MEDİNE’DEN BUHARA’YA
Güneş Balçıkla Sıvanamaz
SELİM
GÜRBÜZER
Bundan
30 yıl önce Gündüz Gazetesinde ve yakın dönemlerde ise hem Bayburt Postası, hem EnPolitik
internet sitesinde yayınlanan makalelerimi
güncelleyip 2023
yılı içerisinde Medine’den Buhara’ya adlı ikinci eserimi Kitap Yurdu Doğrudan Yayıncılık’tan
okuyucuyla nihayet buluşturabildim. Yayınlanan bu eserim 512 sayfa hacimli olup 8
bölümden oluşmakta. Söz konusu Bölümler:
-Saadat-ı
Kiram,
-Yazarlar Ne Dedi?
-Tasavvufi Sohbetler,
-Medine’den Buhara’ya Giden Yolda Sofinin
Dünyası,
- Medine’den Buhara’ya Giden Yolda 11 Usul
- Medine’den Buhara’ya, Buhara’dan Ahiret
Yurduna vs.başlıklar altında incelenip içerisinde 73 ayrı başlıkta yazı bulunuyor.
Kitabın önsözünde şu ifadelere yer verdim:
“Allah Teâlâ’ya (c.c) hamd-u senalar,
sadatların önderi ve mürşidi olan Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)’e selat ve
selam olsun. Yüce Allah (c.c) sadatların himmet ve feyizlerini üzerimizden
eksik etmesin.
Eser incelendiğinde Resulüllah (s.a.v)’den
başlayan bu kutlu yolun, Gönül Sultanlarının hayatta iken dile getirdikleri o müthiş
nübüvvet nuru sohbetlerin yanısıra sünnet-i seniyye üzere yaşayış biçimlerinden
ilginç kareler ve Medine’den Buhara’ya uzanan son halkasındaki Seyda Hz.lerinin
genişçe hayat serüveninden bir dizi hatıratın yer aldığı görülecektir. Tabii
ki, Sadatları hakkıyle anlatmanın imkânsız olduğunun idrakiyle, karınca
kararınca ne ortaya koyabilirsek, o nisbette de manevi tasarruf ve sohbet
şemsiyelerinin altında istifade edebileceğimiz düşüncesiyle bu eseri kaleme
aldık diyebilirim.
Eserin hazırlanmasına koyulduğumu yıllarda
bizatihi evlatlarıyla yaptığım istişare neticesinde Seyda Hz.leriyle ilgili
şimdiye kadar hakkında ne yazılmış, ne söylenmiş ve her ne varsa hepsini bir
bütün olarak derleyip toparlayarak bir kitap haline gelmesini tavsiye
etmişlerdir. Bizde âcizane tavsiyelerini görev olarak telakki edip başım gözüm
üstüne diyerekten yola koyulmuş olduk. Bu arada kendileriyle bu hususta birkaç kez
görüştüğüm Seyyid Taceddin Erol’ün de kitabın hazırlanmasında katkıları ve
ilave edilmesi gereken konuları söyleyerekten Seyda Hz.lerinin anısına kaynağında
yaptığım röportajlarda gerekli ortamı hazırlayıp röportaj yapmamı sağlayıp her
türlü desteği vermekten bizden esirgemediler. Ayrıca eserde geçen bir takım
tasavvufi kavramların ve hatıratların yanlış anlamasına meydan vermemek için de
tasavvufi sohbetler başlığı altında ayrıca bir bölüm ayıraraktan açıklık
getirmeyide ihmal etmemiş olduk. Şayet gözden kaçan hatalarım olduysa da
okuyuculardan şimdiden kusurlarımın hoş görmelerini dilerim.
Medine’den Buhara’ya gelen manevi
atmosferin son halkasında yer alan Seyda Hz.lerini anlatmada hakkıyle ifa
etmeye gücümün yetmeyeceğinin şuuruyla, Allah’ın (c.c) lütfu ve hidayeti,
Resulüllah (s.a.v)’in selat-u selam-ı,
Sadat-ı Kiram’ın ve Seyda Hz,lerinin himmet ve feyizleri Medine’den Buhara’ya
uzanan halkanın sevdalılarının üzerine olsun dileğiyle, Allah tüm Ümmet-i Muhammedin yâr ve
yardımcısı olsun.”
Kitabın kapak tanıtımı
bölümünde ise şu ifadelere yer verdim:
“Hiç kuşkusuz
Resulullah (s.a.v)’in Nebevi nuru yüzü suyu hürmetine tüm âlemler
yaratılmıştır. İşte Rasulullah (s.a.v)’in Gül kokulu nübüvvet nuru, Hz.
İsmail’in evlendiği Hale’den oğlu Kaydar’a geçer. Ancak Kaydar bir sene içerisinde yüz kadar kadını
nikâhladığı halde hiçbirinden çocuk olmaz. Allah Teâlâ melek vasıtasıyla
buyurdu ki: “Ey Kaydar! Eğer nezr edip kurban kesersen bu iş sana
bildirilir.” Bunun üzerine Kaydar
emrin gereğini yerine getirip çok sayıda koç kurban eder. Kurban
mükellefiyetinden maksat hâsıl olunca bu kez gaipten bir nida daha işitir: “Ey
Kaydar! Filan ağaç altında uyuyuver, rüyada ne görürsen onu yap.” O da denileni yapıp rüyasında Arap asıllı
Gadire Hanım gösterilip onu nikâhına al emri talimatı verilir. Böylece nur Gadire’ye
intikal etmiş olur.
Kaydar bir yolculuğun ardında Kenan
iline vardığında Yakup (a.s) ile karşılaşır. Ve o Yüce Peygamber der ki; “Sana
müjdeler olsun ki dün gece Gadire oğlunu doğurdu. Zira gördüm ki, gök kapıları
açılmış. Bu durum alından alına konaklayan Habibin nurun bir alametidir...” İşte bu sözleri işittikten sonra hanımının
yanına vardığında, ilk işi oğlunu kucaklamak olur. Oğlunun adı Haml idi.
Haml’de Saide isminde birini nikâh eyler. Derken o nikâhtan Nebt doğar. Ve Habib-i Ekrem (s.a.v)’in nuru Nebt’ten Adnan’a
devr olunur.
Adnan’ın alnından parlayan nuru şerif
ise Maad’a geçer, Maad’dan Nizar’a devr
olunur. Nizar’dan da Nebevi nur
sırasıyla Mudar’a, İlyas’a, Müdrike’ye devr olunur. Derken Müdrike’den de
sırasıyla Huzeyme’ye, Huzeyme'den Kinane’ye, Kinane’den Nadr’a geçer.
Nadr’dan sonra ise nur sırasıyla:
-Malik,
- Fihr (Kureyş),
-Galib,
- Lüeyy,
-Ka'b,
-Mürre,
- Kilab,
-Kusay,
-Abd-i Menaf (Muğire)’e geçerek
devrolunur.
Bu arada Mugire’nin iki oğlu daha olur. Ki; bu
oğullardan biri Haşim’dir. Zira Nevfel
ve Muttalib Resulullah (s.a.v)’in soy şeceresinde yer alan Haşim oğullarından
gelmiştir.
Haşim herkes tarafından sevilir ve
sayılırdı. Hem nasıl sevilmesin ki,
bikere her şeyden önce Habibin nuru her daim alnında parlıyordu. Nitekim Rum Kayseri Yusufi güzellikteki bu
parlayan yüzden dolayı kızını Haşim’e teklif eder, fakat kabul etmez. Nasip bu ya, bir gün rüyasında kendisine
bildirilen Selma Binti Ömer’le evlenmesi emr olununca, onunla nikâh kıyacaktır.
Derken, Haşim ticaret maksadıyla Şam’a gidip, akabinde Gazze’de vefat eder
etmesine ama sonuçta Selma’dan doğacak olan, yani ilerisinde Nübüvet Nur’un
dedesi olacak Abdülmuttalib’i arkasında bırakması böylesi bir ölüme can kurban
dersek yeridir. Evet, O; Rasulullah (s.a.v)’in dedesidir. Haşim’in
vefatından sonra Mekke halkı Abdülmuttalibi (asıl adı Şeybe) şehre reis
seçip, Mekke’nin anahtarlarını ona
teslim eder de. Sıra teslim sırası ona gelmişti ki, teslim edilecek elbette
anahtar değildi, teslim olunacak Habibin nurudur. Nitekim o nur ilerisinde Abdullah'a
devr olunur. O’ndan da malum o nur asıl
sahibine devr olunur. Şu da var ki Peygamberimiz (s.a.v) bu dünyadan göç etti
etmesine ama o nur’a layık olanların alınlarında kıyamete kadar devam
edecektir, buna inancımız tamdır. Sanmayın ki başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak
üzere sırasıyla Ashab-ı kiram, Evliyalar bu dünyadan göç ettiler diye mensub
oldukları kaynaklarda bir anda kesiliverdi. Yok, öyle bir şey, tam aksine İmam-ı Gazali Hz.lerinin de beyan
buyurduğu veçhiyle “Diriyken tevessül olunan, feyiz alınan zata, öldükten sonra da tevessül
edilerek feyiz alınır” (Mişkat) şekliyle her devirde Allah Resulünün izini iz
süren Allah dostları kanalıyla kıyamete dek bu söz konusu kaynak silsilesi hiç
tükenmeyecektir. Hatta kıyamet sonrası
da tevessül hadisesi mahşer günü ilahi huzurda da apaçık bir şekilde
yaşanacaktır. Bakınız, Muhammed Hadimi Hz.leri bu hususta ne buyuruyor:
“Peygamberler ve evliya zatlar dar-ı bekaya intikal ettikten sonra da onlar
vasıtasıyla Allah Teâlâ’ya yalvararak dua etmeye, tevessül ve istiğase etmek
denir. Ki, onlar ölünce de mucizeleri ve kerametleri devam eder” (Berika). İşte bu sözlerden de anlaşılan o ki; Allah’ın
hazinesi boldur. Öyle ya, peygamberlik kapısı kapandı diye tevessül
ortadan kalkacak değil ya, bu kez onun izini iz süren evliyalar ne güne duruyor,
hiç kuşkusuz Ümmet-i Muhammed’in
kurtuluşuna vesile olmak için devreye girip tevessül yolunu devam ettirecekleri
muhakkak. Nitekim Mürşidi kâmillerin her devirde var oluşları insanları Allah'a
yönlendirmek içindir. Yani Allah dostları, taliplilerine Allah-u Teâlâ’ya nasıl
kul olunacağını, nasıl ibadette bulunacaklarını talim ettirerek vuslata
ermelerine vesile olmak için vardır.”
Medine’den
Buhara’ya adlı kitabın yayınlanmasından 5 ay sonra Abdulbaki Hz.eri Hakka
Yürüdü:
Evet, ilginçtir
bu kitabın yayınlanmasından 5 ay sonrada Seyda Hz.lerinin kardeşi ve aynı zamanda
halifesi Abdulbaki Hz.leri vefat edip Hakka yürüdü. Neyse ki Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki
El-Hüseyni Hz.lerinin ahirete intikalinden tam 30 yıl öncesinde Gündüz
Gazetesinde hayatta iken kendi hayat hikâyesini yazıp yayınlamıştık zaten.
Hele şükür
ki 30 yıl sonra Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki
El-Hüseyni Hz.lerinin vefatından 5 ay öncesinde yayınlanan Medine’den Buhara’ya adlı eseri okuyucuyla buluşturmak en
nihayetinde nasip olabildi. Öyle ki
yukarıda önsözde de belirttiğim üzere Seyyid Taceddin Erol’ün de kitabın
hazırlanmasında katkıları ve ilave edilmesi gereken konuları söyleyerekten
Seyda Hz.lerinin anısına kaynağında yaptığım röportajlarda gerekli ortamı
hazırlayıp divanda Gavs-ı Sânî Seyyid
Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin huzuruna çıkmama vesile olmuşlardır. Derken
Gavs-ı Sani Hz.leriyle divanda yaptığım görüşmem neticesinde O’nun izni
doğrultusunda büyük evladını işaret ederek Muhammed Saki Hz.leriyle röportaj
yapmak nasip oldu. İyiki de o röportajı yapmışız, bu sayede hem Seyda
Hz.lerinin vefatının arkasında hatıralarını tazelemiş olduk hem de ardından
irşad postuna oturan Gavs-ı Sânî Seyyid
Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin hayatını öğrenmiş olduk. Öyle ya, bir mürşid-i
kâmil kendinden bahsetmeyeceğine göre, evladı Seyyid Muhammed Saki Hz.lerine
havale ederek böylece Gavsı Sani (k.s)’ın hayatını bu vesileyle öğrenip kaleme
alma şerefine nail olduk.
İşte Medine’den Buhara’ya uzanan manevi
atmosferin son halkasında yer alan Gavs-ı
Sânî Seyyid Abdulbaki
El-Hüseyni Hz.leri hakkında yapılan röportajdan edindiğim bilgiler ışığında her
ne kadar hayatını anlatmada hakkıyle ifa edemeyeceğimi bilsem de yinede tarihe
not düşmek babından 12 Temmuz 2023 Çarşamba günü hasta yattığı İstanbul Pendik
Emsey Hastanesinde saat 14.10’da ahirete irtihal edip Menzilde babası Gavs-
Bilvanisi ve kardeşi Sultan Seyda Hz.lerinin yanına defnedilerek Hakka yürüyen Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin hayat hikâyesini bir
kez daha okumakta fayda vardır elbet:
Gavs-ı Sânî
Seyyid
Abdulbaki El-Hüseyni (k.s)
Bilvanis, Siyanüs, Taruni,
Havil, Dilbe, Nurşin, Kasrik ve Gadir köylerinden soluklayıp Menzil köyünü mesken
tutunan Gavs-Bilvanisi Hz.leri ve
oğulları bu köye geldikleri günden bugüne,
hatta kıyamete dek sürecek bir irşad faaliyeti içerisinde bulundukları artık
bir sır değil elbet. Hiç şüphe yoktur ki “Allah sırlarını takdis etsin” sırrın gereği olarak gelişlerindeki temel gaye ve hedef Şah-ı
Nakşibend Hazretlerinin Kasr-ı Arifan’da başlattığı Tarikat-ı Nakşibendiyye
nisbetini Menzil’de daha da uç noktalara taşımak olmuştur. Nitekim bu temel
gaye ve hedef doğrultusunda köy köy,
diyar diyar hicret etmeyi de göze almışlardır. Öyle ki, hicretlerinin en son
evresi Menzil köyünde durakladıklarında
babaları Gavs-ı Bilvanisi Seyyid
Abdulhakim El-Hüseyni Hz. leri burası
için “İkinci Buhara“ demekten kendini alamaz da.
Gerçektende Menzil’de
duraklamak bir bambaşka hissiyattır. Çünkü Medine’yi de hatırlatan en son durak
olacaktır burası. Meğer köy köy, diyar
diyar dolaşmak iş olsun babından
sıradan bir göç değilmiş, bilakis Şahı Nakşibend (k.s)‘ın nisbetini yeniden
ihya ediş hicretidir bu. İyiki de Gavs-ı
Blivanisi (k.s) buralardan; oğulları
Sultan Muhammed Raşid Seyda (k.s) ve Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki (k.s) ile birlikte hicret etmişlerdir. Zira bu sayede Kasr-i Arifan ruhu Gavs-ı
Bilvanisi Hz. leri ve oğulları eliyle yeniden dirilişe geçmiş oldu. Hem nasıl
dirilişe geçmiş olmasın ki, bikere bu hamurun mayasını çok
yıllar öncesinden elden ele Şeyh Abdurrahman-ı Tahi (k.s), Şeyh Fethullah (k.s),
Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s) ve Şeyh
Ahmed-el Haznevi (k.s) eliyle yoğrulmuş, sonrasında yoğrulan bu hamurun kıvam
haline gelme işi ise başta babaları
Gavs-ı Blivanisi Hz.leri olmak üzere evlatlarına düşecektir. Gerçekten de bu
anlamda Menzil ikinci Buhara olmayı çoktan hak etmiştir bile. Malumunuz her iki
oğul da Gavs-ı Bilvanisi Hz.lerinin göz bebeğidirler. Baba Gavs (k.s) dar-ı
bekaya göç ettiğinde nöbeti Sultan
Seyyid Muhammed Raşid Seyda Hz.leri devr alacaktır. Seyda Hz.lerinden sonrada
kardeşi Gavs-ı Sânî Seyyid
Abdulaki Hz. leri nöbeti devr alır. Aslında Abdulbaki Hz.leri kardeş
olmanın ötesinde pazara kadar değil
mezara kadar tam manasıyla teslimiyet
örneği sergileyerek yar ve yardımcısı olmuştur. O‘nu bilenler bilir zaten. Hele O‘nu bilhassa
eski sofilere bir sorun tâ Seyda Hz.leri
zamanından beri iki büklüm bir vaziyette arkasından peşi sıra izini iz süren yükünü hafifleten can yoldaş
ikili olduğunu söyleyeceklerdir. Öyle ki
irşad halkasının her geçen gün büyümesiyle birlikte kalabalıktan dolayı
meramını dile getiremeyenler ona koşuyorlardı. Çünkü Seyda Hz.lerine ulaşmak
zor olabiliyordu, bu yüzden sofiler sıkıştıklarında hep ona müşkülünü sorarlardı. Allah var, O‘da
sofileri hiç kırmaksızın gönüllerini hoş tutup Seyda Hz.lerinin omuzundaki yükü
hafifletmeye çalışırdı. Oldu ya, sofilerle hemhal olduğu o esnada Seyda Hz.leri çıka geliverdi, değim yerindeyse o an tası tarağı toplayıp iki büklüm bir halde derhal
adaba geçerdi. Öyle ki, o an gök çökse, yer yarılsa bile hiç islimini
bozmayacak şekilde adap duruşunda bulunurdu hep. Zaten biri çıkıp Seyyid
Abdulbaki denince ilk akla ne gelir diye sual etse, hiç kuşkusuz sofilerin ağzından
çıkacak ilk söz; “Adabın kendisi zattır” cevabı olacaktır. Böylesi bir cevaba şaşmamakta gerekir. Zira Seyda Hz.lerinin
döneminden beri sofiler O‘nu
hep böyle gördüler, hep böyle
bildiler. Hele O‘nun tıpkı ölü
teneşirinde ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi duruşu var ya, elbette ki
Menzil’in İkinci Gavs’ı Sanisi olmasına ziyadesiyle ona yetip artmıştır bile. Tabii ki böylesi bir mertebeye erişmek
ansızın vuku bulmadı, tâ çocukluk çağına uzanan çile bülbülüm çile
diyebileceğimiz büyük bir gayretin ve çabanın neticesi bir mertebedir bu. Öyle ya, nasıl ki bülbül âşığı temsil
ederken, gül de ister istemez mâşuku temsil edecektir. O halde bülbül gülün dikenine rağmen çileye
razı olup aşkla bağlı kalırda Oğul Gavs bağlı kalmaz mı? Hem de “Allah için bu kapıda ne kadar çile çekilirse o kadar ecir alınır” halis niyetle yapılan bir bağlılık olarak onun üzerinde miras nişan olarak
kalır. Düşünsenize çocukluk çağında verem hastalığına yakalanıp zayıf ve bitap bir
hale düşer de. Olsun yine de Oğul
Gavs-ı Sani (k.s) dergahın hizmetinden bir an olsun geri durmayacaktır. Aslında
bu zayıf ve bitap düşüş hali O‘nun ilerisinde manevi heybet bir hale
bürüneceğinin ilk işaret taşıydı. Nitekim ileri ki yıllarda üzerinde heybet
hali daha da belirgin hale gelmesi bunun bariz bir göstergesi olarak tezahür
eder. Babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s)
pekala biliyordu ki, bu yol çile üzerine kurulu, bu yüzden oğlunu bu hal
vaziyette bile Siirt ve Van’a ilim tahsili için göndermekten imtina etmeyecektir. Oğul Gavs
gittiği yere sadece ilim tahsili için mi gider, bunun yanısıra tevbe vermek içinde gider elbet. Öyle ya,
madem babası vazifelendirmiş o halde gereğini yapmak gerekirdi. O da hiç
yorulmak nedir bilmeksizin gereğini yapar da. Ancak Yusufiye çilesi de
beraberinde gelecektir. Gelmeside gayet tabiidir, çünkü etrafında halka
genişledikçe birilerinin uykusu kaçacaktır. Neymiş efendim, yöre halkı içki alışkanlıklarını
terkediyormuş da, yok şuymuş da, yok buymuş da eften püften sudan bahanelerle
durumdan vazife çıkarıp şikayet edeceklerdir.
Derken iki-üç günlük tevkifin ardından otuz günü bulan bir tutukluluk
hadisesinin ortasında bulur kendini. Tabii ki bu tutukluluk hali hiç arzu
edilmeyen bir durumdu. Yani sofilerin canını sıkıcak bir durumdu. Bu noktada
sofiler çok endişeliydiler, bundan dolayı herkesi Baba Gavs (k.s) duyduğunda
üzülecek endişesi sarar. Tabii, Molla
Ahmed ilk etapta durum vaziyeti Gavs’a haber vermeye cesaret edemez, sadece
haberi dayısı Seyyid Sıtkı’ya duyurmakla yetinecektir.
Peki iyi hoşta, Dayı Sıtkı‘ya durum vaziyet bildirildiğinde ne oldu
derseniz, bu durumda hiç kuşkusuz Gavs üzülecek diye haber vermemek doğru
olmazdı, doğru olanda haber vermekti elbet. Madem öyle bundan sonrasınıda
istersiniz hep birlikte Dayı Sıtkı‘nın anlatımından dinleyelim. Nasıl mı?
Menzil’de Seyda Hz. lerinin anısı için gittiğim Gavs-ı Sani (k.s)‘ın oğlu Sultan Seyyid Muhammed Saki Hz.leriyle yaptığım
röportajın ardından bir ara Seyyid Dayı Sıtkı‘nın dükkanına girdiğimde
bizatihi kendisine sorduğumda ancak bu kısmı
öğrenebilmiş oldum. Sağ olsunlar
kendileri de lütfedip Molla Ahmed’den aldığı haberi Gavs’a nasıl aktardığını
bana şöyle anlattılar:
“Tabii ben Molla Ahmed’den
aldığım bu haberi Gavs Hz.lerine söyleyince
üzüleceğini sanmıştım,
beklediğimin tam aksine bir
baktım yüzü çiçek gibi açıldı. Öyle içi ferahladı ki, dönüp bana şöyle dedi:
-Bundan daha ne büyük nimet olabilirdi
ki? Kaldı ki bu kutlu yolda İmam-ı
Rabbani, Şahı Nakşibend, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Hazne gibi nice Sadatlar
çile çekmişler, Abdülbaki çekmiş çok mu, zaten bu hadiseyle birlikte Sadatlara
mutabaat yapmış oldu. Nasıl ki başkaları suç işlediğinde tevkif edilip ceza yiyorsa,
Oğlum da Allah yolunda tevkif edilip nezaret altına alınmış. Dolayısıyla ne kadar
şükretsek o kadar azdır.”
Evet; Yöre halkının git gide kötü
alışkanlıklarını terk etmesinden rahatsızlık duyanlar, hemen 25 muhtardan
topladıkları imzayla durum vaziyeti Yüzbaşı’ya intikal ettireceklerdir. Tabii
Yüzbaşı da boş durmayacaktır, o da meseleyi huduttaki bir başka komutana intikal
ettirip en nihayetinde gözaltına alınır. Şikayet ettilerde ne oldu, otuz gün sonra serbest bırakıldığında pişmanlık duyacaklardır.
Üstelik şikayet edenlerin bir kısmıda hakikati gördüklerinde bu yola da girecektir. Tabii baktılar ki bu
toy yaşta gencecik talebeye ne kadar çile çektirsek, Allah’da kat be kat bin
misliyle daha da feyz ve bereketini artırıyor. En iyisimi yol yakınken tevbe
etmekte fayda var deyip onlarda hatme halkasına oturacaklardır. Şu bir gerçek
hiç bir şey yapanın yanına kâr kalmıyor. Şayet ortada bir kâr menfeat varsa, o
da hiç şüphesiz Allah yolunda çile çekenlere has manevi şirket hükmünde hatme
halkasına katılmanın kâr sermayesi vardır. Nitekim 30 günlük Yusufiye çilesinin
ardından heybesine doldurduğu manevi sermaye
ile birkte dönüş yine Menzil’edir. Ama
yine de O, dönem dönem ilim tahsili için oralara gidip gelmeyi ihmal
etmeyecektir. Çile bu yolun azıkıdır
çünkü. Pes etmek doğru olmazdı elbet.
Başta da dedik ya, bu yolda ne kadar çile, o kadar ecir vardır.
Öyle anlaşılıyor ki, Gavs-ı Sani Abdulbaki Hz.lerinin çocukluktan
halifelik dönemine kadar
olgunlaşmasında baba Gavs Hz.leri, Molla
Derviş ve pekçok medrese
hocalarının yanısıra kardeşi Sultan
Seyda Hz.lerinin de çok büyük emeği ve
desteği sözkonusudur. Onlar destek verir
de meyve vermez mi? Hem de öyle meyve verir ki kalemle, kitapla izah
edilemeyecek derecede meyve verecektir. Seyda Hz.leri nasıl ki babası Gavs Hz.lerinin emrinde koşturup Gönüller Sultanı olduysa, Seyyid
Abdulbaki Hz.leride kardeşi Sultan Seyyid Muhammed Raşid Seyda Hz.lerinin
emrinde koşturup babalarının İkinci
Buhara diye andığı Menzili Şerifin İkinci Gavs-ı Sanisi olacaktır. Dahası
Sultan Seyda Hz.lerinin irşat döneminde gösterdiği o müthiş teslimiyetiyle birlikte Menzil-i Şerif artık kabına sığmaz bir çehreye bürünecektir.
Düşünsenize Gavs-ı Sani Hz.leri genç yaşlarda hastalığından dolayı çok
zayıf ve cüssesiz bir fiziki görünüme sahipmiş.
Ta ki, Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri oğlunu
tedavi için Ankara’ya gönderir,
işte o gün bugündür heybet hali üzerinden hiç kalkmayıp tıpkı
babası gibi üzerine heybet hali hakim
olur. Hakeza yüz siması da aynı hal alır. Bu nedenle Gavs-ı Bilvanisi’yi dünya gözüyle
görmeyipde merak eden varsa oğlu Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki (k.s)’e bakmaları
kâfidir dersek maksadımızı pek aşmış
sayılmayız. Gerçekten de bu yüz benzerliğini, bugün olmuş halen hayatta yaşayan
Gavs-ı Bilvanisi (k.s)‘in sofilerine sorduğmuzda onlarda tıpkı babasının bir
kopyası olduğu şeklinde tarif etmekteler. Peki, sadece fiziki yüz benzerliği
mi, elbette ki bunun yanısıra ahlaki benzerliğinden tutunda bir dizi yaşanmış
çileler, hastalıklar ve sabır yürüyüşleri de buna dahildir. Ne mutlu böylesi
bir oğula ki babasının izini iz sürüp Sultan Seyda Hz.lerinin has bahçesinde olgunlaşaraktan en nihayetinde sofilerin hem yoldaşı,
hem baştacı, hem de Oğul Gavs’ı Sanisi olur.
Düşünün ki o daha çocukluğunu yaşamadan hayatında iki şeyi aziz bilerek
kemale erecektir. Birincisi Kur’an ve hadis ışığında yol alarak, ikincisi de
canından aziz bildiği babası Gavs-ı Bilvanisi ve kardeşi Sultan Seyda Muhammed
Raşid Hz.lerinin izini iz sürerek ilerlemeyi düstur edinip yol alacaktır. O’na da o yakışırdı zaten. Bu
öyle bir izini iz sürüyüşüdir ki, önce babasının izini iz sürerken kendinden
geçer, sonra da kardeşinin izini iz sürerken kendinden geçme hali iz sürmedir
bu. Nasıl mı? Canından aziz bildiği babası
Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri vefat ettiğinde
adeta şok haline girip markada kapandığında kendinden geçerek ilk hali tezahür eder. Dile kolay, Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri hayatta
iken ona öylesine candan sıdk ile bağlıydı ki, bir anda onun yokluğu
ona çok ağır gelecektir. Öyle bir şok haline girmektir ki bu, yıllardır
dergah hizmetlerine beraber koştuğu kardeşi Seyda Hz.lerini o an unutacak derecede bir şok hali geçirmesine
ziyadesiyle yetmiştir. Düşünsenize Seyda Hz.leri babasının vefatınınn akabinde
irşada başlamış, hatta aradan
yirmibir gün geçmiş, O halen şok halinden çıkıpda kardeşine biat edememişti. İşte kendinden
geçme hali diyebileceğimiz bu şok hali Seyda Hz.lerine beyatını geciktirmesine sebebiyet
teşkil eder. Tabii Gavs-ı Sani Seyyid
Abdulbaki Hz.lerinin bu haline taaccüb edenlerde olmuş.
Neyse ki, Sultan Seyda Hz.leri taziyelerin yirmi birinci gününde markad’a
gidip Kur’an okuduğu esnada kardeşi
de murakabe halde oradaymış zaten. İşte o an orada ne oluyorsa o oluyor ve kardeşine
hitaben:
“-Ya Abdulbaki otur...” der demez tevbe almasıyla beyat alması
aynı anda vuku bulur. Hatta bu hususta Gavs (k.s.)‘ın maneviyatta Seyda Hz.
lerine üç sefer:
“-Muhammed Raşid, kardeşin Seyyid
Abdulbaki’ye dikkat et. O’nu sana teslim ettim” beyan buyurması
üzerine beyat ettiği de rivayet edilir. Böylece Sultan Seyda Hz.leri kardeşi
Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki’ye hitaben “Otur”
deyip emanet yerini bulunca artık o şok hali bir anda kendiliğinden kalkıvermiş
olur. Böylece beyatıyla birlikte bundan böyle aralarındaki bağ Ebu Bekir-i
Sıddıki bir teslimiyete dönüşecektir. Derken, Seyda Hz.leri ilerisinde
kardeşinin halifeliğini Molla Abdulbaki ile beraber verecektir. Her ne
kadar Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri hayatteyken en büyük yardımcısı Seyda Hz.leri olsa da
büsbütünde destek verirken
yanlızda sayılmazdı. Zira o
yıllarda yine yanında en büyük yardımcısı kardeşi Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki Hz.leri hep var olmuştur. Hakeza Sultan Seyda
Hz.leri babası Gavs Hz.lerinden sonra irşada başladığında, yine yanında en büyük yardımcısı olarak kardeşi olmuştur. Babası Gavs döneminden tek fark,
sadece dergah hizmetlerinde Mürşit-Halife
ikilisi şeklinde yürüyor olmasıdır. Üstelikte tüm bunları yaparkende
sırt kısmında nükseden dayanılmaz derecede bel ağrılarına rağmen kendini
hizmete dayarak yardımcı olmuştur. Her
ne kadar Gavs-ı Sani Abdulbaki Hz.leri sırt ağrılarını Şeyhi Sultan Seyda
Hz.lerine belli etmemeye çalışsada, nereye kadar gizleyebilirdi ki, bir şekilde sırt ağrıları çektiği gözlerden
kaçmayacaktır. Ta ki Seyda Hz.leri emir buyurur, işte o zaman el mahkûm Ankara’da ameliyat
olmaya razı olup böylece ağrıları dindirilmiş olur.
Vakta ki, Seyda Hz.leri de bu dünyadan
göç ettiğinde bütün yük üzerine binip Menzil’in işleri daha da bir yoğunluk
kazanacaktır. Bir yandan camii ve medrese inşaatı, diğer yandan markad inşaatı,
imar faaliyetleri, diğer yandan vakıf faaliyetleri bunun en büyük göstergeleri
olur. Menzil artık gelen misafirleri maddeten kaldıramadığı içindir büyük çapta
inşaat ve imar faaliyetlerine hız verir. Tabii bu işlere tam koyulmadan önce
ilk iş Türkî Cumhuriyetlerini ziyaret etmek olacaktır. Yani, buralarda
Sadatların kabr-i şeriflerini ve bulunduğu mekânları ziyaret edecektir.
Sonrasında ise Umre ziyaretiyle Allah’ın beyti Kâbe’ye, Gül Nebinin Mescid-i
Nebevisine yüz sürecektir. Malumolduğu üzere tüm bu ziyaretlerin akabinde dönüş
yine Menzil’edir. Besbelli ki bu sıradan bir dönüş değildi, bilakis baba Gavs’ın ve kardeşi Sultan Seyda
(k.s.)’ın temellerini attığı Menzil’i daha da mamur hale getirmek için bir
dönüştür bu. Nitekim de Menzil’e daha ayağını basar basmaz tez elden ilk iş
markad ve camii inşaatına hız vermek olur. Bu arada sene içerisinde fırsat
bulduğunda ise mürşidi Sultan Seyda Hz.lerine mutabaat edip Afyon ve
Pursaklar’ı ziyaret edecektir. Daha ileri ki yıllarda da Umre ve Hac ziyaretlerinde
bulunacaklardır. Derken o çok yoğun tempo içerisinde yürüttüğü irşad
faaliyetleri arasında geriye dönüp baktığımızda baba Gavs-ı Blivanisi ve
kardeşi Seyda Hz.lerinden devr aldığı Tarikat-ı Nakşibendiyye nisbetini kat be
kat daha da artırdığı görülecektir. Elbette ki görünen köy kılavuz istemez,
bütün yaptıkları her şey ortadaydı zaten. Baksanıza Seyda Hz.leri dönemindeki
gibi tek tek, ya da on kişiye birden elle tövbe vererek kalabalık bir türlü
dizginlenemiyordu. Yüzlerce, hatta
binlerce kalabalığın yükü ancak sarık şeklindeki bez şeritle kaldırılabiliyordu.
Kaldı ki tek tek ya da onar onar verilmeye kalkışılsa ne namaza, ne hatmeye, ne
sohbete ne de hizmete vakit yeterdi. Hem kaldı ki şeritle tövbe verdiği halde
yükü yine halen hafiflemiş sayılmazdı, zar zor namaz vaktine
yetiştirebiliyordu. Vefatına yakın zamanlarda ise malum şeritte omuzlarındaki
yükü kaldıramayınca yüksek bir yerden seslenerek şeritsiz toplu halde tevbe
verilmeye başlanmıştır. Şu da var ki, Allah’a tam teslimiyet olmasa bu denli
yükü omuzlarında taşıması asla mümkün olamazdı. İşte bu nedenledir ki Nakşibendî
Sadatları için Allah’a tam teslimiyet ve tam tevekkül olmazsa olmaz şart
hükmünde bir temel dusturdur.
Peki, onca çileler ne için yaşanmıştı
derseniz, şüphesiz Allah’ın rızasını kazanmak içindi. Buna inancımız tam da.
Düşünsenize camii hınca hınç dopdoluluktan nefessizlikten dayanılmaz bir halde
olduğu halde, o yine de her şart ve ahvalda durmak yok yola devam deyip bir
yandan namaz kıldırmakta, bir yandan Hatme-i Hacegan yaptırmakta, diğer
yandanda tevbe vermekteydi. Gerçekten de şöyle etraftan bir baktığımızda gerek
imar faaliyetleri, gerek ameli faaliyetler, gerekse kültürel faaliyetler olsun
hiç fark etmez, her üç faaliyetinde bir
arada yürütülüyor olmasına bir türlü insan akıl sır erdiremiyor. Üstelik tüm
bunları sırtında nükseden dayanılmaz bel ağrıları çekmesine rağmen
yürütmekteydi. Şayet biz o halde olsak, ne yapacağımız besbelli, ahlanmaktan
sızlanmaktan inlemekten geri durmayıp ayan beyan ahu figanımız ortaya
dökülecekti. Dahası yeri göğü inleteceğimiz her halimizden besbelli olacaktı.
Ama sözkonusu Allah dostları olunca, öyle olmuyor. İşte görüyorsunuz bunun en
bariz örneğini tüm sofilerin gözü önünde cerayan ederek şahit olduk. Üstüne
üstük şahit olduğumuz dayanılmaz ağrısını Gavs-ı Sani Abdülbaki Hz.lerinde
şimdiye dek en ufak ne uflanma ve puflanma hali, ne hayıflanma hali, ne de
sızlanma hali olarak bize yansıtmadı. Zaten yansıtmaz da. Zira O’nun öyle narin, öyle zarif bir ruh seciyesine
sahip bir mizacı vardı ki, dayanılmaz bel ağrılarını bile dile getirmeyi
kendine hayâ edinecek bir karakter abidesidir O. Sofiler onun bel ağrıları çektiğini ancak
sırtını çeviremediği anlarına şahit olduklarında ya da camiye tekerlekli
sandalye ile teşriflerinde farkedip hissedebiliyorlardı. Bunun dışında en son
gelen aşamada ise bel ağrıları
öyle nükseder görünür bir hal alır ki,
artık saklayamaz da. Mecburen namaz
vakitlerin pek çoğunu oğlu Sultan Seyyid Muhammed Saki Hz.leri kıldırmak durumda kalır.
Öyle anlaşılıyor ki, Ehl-i
Beyt Gül nesli ne kadar çile çekse Yüce Allah’da ona göre ecirlerini daha da artırıp manevi makam almalarına vesile
kılmakta, buna asla şüphe duymayız. Çünkü biz biliyoruz ki, dünyada en çok çile
çekenler Peygamberlerdir, dolayısıyla bu çileden Peygamber varislerine de pay
edilip istifade etmeleri gayet tabii bir durumdur.
Evet, Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni
Hz.leri için en son şunu diyebiliriz ki; O Tarikat-ı Nakşibendiyye nisbetini Seyda
Hz.lerinden devr aldığından vefatına dek camii, medrese, markad, tuvalet ve çeşme inşaatı gibi pekçok imar faaliyetlerine hız vermenin yanısıra
vakıflaşma, dergi, kitap, televizyon radyo yayını gibi bir dizi
kültürel faaliyetlere mührünü
vurmakla dikkat çeken Gavs-ı Sanimizdir. Hakeza tevbe almak için gelenlere
artık elle değil sarıkvari bir şeritle ve en son demlerinde sesle tövbe veriyor
olmanın yanısıra sofilerin eksiklklerinin giderilmesi noktasında da sohbetciler
tayin ediyor olması gibi pekçok ameli faaliyetleriyle dikkat çeken bir Hadimül
hizmetkâr Gönül Sultanı olarak biliriz. Burada cümlenin sonuna dikkat
ettiyseniz hizmetkâr dedik. Niye acaba derseniz, her şey gayet açık, çünkü
Menzil’de bilhasssa bu dönemde kazanlarla daha çok çorba kaynatılıyor olması, daha
çok buğdayın değirmende öğütülüyor olması, daha çok ekmeğin fırına verilip
kızartılıyor olması, çok sayıda musluklardan su akıtılıyor olması gibi bir dizi
hizmet alanlarının genişlemesi gibi olağan üstü gayretler hizmetkarlığının en
belirgin zişanı zaten. İşte bu yüzden
hizmet nimettir buyurmaktalar. Ve bu
hizmetlerinin ardından halife olarak bıraktığı pırıl pırıl üç evladının
yürüteceği irşad faaliyetleriylede Nakşibendi nisbeti daha da bir ivme kazanıp
ümmetin hizmetine ram olunacaktır.
Hasılı kelam, Gavsı Sani
Abdulbaki Hz. lerinin makamı âlî ve ruhu şad olsun, ardından bıraktığı
halifelerinin ve halife evlatlarının da irşad faliyetlerinde Yüce Allah (c.c)
yâr ve yardımcıları olsun.
Bu arada
pek çok okur Selim Gürbüzer kimdir diye merak etmekte. Aslında kendimden
bahsetmeyi sevmem, yine de okuyucumun merakını gidermek adına kısaca özgeçmişimi
şöyle özetleyebilirim:
Özgeçmiş:
Selim Gürbüzer, 1965 yılında Bayburt’ta
doğdu, evli ve biri kız, biri erkek 2 çocuk babasıdır. İlköğretimini Bayburt
Yüzbaşı Şehit Agâh İlkokulu, Orta öğretimini Bayburt Ortaokulu, Lise öğretimini
Bayburt Lisesinde tamamladıktan sonra Erzurum’da Atatürk Üniversitesi Biyoloji
bölümünü bitirdi. Meslek hayatında bir yandan kamuda görev yaparken diğer
yandan da büyük bir gayret ve özveri göstererekten Anadolu Üniversitesinin iki
yıllık ön lisans fakültelerinden sırasıyla; AÖF Medya İletişim, AÖF Radyo Tv,
AÖF İlahiyat, AÖF Veteriner Sağlık ve AÖF Tarım Teknolojilerinden mezun olmayı
başarabilmiştir. Bayburt’ta öğrencilik yıllarında Hoca Ali Matbaasında rahmetli
Osman okutmuş ve oğullarının yanında Bayburt Postası gazetesinde çalışarak
gazetecilik ruhunu kazanmıştır. Üniversite hayatının akabinde sırasıyla
İstanbul, Balıkesir ve Ankara’da Milli Eğitim Sağlık Eğitim Merkezlerinde ve
Adli Tıp Kurumu Biyoloji İhtisas Dairesinde biyolog olarak görev yapmanın yanı
sıra Gündüz Gazetesi, Alperen Dergisi, Nizam-ı âlem dergilerinde ve EnPolitik sitesinde
araştırma incelemeleri yazıları yayınlanmıştır. Ayrıca 2022 yılı sonunda KDY
yayınlarından “Güneş Doğudan Doğar” ile 2023 yılı içerisinde ise sırasıyla “Medine’den Buhara’ya”, “Ölürüm
Türkiye’m”, “Masonlar Marksistler Kapitalistler ve Biz” adlı yayınlanmış
kitapların yanısıra en son yayınlanan “Hayy’dan Hu’ya Yaratılış Mucizesi” adlı
eseri yayınlanmıştır. Şu an genç yaşta çalıştığı Bayburt postası Gazetesinde ve
EnPolitik internet sitesinde yazılarını sürdürüp makalelerini yayınlamaya devam etmektedir.
Selim Gürbüzer’in Medine’den Buhara’ya adlı
eserine ulaşmak isteyenler aşağıdaki şu linkten temin edebilirler:
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&manufacturer_id=255252
Yayın Tarihi:
|
13.02.2023
|
ISBN:
|
9786254209864
|
Dil:
|
TÜRKÇE
|
Sayfa Sayısı:
|
512
|
Cilt Tipi:
|
Karton Kapak
|
Kağıt Cinsi:
|
Kitap Kağıdı
|
Boyut:
|
15.5 x 23.5 cm
|
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer