MİNYE’DEN MENZİL’E
SELİM GÜRBÜZER
Hekimoğlu İsmal’i ‘Minyeli Abdullah’ romanıyla tanıdık dersek yeridir. Hatta çocukluk çağlarda öğretmenlerimiz kitap
okuma alışkanlığını elde etmemiz için habire çırpınıp dururlardı, bir türlü de
sevdiremezlerdi. Bir gün Bayburt Demirhan kitap evinin vitrininde Minyeli
Abdullah adlı eseri görünce içimden bir ses bu kitabı mutlaka almalısın
yönündeydi, aldım da. Hem de biriktirmiş olduğum harçlıkla. Sonuçta zar zor
biriktirmiş olduğum parayla kitap aldık ya, elbette ki okumadan bir kenara
koymak olmazdı. Okumaya koyulduğumda
roman o kadar akıcı, o kadar sürükleyici, o kadar kendine bend ediyordu ki bir
iki güne kalmadan bir bakmışım bitirivermişim. Derken bu eser sayesinde kitap okuma
alışkanlığı kazanmış oldum da. Her ne
kadar eser Mısır’da Minyeli Abdullah’ın çektiği dramı anlatsa da, aslında Eski Türkiye’de sıkça yaşanan
hadiselerin tıpa tıp aynısıydı. Dahası
bu eser Müslüman’ın derdiyle dertlenmenin bir gür sedasıydı. Peki, dertlenmenin
bir tatbiki var mıydı acaba dediğimizde çok yıllar sonra Sur dergisinde aynı yazar
‘Gönüller Sultanı’ başlığıyla yazdığı makalesini okuduğumda sorunun cevabını
aldım da. Gerçekten aşağıda makaleyi bir
kez daha okuduğumuzda Müslüman’ın derdiyle dertlenmek nasılmış hep birlikte
görmüş olacağız. Bakın Hekimoğlu İsmail o akıcı uslubuyla nasıl dile getiriyor
bir görelim:
GÖNÜLLER SULTANI
Vazife:
Allah indinde din, İslâmiyet’tir. Gerçek Müslümanlar bulunduğu müddetçe
kıyamet kopmayacaktır. Demek ki İslâmiyet kıyamete kadar yaşayacak. Yaşanan bir
din için Allah dine hizmetkâr olacak kullarını göndermektedir. İslâmiyet’e
hizmet eden herkes, Allah'ın memurları hükmündedir. Görünmemekle beraber her
birinin rütbesi vardır.
Keramet:
İslâmiyet’e
hizmet edenlerin en belli vasfı keramettir. İslâmi ahlaka sahip olmak, İslâmi
ilimleri bilmek bir bakıma keramet gibi görünse de, alışılmışın dışında bazı
işlerin yapılabilmesi de kerametin en mühim şekli. İnsanlara, İslâm’ca yaşamayı
verebilmektir.
Ayyaşların tövbesi:
İki ayyaş bir taraftan kadehleri boşaltırken, bir taraftan da çene
çalıyorlardı:
—Seninki artık içmez oldu.
—Sorma yahu, bir hoca görmüş, kendisi hoca kesilmiş.
Kahkahayı bastıktan sonra:
—Adam hem içiyor, hem sakal bırakmış, hem de camiye gidiyor. Ha babam
ha!..
—Görmesem inanmazdım.
Biraz sustular. İkisi de kadehlerini tutuyor, ikisi de sigarayı
tellendiriyordu.
—Biz de gitsek mi?
—Anlamadım?
—Kafayı iyice çekelim, ceplere de birer tane yerleştirelim. Bagaja da
dolduralım. Bakalım hoca ne yapacak?
Yine güldüler. Kadeh tokuşturdular. Bu karara sevinmişlerdi.
Bir hafta sonra sarıklı, cübbeli, entarili bir şahsın karşısına
dikildiler. Ayakta duramayacak kadar sarhoştular.
—Para verdiniz, gidip için...
Onların hayatları ''içmek''ti. Hoca da için diyor. Hemen ayrılıp,
arabanın yanına döndüler. Kendi tabirleriyle çilingir sofralarını kurup, içmek
istediler. Mümkün değil, tek yudum alamadılar. O zaman şişeleri taşa çaldılar.
Tevbe:
Yarabbi, işlediğim günahlara tevbe ediyorum. Keşke işlemeseydim. Bir
daha işlemeyeceğim...
Keramet mi?
Namaz kılmayan, namaza belki düşman olan kimseler abdest almaya
başlıyor. İslâm okyanusuna giren bu adamlar titriyor, ürperiyor. Allah diye
bağırıyor. Şubat ayındayız, mevsim kış. Soğuktan değil, hayatın değişmesinden
dolayı titreyenler, rengi kireç gibi olanlar, yeni bir hayata geçenler, içkiye,
kumara veda edenler, meyhaneyi kapatanlar, namaza başlayanlar, sakal
bırakanlar...
Gong!
Olup bitenleri anlamaya çalış. Bunlar akılla, kitapla izah edilemez. Şu
ayyaşın abdest alışına bak! Şu komünistin Allah deyişini dinle! Şu kumarbazın
maddeten ve manen ellerini yıkamasını seyret! Artık modern hayatın çölünde vaha
kurulmuş. Artık İslami bir hayatın çizgileri çizilmiş. Artık ferman ferman
üstüne inmiş, boyunlar bükülmüş, eller bağlanmış...
Çorba:
Müslümanlar para kazanın zengin olmayın, cümlesinin tatbikatı burada.
Gönüller Sultanı, Asr-ı Saadeti, yirminci asra getirmeye çalışıyor. Yüzlerce,
binlerce insana kendi kazancından çorba içiriyor, ekmek veriyor. Kimseden bir
şey almıyor. Herkese bir şeyler veriliyor. Çorba ve ekmek bugünkü standartların
dışında. Fakat sahabe çorbasına ve ekmeğine çok yakın.
Cami yaptırmış tıklım tıklım dolu. Yatsı namazında üst üste secde ettik,
imam kendisi...
Sonra camide halı üstünde uyuyanlar. Mevsim kış. Soğuk şiddetli. Üşüyen
var, hasta olan yok... Dedim ya akıl üstü, kitap dışı şeyler... Hatta dışarıda,
beton üzerinde yatanlar olmuş, yine hastalanan yok. Hastalıkları iyileşenlere
de rastladım.
Kuyruk:
Yatsıdan sonra tekrar abdest aldım. Talimata göre artık konuşmak, yemek,
içmek yok. Saat dokuz, üstü açık dört banyonun önünde, gusül abdesti için
kuyruğa girmişler. Bekleyenlere dikkat ettim. Bunlara el yıkatmak mümkün
değilken bu gece vakti, kar serpiştirirken, soğuk su ile gusül aldıran güç
nedir?
Bekleyen çok diye, gittim gece yarısı saat birde geldim. Yine kuyruk
var. Bu iş başka... Ben de gusül aldım söylenenleri gücüm yettiğim kadarıyla
yapmaya çalıştım.
Mehenk:
Gördüğüm, duyduğum her şeyi İslâm’ın mihengine vurmaya çalıştım.
Bildiğim kadarıyla İslâm’a aykırı bir hal yok. İslâmiyet’i yaşama gayreti bir
kısım kabahatlerin de üstünü örtüyor. Bir fakih, Allah diye bağırılmasını hoş
karşılamadı. Hâlbuki bir kısım insanların vücut şehrinde değişmeler oluyor.
Büyük fırtınalar içinde, en güzel feryat, yine Allah demektir.
Sürgün:
Düşünüyorum, bir kısım insanları devlet sürgün ediyor. Gönüller Sultanı kendi
kendini sürgün etmiş. Şehirlerden uzaklaşmış. Tepeler üzerinde en basitinden
yerler yapmış. Evler basit, cami büyük!.. Televizyon, radyo, gazete yok.
Siyaset, parti iktidar hırsı yok. Şehirlerin günaha akan caddeleri, hileli
hurdalı ticaretleri yok. Gayri ihtiyari zaman zaman kendi kendime sordum:
''Türkiye'de miyim?''
Irklar, kavimler kaynaşmış. Diller bir kelimede ittifak etmiş: Allah!
Su:
Dikkatle bakınca İslâmiyet’in keramet gerçeği burada oldukça bol. Mesela
asırlardır susuz olan bu topraklarda, bir yer kazılmış, su çıkmış. Bu sudan her
gün binlerce kişi abdest alıyor, içiyor, yıkanıyor ve bahçeler sulanıyor. Kıraç
topraklarda güzel bahçeler kurulmuş...
İlim Allah'ın, İslâm Allah'ın ve hepimizi yaratan Allah! Gönüller Sultanı
bir insandır, Allah'ın askeridir. Emir almış, vazifesini yapıyor.
Falan
köyün camisi cemaatsizmiş. Şimdi gençlerle dolu. Çünkü gönüller sultanını
görmüşler.
Öğle tatilinde camiye koşan işçiler onu görmüşler.
Çantasını kenara bırakıp namaz kılan gençler, onu görmüşler.
İslâmiyet’in
Hak din olduğuna binler delil var. Biri de Gönüller Sultanının icraatı...
MENZİL'DE
BİR GÜNEŞ BATTI
Menzil, varılacak yer demektir. Hiç kimse ''Falan yere gidin'' demedi, herkes oraya akın akın gitti. Evvela
devlet gözetledi: ''Ne oluyor?'' diye, sonra Muhammed Raşid Efendi'yi gözetim
altına aldı, sorgulaması yapıldı:
— Biz, kimseye gelin demiyoruz, onlar kendi
istekleriyle geliyorlar. Onlara bir şey de söylemiyoruz...
Şeklinde ifade verdi fakat yakasını bir türlü bırakmadılar. Neticede o
bizi bıraktı, dünya yurdundan ahiret yurduna göçtü.
''Allah indinde din İslâmiyet’tir''
buyruluyor, ''Allah dinini kıyamete
kadar koruyacaktır'' deniyor. Hâlbuki İslâmî eğitim hemen hemen yok
edilmiş, günah selleri sevapları da alıp götürmüş, ortada ismi Müslüman fakat
Avrupa hayatı yaşayan insanlar kalmış... Bu durumda İslâmiyet nasıl devam
edecek?
Sebepleri yaratan Allah, bazen sebepleri aşarak icraatını sürdürüyor.
Menzil'de bunun tatbikatını gördük.
Menzil Urfa yolu üzerinde, Urfa'ya yakın bir yer. Eskiden burası bir
bozkırmış. Raşid Efendi'nin dedesi buraya gelip, gayet basit evler yapmışlar,
birkaç haneden ibaret bir belde kurmuşlar. İşin en önemli yanı buradan bir su
çıkmış, tadı değişik amma güzel. İçmeye, temizliğe bahçe sulamasına yetecek
kadar. Sanki kendi kendilerini sürgün etmişler, şehirlerden kaçıp, ıssız bir
yerde ikamete başlamışlar. Fakat
milyonlarca insanın bulunduğu şehirlerde kendilerini yalnız hissedenlere inat,
bunlara her gün binlerce insan akın akın ziyarete gelmiş. Evet, orada
bulunduğum üç gün içinde her gün otobüsler, taksiler, minibüsler dolu insan
gelirdi. Mahşeri bir kalabalık vardı. Bu insanları oraya çekip getiren
neydi? Niçin geliyorlardı? Yaz, kış demeden, yorgansız, yataksız camide veya
şurda burda nasıl yatıyorlardı? Ne yiyip ne içiyorlardı?
Evet, İslâmi öğretim ve eğitim yok edilirken, Müslümanlar sebeplerin
dışında, İslâmiyet'le müşerref olup, İslâmiyet'in hakkaniyetine alenen
inanıyorlardı.
Raşid Efendi, pek konuşmazdı, vaz-u nasihatte bulunmazdı. Sadece imamlık
ederdi. Amma onu gören kötü alışkanlıklarını terk eder, bazıları sakal bırakır,
dinî kıyafetler içinde işine bakardı. Nasıl ki, mıknatıs, demir cinsinden
şeyleri mıknatıslandırırsa, o da yanına yaklaşana İslâmi hayatı aşılardı. Bu,
elbette Allah vergisiydi. İslâm'dan uzaklaşan bir kısım kullarını Allah, bu
şekilde İslâm'a çekiyordu. Her ırktan,
her mezhepten, hatta her dinden insanlar gelirdi, bunları getiren sebebi
anlamak mümkün değil, amma giden bir daha gitmek ister, sevdiklerini de
götürürdü.
O, Seyyid’di, âli beyttendi. Bu noktada
düşünüyorum: Hazreti Ali'yi sevdiğini söyleyen, onun soyuna hürmetkâr ve bağlı
olan Aleviler, bu seyyidler kervanına tâbi olsalar gerçek manada Hazreti Ali'ye
de tabi olurlar. Seyyidler çok önemlidir, onlardaki hal ve tesir daha başkadır.
Raşid Efendi Arapça, Türkçe ve Kürtçe bilirdi. Menzil'de Kürt'ü, Türk'ü
Arap'ı, kardeş kesilirdi. Böylece milli derdimizin dermanı idi, bir kısım
bürokratlar kadrini bilmedi. Osmanlı Devleti'ni asırlarca ayakta tutanlar,
Raşid Efendi gibi kimselerdi. Türkiye, bunların kıymetini bilmediği için şimdi
başımıza PKK olayları çıktı. Çünkü İslâmiyet'i yaşamaktan başka bir gayesi
olmayan Raşid Efendi ve onun gibiler sürekli gözetim altında bulunduruldu,
sürgün edildi, ifadesi alındı, kısacası rahat bırakılmadı, olaylar PKK'lılara
malzeme oldu. İslâmiyet her ırkı, her mezhebi, kısacası Müslümanları kardeş
ederken bugünkü kavmiyetçilik, kardeşi kardeşe düşman etti. Raşid Efendi
gibilere imkân tanınsaydı Güneydoğu hadiseleri olmazdı.
Dedik ya, ''O, Seyyid’di''. Seyyidler kervanı yollara devam edecek, bu
kervana katılanların dünya ve ahiretleri cennet olacaktır inşallah.
İşte görüyorsunuz, ‘abd’ olmak kul olmak demektir. Yani, Abdullah ya da
Abdulhakim olunca da Allah’a kul olmak manasınadır. Dahası Abdullah’ın
Minye’sinden Abdulhakim el Hüseyni (k.s)’ın Menzil’ine seyr-i âlem edildiğinde
Müslüman’ın derdiyle dertlenmekte Allah’a kulluğun gereği bir yolculuktur
zaten.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2564/minyeden-menzile.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder