31 Mart 2020 Salı

AŞK-I BENDİ


AŞK-I BENDİ
     SELİM GÜRBÜZER
      Kalpten kalbe ince bir yolun var olduğu şundan belli ki, sevda ateşiyle yanıp tutuşanın kalbi diğer kalbe aks edebiliyor. Bu yüzden sevgi için tutku gözlerle sevdiğine tutulmak denirken,  aşk içinde bu tutkunun kalbe sirayet etmesi denmekte. Hele bir insan kalbinde sevda ateşi yakmaya görsün,  kalbin sahibi Allah’ın ismi tecelli eder de.  Hatta tecelli eden bu İsm-i Celil sayesinde o insan Allah’ın sevgili kulu olarak layık görülür bile
      Bakın,  Cibril Emin Allah-ü Teâlâ’ya:
      -Ya Rabb! Senin yüce katında en makbul kulun kim diye sual eder.
      Allah Teâlâ:
       -Falan şehirde, filan yerde bir köprü var, oradan ilk geçeni gördüğün adamdır diye beyan buyurur.
      Cibril Emin denilen yere gelir ve kendi halinde fakir bir adamı omzunda bir iple odun toplamaya koyulmuş halde görür.  Tam o sırada adamcağız odunları sırtlamak üzereyken o arada üzerine üzerine gelen atlı bir süvarinin atıyla birlikte tepetaklak yuvarlanıp yere çakıldığına şahit olur. Derken atlı süvari yerinden doğrulduğunda başlar adamcağızı dövmeye. Böylece adamcağızı döverek hırsını çıkardıktan sonra tekrar yola koyulmak için atına biner.  Fakat o fakir adam,  yol vermeyecektir, atın yularından tutup süvariye şöyle der:
      -Biliyorum başına gelenler benim yüzümden oldu,  ne olur bana hakkını helal ediniz, helal etmezseniz inanın atın yularını bırakmam.
      Süvari çattık belaya dercesine:
     -Tamam, helal ettim der.
     Böylece adamcağız atın yularını bırakıp süvariyi uğurlayıverir.  
      Tabi,  süvari çekip gittikten sonra, bu kez adamcağızın yanına Cibril Emin sokulup o adama şöyle der:
      -Bak, eğer bana Cibril Emin’in yerini söylemezsen az önceki atlıdan daha seni beter hale getiririm bunu bilesin. Hiç şakası yok seni şu köprüden aşağı atarım.
     Adam bu sözler karşısında tir titrer de. Hani gelen gideni aratır ya, aynen sözün sahibi az önce çekip giden süvariden de çetin ceviz. Cevaben:
     -Peki der.  Ve akabinde biçare halde gözlerini kapar derin bir murakabeye dalar.  Ardından der ki;
     -Bütün yer ve gök tabakalarını taradım kala kala sadece ikimiz kaldık, ben Cibril Emin olmadığıma göre, o sensin.  
     Cibril Emin tebessüm ederekten:
      -Allah indindeki makbul kulluğun sana mübarek olsun. Hakkını helal edin,  buraya geliş maksadım da Allah’ın sevgili kulu olduğunu müjdelemek içindi deyip gönül rahatlığı içiresinde oradan ayrılır.      
     Şayet her kıssadan bir hisse almak diye bir derdimiz varsa işte bu anlatılan kıssada ziyadesiyle bizim istifade edeceğimiz pek çok ibretlik dersler var elbet.   Öyle anlaşılıyor ki; ilk çıkaracağımız ders şu olmalı: Allah’ın sevgili kulu olabilmek. Hele Allah’ın sevgili kulu olduğumuzu bir düşünün,  değil insanı incitmek, yerde ki karıncayı bile incitmekten imtina eder hale geliriz.
       Hiç kuşkusuz incitmek çok hoş bir tutum değil. Hele ki incitilen birde Allah’ın sevgili kulu bir müminse, vay o inciten insanın haline. Çünkü incittiği sıradan bir insan değil,  bilakis bir kutsi hadiste Yüce Allah’ın (c.c)  “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” diye övdüğü mümin insandır. 
       Zira Yunus’un dile getirdiği dizelerde Allah indinde övülen mümin gönlü:
      Çalab’ın tahtı gönüle Çalap bahtı
      İki cihân bed-bahtı kim gönül yıkar ise” şeklinde değer bulur da.  Hem nasıl değer bulmasın ki,   baksanıza dizenin birinci kısmında cümle mahlûkat içerisinde sadece mümin insanın gönlü Yüce Allah’ın tahtı olarak kayda değer olarak addedilirken, dizenin ikinci kısmında ise her kim gönül yıkarsa akıbetinin bedbaht olacağı açık açık vurgulanmakta. Hatta Yunus böyleleri için:
      “Bir kez gönül yıktın ise
       Bu kıldığın namaz değil
       Yetmiş iki millet dahi
       Elin yüzün yumaz değil” deyip yüzüne çarpmayı ihmal etmez de.
        Derken, Yunus en nihayetin noktayı şöyle koyar:
        “Yunus der ki ey Hoca istersen var bin hacca
         Hepsinden eyice bir gönüle girmektir.”
          Ne diyelim,  işte görüyorsunuz Yunus yerden göğe haklıdır,   tüm derdimiz ve davamız gönül yapmak olmalıdır.
           Evet,  mısraların diline baktığımızda öyle anlaşılıyor ki gönül fethi çok mühim. Ki, Yüce Allah (c.c) bu hususta şöyle beyan buyurur: “Ey Resulüm! O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba davranışlı ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar etrafında dağılıp giderlerdi. O halde onların kusurlarını affet, bağışlanmaları için dua et. İşlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da, Allah’a güven. Çünkü Allah, tevekkül edip kendine sığınanları sevmektedir” (Al-i İmran, 199).  Gerçektende bu ayeti celilenin mana ve ruhuna kendimizi odakladığımızda Allah-ü Teâlâ’nın Kâbe’yi İbrahim’e ve İsmail’e temiz tutmaları için emir verip peygamberine ne için  ‘Halil İbrahim' dediğini, hakeza tüm yarattığı kalpler için değil de niçin sadece müminlerin kalbi için 'Beyti Celil' (Kalp Kâbe’si) dediğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Malumunuz Kâbe maddi cihetiyle taş ve toprakla işlenmiş bir kutsi mekân olup manevi cihetiyle de Yücelerden ruh üflenmiş kuts-i bir makamdır.  Hani kalp kalbe karşıdır denilir ya hep, aynen öylede hakiki müminin kalbide Kâbe’ye doğru atar hep.  Öyle ki,  Efendimiz (s.a.v) bu kutsi makam karşısında; “Sen ne güzelsin, kokunda ne hoştur. Yemin olsun ki, müminin hürmet ve kıymeti senin hürmetinden daha büyüktür. Şüphesiz Allah sende bir şeyi haram kıldı, seni haram bölgesi yaptı. Fakat mümin üç şeyini haram kıldı; malını, kanını ve şerefini.. Birde mümin hakkında kötü zan beslemeyi yasakladı (İbn-i Mace) demekten kendini alamaz da.
          Belli ki, kâinatın yaratılış mayasında aşk-ı bendi vardır.  Şayet yaratılışta aşk mayası olmasa onca yaratılanlar arasında kötülerin yaşamalarına fırsat verilir miydi? Ta ki yeryüzünde Allah diyen mümin kalmaz, işte o zaman yaşamasına fırsat verilmeyecektir.  Yani bu demektir ki, kıyamet kötülerin üzerine kopacaktır.
          Evet, yanlış duymadınız, kıyamet Aşk-ı bendilerin üzerine kopmayacak, kötülerin üzerine kopacak. Malumunuz, kötülerin görüp göreceği cennet yaşayıp soluk aldığımız dünyadır zaten. Ama gün gelir çok güvendikleri dünya başlarına geçip bu kez kendilerine cehennem olacaktır.   Hatta dünyada iken sırça köşklerde tepeden bakıp hor gördükleri aşk-ı bendilerin hatırı olmasaydı daha da erken cehennemi boylayacaklardı. Dedik ya, Yüce Allah bir yere kadar mühlet vermekte,  yoksa şimdiye kadar çoktan gök kubbe başlarına çökmüştü bile.  Öyle anlaşılıyor ki, kötülerin bir hesabı varsa, Yüce Allah’ında elbet bir hesabı vardır, vakti zamanı geldiğinde o hesab tecelli eder de. Şu bir gerçek,  ama bu dünyada, ama ahirette hiç fark etmez eninde sonunda bu işin kazananı aşk-ı bendi hayatı yaşayanlar olacaktır.  Örnek mi? İşte Nemrud, İbrahim (a.s)’ı ateş attı da ne oldu,  İbrahim (a.s)’ın aşk-ı bendisi galip gelip, içine attıkları ateş hem serinlik olur hem de gül bahçesi. Madem öyle; aşk-ı bendi olmak gerektir. Ama nasıl?  Malum hepimizin bildiği Leyla ile Mecnun hikâyesini birde Aşk-ı bendi yönünden şöyle kurguladığımızı düşünelim:      
       Mecnun, Leyla’ya çok vurgundur. Öyle ki evinin önünde habire gezinip dolaşmaktan kendini alamaz da.  Merak bu ya, yoldan geçenler hemen:
         -Adın ne diye sorarlar.
         Aldıkları cevap çok şaşırtıcıdır. Çünkü Mecnun adını:
         -Leyla olarak dile getirir.
          İşte Aşk-ı bendi budur.  Öyle ya, bir insan âşıksa her gördüğü ve her işittiği varlığı Leyla olarak algılaması gayet tabiidir. Düşünsenize adamlar adını soruyorlar. Mecnunun zihneninde tek kalan isim var, o da Leyla’dan başkası değildir. Hakeza hikâyeyi biraz daha farklı şekilde kurguladığımızda,  varsayalım ki yoldan geçenler bu kez Mecnunun habire Leyla’nın barındığı evin duvarına saatlerce habire bakıp durduğunu görmüş olsunlar. İster istemez adamlar kendilerine eğlenecek bir malzeme bulmuşçasına:
        -Ey Bre adam! Ne diye aval aval duvara bakıp düşünürsün diye alay konusu edeceklerdir.
         Onlar alay ede dursunlar, Mecnun’un vereceği cevap son derece manidardır:
        - Ben duvara değil duvarın arka yüzündekini düşünürüm.  Nitekim bu manidar cevap bir anda kahkahalarının kesilmesini beraberinde getirir de. 
          İşte yukarıda kurgu halinde sunduğumuz her iki örnek aslında kurgudan öte her aşk-ı bendinin başına gelebilecek türden aşkın ta kendisi örneklerdir zaten. Düşünsenize kurguladığımız örneklerin gerçek yanı olmasa Mecnun her gittiği yerde ikide bir Leyla,  Leyla diye sayıklayıp kendini deli divane bir halde çöllere hiç düşürür müydü?  Tabii ki burada deli divane derken,  kastımız bildik o klinik delilik değil elbet, bilakis ‘Deli olunmadan, Veli olunmaz’  manasına deli divaneliktir bu.  Nitekim Mecnun çöllere düştüğünde bu kez Leyla ardına düştüğünde:
      -Ben Leyla der.
       Tabi Mecnun bu ses karşısında hiç oralı olmaz.  
       Leyla, bir kez daha:
       -İyi bak, ben Leyla der.
        Mecnun bu ya,  cevaben:
       -Hayır, ben aradığım Leyla’mı çoktan buldum bile, sen asla Leyla değilsin der.
       İşte ilahi aşk budur.  Kelimenin tam anlamıyla zahiri aşktan manevi aşka geçmenin adıdır ilahi aşk. Hele bir insan gönlünü maşuka kaptırmaya bir görsün, tutku gözlerle yolunu gözlediği o sevgilinin barındığı mekânın etrafında uçuşan sineklerin vızıltısı bile gönlünde aşk nağmesi olarak yankı bulur da.
         Anlaşılan o ki, cümle âlem içerisinde tüm sevda yürekli Aşk-ı bendileri Mevla’sına kavuşturacak tek iksir aşk imiş. Nasıl aşk iksir olmasın ki,  bir bakıyorsun bu aşk iksiri,  İbrahim Ethem’e tacı tahtı terk ettirirken, Derviş Yunus’u da köyünden çıkarıp “Bir ben var, birde benden içeri” aşkıyla yürü yürü diye yollara revan edebiliyor.  Keza yine bir bakıyorsun Ferhat, yüreğinde yanan sevda ateşiyle Şirin uğruna dağları delebiliyor. 
           O halde tüm bu örneklerden hareketle rahatlıkla şu sonuca vardığımızı dile getirebiliriz: Her şeyden önce bir insan Aşk-ı bendiyi zahiren yaşaması gerekir ki,  ilahi aşk basamaklarına adım atılabilsin. Nasıl mı? Elbette ki,   devamındaki basamaklara tasavvufi açıdan baktığımızda:
         -Allah için tasavvuf yoldaşına muhabbet duyup   'Fena Fil İhvan aşk-ı bendi ' hayatı yaşamakla,
         -Mürşidine olan derin muhabbet besleyerekten  'Fena Fiş Şeyh aşk-ı bendi ' bir hayat yaşamakla,
        -Allah Resulünün şefaatine mazhar olacak derecede deruni bir muhabbet besleyip  'Fena fi'r Resul aşk-ı bendi ' hayatı yaşamakla,
        -Yüce Allah’a sözde değil hakiki manada abd olacak derecede muhabbet besleyip 'Fenafillâh ve Bekabillah aşk-ı bendi '  hayatı yaşamakla ancak ilahi aşka ulaşılabilmekte.  
       Evet,  manevi cihetiyle Allah’a ulaşmada ilk basamak birbirimizi Allah için sevmekle başlıyor, bunun bir üstünde, yani ikinci aşamasında Allah Resulünün izinden iz süren Rabbani âlimlere derin muhabbet besleyerekten kendimizi aşmak vardır.  Bununda üstünde,  yani üçüncü aşamasında bizatihi Allah Resulünün Nübüvvet Gül kokusunda sevdalanarak kendimizi aşmak vardır.  Dördüncü ve beşinci aşamalarında ise Yüce Allah’ın sıfatlarının tecelli daireleri içerisinde marifetullah ve hakikat deryasında kendimizi aşıp en nihayetinde Hakka vasıl olmak vardır.
         Peki, iyi hoşta yukarıda bahsedilen manevi aşamaların maddi veçhesi nedir diye bir sual edildiğinde,  hiç kuşkusuz bunun cevabını bizatihi Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatının hemen her safhasında görmek mümkün. Nitekim Allah Resulü Aşk-ı bendinin maddi inşasını önce gönüllerde ‘el Emin’ sıfatıyla taht kurarak temelini attı. Sonrasında malum Bedir, Uhud, Hendek derken Mekke’nin Fethiyle birlikte Kâbe’de inanan kalpleri tek yürek yapıp Din-i Mübini kemale erdirerek nihayetlendirdi. İşte Din-i Mübinin kemal bulduğu o günlerden bugünlere geldiğimizde Allah’a çok şükürler olsun ki tüm müminlerin gönüllerinde Nübüvveti aşk-ı bend sevdası hala taptazeliğini koruyor da. Öyle ki,  Kâbe her yıl dünyanın dört bir yanından akın akın gelen milyonlarca Müslüman’lara ev sahipliği yapmanın ötesinde farklı kavim ve ırkların kaynaştığı, aynı zamanda dillerin kelime de birleştiği, yani Allah adında (Lafza-i Celal isminde) ittifak ettiği tek kutsi mekânımızdır.  Bundan da öte kalpler taş kesilmesin diye taşın kalp kesildiği kutsi mekânın adıdır Kâbe. Öyle ümit ediyoruz ki,  kıyamete dek Allah’ın beyti Kâbe’ye olan aşk-ı bendimiz tükenmeyip kalplerimiz taş kesilmeyecekte. Buna inancımız tamdır,  bu böyle biline.
          Her ne kadar şer odakları boş durmayıp işgale kalkıştıkları ülkelerde güya Müslümanların kalplerindeki Aşk-ı bendilerini yok edeceklerini sanıp taşlaştırmaya çalışsalar da, bunu başaramayacaklardır. Hele ki Müslümanlar Allah ve Resulünün hakikatleri ışığında yekvücut oldukları müddetçe hiç durduk yere endişelenmeye mahal yok, gönüllerde halen taptazeliğini koruyan o Nübüvvet-i aşk-ı bendilerini hiçbir karanlık güç asla söküp atamayacaktır.   Hakeza Müslümanlar olarak şayet Allah Resulü ve O’nun izini iz süren Aşk-ı bendilerin yolunu yol bilip onların bakışlarındaki parıldayan ilahi ışıkla gönül dünyamızı iri ve diri tutabiliyorsak, biliniz ki Şairin  ‘Gün doğmuş, Gün batmış,  Ebed bizimdir’  dediği bir rüya değil,  hakikatin ta kendisi olacaktır elbet. Yeter ki, yaşanılan her çağda âşıklar maşuksuz, maşuklar âşıksız kalmasın yine Şairin “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir” dediği aydınlık yarınlar er ya da geç yerini bulacaktır. Hem nasıl söz yerini bulmasın ki,  bikere her şeyden önce bu hususta Yüce Allah’ın bizlere vaadi var; Nurumu tamamlayacağım diye. İşte bu nedenle dedik ya, hiç endişelenmeye mahal yoktur,  bizim üzerimize düşen sorumluluk Aşk-ı bendisiz Müslümanlık anlayışıyla veya itikad, ibadet ve ihsandan yoksun bir Aşk-ı bendilik anlayışıyla hayatımızı zindana çevirmemektir. Mümin için aslolan hem dinin temel direkleri olan ‘itikad, ibadet ve ihsan’dan oluşan üçlü sacayaklarını hem de Aşk-ı bendisini muhafaza ve müdafaa edebilmesidir. Ki, bu temel direklerimiz ve Aşk-ı bendimiz etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz bize hayat veren can damarlarımızdır. Allah korusun bize hayat veren can damarlarımızdan biri koptuğu zaman ortada ne Müslümanlığımız kalır,  ne de Aşk-ı bendimiz.  O halde neydik edip itikadsa itikad, ibadetse ibadet, ihsansa ihsan, Aşk-ı bendiyse Aşk-ı bendice yaşamak gerekir ki hayat damarlarımızla olan bağımız kopuvermesin. Aksi halde bize hayat veren can suyu damarlarımızı kıyamete dek taze, iri ve diri olarak tutamayız.  Malumunuz Allah Resulünün dar-ı bekaya göçüyle birlikte Nübüvvet Gül kokusunu koklamayalı epey üzerinden hasretlik dönemler geçti. Her ne kadar her geçirilen hasretlik dönemlerde müminler Nübüvvet-i Gül koksundan yoksun bir halde kendilerini öksüz hissetseler de,  ama sonradan şunu anladık ki,  bizi şimdiye kadar ayakta tutan yegâne güç kaynağı Gül’e olan hasret duygu seli ve gönlümüzde yanıp tutuşan Aşk-ı bendi meşalesiymiş meğer. Düşünsenize bizi ayakta tutan bu kadarcık hasretimizi bile bize çok gören bir takım karanlık mihraklar, bu kez gönüllerde bir türlü sönüp tükenmek bilmeyen Aşk-ı bendi meşalemize göz dikmiş durumdalar.  Ama hiç boşa heveslenmesinler, unuttukları bir şey var ki,  bedenlere topla, silahla,  bombayla hâkim olunabiliyor ama gönüllere öyle bedenler gibi asla hâkim olunamaz.  Çünkü biri görünen fiziki güç, diğeri ise görünmeyen Bâtıni güçtür. Görünen güç bir yere kadar gücünü devam ettirebilirken,  görünmeyen güç ise sonsuzluğa vurgunluğu ta ezelde ebediyetlik kazanmış bir güçtür.  İşte ta ezelde Ümmet-i Muhammed’in tutku gözlerinde ebediyetlik kazanan bu hissi güç şer odaklarının uykularını kaçırmaya yeter artar da.   Zaten biz biliyoruz ki,  zulüm asla payidar olamaz. Şu dünyada pusatsızda kalınsa er ya da geç kazanan dünyanın dört bir yanında zulme ve gadre uğramış Müslümanların gözyaşı damlaları kazanacaktır. Kaldı ki tarih bugüne dek sevgiyi yenen bir güce ne tanık olabildi ne de yazabildi.  Yazamaz da zaten. Hele tarihten bugüne onca akıtılan gözyaşı damlalarının birikip sel haline geldiğini bir düşünün,  bak asıl tarihe nasıl not düşülür o zaman sen gör kızılca kıyameti.  Tüm Mazlumlar adeta karşılarına  “Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım” misali bir güç olarak çıkarda.  Bakmayın siz öyle aşk-ı bendilerin yumuşak huylu görünmelerine. Yeri geldiğinde bir bakmışsın uysal koyun olmaktan çıkıp kadife eldiven içinde demir yumruk olurlar da. Yeter ki, aşk-ı bendiler yüreklerinde saklı tuttukları sevda ateşine halel getirmesinler icabında kendilerine örnek aldıkları Derviş Yunusun mısralarında zikredilen:
         “Derviş bağrı baş gerek
          Gözü Dolu yaş gerek
          Koyundan yavaş gerek
          Sen derviş olamazsın
                  ***
         Döğene elsiz gerek
         Söğene dilsiz gerek
         Derviş gönülsüz gerek
         Sen derviş olamazsın” şeklinde anlam kazanan Erenimsi Yunuscasına sevgiden anlamayanlara karşı gerektiğinde: 
       “Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum,
        Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum,
        Kanayan bir yara gördün mü yanar ta ciğerim,
        Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim”  şeklinde kükremiş aslan kesilip Mehmet Akif haykırışıyla Yavuzcasına alp olunur da.
         Hem kaldı ki, bizim Yunusi sevgimizden ve Yavuzi haykırış duruşumuzdan ders çıkarmasalar ne olur ki,  bizim açımızdan önemli olan tıpkı namazda aynı safta omuz omuza yan yana olduğumuz gibi ümmetin yekvücut bir olması çok mühimdir.  Malum, birlikten kuvvet doğar. Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v)  bu hususta ümmetine şu öğütte bulunmayı ihmal etmez de: “Birbirinizi tam sevmedikçe tam manasıyla iman etmiş olamazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi?  Aranızda selamı yayın.”  
         Öyle ya, madem Allah Resulü ümmetine böyle öğüt vermiş,  o halde daha neyi bekliyoruz,  oyalanmaya gerek yok,  derhal ümmet olarak her birimize ‘Salatullah, Selamullah Aleyke Ya Resulalah, Salatullah, Selamullah Aleyke Ya Habiballah‘ nidaları eşliğinde Medine’nin yollarında güller açmış Ravzasında Aşk-ı bendimizi tazelemek düşer. Nasıl ki sünnetullah gereği olarak tövbemizi sık sık tazeliyorsak,  aynen Aşk-ı bendimizi de sık sık tazelememiz icab eder. Buna mecburuz da. Çünkü Allah Resulü “Amellerinizin en faziletlisi Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir” diye beyan buyurmakta.          
           Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3871/ask-i-bendi
         


     

17 Mart 2020 Salı

RABITA-İ ŞERİFE



RABITA-İ ŞERİFE
      SELİM GÜRBÜZER
      Düşünmek iyi yönde de olabilir, menfi yönde de. Hani güzel bir atasözümüz var ya: ‘Dervişin fikri neyse zikri de odur’ diye.  Madem öyle, iyi olanı düşünmek varken,  menfi yönde düşünmekte niye?  Hem menfi düşünmekle,  ta baştan Hz. Ali (k.v)’in beyan buyurduğu “Niyeti kötü olanın attığı ok eninde sonunda kendine döner” veçhiyle kendi kendimizi heba etmiş oluruz.  O halde daha ne duruyoruz, gelin hep birlikte iyi yönde düşünelim ki; Ariflerin deyişiyle hayırlar feth ola, şerler def ola, gönüller şad oluversin.  
         Malumunuz İslam’da müsbet manada düşünmek tefekkür olarak karşılık bulurken, menfi düşünmekse koyu cehalet ve taassub olarak karşılık bulur. Hakeza tasavvufi manada deruni düşüncelere dalmak ise, tıpkı Abdurrahim Karakoç’un ‘Ben hep seni düşünürüm’ şiirinde dile getirdiği:  
        “Aşktan yana söz duyunca,
         Ben hep seni düşünürüm,
         Uçsuz hayaller boyunca
         Ben hep seni düşünürüm” şeklinde  ‘Rabıta-i Şerife’ olarak anlam kazanacaktır. Öyle ya,  kâinat aşk üzerine mayalandığına göre, bir sofi içinde Allah’ı hatırlatacak bir kâmil mürşide aşkla muhabbetle gönlü gönle bağlayıp bu durumun rabıta-i şerife olarak anlam kazanması son derece gayet tabiidir. Zira Ubeydullah Ahrar (k.s)’ın Reşahat’ta geçen sohbetinde “Bu keyfiyet iki kısımdır: Birincisi zahiren beraberlik, ikincisi kalbi beraberliktir” diye beyan buyurması bunun teyididir. Öyle ki bu teyid  ‘Rabıta-ı Şerife’ manasına bir teyittir. Şayet ortada kalbi beraberlik yoksa zahiri beraberlik ister istemez şekli olacaktır. İlla ki kalbi bağ kurmak gerekir ki şekli olmaktan çıkılabilsin. Nitekim Yüce Allah’ın “Allah’tan korkun, sadıklarla beraber olun” (Tevbe suresi, 119) diye beyan buyurduğu hükmün kapsayıcılığı hem zahiren hem de manen bağlılık gerektiren bir hükümdür. Ki;  Sadatlardan Şeyh Abdullah El Ahrari (k.s.); bu ayet-i celileyi okuduğunda sadıklarla zahiren beraberliği ‘sohbet beraberliği’ manasına tefsir ederken, manen beraberliği ise gönlü gönle bağlama manasına ‘Rabıta-i şerife’  olarak tefsir etmiştir. Anlaşılan o ki, rabıtasız sofilik olmaz,  tasavvufi hayat gönlü gönle bağlamayı gerektirir çünkü. Zaten bir sofiyi tasavvufi hayata bağlayan da, ya mürşidinin lisanından çıkan güzel bir sohbet kelamı, ya da mürşidinin iki kaşı arasından süzülerek kalbine akan nurani feyzidir. İşte bu bağlayıcılık olmasa sofi ne mümkün ki,  tefekkür deryasına dalabilsin. Bakınız, Peygamberimiz (s.a.v)’e Allah’ın veli kulları kimlerdir diye sual tevdi edildiğinde verdiği cevap çok manidardır: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah (c.c) hatıra gelir “ (Taberi, 4/2731).
         Gerçektende Allah Resulünün bu güzel beyanına tasavvufi gözle baktığımızda ‘Rabıta-i Şerife’nin ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz dersek yeridir. Zaten öyle de anlamamız icab eder. Çünkü Yüce Allah’ın kâinatı Habib’inin yüzü suyu hürmetine yaratmasının temelinde bizatihi ilahi aşk gerçeği yatmaktadır. Dolayısıyla bir sofinin ilahi aşka kayıtsız kalması sofilikle asla bağdaşmaz,  bilakis sofinin ‘Onlar görüldüğünde Allah’ı hatıra gelir’  hadis-i şerifin mana ve ruhuna uygun olarak aşkla muhabbetle rabıta yapıp Allah Resulünün bu buyruğuna icabet etmesi gerekir.  Malumunuz Rabıta-i Şerife’nin Arapça lügat anlamı gönlü gönle bağlamak demektir.  Hatta Rabıta-i Şerife’nin lügat manasının ötesinde yukarıda zikrettiğimiz Karakoç’a ait ‘Ben hep seni düşünürüm’ şiirinin devamındaki dizelerle bile anlamlandırabiliriz pekâlâ:
        Yıldızlar kayar yüceden;
        Renkler sıyrılır geceden;
        Yüreğim sızlar inceden;
        Ben hep seni düşünürüm.
                  * **       
       Aklın ucu değer hiçe;
       Yol ararım içten içe,
       Kâinat uyur sessizce,
       Ben hep seni düşünürüm.
       İşte bu müthiş dizelerden yola çıkarak kâinat uyuya kalsa da, aklının ucu hiçe değse de gönlünü mürşidine rabt etme halini sofinin ruh dünyasında Allah’ı hatırlatacak derecede nasıl etki yaptığını az çok tahayyül edebiliyoruz. Şayet dizelerinde bizim gibi aklı melekeleri olmuş olsa tahayyül gücüyle oyalanmak yerine kendini sofinin yerine koyup ‘Rabıta-i Şerife’ hal lisanınca şöyle dile gelecekti:       
       Korkunun bittiği yerde,
       Haz duyarım perde perde,
       Bir mezar görsem bir yerde,
       Ben hep seni düşünürüm.
                  ***
       Zaman hep sonsuza akar,
       Meyve dökülür, dal kalkar,
       Çiçeklere bakar bakar,
       Ben hep seni düşünürüm.
                  * **
       Rüzgâr esen ilden ile
       Sağlıkta bitmez bu çile,
       Vardan öte, Yokta bile,
       Ben hep seni düşünürüm.
        Ne diyelim, işte görüyorsunuz gerçek aşk-ı bendi ve gönül bağı bu dizelerin dilinde gizlidir. Bu öyle aşk-ı bendi bir haldir ki,  üstelikte vardan öte, yokta bile Allah’ı hatırlatacak derecede bir gönül bağı gizemdir bu. Varda yok yokta var, hiç fark etmez,  sofi için asl olan düşünde hep o’nun var olması mühimdir.  Hele sofinin yolu bir mezara düşmeye görsün kendini ölümsüz aşk deryasının ortasına düşmüş hissedecektir. Sofi nasıl öyle hissetmesin ki, iç âleminde kıpır kıpır cezbe halde dizginleyemediği öyle bir aşk muhabbeti vardır ki,  o aşk-ı bendi cezbesi kemale erdiğinde bir tutkudan bir tutkuya kendisini taşıyan aydınlık bir meşale olur da. Öyle ki,  içindeki bu aydınlık aşk-ı bendi meşalesi sayesinde sırasıyla bir bir “Fena Fil Sofi,  Fena Fiş Şeyh,  Fenâ Fir Resul, Fenafillâh,  Bekabillah" basamaklarını aşıp en nihayetinde şeb-i arus vuslat hâsıl olurda.  
         Bakınız, Kur'an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül adlı kitabın sayfalarını çevirdiğimizde Seyda Hazretleri'ne bir gün ''Efendim, rabıta, tevessül ve himmet konularında bize sohbet eder misiniz?'' diye sorulduğunda mübareğin şöyle buyurduğunu görürüz:   
      ''Tarikat-ı Nakşibendî'de mürşid rabıtası çok önemlidir. Çünkü müride en fazla fayda veren şeyh rabıtasıdır. Bir mürid şeyhinin ruhaniyetini manevî tasarruf ve yardımını her an yanında düşünmelidir. Hatta her attığı adımda şeyhinin ayak izlerine bastığını düşünerek onda (onun halinde) fani olmaya bakmalıdır. Çünkü insan şeyhine rabıta yapa yapa onun manevî tasarrufatı altına girer ve ondan istifade eder. Müridin mürşidinden istifadesi iki şekilde olur: Birincisi, zahiren o’ndan şeriatı öğrenmek,. İkincisi, batınen şeyhin feyzinden istifade etmek. Birincisinde her Müslüman, Müslüman’ca yaşaması için gerekli olan ilimleri öğrenmektedir. İkincisinde ise yine herkese farz-ı ayn olan ilahî muhabbeti tahsil, ihlâsa ulaşma, ahlâk-ı hamideyi elde etme, kin, haset, ucub gibi çirkin sıfatlardan kurtulma gibi nimetleri elde etmektedir. Bu ilimlerin öğrenimi ve uygulanması ekseriya bir manevî tedavi neticesinde vukua gelir. Bu feyiz ve nisbet, kalblere tasarruf eden Cenab-ı Hakk tarafından verilir. Allah kime murad ederse Sadat-ı Kiram o tarafa yönelir ve o kimseye nasibini ulaştırır. Bu işte her şey, şeyhin isteği ile değildir. Öyle olsaydı Gavs- Hizanî (k.s) manevî emaneti (hilafeti) Seyda-ı Taği'ye değil, kendi çocuklarına verirdi.
     Sadatın nisbeti, Peygamber Aleyhisselamın ümmeti için verilmiş bir rahmet, bereket ve hidayettir.
    Geçmiş meşayih aynı usul ve meşreb üzere olmayıp, değişik şekillerde terbiye, ta'lim ve irşad içindeydiler. Mesela, Gavs-ı Hizani kendisi zahirî ilmi Molla Camî'ye kadar okumuştu. Ama Mevlana Halid-i Ölekî (k.s) gibi zamanın büyük bir âlimi, onun yanında seyr-u sülukunu tamamlıyordu.
      Gavs- Hizanî (k.s) çok az konuşurdu, fakat müridlerinde aşırı bir muhabbet ve cezbe vardı. İrşad ve vaazda en önemli olan; va'z eden kimsenin manevî durumudur. Seyru sülukunu tamamlamış bir kimsenin irşadı farklı olur. Sâdatların hâli başkadır. Bir gün Hazret (k.s) sevdiği bir hocaya şöyle demiştir: ''Hoca! Şu karşıdaki ağaçlara bak; içinde kalem gibi doğru olanlar da var, eğri büğrü olanlar da var. Sadatlar, kalem gibi düzgün ağaca benzer, sen onlardan istifade etmeye bak.''
       Bir ayet-i kerimede ''Sadıklarla beraber olun'' buyrulmuştur. Bu ayeti kerimenin tefsirinde birçok ulema rabıtaya işaret olduğunu söylemiştir.
       Elimize kuvvetli bir mıknatıs alsak etrafımdaki küçük metal parçalarını kendisine çektiğini görürüz. İşte insanın durumu da böyledir. İlmen ve aklen kuvvetli olan kişiler etrafındaki insanları etkilerler.
      Mürşidler kuvvetli imanlarından ve ilâhî tasarruflarından dolayı müridlerinin kalplerini dünya sevgisi ve malayani şeylerden temizleyip Allah'a bağlarlar. Bu da tevbe-i nasuh ile meydana gelir. Tevbe-i nasuh insanın sıfatını değiştirir. Sıfatın değişmesi demek, haram fiilleri, çirkin sıfatları terk ederek İslâm'ın meşru dairesine girmek yani sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır.
    Bazı sadatlar demişler ki: ''Bizim görevimiz çözüp bağlamaktır.'' Kendilerine: ''Siz neyi çözüp bağlarsınız?'' diye sorulduğu zaman ''Biz, bize tabi olanların kalplerinden dünya muhabbetini çözüp Allah ve ahiret sevgisine bağlarız'' demişlerdir.
      Rabıta manevî bir hattır, müridi, mürşidine ve geçmiş sadatlarına bağlar. Rabıtaya sımsıkı sarılıp devam ettiriniz. İslâmî hizmetleri bırakmayınız. Virdlerinize devam ediniz. Sülukunuzu ilerletiniz. Letaiflerin aslî makamlarına ulaşmasına gayret ediniz. O zaman göreceksiniz ki Allah'ın izniyle Peygamber Efendilerimiz manen size yardım ediyor, geçmiş sadatlar tasarrufta bulunuyor. Bu nimetleri dünyada iken kazanmak isterseniz, tarikat-ı aliyye'nin edeblerine uyunuz; o zaman halk içinde Hakk ile beraber olma sırrı tecelli eder, imanınız taklitten tahkike yükselir. İlme'l yakin ise ayne'l yakin, ayne'l yakin ise hakke'l yakin olur. Bunların hepsi tarikatın temin ettiği nimetlerdir.
       Allah dostları hakkında ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: ''Biliniz ki Allah'ın velileri için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.'' Bu nimete ermek ancak dünyada amel-i salih yapmakla olur. Amel-i salih sahipleri için ahiret âlemi ne kadar kolay ve ne kadar güzeldir. Ameli olmayanların vay haline. Akıllı kişiler, bir nefesini dahi gafletle geçirmeyen kimselerdir. Siz akıllı kimselerden olun.''
        Bir gün Seyda (k.s) Hazretleri'ne ''Efendim! Namazda, virtte, hatmede rabıta olur mu? Olursa nasıl yapılmalıdır? Diye sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir: ''Namazda rabıta hususunda bazı sadatlar değişik sözler söylemişlerdir. Sonra cahiller onu ifrata götürüyor. Sizler, namaza başlamadan önce rabıta yapınız. Böyle olursa namaza huşu içinde başlanır.
      Cenab-ı Hakk, her müridinin yanında mürşidinin bir ruhaniyetini halk eder (Onun ruhunun nuraniyeti mürid üzerine akseder). Bu yolla mürşid, kalbe tasarruf eder. Bu, Cenab-ı Hakk'ın bir ikramıdır; her şeyi halk eden o’dur. Bu halin vakıada örnekleri çoktur. Nitekim bazı müridlerin kötülüğe meyil durumunda, bazen mürşidi temessül ederek, bazen rüyada, bazen de manevî bir halle onu sakındırdığı vakidir. Bu işleri hakikatte yaptıran Allah'tır. Tarafından bir rahmet olarak mürşidi bu işe vesile kılmıştır.
     Virtte rabıtaya gelince; sadatlara okunan fatiha bir hediyedir. Hediye karşılıksız olmaz. Bu sayede silsiledeki meşayih sizleri tanır. Böylece hatme ve teveccühte sadatlarla baraber olursunuz. Hatmeleri kaçırmayın; teveccüh, ilahî muhabbeti getirir.
      Bir mürid, zikir çekerken Fatihalardan sonra biraz rabıta yapar sonra zikrine başlarsa çok fayda görür. Zikir çekerken huşu ve edebinizi kontrol ediniz.
       İnsana en çok fayda veren bir şey de ölüm rabıtasıdır. Ölüm rabıtası tul-i emeli yıkar, ihlâs ve yakini doğurur.
    Hazret (k.s.), her gün yakınlarından ahirete gidenlerin isimlerini zikrederek ''sıra bize geldi'' derdi.
       Rabıta, nefse karşı en büyük ilaçtır. Rabıta kuvvetlendikçe insan, nefsin hile ve azgınlıklarından kurtulur. Rabıtaya devam ediniz.
    İnsan kendini mahlûkatın en aşağısı olarak görmelidir. Köprü gibi olmalıdır. Üzerinden herkes geçse o görevini yapmalıdır. Nakşibendî nisbeti, nefsini terbiye eden, ihlâs ve teslimiyet sahibi kimselerin üzerine gelir. Evrad-ı Nakşibendiyyeden maksad nefsi ıslahtır. Şeytanın helakı, kendini üstün görmesindendir. Cenab-ı Rabbu'l âlemin bizleri nefsin şerrinden muhafaza eylesin''(Bkz. Kur'an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül-Hazırlayan: Ömer Yıldız).
       Yukarıda da namazda rabıta hususunda her ne kadar sadatlar değişik görüşler bildirmiş olsalar da bu mesele Kütub-i Sitte'de özetle şöyle geçer:
       Ashab-ı Kiram'dan biri Hz. Peygamber'e (s.a.v.) rabıta yapıp namaz kıldığında bunu bir sahabe arkadaşıyla şöyle paylaşır:
       - Belki inanmayacaksın ama şimdiye kadar hiç böylesine lezzetli namaz kılmamıştım.
       Tabii arkadaşı bunun üzerine itiraz edip şöyle der:
       -Sen nasıl olurda Hz. Peygamberi (s.a.v.) böyle hayal ediyorsun (rabıta ediyorsun) bu bir küfürdür.
       Derken her iki sahabede soluğu Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanında alırlar.  
       Hz. Peygamber (s.a.v.)’e durum intikal ettiğinde hoş görüp:
       -İyi yaptı der.
       Fakat burada ince bir ayrıntıya dikkat etmekte fayda vardır. Şöyle ki,  bu hususta sadatların da hem fikir olduğu, yani dikkat edilmesi gereken husus sofinin kendi kendine “mürşidim benim ne yaptığımı, nerede olduğumu her an, her saniye her halime vakıftır” türünden yanlış düşüncelere kaptırmaması çok mühimdir. Oysa mürşidin mürid üzerindeki tasarrufatı Allah bildirirse bildirir kadarıyla bir tasarrufattır, bunun aksini iddia etmek maazallah haddi aşmak olur, zaten küfürdür bu.  Hiç kuşkusuz  mutlak manada bilmek sadece Allah'a (c.c) mahsus bir sıfattır.
          Velhasıl-ı kelam, Rabıta-i Şerife hakkında adı geçen kitapta Seyda Hz.leri söyleyeceğini söylemiş zaten, bize ancak bu noktada Gönül Sultanının ardından bıraktığı Gönül Sultanlarına gönülden rabt olmak düşer.

11 Mart 2020 Çarşamba

ARAYAN BULUR


ARAYAN BULUR
                   
              SELİM GÜRBÜZER
              Bu yolun ilk başında arayışa koyulmak vardır, ardından bulmak, en nihayetinde ise vuslata ermek vardır.  Bakınız Yunus arayınca kendini Tabduk Emre’de buldu. Mevlana’da arayınca Şems’i Tebrizî’de buldu kendini. Malumunuz Hükümdar İbrahim Ethem ise bir Arabî’nin damda deve aramasından yola çıkarak, o’da kendini bir şeyhin kapısında bulur. Yüce Allah (c.c) bir sebep halk edecek ya, aslında deve arama işin bahanesiydi. Nitekim İbrahim Ethem haremiyle sarayında cennet hayaline dalmış bir halde kuş tüyü yatağında sohbet ederken damdaki adamın ayak sesleri o an tüm süslü hayallerini altüst etmeye yeter artar da. Öyle ki, sinirinden damda ki adama da şöyle çıkışır:
        -Ey Arabî, nedir gecenin bu vaktinde patırtı gürültü, hem dam da senin ne işin olabilir ki?
      Bunun üzerine Arabî adam cevaben:
        -Kaybettiğim develerimi arıyorum der..
       Tabii İbrahim Ethem bu cevap karşısında ‘La havle… bu ne söz, git işine’ dercesine sinirinden küplere binip şöyle karşılık verir:
        -Bire adam, damda deve mi aranır?
         Adamcağız İbrahim Ethem’in öfke halinin tam aksine gayet sakin bir halde şöyle mukabelede bulunur:
        -Peki, damda deve aranmaz da, bir hükümdar olarak sarayda kuş tüyü yatağında cennet nasıl aranır ki?
          İşte nereden gelindiği bilinmeyen bu can alıcı sözler, İbrahim Ethem’in aklını baştan çoktan alır bile.  Öyle ki, ertesi gün kendini derin düşüncelerden sıyırmak adına vezirleriyle günlük meseleleri istişare etmek ihtiyacı duyacaktır. Ancak istişare de çare olmayacaktır. Nasıl çare olsun ki, tamda vezirleriyle istişare havasına dalmışken, padişahı bu kez sarayın bahçesinden bir takım bağırtı çığırtı sesleri derin düşüncelere daldıracaktır. Zira şöyle dışarıyı göz ucuyla etrafı kolaçan ettiğinde birde ne görsün bahçede genç bir delikanlı yaka paça muhafızlarıyla tartışmakta. Derhal o genci huzuruna çağırdığında:
       -Hey delikanlı, söyle bakalım seninle muhafızlarım arasında ne alıp vereceğiniz vardı ki habire bahçede itişip kalkışıyordunuz,  hayırdır bir derdiniz mi var? diye sual eyler.
Genç:
         -Efendim, bu adamlar benim Han’a girmeme mani oluyorlardı, dert davam budur.
İbrahim Ethem:
         -Bilmem ne söylediğinin farkında mısın, bikere her şeyden önce ağzından çıkan lafı kulağın duysun,  bakın burası Han değil, Saraydır.  Ve de bu sarayın hükümdarı da benim.
 Genç inatla:
-Hayır, sen öyle san, burası basbayağı Han’dır der.
         Hayda, şimdi İbrahim Ethem’in yerinde kim olsa bu sözler karşısında çıldırmamak ne mümkün. Baksanıza neyin nesi bilinmez ama dün damda ki adam, bugünse genç delikanlı bir adam bir anda karşısına çıkıverdiler. Padişahta olsa o’da nihayetinde bizim gibi bir insan,  ister istemez öfkesine yenik düşüp şöyle mukabelede bulunması kaçınılmazdır: 
         -Hey delikanlı, yoksa sen aklını mı yitirdin, şöyle sağına soluna baksan iyi olur, bak sana son kez söylüyorum, gözünü iyice aç bulunduğun yer ‘Han’ değil, Saraydır, şunu iyi bilesin ki bu sarayın hükümdarı da benim.   
Genç:
        -Asla düşündüğün gibi ben aklımı yitirmiş değilim, hem madem ısrarla ‘Han’ değildir diyorsunuz, şimdi sorarım size,  acaba sizden önce burada kim vardı?
İbrahim Ethem:
-Daha öncesinden burada babam vardı elbet. Ve bu dünyadan göç eyledi.
Genç:
-Peki, babandan önce kim vardı?
İbrahim Ethem:
        -Tabii ki babamdan öncede dedem vardı, herkes gibi vakti saati geldiğinde o‘da göçtü göç eyledi.
Genç:
        -İşte sizde kendi ağzınızdan itiraf ettiğiniz gibi burası saray değilmiş, basbayağı Han’mış. Şimdi tekrar sorarım size: birilerinin mesken tutup diğerlerinin göç eylediği mekâna Han denmez de, peki ne denir ona?  
           Evet,  bir insan böylesi can alıcı sözler karşısında padişahta olsa nereye kadar itiraz edebilirdi ki, sus pus olacağı muhakkak.  Deminde dedik ya,  hiç hesapta yokken durduk yere dün bir adam sarayın damında develerini aramaya kalkışıyor, bu günde bir genç ‘Han’ sandığı saraya girmeye uğraşıyor. Ortada garip bir şeylerin döndüğü besbelli,  ama acaba ne?  Şimdi gel de işin içinden çık çıkabilirsen. Hele birde tüm bu olup bitenler ikide bir padişahın etrafında dönüp dolaşıyorsa, meseleye sıradan bir mesele ya da tesadüfen gelişen hadiseler gözüyle bakamayız da elbet. En iyisi mi biz Yüce Allah (c.c) bir kulu için bir şey murad etmişse, mutlak bir sebep halk eder diye düşünmek en doğrusu, fazla kurcalamaya gelmez. Zaten bundan ötesi bizi aşan durumdur. Kaldı ki Yaradanın hikmetinden sual olunmaz da.  Zira maksat hâsıl olduğunda o iki adam sırra kadem basar bile. Artık bu noktadan sonra İbrahim Ethem kendisiyle baş başadır. Şimdi o’nun için tam da olan biteni muhasebe etme zamanıdır. Çünkü adamların söylediği sözler öyle yenilir yutulur cinsten sözler değildi, öyle ki insanın nevrini döndürecek bir söylenip bin düşündüren sözlerdi. Yine de İbrahim Ehem’in padişah olması hasebiyle memleketin ahvalini düşünerekten bir şekilde gönlüne dokunan bu sözlerin tesirinden kurtulması gerekirdi, takdir edersiniz ki bu kafayla ahaliyi idare etmesi zor olacaktır. İbrahim Ethem neyse ki o an içinden gelen sese kulak verip kafasını dağıtmak adına kendini kırlara bayırlara atacaktır. Derken av elbiselerini tam takır giyinik bir halde dağın vadisine doğru yol alır da. Yol boyunca ilerlerken ilk etapta karşısına bir ceylan çıkıverecektir. Ancak gözüne kestirdiği ceylanı avlamak pek kolay olmayacaktır, epey kendisini yoracaktır.  Ceylanın ardı sıra nefes nefese koşturur da. En nihayetinde avını kıskıvrak köşeye sıkıştırdığında kendi kendine şöyle teselli olur:
         - Hadi şimdi kaçta bir göreyim. Beni bir hayli ardından koşturup yordun da ne oldu, sonunda seni yakaladım ya,  
          Oysa İbrahim Ethem kendi kendini teselli etmekle şimdiye kadar başına gelenlerin hiçbirinden ders almamış gözüküyor. Anlaşılan kendisine gelmesi için iyi bir ders daha verilmesi gerekiyormuş. Ve verilmesi gereken bu ders bu kez köşeye sıkıştırdığı ceylandan gelecektir.  Allah’ın izniyle ceylan ceylanlığını gösterip hal lisanıyla şöyle dile gelir de:  
        -Görüyorum ki, ne de pek heveslisin beni avlamaya, hadi beni öldürdün varsayalım,  başın göğe mi erecek sanki.  Allah aşkına, hem sen bu işler için mi (av avlamak için mi) dünyaya geldin, ben senin yerinde olsam yaradılış gayene yönelik işleri yapmak için heves ederdim.  
         İşte bu sözler İbrahim Ethem’e bu dünyada öyle rahatlık yüzü yoktur demenin başka bir ifade ediliş türüdür. Belli ki Yüce Mevla, ceylanı İbrahim kuluna vesile kılıp inceden inceye yaradılış gayesi doğrultusunda arayışa koyul denmekte. Zaten tüm bu yaşananlardan ders çıkardığında hem de padişahlığı, sarayı, tacı tahtı bırakacak derecede araya araya soluğu bir mürşidin kapısında alacaktır. Fakat dergâhın kapısına dayandığında mürşid hemen el vermez, İbrahim Ethem’e der ki:
         -Bak evlat,  olur ya maiyetinde idare ettiğin onca ahaliye zulmetmiş ya da zorla ellerinden mallarını almış olabilirsin, bizim yolumuzun düsturu gereği tüm bunların iadesi gerekir.
        Bunun üzerine İbrahim Ethem her kimde kul hakkı varsa helallik dileyip hepsini kuruşu kuruşuna sahiplerine iade eder de.  Böylece dergâha kabulü bu şekilde gerçekleşir. Ama yine de her şey bitmiş sayılmazdı, bu kez şeyhi o’nu samimiyet testinden geçirecektir. İsterseniz kendi kendimize empati yapıp bir an padişahın yerinde kendimizin olduğunu varsayalım, acaba hangimiz sarayı,  tacı, tahtı bırakırda gelip bir şeyhin kapısında derviş olurduk ki. Hatta bu adam delimidir nedir diye alay etmesinler diye dergâhın yanından bile geçmezdik.  Dolayısıyla padişahın teste tabii tutulmasını çok görmemek gerekir. Kaldı ki bizim dünyalılık olarak kaybedeceğimiz hiç bir şeyde yok ortada,  ama padişahın öyle değil,  başta tacı tahtı olmak üzere dünyalık olarak kaybedeceği çok şey var.  Bu yüzden bilhassa padişahın test edilmesi son derece yerinde bir uygulamadır. Öyle ya, bakalım adam padişah ama gerçekten sarayını tahtını tacını terk edecek derecede samimi mi? Gerçekten de İbrahim Ethem hak ve hakikat yolunda nefsine teslim olmaz şeyhine teslim olaraktan samimiyet testinden geçer de. Böylece Allah için dergâhta 10–15 sene aşk ve muhabbetle teslimiyet örneği göstermenin neticesinde zamanın en büyük evliyaların arasına adını yazdırır da.
            Sanmayın ki teste tabi tutulmak sadece okullarda diploma almak ya da dünyalık bir işe girmek içindir. İşte anlatılardan görüyorsunuz maneviyat dünyasında da teste tabi tutulmak vardır elbet.  Üstelik maneviyat dünyasında teste tabii tutulmak sadece İbrahim Ethem’e has bir durum da değil, dahası var elbet.  Bakınız,   Mevlana Halid ve Alaaddin Attar Hz.leri gibi zatlar gibi daha niceleri de buna dâhildir. Bir bakıyorsun hak ve hakikat yolunda Mevlana Halid Bağdadi (k.s) gibi bir âlim zat, Abdullah Dehlevì (k.s)’ın kapısında tuvalet temizliği imtihanından geçebiliyor. Yine bir bakıyorsun Alâeddìn Attâr Hz.leri, Şahı Nakşibend (k.s)’ın talimatıyla ahalinin gözü önünde elma satmakta. Sakın ola ki, verdiğimiz bu örneklerden hareketle teslimiyet derken körü körüne gidin birilerine teslim olun anlamı çıkmasın. Bilakis teslimiyetten maksadımız Sadatların kast ettiği şekliyle  “ölü teneşirin de ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi işin ehli maneviyat büyüklerine teslim olmak” manasına teslimiyettir bu.  Asla böyle bir teslimiyet dünyanın kölesi bir teslimiyet değil, ahretimizi kurtarmaya yönelik Allah’a hakiki manada abd olma (köle olma)  teslimiyetidir bu. Unutmayalım ki ‘abd’ olmadan ‘Abdullah-Allah’ın kulu’ olunmaz. Bakınız Yunus, Tabduk’un kapısında eşiğine yüz sürerekten teslim olduğunda ancak gerçek anlamda bizim Yunusumuz olabilmiştir. Hakeza Mevlana’da Şems’e teslim olduğunda ancak o zaman gerçek anlamda Mevlana’mız oluvermiştir. Nasıl Mevlana’mız oluvermesin ki, ilk kez Kalenderi Şeyhi Şems’i Tebrizî ile göz göze geldiğinde o’na ilk teslimiyet nasihati: ‘Dışarıya karşı sağır ol, içte keşfedilen sınırsız âleme yönelip gerçek aşkı yaşa’ şeklinde olacaktır.  İşte bu ilk teslimiyet nasihatı Mevlana’da  “hamdım, yandım, piştim” şeklinde safha safha etkini gösterip her devirde  “Ne olursan ol yine gel” mesajıyla tüm insanlığın ruh dünyasında aradığı bir nefes sıhhat soluk olur bile. 
          Peki ya, hakikat arayışında İmam-ı Gazali nasıl teslim oldu derseniz, tabii bunun bir öncesi var bir de sonrası söz konusudur. Nitekim Gazali, teslim olmadan önceki halini şöyle izah eder de: “Medreseye girişim sırf Allah rızası için ilim tahsil etmek olmayıp maişetimi temine yönelik olmasına mukabil, Allah’ın lütuf ve keremiyle beni yüce rızasını tahsile muvaffak kıldı.”   Gazali,  bir şeyhe teslim olduktan sonra ki halini ise şöyle ifade edecektir:“Ben eskiden kendisiyle mevki elde edilen ilmi yayıyordum. Kasıt ve niyetim bu idi. Fakat şimdi mevki ve rütbeyi terk ettiren ilme davet ediyorum. Şimdiki maksat ve arzum budur.”  İşte görüyorsunuz öncesi sonrası derken bir anda hak ve hakikat arayışında tam teslim olduğunda aradan yüzyıllar geçmesine rağmen ardından Hüccetül İslam İmam-ı Gazali olarak adından söz ettirir de. Hatta o tasavvufi lezzeti tattıktan sonra sofilere toz kondurmaz da. Öyle ki sofiler hakkında kanaatini belirtirken de, onların Allah yolunda kimseler olduklarını,  onların hayat tarzlarının en güzel yaşama tarzı olduğunu,  takip ettikleri yollarının en doğru yol olduğunu, ahlaklarının en güzel ahlak olduğunu dile getirmekten kendini alamaz da. İcabında bilhassa anlamak istemeyenlere yetmedi sözlerinin devamında sofilerin dış ve içlerindeki hareket ve duygularının hepsi nübüvvet kandilinin nurundan almış olduğunu bir kez daha dile getirme sorumluluğunu ihmal etmez de.  Öyle ya, ben diyeceğimi deyimde, sonradan bizim haberimiz yoktu demesinler babından bir hatırlatmadır bu. Çünkü hak ve hakikat yolunda herkes aydınlanmaya muhtaçtır. Yeter ki aydınlatmaktan gaye Allah’ın rızasını kazanmak olsun hiç kuşkusuz bunun karşılığı insanların hidayetine vesile olmak sevabı olacaktır. Zaten dün olduğu gibi bugünde evliyaullah gerektiğinde köy köy, ilçe ilçe, il il, bölge bölge gezip insanların hidayetlerine vesile olmak için bir an olsun hiç boş durmuyorlar. Buna mecburlarda. Çünkü Resulullah Efendimiz (s.a.v): ''Ameller niyete göredir'',   yani, insan ne niyetle yaparsa o şekilde karşılık bulmakta diye beyan buyurmakta. Öyle ya,  niyet dünyalıksa insanın eline geçen dünyalık olur,  şayet niyet Allah içinse eline geçecek olan ahiret sermayesi olacaktır.  İşte bu noktada niyet kontrolü çok mühimdir. Nitekim Mevlana Halid (k.s)  vefat etmeden önce şöyle vasiyet etme ihtiyacı duymuş bile:
         “-Zenginlerde hakkım var, her zengin kurban kessin. Fakirler de bana Kur'an okusun.
       Tabii bu vasiyet karşısında halifelerinden hemen biri şaşa kalmış. Merak bu ya,  sormadan edememiş: 
      - Efendim siz o kadar muhtaç mısınız ki?
        Mevlana Halid (k.s) ise cevaben şöyle der:
       -Vallahi ben bir Fatiha’nın okunmasına bile muhtacım, hem de azbuz değil, çok muhtacım.''
          İşte görüyorsunuz, fazla söze ne hacet, hakikat arayışında Mevlana Halid Zülcenahayn (k.s) çift kanatlı büyük bir zat olmasına rağmen, o bile kendini muhtaç hissetmekte. O halde, daha ne duruyoruz,  vakit hak ve hakikat arayışına koyulmak vaktidir. Çünkü bu manada arayan Mevla’sına kavuşur da. 
         Vesselam.         
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3801/arayan-bulur