AŞK-I BENDİ
SELİM GÜRBÜZER
Kalpten kalbe ince bir yolun var olduğu
şundan belli ki, sevda ateşiyle yanıp tutuşanın kalbi diğer kalbe aks
edebiliyor. Bu yüzden sevgi için tutku gözlerle sevdiğine tutulmak denirken, aşk içinde bu tutkunun kalbe sirayet etmesi
denmekte. Hele bir insan kalbinde sevda ateşi yakmaya görsün, kalbin sahibi Allah’ın ismi tecelli eder
de. Hatta tecelli eden bu İsm-i Celil
sayesinde o insan Allah’ın sevgili kulu olarak layık görülür bile
Bakın, Cibril Emin Allah-ü Teâlâ’ya:
-Ya Rabb! Senin yüce katında en makbul
kulun kim diye sual eder.
Allah Teâlâ:
-Falan şehirde, filan yerde bir köprü
var, oradan ilk geçeni gördüğün adamdır diye beyan buyurur.
Cibril Emin denilen yere gelir ve kendi
halinde fakir bir adamı omzunda bir iple odun toplamaya koyulmuş halde görür. Tam o sırada adamcağız odunları sırtlamak üzereyken
o arada üzerine üzerine gelen atlı bir süvarinin atıyla birlikte tepetaklak
yuvarlanıp yere çakıldığına şahit olur. Derken atlı süvari yerinden doğrulduğunda
başlar adamcağızı dövmeye. Böylece adamcağızı döverek hırsını çıkardıktan sonra
tekrar yola koyulmak için atına biner. Fakat o fakir adam, yol vermeyecektir, atın yularından tutup süvariye
şöyle der:
-Biliyorum başına gelenler benim yüzümden
oldu, ne olur bana hakkını helal ediniz,
helal etmezseniz inanın atın yularını bırakmam.
Süvari çattık belaya dercesine:
-Tamam, helal ettim der.
Böylece adamcağız atın yularını bırakıp
süvariyi uğurlayıverir.
Tabi,
süvari çekip gittikten sonra, bu kez adamcağızın yanına Cibril Emin
sokulup o adama şöyle der:
-Bak, eğer bana Cibril Emin’in yerini
söylemezsen az önceki atlıdan daha seni beter hale getiririm bunu bilesin. Hiç
şakası yok seni şu köprüden aşağı atarım.
Adam bu sözler karşısında tir titrer de.
Hani gelen gideni aratır ya, aynen sözün sahibi az önce çekip giden süvariden
de çetin ceviz. Cevaben:
-Peki der.
Ve akabinde biçare halde gözlerini kapar derin bir murakabeye dalar. Ardından der ki;
-Bütün yer ve gök tabakalarını taradım
kala kala sadece ikimiz kaldık, ben Cibril Emin olmadığıma göre, o sensin.
Cibril Emin tebessüm ederekten:
-Allah indindeki makbul kulluğun sana
mübarek olsun. Hakkını helal edin, buraya geliş maksadım da Allah’ın sevgili kulu
olduğunu müjdelemek içindi deyip gönül rahatlığı içiresinde oradan
ayrılır.
Şayet her kıssadan bir hisse almak diye
bir derdimiz varsa işte bu anlatılan kıssada ziyadesiyle bizim istifade
edeceğimiz pek çok ibretlik dersler var elbet.
Öyle anlaşılıyor ki; ilk çıkaracağımız ders şu olmalı: Allah’ın sevgili
kulu olabilmek. Hele Allah’ın sevgili kulu olduğumuzu bir düşünün, değil insanı incitmek, yerde ki karıncayı bile
incitmekten imtina eder hale geliriz.
Hiç kuşkusuz incitmek çok hoş bir tutum değil.
Hele ki incitilen birde Allah’ın sevgili kulu bir müminse, vay o inciten
insanın haline. Çünkü incittiği sıradan bir insan değil, bilakis bir kutsi hadiste Yüce Allah’ın
(c.c) “Yere göğe sığmam, mümin kulumun
kalbine sığarım” diye övdüğü mümin insandır.
Zira Yunus’un dile getirdiği dizelerde
Allah indinde övülen mümin gönlü:
Çalab’ın
tahtı gönüle Çalap bahtı
İki cihân bed-bahtı kim gönül yıkar ise” şeklinde değer bulur da. Hem nasıl değer bulmasın ki, baksanıza dizenin birinci kısmında cümle mahlûkat
içerisinde sadece mümin insanın gönlü Yüce Allah’ın tahtı olarak kayda değer olarak
addedilirken, dizenin ikinci kısmında ise her kim gönül yıkarsa akıbetinin
bedbaht olacağı açık açık vurgulanmakta. Hatta Yunus böyleleri için:
“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil” deyip yüzüne
çarpmayı ihmal etmez de.
Derken, Yunus en nihayetin noktayı şöyle
koyar:
“Yunus der ki ey Hoca istersen var bin hacca
Hepsinden eyice bir gönüle girmektir.”
Ne diyelim,
işte görüyorsunuz Yunus yerden göğe haklıdır, tüm
derdimiz ve davamız gönül yapmak olmalıdır.
Evet,
mısraların diline baktığımızda öyle anlaşılıyor ki gönül fethi çok
mühim. Ki, Yüce Allah (c.c) bu hususta şöyle beyan buyurur: “Ey Resulüm! O vakit, Allah’tan bir rahmet
ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen
kaba davranışlı ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar etrafında dağılıp
giderlerdi. O halde onların kusurlarını affet, bağışlanmaları için dua et.
İşlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da, Allah’a güven. Çünkü
Allah, tevekkül edip kendine sığınanları sevmektedir” (Al-i
İmran, 199). Gerçektende bu ayeti
celilenin mana ve ruhuna kendimizi odakladığımızda Allah-ü Teâlâ’nın Kâbe’yi İbrahim’e
ve İsmail’e temiz tutmaları için emir verip peygamberine ne için ‘Halil İbrahim' dediğini, hakeza tüm
yarattığı kalpler için değil de niçin sadece müminlerin kalbi için 'Beyti
Celil' (Kalp Kâbe’si) dediğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Malumunuz Kâbe
maddi cihetiyle taş ve toprakla işlenmiş bir kutsi mekân olup manevi cihetiyle de
Yücelerden ruh üflenmiş kuts-i bir makamdır. Hani kalp kalbe karşıdır denilir ya hep, aynen
öylede hakiki müminin kalbide Kâbe’ye doğru atar hep. Öyle ki,
Efendimiz (s.a.v) bu kutsi makam karşısında; “Sen ne güzelsin, kokunda ne hoştur. Yemin olsun ki, müminin hürmet ve
kıymeti senin hürmetinden daha büyüktür. Şüphesiz Allah sende bir şeyi haram
kıldı, seni haram bölgesi yaptı. Fakat mümin üç şeyini haram kıldı; malını,
kanını ve şerefini.. Birde mümin hakkında kötü zan beslemeyi yasakladı” (İbn-i Mace) demekten kendini alamaz
da.
Belli ki, kâinatın yaratılış mayasında aşk-ı bendi
vardır. Şayet yaratılışta aşk mayası
olmasa onca yaratılanlar arasında kötülerin yaşamalarına fırsat verilir miydi? Ta
ki yeryüzünde Allah diyen mümin kalmaz, işte o zaman yaşamasına fırsat
verilmeyecektir. Yani bu demektir ki,
kıyamet kötülerin üzerine kopacaktır.
Evet, yanlış duymadınız, kıyamet Aşk-ı
bendilerin üzerine kopmayacak, kötülerin üzerine kopacak. Malumunuz, kötülerin
görüp göreceği cennet yaşayıp soluk aldığımız dünyadır zaten. Ama gün gelir çok
güvendikleri dünya başlarına geçip bu kez kendilerine cehennem olacaktır. Hatta dünyada iken sırça köşklerde tepeden
bakıp hor gördükleri aşk-ı bendilerin hatırı olmasaydı daha da erken cehennemi
boylayacaklardı. Dedik ya, Yüce Allah bir yere kadar mühlet vermekte, yoksa şimdiye kadar çoktan gök kubbe
başlarına çökmüştü bile. Öyle
anlaşılıyor ki, kötülerin bir hesabı varsa, Yüce Allah’ında elbet bir hesabı
vardır, vakti zamanı geldiğinde o hesab tecelli eder de. Şu bir gerçek, ama bu dünyada, ama ahirette hiç fark etmez
eninde sonunda bu işin kazananı aşk-ı bendi hayatı yaşayanlar olacaktır. Örnek mi? İşte Nemrud, İbrahim (a.s)’ı ateş
attı da ne oldu, İbrahim (a.s)’ın aşk-ı bendisi
galip gelip, içine attıkları ateş hem serinlik olur hem de gül bahçesi. Madem
öyle; aşk-ı bendi olmak gerektir. Ama nasıl?
Malum hepimizin bildiği Leyla ile Mecnun hikâyesini birde Aşk-ı bendi
yönünden şöyle kurguladığımızı düşünelim:
Mecnun,
Leyla’ya çok vurgundur. Öyle ki evinin önünde habire gezinip dolaşmaktan
kendini alamaz da. Merak bu ya, yoldan
geçenler hemen:
-Adın ne diye sorarlar.
Aldıkları cevap çok şaşırtıcıdır. Çünkü
Mecnun adını:
-Leyla olarak dile getirir.
İşte
Aşk-ı bendi budur. Öyle ya, bir insan
âşıksa her gördüğü ve her işittiği varlığı Leyla olarak algılaması gayet
tabiidir. Düşünsenize adamlar adını soruyorlar. Mecnunun zihneninde tek kalan isim
var, o da Leyla’dan başkası değildir. Hakeza hikâyeyi biraz daha farklı şekilde
kurguladığımızda, varsayalım ki yoldan geçenler
bu kez Mecnunun habire Leyla’nın barındığı evin duvarına saatlerce habire bakıp
durduğunu görmüş olsunlar. İster istemez adamlar kendilerine eğlenecek bir
malzeme bulmuşçasına:
-Ey Bre adam! Ne diye aval aval duvara
bakıp düşünürsün diye alay konusu edeceklerdir.
Onlar
alay ede dursunlar, Mecnun’un vereceği cevap son derece manidardır:
- Ben duvara değil duvarın arka
yüzündekini düşünürüm. Nitekim bu
manidar cevap bir anda kahkahalarının kesilmesini beraberinde getirir de.
İşte yukarıda kurgu halinde sunduğumuz her iki
örnek aslında kurgudan öte her aşk-ı bendinin başına gelebilecek türden aşkın ta
kendisi örneklerdir zaten. Düşünsenize kurguladığımız örneklerin gerçek yanı
olmasa Mecnun her gittiği yerde ikide bir Leyla, Leyla diye sayıklayıp kendini deli divane bir
halde çöllere hiç düşürür müydü? Tabii
ki burada deli divane derken, kastımız bildik
o klinik delilik değil elbet, bilakis ‘Deli olunmadan, Veli olunmaz’ manasına deli divaneliktir bu. Nitekim Mecnun çöllere düştüğünde bu kez
Leyla ardına düştüğünde:
-Ben Leyla der.
Tabi Mecnun bu ses karşısında hiç oralı
olmaz.
Leyla, bir kez daha:
-İyi bak, ben Leyla der.
Mecnun bu ya, cevaben:
-Hayır, ben aradığım Leyla’mı çoktan buldum
bile, sen asla Leyla değilsin der.
İşte
ilahi aşk budur. Kelimenin tam anlamıyla
zahiri aşktan manevi aşka geçmenin adıdır ilahi aşk. Hele bir insan gönlünü maşuka
kaptırmaya bir görsün, tutku gözlerle yolunu gözlediği o sevgilinin barındığı
mekânın etrafında uçuşan sineklerin vızıltısı bile gönlünde aşk nağmesi olarak yankı
bulur da.
Anlaşılan o ki, cümle âlem içerisinde
tüm sevda yürekli Aşk-ı bendileri Mevla’sına kavuşturacak tek iksir aşk imiş.
Nasıl aşk iksir olmasın ki, bir
bakıyorsun bu aşk iksiri, İbrahim Ethem’e
tacı tahtı terk ettirirken, Derviş Yunus’u da köyünden çıkarıp “Bir ben var,
birde benden içeri” aşkıyla yürü yürü diye yollara revan edebiliyor. Keza yine bir bakıyorsun Ferhat, yüreğinde
yanan sevda ateşiyle Şirin uğruna dağları delebiliyor.
O halde tüm bu örneklerden hareketle rahatlıkla
şu sonuca vardığımızı dile getirebiliriz: Her şeyden önce bir insan Aşk-ı bendiyi
zahiren yaşaması gerekir ki, ilahi aşk
basamaklarına adım atılabilsin. Nasıl mı? Elbette ki, devamındaki basamaklara tasavvufi açıdan
baktığımızda:
-Allah
için tasavvuf yoldaşına muhabbet duyup 'Fena Fil İhvan aşk-ı bendi ' hayatı
yaşamakla,
-Mürşidine olan derin muhabbet
besleyerekten 'Fena Fiş Şeyh aşk-ı
bendi ' bir hayat yaşamakla,
-Allah Resulünün şefaatine mazhar
olacak derecede deruni bir muhabbet besleyip
'Fena fi'r Resul aşk-ı bendi ' hayatı yaşamakla,
-Yüce Allah’a sözde değil hakiki manada
abd olacak derecede muhabbet besleyip 'Fenafillâh ve Bekabillah aşk-ı
bendi ' hayatı yaşamakla ancak ilahi
aşka ulaşılabilmekte.
Evet, manevi
cihetiyle Allah’a ulaşmada ilk basamak birbirimizi Allah için sevmekle başlıyor,
bunun bir üstünde, yani ikinci aşamasında Allah Resulünün izinden iz süren
Rabbani âlimlere derin muhabbet besleyerekten kendimizi aşmak vardır. Bununda üstünde, yani üçüncü aşamasında bizatihi Allah Resulünün
Nübüvvet Gül kokusunda sevdalanarak kendimizi aşmak vardır. Dördüncü ve beşinci aşamalarında ise Yüce
Allah’ın sıfatlarının tecelli daireleri içerisinde marifetullah ve hakikat
deryasında kendimizi aşıp en nihayetinde Hakka vasıl olmak vardır.
Peki, iyi hoşta yukarıda bahsedilen
manevi aşamaların maddi veçhesi nedir diye bir sual edildiğinde, hiç kuşkusuz bunun cevabını bizatihi
Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatının hemen her safhasında görmek mümkün. Nitekim
Allah Resulü Aşk-ı bendinin maddi inşasını önce gönüllerde ‘el Emin’ sıfatıyla
taht kurarak temelini attı. Sonrasında malum Bedir, Uhud, Hendek derken Mekke’nin
Fethiyle birlikte Kâbe’de inanan kalpleri tek yürek yapıp Din-i Mübini kemale erdirerek
nihayetlendirdi. İşte Din-i Mübinin kemal bulduğu o günlerden bugünlere
geldiğimizde Allah’a çok şükürler olsun ki tüm müminlerin gönüllerinde Nübüvveti
aşk-ı bend sevdası hala taptazeliğini koruyor da. Öyle ki, Kâbe her yıl dünyanın dört bir yanından akın
akın gelen milyonlarca Müslüman’lara ev sahipliği yapmanın ötesinde farklı kavim
ve ırkların kaynaştığı, aynı zamanda dillerin kelime de birleştiği, yani Allah
adında (Lafza-i Celal isminde) ittifak ettiği tek kutsi mekânımızdır. Bundan da öte kalpler taş kesilmesin diye
taşın kalp kesildiği kutsi mekânın adıdır Kâbe. Öyle ümit ediyoruz ki, kıyamete dek Allah’ın beyti Kâbe’ye olan aşk-ı
bendimiz tükenmeyip kalplerimiz taş kesilmeyecekte. Buna inancımız tamdır, bu böyle biline.
Her ne kadar şer odakları boş
durmayıp işgale kalkıştıkları ülkelerde güya Müslümanların kalplerindeki Aşk-ı bendilerini
yok edeceklerini sanıp taşlaştırmaya çalışsalar da, bunu başaramayacaklardır.
Hele ki Müslümanlar Allah ve Resulünün hakikatleri ışığında yekvücut oldukları
müddetçe hiç durduk yere endişelenmeye mahal yok, gönüllerde halen
taptazeliğini koruyan o Nübüvvet-i aşk-ı bendilerini hiçbir karanlık güç asla
söküp atamayacaktır. Hakeza Müslümanlar
olarak şayet Allah Resulü ve O’nun izini iz süren Aşk-ı bendilerin yolunu yol
bilip onların bakışlarındaki parıldayan ilahi ışıkla gönül dünyamızı iri ve
diri tutabiliyorsak, biliniz ki Şairin ‘Gün doğmuş, Gün batmış, Ebed bizimdir’ dediği bir rüya değil, hakikatin ta kendisi olacaktır elbet. Yeter
ki, yaşanılan her çağda âşıklar maşuksuz, maşuklar âşıksız kalmasın yine Şairin
“Yarın elbet bizim, elbet bizimdir” dediği aydınlık yarınlar er ya da geç yerini
bulacaktır. Hem nasıl söz yerini bulmasın ki, bikere her şeyden önce bu hususta Yüce Allah’ın
bizlere vaadi var; Nurumu tamamlayacağım diye. İşte bu nedenle dedik ya, hiç
endişelenmeye mahal yoktur, bizim
üzerimize düşen sorumluluk Aşk-ı bendisiz Müslümanlık anlayışıyla veya itikad,
ibadet ve ihsandan yoksun bir Aşk-ı bendilik anlayışıyla hayatımızı zindana
çevirmemektir. Mümin için aslolan hem dinin temel direkleri olan ‘itikad,
ibadet ve ihsan’dan oluşan üçlü sacayaklarını hem de Aşk-ı bendisini muhafaza
ve müdafaa edebilmesidir. Ki, bu temel direklerimiz ve Aşk-ı bendimiz etle
tırnak misali birbirinden ayrılmaz bize hayat veren can damarlarımızdır. Allah
korusun bize hayat veren can damarlarımızdan biri koptuğu zaman ortada ne
Müslümanlığımız kalır, ne de Aşk-ı bendimiz. O halde neydik edip itikadsa itikad, ibadetse
ibadet, ihsansa ihsan, Aşk-ı bendiyse Aşk-ı bendice yaşamak gerekir ki hayat
damarlarımızla olan bağımız kopuvermesin. Aksi halde bize hayat veren can suyu
damarlarımızı kıyamete dek taze, iri ve diri olarak tutamayız. Malumunuz Allah Resulünün dar-ı bekaya göçüyle
birlikte Nübüvvet Gül kokusunu koklamayalı epey üzerinden hasretlik dönemler geçti.
Her ne kadar her geçirilen hasretlik dönemlerde müminler Nübüvvet-i Gül
koksundan yoksun bir halde kendilerini öksüz hissetseler de, ama sonradan şunu anladık ki, bizi şimdiye kadar ayakta tutan yegâne güç
kaynağı Gül’e olan hasret duygu seli ve gönlümüzde yanıp tutuşan Aşk-ı bendi
meşalesiymiş meğer. Düşünsenize bizi ayakta tutan bu kadarcık hasretimizi bile
bize çok gören bir takım karanlık mihraklar, bu kez gönüllerde bir türlü sönüp
tükenmek bilmeyen Aşk-ı bendi meşalemize göz dikmiş durumdalar. Ama hiç boşa heveslenmesinler, unuttukları
bir şey var ki, bedenlere topla,
silahla, bombayla hâkim olunabiliyor ama
gönüllere öyle bedenler gibi asla hâkim olunamaz. Çünkü biri görünen fiziki güç, diğeri ise
görünmeyen Bâtıni güçtür. Görünen güç bir yere kadar gücünü devam ettirebilirken,
görünmeyen güç ise sonsuzluğa vurgunluğu
ta ezelde ebediyetlik kazanmış bir güçtür. İşte ta ezelde Ümmet-i Muhammed’in tutku
gözlerinde ebediyetlik kazanan bu hissi güç şer odaklarının uykularını
kaçırmaya yeter artar da. Zaten biz biliyoruz ki, zulüm asla payidar olamaz. Şu dünyada
pusatsızda kalınsa er ya da geç kazanan dünyanın dört bir yanında zulme ve
gadre uğramış Müslümanların gözyaşı damlaları kazanacaktır. Kaldı ki tarih
bugüne dek sevgiyi yenen bir güce ne tanık olabildi ne de yazabildi. Yazamaz da zaten. Hele tarihten bugüne onca akıtılan
gözyaşı damlalarının birikip sel haline geldiğini bir düşünün, bak asıl tarihe nasıl not düşülür o zaman sen
gör kızılca kıyameti. Tüm Mazlumlar adeta
karşılarına “Kükremiş sel gibiyim, bendimi
çiğner aşarım” misali bir güç olarak çıkarda.
Bakmayın siz öyle aşk-ı bendilerin yumuşak huylu görünmelerine. Yeri
geldiğinde bir bakmışsın uysal koyun olmaktan çıkıp kadife eldiven içinde demir
yumruk olurlar da. Yeter ki, aşk-ı bendiler yüreklerinde saklı tuttukları sevda
ateşine halel getirmesinler icabında kendilerine örnek aldıkları Derviş Yunusun
mısralarında zikredilen:
“Derviş
bağrı baş gerek
Gözü
Dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek
Sen
derviş olamazsın
***
Döğene elsiz gerek
Söğene
dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın” şeklinde anlam kazanan
Erenimsi Yunuscasına sevgiden anlamayanlara karşı gerektiğinde:
“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum,
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum,
Kanayan bir yara gördün mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim” şeklinde kükremiş aslan kesilip Mehmet Akif
haykırışıyla Yavuzcasına alp olunur da.
Hem kaldı ki, bizim Yunusi sevgimizden ve Yavuzi
haykırış duruşumuzdan ders çıkarmasalar ne olur ki, bizim açımızdan önemli olan tıpkı namazda aynı
safta omuz omuza yan yana olduğumuz gibi ümmetin yekvücut bir olması çok
mühimdir. Malum, birlikten kuvvet doğar.
Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) bu hususta
ümmetine şu öğütte bulunmayı ihmal etmez de: “Birbirinizi tam sevmedikçe tam
manasıyla iman etmiş olamazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi
seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi?
Aranızda selamı yayın.”
Öyle ya, madem Allah Resulü ümmetine
böyle öğüt vermiş, o halde daha neyi
bekliyoruz, oyalanmaya gerek yok, derhal ümmet olarak her birimize ‘Salatullah,
Selamullah Aleyke Ya Resulalah, Salatullah, Selamullah Aleyke Ya Habiballah‘ nidaları
eşliğinde Medine’nin yollarında güller açmış Ravzasında Aşk-ı bendimizi
tazelemek düşer. Nasıl ki sünnetullah gereği olarak tövbemizi sık sık
tazeliyorsak, aynen Aşk-ı bendimizi de
sık sık tazelememiz icab eder. Buna mecburuz da. Çünkü Allah Resulü “Amellerinizin
en faziletlisi Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir” diye beyan buyurmakta.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3871/ask-i-bendi
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3871/ask-i-bendi