BEDİÜZZAMAN’IN SEYDA-İ NURŞİN TUTKUSU
SELİM GÜRBÜZER
Bir
insan âlimde olsa hakikat yolunda sürekli arayış içerisinde olması ne güzel
haslettir elbet. Zaten İsmail Çetin Hoca
Efendi de bunun en güzide örneğini temsil eden bir zattır. Düşünsenize kendisi daha
dört yaşında iken “Ben neyim? Ahlaken yerim nedir? Nereden gelip nereye
gidiyoruz” sorusunu önce anne ve babasına sorarak cevabını öğrenmeye çalışmış,
sonrasında ise yani on sekiz yaşına geldikten sonra da etraftan pek çok hocadan
sorup soruşturarak arayışını devam ettirmiştir. Ta ki bir gün kulağına “Asrın Müceddidi
ve zamanın bedii Isparta’dadır” diye bir fısıltı gelir, işte o zaman bu arayış
nihayete erecektir. Ve Bediüzzaman’ın huzuruna
bir zatın vesilesiyle vardığında müşkülünü şöyle arz edecektir:
“-Ben neyim, nereye gidiyorum, kendimi
nasıl tanıyacağım?”
Bediüzzaman Said Nursi Hz.lerinin elbette
ki bu istek karşısında kayıtsız kalması düşünülemezdi. Ve cevabı şöyle olur:
“-Bu iş zor, ara bul erbabını. Ne fayda
ki ömrümün sonunda bana geldin. Yaralı olduğunu bildim. Bu soruların cevabı
nazari değil, amelidir. Zaman ister, erbabını ara bul.”
Hatta Bediüzzaman sözlerinin
devamında son bir bakışla muhatabına:
“-Eğer doğru diyorsan doğruları
bulursun. Hadi git, ara bul erbabını” deyip öyle uğurlayacaktır. (Bkz. Mufassal
Medeni Ahlak-S:19- Dilara Yayınları-Isparta)
Nitekim İsmail Çetin Hoca da Bediüzzaman’dan
aldığı işaretle adeta yaralı ceylan misali yollara düşer de. Gerçekten de canı
gönülden arayışa koyulunca da o işin erbabı Gavs-ı Bilvanisi Abdülhakim el
Hüseyni (k.s) ile yolu kesişir de. Öyle ya madem yolu kesişti, artık tez elden ruhunun
susuzluğunu giderecek soruları sorabilirdi. İşte o sorduğu sorulardan sıra en
ilginç olanına geldiğinde:
“-Efendim, Bir kimse Kur'an-ı
Kerimi, hadisi şerifleri, fıkıh ilmini biliyor, selefi salihin ve ilk devir İslam
âlimlerinin kitaplarını okuyorsa bu noktada manevi bir yol göstericiye daha ne ihtiyaç
var ki” diye soracaktır.
Hiç kuşkusuz Gavs-ı Bilvanisi (k.s) bu soru
karşısında vereceği cevap çok manidardır;
-Bak Molla İsmail, dediğin doğrudur. Fakat bir eczacı da türlü
türlü otları ve çiçekleri bilir. Hangisinden ne gibi şerbet çıkarılacağını,
hangi hastalığa faydalı olacağını da bilir. Hatta çoğu zaman doktorlara da onu
gösterir, onun tahlil ve araştırmasına göre teşhis ettikleri hastalığa onun
ilaçlarını tavsiye ederler. Fakat eczacı bir hastanın hastalığını teşhis
etmekten acizdir. Doktorun reçetesi olmadan bir hastaya ilaç verse, hele ilacın
üzerinde reçetesiz satılmaz diye bir kayıt olursa, eczacı o ilacı verdikten
sonra hasta verilen ilaçla
ölürse eczacı cezalandırılır. Elbette böyle satış yapan cezayı hak eder.
Bununla beraber hastalıkları teşhis ve tedavi eden doktorda kendi filmini
çekmekten acizdir. Belki filmini çekebilir, ama iki omuzun arasında bir çıban
varsa onu tedavi etmekten acizdir. İşte âlimleri de buna göre kıyas ediniz.
Hâlbuki insan ahret yolunda evvela avamdır, yani halktandır. Nasıl kendini
tedavi edebilir ki. Dolayısıyla kalp hastalıklarının tedavisi maddi
hastalıkların tedavisinden daha zordur. Acaba nazari olarak tıp ilmini tahsil
edene, senin oğlun dahi olsa beyin ve kalp ameliyatında sen kendini teslim
edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş ve birçok başarıları görülmüş bir doktora
kendini tereddütsüz teslim edebilirsin değil mi? Bu kadar vaizler, nasihatleriyle
az kimseleri yola getirirler, fakat manevi rehber olan hocalar öyle değildir.
Pek çok günahkâr ve fasık olanların sohbetleri sebebiyle günahlarından
vazgeçmişlerdir. Bu hal apaçık meydandadır. Diyebiliriz ki zamanımızda yol
göstericiler az olduğu için gençlerimizin isyanı fazla olmuştur. Bugün vaaz ve
nasihat eden kimseler çoktur ama hakiki saadet yolunu gösteren rehberler azdır.''
(Bkz. İsmail Çetin; ‘Edeple Varış Lütufla Dönüş’ adlı eseri)
İşte bu müthiş cevap karşısında İsmail
Çetin Hoca Efendi ruhunun susuzluğunu giderecek kaynağa teslim olur da. Öyle ki
Bediüzzaman’ın işaretiyle işaret edilen yurda geldiğinde, her iki yurdun izlediği
metodunu ortaya koyar da. Böylece bizde
bu sayede Bediüzzaman’ın ‘Eserden müessire’ bir yol takip ettiğini, Gavs-ı Bilvanisi Abdülhakim el Hüseyni (k.s)
gibi daha nice cümle meşayıhın ise ‘Müessirden esere’ bir yol takip ettiklerini idrak etmiş oluruz. Hatta bunun daha geniş
tafsilatını İsmail Çetin Hoca Efendinin Feyz araştırma grubuna verdiği
röportajda görmek mümkün de. Madem öyle, Seyda Hz.lerinin vefatının anısına Feyiz Dergisine verdiği röportajda
daha ne çarpıcı altın sözler varmış bir görmüş olalım:
-Seyda Hz. (k.s)
hakkında genel olarak neler söyleyebilirsiniz?
-Seyda Hz.lerini babasından tanıyorum.
Şeyh Abdulhakim Hz.leri Gavs'lık makamında idi. Gençliğimiz beraber geçti.
Babasının hizmetinde son derece çalışıyordu. Müridlere, tekkeye hizmet
ediyordu. Babası tarafından yetiştirilen mükemmel bir zattır. Tasavvufi
ahlakla, zikirle yetişmiş büyük bir zat olarak tanıyorum. Bundan fazlasını
söyleyemem. Türkiye'deki yeri bizim tasavvurumuz ile irşad derecesinde mükemmil
bir zat idi diyorum, bundan fazlasını söyleyemem.
-Seyda
Hz.lerinin diğer âlim ve mürşitlerden farkı ne idi?
-Seyda Hz. ilim sahibi idi ama ilimle
meşgul değildi. Yani Şeyh Muhammed Raşid (k.s) ilimle meşgul değildi. Daha
doğrusu tasavvufla meşguldü. Sofilikte dil ile değil tatbikatla bilinen bir
meseledir. Mükemmil bir mürşid idi, irşatta mükemmil bir zat idi. Fakat irşadı
zahiri bir surette değildi. Bu kendisine has özel bir meseledir. Dil ile
söylenemez mesele bu. Muvaffakiyeti ilimle değil, muvaffakiyeti takva iledir.
-Binlerce
insan intisap ediyordu. Üstelik sohbette etmiyordu. Bunu nasıl izah edersiniz?
-İrşadı bunu akıl dairesinde izahı mümkün
değildir. İrşad kalbidir. Dille değildir.
-Tasavvufun
gerekliliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
-İslam
beden ise tasavvuf onun ruhudur. İslam ruh ise tasavvuf onun bedenidir. Asrısaadette
tasavvuf var idi, isim sonra takıldı. Ama yaşantı olarak vardı. Tasavvuf şeriatı
tatbik etmekten ibarettir. Yani bir insan büyük günahları terk eder, farz
vacipleri ikmal eder, zikir de yaparsa kâmil bir mürşidin nezaretinde sofi
olur.
-Mürşidi
kâmilin gerekliliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
-Mürşidi kâmil şeriatla tanınır. Yani
mürşidi kâmil tanıyabilmek için de kâmil olmak lazımdır. Herkes mürşidi kâmili
tanıyamaz. Bir kere şeriatta tam mükemmil olacak ki, ikinci olarak Peygamber
(s.a.v.)'den gelen tasavvuf silsilesinden mezun olacak, yani bir şeyhten icazet
alması gerekir. Üçüncü olarak en azından bir profesör kadar insanın ruhi
hastalıklarından anlar, cin, şeytana hâkimiyeti olması şarttır. Böyle olursa mürşit
olur. Ama bunlar ne kadar tekâmül ederse o kadar daha fazla olur. (Bkz. Ehlisünnet
nazariyesi ve özleşme kitabında bazı alametlerini söylemiştim yüz kadar alameti
var) Yani mürşidi kâmilin en azından yüz kadar alameti vardır, işareti vardır.
Sonra mürşidi kâmili tanımak Allah'ı tanımaktan daha zordur. Allah-u Teâlâ’yı
göstermeyen hiçbir zerre yoktur. Mürşidi kâmili gösterecek hiçbir zerre yoktur.
Mürşidi kâmil şeriatla bilinir. Etrafında âlimlerin bulunması, şeriatı güzel
bilmesi, ruhaniyette yani cinne, şeytana hâkim olması, ruhi hastalıklarına
vakıf ve tedavi etmesi gerekir. En azından budur.
Tarikat
meyve midir?
-Ben
de tarikat meyvedir diyorum. Ama tarikat meyvedir demek, yani tarikata ihtiyaç
yoktur demek değildir. Üstad Bediüzzaman söylemiştir. Üstad Bediüzzaman'ın
sözünü anlamıyorlar. Üstad Bediüzzaman bizatihi ''Adi bir sofi, mütefennin bir âlimden daha fazla imanını kurtarır''
diyor. Hakiki sofi hakiki nurcudur diyor. Ehli tasavvuf nura girdikleri vakitte
nura nur katarlar. Bediüzzaman tasavvufu en güzel şekilde ortaya koyan bir
zattır. Tarikat zamanı değildir iman kurtarma zamanıdır deyişinin (geçici)
muvakkat olduğunu, sonra zaman tarikatın zamanı olduğunu gösterdiğini söylüyor.
Bediüzzaman tasavvufa karşı değildir. Ancak Bediüzzaman sofilerden değildir.
Yani bir şeyhten irşad iznini almış demek değildir. Ama büyük bir âlim, ilimde
çok meşhur ve asrın müceddid’idir.
Bediüzzaman; ''Şimdiye kadar ben yalnız
iman hakikatini düşünüp tarikat zamanı değil bid'atlar mani oluyor dedim. Fakat
şimdi sünneti peygamberi dairesinde bütün on iki büyük tarikatın hülasası olan
ve tarik en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine her tarikat ehli
kendi tarikat dairesi gibi görüp girmek lazım ve elzem olduğunu bu zaman
gösterdi. Hem ehli tarikin en büyük günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor,
kalbi mağlup olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakiki nurcu olabilirler.
Yalnız mümkün olduğu kadar bidatlere ve takvayı kıran büyük günahlara girmemek
gerekir.''
Üstad demek istiyor ki; şimdi de tarikat zamanıdır. Binaenaleyh
her halükarda nur şakirtleri ve ehli tarikatın beraberce çalışmaları gerekir.
Bu da iki kanatla olur. İtikat ve tevhit ilmini Risale-i Nur'dan, zikir ve
vuslat ilimlerini Erbab-ı Tarikat'tan öğrenmek gerekir. (Bkz. Özleşme yolu S.175)
(Emirdağ Lahikası 11/Ss.54/Nur
yayınları/Beşiktaş/1989/270. Mektup)
Bediüzzaman 29. mektubun telvihat-ı
tıs'asının üçüncü telvihinde şöyle der; ''Adi bir samimi ehli tarikat, suri,
zahiri bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevki tarikat
(rabıta) vasıtasıyla ve o muhabbeti evliya (manevi beraberlik) cihetiyle
imanını kurtarır. Kebairle fasık olur, fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zındıkaya
sokulmaz. Şedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir
silsileyi meşayıhı, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütemediği için,
onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez...
Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi
harekete gelmeyen, bir muhakkik, âlim zatta olsa, şimdiki zındıkların
desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir...
Tarikata bağlı, samimi kalbi harekete
gelen bir kimse zındık olamaz. Evliyayı sevdiği için, kutub kabul ettiği
zevatlar sayesinde Allah-u Teâlâ onu korur. Ama tarikata intisabı olmayan bir
kimse kalbi de harekete gelmediyse büyük bir âlim olsa dahi zındıkların
hilelerinden kendini kurtaramaz. Sofi günah işleyebilir; kâfir olmaz. Ama büyük
bir âlim, kâfir olabilir. Bundan üstün bir cevap olamaz.
Bediüzzaman; hakikat zamanıdır demiştim, yani önce demiştim ama şimdi öyle
demiyorum, zaman gösterdi ki tarikat ihtiyaçtır. Ama tarikatçılar Risale-i
Nuru karşısında bilmeyecek, kendisinden bilecek. Yani sofilerle nurcuların
birbirine karşı gelmeleri doğru değildir. Risale-i Nur iman hakikatlerini, yani
delil ile yol gösterir. Sofi ise kalbi delillerle yol gösterir. Bir kimsenin
kalbi Müslüman değilse yani kalbi zayıf ise sofi olamaz. Müslümanlığı zayıf
olur. Delil bilmiyorsa gene zayıf olacak. İkisinin birleşmesiyle sofi meydana
gelir. İmam-ı Rabbani meşrebi de budur.
Demin sordunuz, Şeyh Muhammed Raşid'in
ilmi yönü nedir? Diye, demek ki Şeyh Muhammed Raşid ilimle şeyhtir. İlmi olmayan şeyh olamaz. Gavs Hz.leri
âlimdi. Aynı zamanda yani tasavvuf başlı başına ilimdir. Demek ki kitapsız
olmaz, okumasız olmaz. Nakşibendî meşayıhlarından ümmi çok azdır. Kısmi azamisi
büyük âlimlerdendir. Büyük bir âlim olmayan büyük bir şeyh olamaz. Şeyh önce
âlimdir, sonra şeyhtir. Peki, sofi ilmi olmuyorsa, kitap okumuyorsa benim
kanaatime göre sofi değildir. Gavs Hz.lerinin birkaç sene hizmetinde bulundum.
İlme çok ehemmiyet veriyordu.
Bizce sofilik iki şeydir. Birincisi ilmi
tatbikat ikincisi ameli tatbikat. İlmi tatbikat demek, itikadın amelin dört
mezhep ehlisünnet vel cemaatin ölçülerine göre ayarlanmasıdır. Ameli tatbikat
Peygamber (s.a.v.) sünnetini yani şeriatını ihya etmesidir. Üçüncü bir şey daha
vardır. Zikir ve rabıta. Mesela Üstad Bediüzzaman Şeyh Muhammed Raşid'in
şeyhinin şeyhi olanın köyünü överek şöyle diyor; ''Bediüzzaman küfür ve İslam
medeniyetini mukayese etmek esnasında şöyle buyuruyor'':
''Dilersen hayalinle Nurşin köyündeki Seyda'nın meclisine gir,
kutsal sohbetiyle İslam medeniyetinin izharına bak, orada fakirler kıyafetinde
padişahları, insan suretindeki melekleri görürsün. Sonra Paris'e git büyük
millet meclisine gir. Orada insanların elbiselerini giyinmiş akrepleri,
insanoğlunun suretine girmiş ifridleri görürsün. (Mesnevi - Arabî, s.127)
Görülüyor ki, Bediüzzaman Nurşin köyünü
Paris'e, Nurşin köyündeki tarikatı bugün tüm dünyayı uyuşturup dinden imandan
uzaklaştıran masonluğa mukayese eder.
Önce
bilmek sonra yapmak, bilmeden yapan ya çıldırır ya da bir cinne mahkûm olur.
Ama bilgiyle sofi başlarsa ne çıldırır ne de bir cinne mahkûm olur. Bu da güzel
bir tedavidir. Tatbikat edilmelidir. Gavs'ın meşrebinde veyahut ta halifelerde,
halifenin halifelerinde samimi olan hatta Muhammed Raşid (k.s.)'in en yakınları
olanlardan hiç bir şüphemiz yoktur ama uzaklarda bakıyoruz ki, kitap okumaya
ehemmiyet vermiyorlar. Hâlbuki tasavvuf adabı öğrenmektir. Adab ise kitapsız
olmaz. Önce ilim bilmek sonra ikincisi bilerek, o bilgi üzere Peygamber
(s.a.v.)'in şeriatını tatbik etmek, üçüncüsü zikir ve rabıta, dördüncüsü sohbet
ve tarikat devam eder. Öyle olmazsa mürid ya bir cinne mahkûm olur, ya hissine
kapılıp çıldırır. Öyle olmazsa sofi olamaz.
Hâsılı kelam yukarıda İsmail Çetin Hoca
Efendinin beyanlarından da anlaşılacağı üzere Risale-i Nur hakikatleri
tasavvufun karşıtı bir ekol değil bilakis teşvikçisi bir yoldur.
Vesselam.
http://enpolitik.com/kose-yazisi/2717/bediuzzamanin-seyda-i-nursin-tutkusu.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder