepçeli bir genç Ahmet Er’e
yönelip şöyle der: Kumandan beni tanıdınız mı,
şunu iyi biliniz ki aslında sağ kalışınızı önce Allah’ a sonrada anama
borçlusun. Çünkü her dağa çıkışımda anam hakkında iyi kumandandır derdi, şayet o’na
tetik çekersen emdirdiğim sütü helal etmem derdi. Düşünsenize annesine yapılan tek
iyilik hoş sohbet çerçevesinde çay kahve ikram etmekti. İşte bir yudum çayın bu
topraklarda karşılığı budur. Atalarımız boşa dememişler bir yudum kahvenin kırk
yıl hatır var diye. Evet, o atasözü Ahmet
Er’in şahsında mana kazanırda.
Bakalım Ahmet Er’i kader çizgisinde
daha neler bekliyor. İstanbul 125. Er.
Eğt. Alayına tayin işi iyi hoşta, burada da Alay komutanı “kışlanın kapısından
bıyıklı subay ve astsubay girmeyecek” talimatı karşısında bıyığını kesmeyince
kavga sebebi olacaktır, neyse ki askeri mahkeme de görülen davada hakkında
beraat kararı çıkar. Derken Şişli İl Jandarma komutanlığına tayin edilir. İlk iş
burada fuhuş yuvası Maslak otelini kapatmak olur. Üstelik otel sahibi Ermeni Ligor jandarma
teğmeni Cengiz vasıtasıyla rüşvet karşılığında otellerime dokunmazsa ne
ala, yoksa onu oradan tayin ettiririm şeklinde
gözdağı vermeye kalkışır da. Tabi otel sahibi bu gözdağını verirken de jandarma
komutanı, emniyet müdürü ve İstanbul valisine güvenerekten yapıyordu. Belli ki güvendiği insanların ödeyecekleri
diyet borçları vardı. Ama karşısında öyle birileri yoktu artık. Bu kez başka bir teklifle Ahmet Er’i
yoklayacaklardır. Bir gün odasına İzmirli Seyit Çavuş aracılığıyla kapatılan
otel için yeni talipli birinin aynı maksatla çalıştırmak istediğini belirten
dilekçe uzatıldığında sakınca teşkil ettiğini belirten bir şerh düşerek karşılık
verir. Yetmedi ertesi gün bir deneme
daha yapılır ve iki binbaşı; bakın bu pahalı imzadır, sonuçta atacağın imza atla
deve değil ya, hatta devenin kulağı bile değil denilerekten sıkıştırılmaya
çalışılır. Ahmet Er bu durum karşısında değil devenin kulağı, bari hiç olmazsa
devenin bir tek tüyü temiz kalsın der. Sen misin böyle söyleyen, sonraki
süreçlerde hakkında mobbing uygulamalar devreye girecektir. Güya Vilayet
Jandarma komutan tarafından Maslak karakolu teftiş ettirdiğinde sigara
izmaritlerinden geçilmiyormuş da hiç alakadar olmamış, güya saat 15.00 de
aradığında birliğinde yokmuş, güya yok efendim zincirli karakolundan bir erin
pantolonu sökükmüş de hiç ilgilenmemiş gibi ipe sapa gelmez asılsız iddialarla
kendisinden yazılı savunma istenir. İlginçtir
Ahmet Er, iddiaların hepsini tek tek yazılı olarak çürütmesine rağmen 3 gün oda
hapsine mahkûm edilir. Bu cezanın onun
için çokta önemi yoktu, zira bir insan haklı olduğu davada haksızlığa uğrasa da
dikleşmeden dik durmasını bildikten sonra mahkûmiyet aslında o’nun için
mükâfattır. Nitekim bunun manevi mükâfatını
mahkûmiyetinin sonrasında Fatih İlçe Jandarma komutanlığına tayin edildiğinde görecektir.
Öyle ki tayin edildiği yer manevi soluk almasına vesile olacaktır. Zira tayin
edildiği yerin çok yakınında Mevlana Yetiştirme Yurdu vardı ki öğlenleri orada boynu
bükük insanların arasında bir arada yemek yeyip manen soluklanarak elbet. Yine
günlerden bir gün yurdun kapısında boynu bükük 5 genç görür. Meğer 18 yaşını
doldurdukları için yurtla ilişkisini kesmişler, çaresizlikten boynu bükük bekler
haldeydiler. Hani düşenin dostu olmaz derler ya, ama bu kez bu sözü boşa çıkartacak hamle Ahmet
Er’den gelecektir. Derhal bu gençleri
birliğinde ki asker karavanasından doyuracaktır. Ne de olsa gençlerin karınları
doymuştu, artık Merkez Efendi mezarlığında eski gazete yığınların bulunduğu
kerpiç binada yatarak huzur içerisinde uyuyabilirlerdi. Ahmet Er bunla da kalmaz
bu çocukları Topkapı’daki fabrikalara işçi olarak yerleştirir de. Ancak
çocukların gazete yığınları arasında yatıp kalktıkları bina yandığında açıkta
kalırlar. Olsun canlarına bir şey olmadı ya,
boynu büküklüğün ne demek olduğunu bizatihi hayatında yaşayan bir ağabey
olarak hemen icabına bakıp bölüğünde miadı dolmuş çadırda kalmalarını sağlar. Ancak
bir gün Mata Ayakkabı imalathanesinin ortaklarından biri cebinden çıkardığı
gencin patrona yazdığı “Bu gün sarhoşum işe gelmeyeceğim” kâğıdı eline
tutuşturulduğunda morali sarsılacaktır. Çünkü imalathane sahibi bu durumda işçi
olarak çalıştıramayacağını söyler. Tabi Ahmet Er, pes etmez o genci hemen buldurup
meseleyi sorup soruşturduğunda, meğer çocuk utancından altını ıslatmış olduğunu
söyleyemeyip çıkış yolu olarak sarhoş olduğunu yazmış. Böylece mesele aydınlanmış olup çocuk tekrar
işine kavuşur. Gençler bu jest karşısında bir gün Ahmet Er’e çok yük
olduklarını düşünerekten kendi aralarında karar verip huzura çıktıklarında
şöyle derler:
Siz bizim yeri geldi babamız, yeri
geldi kardeşimiz, yeri geldi ağabeyimiz oldunuz, ama biz ise sürekli başına dert açtık sizi çok
üzdük aramızda karar verdik kendi rızamızla bizi öldür şu mezara göm, hatta altına da imza atmaya razıyız. Tabi böyle bir şey olmazdı, ama böylesi ahde vefa duruş Ahmet Er gibi bir
gönül adamın yüreğini dağlamasına yetecektir ve beraberce oracıkta ağlaşırlarda.
Derken günler günleri kovaladığında
1957-1960 yılları arasında bir gün Fatih İlçe Jandarma komutanlığına Merkez
Efendinin İmamı Nurullah Kılıç Efendiyle yolu kesişir. Karşılaştığı insan sıradan
bir insan değildi elbet, Merkez Efendinin
torunuydu, tasavvuf âlimi bir zattı, kendisinden çokta istifade eder. Yine tarihler 1960 yılını gösterdiğinde ise
Harb Akademisi imtihanını kazanacaktır ama ihtilal içinde görev aldığı içindir
akademiye devam edemez. Her ne kadar
Bedrettin Demirel kendisinden MBK (Milli Birlik Komitesi) üyeliğini bırakıp
akademiye gel diye ısrar etse de memleketin içine düştüğü hal ve şartları
düşünerekten kendi şahsı geleceğini feda etmeyi tercih eder. Çünkü Ümit
Özdağ’ın da dile getirdiği gibi memleketin üzerine karasaban misali çökmüş bir
27 Mayıs değil, 38 tane 27 Mayıs söz konusuydu. İşte bu hengâmede Ahmet Er
memleketi kötü niyetlilere teslim etmemek adına bundan böyle ülkeyi kaotik
durumdan çıkaracak formül peşinde koşacaktır.
27 Mayıs ve Ahmet Er
Malumunuz 1960’lı yıllarda CHP
basın, üniversite ve Türk Silahlı kuvvetlerini habire tahrik ederek ihtilale
adeta davetiye çıkarıyordu. Kışkırtma etkisini gösterirde, böylece ihtilal
grupları türer. İster istemez Numan Esin, Muzaffer Özdağ ve Ahmet Er bu hususu
Alparslan Türkeş’le de istişare edip kendilerini ihtilal ortamında bulurlar. Sonrasında
bu gruba Dündar Taşer, Rıfat Baykal, İrfan Solmazer, Mustafa Kaplan’da dâhil
olur. Bir noktada buna mecburlardı. Çünkü Milli Şef ihtilalin öncesinde
mecliste şartlar tamam olunca ihtilal meşru olur demenin yanı sıra DP
iktidarına gönderme yaparaktan “Sizi ben de kurtaramam” diyordu. Ki; ihtilal sonrası Akhisar’da Vehbi Bakırlıoğlu
Ahmet Er’e “Biz Halk partililer silahlanmıştık
Türk Silahlı Kuvvetleri müdahalede bulunmasaydı bizatihi biz harekete
geçecektik “itirafında bulunmuştur. Anlaşılan o ki, Ahmet Er ve arkadaşları ordu içinde İsmet
İnönü taraftarı çoğunluk teşkil eden subayların emellerine geçit vermemek ve
halkın lehine söz sahibi olmak için ihtilalin içerisinde bulunmuşlardır. Öyle ya, madem ok yaydan çıkmış durum da, o halde bir şekilde ihtilalin seyrini
memleketin lehine çevirecek şartları oluşturmak gerekti. Bu da vatandaşı
kucaklayarak, Prof. Ali Fuat Başgil
başkanlığında bir anayasa hazırlatarak, ortam sükûnet bulunca da DP üyelerini
Türkiye’ye geri dönmelerinin ortamı sağlayarak, icabında İsviçre’de mecburi
ikamete mecbur kılarak, dört yıl içinde ülkeyi seçime götürme şartıyla olurdu
elbet. İleri sürdükleri bu şartlara rağmen kazın ayağı hiçte öyle çıkmaz, ihtilal
sonrası DP mahkeme kararıyla kapatılarak bu iyi niyet girişimleri akamete
uğrar. Hatta bu iyi niyetlerini ortaya
koyan 27 Mayıs ihtilal bildirisi Türkeş tarafından “Dikkat, dikkat! Türk
Silahlı kuvvetlerinin Türk Milleti adına tarafsız bir şekilde idareye el koymuştur”
anonsuyla duyurulur. Ahmet Er ihtilalin ilk günü İstanbul Emniyet Yardımcılığı,
ertesi günde İstanbul Vali Muavinliğini üstlenir. İhtilal sonrası başta Devlet
ve hükümet başkanı Orgeneral Cemal Gürsel olmak üzere 38 kişilik Mili Birlik
Komitesi komisyonu kurulur. Kurulan bu komisyonun listesinde yer almayan
subaylar ise istifa edip birliklerine dönerler. MBK çalışmaları önce zabıtsız
yürür, sonrasında TBMM’ye intikaliyle gizli olarak yürütülür. Bir gün Başbakanlık çalışmaları sırasında
komite tarafından bir bildiri yayınlaması teklif edildiğinde Ahmet Er’in
hazırladığı “Türk Milletini birlik beraberliğe, kardeşliğe çağrı” yapan
bildirisi, böyle bildiri mi olur
tarzında tartışmalar eşliğinde reddedilir. Bunun yerine Milli birlik ve
beraberliğin tam aksine Kur Alb. Mithat Ceylanın “Düşükler gençlerimizin kollarını,
bacaklarını, beyinlerini kıyma makinelerinde kıymışlardır” şeklinde çirkin
sözlerin sarf edildiği metin kabul edilir.
Tabi bu bildiri radyolarda okunduğunda Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel apar topar
can havliyle komiteye geldiğinde “Bu bildiriyle
hem kendinizi hem beni hem de devlet ve milleti rezil ettiniz. Kaldı ki az önce
İngiliz Sefiri bile bana telefon ettiğinde Türk milleti bu derece merhametini
kaybetmiş olamaz” diyor, bu ne perhiz bu
ne lahana turşusu tarzında sert çıkışacaktır. Her neyse artık olan olmuştu, yaklaşan bayramla Türk milletinin gönlünü
alacak bir bayram mesajıyla durum vaziyet telafi edilme cihetine gidilecektir.
Nitekim Ahmet Er bayram mesajı hazırlama görevini üstlenir de. Gerçektende
bayram mesajı sevgiye saygıya, birlik beraberliğe, Mevlana’nın Yunusun aşk
sofrasına davet içerikli olup Türk milletinin gönlünü alacak nitelikte duyurulur. Öyle ki, bu duyuru Osman Bölükbaşı gibi özü
sözü bir lideri mest edip bütün arkadaşları adına Ahmet Er’i tebrik etmesine yetecektir.
Ancak bu sevinç çok kısa sürecektir, komite üyelerinin ikişer kişilik gruplar
halinde Türkiye’yi karış karış dolaşıyor olduğu günlerde bir gezi sırasında bir
komite üyesinin adeta aba altında sopa gösterecek türden “Oturduğunuz yerde
oturun 27 Mayıs hareketine karşı kıpırdamayın. İki tayyare uçurursak fare gibi
kaçacak delik ararsınız” sözleri üstüne tuz biber ekecektir. Anlaşılan herkes Ahmet Er, Alparslan Türkeş ve
Dündar Taşer gibi iyi niyetli değillerdi, herkesin kendine göre bir 27 Mayısı
vardı. Her şeye rağmen yine de Ahmet Er,
Alparslan Türkeş ve Dündar Taşer gibi isimlerin içinde bulunduğu 14’ler grup
tarafsız adaletli bir idarenin egemen olması için gayret göstereceklerdir. Bilhassa CHP’nin ülke sathında gerilimi
tırmandıracak dur durak bilmeyen aman vermeyen kuşatmasına karşı direnmekle
dikkat çekeceklerdir. Hatta Cemal Gürsel “İsmet İnönü iktidar hususunda gerdeği
girecek bir delikanlını heyecanını taşımakta” demekle işin vahametini ortaya dökmüşte. Nitekim bu iş için CHP’li bir avukat
kullanılarak DP’nin kanuni müddet içinde kongre tarihini geçirdiği gerekçe gösterilerek
kapatılması sağlanır. Yetmedi komite içerisinde Alb. Fikret Kuytak bir toplantıda
kabül ettikleri “İsmet İnönü iktidara gelince bizlere senatörlük verecek” teklifini
Ahmet Er’e de ilettiklerinde “Sizin bu
siyasi rüşvet telifinizi kulaklarım duymamış olsun” şeklinde karşılık
bulacaktır. Hakeza Ekim ayı başlarında yine bir toplantıda Ecevit’in Ulus
gazetesinde savunduğu Tabii Senatörlük fikri görüşüldüğünde yine “Bu siyasi rüşvettir, oysa biz hiçbir karşılık
beklemeden millete hizmet için yemin etmiştik”
diyerek aynı kararlığını bir kez daha ortaya koyar.
Evet, İsmet İnönü iktidara gelebilmek için
gerdeğe girecek kadar hırslıydı. Ne de
olsa MBK içerisinde fanatik bir grup kendisine çalışıyordu. Ahmet Er’in Ankara ordu
evinde bu hususta “Arkadaşlar bizler siyasi eşkıyalar değiliz, bakın kendi aramızda
bile aramızda birlik sağlayamazken milleti nasıl bir araya nasıl getirebiliriz
ki ” diye endişelerini dile getirdiğinde Cemal Gürsel’in “Tansiyonu
yükseltiyorsun, konuşmasını kesin” şeklinde verdiği önergenin kabülüyle
konuşmasını noktalamak zorunda kalır. İşte görüyorsunuz Ahmet Er neye el atsa Cemal
Gürsel bile yan çizip rahatsızlık konusu oluyordu. Yine bir seferinde ise, Ahmet Er’in ricası üzerine Prof. Şakir Berk radyoda
Perşembeyi Cuma’ya bağlayan saatlerde dini sohbetler vermeye başlar. Basın
Yayın Genle Müdürlüğünü yürüten Ahmet Yıldız bu durumdan rahatsız olmuş gerek ki
bu insan hakkında “ Ne diye bana gerici, yobaz birini göndermişsiniz, kendisini
tanımam ama bunu Doç. Muammer Aksoy söyledi”
der. Tabi Ahmet Yıldız’ın tavrı da hoş değildi. Düşünsenize ilmine irfanın hürmet duyduğu bu
insan gerici ve yobaz olarak yaftalanıyor, bu durumda Ahmet Er’i derinden
yaralar. Sadece dini konularda mı
yaralanır, hukuk konusunda da öyledir. Zira
MBK çalışmaları sırasında Orhan Erkanlı ile birlikte Vali Refik Tulga’nın evini
ziyaret için gittiklerinde tam kapıdan içeriye girecekleri sırada dışarı çıkıyordu
ki, hayrola nereye böyle dediğinde, cevaben “Ali Fuat Başgil denen adam evine
oturmuş Anayasa taslağı hazırlıyormuş, bu meseleyi hocalara sormam lazım bunun
için gidiyorum” der. Derken kendilerine
eşlik edip üniversitede hocalarla bu meseleyi enine boyuna masaya yatırıp en
son Heyeti Al-i varken evde anayasa taslağı hazırlamak fitneye sebep olur şeklinde
orta bir yolla iş tatlıya bağlanır. Böylece Ali Fuat Başgil hocayı tutuklama planları
suya düşmüş olur. Keza edebiyat alanında
rahatsızlıklarda öyledir. Nitekim bir gün MBK üyesi “Orhan Erkanlı Peyami
Sefa’ya Çetin Altan için sosyalist demişsin, bunu hangi hakla, hangi delille söyleyebiliyorsunuz, bu memlekette
bir tek siz mi milliyetçisiniz” der. Peyami Sefa “Hayır ben delilsiz konuşmam,
milliyetçilik konusuna gelince zaten milletimin her ferdi milliyetçidir” der.
Bunun üzerine Ahmet Er araya girer “Muhterem Paşam görüyorum ki sorgulama
halindesiniz, oysa ihtilaflar taraflar dinlenerek çözülür müsaade ederseniz
muhterem hocamla görüşmek istiyorum” der. Müsaade alıp Peyami Sefa ile odaya
girdiklerinde; Hocam sizi Türk gençliğin aydınlatan yazılarınızdan tanıyorum,
müsaade ederseniz elinizi öpüp uğurlamak istiyorum, arka bahçeden taksiye bindirip uğurlar da. Tabi
bu uğurlayış Peyami Sefa üzerinde unutulmayacak bir iz bırakır. Öyle ki, Ahmet Er 14’ler grubu olarak yurt
dışına sürgün edilip 1962 senesi Kasım ayında Türkiye’ye döndüğünde ilk iş Prof.
Dr. Süleyman Yalçın, Prof. Dr. Ayhan Songar’ı ziyaret etmek olur. Hoş beş
sohbetin ardından kendilerine iki yıldan beri ordu da orta boylu, bıyıklı,
esmer bir jandarma Yüzbaşıyı aradıklarını söylerler, dolayısıyla bu konuda
yardımcı olmalarını istirham ederler. Ahmet
Er nedenini sorduğunda, meğer Peyami Safa üzerinde çok büyük bir iz bırakan o
hadiseyi onlarla da paylaşmış ve mutlaka o’nu bulun arkadaş olun demiş. Bunun üzerine Ahmet Er ayağa kalkıp çoktan arkadaş
ve kardeş olduk bile deyip artık aramalarına gerek kalmaz.
Bir gün Bursa’nın Uludağ eteklerinde
Soğukpınar köyünde merasime katıldığında konuşmacılar çarşafı eleştirip mantoyu
övüyorlardı, o sırada tam ezan okunuyordu ki Atatürk Derneği Başkanı yüksek
sesle “Arkadaşlar kim minareye çıkar Türkçe ezan okursa bu kalem Atatürk’ten yadigârdır”
der. Bu durumda köy halkı şaşkına
döner. Konuşma sırası Ahmet Er’e
geldiğinde kendine yakışır üslupla yanlış konuşmaları düzeltip Türk Kültür
Derneğini halkın hizmetine sunar da. Bir
müddet sonra yurtdışına gönderildiğinde Muhtar Ali’den bir mektup alır.
Mektupta; sayenizde açtığın kültür
ocağında kitap sayısı arttığı gibi köylümüz kitapları okuyor da, ancak köyde çarşaflılarla mantolular arasında
kavga çıktı, bende köye hediye edilen mantoların üzerine gaz yağı döküp
yakmakla büyük kavganın önüne geçmiş oldum. Böylece muhtarda tedbiri elden
bırakmayıp bir başka yanlışı düzeltmiş oldu.
Zaten Ahmet Er açısından manto normal kıyafettir, çarşafsa aleyhine
konuşmayacağı bir kıyafettir, sonuçta mektupta
dile getirilen büyük kaosu önleyecek tedbirle maksat hâsıl olmuş olur.
Bir gece vakti İstanbul’dan Üsteğmen Eşref
Dirlik telefonla Ahmet Er’i arayıp;
İstanbul Emniyet Müdür Vahit Erdoğan’ın arabasıyla giderken yolda
Çanakkale muhaberelerinde bulunmuş yaşlı bir vatandaşın sarığını yırttığını,
sakallarını, saçını kestirip ve cascavlak evine gönderdiğini, sonrasında yaptıklarından dolayı o yaşlı adamın
evine ziyaret edip özür dilediğini. Bunun üzerine o yaşlı zatın kendisine “ Bak
evlat, Atatürk bize Çanakkale’de sakal ve bıyık bıraktırdı, üstelik daha
sonrasında sakallarınızı kesin emirde çıkmadı” diye nasihatte bulunduğunu dile
getirerek içini döker. Tabii Ahmet Er bu
ya, telefonda hemen üsteğmene bir kerede benim için ziyaret et elini öp ve özür
dile ricasında bulunacaktır. Eşref Dirlik
bu ricasını yerine getirirde.
Ahmet Er bir keresinde Çankaya’da bürokratlar,
basın, sanatkârların davet edildiği Cumhurbaşkanı Cemal Gürselin verdiği
resepsiyona katılır. Resepsiyonda Cumhuriyet
Gazetesi sahibi Nadir Nadi ve Ulus Gazetesi Falih Rıfkı iki ünlü gazeteci
yazarda vardı. Ve bu iki yazar
resepsiyonda Ahmet Er ve Muzaffer Özdağ’ın yanına gelip “Halk evlerini Türk
Kültür Derneklerine tahsis etmekle kapatmış olmadınız mı sorusuna karşılık, Ahmet
Er Horasani bir cevapla “Halk evleri
siyasi yuva haline gelmekle görevini yapamaz hale gelmiştir, Türk Kültür Ocakları kültürümüzün yayılmasına
aracı olacaktır” şeklinde karşılık verir.
Tabi Ahmet Er gazetecilerle konuşurken bir ara gözü Cemal Gürsel’e
iliştiğinde etrafında 30-40 kadar kadın ve kız fotoğraf çektiriyorlardı ki zar
zor kalabalık arasında yanına vardığında Gürsel sarhoştu, kendisine “Paşam! Korkarım yarın o fotoğraflarla
Ankara caddelerinde afişe edilirsiniz, bu hususu takdirlerinize arz ederim”
der. Ne yazık ki Gürsel elindeki kadehi
havaya kaldıraraktan umursamaz bir edayla afişe etsinler der. Tabi devletin en tepesinde cereyan eden bu hadise
Ahmet Er gibi bir gönül adamını içten içe üzse de maalesef memleketin o dönemlerde
ahvali budur. Öyle ya, devletin tepesi böyleyse kim bilir altı nasıl
dedirttirecek cinsten hadisedir. Nitekim MBK sıfatıyla Türkiye’yi ikili gruplar
halinde dolaştığı gezileri sırasında kendisine il sınırına kadar refakat eden
Denizli valisi eşliğinde Ankara’ya dönüşünde yolda en yoksul bir köylünün evine
haber vermeksizin ayakkabılarını eşikte çıkarıp içeri girdiğinde çocuğuna yemek
yediren hanım ayağa kalkacağı sırada “Lütfen oturun çocuğu doyurmaya devam edin”
der. Vali ise ayakkabılarını çıkarmamıştı.
Kadıncağız bir yandan Ahmet Er’in hal hatırını soran sözlerine kulak
kabartırken, diğer yandan gözü de valinin ayakkabıları üzerinden ayırmıyordu.
Derken evden ayrıldıklarında Vali, Ahmet Er’e bu durumun taaccübüne gittiğini
ve bir anlam veremediğini söyler. Ahmet
Er ne desin ki, halkın halinden ancak halkın içinden çıkan idareciler
anlar. Zaten anlasa hiç kuşkusuz o da
tıpkı Ahmet Er gibi eşikte ayakkabılarını çıkararak evin içerisine halktan bir
insan olarak girmiş olacaktı.
14’ler Ve
Sürgün Hayatı
Her neyse bundan sonraki süreçte MBK
komitesi içerisinde 14’lerin tasfiye harekâtı başlayacaktır. Nasıl mı?
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in Ragıp Gümüş Pala’yı arayarak var git Genel Kurmay
Başkanlığını teslim al emriyle düğmeye basılacaktır. Görevine başladığı ilk
günlerde Albay Alparslan Türkeş’i telefonla aradığında size hâkim albay
gönderiyorum birde siz dinleyiniz der. Dinlediğinde koyu bir CHP taraftarı ve
DP iktidarını mahkûm ettirmeye yönelik zehir zemberek sözler sarf
edecektir. Alparslan Türkeş bunun
devletin âli menfaatlerini zedeleyen sözler olduğunu belirterekten insaflı
olmaya davet eder. Tabi Türkeş’in bu
haklı çıkışı komite içerisinde Alparslan Türkeş ve arkadaşları DP’lileri koruyor
şeklinde yorumlanır. Komite içerisinde bırakın fanatik CHP taraflarını ihtilalin
olduğu gün yurtdışında Menderes hükümetinin Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü bile
yurda döndüğünde daha ayağının tozuyla basar basmaz ağzından çıkacak ilk cümle
Menderes’i suçlayacak beyanlarda bulunmak olur. Dolayısıyla hâkim albayın zehir
zemberek sözlerine şaşmamak gerekir. Belli ki DP iktidarı kendi içinde ve
dışında kuşatılmaya alınmıştı. İlginçtir Ali Fuat Başgil bunları yaparken 10
Kasım günü Yüzbaşı Mehmet Rıfkı’yı ziyaret için Başbakanlığa gelen CHP Mardin
Milletvekili Dr. Vahap Dizdaroğlu Ahmet Er’le tanıştıktan sonra huzurlarında “MBK,
DP’ye çok haksızlık yapıyor, CHP’nin
bunda hiç mi kabahati yok” sözler sarf edecektir. Bunun üzerine Ahmet Er orada
tebrik edip bize yardımcı oldunuz der. Yetmedi Dr. Vahap Dizdaroğlu “Size ben
yakın bir tarihte bir liste getireceğim, orada CHP’nin oyunlarını göreceksiniz”
sözlerini de ekler. Bunun üzerine o akşam
Konya’da Alparslan Türkeş’in Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde konuşması vardı
ki oraya davet edip Türkeş’le tanıştırır da. Tanışma
faslı bitip misafirini uğurladıktan sonra durumu Türkeş’e de anlattığında Ahmetçiğim
durumu takip edelim der. Fakat ne var ki 13 Kasım olayı ile 14’ler
sürgün edildiklerinde Dizdaroğlu’yla bir daha görüşmek nasip olmaz, böylece söz
ettiği o vesika da sırra kadem basar.
Evet,
MBK bölük pörçüktü. Hatta kendi aralarında şaka yolluda olsa bir gün bakalım
hangimiz hangimizi paketleyeceğiz demekten imtina etmezlerdi. Paketleme işaretleri başlarda. İlk iş Alparslan Türkeş’i Başbakanlık
müsteşarlığından alıp yerine CHP’li Hilmi İncesulu’yu getirmekle elbet. Tabi bunda ihtilalin tâ başından beri Sami
Küçük, Madanoğlu ve bir grubun Cemal Gürsele şikâyetle “Albay Türkeş’in sizi tasfiyeyi
düşünüyor” fitnesinin etkisi çok büyüktür. Oysa Türkeş’in Gürsel’le başlangıçta
araları çok iyiydi, işte bu tip fitne faaliyetleri gün be gün aralarının
açılmasına yetecektir. Derken 14’ler tasfiye
edildikten sonra MBK, Talat Aydemir cuntasının kontrolüne girip rüşvetçileri,
kapkaççıları, masonları, komünistleri sevindiren bir durum ortaya çıkar. Bu tasfiye girişiminden tek üzülen taraf
Menderes ve arkadaşları olacaktır. Öyle
ki, Menderes arkadaşı Vecihi Bey’e “Asıl ihtilal şimdi oldu, artık ümit kapılarımız
kapandı” diyerek üzüntüsünü izhar eder. Gerçekten de 13 Kasım tasfiye harekâtından
sonra İsmet İnönü’nün Tabii senatörlük rüşvetiyle koltuklara kurulacaklardır.
Artık
Yurt dışına görevlendirildiğini tebliğ için evine gelen Mehmet Özgüneş Devlet
Müşaviri olarak kendisine üç ülke ismini vermesini talep eder. Ahmet Er bu ya,
Hakkâri’de bir köyde öğretmenliğine talibim der. Dava arkadaşı Mehmet Özgüneş bu
sözler karşısında duygulanıp bu talebi ilgili yerlere ilettiğinde kabul
görmeyince, bu kez madem öyle bari çocuğumun tedavisine imkân verecek ülke
olsun der. Derken Libya Büyükelçiliğine tayin edildiği haberini gazetelerde
öğrenir. Önce Mürted Hava üssüne götürüldüğünde Alparslan Türkeş’te oradaydı.
İçeri girdiğinde binbaşıdan abdest almak için su istediğinde sert çıkışırlar. Türkeş’le
arada bir duvarın bulunduğu odanın kapısı aralandığında yağız çehreli bir erin
işte size abdest için su getirdim demesi tüm yorgunluğunu üzerinden atmasına
yetecektir. O erat bu isteğini nereden duymuştu bilinmez ama Ahmet Er’in
sırrını çözemeyeceği bir hadise olarak hafızasına kazınır. Bu arada Ahmet Er
tutuklu olduğu odanın yan duvarına zaman zaman vurup pencereden konuştukları Türkeş’e
“Albayım ne dersiniz yurt dışında iki yıl kalacakmışız.” Tabi durumu fark ettiklerinde
pencereler çiviletilerek konuşmaları engellenecektir. Derken Türkeş Hindistan’a,
Ahmet Er’de Libya’ya sürgün edilecektir.
Türkiye’den ayrılırken o an bir
seferinde Özgüneş’le Güneydoğu gezisinde Mardin’in Ömerli ilçesi halkının
kuyruk olup içtiği çamurlu su aklına düşer ve eşinden o sudan bir şişe doldurup
getirmesini rica edip öyle ayrılacaktır. Zaten eşi ve çocukları aradan 10-15
gün geçtikten sonra Tropili havaalanına indiklerinde eşi “Al sana Anadolu suyu
getirdik” diyerek vazifesini yerini getirmiş olur. Her ne kadar adına sürgün denilse de buralarda
bir dizi faaliyetlerde bulunmayı ihmal etmeyecektir. Nitekim bir dizi faaliyetler içerisinde bir
gün Fizan’a doğru seyahate çıktığında arabasında bir mihmandar “Yolumuzun
üzerinde gözleri kör bir muhterem zat olduğunu, işte şurada” dediğinde hemen selam
verip kendini Türk Sefaretinden Ahmet olarak takdim eder. O yaşlı adam “ Her ne kadar benden yaşça
küçük olsan da ver elini öpeyim” der. Ansızın elini çekse de birbirlerinin elini
öptüklerinde ‘Ahmet şimdi hangimiz kârlıyız’ diye sorar. Ahmet Er “Tabiî ki bir
büyüğün elini öpmekle ben kârlıyım” der. İhtiyar “Hayır ben kârlıyım, bikere
sen Fizan Çölünde kör bir bedevinin elini öptün, ben ise Osmanlının elini öptüm”
diyerek adeta tarihe not düşmüş olur.
14’lerin yurt dışında aldıkları haber
üzecektir. Çünkü Menderes, Polatkan, Zorlu hakkında idam kararı alınmıştı.
Büyük bir tepki göstereceklerdir.
Türkiye’de kimsenin gıkı çıkmadığı bir dönemde idamlar konusunda tek
itiraz sesi Alparslan Türkeş’in Cemal Gürsel’e yazdığı mektupla gelir. Netice vermese de idamlara karşı gelmek
kayda değer hadisedir. Hele ki idamlarda etkili olan ismin Talat Aydemir ve
Halim Meşe’nin olduğunu öğrendiklerinde daha da yürek burkacaktır. Ahmet Er birde bunun üzerine 17 Eylül günü
radyoda Menderes’in idamını öğrendiğinde eşiyle birlikte hüngür hüngür
ağlamaktan kendini alamayacaklardır. 14’ler bundan sonraki aşamada Brüksel’de
bir araya gelmeye karar verirler. Brüksel’de Kabibay’ın evine gidilir. Türkeş
ise telgraf çekip toplantıya birkaç gün sonra katılacağını bildirir. Fakat
aralarında içten içe liderlik yarışması kızışacaktır. Her neyse Türkeş toplantıya katıldığında “Arkadaşlar
aranızda en kıdemli olarak 14’lerin lideri ben bulunayım” der. Tabi bu hususta toplantıda
mutabık kalınmayınca 14’lerin her biri ancak kendini temsil edebilir, hiç kimse
14’leri temsil edemez noktasında karar kılınır. Böylece alınan kararla 14’ler paramparça
tarihin sayfalarına gömülür. Artık bu noktadan sonra 14’ler 6 ve 8’ler olarak
ikiye ayrılacaktır. Ahmet Er, Alparslan
Türkeş’le Madrit’te ki toplantının ilk buluşmasında “Albayım 14’ler 6 ve 8’ler
olmak üzere ikiye ayrıldık, benim sizin yanınızda yer almam memnun etti mi” dediğinde
Alparslan Türkeş’in yüzü aydınlanıverir ve “Ahmetçiğim nasıl memnun kalmam ki” diye
karşılık verir.
Sürgünden Vatana Dönüş
Evet,
14’ler iki yıl sonra yurda 6’lar ve 8’ler olarak döneceklerdir. Hatta
döndüklerinde aralarından üç kişi CHP’ye katılacaktır. Partiye girdikleri gün İsmet İnönü “CHP’ye 27
Mayıs’la ilgili yapılan taarruzlara bu arkadaşlar cevap verecektir” söylemesi
manidardır. Aslında bu İsmet İnönü’nün sinsi bir atağıydı. İlginçtir Cemal Gürsel 14’ler yurt dışına
gittiklerinde “Beş para etmez adamlar” derken döndüklerinde ise bir gazeteciye
verdiği beyanatta “Milli kahramanlar” diyecektir. Çünkü Türkiye’ye döndüklerinde ordu
içinde11’ler ve 22 Şubatçılar gibi cunta faaliyetleri gırla gidip TSK içinde
memnuniyetsizliğe yol açacaktır. Yani, dün İsmet Paşa’ya methiye düzenler bugün
reddiye döşeyeceklerdir. Bu arada Talat Aydemir’de
habire örgütleniyordu, ihtilal ve
ihtilal sonrası programına ait bir sayfalık yazı hazırlamıştı bile. Ahmet Er bu durumda “Koca bir devlet bu bir sayfalık metinle
idare edilemez” şeklinde gönderme yapıp tepkisini gösterecektir. Bu tepkisini Talat Aydemir’e aktardıklarında “Ahmet
Bey’e söyleyin hareketimizi desteklemiyor bari kösteklemesin” diye karşılık bulur.
Derken 21 Mayıs 1963 olaylarında birkaç ay önceydi ki Alparslan Türkeş Atatürk
Orman Çiftliğindeki toplantıda “Arkadaşlar Talat Aydemir benimle görüşmek
istiyor kabul edeyim mi, etmeyiyim mi” dediğinde Ahmet Er “Albayım; Menderes ve
arkadaşlarını idamında etkili olan biri görüşmeyin” diye fikir beyan edecektir.
Alparslan Türkeş o müzakerede kendi fikrini beyan etmez ama 10 Nisan 1963 günü
Dikmen sırtlarında görüştüklerinde neyse ki Talat Aydemir’le anlaşamayacaktır. Her neyse akşam olduğunda Uzun Otelde
toplanacakları sırada Numan Esin büyük bir telaşla “Talat Aydemir ihtilal
yapıyor, şu an tanklar sokaklarda dolanıyor” deyip içeri girdiğinde Ahmet Er “Bu
Talat Aydemir’in ihtilalidir, asla bizim
hareketle yakından uzaktan alakası yoktur” der. Bu görüş kabul görürde. Bu arada doğruca Türkeş’in evine gidip ona
zarar gelmesin diye korumaya alacaklardır. Çünkü 14’ler içinde hesaplaşacakları
ilk arkadaşı Alparslan Türkeş olacaktı. Madem
öyle, bu iş için Vecihi Öğütçü ve Naci Kuşadalı Türkeş’i Numan Esin’in akrabası
bir astsubayın evinde saklı tutacaklardır. Ahmet Er, Türkeş’in evinde radyoyu
dikkatle dinliyordu ki radyodan önce TSK Genel karargâh adına Talat Aydemirin
mesajı duyurulur. Neyse ki az sonra Yarbay
Ali Elverdi Paşa radyoda ”İhtilale teşebbüs eden hareket önlenmiştir, devlete
başkaldıranlar tutuklanmıştır, Türk ordusu duruma hâkimdir” diyerek adeta yüreklere
su serpmiş olur. Böylece Türkeş’in saklanmasına gerek kalmayıp eve döner. Ancak sonradan Türkeş’in evinden alınıp
götürdüklerini öğrendiklerinde kendilerine avukat tutup beraatini talep ederler. Nitekim Türkeş Mamak’tan tahliye olduğu gün
karşıladığında Ahmet Er’e “Ah! Ahmetçiğim
keşke senin sözüne uyup Talat Aydemirle görüşmeye gitmeseydim. Demek ki çekecek
çilemiz varmış” şeklinde pişmanlığını dile getirecektir.
Aslında 21 Mayıs olayı Ahmet Er ve
arkadaşlarının dernek kurma gayelerini de berhava eden hadise oldu. Geriye iki
alternatif kalmıştı, ya parti kurmak ya da bir partiye girmek fikri kalır. Bir gün Türkeş’in evine gittiklerinde Muzaffer
Hanım “Bugün Aslan, Dündar Bey, Muzaffer bey üçü buluşup CKMP’ye girecekler
haberiniz var mı” der. Bunun üzerine
Ahmet Er “Haydi arkadaşlar bizde gidelim arkadaşları oraya.” Gittiklerinde üçü
de partiye girmişlerdi, merasim bitmişti de.
Ahmet Er arkadaşlarına “Partiye giren arkadaşlar bize haber vermemekle
hata yapsalar da bizde onları yalnız bırakmakla başka bir hata etmemeliyiz,
geliniz girelim” dediğinde Esin ve Kaplan öfkelerine yenik düşüp girmezler,
böylece Ahmet Er aynı gün partiye giriş beyannamesini imzalayarak üyeliği
gerçekleşir. Hatta partiye katılmakla Ahmet Er, Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ
bölge müfettişi Alparslan Türkeş’te genel müfettiş olur.
Kongre hazırlıkları devam ediyordu ki
Alparslan Türkeş ekibi ile CKMP eski yöneticileri kongrede karşı karşıya
geleceklerdir. Ziya Tansu’nun evinde
yapılan toplantıda bazı kimseleri delege imiş gibi gösterelim teklifinden
tutunda gençlerden yuh ekipleri çıkartmasına kadar bir dizi etik olmayan
teklifler sunulduğunda Ahmet Er’in morali bozulur. Kongre divanına Gökhan Evliyaoğlu seçilmişti
ama doğrusu kongreyi adaletli idare etmeyecektir. Ve Alparslan Türkeş Başkan
seçilir. Ertesi gün Ahmet Er Türkeş’in
odasına girip istifasını sunup ayrıldığında yolda arkasından yetişilip Rıfat Baykal;
dilekçeyi geri çek, hele bir dur daha
yolun başındayız, sen ne yapıyorsun diye ricada bulunurlar. Zaten rica etmelerine de gerek kalmaz,
dilekçesini yırtmış atmışlar bile. İlginçtir
Baykal ve Özdağ yıllar sonra kendileri istifa ettiklerinde, bu kez Ahmet Er
istifa etmeyin diye rica edecektir. Ahmet
Er bundan sonraki siyasi hayatında mümkün mertebe siyasetin çirkinlerinden kaçıp
partiyi bir ilim, irfan ve kültür merkezi gibi düşünüp öyle hareket edecektir.
Nitekim bu doğrultuda genel kurulu idaresi bildirilerini kendileri hazırlayacaktır.
Bir defasında hazırladığı ‘Müslüman Türk Milleti’ ile başlayan bildirisi
tartışma yaratacaktır. Kimi sadece ‘Türk Milleti’ denilsin, kimide sadece ‘Müslüman’
kelimesi kalsın diye tartışmalar eşliğinde alelacele 9 ışık takdim edilir.
Ayrıca Kurt Karaca’nın Milliyetçi Toplumcu eseri yazılır. Tabi bu eser sonradan
national sosyalizm manasına geldiği içindir yasaklanır. Şu bir gerçek Türk ve İslam
kavramları etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz kavramlardı. Derken o sıralarda Ülkü Ocakları da açılmaya
başlamıştı ki Ahmet Er tamamen kendini gençliğin yetişmesine adayacaktır. Bu doğrultuda Prof. Erol Güngör’den kitaplar
hazırlamasını rica ettiğinde memnuniyetle der. Aynı gün Seyyid Ahmet Arvasi ve
arkadaşlarıyla karşılaştığında, S. Ahmet Arvasi “Müsaade ederseniz bu eserleri ben
hazırlayım” dediğinde Erol Güngör’e söz verdiğini söyler. Bunun üzerine Arvasi “Merak
etmeyin aramızda konuşur meseleyi hallederiz sizi sıkıntıya sokmayız” der. Böylece iş halledilmiş olur. Derken MHP Genel
Merkezi binasının alt katında kitap evi açılırda. Gerçektende bu tip
faaliyetlerle gençlerde okuma iştiyakı çığ gibi büyürde. Ahmet Er gençlere
Türklük Şuur ve Gururu, İslam Ahlak ve Fazileti bilinci aşılayacaktır. Bir
seferinde Türk İslam sentezi dediğinde Ahmet Arvasi itiraz edip “Ahmet Abi! Homojen olmayan nesnelerin bir
araya gelmesine sentez denir. Oysa Türk deyince benim aklıma İslam geliyor,
İslam deyince de Türk geliyor. Gelin bu ifadeyi değiştirelim yerine Türk İslam
Kültür ve Medeniyeti davası diyelim” dediğinde kendisini tebrik edip oracıkta
kucaklaşacaklarda.
Ahmet Er 1967 İstanbul Kongresinde
konuşmasını yapıp ardından Türkeş kürsüye geldiğinde üzerine basa basa “İçimizde yeni düzen icat edenler var, bizim
düzenimiz 9 ışıktır, 9 ışıktır, 9 ışıktır “ diye üç kez tekrar ettiğinde Ahmet
Er burukluk yaşar. Sonradan Alparslan Türkeş kendisini il merkezine
çağırdığında “Albayım, İslam bizim hayatımızın bütünüdür, ben köyüme ve tarlaya
dönüyorum, Allah’a ısmarladık” deyip
oradan ayrılacağı sırada Alparslan Türkeş boynuna sarılıp ağlamaya başlar.
Sonra çay içip sohbet ederler. Aslında
Alparslan Türkeş gençlerin kendi kontrolünde tutma arzusundaydı. Bu yüzden Ahmet Er’in gençlerle ilgilenmesiden
rahatsızlık hissederdi. Hele ki bir gün Dündar Taşer’in “Türkeş’in yanlışı benim
doğrumdan daha doğrudur” sözleri can
evinden vuracaktır. Çünkü Ahmet Er lider tartışalamaz, fikir tartışalamaz
ilkesine karşıydı, Allah’ın rızası nerede ona itibar ederdi. Bu yüzden hakkında ileri sürülen gençleri pasifleştiriyor
suçlamasına maruz kalacaktır. Ahmet Er, Sait Bilgiç’e durum vaziyeti anlattığında özür
dileyip tebrik edecektir. Allah’tan
Ahmet Er inandığı davada yalnız değildi.
Malatya’nın Pötürge ilçesinden Ankara’ya yerleşip ülkü yolu hareketine
manevi ruh katan Ahmet Kayahan Baba Efendi Hz.leri de vardı. Öyle ki Ahmet
Er’in ifadesiyle bu mürşidi kâmil ülkü yolu gençliğinin doğuşunda, yetişmesinde
ve çatısını kurmada çok büyük pay sahibidir.
Bu yüzden böylesi bir zatı Türkeş’le tanıştırmayı ihmal etmez. Ahmet
Kayahan Hz.lerinin yetiştirdiği gençlerin bir program dâhilinde Namık Kemal
Zeybek’in görevlendirilmesini Türkeş’e arz ettiğinde kabul edecektir. Derken bu
hareket içerisinde seminerciler denen çekirdek bir kadro oluşur. Hatta bu çekirdek kadronun bir dizi
faaliyetleriyle yepyeni bir medeniyetin hamuru yoğrulur da. Buna rağmen hareket içerisinde bir takım
aykırı sesler çıkacaktır. Nitekim ‘Milliyetçi
Türkiye’ kitabını yazan yazarı dinlemek üzere Türkeş Başkanlığında toplantı
yapılmıştı ki, Prof. Cengiz Uluçay, Alparslan Türkeş’e hitaben bir soru
yöneltir: “Albayım, biz bu Arap tasallutundan nasıl kurtaracağız, dinde reform
ne zaman yapacağız?” Bunu üzerine Ahmet
Er araya girip “Bu din cihanşümul dindir, zaten reform din olarak gelmiştir,
kaldı ki o görev siyasilerin işi değil müçtehitlerin görevidir” der. Böylece Ahmet Er muhtemel bir yanlışın alev
almasının önüne geçmiş olur.
12 Mart ve Ahmet Er
Tarihler 1971’i gösteriyordu ki Silahlı
Kuvvetler içerisinde ihtilalci gruplar demokrasiyi kesintiye uğratmak için 12
Mart hazırlığı içerisindeydiler. Ahmet
Er Numan Esin’e bu sevdadan vazgeçmesini söylese de fayda etmez. Bu sevdadan vazgeçmediler de ne oldu, ihtilal
hazırlığı içerisinde olanlardan Mürted Hava üssü komutanı Tuğgeneral Aydın
Kırşıoğlu hastalanarak tedavi için Londra’ya gitmiş, Orhan Kabibay’da bel
fıtığı olmuş. Bu durumu Numan Esin, Ankara’da Ahmet Er’le karşılaştığında “Şans yüzümüze gülmedi” diyecektir. İşte bu vahim hadiseyi önlemek
üzere Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç 12 Mart 1971’de muhtıra vermekle geçiştirip
Numan Esin ve arkadaşları tutuklanır da.
MHP’den fiilen ve hukuken ilk
ayrılan Numan Esin olur. Ayrılmayanlardan da kırgınlık belirtileri nükseder. Ahmet
Er’de Adana’da ki kongreye katılmayarak yokluğunu hissettirecektir. İzmir’de
bir evde Türkeş’le baş başa kaldıklarında ayağa kalkıp göğsünü açtığında
küçücük sivilceleri göstererek işte üzüldüğüm zaman benim vücudum böyle olur dedikten
sonra beraber parti çalışmaları doğrultusunda Balıkesir’e seyahat yaparlar.
Sonrasında Ahmet Er köyüne döndüğünde şöyle kendi kendine iç muhasebe yapar: “Neden
insanlar bir hareketin içerisinde beraber oluyorlarda sonradan birbirlerine
karşı düşman kesiliyorlar? İstiklal savaşını gerçekleştiren, Cumhuriyeti ilan
eden kadroda sonra birbirine düşmedi mi? Biz 14’ler sürgüne giderken mevcut olan
birliğimizi neden muhafaza edemedik? Türkeş grubu, Kabibay grubu diye ayrıldık.
Türkiye’ye döndükten sonra Türkeş gurubu da kendi aralarında yeniden
dağılmadılar mı? Neden, neden, neden? Maalesef Allah rızasını yerini korku ve menfaat
almış durumda.”
Yine Ahmet Er 1969 yılında MHP’nin
Cağaloğlu’nda ki İstanbul il merkezinde oturuyordu ki içeriye ismini bilmediği
bir şahıs girdiğinde Türkeş’in yanına varıp gizli bir konuyu konuşmak istediğini
bildirir. Bunun üzerine salondakiler salonu boşaltacağı sırada Türkeş Ahmet
Er’e siz kalın der. Salon boşaldığında o şahıs şu bilgiyi verir: İstanbul’da
Eli Burla biraderler Şevket Eygi’nin çıkardığı Bugün gazetesinde giderek
Türkeş’in aleyhinde bir takım teklifler karşılığında yazı yazması için
görüştüklerini. Neyse ki bu teklif gazete yönetimi tarafından reddedilir. Fakat
aynı ekip bu kez Mustafa Polat’a gittiğinde onlar kabul edeceklerdir. Gerçektende birkaç gün sonra Av. Bekir
Berk’in baştan aşağı iftiralarla dolu kaleme aldığı ‘İslami Hareket ve Türkeş’ başlıklı yazdığı
broşürde o şahısın verdiği haberin doğruluğu ortaya çıkmış olur.
24-25 Kasım 1967 yılında yapılan
CKMP’nin 8. büyük kurultayın ikinci gününde Türkeş, Ahmet Er’in kulağına eğilip
“Ahmetçiğim bir kapanış konuşması yetiştirebilir misin” diye sorduğunda İnşallah
deyip genel merkeze giderek o konuşma metnini daktilo ettirip yetiştirir de. Hiç
kuşku yoktur ki o metin tarihi bir metin olarak hafızalara kazınacaktır. Nasıl
kazınmasın ki, işte o kapanış metin içerisinde en dikkat çeken cümleler
Alparslan Türkeş’in hitabıyla şöyle anlam kazanır: “Ben Türk Milletini
sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, rüşvetle, hileyle çiğnenen,
çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlaktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe,
karaborsaya yer veren ekonomiye çağırmıyorum. Türklük şuur ve gururuna, İslam
ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe,
kısacası Hak yolu, hakikat yolu, Allah
yoluna çağırıyorum. Çağlar üzerinden sıçramaya çağırıyorum. Hareketin adını
isteyenlere açıkça ilan ediyorum: Yeniden maneviyata dönüş. Hedefimiz Türkiye’yi
aç hürler, tok esirler ülkesi yapmamaktır. Devletler para ile değil, inançla
kurulur, parasızlıktan değil inançsızlıktan çökerler. Geleceğin büyük Türkiye’si
selam sana.”
Seçimler Ve Ahmet Er
Ahmet Er, 2 Haziran 1968 kısmı senato
seçiminde CKMP’den Sinop adayı Mustafa Kaplan’ın yardım istemesi üzerine yanına
vardığında “Yahu Ahmet, ben 15 gündür buralardayım, bu süre içerisinde bir
Allah’ın kulu bu kapıdan içeri girmezken, sen daha dün akşam geldin 10 kişi
birden partiye kayıt oldu. Bu işin sırrı ne dediğinde Ahmet Er “Buraya
indiğimde sabah namazından çıkanların uğradığı kahvede soluklanıp sohbet
ettiğimizde ben onları partiye davet etmemiştim. Biz kahvede onlarla Allah’ı
ipinde buluştuk der.
Alparslan Türkeş parti
çalışmalarından fırsat bulduğunda dinlenmek için İzmir Gümüldere’ye giderdi hep.
İşte bu gidiş gelişlerinde bir seferinde kahveden zehirlenmişti, bir seferinde
de yine burada konakladığında hanımı Muzaffer hanımla yolda giderken yol hem asfalt
hem de bomboş olmasına rağmen Alparslan Türkeş’e motosiklet çarptığında baygın
halde ağzından çıkan ilk cümle “Bana Ahmet’i çağırın” demek olur. Tabi Ahmet Er yanına vardığında Muzaffer
Hanım kendisine “Ahmet Bey, yere düşer düşmez sizi andı, sizi istedi. Aslan sizi çok seviyor” der. Bu arada Ahmet Er Muzaffer Hanıma bu hususta
kanaatini sorduğunda bir kaza değil suikast olduğunu söyleyecektir.
Bir
seferinde de Alparslan Türkeş evinde MİT görevlisi Alb. Selahattin’in
bildirdiği habere dayanarak kendisine suikast tertip edileceğini paylaşır.
Bunun üzerine Ahmet Er, o MİT görevlisine “Albayım yanlış istihbarat almışsın,
çünkü şu anda iktidarda değiliz, bu durumda niye öldürsünler ki” der. MİT mensubu oradan ayrılıp baş başa
kaldıklarında “Ahmetçiğim sözlerin bana makul geldi. Ama gene de tedbiri elden
bırakmamak lazım” der. Ahmet Er ise “Hiç
üzülmeyin, sıkılmayın, Allah görelim
neyler, neylerse güzel eyler” deyip böylece bu tür konular teşkilatlara bildirilmeden
suikast konusu kapatılmış olur.
Ahmet Er, 12 Ekim 1969 milletvekili
seçimlerinde Manisa’dan adaydır.
Seçim çalışmaları sırasında dinleyicilerden biri cebinden kâğıt çıkararak
topluluk karşısında bağırarak “Efendim, ahlaktan faziletten bahsediyorlar, şu
resimde Erbakan çıplak kadınla yan yanadır. Bu neyin nesidir?” Ahmet Er bunun üzerine kendilerine “Bu resim
fotomontajdır, hiledir. Ve o vatandaş salonu terk edecektir. İşte Ahmet Er bu. Bir başka partinin liderinin
hakkını koruyacak kadar etik sözler sarf eden Horasani bir şahsiyettir O.
Ahmet Er, bu kez 12 Ekim 1975 kısmı senato ara seçimlerinde
Hasan Çulha ile birlikte Elazığ’dan senatör adayıdır. Elazığ il teşkilatı telefonla kendilerine Malatya
Havaalanında kırk eli arabayla karşılayacağız dediklerinde “Ben bir arabaya
sığarım, fazla arabayla gelirseniz aynı
uçakla Ankara’ya dönerim” der. Gerçektende dediğini yaptırıp tek arabayla il
teşkilatına gelirler, oradan da
Karakoçan’a yola koyulduğunda yolda 40-50’ye yakın çocuklar avazları çıktığı
kadar şöyle bağırıyorlardı “Türkeş’in Allah’ var, Türkeş’in Allah’ var,
Türkeş’in Allah’ var” diye. Düşünsenize
Karakoçan’da MHP teşkilatı olmamasına rağmen sabahın köründe o çocuklar sevgi
seli gösterisiyle karşılıyorlardı. Az sonra şehrin yaşlılarıyla tanıştıklarında
“Haftaya gelin, biz size meydanda bir
kürsü hazırlayalım, o kürsüden halka hitap edin” diyeceklerdir. Gerçektende bir
hafta sonra Hasan Çulha ile birlikte konuşma gerçekleşir de. Düşünsenize Başbakan Demirel büyük bir
konvoyla Karakoçan’a uğramak istediğinde taşlı sopalı saldırıya maruz kalmış,
ancak geniş güvenlik önlemleriyle ilçeye girebilmişti. Bu demektir ki iktidar partisi de olsan
halkın gönlünü fethetmek asıl mühim hadisedir. Nitekim Ahmet Er, teşkilat
binası olmayan bir yerde “Aziz Elazığlılar ben sizden oy istemeye gelmedim,
küsleri ve dargınları barıştırmaya geldim” diyerek bu gönül fethini başaran bir
ağabeyimiz olarak siyasi tarihe not düşecektir.
1970-1980 yılları arası bir
tarihte Genel Başkan yardımcılığını yürütüyorlardır ki odasına ülkü yolunun
önemli isimlerinden Esat Güçhan odasına girdiğinde dışarıda sizinle iki
vatandaş görüşmek istiyor. Ahmet Er “Gelsin”
der. İçeri girdiklerinde kendisine birinin Siirt’in Tillo ilçesinden, diğerinin
Eruh ilçesinden olduğu takdim ettiklerinde Tillo’lu vatandaşın yanına yaklaşıp “Fakirullah
İbrahim Hakkı Hz.lerinin manevi ikliminden buralara gelmişsiniz” deyip elin
öpecektir. Eruh’lu vatandaşta boynunu
büktüğünü fark ettiğinde ise onunda gözlerinden öpecektir. Her iki vatandaş o an hıçkıra hıçkıra
ağlayacaklardır. Ahmet Er “Hayırdır bir
derdiniz mi var” diye sorduğunda, cevaben “Hayır efendim sevincimizden
ağlıyoruz, CHP’liler bizlere MHP’yi Kürt düşmanı olarak lanse ettiler hep, oysa
şimdi görüyoruz ki, anlatılanların hepsi
yalanmış” diyeceklerdir. Ardından Türkeş’in makamına götürdüğünde o da iltifat ve
ikramlarda bulunduktan sonra memleketlerine sevinç gözyaşları içerisinde döneceklerdir.
14 Ekim 1979 yılı senato
seçimlerinde Alparslan Türkeş köye telefon ettiğinde “Ahmet Bey arkadaşlar sizi
Muş’tan aday görmek istiyorlar.” Bunun
üzerine Namık Kemal’in kullandığı arabayla yola çıkarlar. Orada MHP il yöneticileri ve ilçe başkanları
ile toplantı yaptığında “Arkadaşlar seçim çalışmalarında ölçümüz şu olmalıdır: 59
dakika sohbet, 1 dakika siyaset. Bu 1 dakikalık siyaseti sizin için ayırıyorum,
benim için 60 dakika sohbet” dediğinde Namık Kemal Zeybek söz alıp “ Muhterem
Ahmet ağabeyimin ifade ettiği dakikaları ben tersine çeviriyorum 59 dakika
siyaset 1 dakika sohbet “ der. Tabii aradan yıllar geçip Namık Kemal Zeybek
Kültür Bakanı olduğunda kendisini tebrik etmeye gittiğinde “Şimdi ne düşünüyorsunuz”
dediğinde cevaben “60 dakika sohbet”
diyecektir.
Evet, sohbet deyip geçmemek
gerekir. Öyle sohbetler vardır ki insanın aklını başından alır da. Nitekim Muş’ta
il yöneticileri Akbaş Baba isminde Hak dostunu ziyaret etmelerini istediklerinde
ziyaretine gittiğinde üç beş kelamdan sonra kendilerine “Efendi neden geç kaldınız” sorduklarında
Ahmet Er “Efendim ne gibi geç kaldık “ der.
O zat cevaben “ Yarın sabah çay içmeye gelirken bu hususu öğrenmiş
olarak gelirsiniz” der. Ertesi sabah buluşup çay içtiklerinde Ahmet Er’in o an
aklına 1961’de Libya”da sürgünde iken yazdığı ‘Hayal Ülke’ şiiri düşer. O şiirin satır aralarında geçen “Orada
bağırıyor ak saçlı bir ihtiyar Muş Ovasından” bir cümleyi orada da okuduğunda, o piri fani
zat “işte o bahsettiğin ak saçlı ihtiyar Akbaş Baba benim, o yıldan beri, yani
tam 18 yıldır geleceksin diye yolunu bekliyorum” der. Ahmet
Er hemen elini öpüp “ Efendim ne olur bizim fakirhaneyi de ziyaret edip misafirimiz
olun “ der. Asasını sağa sola
oynatıyordu ki “Memnun oldum, ancak Muştan ayrılamayız. Çünkü biz Muş’un
köpekleriyiz, köpekler evden ayrılınca eve hırsızlar üşüşür” der. O arada
yanımdakilere bakıp bunlar kimdir diye sual eylediğinde cevaben “Efendim Ülkücü
gençlerdir” der. Bunun üzerine “ Bunları iyi tanıyın, çok iyi tanıyın, Bunlar
Mehdinin ordusudurlar” der.
Öylede sohbetler vardır ki insanı
çileden çıkarır. Nasıl mı? Ahmet Er ertesi gün Muştan döndüklerinde bir misafirin
var dediklerinde Demirci köyünden Şeyh Lütfi’ymiş meğer görüştüğümde kendisi:”Siz
dün bizim köyü ziyaret etmişsiniz, bende iade-i ziyaret için gelmiş oldum.”
Bunun üzerine Ahmet Er teşekkür ettikten sonra,
kendisine “Şeyh Efendi birkaç gün önce Erbakan size gelip bir gece kaldı
mı” sorduğunda ses çıkmaz. Bu kez “ Peki
oy istedi mi” sorduğunda yine ses çıkmaz. Madem ses yok kendi kanaatimi
söyleyebilir miyim der. Buyurun dediğinde Ahmet Er” Kanaatim odur ki Erbakan
sizden oy istedi, sizde oy vereceğinize dair söz verdiniz. Oysa bunun adına
irşad ocağı demezler parti ocağı derler. Siz mürşitliği o da müritliği ihlal etmiştir.
Bu ne biçim tarikat ve bu ne biçim şeyhliktir” der. Tabi şeyh efendi kızarak ”Ama
size de köpekçi (bozkurtçu) diyorlar” buna ne dersin? Ahmet Er ”Bu sözün
sahipleri Erbakan’la Ecevit’tir” deyip şeyh efendi ile kavga etmeden oradan
ayrılır. Bu olayın üzerinden beş altı ay
geçmişti ki Ankara’da MHP Genel Merkezinde Genel Başkan yardımcılığını yürüttüğü
sıralarda bir telefon alır: “Ben Muş’un Demirci Köyünden Şeyh Lütfi” diyerek görüşme
talebinde bulunur. Ahmet Er buyurun gelin dediğinde kendileri “Biz partide değil sizi filan yerde
bekliyoruz. Buraya gelirkende lütfen perdesiz gelmeyin” der. Bu kez Ahmet
Er, beraberimde Namık Kemal Zeybek’i
getirsem olur mu? Olur derler. Derken
tarif edilen adrese gittiklerinde Muş’ta ki olanlardan özür dilerler. Ahmet Er
“Bu özrün sebebini anlayamadım” dediğinde cevaben “ Size vermemiz gereken 4-5
bin oyu Erbakan’a verdik bizi affedin” der. Ahmet Er “Lütfen rahat olun” der. Bu kez Şeyh Efendi “Şükürler olsun dün akşam
Erbakan’a içimi boşalttım, Erbakan yemekte akrabalarınızdan bana verin onu
milletvekili yapayım dediğinde, bende
kendisine yeter artık şu siyasetin kirli ellerini üzerimizden çek. Bizi şimdiye
kadar siyasetin batağına çektin yeter. Eğer arzu edersen bizim partiden seni
milletvekili çıkarayım“ diyerek geçte olsa bir gerçeğe parmak basmış olur. Evet, hakiki veliler ordusu çirkin siyaset
oyunlarına alet edilemez.
Alparslan
Türkeş’in acı günü ve Ahmet Er
1974 yılı Alparslan Türkeş’in acı
senesidir, aynı baş yastığa koyduğu Muzaffer Hanımı kaybedecektir. Eşine o kadar bağlıydı ki her sabah kabrini
ziyaret etmeyi ihmal etmezdi. Eşinin vefatında Ahmet Er, 10-15 gün Ankara’da
Alparslan Türkeş’in evinde kalarak onu yalnız bırakmayacaktır. Bu vefat
hadisesi Alparslan Türkeş’in ruh dünyasında da büyük değişimlere yol açacaktır.
Öyle ki 77’li yıllarda Erzurum mitinginde şimdiye kadar alışılmışın dışında “Vatan
bir, Devlet bir, Bayrak bir, Ezan bir, Peygamber bir, Allah bir” diyerek
kitlelere hitap edecektir. Kürsüden indiğinde Ahmet Er, konuşmanız güzeldi
fakat sizin değildi dediğinde Alparslan Türkeş “Doğru söylüyorsun benim değildi”
der. Ahmet Er dayanamayıp “Haydi
Abdurrahman Gazi Hz.lerinin merkadını ziyaret edelim” dediğinde çok memnun kalıp
ziyaret ederler de. Ziyaretin akabinde
Erzurum’da otele döndüklerinde Ahmet Er’in odasında kahvaltı yaptıklarında “Albayım
merhume eşiniz size bir mesajı var dediğinde bir anda Alparslan Türkeş’i
heyecan sarıp nedir o mesaj? Bunun
üzerine Ahmet Er “Bizim hanım manada merhume, muhterem yengemizi görüyorlar,
Aslana söyleyin Milliyetçiler yorulmaz” diyor. Tabii Alparslan Türkeş’in
gözlerinden yaşlar akıp “Ah Muzafferciğim sana malum oluyor” diyerek Ahmet Er’e
sarılacaktır. Bu arada Ahmet Er otelde
kaldıkları sürece Türkeş’le birlikte Abdul Kadiri Geylani Hz.lerinin ‘Fütuhul
Gayb’ eserini okumayı da ihmal etmez. İşte yine o eserden birkaç sayfa okuduğu
esnada Alparslan Türkeş Abdurrahman Gazi Hz.lerinin merkadını bugünde ziyaret
edelim mi, hem de bugünkü ziyaretimiz dünkünden çok farklı olacak. Ahmet Er “Hayırdır” diye sorduğunda cevaben
bana “Sabaha karşı Abdurrahman Gazi Hz.lerini manada gördüm. Rüya âleminde ‘Efendi
sen ve arkadaşın çok acelecisiniz. Dün ziyaretime geldiniz. Yerimde yoktum. Çok
mühim bir işimi yarıda bıraktım. Sizi karşılamaya geldim. Biraz daha
bekleseydiniz kapıları açık bulacaktınız. Sizi bugün bekliyorum’ dedi. İşte Ahmetçiğim bu ziyaret bir davete icabet
olacak” der ve huşu içerisinde o manevi makam ziyaret edilir de.
12 Eylül Ve Ahmet Er
Gel gelelim 1980 yıllara. O yıllarda sokak çatışmalarının dorukta
olduğu noktada 12 Eylül ihtilali gerçekleşir ve ilk tutuklananlar arasında
Ahmet Er’de vardı. Tabii tutuklananlar daha sonra kademeli bir şekilde
salıverilip nihayetinde hepsi beraat eder. Alparslan tutukevinden en son
çıkandı. Tutuk evindeyken Mehmet Pamak’a 7 Temmuz 1983 itibariyle Muhafazakâr
Partiyi kurdurur. 1985 yılında tutukevinde çıkınca Ahmet Er’le beraberce Konya’ya
giderler. Geceleyin abdest alıp Alparslan Türkeş’in kapısını çaldığında “Albayım abdestliyim, geçmişte aramızda geçen
her ne üzücü bir durum olmuşsa unutup toprağa gömelim, bu yeni bir başlangıç
olsun, işte bu niyetle size elimi uzatıyorum” deyip el sıkışırlar. Sonra şöyle bir teklifte bulunur: “Gelin şu
fani dünyadan göçmeden bu büyük davayı ehline teslim edelim. Hiç olmazsa
gözümüz arkada kalmasın.” Alparslan Türkeş
“Peki kimleri düşünüyorsun” dediğinde Ahmet Er cevaben “Nevzat Köseoğlu, Nuri Gürgör, Acar Okan,
Namık Kemal Zeybek, Muhsin Yazıcıoğlu, Hasan Çağlayan, Ayvaz Gökdemir ilk
hatırlayabildiklerim isimler. Müsaade ederseniz isimler üzerinde daha da
araştırabilir, inceleyebilirim” der.
Tabii Alparslan Türkeş bu teklife pek sıcak yaklaşmaz. Kaldı ki Ahmet Kayhan
Efendi Baba Hz.leri de Alparslan Türkeş’in yüzüne karşı “Sen bu davayı bırak,
evine çekil hatıralarını yaz, işi ehline teslim et” diye dile getirdiğinde Alparslan
Türkeş “Efendim ben de bırakmak istiyorum, lakin halk beni bırakmıyor” diyecektir.
Bunun üzerine Ahmet Kayhan Efendi Baba Hz.leri en son noktayı koyup şöyle der: “
Hayır, aksi söyledin. Halk seni bırakıyor sen halkı bırakmıyorsun.”
Evet, belli ki Alparslan Türkeş’in siyasetten
elini ayağın çekmeye niyeti yoktu, üstelik
istişaresiz Mehmet Pamak’a kurdurduğu Muhafazakâr Parti yetmezmiş gibi, yine
istişare etmeksizin bu kez bu kez 30 Kasım 1985 tarihi itibariyle MÇP ismi
altında siyasi faaliyet gösterecektir. Tabi işin içinde istişare olmayınca Ahmet
Er ve arkadaşları Türkeş’le olan yollarını ayırmaları kaçınılmaz hal alır. Nitekim
Ahmet Er bu konuyu Ahmet Kayhan Efendi Baba Hz.leriyle de görüştüğünde
kendisine “ Evlat! Canını sıkma, istersen ayrıl” diyecektir. Böylece ayrılır da. Ancak 1987 yılının Eylül ayı içerisinde Türkeş
ve Baykal hanımlarıyla birlikte köye ziyarete geldiklerinde Ahmet Er’i bir
kenara çekip şöyle derler: “Bakın, teşkilatlarımızdan habire mektuplar ve
telgraflar yağıyor, bize diğerleri gelmezse gelmesin, ama bilhassa senin için Ahmet Er’siz olmaz, muhakkak getirin diyorlar. Gel gidip partiyi Genel
Başkan Abdülkerim Doğru’dan teslim alalım.” Ahmet
Er bunun üzerine son derece nazik bir üslupla
“Albayım müsaade edin ben kalayım,
siz devam edin” diyecektir. Tabii
çok ısrar ettiklerinde onları hoşnut olarak uğurlayacaktır. Alparslan Türkeş köyden ayrılıp partiyi teslim
almaya dursun, bu arada Manisa’da ülkü
yolu gençlerinden Ethem Söylemez de Nizam-ı âlem dergisini yeniden çıkarmaya
başlamıştı ki Alparslan Türkeş bu derginin ülkücüler tarafından okunmasını yasak
koyması her şeye tuz biber ekecektir.
Nitekim derginin kapatıldığı günlerde Türkiye sathında MÇP’nin şubeleri
açılıyordu ki, Manisa’da da ülkücü gençler bu olayın burukluğunu hala atamamış
olsalar gerek, acaba bizde Manisa’da açalım mı açmayalım mı diye Ahmet Er
ağabeylerine sorma ihtiyacı hissedeceklerdir.
Tabii Ahmet Er, ne kurun ne de kurmayın diyordu. Ama şöyle bir etrafına baktığında
yakından uzaktan ülkücülükle hiç alakası olmayan insanların hareket içerisinde
yer edindiğini görüyordu ki gençlere sadece “aklınızı kullanın” diyecektir. Öyle
ki, meseleyi Ahmet Kayhan Efendi Baba Hz.lerine de aktardığında Ahmet Er’e “Git efendiye söyleyin gençleri sıkmasın. Onların
sözlerine ciddi olarak kulak kabartsın.” Bunun üzerine tarihler 1992 yılının Haziran
ayını gösterdiğinde Alparslan Türkeş’i telefonla arayıp kendisiyle görüşmek
istediğini arz ettiğinde müsait olmadığını, görüşmeyeceğini beyan edecektir. Böylece
iplerin tamda koptuğu noktada bir daha da Ahmet Er ve Alparslan Türkeş
birbirleriyle görüşmeyeceklerdir.
Muhsin Yazıcıoğlu Ve Ahmet Er
Artık Bundan böyle yol arkadaşı Muhsin
Yazıcıoğlu yar ve yardımcısı olacaktır. Ki,
MHP içerisinde gelişmelerden Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları da
rahatsızlık duyup partiden ayrılma müzakerelerine girişecektir. Muhsin Yazıcıoğlu bu konuyu Ahmet Er’e de
açtığında kendisine şöyle der: Her zaman için istifa edebilirsin. Ama biraz
sabredin, olmazsa birde büyüklerimize danışalım.” Gerçekten de manevi dost bildikleri Ahmet
Kayhan Efendi Baba Hz.lerine sorduklarında o da “Hele biraz daha sabredin. İstifadan sonra
kurultaya gidin. Kurultaydan çıkan karar göre hareket edin” diyecektir. İşte bu
müzakereler eşliğinde Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları en nihayet Alparslan
Türkeş’le yollarını ayıracaklardır. Böylece yeni bir oluşum için kurultaya
gittiklerinde parti kurulması noktasında karar çıkacaktır. Derken 99 kişilik kurucular kurulu listesiyle
Söğütözünden görücüye çıktıklarında Türk siyasetinde yeni bir sayfa açılıp BBP
saflarında faaliyet göstereceklerdir.
Şahsımın Ahmet Er Ağabeyimle Sadece Horasani El Sıkışma Hatırası Var
Muhsin Başkan öteden beri bizim
gerek gençlik gerekse olgun yaşlarımızda hep Başkanımız olarak bildik. Gençlik
yıllarım doğup büyüdüğüm Bayburt ve mezun olduğum Erzurum Atatürk Üniversitesi,
ilk memuriyete başladığım İstanbul Sultan Ahmet Sağlık Eğitim Merkezi ve
memuriyetimin ikinci basamağı Balıkesir Sağlık Eğitim Merkezi’nde geçirdiğim
yıllar içerisinde kendisini zahiren görme nasip olmamıştı. Tâ ki Ankara Sağlık
Eğitim Merkezine naklen atamam gerçekleşti, işte o zaman kendisini sık sık
görme şerefine nail olabildik. Hele o’nun “Allah Resulünün hakikatleri dışında
liderde teşkilatta tartışılır” diye yeni oluşumun fitilini ateşleyip Ankara
Söğütözü’nde Büyük Birlik Hareketine start verdiği günden itibaren hiç
tereddütsüz bu yeni oluşum içerisinde bizimde çorbada tuzumuz olsun
düşüncesiyle halis niyetle hareketin fikriyatını ortaya koyan Nizam-ı âlem
dergisi, Alperen Dergisi ve Gündüz Gazetesine yazdığım yazılarla destek vermeye
çalıştım. İşyerimin Beşevler’de olması avantajıyla hemen her gün iş çıkışı
Ankara Sıhhiyedeki Sağlık Bakanlığının arka sokağında BBP Genel Merkezine
uğramadan eve gitmezdim. Derken iş çıkışı ve hafta sonları bu uğrayışlar
sırasında bazen Muhsin Başkanı Genel Merkeze girişlerinde ya da çıkışlarda
karşılaşıp göz göze geldiğimiz çok olurdu. Bir defasında da BBP Genel Merkezde Ahmet
Er Ağabeyimizle karşılaştığımda sadece tokalaşmak nasip oldu. Olsun o mübarek Horasani eline dokunduk ya,
bu dokunuş bize yeter artarda. Kaldı
ki, Ahmet Er ağabeyimle bire bir zahiren tanışıklığımız olmasa da o bizim
gönlümüzde Horasani Ağabeyimiz olarak taht kurdu hep. O şimdi Ramazan ayı Fetih gününde vuslata
ermekle sünnet-i seniyyeye ittiba edip Sünnetçiler köyünde medfundur.
Ruhu şad olsun.
Kaynakça:
Bkz. Hatıralarım, Ahmet Er, Alternatif Yayınevi Aralık 2000.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1195/bir-gonul-adami-ahmet-er.html