30 Nisan 2016 Cumartesi

AYDIN MENDERES SEYDA (K.S) İÇİN NE DEDİ?



AYDIN MENDERES SEYDA (K.S) İÇİN NE DEDİ?


Araştırmacı Yazar:Selim GÜRBÜZER


''TOPLUMUMUZUN MANEVİ BÜYÜĞÜ VE ÖNDERİ OLMUŞTUR''

    — Sayın Menderes, Seyyid Muhammed Raşid Erol Hazretleri (k.s.)'iyle ilk karşılaşmanızı anlatır mısınız?
        A. Menderes: Kendisi ile iki kez görüşmek, ellerini öpmek ve hürmetlerimi sunmak fırsatını bulabildim. Kendilerinin pek kıymetli mahdumları benim aziz kardeşim Fevzettin Bey'le çok önceden tanışırdık. Muhammed Raşid Efendi Hazretleri gözlerinden rahatsız idiler ve bir ameliyat için Ankara'da bulunuyorlardı. Bu ameliyat öncesi bir günün akşamı Fevzeddin Bey'le birlikte buluşup merhum Muhammed Raşid Efendi Hazretleri'ni ziyaret ettik. Kendileri istirahat halinde bulundukları halde lütfedip nezaket buyurup bizi kabul ettiler ellerini öpüp hürmetlerimizi sunmak ve acil şifalar niyaz etme fırsatı bu şekilde doğmuş oldu. Kendisinin ne kadar mümtaz bir kişi, muhterem bir mürşid olduğu hakkında görüşmeden önce de fikir ve kanaat sahibi idim. Buna rağmen bu görüşmemiz benim için çok heyecan verici oldu. Aradan uzun bir zaman geçti. Çeşitli vesilelerle hürmetlerimizi gönderme fırsatı bulabildik. Bu yıl 1993 yılının Eylül ayında Afyon'da kendilerini ziyaret etmek, ellerini öpmek fırsatım oldum. Öğle namazını müteakip istirahate çekilip tekrar ikindi namazı için döndükleri zaman sohbet etmek fırsatı doğmuş oldu. Kendileri ile görüşmelerimin bende mahfuz kalması dileğimdir. Böylece kendisinin hatırasına da layıkıyla hürmet edebilme imkânı doğmuş olacağını düşünüyorum. Bütün yakınlarının ve tanıyanların bildiği gibi her vakit İslam'ın yolunu, hakikatin, doğrunun, dürüstlüğün, sevgi ve barış yolunu göstermiştir. Kendisinden elimizden geldiğince feyz ve nasip almaya çalıştık. Bu vesile ile merhumu bir kere daha rahmetle anmış oluyoruz.
        — İlave etmek istediğiniz şeyler var mı?
       A. Menderes: Muhammed Raşid Erol Efendi Hazretleri bu toplumun, barışın huzur ve sükûnu için, zihinlerin karıştırıldığı bir dönemde İslam güneşinin gölgelenip bulutlanmaması için elinden gelen bütün hizmeti Allah rızası için yerine getirmiş, pek çok insanı hem bu dünyada işleri içerisinde, hem inanıyoruz ahiret işleri içerisinde kaybolup gitmekten korumuştur. Toplumun manevi büyüğü ve önderi olmuş son derece muhterem bir zattır. Kendisinin bu faaliyetlerini şükranla anarken kendisi gibi bu yolda gayret gösterenleri, ahirete intikal etmiş olanlarına rahmet diler, yaşamakta olanlarına sıhhat ve afiyet temenni ettiğimi ifade etmek isterim.
       — Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederiz.

       A. Menderes: Ben teşekkür ederim.
Kaynak:Kamer Vakfı Bülteni

28 Nisan 2016 Perşembe

12 EYLÜL DİN MAZLUMU




       12 EYLÜL DİN MAZLUMU
            
         SELİM GÜRBÜZER

           Bakmayın siz öyle başlığa bakıp ta 12 Eylül mazlumu dememize, aslında o mazlumluk hakikatte manevi makam alması içindir. Nasıl ki, bir müminin ayağına diken batsa günahlarına kefaretse, veli kullar içinse  o diken manevi makam kat etmektir..
           Düşünsenize o çile dolu yılları, asıl dert davaları sağ sol kavgalarına son verip akan kanı durdurmak değil, bağcıyı dövmekti. Hem nasıl oluyorsa 12 Eylül öncesi dökülen kan ihtilalin ilk gününde bıçaktan kesilir gibi bir çırpıda durabiliyor. Hadi bu neyse de, darbe heveslilerine 12 Eylül öncesi akan kan için daha ne duruyorsunuz denildiğinde ‘olayların daha da olgunlaşmasını bekliyoruz’ tarzında verdikleri beyanatlarla bariz bir şekilde akan kana çanak tuttuklarını görüyoruz. Evlat acısından yoksun böylesi darbe zihniyetinden başka bir şey beklenemezdi zaten. Darbe yaptılar da ne oldu? Bir yandan devletin temeline dinamit koymak isteyen beşinci  kol faaliyeti zihniyetle, devleti ebed müddet bilen yerli zihniyeti aynı kefeye koyup her iki tarafı da 12 Eylül zindanlarında çürütmekle sözüm ona güya denge sağladığını gözümüzün içine baka yaptı. Yine bu sinsi denge hesabıyla meydanlarda dedesinin imam olmasından dem vuraraktan halkın gözünü güya bunla boyayıp ehlisünnet çizgisi üzere olan ehlisünnet cemaat ve ehli tarikleri irtica kapsamında hedef tahtasına oturttu.  Böylece bir taşla iki kuş vurmanın hesabıyla İslam’ın iç terbiyesine yönelik sevgi ocaklarını kökünü kurutacaklarını düşlüyordu. Sanıyordu ki dipçikle milletin derin irfanını yok edecekti, etrafına dizdiği apoletli kurmaylarıyla birlikte tek güç ‘ben’ diyordu habire. Nasıl güçse 98 yaşında öldüğünde neredeyse cenazesini kaldıracak adam çıkamaz oldu, hatta arkasından doğru dürüst bir topluluk bile bulunamadan mezara uğurlanıverdi. İlginçtir bir zamanlar hedef aldığı Gönül Sultanı vefat eder etmez teninin daha sıcaklığı soğumadan bir anda Ankara’dan uzun araba kuyruklar eşliğinde Menzile uğurlanıp Fatihalarla defnedilirken,  kendisi ise vefat ettiğinde adeta kral çıplak olarak defnedilmiştir. Tabii onların bir hesabı vardıysa, Allah’ın da mutlak değişmez bir hesabı vardı. Kaldı ki Allah dostları kınından çıkmayan kılıç gibidirler. İşte kınına dokunanın bir bilmediği gerçek vardı ki, o dokunuşun yanına kâr kalmayacağı gerçeğidir. Her ne kadar o Gönül Sultanı “Biz bize iftira edenleri bile severiz. Yapımız bu temel üzeredir” düsturuyla kendine reva görülen sürgün çilesini göğüslese de Yüce Yaradan (c.c) yarattığı dostum dediği veli kullarının kınına dokunup ta inciteni hem bu dünyada hem de öteki dünyada karşılıksız bırakmıyor. Zira Yüce Allah (c.c) ‘Her kim veli kuluma düşmanlık ederse bende ona karşı harb ilan ederim…” beyan buyurmakta (Buhari hadis). Anlaşılan kul affetse de Allah affetmiyor.  
         Evet, darbe yılları tam manasıyla kâbus yıllardı,  sıkıysa 12 Eylül sonrası Kenan Evren aleyhine bir kalem oynatıla,  hemen hakkından geliniyordu, Fakat onca aldığı sıkı tedbirlere rağmen Allah gözünden bir şeyi kaçıracak ya, evdeki hesap çarşıya uymaz misali düşündüğünün tam tersine Özal’ın iktidara gelmesiyle birlikte şok hali yaşayacaktır.  Yani tüm hesaplarını altüst edecek bir gelişmeydi.  Öyle ki, Özal başbakan sıfatıyla daha ayağının tozuyla iş başı yapar yapmaz kendisine yaptığı ilk teklif o Gönül Sultanının mecburi ikametinin kaldırılması olacaktır. Ki, bu teklif midesini bulandıracaktır. Midesini bulandırması da gayet tabiidir. Çünkü cibilliyeti buna müsaitti,  nasıl bir cumhurbaşkanıysa her türlü onursuzluğu midesi kaldırabiliyor, söz konusu milletin baş tacı ettiği Gönül Sultanı olunca midesi bulanıyor. Ne diyelim, kendince çağdaşlığın ölçüsü bu ya,  bu çağda da sevgi ocağımı olur, evliya mı olur handikabına düşmüştür. Sanki kendisi apoletli kurmaylarıyla birlikte aya füze fırlattı da onu engelleyen olmuş,  oysa ne dedemizin şalvarı cübbesi,  ne sakalı sarığı, ne de nenemizin eşarbı hiçbir şeye mani değildi. Nitekim kendini çağdaş sanan bu zavallıcık diktatörün ölümüyle birlikte yalnız başına toprağa karışması tüm ufuksuzluğunu ortaya koymaya yetmiştir. Dedik ya ufku dar adamdan başka ne bekleyebilirdik ki.  İlla bir şey bekleyeceksek, beklenecek adres belli; bu aziz milletimizin gönül aynası, feraseti ve derin sinesidir elbet.  
          İyi ki de ehl-i sünnet yolunu yol bilen Tarikat-ı Aliyeler var da gönül aynamız onlar sayesinde aydınlanmakta. Çünkü sevgi ocakları her türlü fitne fücurun panzehiridirler. Besbelli ki dünya döndükçe hak ve batıl arasında kavga bitmeyip devam edecektir. Hele ki dine duyarlılık dünyada yükselişe geçtikçe birtakım mihraklar yerinde durmayıp daha da azgınlaşacaktır. Yetmedi kapalı kapılar ardında rol alan derin senaristler, kendi teorilerinin iflasını gördükçe, sanal düşman üretmekten geri durmayacaklardır. Onlar sanal düşman üretmeye dursun şu da var ki güneş balçıkla sıvanamaz. Çünkü Allah’ın vaadi var; nurumu tamamlayacağım diye.
        Aklınca ehli tarik yolunun irşat faaliyetlerini akamete uğratacağını sanıyordu, oysa çok büyük yanılgı içerisindeyri. Bikere hayatını “İlahi ente maksudu ve rıdaike matlubu” (Allah’ım isteğim sen, maksadım senin rızanı kazanmaktır)  üzere tanzim etmiş ışık fenerlerinin faaliyetini hangi sinsi oyun, hangi sinsi tezgâh ve yöntem önleyebilirdi ki? Hele ki niyet hayır akıbet hayır diyen bir manevi güç karşısında her tür sinsi tezgâhın tarihin çöplüğüne gömülmesi kaçınılmazdır.
            O fırtınalı günlere bir bakınız, Fehmi Koru ve Taha Kıvanç (mahlas ismi) tek dert davası ‘Allah’ olan bir Gönül Sultanının varlığına tahammül edemeyenlerin düştükleri hazin durumu köşesinde nasıl analiz ediyor bir görelim:

    ZIRVA TEVİL GÖTÜRMEZ
      Türkiye'de bir ''yetkili bunalım'' var. Başbakan Turgut Özal hükümetin başı ve yürütmeni ''en yetkilisi'' sıfatıyla ''İnançlara müdahale etmem ve ettirmem'' diye konuşuyor, ama bir başka ''yetkili''de gazete gazete dolaşarak inançlara müdahale edilmesi sonucunu getireceği umuduyla akıl almaz iddialarda bulunuyor. Adını açıkça vermediği için, ne derece ''yetkili'' olduğunu bilemediğimiz bu ikinci '' yetkili'' nin yetkisinin ''esas yetkili'' olması gereken Sayın Özal tarafından büyük bir yetkiyle elinden alınacağını umarız. İş resmen bir ara Fransız tiyatrocuların denediği absurd (zırva) piyeslere döndü. İşin adı ''zırva'' olunca ne yapılırsa seyircinin kabul etmek zorunda kalacağı piyeslere...
       Şunları dikkatle okuyun: Türkiye'deki tarikatları kiliseler besliyormuş. Nakşibendîlerin Adıyaman Grubu'nun Şeyh'ine kiliseler destek sağlıyormuş.
      ''Bay yetkili''nin, muhabiri aracılığıyla, ''büyük gazete''yi fena halde işlettiği belli.
      Gazetecilikte önemli olan mümkün olduğunca hatasız gazete çıkarmaktır. Haberler süratle aktığı için her aşamada denetim mekanizmaları söz konusudur. ''Zırva Haber'' muhabir tarafından yazılmıştır, ama gazetenin Ankara Haber Müdürü (Esen Ünür) ve büro temsilcisi (Ertuğrul Özkök) tarafından okunarak onaylanmıştır. Ardından Haber Merkezi'ne geçilip orada gazetenin Haberler Müdürü (Şevket Özçelik veya Mehmet Yaşın) tarafından okunmuştur. Manşet olacak değerde bulunduğuna göre Genel Koordinatör (Çetin Emeç)'de mutlaka bir göz atmıştır. Masa başı hazırlandığı için, muhtemelen gazetelerin bütün müdürlerinin katıldığı sabah toplantısına da getirilmiştir. Bunun anlamı, dün sabah biz okumadan önce en azından 25 kişinin o haberi gözden geçirmiş olduğudur. Bu kadar adamın eli değdiği halde bu kadar zırva!
     Zırva1.Müslümanlara kilise desteği: Bütün dünyada her ikisi de yayılmacı (misyoner) din olduğu için, İslâm ile Hıristiyanlık arasında ciddi bir çekişme vardır. Kilise'nin babaları dünyanın hızla İslâm'a kaymasından şikâyetçidirler. Dünya Kiliseler Birliği ve Vatikan, İslâm ülkelerini Hıristiyanlaştırmak, ya da en azından İslâm'dan soğutmak için büyük çaba göstermektedir. Son yıllarda körfez ülkeleriyle birlikte Türkiye'de hedef ülke seçilmiştir. Demre festivali, İznik toplantısı gibi bahaneler, Yehova Şahitleri, İsa'nın çocukları türü örgütleri bu amaçla kullanılmaktadır. Gerçek bu olduğu halde, İslâmi kuruluşlara kiliselerin yardım edebileceğini yazmak için insanın aklından zoru olması gerekir.

   EVREN VE MENZİL ŞEYHİ
   Eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren anılarının son bölümünü yine Milliyet Gazetesi'nde yayınlıyor. Milliyet, bu bölümün yayınına başlarken, ''En fazla tartışılacak bölümler'' ifadesini kullandı. Gerçekten Sayın Evren, yakın zamanlar üzerinde kalem oynattığında, daha fazla toz kaldırıyor.
       Sayın Evren, anı yazmakla iki milyar TL kazanacağını ummuştu. Gerçi Milliyet gazetesinden dizi için bir para almayacaktı, ama kitabı telif hakkı olarak eline milyarlar geçebilecekti. İlk cilt birkaç baskı yapınca hesaplar tutacak sanıldı. Oysa müteakip ciltler raflarda okuyucu bekliyor. Yayınevi, milyarlar bir tarafa, eli yüzü düzgün bir telif hakkı ödeyebilmek için, dört ciltte biteceği duyurulan anılara bir cilt daha ekledi. Buna rağmen, yayın bitip hesaplaşma için masaya oturulduğunda eski Cumhurbaşkanı büyük bir hayal kırıklığı yaşayabilir. Dahası, anılar mali bir ihtilaf konusu bile olabilir yayınevi ile yazar arasında...
     Anıların son bölümü, Turgut Özal'ın başbakan, Kenan Evren'in cumhurbaşkanı olduğu dönemde geçenlerle ilgili. Sayın Evren, özenle iktidara hazırladıkları MDP ve lideri emekli orgeneral Turgut Sunalp'in değil de, ANAP'ın işbaşına gelişini bir türlü gönlüne yedirememiş... ''Özal'ın tarikatçı olduğunu bilseydim, parti kurmasına izin vermezdim'' diyor.
     Muammer Yaşar Bostancı'nın ''Paşalar Politikası'' adlı kitabında ustaca anlattığı o dönemle ilgili her şey daha yazılmadı. Sayın Evren şimdi atıp tutuyor, ama isteseydi bile Turgut Özal'ın seçimlere girmesini engelleyemezdi. İzin alarak darbe yapmışlardı, izni veren güç Turgut Özal'ın partisi için aracılık yapıyordu. Erkekse izin vermeseydi bakalım... O dönemde, Amerikalının biri gidip diğeri geliyor ve ANAP'ın seçimlere katılmasını engellememesi için Evren'i uyarıyordu.
      Turgut Özal, Sayın Evren'in yıllar sonra iddia ettiği gibi bir tarikat mensubu muydu? Bugün olup bitenlere bakarak, öyle olmadığı açıkça görülüyor. Tarikat konusunu, mason dayanışması gibi bir şey sananlar, tarikat mensubiyetini locaya kaydolmak gibi bilenler, aksini ileri sürseler bile, Turgut Bey, tarikatçı değildi.
      Evren'in anılarında Menzil Şeyhi Muhammed Raşid Erol'un sürgün cezasının kaldırılması konusu da işleniyor. Evren'e göre, Özal'ın irtica yanlısı olduğunun ilk belirtisi, başbakan olur olmaz, karşısına gelip, Menzil Şeyhi'nin sürgün cezasının kaldırılmasını istemesi olmuş... Evren, ''Midem bulandı'' diyor.
        Turgut Özal, Evren'in bu sözlerini cevaplandırdı: ''O dönemde birçok kişi yargılanmadan cezalandırılıyordu, adı geçen zat da onlardan biriydi. Bozcaada'da mecburi ikamete tabi tutulmuştu, hem de hiç sorgulama geçirmeden'' dedi. Cevaptan, Menzil Şeyhi'nin Bozcaada'daki mecburi ikametinin kalkmasını kendisinin sağladığı anlamı çıkıyor.
        Oysa gerçek bambaşka... Şeyh Muhammed Raşid Erol'u, askerler, hiçbir suçu olmadığını bildikleri halde sürmüşlerdi. Adıyaman ve çevresinde etkili olduğu gibi namı bütün Türkiye'yi sarmış bir din bilgini olan Menzil Şeyhi'nin varlığı onları rahatsız ediyordu. Sürgün yeri olarak Bozcaada'yı seçmeleri de manidardı. Şeyh'i, Bozcaada'daki Şarap Fabrikası'nın üst katında oturtuyorlardı. Böylece, ayyaş olarak Menzil'e gelip elindeki şişe ve kadehi kırarak tövbekâr olan birçok kişinin ''intikamını'' almış oluyorlardı kendi akıllarınca...
      Şeyh'in sürgünden kurtulması için Turgut Özal 'da uğraştı mı doğrusu bilemiyorum. Menzil Şeyhi'ne yakın bazı kişilere sordum, onlar da hatırlamıyorlar. Fakat Kenan Evren'in başbakan adayı olarak ortaya sürdüğü, o zamanın MDP Genel Başkanı emekli orgeneral Turgut Sunalp, Menzil Şeyhi'nin çilesinin bitmesi için çok gayret gösterdi. Bu biliniyor.
       Cezayı kaldıran, Muhammed Raşid Erol'u önce Çanakkale'ye, daha sonra da aldığı sağlık raporuyla memleketine geri gönderen ise, Evren'in çok yakını bir başka orgeneraldi: Necdet Üruğ. Üruğ Paşa bir ağabey gibi sevdiği ve bağlı olduğu Turgut Sunalp'ın, ''Eğer bu konuyu halledersek çok oy kazanırız'' demesi üzerine, araya girmişti. Acaba bunlardan haberdar değil mi Sayın Evren?
       Kenan Evren'in bir iddiası da Şeyh Erol'un üfürükçülük yaptığı... Bunun da doğru olmadığını bizler biliyoruz, ama bir başkasının tanıklığı daha muteber olur diye Hıncal Uluç'un sözlerini aktaracağız. Sabah yazarı bakın ne diyor:
    ''Anılarının bir yerinde Evren sözü sürgündeki Şeyh Raşid Erol'a getiriyor. Zamanın sıkıyönetim komutanı, üfürükçülük yaptığı gerekçesi ile Adıyaman'ın Menzil köyünde yaşayan Şeyh'i Bozcaada'ya sürmüş. Başbakan Turgut Özal da Şeyh'in affını istemiş.
        ''Evren, 'Olmaz böyle şey. Şeyh olarak geçinen bu kişi üfürükçülük yapıyor ve bu yüzden dünyanın parasını kazanıyormuş. Üfürükçülük kanunen de, dinen de yasaklanmıştır' diyor.
     ''Ben o sırada Erkekçe dergisi genel yayın müdürüyüm. Şeyh'in ünü öylesine yayılmıştı ki arkadaşları Menzil köyüne yolladık. Öğrendikleri ilginçti. Gerçekten Şeyh'in evi yurdun dört bir yanından gelenlerle dolup taşıyordu. Özellikle içki, sigara ve kumarı bırakmak isteyenleri, yakınları akın akın Şeyh'e getiriyorlardı. Anlatılanlara göre, Şeyh bunların hepsini tedavi de ediyordu, ama para almıyordu. Tüm ısrarlara rağmen maddi bir karşılık kabul etmiyordu.''  
    ''Arkadaşlarımız döndüklerinde 'isterse milyarder olur, ama kabul etmiyor' diyorlardı.
        ''Bu da bizim bildiğimiz... ''
       Bir dergi yöneticisi iki muhabir göndererek işin doğrusunu öğrenirken, devletin başı, kulaktan dolma şikâyetlerle idare ediliyor ve ''Tarikatçı olduğunu bilseydim partisine izin vermezdim'' diyor.
     Kenan Evren, tam dokuz yıl Türkiye'nin kaderine hükmetti, şimdi de Elbe Adası'ndan dönen Napoleon gibi, Armutalan'dan Ankara'ya dönme sevdasında... Bizi de kahreden bu...

      BİR MANEVİ ÖNDERİN KAYBI
      Vefatın üçüncü günüydü ve vefatı öğrendiğimiz günden beri ilk defa bir araya geliyorduk. Yüzündeki buruk ifadeyi açıklamak için, ''İnsanın mürşidi ölünce içinde bir boşluk kalıyor'' dedi. Birkaç gündür etrafta hissettiğim sarsılmanın en derin anlamını bunu söyleyenin yüzüne baktığım o an çıkardım. Yakınımdaki birçok insan, şu sıralarda içlerinde derin bir boşluk hissediyorlar. Ve o sebeple buruklar...
      Hayatında hiçbir iniş çıkışı bulunmayan, davranışları önceden kestirilebilir bir insan olan babamın, hepimizi şaşırtan iki ani ve fevri davranışını gördük bugüne kadar... Biri, bizlere kızıp biraz kafasını dinlemek istediğinde, neredeyse 30 yıl aradan sonra, askerliğini yaptığı il olan Malatya'ya çekip gitmesiydi. Diğeri ise, birkaç günlük bir başka ortadan kaybolmasıydı. Döndükten bir müddet sonra, o da iyice sıkıştırınca, Adıyaman'ın Menzil köyüne gittiğini itiraf etmişti.
      İzmir nere Adıyaman nere? Esnaflar çevresinde birçok kişi, her hafta birkaç otobüsle Menzil ziyaretini alışkanlık haline getirmişler; cami arkadaşları onu da ikna edip, bizlere bile haber vermesini beklemeden Menzil'e sürüklemişler... Sorguladığımızda, orada gördüğü basit ama anlamlı hayattan bölük pörçük sahneler aktarmıştı: Altı her zaman kaynayan kazan, dışarıdan gelenlerin yatması için hazırlanmış yer yatakları, cemaat halinde kılınan namazlar... Kimsenin aç, açıkta ve manevi korumasız kalmadığı bir yermiş Menzil...
         Başkaları, manevi hayatın dışında kalmışlar ''ölümü'' zor idrak ediyorlar. Çok kısa sürede olup bitenler onları şaşırtıyor olmalı. Cuma namazı sırasında vefat eden bir insan, sevenleri tarafından hemen köye götürülüyor, Şafii geleneğine uyularak vakit geçirmeden toprağa veriliyor... Ölümle toprağa verme arasında yalnızca 24 saat geçmesine rağmen on binin üzerinde insan Menzil'e gitmiş bile... Türkiye'nin her tarafından...
       Şeyh Raşid Erol, vefatından sonra çıkan yazılardan öğrendiğime göre, öyle fazla konuşan bir ''mürşid'' değilmiş. Onu ziyaret edenler, Menzil'de buldukları ortamın etkisinde kalırlarmış... Daha doğrusu, sözlü ikna yerine, hal ve tavrıyla tebliğ yöntemi imiş onunki... Bağlandığı esaslar ve takipçilerinin izlemesini istediği ilkeler, varlığıyla etrafına örnek olarak insandan insana geçiyor olmalı...
      Mana âleminin dışında kalanlar işte bunu anlayamaz. Onların zannettikleri, inanan kesim arasındaki ilişkilerin madde ve para temeline dayandığıdır... Biraz daha insaflı olanlar, önder durumundaki kişinin çevresinin etkisini de kabul ederler. Ancak hiçbirinin aklına, kalpten kalbe bir yol olabileceği gelmez... Konuşmadan anlaşılabileceğini düşünmezler bile. Oysa Seyyid Raşid Erol, öyle çok konuşmayan, insanları etkilemek için hiç çaba göstermeyen, ama insanların peşinden ayrılmadığı bir ''mürşid'' di.
     Küçücük bir köy, sırf o orada yaşıyor diye, ülkenin her tarafından gelen insanlarla dolup taşıyordu. Otobüslerle, otomobillerle gelenler, köydeki imkânlarla misafir ediliyor, doyuruluyor ve isteyen istediği kadar kalıp, istediği anda orayı terk ediyordu. Gelenlerin içinde kötü alışkanlıkları olan, içki ve kumardan kendilerini alamayanlar, Menzil'in manevi havasını teneffüs edince, o alışkanlıklarını terk ediyorlardı... Vaktiyle meyhane iken lokantaya çevrilmiş yerler gördüm Anadolu'da... Adlarını da Menzil'e çevirmişlerdi...
       12 Eylül askeri darbesinin en baskıcı günlerinde, ülkeyi yöneten komutanlar Menzil'i de keşfetmişlerdi. Kimin aklına nereden geldiyse, Şeyh Raşid Erol'a zorunlu ikamet yeri olarak Gökçeada'yı seçmişti. Az kişinin yaşadığı, vaktiyle Rumlar tarafından iskân edilmiş bir adayı... İkametgâhı da, eğer yanlış bilmiyorsam, bir meyhanenin üstüydü. İnançlı bir insana yapılabilecek en büyük zulüm... Çeşitli sağlık sorunları bulunan Şeyh'in tedavisini de engelliyorlardı. Zorunlu ikamet ve tedavisinin engellenmesi bir yana, kendisini tanıyanlarla irtibatının kesilmesi daha da büyük bir zulümdü.
       Kenan Evren, sonradan kitaplaştırdığı anılarında, Turgut Özal'a ilk olumsuz teşhisi koymasına Şeyh Raşid Erol'un vesile olduğunu anlatır. Özal, sağlığı bozuk, sevenleriyle irtibatı kopmuş Şeyh'in sürgün hayatının sona ermesini talep etmiştir. Herhalde, bunu, uygun bir dille yapmış olmalı. 12 Eylül'ün kudretli lideri, ''Yaptığı teklif iğrençti'' gibi bir şeyler söyler.. Bir manevi liderin zulmüne son verilmesini iğrenç bulur Kenan Paşa...
      Seyyid Raşid Erol'un zorunlu ikametinin sona erdirilmesi, askerlerin göreve getirdiği merhum Turgut Özal gibi siyasiler tarafından başarılamaz, ama yine onların kurduğu partinin başına getirdikleri bir başka emekli askerin devreye girmesi etkili olur. MDP Lideri Turgut Sunalp Paşa, parti işinde yanında bulunan siyasetten anlayan bir kadronun telkiniyle, Şeyh Raşid Erol'un daha uygun bir yere taşınmasını sağlar... Ankara'daki kısa bir ikamet, ANAP İktidarının ilk günlerinde, yeniden Menzil'e dönüşle noktalanır.
      Köydeki cenaze töreninde Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu da bulunmuş... Yeniden Doğuş Partisi (YDP) lideri Hasan Celal Güzel de... Fotoğraflara baktım, çeşitli vesilelerle tanıdığı yığınla insan gördüm. Hepsi de sevgi ve bağlılıklarını sunmak üzere oraya gitmişlerdi, besbelli... Bağlılığı olan bir yakınım, gitmesi mümkün olmadığı halde gitmediğinin ızdırabını çekiyordu, törenden dört gün sonra bile... Binlerce kişi aynı duyguları paylaşıyor olmalı şimdi...
      Cuma günü Meclis'e gittim ve cuma namazını da orada kıldım. Zaman'dan vefat haberini duymuşlar, ama teyidi için bir kanal gerekmiş... Benim aklıma ilk gelen isim, Şeyh ile uzaktan ilgimi kuran işadamı Ahmet Etöz oldu. İzmir Caddesi'nde spor malzemeleri mağazası olan Ahmet Bey, vefat haberiyle birlikte hastaneye koşmuş... Mağazasında çalışanlar vefatı doğruladılar. Şimdi kim bilir ne kadar üzgündür Ahmet Bey...
       Türkiye zor bir döneme girdi. Bu dönemde birlik ve beraberliğin çimentosu olacak manevi liderlere daha fazla ihtiyaç var. Seyyid Raşid Erol, Adıyaman'ın Menzil köyünde, doğusu ve batısıyla bütün Anadolu'yu kepçeleyen böyle bir manevi önderdi. Vefatı, onu tanıyan, ona bağlılık duyanlar kadar, onu uzaktan sevenleri de derinden üzdü.
         TRT bu vefattan herkesi haberdar edebilirdi, etmedi. Gazeteler, etki alanının genişliğini tam kestiremedikleri için, kısa haber vermekle yetindiler...
       Şeyh Raşid Erol, kendi çizgisini devam ettirecek hayırlı evlatlarla on binlerce bağlısını geride bıraktı. Onu tanıyamamış bizim gibiler de yokluğunu hissedecekler... Ama en büyük kayıp, ayrılık ve bölünme belasının pençesine düşmüş olan ülkenindir; bunu unutmayın...
        Mekânı cennet olsun...
        İşte görüyorsunuz Fehmi Koru ve Taha Kıvanç’ın tespitlerinden de anlaşıldığı üzere darbe zihniyeti yaptıklarıyla kala kalırken, Gönül Sultanı da 63 yaşında izini iz sürdüğü Yüce Peygambere mutabaat etmekle vuslata ermiştir.  Zira vuslat kar beyaz gelinliktir, leke kaldırmayacağı muhakkak..

          Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2485/12-eylul-din-mazlumu.html

MİNYE’DEN MENZİL’E


                                        MİNYE’DEN MENZİL’E

       SELİM GÜRBÜZER
       Hekimoğlu  İsmal’i ‘Minyeli Abdullah’ romanıyla  tanıdık dersek yeridir.  Hatta çocukluk çağlarda öğretmenlerimiz kitap okuma alışkanlığını elde etmemiz için habire çırpınıp dururlardı, bir türlü de sevdiremezlerdi. Bir gün Bayburt Demirhan kitap evinin vitrininde Minyeli Abdullah adlı eseri görünce içimden bir ses bu kitabı mutlaka almalısın yönündeydi, aldım da. Hem de biriktirmiş olduğum harçlıkla. Sonuçta zar zor biriktirmiş olduğum parayla kitap aldık ya, elbette ki okumadan bir kenara koymak olmazdı.  Okumaya koyulduğumda roman o kadar akıcı, o kadar sürükleyici, o kadar kendine bend ediyordu ki bir iki güne kalmadan bir bakmışım bitirivermişim.  Derken bu eser sayesinde kitap okuma alışkanlığı kazanmış oldum da.  Her ne kadar eser Mısır’da Minyeli Abdullah’ın çektiği dramı anlatsa da,  aslında Eski Türkiye’de sıkça yaşanan hadiselerin tıpa tıp aynısıydı.  Dahası bu eser Müslüman’ın derdiyle dertlenmenin bir gür sedasıydı. Peki, dertlenmenin bir tatbiki var mıydı acaba dediğimizde çok yıllar sonra Sur dergisinde aynı yazar ‘Gönüller Sultanı’ başlığıyla yazdığı makalesini okuduğumda sorunun cevabını aldım da.  Gerçekten aşağıda makaleyi bir kez daha okuduğumuzda Müslüman’ın derdiyle dertlenmek nasılmış hep birlikte görmüş olacağız. Bakın Hekimoğlu İsmail o akıcı uslubuyla nasıl dile getiriyor bir görelim:
     GÖNÜLLER SULTANI
     Vazife:
     Allah indinde din, İslâmiyet’tir. Gerçek Müslümanlar bulunduğu müddetçe kıyamet kopmayacaktır. Demek ki İslâmiyet kıyamete kadar yaşayacak. Yaşanan bir din için Allah dine hizmetkâr olacak kullarını göndermektedir. İslâmiyet’e hizmet eden herkes, Allah'ın memurları hükmündedir. Görünmemekle beraber her birinin rütbesi vardır.
        Keramet:
      İslâmiyet’e hizmet edenlerin en belli vasfı keramettir. İslâmi ahlaka sahip olmak, İslâmi ilimleri bilmek bir bakıma keramet gibi görünse de, alışılmışın dışında bazı işlerin yapılabilmesi de kerametin en mühim şekli. İnsanlara, İslâm’ca yaşamayı verebilmektir.
       Ayyaşların tövbesi:
        İki ayyaş bir taraftan kadehleri boşaltırken, bir taraftan da çene çalıyorlardı:
        —Seninki artık içmez oldu.
        —Sorma yahu, bir hoca görmüş, kendisi hoca kesilmiş.
       Kahkahayı bastıktan sonra:
      —Adam hem içiyor, hem sakal bırakmış, hem de camiye gidiyor. Ha babam ha!..
        —Görmesem inanmazdım.
        Biraz sustular. İkisi de kadehlerini tutuyor, ikisi de sigarayı tellendiriyordu.
        —Biz de gitsek mi?
        —Anlamadım?
       —Kafayı iyice çekelim, ceplere de birer tane yerleştirelim. Bagaja da dolduralım. Bakalım hoca ne yapacak?
        Yine güldüler. Kadeh tokuşturdular. Bu karara sevinmişlerdi.
      Bir hafta sonra sarıklı, cübbeli, entarili bir şahsın karşısına dikildiler. Ayakta duramayacak kadar sarhoştular.
         —Para verdiniz, gidip için...
       Onların hayatları ''içmek''ti. Hoca da için diyor. Hemen ayrılıp, arabanın yanına döndüler. Kendi tabirleriyle çilingir sofralarını kurup, içmek istediler. Mümkün değil, tek yudum alamadılar. O zaman şişeleri taşa çaldılar.
     Tevbe:
     Yarabbi, işlediğim günahlara tevbe ediyorum. Keşke işlemeseydim. Bir daha işlemeyeceğim...
         Keramet mi?
       Namaz kılmayan, namaza belki düşman olan kimseler abdest almaya başlıyor. İslâm okyanusuna giren bu adamlar titriyor, ürperiyor. Allah diye bağırıyor. Şubat ayındayız, mevsim kış. Soğuktan değil, hayatın değişmesinden dolayı titreyenler, rengi kireç gibi olanlar, yeni bir hayata geçenler, içkiye, kumara veda edenler, meyhaneyi kapatanlar, namaza başlayanlar, sakal bırakanlar...
         Gong!
      Olup bitenleri anlamaya çalış. Bunlar akılla, kitapla izah edilemez. Şu ayyaşın abdest alışına bak! Şu komünistin Allah deyişini dinle! Şu kumarbazın maddeten ve manen ellerini yıkamasını seyret! Artık modern hayatın çölünde vaha kurulmuş. Artık İslami bir hayatın çizgileri çizilmiş. Artık ferman ferman üstüne inmiş, boyunlar bükülmüş, eller bağlanmış...
      Çorba:
     Müslümanlar para kazanın zengin olmayın, cümlesinin tatbikatı burada. Gönüller Sultanı, Asr-ı Saadeti, yirminci asra getirmeye çalışıyor. Yüzlerce, binlerce insana kendi kazancından çorba içiriyor, ekmek veriyor. Kimseden bir şey almıyor. Herkese bir şeyler veriliyor. Çorba ve ekmek bugünkü standartların dışında. Fakat sahabe çorbasına ve ekmeğine çok yakın.
      Cami yaptırmış tıklım tıklım dolu. Yatsı namazında üst üste secde ettik, imam kendisi...
      Sonra camide halı üstünde uyuyanlar. Mevsim kış. Soğuk şiddetli. Üşüyen var, hasta olan yok... Dedim ya akıl üstü, kitap dışı şeyler... Hatta dışarıda, beton üzerinde yatanlar olmuş, yine hastalanan yok. Hastalıkları iyileşenlere de rastladım.
       Kuyruk:
       Yatsıdan sonra tekrar abdest aldım. Talimata göre artık konuşmak, yemek, içmek yok. Saat dokuz, üstü açık dört banyonun önünde, gusül abdesti için kuyruğa girmişler. Bekleyenlere dikkat ettim. Bunlara el yıkatmak mümkün değilken bu gece vakti, kar serpiştirirken, soğuk su ile gusül aldıran güç nedir?
      Bekleyen çok diye, gittim gece yarısı saat birde geldim. Yine kuyruk var. Bu iş başka... Ben de gusül aldım söylenenleri gücüm yettiğim kadarıyla yapmaya çalıştım.
     Mehenk:
    Gördüğüm, duyduğum her şeyi İslâm’ın mihengine vurmaya çalıştım. Bildiğim kadarıyla İslâm’a aykırı bir hal yok. İslâmiyet’i yaşama gayreti bir kısım kabahatlerin de üstünü örtüyor. Bir fakih, Allah diye bağırılmasını hoş karşılamadı. Hâlbuki bir kısım insanların vücut şehrinde değişmeler oluyor. Büyük fırtınalar içinde, en güzel feryat, yine Allah demektir.
     Sürgün:
     Düşünüyorum, bir kısım insanları devlet sürgün ediyor. Gönüller Sultanı kendi kendini sürgün etmiş. Şehirlerden uzaklaşmış. Tepeler üzerinde en basitinden yerler yapmış. Evler basit, cami büyük!.. Televizyon, radyo, gazete yok. Siyaset, parti iktidar hırsı yok. Şehirlerin günaha akan caddeleri, hileli hurdalı ticaretleri yok. Gayri ihtiyari zaman zaman kendi kendime sordum: ''Türkiye'de miyim?''
       Irklar, kavimler kaynaşmış. Diller bir kelimede ittifak etmiş: Allah!
      Su:
     Dikkatle bakınca İslâmiyet’in keramet gerçeği burada oldukça bol. Mesela asırlardır susuz olan bu topraklarda, bir yer kazılmış, su çıkmış. Bu sudan her gün binlerce kişi abdest alıyor, içiyor, yıkanıyor ve bahçeler sulanıyor. Kıraç topraklarda güzel bahçeler kurulmuş...
      İlim Allah'ın, İslâm Allah'ın ve hepimizi yaratan Allah! Gönüller Sultanı bir insandır, Allah'ın askeridir. Emir almış, vazifesini yapıyor.
     Falan köyün camisi cemaatsizmiş. Şimdi gençlerle dolu. Çünkü gönüller sultanını görmüşler.
       Öğle tatilinde camiye koşan işçiler onu görmüşler.
       Çantasını kenara bırakıp namaz kılan gençler, onu görmüşler.
    İslâmiyet’in Hak din olduğuna binler delil var. Biri de Gönüller Sultanının icraatı...
   MENZİL'DE BİR GÜNEŞ BATTI
       Menzil, varılacak yer demektir. Hiç kimse ''Falan yere gidin'' demedi, herkes oraya akın akın gitti. Evvela devlet gözetledi: ''Ne oluyor?''  diye, sonra Muhammed Raşid Efendi'yi gözetim altına aldı, sorgulaması yapıldı:
       — Biz, kimseye gelin demiyoruz, onlar kendi istekleriyle geliyorlar. Onlara bir şey de söylemiyoruz...
        Şeklinde ifade verdi fakat yakasını bir türlü bırakmadılar. Neticede o bizi bıraktı, dünya yurdundan ahiret yurduna göçtü.
      ''Allah indinde din İslâmiyet’tir'' buyruluyor, ''Allah dinini kıyamete kadar koruyacaktır'' deniyor. Hâlbuki İslâmî eğitim hemen hemen yok edilmiş, günah selleri sevapları da alıp götürmüş, ortada ismi Müslüman fakat Avrupa hayatı yaşayan insanlar kalmış... Bu durumda İslâmiyet nasıl devam edecek?
      Sebepleri yaratan Allah, bazen sebepleri aşarak icraatını sürdürüyor. Menzil'de bunun tatbikatını gördük.
       Menzil Urfa yolu üzerinde, Urfa'ya yakın bir yer. Eskiden burası bir bozkırmış. Raşid Efendi'nin dedesi buraya gelip, gayet basit evler yapmışlar, birkaç haneden ibaret bir belde kurmuşlar. İşin en önemli yanı buradan bir su çıkmış, tadı değişik amma güzel. İçmeye, temizliğe bahçe sulamasına yetecek kadar. Sanki kendi kendilerini sürgün etmişler, şehirlerden kaçıp, ıssız bir yerde ikamete başlamışlar. Fakat milyonlarca insanın bulunduğu şehirlerde kendilerini yalnız hissedenlere inat, bunlara her gün binlerce insan akın akın ziyarete gelmiş. Evet, orada bulunduğum üç gün içinde her gün otobüsler, taksiler, minibüsler dolu insan gelirdi. Mahşeri bir kalabalık vardı. Bu insanları oraya çekip getiren neydi? Niçin geliyorlardı? Yaz, kış demeden, yorgansız, yataksız camide veya şurda burda nasıl yatıyorlardı? Ne yiyip ne içiyorlardı?
     Evet, İslâmi öğretim ve eğitim yok edilirken, Müslümanlar sebeplerin dışında, İslâmiyet'le müşerref olup, İslâmiyet'in hakkaniyetine alenen inanıyorlardı.
     Raşid Efendi, pek konuşmazdı, vaz-u nasihatte bulunmazdı. Sadece imamlık ederdi. Amma onu gören kötü alışkanlıklarını terk eder, bazıları sakal bırakır, dinî kıyafetler içinde işine bakardı. Nasıl ki, mıknatıs, demir cinsinden şeyleri mıknatıslandırırsa, o da yanına yaklaşana İslâmi hayatı aşılardı. Bu, elbette Allah vergisiydi. İslâm'dan uzaklaşan bir kısım kullarını Allah, bu şekilde İslâm'a çekiyordu. Her ırktan, her mezhepten, hatta her dinden insanlar gelirdi, bunları getiren sebebi anlamak mümkün değil, amma giden bir daha gitmek ister, sevdiklerini de götürürdü.
      O, Seyyid’di, âli beyttendi. Bu noktada düşünüyorum: Hazreti Ali'yi sevdiğini söyleyen, onun soyuna hürmetkâr ve bağlı olan Aleviler, bu seyyidler kervanına tâbi olsalar gerçek manada Hazreti Ali'ye de tabi olurlar. Seyyidler çok önemlidir, onlardaki hal ve tesir daha başkadır.
       Raşid Efendi Arapça, Türkçe ve Kürtçe bilirdi. Menzil'de Kürt'ü, Türk'ü Arap'ı, kardeş kesilirdi. Böylece milli derdimizin dermanı idi, bir kısım bürokratlar kadrini bilmedi. Osmanlı Devleti'ni asırlarca ayakta tutanlar, Raşid Efendi gibi kimselerdi. Türkiye, bunların kıymetini bilmediği için şimdi başımıza PKK olayları çıktı. Çünkü İslâmiyet'i yaşamaktan başka bir gayesi olmayan Raşid Efendi ve onun gibiler sürekli gözetim altında bulunduruldu, sürgün edildi, ifadesi alındı, kısacası rahat bırakılmadı, olaylar PKK'lılara malzeme oldu. İslâmiyet her ırkı, her mezhebi, kısacası Müslümanları kardeş ederken bugünkü kavmiyetçilik, kardeşi kardeşe düşman etti. Raşid Efendi gibilere imkân tanınsaydı Güneydoğu hadiseleri olmazdı.
       Dedik ya, ''O, Seyyid’di''. Seyyidler kervanı yollara devam edecek, bu kervana katılanların dünya ve ahiretleri cennet olacaktır inşallah.
      İşte görüyorsunuz, ‘abd’ olmak kul olmak demektir. Yani, Abdullah ya da Abdulhakim olunca da Allah’a kul olmak manasınadır. Dahası Abdullah’ın Minye’sinden Abdulhakim el Hüseyni (k.s)’ın Menzil’ine seyr-i âlem edildiğinde Müslüman’ın derdiyle dertlenmekte Allah’a kulluğun gereği bir yolculuktur zaten.
       Vesselam.
 http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2564/minyeden-menzile.html


27 Nisan 2016 Çarşamba

ORTAK PAYDA İSLAM’DIR


                            ORTAK PAYDA İSLAM’DIR
  
    SELİM GÜRBÜZER
    Dile kolay, tam otuz beş yıl kendini öğretmenliğe adadı. Öğretmenlik aşkı bu ya Almanya’da ki gurbet çocuklarımız kimlik kaybına uğramasın diye Berlin’e atanır da. Zaten iyi bir eğitimci olduğu yazdığı eserlerden ve verdiği konferanslardan besbelli.. Öyle ki öğretmenlikten emekli olduğunda “Hocanın rahmetlisi olur emeklisi olmaz” deyip her fırsatta gençlere yönelik kültürel faaliyetlerden geri durmazda. Hatta edebiyat tarih, din, psikoloji alanlarında toplam 55’i aşkın yazdığı eseriyle adından söz ettirir bile. Bu arada ülkemizin mümtaz şahsiyetleri hakkında yazdığı makalelerle gelecek nesillere ışık saçmayı da ihmal etmez. Nitekim Seyda Hz.lerinin vefatının ardından yazdığı makale bunun bariz bir göstergesidir. Madem öyle, Vehbi Vakkasoğlu  o mübarek hakkında ne yazmış bir görelim, bu sayede bizde ruhumuzu bir terennüm etmiş oluruz:
    SEYYİD MUHAMMED RAŞİD EFENDİ'NİN ARDINDAN
     İnsanımızı ayakta tutan; iç ve dış bozgunlara karşı güçlü ve dirençli kılan, kültürümüzü nesilden nesile sessiz sedasız büyük bir tevazu ile nakleden büyükler vardır. İsimleri, resimleri bilinmez büyüklerdir bunlar. Çünkü saklanmayı, mahviyet perdesiyle örtülü kalmayı kendileri isterler. Onlar kendi varlıklarını öne çıkaran her türlü alâyiş ve nümayişten uzakta kalmaya özel bir özen gösterirler, hizmetlerinin karşılığını hakiki âlemde görmeyi umarlar, bunun için de talip oldukları şey sadece ve sadece Cenab-ı Hakk'ın rızasıdır.
       Bu büyükler, Allah rızası yolunda, dayanılması çok zor ceberutlara, baskıcılara, laiklik perdesine bürünüp gizlenmiş din düşmanlarına müthiş bir direnişle karşı koymuşlar, yollarından dönmemişler, geleceğe dair ümitlerinden vazgeçmemişlerdir. Daha doğrusu, geleceğin nasıl olacağını fazla da düşünmeden İslam'a, imana sahip çıkmışlar, neticeyi Allah'ın rahmetinden bekleyerek rıza ve tevekkül göstermişlerdir.
        Bugün iman ve İslam davasındaki insanlarımız yakın geçmişimizde yaşanan şerefli mücadeleleri bilmek zorundadırlar. Bilmek ve vefa duygusunun gereğini yerine getirmek borcundadırlar. Geçmişin zorluklarını bilmek, hem bugünümüz için dersler verecek, hem de içinde bulunulan kolaylık ve imkânların şükrünü ihmal etmemeye sebep olacaktır. Ayrıca bu isimsiz kahramanların tanınması, hizmetlerinin bilinmesi, onların haksız suçlanmalarının da önüne geçecektir. Zira bugünün şartlarından geçmişe dönüp bakınca, birtakım yanlış değerlendirmeler yapılıyor ve bu suretle de devrin ilim adamları, Allah dostları manevi dinamikleri suçlanabiliyor.
     İşte onlardan biri... Bir büyük silsilenin günümüzdeki temsilcisi, manevi dünyamızın temel yapı taşlarından Muhammed Raşid Erol Hazretleri... Ebedi âleme göçüşüyle bütün müminleri büyük bir hüzne boğdu. Ancak, milli birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz bir dönemde dahi, ne yazık ki, başta devlet radyo ve televizyonları olmak üzere medyamız bu olaya göz yumdu. Bu görmezden gelişin temel sebebi, bir eski hastalıktır. Bizi bir vatanda iki millet haline getiren eski bir hastalık. İşin içine din, dindarlık, daha doğrusu İslamiyet girince, bir kısım aydın ve bürokratımızın hala kendilerini kurtaramadıkları laiklik hassasiyetiyle çekinmek, korkmak, endişelenmek ve bu suretle de uzak kalmak, lakaytlaşmak duygusu... On binleri ilgilendiren ve heyecanlandıran bir olayda dahi kör ve sağır kalmak vurdumduymazlığı, bu eski aydın hastalığının temel belirtisidir. Oysaki vefat eden maneviyat kutbu, ülkenin sadece güneydoğusunda değil, her yanında bir manevi asayiş muhafızı gibiydi. Ona gönül bağlamış olanlar, her türlü kargaşaya ve teröre karşı, ülkenin her yanında güçlü bir teminat idiler. Ve varlıklarıyla terörü önlemeye giden yolun nerelerden geçmesi gerektiğinin de işaretini veriyorlardı. Anadolu'yu bir huzur ortamı haline getirmekte samimi olanların onlarla ortak paydalar aramamaları mümkün mü?
        Evet, daha kısa zaman önce, Muhammed Raşid Erol Hazretleri'nin başına gelen sürgünlü olaylara bakılınca, yöneticilerimizin bindiği dalı kesme gafletini bile aşan bir şaşkınlık içinde olduklarını açıkça müşahede ediyoruz. Nedir bu korku? Bırakınız bu büyüklerin faaliyetlerine yardım etmeyi, onların vefatlarını ve bunun meydana getirdiği yurt sathına yayılan acıyı haber değerinde bile görmemek gafleti hala sürebiliyor. Bu kafayla halkla bütünleşmek nasıl mümkün olacaktır? İnançlarda, duygu ve düşüncelerde birlik ve beraberlik nasıl sağlanacaktır? Bütün yurt sathında olduğu gibi, Güneydoğu'da da temelli ve esaslı bir birliğin ve ortak paydanın adı İslam'dır. Artık bunu yok saymanın imkânı kalmamıştır.
      O bölgemize saldıran eşkıyanın bile, gerçek yüzünü din açısından göstermeye başladığı bizzat Genelkurmay Başkanı Sayın Doğan Güreş Paşa tarafından açıklanmıştır. Güreş Paşa'ya göre, bir kısım teröristler, ''Buralarda eskiden bizim ecdadımız yaşıyordu ve kiliseler vardı'' diyorlar. Dış kaynaklı, Ermeni destekli Hıristiyani hülyaların açığa çıktığı bir zamanda bile, artık bazı tarihi yanlışları bir tarafa atıp, insanımızı İslam harcıyla birleştirmeyi, düşünemeyenlerin samimiyetlerine nasıl inanacağız?
       Şeyh Muhammed Raşid Hazretleri'nin mensup olduğu manevi silsile, iman ve irşad sahasının en parlak ve etkili yollarındandır. Öyle ki, bir zamanların meşhur eşkıyaları olan Hamido ve Celilo dahi, Gavs Hazretleri'nin sohbet halkasında yepyeni bir şahsiyet haline gelmişler, eski hayatlarından tamamen çekilerek, tertemiz bir ömür yaşamışlardır. Bunun binlerce örneği, o mütevazı Menzil'de halen yaşanmaktadır.
      Bunca ibretli olaydan sonra, hala birtakım temelsiz fobilerle yurdumuzun manevi dinamiklerine, göz yummanın gafletle de tarifi zorlaşmaktadır. O maneviyat büyükleri bu dünyadan ve sizlerden bir şey beklemiyorlar. Siz ise iddialı olduğunuz dünyevi rahat ve huzurun sağlanmasında onlara çok çok muhtaçsınız. Bırakınız inancı, böyle bir fayda için bile onlara yaklaşamamanın, dost olmamanın altındaki psikoloji nedir? Evet, artık bu tahlili yapmanın ve birtakım fobilerden, komplekslerden kurtulmanın çoktan zamanı geldi ve geçiyor bile.
        Muhammed Raşid Hazretleri'ne Allah'tan rahmet, geride kalan sevdiklerine sabr-ı cemil diliyor, bu kudsi silsilenin kıyamete kadar ''imana hizmet'' yolunda muvaffakiyetini Cenab-ı Hakk'tan niyaz ediyorum.
        Velhasıl; Vehbi Vakkasoğlu’nun dediği gibi hem maddi hem de manevi huzurun sağlanmasında onlara çok muhtacız.
        Vesselam.

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2676/ortak-payda-islamdir.html

26 Nisan 2016 Salı

NE MUTLU KIYMET BİLENE




              NE MUTLU KIYMET BİLENE
                 SELİM GÜRBÜZER
           Ulema ailenin bir evladıdır o. Kendisi İmam Hatip mezunu olması hasebiyle de iyi bir hatip de. Karadeniz’in o coşkun havası mizacına yansıdığı şundan belli ki haksızlıklar karşısında kalemini konuşturmayı da ihmal etmez. Öyle ya,  kim bu ümmetin bir ferdini mağdur etmişse zulme karşı onurlu duruş sergilemek gerekirdi. Zaten o da  “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadis-i şerifin gereği Necip Fazıl’la aynı kaderi paylaşıp Silivri kapalı cezaevinde mahkûm edilmiş bile. Keza Tayyip Erdoğan’da okuduğu bir şiir nedeniyle mahkûm edilmişti. Ama gün gelir kader bu ya, çile yolculuğunun aydınlığında birbirinin dünürü olurlarda. Üstelik dünürü olduğu lider de ulema ve evliyanın kıymetini bilenlerden. Hatırlarsınız Tayyip Erdoğan İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Başkanı olduğu yıllarda İstanbul çöp dağlarından ve susuzluktan geçilmiyordu. Malum o yıllarda yağmur duası gündeme geldiğinde kimileri alay edercesine “İşimiz Allah’a kaldı” diyenler olmuştu. Neyse ki dünürü olduğu o lider kınayanın kınamasına hiç aldırış etmeden hızlı bir şekilde hem manevi hem de zahiri tedbirleri alıp İstanbul halkının çektiği o susuzluk çilesine son verirde.  
            Madem öyle, herhangi bir işe hızla nasıl el atılır, bunu yeri gelmişken Seyda Hz.lerinin vefatı sonrası Menzil’e gittiğim bir ziyarette sofilerce çok bilinen ta Gavs-ı Bilvanis-i zamanından beri dergâhın hizmetinde koşturan Fırıncı Abdülkerim ağabeyimden edindiğim bir bilgiden öğrenmeye çalışalım.  Nitekim Fırıncı Abdülkerim ağabeyime; Kurban siz hem Gavs Hz.leri hem Seyda Hz.leri hem de Abdulbaki Hz.leri zamanında hizmet etmiş bir ağabeyimizsiniz. Çok yoruldunuz da, hele şu iş yorgunluğu nasıl bir şeydir bize bir anlatsanız.  Tabii derin bir oh çektikten sonra bizi kırmayıp şöyle dedi:
     -Ah sofi, Gavs’ı, Seyda’yı anladım da Abdulbaki Hz.lerine bir türlü akıl sır erdiremedim.  Gavs’ın, Seyda’nın hızına bir şekilde yetişebiliyordum ama gel gör ki Abdulbaki Hz.leri daha irşada başlar başlamaz hızına yetişmek ne mümkün.. Baksanıza tuvalet sayısından, çeşme sayısından ve fırından çıkan ekmek sayısından tutun da, cami inşası, imar, vakıf gibi bir dizi daha nice hizmetlerin hepsinde dur durak bilmiyor. Tıpkı Tayyip Erdoğan gibi o da hizmette hiç sınır tanımıyor. Hani bir zaman Tayyip Erdoğan İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığını devr aldığında susuzluk almış başını gidiyordu ya. Kimi Yalova’dan tankerlerle su getirelim, kimi suni yağmurlama bombasından bahsederken, o kendine yakışan tavrıyla mübareği havaalanında karşılayıp dua talep ettiğinde;  
        - Dua ederiz inşallah demesiyle birlikte İstanbul’un susuzluğu iki kanaldan, yani hem zahiri hem de manevi kanaldan hal yoluna girerde.
          İşte Fırıncı Abdülkerim Ağabeyimiz bu tespiti yaptıktan sonra şöyle bir latife cümleyle sözlerini şöyle bağlar:
        -Sofi şu da var ki mübarek nasıl dua ettiyse İstanbul’da bir baktık sel seli götürmüş. Sanırım şimdi niye hızına yetişemediğimizi anlamışsınızdır.
        Evet, bir takım mahfiller ‘işimiz Allah’a kaldı’ diye alay ede dursunlar, onların hesap edemedikleri bir şey vardı ki Allah dostlarının yapacakları duaların Allah katında kolay kolay geri çevrilmeyeceği gerçeğidir. Yeter ki canı gönülden Allah dostlarının kıymeti fark edilsin gerisi gelir elbet. 
         Hakeza Sadık Albayrak’ta tıpkı dünürü gibi Allah dostlarının kıymetini bilen gür seda yazarlarımızdan. Bakın Seyda Hz.lerinin vefat sonrası Cuma dergisine verdiği bir röportajda kıymetini nasıl dile getiriyor hep birlikte bu kıymet ruhundan istifade etmiş olalım:

     SEYDA HAZRETLERİ BÜTÜN ÜMMET-İ MUHAMMED'E YOL GÖSTERDİ

       Raşid Efendi'nin Türkiye'deki misyonunu anlatır mısınız?
        — Raşid Efendi (k.s.), şöhrete ulaşmış ismiyle ''Seyda Hazretleri'', neseb olarak Ehl-i Beyt'e mensuptur. Necip bir nesilden gelmesi dini ilimler kadar tasavvufi gelişmede de büyük pay sahibi olmuştur. Tarikat olarak Nakşibendîliğe olan vukufu Türk-Kürt-Acem ya da Arap halkları üzerinde etkisi büyük olmuştur. Her ilmin bir mektebi olmasına rağmen Türkiye'de tekkeler kapatıldığı halde müteselsilen hilafet hırkasını giymek suretiyle bu tarikat çizgisini sürdürmüştür. Bu durum tarikatların tekke ve zaviyelerde yapacakları hizmetin yasaklarla önlenemeyeceğini göstermiştir. Seyda Hazretleri bunun en canlı örneğini temsil eder. Cedleri Mevlana Halidi Bağdadi ve daha sonra gelenler meşruti ve ceberrut yönetimler tarafından ve siyasi güçler tarafından baskıya uğramalarına rağmen bu çizginin devam ettirilmesi Seyda Hazretleri'ne kadar gelmesi kendilerinden sonra da beklenen ve görünen fonksiyonu icra edeceğinin bir işaretidir. Seyda Hazretleri'nin cedleri hangi baskı ve zulme uğramışlarsa kendileri de aynı şekilde bundan payını almıştır. Hiçbir siyasî otoriteye başkaldırmadığı halde Cenab-ı Peygamber'in Ehl-i Beyt'in çizgisini sürdürüp siyasî otoritenin mefluç, müflis ve mülevves bir hale girdiği toplumun değişik katmanlarındaki insanları bir tek çizgiye getirmesi, en çok şeriat ve tarikat düşmanlarının tepkisini çekmiştir. Batılılaşmanın kol gezdiği metropol şehirlerden uzak bir köyde ömür sürerken Türkiye ve Türkiye'nin dışından kafileler halinde insanların otobüslerle Menzil'e gelmesi, Menzil-i Maksut'a ermelerine vesile olmuştur. Bu durum, bu gelişme, bu yeni ihya hareketi daha çok bizde militarist baskılar sırasında kendini gösterdiğinden, kendi evinden barkından alınarak Batıya sürgün edilmesi, gözetim altında bulundurulması müridanına en umulmadık hareketlerin reva görülmesi, yaptığı hizmetin büyüklüğünü gösterir. Ehl-i tarik ulviyet ve yüceliklerini, çektikleri çile ile pekiştirirler. Zaten geçtikleri yollar çileli yollardır. Aldıkları hilafet hırkası icazeti onları ister istemez bu yola sevk eder. Böylece kendilerinden sonra gelecek olan toplumlara öncülük vazifesi görürler. Seyda Hazretleri de Türkçe-Kürtçe ile belirli değil de, değişik lisanla tüm ümmete hitab etmiştir. Böylece yaptığı hizmetler ne Türklere, ne Kürtlere ne de Araplara mal edilebilir. Tümden Ümmet-i Muhammed'e yol gösterici olmuştur. Diliyoruz ki, kendisinden mustahlef olanlar bu yolu devam ettirirler.
     — 12 Eylül yönetimi Seyda Hazretleri'ni neden Çanakkale'ye sürgüne gönderdi.
     — 12 Eylül yönetimi solla, aşırı uçlarla uğraştığı gibi Müslümanlarla da uğraşmayı bir görev bilmiştir. Çifte standart uygulamakla çarpıklığın üstesinden gelebileceklerini sandılar. Hâlbuki 12 Eylülcü militaristler Seyda Hazretleri'nin yaptığı hizmetleri engellenmemiş olsalardı, bugün belki de Türkiye'nin ırkçı şoven bir Kürt meselesi olmayacaktı. Türkiye'de bugün, ne acıdır ki doğrudur, bir Bosna-Hersek bunalımı yaşamayacaktı. 12 Eylülcü militaristler kafalarına yerleştirilen sarık-cübbe ve tespih korkusu Seyda Hazretleri'nin üstüne gitmeyi amaçlamışlardır. Bu baskı tersine tepen bir silah gibidir. Menzil cemaatinin daha çok yaygınlık kazanmasına sebep olmuştur. Yani zulüm, şiddetini artırdıkça mazlumların sayısı da çoğalır.
        — Devletin resmi medya araçları, TRT ve Anadolu Ajansı özellikle sanki böyle bir olay yokmuşçasına davrandılar. Bütün özel kuruluşların ilgisine rağmen resmi kuruluşlar cenazeyi ısrarla duyurmadılar. Bunun altında hâlâ 12 Eylül uzantısı korkular mı var acaba?
         — 12 Eylül uzantısı değil de rejimin 70 yıllık tercihi kendini göstermiştir. Şöyle ki, bugün resmi ideoloji medyasını yönlendiren iktidar çevreleridir. Bu kurumlarda yer alan etkili kişiler masonik zihniyetli adamlardı. Bunun böyle olması doğal karşılanmalıdır. Resmi ideolojinin medyası böyle bir tavrı ilk defa göstermemektedir. Yani, Batılı sistemin çifte standart uygulaması resmi ideolojiden yana olanlarla, resmi ideolojiye İslâmi perspektiften bakanlara karşı çelişik bir tavrı olmuştur. Bir haham, bir papaz resmi ideolojinin haber kaynaklarında yer aldığı kadar, bir şeyhin, bir âlimin, İslâmi görüntüsü bir değer ifade etmemektedir. Bunu fazlaca da yadırgamamak lazım. Türkiye'deki Batılılaşmanın öncüleri bu tercihi Lozan'da yaptılar, o günden bugüne devam ediyor. Resmi ideolojinin çizgisinde bir sapma görülürse o zaman gidişten endişe etmeli, yeni stratejilerin, planların Müslümanlar üzerinde oynanmak istendiği akıldan çıkarılmamalıdır.
         İşte, yazar Sadık Albayrak’ın ifadelerinden de anlaşıldığı üzere zulüm bir yere kadardır, hele ümmetin derdiyle dertlenenler var oldukça bir takım karanlık mahfillerin kirli oyunları ve hevesleri kursaklarında kalacaktır. Buna inancımız tam da.
         Vesselam.

25 Nisan 2016 Pazartesi

BİR ŞAFAK YÜRÜYÜŞÜ




        BİR ŞAFAK YÜRÜYÜŞÜ
   SELİM GÜRBÜZER
    Şerif Benekçi ortaya koyduğu romanlarıyla dikkat çekmiş bir yazar. Dahası romanlarını akıcı bir üslupla okurlarına ispatlamış bir duygu selidir o. Nitekim o duygu yürekli kalemini Seyda’ya olan derin aşkı muhabbetinde de görüyoruz. Zira kaleminden dökülen o muhabbet seli tüm çarpan gönüllerde yankı bulur da. Şayet o sevgi selinin içerisinde bir katre damla olup istifade edebilirsek ne mutlu bizlere. Bakın Seyda’ya olan muhabbetini nasıl dile getiriyor bir görelim:
    SULTANIM, EFENDİM
    1970'li yıllarda yaşadığımız yapay kutuplaşmalardan en zararlı çıkan kesim, üniversite gençliği olmuştu. Şimdi orta yaş kuşağını meydana getiren insanlarımızın, her biri ayrı ufuklarda yoğunlaşan arayış ve sancılarının bu yurda ve bu yurdun insanlarına nelere mal olduğunu zamanla daha iyi anladık.
      Basmakalıp yargılarını ve tekerlemelere dayalı suçlamalarını zaman içinde elinin tersiyle bir kenara itebilmiş olan herkes şunu kabul eder ki, vuruşanlar bizim çocuklarımızdı. Lâkin o yıllar, böyle düşünmüyor yahut düşünemiyorduk. Son olmasını dilediğimiz ''gece baskını'' na çeyrek kala ayılanlar, ''Ne oluyor?'' diyenler oldu. Bir yerlerde hata yaptığımızı en iyi biz -vuruşanlar- anlıyorduk; çünkü akan kan bizim kanımız, ağlayan bizim anamızdı. Yanlış yerlerde ve yanlış cephelerde saf tuttuğumuzu dramatik derinliğiyle anlamıştık. (1980 Eylül'ünde gerçekleşen askerî darbe ve çarpık uygulamalar, yanlışta ısrar eden arkadaşlarımızı da yol ayrımına getirmiş, böylece bir süreç tamamlanmıştı.)
     Farklı bir sese ve farklı bir nefese duyduğumuz ihtiyaç, ekmek ve suya duyduğumuz gereksinimden az değildi. Uğultulu tepeler ve sarp vadilerin çocuğu olan, yaratılışı iktizası uç noktalarda gezinen insanları, ancak okyanus boyutlu derinlik ve ufuk etkileyebilirdi.
       O yıllarda, bir dostuma şöyle dediğimi hatırlıyorum:
      ''-Ne bahtsız nesiliz, dostum. Bir Mevlâna'mız, bir Yunus'umuz bile yok... Hani Hazret-i insan, hani Allah'ın halifesi?''
       ODTÜ'den tanıştığımız dostum, ağlamaklı bir sesle şöyle demişti:
     ''-Duyduğum doğru ise, Urfa yakınlarında bir zat varmış. Peygamberimizin soyundan, deniliyor. Bir gidelim mi ne dersin?''
     Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin (k.s) varlığından böyle haberdar olmuştum.
     Uzun süre, Urfa yönüne doğru dönüp, ufka doğru baktığımı, bir çağrı beklediğimi dün gibi anımsıyorum. Aylar geçti, bir türlü o tarafa gidemedim. Derken, gün geldi, çile doldu ve yol açıldı:
      Sultanım, Seyyidim, Mürşidim, Efendim;
     Böyle bir sonbahar mevsimiydi; Menzil'e vasıl oldum. Sonradan romana aktardığım bir şafak yürüyüşü böyle başlamış, ben Fırat boylarından size gelmiştim.
      O kerpiç duvarlı, toprak örtülü, ak badanalı evinizi görünce içim cız etmiş, 'İşte, gelmem gereken yer burası' diye mırıldanmıştım.
      Derken, kutlu bir ikindi üzeriydi, siz Efendim göründünüz köy meydanında. Menzil meydanı, bir anda kâinat meydanı oluvermiş; ahşap cami, mütevazı şadırvan, duvar diplerinde gezinen birkaç insan ve bahçe duvarının üzerinde uçuşan güvercinler, birden kayboluvermişlerdi.
      Sizi görmüştüm, Sultanım, Efendim: Daha ne olsundu?
      Ne can, ne sıcak, ne içten bakmıştınız öyle? Nübüvvet nazarının sizden yayılan ışıltıları arasında, çörek kıvrımlı ve süt beyazı sarığınızın bir yerinde kaybolup gitmişim: Gözümün önünde fırıldak gibi dönüp duran kara delikler ve kendimle getirdiğim sorular, tanımsız tebessümünüzle yok oluvermişti.
      Aradan tam on altı yıl geçti. Anlamsız beklentiler, nankörlükler, ''akıl'' ve ''ben'' merkezli saplantılarla geçen tam otuz üç mevsim.
      Sizi gereği gibi değerlendiremediğim için ruhaniyetinizden bir kez daha özür diliyorum;  Mürşidim, Efendim.
     Sizden bahsetmek benim ne haddime. Yapmaya çalıştığım, bazı ayrıntıların altını çizmekten ve onları, çok sevdiğiniz Müslümanlara duyurmaktan ibarettir.
      Has bir bendeniz anlatmıştı; bir bağ bozumu mevsiminde ondan dinlemiştim: Siz, bahçenizdeki ağaçların arasından süzülerek gelmiş, orada bel belleyen bir sofiyi bir süre seyrettikten sonra, tebessüm ederek yanından ayrılmıştınız. Bahçıvan Nuri edep sınırları içinde size yaklaşmış, öyle masum ve sevimli tebessümünüzün sebebini sormuş. ''Gurban, o sofinin neyine tebessüm ettiniz, sorabilir miyim efendim?'' demiş.
       Siz efendimizi baharlar açan tebessümünüzü şöyle izah buyurmuşsunuz:
      ''Gülmem şu ki, sofi var gücüyle bele vuruyor. Bütün iradesiyle bele yükleniyor. Bunun sonucu olarak bel toprağa batıyor, belleme gerçekleşiyor. İşte insan, sofinin bütün gücüyle bele bastığı gibi, nefsine bir defa vursa, başka bir hamleye gerek kalmadan, ikinci adımda Allah'ı bulur.''
       Biz, ağır rayihalı hacı kokularının mâbedde bile insanı bunalttığı ve güzel koku sevgisinin bile çarpık algılandığı bir zaman diliminde, siz Efendimizi mihrapta gül koklarken görmekten hoşnuttuk.
      Gülü mabedimize soktuğunuz, onu mihrapta kokladığınız, güvercinler için saçak otlarına özel aşiyanlar yaptırdığınız, toprakla yürüttüğünüz ve toprağa oturduğunuz için; şehirlerden, kasaba ve diğer karyelerden fevç fevç size geliyorduk.
       Anadolu ve diğer uzak iklimlerde yaşayan insanların, küçük gece kelebekleri gibi size yönelişleri, devletlilerde endişe, sıradan insanlarda ''acaba'' ve Müslüman entellerde burun kıvırma sebebi olurken, neslimin ve ben-i Âdem’in ak bahtlı insanları ‘Menzil=Rahmet Üçgeni'nin girdabına yakalanıyordu.
      ''Bermuda=Şeytan Üçgeni'' merak ve ilgi konusu olmaya daha lâyık görülürken, ilahi rahmet ve Rabbani esintinin böylesi, insanları şaşkına çevirmiş, kimilerinin de hafsala duvarlarını yerle bir etmişti. Bundandı, kimi bilimsel ve acül kafalı zevatın ''Güneyli esinti'' ye soğuk bakışı.
      Siz, toprak örtülü evlerin tehlike addedilerek kuşatılması, sürgünlere ve her şeye rağmen, pâk ceddinizin açtığı aydınlık çizgiyi sürdürdünüz. Horlanmış bir ümmet, itilip kakılmış bir millet ve kimlik bunalımına sürüklenen gençlik, sizi bulmakta ve benimsemekte gecikmedi. Ateşin ortasında oluşturduğunuz bahçede, renkler ve ırklar yan yana oturmanın, zikir halkası oluşturmanın ve Müslüman kardeşi olmanın doyumsuz keyfini yaşadı. Toprağa ilk tohumun atıldığı Harran Ovası'na el sallayan çıplak bozkır tepelerinde Rabbanî tecellilerin ve Samedanî istihzaların binlercesi mevsimler boyu uçuştu, durdu. Herkes, gönlünce ve nasibince bir hoşluk yaşadı, âli himmetinizle.
     Siz, ''vaktin iyice daraldığı'', karaların ve denizlerin bile kirlendiği bir zamanda geldiniz. Rabbim sizi, insanlık erdemlerinin dağ doruklarına kaçırıldığı, kalplerin darmadağın olduğu, şaşmaz ve değişmez ölçülerin bile makam ve mevki uğruna akademik tartışmalara mevzu edildiği bir zamanda, ahir zamanda göndermişti.
     İyi ki göndermiş. Yoksa bizim halimiz nice olurdu? Hamdımız, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
    Sizin amacınız insanoğlunu kurtarmaktı. Öğretiniz sadelik ve derinlik esasına dayanıyor ve siz, sözün ayağa düştüğü bir zamanda, sükûtun zirvesinde kalmayı yeğliyordunuz.
     Siz, Ahir zaman Sultanı, ''şartsız icazet'' veriyordunuz (x). Bizler, Hâtem'ün Nebi'nin (s.a.v.) ifadeleriyle ''döküntü insanlar''dık. Bir ömrü, gecesi ve gündüzüyle, bizleri toplamakla geçirdiniz. Bizleri çer çöp gibi toplayıp, yer ve gönül sofranıza kabul ettiniz. Yolu Menzil'e düşen ahir zaman gariplerinin eline ağaç kaşık ve arpa unu karıştırılmış kepekli ekmek tutuşturdunuz. Büyük cedleriniz ''Halil''ler ve ''Habib''ler gibi olmak, size gerçekten yakışıyor ve siz Efendimiz, koluydu-bacağıydı, gömleğiydi-entarisiydi demeden, yangından ve bulanık selden, kim neresinden tuttuysanız çekip çıkarıyor, kıyıya alıyordunuz.
      Yer dolusu hatalarla geldiğimiz Fırat kıyısındaki köyde, gene yer dolusu mağfiret buluyorduk. Orada tövbe etmenin, ''Yitik develer''i bulmanın Mevlâlar Mevlâsı'nı sevindirmenin doğal sonucuydu bu .(x)
      Hac vakfesi için bulunduğunuz dağlar güzeli Arafat'ta, daha önce hiç görmediğiniz bir çocuğun karpuz kabuğuna ip bağlamasına yardım etmiş, ''Haydi birlikte oynayalım'' teklifini kırmayıp, çocuğa oyun arkadaşı olmuş, Arafat handiyse boşaldığı halde, siz alacakaranlığa dek onunla oynamış, çocuk nihayet oyuna doyunca Arafat'tan ayrılmıştınız.
       Siz ne ince ruhlu, ne asil soylu, ne güzel insandınız Efendim?
     ''Doğrusu dünya hayatı oyun ve oyalanmadır'' buyuruyor; Hazret-i Kur'an. Biz bu 'oyun ve oyalanmanın kural ve işlerliğini, incelik ve estetiğini siz Efendimizden öğrendik.
      Seyyidim, Efendim; Siz, 1414 Hicrî yılının hazan mevsiminde fâni varlığınızla görüş ufkumuzun dışına çıktınız, yeni bir dünyaya doğdunuz. Şuna yürekten inanıyorum ki, ruhaniyyetiniz ve hoş esintiniz hemen daima bizimle olacak. Yazlık mescitteki dut ağaçlarının altında kıldığımız sabah namazları ile ikindi sonları gene sizinle yaptığımız hatmeler, 'yalan dünya'nın hoş lezzetleri olarak belleğimizde daima yaşayacak.
       İnsanın, şu dünyadan güzel hatıralarla dönmesi ne güzel!
     Biz seni sevenler, her mevsim Menzil'deyiz: Bahar gelirken, narçiçekleri açarken, bağ bozumu ve harman zamanı... Senin üzümünü, aşını, ekmeğini yemeye; dergâhın çorbasını ve ayranını içmeye devam edeceğiz. Hiçbir şey yapamaz isek bunları yapacak, hiçbir şey olamaz isek, gene Menzil'de olacağız. Zira sen bizim 'yol' babamızdın... Seyyidim, Güzel Efendim, Gül Şeyhim, Sultanım; Vasiyyetin ve devrettiğin miras başımıza taçtır; zira bizler 'Ehl-i beyt' sevgisini kendimize sermaye bilmişizdir.
     Bir Şafak Yürüyüşü'nün şanlı başlatıcısı! Me'va Cennetleri'nden bize, bu ümmete gülümse. Yüce Rabbim, sizin ve diğer ulu Sadâtların yüksek sırlarının kudsiyyetini artırsın ve bizleri, şefaatlerinizden mahrum eylemesin. (Âmin, bihürmet-i Seyyid'il Mürselîn, velhamdülillahi Rabb'il âlemin).      
        (x)   Bkz. Mektûbat-ı Rabbanî, 211, 455 ve 459. mektuplar.
        (xx) Bkz. Buhari ve Müslim, Tövbe Bahisleri.
       Velhasıl,  bu güzel duygular eşliğinde gün gelir Şerif Benekçi kardeşimiz de ebediyete kanatlanır.. Bize ise ‘Allah onu sevdikleriyle beraber eylesin’ demek düşer.
       Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2650/bir-safak-yuruyusu.html

24 Nisan 2016 Pazar

İSMAİL YILDIZLI SEYDA (K.S) İÇİN NE DEDİ?


İSMAİL YILDIZLI SEYDA (K.S) İÇİN NE DEDİ?


63 YAŞINI GEÇMEYİ HAYÂ ADDEDEN GÖNÜLLER SULTANI; ŞEB-İ ARUZ MİSALİ SEVGİLİSİNE, VUSLATA ERDİ...


 Araştırmacı Yazar:Selim GÜRBÜZER

        Bismillahirrahmanirrahim.
        Sine-i insafla, nazar-ı hak ve hakikatle, Seyda-ı Sultanı (k.s) görebilmek, âcizane bir nebzecik anma ve anlatma arzusu ile mebdeinden (s.a.v.) itibaren ifade etmek istiyorum.
      Takvimler, milâdî 20 Nisan 571 yılı, hicri Rebiülevvelin 12. gecesini gösterirken kâinatı zulmet bulutlarının kapladığı bir zamanda, işte o bulutları yırtıp, bir güneş gibi Mekke-i Mükerreme'den bütün arza yayılan nuru Muhammed'in nurundan, yaratılan bütün beşeriyetin nur-i asli, kürre-i arza teşrif etti... Ve nur-i aslının ziyasından nur damlaları halka halka günümüze kadar uzanarak aynı vazifeyi vekâleten tevdi eden bir evlâdı teşrif ediyor. Bu evlat ki, fuhuşun, kumarın, içkinin kısacası bütün kötülüklerin zirveye ulaştığı bir zamanda bir irşad göreviyle insanları dalâletten hidayete, zulmetten nura davet ederken, bu daveti ''İslâm'ı öyle sağ ve diri yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin'' nokta-i nazarında yaşantısıyla bir davetçi nazarıyla bir lazer ışını gibi bütün melekût âleminin güzelliklerini gönüllere nakşeden bir cezbe-i rahman mümessili... O mümessil ki, kendisine suikast teşebbüsünde bulunan kişiye ''O korkmuştur, süt içirin...'' diyecek bir cezbe-i rahman merkezi. Evet... 22 yıllık irşad postunda sultan-ı müslimin olmak, ilimlerin anahtarı olmak ve sonunda ''Her nefis ölümü tadacaktır'' ilahi fermanı mucibince bir sür'at tahdidi gibi 63 yaşını geçmeye hayâ addeden gönüller sultanı, Şeb'i Aruz misali sevgilisine, vuslata erdi ve Hakk'a doğru yürüdü.
         Seyda (k.s) Hazretleri birgün buyurdular:
     ''Şeriat bir dağ gibidir. Fırtına ne kadar kuvvetli eserse essin, ondan birşey koparamaz. Şeriata uymayan ince bir kavak gibidir. Kuvvetli bir rüzgâr onu söküp atar. ''
        ''İman amelle kuvvetlenir, bu amelde amel-i salih olursa kemale erdirir.''