EKOLOJİK MUCİZE
SELİM GÜRBÜZER
Ekoloji kavramın kaynağı eski Yunancada
‘oikos’ ev ve mülk kökünden gelip, ‘logia’ ise bilim demektir zaten. Ekoloji terimi ilk defa 1869 yılında Alman Hoeckel
tarafından kullanılmakla beraber çevre bilimiyle ilgili ciddi manada çalışmalar
1900 yılından sonra başlamıştır. Bu çalışmalar sonucunda üretici konumda,
tüketici konumda, ayrıştırıcı konumda diyebileceğimiz canlılar ile abiyotik
maddeler arasında sıkı bir ilişki olduğu ve aynı zamanda bu dört unsurun
ekosistemin sacayağını oluşturduğu belirlenmiştir. Böylece tüm canlıların
cansız âlemle bütünleşmesine şahit olacağımız tabiat mucizesiyle karşı karşıya kaldığımızın farkına varırız.
Tabii farkı fark edince de ister istemez tabiatta var olan canlıların yaşadığı
ortama biyosfer olarak tanımlandı.
Nitekim biran uzaya yolculuk yapıp orada yaşamaya karar verdiğimizde şayet
hava, su, ateş ve toprak gibi dört unsurun ortaya koyduğu çeşitlilik yoksa böylesi
uzay yolcusunun güneşten gelen ışınları kendi yaşam alanına kararlı bir şekilde
uyarlaması mümkün gözükmemektedir. Bu demektir ki tabiat tüm canlıların üreyip
gelişeceği ve yaşayabileceği donanımla donatılmıştır. İşte bu donanım sayesinde
basit bir canlıdan kompleks canlıya doğru işleyen mükemmel bir organizasyonun
hiç şüphesiz ki mükemmel biyolojik nizam-ı âlem çerçevesinde donatılarak yürüdüğüne
şahit oluruz. Allah muhafaza bu mükemmel donatılmış denge âlemin ve nizamın sarsılması
veya tepetaklak yörüngesinden kayması bir anda ekolojik hayatın durması
demektir. Bunun neticesinde de hayatın büsbütün sona ermesi demektir.
Ekolojinin esas konusu tüm
organizmaların hem birbirleriyle hem de çevreleri ile olan münasebetlerini
incelemektir. Böylece ekoloji canlı cansız varlıkların kendi aralarında olduğu
kadar çevresel ortamlarıyla da olan münasebetlerini araştıran bir bilim olarak
tarif edilir. Anlaşılan o ki tabiatta topyekûn olarak birbirleriyle ilintili
işleyen ekolojik sistem kâinat yaratıldığı günden beri bir saniye bile dur
durak bilmeksizin tüm canlı cansız varlıklarla birlikte hayat yolculuğuna devam
etmektedir. Devam etmesi de son derece gayet tabiidir. Çünkü maddenin en küçük
birimi atomlardır. Ve tabiatta organik
ve inorganik her ne madde varsa bunun görünmeyen kısmın her defasında bir takım
hidrolojik ve biyolojik döngülerin bir saat kadranı misali işleyişinin arka
planında hep atomlar vardır. İşte dur
durak bilmeksizin işleyen bu söz konusu atom gerçeğinden hareketle şunu çok
rahatlıkla söyleyebiliriz ki; kâinatta var olan her bir döngünün temelinde
çekirdek ve etrafında elektronların seyri âlem eylediği bir atom gerçeği var
olup bu sayede her bir döngü enerjisini kendi içinde israf etmeksizin deveran
eylemekte.
Bu
söz konusu alanlarda iyi yetişmiş bir ekolojiste tabiatta olan biten her ne
varsa sorduğumuzda da genel itibariyle genetik, taksonomi, fizyoloji,
klimoloji, jeoloji, toprak bilimi, fizik ve kimya gibi birçok kaynaktan edindiği
bilgilere dayanaraktan canlı cansız tüm toplulukların yaşayış biçimleriyle izah
etmeye çalışacaktır. Hatta sadece izah etmekle kalmaz, mesela tabiatın bir
küçük profilini temsilen seracılık üzerinden çalışmalara koyulmakla ya da
serada yetiştireceği bitkiler üzerinde çalışmalar yaparaktan bile tabiatta ki
ekolojik dengeyi okumaya çalışacaktır. Dahası bir ekolojist için bir akvaryum,
bir orman alanı, bir göl veya bir havuz her halükarda bilimsel çalışmalarına
ışık tutacak alanlardır. Öyle ki inceleyeceği ekolojik alan ne kadar çok büyük
ne kadar ekosistem bakımdan zengin flora ve fauna yapısına sahip ne kadar
kararlı tali sistemlerle donatılmışsa o ölçüde tabiat okumalarına daha da bir
derinlik katacağı muhakkak. Ayrıca ekolojinin birçok ilim dallarıyla olan
bağlantılarını da keşfedip bağlantılı olan dallarla ilgili dallardan da destek
alma ihtiyacı duyacaktır. Böylece bütünüyle meseleye vakıf olunduğunda tüm
ekolojik okumalar tam anlamıyla anlam kazanacaktır
Ekolojinin bölümleri
Evet, çevremiz cıvıl cıvıl hayat kaynamakta. Ve dahi
hayat kaynayan çevremiz hakkında başlı başına bir mucizedir eseridir dersek
yeridir. Nasıl mucize demeyelim ki, hayat kaynayan
çevrenin işleyen tüm döngü safhalarına baktığımızda işleyişinin tüm
matematiksel hesapların üstünde Yüce Allah’ın hayat sıfatın tecellisinin bir mucize
eser olduğunu gayet çok rahatlıkla görebiliyoruz. Öyle ya, madem çevremiz başlı
başına bir mucize eseri, o halde bu mucizevi âleme üstün körü seyirci
kalamayız. Nitekim bakar kör olmamak içinde hele bilhassa çevre bilinci üst
düzeyde olan bir takım ekolojistler hayat kaynayan ekolojik sistemi şu iki ana
başlık altında tasniflemişlerdir:
-Autekoloji,
-Sinekoloji diye.
Autekoloji tek bir türe ait bireylerin
veya ortamlarıyla olan münasebetlerini inceleyen ekoloji dalıdır. Sinekoloji
ise çeşitli türden meydana gelen hem bir grubun hem de bireylerin ortamları
arasındaki münasebetleri inceleyen bir ekoloji dalıdır.
Bu arada habitatla ekoloji arasındaki
doğrudan ilişkisini gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü habitat, biyolojik
türlerin biyosferin yapısına uygun yaşayacağı tabiat mekânının adı veya doğal
olarak konaklayabileceği ortam manasına bir kavramdır. Böylece bu kavramların kavramsal anlamlarından
hareketle biyolojik türlerin yaşanabilir ölçekte ki habitatın cinsine göre
ekolojik adlandırması;
-Deniz ekolojisi,
-Kara ekolojisi,
-Tatlı su ekolojisi diye üç bölümde
incelenir:
Her üç ekolojik incelemelerin ortaya
koyduğu verilere baktığımızda kendi ekolojik ortamlarında hayat bulan
insanların, hayvanların, sürüngenlerin, kuşların, balıkların vs. her türden
canlıların birbirleriyle olan ilişkide bulunarak ortak yaşayacağı veya her
türün kendi genetik yapısına özgü yaşayacağı habitatlarının rengârenk olduğu
gözlemlenmiştir. Örnek mi? Mesela kara ekosisteminde mesela bir çimen sahasının
(bitki habitatının) birlikte ortaklaşa
toprak katmanını oluşturması ve her ikisine de adeta gök kubbe tabaka olan
atmosfer katmanının varlığı bunun bariz tipik misallerini teşkil eder. Derken arz (yeryüzü) ve gök kubbe (atmosfer) kendilerine özgü birlikte abiyotik bir bileşen
oluşturmuş olurlar. Öyle ki abiyotik bileşenler tüm olumsuzluklara geçit
vermeyecek şekilde bir denge âlem olup o şekilde canlıların yaşayabileceği
ortam hale gelir. Nitekim üzerinde
yaşadığımız yerkabuğu şayet büsbütün 1–2 metre yükseklikte zemin katman halde olsaydı,
canlıların devamlı solukladığı oksijen tamamen ortadan kaybolup asla hayattan
söz edemeyecektik. Hakeza atmosfer tabakası mevcut halinden çok daha ince
olsaydı adeta gök kubbe başımıza çökecekti.
Su ekosisteminde ise malum okyanuslar,
denizler, göller, akarsular, dereler vs. bir ilahi çevreyle ilgili planlamanın
eseri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bakın konuk olduğumuz dünyanın yaratılışına, Yüce Allah (c.c) yeryüzünü yaratırken kuzey
kısmını güneyden yüksek olarak yarattığını görürüz. Besbelli ki kuzey suları
bulunduğu yerleri suladıktan sonra güneye doğru aksın diye böyle programlanmış.
Zaten kutuplardan birinin eğimli olması sayesinde tıpkı bir demlikten bardağa
çay aktarılmasında olduğu gibi aynen okyanuslar, denizler, göller, akarsular ve
dereler arasında bağlantı alanları oluşup akma olayı gerçekleşmekte. Aksi halde
hiçbir su ekosistemi kendine özgü akış koridoru oluşturamayacağı gibi kendine
akma yatağı da bulamayacaktı. Derken küçükten büyüğe tüm su ekosistemi arasında
bağlantı yollar kesilmiş olup bunun sonucu olarak da tüm canlı âlem ihtiyaçlarını
gideremeyeceklerdi. Hakeza okyanuslar mevcut durumundan fazla değil 1–2 metre
daha derinliklerde olsaydı oksijenle karbondioksit tamamen yutulmuş olacaktı
ki; bu tamamen bitki hayatına soluk olacak kılcal damarların kesilmesi
anlamında bitkilerin ölümü demek olacaktır. Şurası muhakkak; su ekosisteminin abiyotik
bileşeninin tabanını çökeltiler ve sular oluşturmaktadır. Çökelti halindeki
toprak ekosisteminin bileşenleri genellikle omurgasızlar grubundan saprofitler
(çürükçül canlıları) kapsamakta, su ekosisteminin deniz tabanını ise omurgasız
canlılar oluşturmaktadır. Dolayısıyla her iki faunanın ortak özelliği
tabanlarının heterotrof canlılarla donatılmış olması ve aynı zamanda bunlarla
bir arada bulunmalarıdır. Nitekim karaların üst katmanının yüzeyini bitki ve
ağaçlar oluştururken, su katmanın yüzeyini de okyanus, deniz ve tatlı su ekosisteminde
olduğu gibi plankton topluluğunun bileşenlerinden ototrof fitoplanktonlar oluşturmaktadır.
Kelimenin tam anlamıyla ister adına kara üst katmanı densin, ister su katmanı densin
hiç fark etmez sonuçta her iki üst katmanın tipik özelliği ototrof canlılara ev
sahipliği yapmasıdır. İşte bu ev sahipliği sayesinde karada çayır çekirgeleri
ve fare gibi hayvanlar, sular da ise zooplankton ve balık gibi tüketici
hayvanlar istifade etmekteler, böylece bizler
de bu arada hayatın yardımlaşma olduğunun farkına varmış oluruz. Şöyle ki
toprak altındaki solucanlar, köstebekler, böcekler, yılanlar, çıyanlar
inanılmaz derecede faaliyetlerde bulunarak ölmüş olan tüm organik çürükçül
canlıları ayrıştırıp hem besleniyorlar hem de doğurgan toprağı
bereketlendiriyorlar da. Sadece toprak altındakiler mi? Elbette ki hayır, Akbabalar
ne güne duruyor, onlarda havadan paraşüt misali uçuşuyla birlikte yere iniş
yaparak vahşi havyanlar tarafından arta kalan leşleri yiyip çöllerimizi
temizlemekteler habire. Nitekim su altı
dünyasına bir bakıyorsun büyük balık küçük balıktan besleniyor, büyük olanda
kendisinden büyük olana gıda oluyor. Derken karasıyla, havasıyla, ırmağıyla, deniziyle ve okyanusuyla dünyamızda kurt, kuş,
böcek her ne varsa tüm canlılar topyekûn olarak birbirlerine yem olaraktan rızıklanmaktalar.
İşte hayatın cilvesi bu ya, elbette ki birbirlerine
yem olmak bir anlamda birbirlerinden istifade edip yardımlaşmak demektir. Nitekim canlılar arasında hem avlayan hem de
avlanan olacak ki rızık dengesi sağlanabilsin. Dahası sıkça dillendirdiğimiz “Hayat yardımlaşmadır” sözü bunun böyle olmasını gerektirir. Zira
arılar bir bakıyorsun çiçek çiçek dolaşarak bir ömür boyunca toplayacağı bir
çay kaşığının 1/12 kadarı nektar balı toplamak için daldan dala konduğu
bitkiden istifade ederek hayatını sürdürmekte. Sadece arı mı, hiç kuşkusuz i
buna çoban eşliğinde gün boyunca meralarda beslenen tüm sığır, koyun, kuzu gibi
nice ahır hayvanları da dâhildir. Sakın
ola ki, ahır hayvanları da neyin nesi deyip dalga geçercesine gülüp geçmeyin. Düşünsenize
o gülüp geçeceğiniz varlıklar nice kimyagerlere taş çıkartırcasına, hatta kimya
fabrikalarının bile yapımında aciz kaldığı süt gibi bir mamulü dere, tepe, çay bayır
demeden otlayıp hem yavrularını beslemekteler hem de insanoğluna ikram etmek
için canhıraş koşturmaktalar. Hakeza
insan, balina, aslan, tavşan, fare, inek, kanguru, goril, fil, yarasa gibi daha
nice bilemediğimiz memeli grubundan hayvanlarda doğum yaparak yavrularını sütle
beslemekteler. İşte bu nedenledir ki tüm memelileri birbirinden farklı
özellikleriyle tanır ve bağrımıza basarız da. Zira aralarından bir tanesinin
bile yok olması ekolojik dengenin bir anda rayından çıkması demek olacaktır. Malumunuz
ekonominin arz talep dengesi neyse tüketici konumda olan hetetrofik canlılarla
üretici ototrof canlılar arasındaki trofik yapı (besin yapısı) ilişkisi de aynen onun gibidir. Nasıl ki üretimle tüketim arasında
dengesizliklere yol açan faktörler ne kadar elimine edilirse ekonomik istikrar
hale geliyorsa aynen canlılar arasındaki üretici ve tüketici canlılar
arasındaki ilişkilerde ne kadar dengeleri altüst edecek ortam şartları bertaraf
edilirse bir o kadarda çevre problemleri azalacak demektir.
Ekolojik
niş
Ekolojik niş organizmanın ekosistem
içerisindeki duruşu demektir. Bir
organizmanın ekolojik nişi sadece yaşadığı yere bağlı bir olay olmayıp aynı
zamanda ne yapacağıyla da ilgili de bir husustur. Bunu bir benzetmeyle ifade
edecek olursak habitat canlıların yaşadığı adresi belirleyen ortam olarak
addedilirken, çevreyle ilgili nişte adreste barınan canlıların faaliyetleri
demektir. Mesela canlılar kendi aralarında ki ilişkilerde rekabeti azaltmak
adına benimsedikleri davranış, besleniş ve yaşayış tarzları onların bir anlamda
ekolojik nişini teşkil eder. Nitekim ekolojik niş faaliyetine katılan her
canlının gerek terleme yoluyla gerekse boşaltım sistemi yoluyla açığa
çıkarttıkları buharın havaya karışmasıyla birlikte döngüsü devaran eylemiş
olur. Tabiî bu arada cansız âlemde boş durmamakta, bu cenahtan mesela deniz
suyu kara örtüsüne nisbeten çok daha atmosfere buhar transfer ederekten
dikkatimizi celb etmekte. Hem nasıl
dikkatimiz celb etmesin ki, baksanıza karaların buhar nisbeti topraktaki nem
oranıyla sınırlı kalıp hatta bu oran denizin buharlaşma oranıyla mukayese
edildiğinde %1 gibi çok düşük oranlarda güdük kalmaktadır diyebiliriz. Düşünsenize
yeryüzünde bir saniye içerisinde 17 milyon ton suyun kısmını okyanuslarda
buharlaşıp tekrar aynı miktarda suyun tekrar dünyamıza döndüğü artık bir sır
değil, bilakis gerçeğin ta kendisi bir gerçekliktir. Böylece bu bilinen gerçeklik sayesinde bizde
bu arada böylesi bir devridaimin bizatihi ekosistem döngünün ta kendisi
olduğunu idrak etmiş oluruz.
Ekosistem
Bitkilerin bütünü ‘flora’
olarak addedilirken hayvanların bütünü de ‘fauna’ olarak addedilir. Her neyse, ister adına flora
densin isterse fauna, hiç fark etmez, sonuçta her iki alanda da hayatiyetlerini
devam ettiren tüm bitki ve hayvanların bir arada oluşturdukları birliktelikler
bir şekilde yaşadıkları çevre veya habitatıyla kontrol edilmektedir. Kontrol
edilmeleri de gerekiyor zaten. Çünkü
canlıların hemen hepsi ancak bulundukları ortamlarda çevreye uyum sağladıkları müddetçe
hayatiyetlerini devam ettirebilmekteler. Derken böylesi bir uyumlulukla hayvan,
bitki ve çevre birlikte üçlü sacayağı oluşturmuş olurlar. Ki, bu üçlü sacayağı
üzerine kurulu canlı varlıkların kendi sınırları dâhilinde tabiatla birlikte
deveran eyleyen uyumlu olan döngü sistemine ekosistem adı
verilmektedir. Hiç şüphesiz insan ise bu ekosistem içerisinde hayvanlardan
farklı olarak Yüce Allah tarafından eşrefi mahlûkat olarak ilan edilmiş haliyle
yerini alır. İşte bu nedenledir ki insanı da bu söz konusu ekosisteme dâhil
ettiğimiz de tüm canlı varlıkların ekosistemin bulunduğu yeryüzü, hatta havayı
da kapsayan büyük bir yaşama alanı biyosfer
olarak karşılık bulur. Nitekim
biyosfer denen âlem adına uygun davranıp masmavi denizleriyle, koyu mavi
okyanuslarıyla, bembeyaz kutuplarıyla, buzullarıyla, çölleriyle, ırmaklarıyla,
ormanlarıyla vs. hala bugün olmuş gelinen noktada yıkılmadım ayaktayım
dercesine hayat döngüsünde durmak yok yoluna devam etmekte de. Her ne kadar
gelinen noktada yaşanılan hayat bir bakıyorsun durağan halde, bir bakıyorsun
hızla değişim eğiliminde, bir bakıyorsun bozulma eğiliminde bir yapı
görünümünde olsa da ta ki kıyamet kopana kadar bir şekilde hayatın devam ettiği
gerçeğini değiştiremeyecektir. Yüce Allah (c.c) bakın bu hususta “Ey
Muhammed, sana indirdiğimiz bu kitap kutludur. Ayetlerini düşünsünler, aklı
olanlar ibret alsın”(Sad, 29) diye beyan buyurarak yarattığı kullara tüm
âlemlerin döngüsünün deveranını sürdürebilirliğinin bizatihi küllü iradesine
tabii olduğunu mesajını vermektedir.
Ekolojik faktörler
Bütün canlı cansız varlıklar
bulundukları ortamın klimatif, edatif, biyotik, fiziki ve kimyevi gibi ekolojik
faktörlerin etkisi altındadır. Dolayısıyla canlı cansız varlıkların hayat
devrelerinin en az bir fazını direk olarak etkileyen çevrenin her elemanına ekolojik
faktör denmektedir. Bu tariften de anlaşıldığı üzere çevreyle alakalı tüm
etken unsurlar da başıboş değildir, etken unsurlarda külli iradenin kanunlarına
tabiidir. Bu kanunlar genel itibariyle
iki kategoride tasnif edilir:
1-Minumum Kanunu
Bu kanun 1840 yılında Liebig tarafından
ortaya atılmış olup, kanun gereği ortamdaki esas maddelerden hangisi en az
miktarda ise o madde sınırlayıcı olarak kabul edilmektedir. Yüce Yaratıcının yarattığı
bu söz konusu kanunun kendi hal lisanıyla anlayana der ki, Ey canlılar! Hayatta yaşayabilmeniz için elde
avuçta almanız gereken besin kaynağınız minimum seviyelerde olsa bile mutlaka o
maddenin alınması icap etmektedir. Ki; bu noktada fotosentez sizin en büyük
desteğiniz olacaktır. Gerçekten de öyle değil mi, fotosentez
sistemi sayesinde bir bakıyorsun kazanılan hayat enerjisi tüm canlıların can
simidi olmaktadır. Hem nasıl
can simidi olmasın ki, baksanıza
bitkiler aldıkları ışığın ancak
yarısı kadarını yapraklarında ki yeşil tanecikli klorofil tanecikleriyle
özümlemekte olup (asimilasyon), böylece emilen
ışığın sadece az bir bölümünü hammadde besin kaynağı olarak glikoza dönüştürüvermekteler.
Tabii sadece bununla da kalınmayıp elde edilen glikozla da karbonhidrat,
aminoasit, yağ, vitamin gibi organik maddelere çevrilmektedir. İşte görüyorsunuz
başlangıçta bitki bünyesi içerisinde bir takım gerçekleşen değişim ve dönüşüm işlemleriyle
elde edilen ürünün brüt miktarın bir kısmını bitki bizatihi kendisi için
kullanmakta, diğer geriye kalanını ise heterotrof canlılara hayatlarını idame
etmelerine yardımcı olmak içinde kendi iç bünyesinde depo etmektedir. İlginçtir
depo edilen bu ürün brüt ürünün %
90’nına tekabül etmektedir ki, insanoğlu
pratik hayatta kendi aralarında “Önce can, sonra canan” derken,
bitkiler ise tam aksine ürettiklerinin büyük bir bölümünü kendi
dışındakiler için “Önce canan sonra
can” diyerekten üretmekteler. Madem öyle,
insanoğlu da bitkilerden ibret alıp; “Halka hizmet, Hakka hizmet” için
kendini adaması icap eder.
2-Ekolojik hoş görürlülük (Tolerans
kanunu)
Tolerans fikri ilk defa 1911 yılında
Shelford tarafından ileri sürülmüştür. Bu kanuna göre canlı varlıklar optimum
(uygun olan) şartlarda maksimum ve minimim tolerans değerlerinin sınırlarının
dışına çıkmayacak şekilde ancak hayatlarını normal standartlar çerçevesinde
hayatiyetlerini devam ettirebileceğini öngören bir kanundur. Hatta tolerans
değerleri canlıların davranış içgüdüleriyle ve stresle olan ilişkisine göre de
karşılık bulabiliyor. Şöyle ki; gerek
bitkiler gerekse heterotrof canlıların alt kademelerinde yer alan canlıların
üst kademede bulunan canlılara nisbeten hoşgörü seviyesinin daha yüksek olduğu
belirlenmiştir. Nitekim onların üretkenliği sayesinde üst tabakadakiler beslenip
moral bulmaktalar. Asla ortada memnuniyetsizlik söz konusu değildir. Tüm yaratıklar
hayat yardımlaşmadır gerçeğinden hareketle ilahi kanuna tabii olaraktan belli
bir program dâhilinde birbirlerine gıda olup hayat bulmaktalar da. Hayat
bulurken de bu arada hayatın sistematik bir şekilde doğmak, büyümek, çoğalmak
ve ölmek olduğu gerçeği ile de yüzleşiriz. Derken ölümle sonlanan bir hayatın
ardından bırakılan besin zinciri mirası nesilden nesile devrolunur da. Baksanıza konuk olduğumuz şu fani dünyada öyle
bir sistem kurulmuş ki ölen canlıların cesetleri bile israf edilmeksizin toprak
altında bakteriler tarafından parçalanıp ayrıştırılıp bir başka yaşayan canlı
âleme gıda olabiliyor. Hadi diyelim ki
çürümüş bedenler hayatta yaşayan bir canlıya gıda olmasa bile en azından
çürümüş organların etrafa yayacağı ait pis kokuların toprak altı faaliyetleriyle
bertaraf edilmesi bile az buz bir iş değil elbet, böylece bu sayede çevremiz korunmaya
da alınmış oluyor. Nitekim Yüce Allah (c.c) kullarına hitaben “Gerek diriler ve gerek ölüler için biz dünyayı toplantı yeri olarak kılmadık
mı?” (Mürselât, 25) diye beyan buyurarak bu hususlara
dikkatimizi çekmekte. İşte ayet-i celile biz aciz kullara adeta besin
zincirinin ilk ayağını fotosentez kanuna tabii gıda maddesi üreten yeşil
bitkilerin oluşturduğunu, ikinci ayağını bitkilerden beslenen canlıların
oluşturduğunu, üçüncü ayağını ise her
iki kanaldan da beslenen canlılar oluşturduğunu, derken en nihayetinde tüm
canlı cansız varlıkların toplanacağı yerin toprağın kara bağrı olacağını
bildirmektedir. Hatta bunların dışında gözle göremeyeceğimiz elle
tutamayacağımız trofik zincirin dördüncü halkasını oluşturacak bir başka boyutta
var ki adına berzah âlem mi, yoksa bekleme salonu mu ya da kabir âlemi mi denir,
bilinmez ama böyle bir boyutun içeriği bizi aşacağından en iyisi mi biz aklımızın
ereceği hususlara kafa yoraraktan satırlarımıza devam etmekte fayda vardır
elbet.
Canlıların trofik
kademelerinde enerji transfer edilirken hiç kuşkusuz maksimum ve minimum seviyelerde
seyreden hoşgörülülük sınırlarını aşmayacak şekilde hayat döngüsünün deveran
eylemesi kanun gereğidir. Malum kanun gereği bu sınırlar aşıldığında enerji
ısıya dönüşebilmektedir ki, bu durum bize Yüce Allah’ın yarattığı Termodinamiğin
ikinci kanununu hatırlatmaktadır. Zaten tolerans sınırlar aşılınca ister
istemez trofik (beslenme yapısı) zincirin her bir halkasında enerji kayıpları
yaşanacaktır. Kaldı ki enerji naklinde
sadece minimum miktarlar değil maksimum miktarlar da sınırlayıcıdır. Nitekim
buna fazla yükseklik, fazla sıcaklık, fazla ışık, fazla su (H2O)
gibi etken unsurlarda dâhildir. Mesela sürekli olarak atmosferden yeryüzüne
normal sınırların dışında yağışlar gerçekleşseydi ortalık sel seli götürüp
ağaçları bile köklerinden koparacak şekilde tüm bitkiler, molozlar bir yerde
yığın halde kümelenmesiyle birlikte oluşacak gaz birikimleriyle etrafı çok kötü
kokular saracaktı. Neyse ki Yüce Allah (c.c) biyolojik nizamın devamı için kâinatın yaratılış
öncesinden yarattığı ilahi program gereği yağmurun yağış miktarından tutunda
güneşten yararlanılacak enerji miktarı gibi daha nice bir dizi Allah’ın ‘Ol’
emri doğrultusunda programlanmış kodlarla birlikte hayat programı yaratılışından
bugüne dek yoluna devam etmektedir. Hiç kuşkusuz kâinat programının formatında insanında
yaşayabileceği tek gezegen olarak da dünyamız seçilmiştir. Zira dünya insanın
yaşayabileceği donanımda yaratılmıştır. Malumunuz diğer gezegenler ya çok sıcak
ya da tam tersi bumbuz halde yörüngesinde seyretmekteler, bu yüzden oralarda nefes alınacak veya
gıdalanacak bir hayat söz konusu değildir. Kaldı ki konuk olduğumuz dünyada
sadece insan değil, diğer canlılar içinde programlanmış hayat söz
konusudur. Dünyada zaman zaman bir takım
olağan üstü felaketler cereyan etse de ya da bir takım olumsuz faktörler zaman
zaman nüksetse de tüm olumsuzlukları bertaraf edebilecek yeteneğe sahip
canlılar olabildiği gibi aynı zamanda yaşadıkları çevreye anında adapte
olabilecek canlılar da çıkabiliyor. Ancak şu da var ki bu tip canlılar birinci
transfer zincirinde başarılı oldukları halde iki veya üç transfer dönüşümlerinde
bazı olumsuz etken unsurların devreye girmesiyle birlikte sekteye uğrayıp aynı
başarı sergilenemeyebiliyor. Bunun nedenlerini şöyle açıklayabiliriz:
-Bu tür canlılarda ardı ardına
gerçekleşen trofik transfer zincirin yol açtığı gıda tüketimine bağlı olarak
enerji kayıpları söz konusu olabiliyor. Bu itibarla ekosistem içerisinde trofik
zincir üç veya dört döngü ile sınırlı kalmakta.
-Bazı canlılar bir takım etken
unsurlara karşı son derece geniş toleranslı tavır sergilerken, bir kısım etken unsurlara
karşıda kısmi tolerans duyarlılık sergileyebiliyor. Mesela yıllık bitkilerin çoğu hava sıcaklığına
ve toprak nemine karşı daha geniş toleranslı oldukları gözlemlenmiştir.
-Yüksek toleransa sahip canlılar
değim yerindeyse engin hoşgörü olmanın içgüdüsüyle bir bakıyorsun geniş
sahalara yayılabilme özelliği ile dikkat çekebiliyorlar. Dolayısıyla geniş
sahalara yayılamayan canlıların bu durumdan olumsuz etkilenmeleri kaçınılmaz
olacaktır. Anlaşılan o ki optimum ekolojik tolerans sınırları içerisinde
manevra yapabilen bitkiler aynı zamanda daha gür bir şekilde gelişme kayd edip rekabet
bakımdan da üstün konuma geçme avantajına sahip olabiliyorlar. Ta ki, optimal
sınırların maksimum ve minimum sınır değerlerinde sapmalar nükseder o zaman rekabetten
düşüp üstün avantaj konumlarını kaybedebiliyorlar. Değim yerindeyse elden ayaktan düşmüş halde
kendi kabına çekilmiş konumda olacaklardır.
-Şayet bir canlı için hayatı öneme
haiz optimum şartlardan mahrumsa biliniz ki o canlı için tolerans sınırlarını aşan
engel bir durum ortaya çıkacak demektir. Nasıl mı? Mesela çayırlarda azot noksanlığı bir canlı
için sınırlayıcı solma faktörü olarak karşı karşıya kalması bunun en bariz
örneğini teşkil eder. Yine de bu durumun
önüne geçmek için azot bakımdan fakir mera ve çayırlar susuz bırakmayaraktan
solma faktörü kısmen önlenebiliyor.
-Canlılar sadece tek bir faktörün çekim
alanının etki altısı altında değil birçok faktörün çekim etkisi altında hayatiyetlerin
devam ettirmekteler. Tabii bu etken faktörlerin etkisi canlıdan canlıya
değişmekte de. Keza bölge farklılıkları da öyledir. Nitekim
her hangi bir bitki için hem fiziki faktörler hem de optimum şartlarda
yetişeceği minimum ve maksimum tolerans değerleri bölgeden bölgeye
değişebiliyor. Mesela çay, fındık gibi mamuller Karadeniz’e özel has bitki
toplulukları olup başka bölgelerde yetiştirilmeye çalışılsa da aynı verimliliği
ve tolerans değerini sürdürebilirliği pek mümkün gözükmemekte.
-Ekolojik tolerans bakımdan
sınır değerleri geniş olan canlılar ekseriyetle her habitat ortamında boy
verebiliyor, malum toleransı kısıtlı olan canlılar ise bir araya gelip
birliktelikler oluşturduklarında ancak bulunduğu habitata sadık kalabiliyorlar.
Mesela kefal ve tekir balıkları Ege’ye mahsus sadık canlılar olup, bu türlere
Karadeniz’de pek rastlanmaması bunun tipik örneğini teşkil eder.
-Çevre faktörleri canlıları
sınırlayıcı olduğu zaman verim peryodu ekseriyatla kritik periyod olarak
tezahür etmekte. Nitekim bitki ve hayvanların çiçek, tohum, fide, yumurta ve
larva gibi üreme devrelerine ait tolerans sınırları diğer gelişme devrelerine
göre daha minimum kalmaktadır. Mesela bitkilerin çiçeklenme devrelerinde ki
düşük sıcaklığa karşı tolerans sınırları çiçeksiz devrelerine nazaran daha azdır.
Yine toleransla ilgili vereceğimiz bir
başka örnekte böcek ve bitki ilişkisine baktığımızda bir bakıyorsun böcekler
daldan dala konduğu birbirinden güzel rengârenk renk çiçeklerin adeta
cazibesine kapılaraktan konduğu bitkinin tolerans cazibesine muhatap kaldıklarını
görürüz. Şayet bazı bitkilerin renkleri bir kısım canlıların ilgisini
çekmiyorsa çokta dert değil, bu kez etrafa
salacakları misk kokular sayesinde tekrardan kendilerini çekim merkezi konuma
getirebiliyorlar. Böylece ister renk cazibeliyi, isterse koku cazibeliyi olsun
hiç fark etmez sonuçta böcek ve çiçek ilişkisinin doğurduğu işbirliği sayesinde
bitkilerin döllenmesi hadisesinin gerçekleşmesine zemin hazırlanmış olur. Oldu
ya, hem renk hem de koku yetersiz kaldı, bu kez rüzgârlar ne güne duruyor, yani tohumunu taşıttırmak için vasıta kılıp,
böylece her halükarda bir şekilde döllenme olayı gerçekleşebiliyor. Hatta bir
kısım bitkiler de var ki, bir bakıyorsun hiç bir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın
yanlarından gelip geçen hayvanların tüylerine yapışaraktan bile tohumlarını
uzak diyarlara aktararaktan döllenme hadisesini gerçekleştirmekteler. Öyle anlaşılıyor ki; alternatifli üreme
yöntemleri bitkilere has bir hüner olsa gerektir.
Ekotip (ekolojik ırk) ve fizyoljik ırk kavramları
Bir bitki türünün belirli bir coğrafi
alanda oluşturduğu lokal gruplara ekotip denir. Yani belli bir ortama
genetik olarak uyumlu türlerin oluşturduğu biyotipler; ekotip veya ekolojik
ırk olarak addedilirken mevcut adaptasyon mekanizması dışında bir genetik yatkınlığı
olmayan türlerin teşkil ettiği gruplar ise fizyolojik ırk olarak tanımlanır. Şurası muhakkak
hangi ekotip ya da hangi ekolojik ırktan olunursa olsun, sonuçta Allah’a çok
şükürler olsun ki yaşadığımız bu gezegende başta aş, su ve enerji vs. olmak
üzere her ne ararsan diyebileceğimiz türden tüm canlıların ihtiyaçlarını
giderecek her şey fazlasıyla var zaten. Nitekim toprak altında ki mikro
canlıların dışkıları ve atmosferde on binde 3 (% 003) nisbetinde bulunan
karbondioksit bitkilerin ana esas gıdaları olmaktadır. Hayvanlara ise gıda
olarak ekseriyetle bitkiler olmakta. İnsan ise karada, denizde ve havada her ne
varsa tüm canlılarla beslenebilen varlıktır. Kaldı ki tüm canlılar ister etçil
olsun ister otçul olsun isterse her ikisinden olsun hiç fark etmez sonuçta ihtiyacını
karşıladığı tüm gıdalar inorganik maddelerden oluşmakta. Ki, bu inorganik maddeler arasında bilhassa an
hidrojen, fosfor, azot, potasyum, kalsiyum, magnezyum gibi elementler tüm
canlılara hayatiyet kazandıran maddelerdir. Kelimenin tam anlamıyla biyolojik
hayat bu tür elementlerin belirli oranlarda ve belirli sıcaklık şartlar altında
bir araya gelmesiyle hem hayat bulmaktayız hem de hayatın dengesi sağlanmakta.
Dikkat edin denge dedik, niye derseniz
tabiatın denge ayarlarıyla oynandığında başımıza nice felaketlerin geldiğini
tüm insanlık olarak görüp geçirdiğimiz için elbet. Dolayısıyla bitkinin doğal ortamına etki edecek
tüm ekolojik faktörleri göz ardı edemeyiz. Nitekim bu söz konusu ekolojik faktörleri
genel anlamda sıraladığımızda:
-Isı faktörü,
-Su faktörü,
-Işık
faktörü,
-Mekanik faktörü (rüzgâr vs.) gibi birkaç faktörün devreye girdiğini
görürüz.
Isı
faktörü
Hiç
kuşkusuz hayatın temelinde enerji vardır, enerji olmadan bir yaprağın bile
kıpırdamayacağı muhakkak. Ancak şu da
var ki enerji de başıboş değildir, cana
can katmasına rağmen enerjide başlı başına kanuna tabiidir. Nitekim enerjiyle
aklınıza gelebilecek her türden oluşumların dayandığı veya tabi olduğu kanun
termodinamik kanunu olarak karşılık bulmakta. Mesela bitkiler için yetişme yerinden ziyade
ısı (kalori) miktarı çok mühim bir yer teşkil ettiğinden, bu duruma sıcaklık
veya temparetür denmesi bu kanunun
temel öğesi olması dolayısıyladır elbet. Bilindiği üzere canlılar tarafından
kullanılan enerji ısıya dönüşüp ekosistem içinde yok olmuş gibi gözükebiliyor. Oysa
ağzımıza aldığımız bir lokmayı solunumla yaktığımızda sözkonusu o besin yok
olmamakta sadece proteine, yağa, şekere vitamine dönüşmektedir. Böylece tekrar
açlık hissettiğimizde yeniden bir başka besin kaynağına başvurarak aynı döngü
devam etmekte de. Zira yeniden enerji kazanmanın
birinci yolu beslenmekten geçmektedir. İşte bu nedenledir ki enerjinin mevcut durumdan
değişikliğe uğrayarak farklı bir konuma geçmesi olayı termodinamiğin birinci
kuralının yerine getirilmesinin sonucu bir konumlamadır. Nasıl ki kütle ve enerjinin korunumu kanunu
gereği madde biçim değiştirdiğinde o madde sil baştan yeniden eski konumuna
dönmediği gibi dönüşen maddede yok olmamaktadır, bilakis enerji halde ya buharlaşmakta ya da
tabiatta işleyen pek çok döngü mekanizmalarının içerisinde moleküler düzeyde
döngü halde işlev görmektedir. Yani bu demektir ki, buharlaşıp kaybolduğunu
sandığımız pek çok madde işleyen enerji madde dönüşüm döngüsü içerisinde devri
daim yaparaktan bir şekilde termodinamiğin birinci kanunuyla koruma altına
alınmakta. Öyle ya, madem tabiatta hemen
her şey değişikliğe uğramasına rağmen Yüce Allah’ın yarattığı korunma kanunuyla
koruma altına alındığına göre o halde şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki termodinamiğin
temel kanunları aslında bize tabiatın kendi kendini yaratamayacağı gerçeğini de
kendi hal lisanıyla söylemiş olmaktadır. İnsanoğlunun buradaki katkısı kanun
yaratmak değil, sadece yaratılmış olan kanunun keşfetmiş olmasıdır. Hiç kuşkusuz mutlak manada kanun koyucu yüce
Allah’tır, bunun dışında iddiada bulunan (haşa)
kendisini Yaratıcı konuma koymak olur ki, bu noktada böylelerine bize Allah hidayet
versin demekten başka elimizden birey gelmez de. Oysa biz biliyoruz ki Yüce Allah’ın yarattığı
kanunlar sayesinde ışık enerjisi biranda potansiyel enerji biçimi olan besin
enerjine dönüşebilmektedir ki, bu durum tek yönlü enerji akımı olarak karşımıza
çıkmaktadır. Üstelik hiç bir şey de israf olmamakta. Nasıl mı? Mesela bir
bakıyorsun enerjisi tükenen canlılar toprağa karıştığında azot olmakta, petrol
olmakta, mineral olmakta ya da bir başka canlıya gıda olmakta. Nitekim söz
konusu hayatı sonlanan canlılar sonbaharda dökülen sararmış yapraklar misali
toprağa karışıp, sonra toprak altında ki mikro çürükçül canlılar tarafından
(saprofitlerce) ayrışmaya tabii
tutulmasıyla birlikte bitki köklerini besleyeceklerdir.
Peki ya Termodinamiğin ikinci kanunu
ne işe yarar derseniz, malum ikinci
kanun enerjinin kaybolması manasına gelip termodinamiğin birinci kanununun tam
aksine korunum, dönüşüm ve değişim olayların hiçbirinin yaşanmadığı bir
kanundur. Kelimenin tam anlamıyla ikinci kanun bize enerjinin mütemadiyen daha
minimum kullanılabilme düzeyine doğru ilerlediğini ve bununla birlikte
entropinin artacağını öngörmektedir. Dahası
değim yerindeyse mevcut sisteme ait nizamın bir şekilde bozulacağını bize kendi
hal lisanıyla bildirmektedir. Hakeza ikinci kanun bize yararlı bir iş yapmak
adına dönüşmüş enerjinin tekrardan kullanılabilir enerji hale getirilme
aşamasında net düşüşlerin yaşanacağını, hatta ve hatta iş gücünün azalacağını
da hal lisanıyla bildirmektedir.
Evet, eşyanın da kendine has dili
vardır. Sakın ola ki eşyada konuşur mu deyip kanun manun tanımazlık yapmayalım.
İşte görüyorsunuz ikinci kanun bize hal lisanıyla başlangıçta orijinal olan her
ne varsa bir şekilde zaman içerisinde rotasının bozulma yönünde tezahür edeceğini
bildirmekte. Kaldı ki, her şeyin bir
yükselişe olduğu gibi düşüşü de olmakta. Nasıl ki ölen bir insanın entropisi
artarak çürümeye yüz tutup vücut sistemi en küçük parçalara ayrışmasıyla birlikte
orijinal ten kafesinden hızla uzaklaşıyorsa, aynen onun gibi madde de enerjisi
halinde uzaklaşıp eski haline geriye dönmeme işlemi gerçekleştirmektedir. Bu
tıpkı sobadan etrafa yayılan duman ve ısının tekrar sobaya dönmemesi gibi benzer
bir durumun ta kendisi geri dönmemektir. Tabii burada sözü edilen kaybolma
mutlak anlamda değil elbet. Bilakis bir başka halden bir başka hale geçiş manasına
ortadan kaybolmaktır bu. Bilindiği üzere transformasyona giren herşey özüne
uygun davranıp sürekli olarak sıcak cisimden soğuk cisme doğru geçiş yapmakta,
soğuktan sıcağa asla geçiş olmamaktadır. Dolayısıyla sıcaktan soğuğa tek yönlü
olarak gerçekleşen ısı geçişi geriye döndürülemeyecek şekilde ilerleyip
ardından hararetin eşitlenme noktasına gelindiğinde bir anda iş enerjisine
dönüşmektedir. Mesela ayrı ayrı kaplarda bulunan sıvılar birbirlerine
karıştırıldığında ortaya homojen bir sıvı çıkıp, artık bu noktadan sonra geriye
dönülemeyecek şekilde bir iş eylemi gerçekleşmiş olur ki, bu ve buna benzer
daha pek çok örnekler verilebilir de. Herşeyden öte tüm bu geriye dönüşü
olmayan diye misal getirdiğimiz örneklerin tamamında toplam enerji miktarının
sabit kaldığını, ancak entropinin artmasına bağlı olarak mekanik ve
termodinamik yönden ısı kayıpların yaşanması veçhiyle sayıca değiştiği
gözlemlenmiştir. Anlaşılan o ki enerji her halükarda total halinden değişikliğe
uğramamakta, sadece mekanik yönden geri döndürülemeyecek şekilde (mesela ısı enerjisi tekrar mekanik enerjiye
dönüşemez) bir değişim süreci geçirmektedir. Hakeza her ne kadar evren şuan
itibariyle uzay, kütle ve zamandan ibaret üç sacayaktan oluşan muhteşem düzene
sahip yapısını korusa da bir gün gelecek termodinamiğin ikinci kanunun gereği
evren bünyesinde taşıdığı tüm enerjisini tüketecektir. Bir başka ifadeyle var
olan enerji işe yaramaz halde ısı enerjisine indirgendiğinde veya evreni
kuşatan atomların düzensiz ve düşük sıcaklıkta hareket ettiği zaman, şu iyi bilisin ki kâinat kendi kıyametini
yaşayacaktır. İşte olası bu kıyametin
adı; kozmosun kendi kendine ısı ölümünü ilan etmesi demek olan büyük tufandan
başkası değildir.
Bu arada şunu belirtmekte yarar var:
üreticiler, tüketiciler, organik ve inorganik maddeler arasında ilişki zinciri
sağlansa da bu demek değildir ki hayat denen iksir tam takır ebedi yoluna devam
edecektir. Baki olan sadece Allah’tır. Dolayısıyla hayatı etkileyen pek çok unsur
Yaratıcının dışında her şeyin fani olduğunu ispatlıyor zaten. Zira ısı, ışık,
nem, yağış, basınç gibi fiziki unsurlar optimal şartlarda cereyan etmesi
gerekir ki hayat döngüsü tamamlanabilsin. Aksi takdir de ne hava, ne su, ne de
toprak tek unsur olarak canlılara eksiksiz bir hayat sunamayacaklardır. O halde
tüm unsurlar mutlaka bir döngü içerisine girmek mecburiyetindedir. Nitekim bu
döngü âlemi çerçevesinde toprak sathına ulaşan ışınların belirli bir kısmı bir
şekilde kayba uğramaksızın aşağıdaki şekillerde tekrar transfer olabiliyor.
Şöyle ki;
-Atmosfere geri verilerek,
-Toprağın alt tabakalarına iletilerek,
-Toprağı saran hava tabakaları arasında
alışveriş şeklinde,
-Toprak nemli ise buharlaşma ısısı
şeklinde,
-Doğrudan ısınma şeklinde,
-Yansıma şeklinde tezahür etmekte.
Dünya sathında hayat denen yolculuğun
devam etmesi için öncelikle sıcaklığın pek fazla değişmeyecek şekilde ayarlı
tutulması gerekmektedir. Yeryüzü sathının ortalama sıcaklığı fazla değil, iki
veya üç derece artmış olsa kim bilir kaç ülke karlar ve buzların erimesiyle
birlikte Nuh tufanına benzer bir durumla sulara gark olup haritadan siliniverecektir.
Bunun için sıcaklığın belirli derecelerde muhafaza tutulduğunu gösteren en bariz
gösterge çizelgesi güneş sabitesidir. Bilindiği üzere yeryüzüne ulaşan güneşin
yaydığı radyasyon enerji miktarı güneş sabitesi ölçüm tablosu ile tayin
edilmektedir. Şöyle ki; bir radyan enerji bir cisim tarafından
absorbe edilirse ısıya dönüşmekte. Dolayısıyla Güneş sabitesi ölçümleri atmosferin
dış kısmında 1cm2’lik (bir santimetre karelik) dilimine tekabül eden yüzeyin toplam 24 saatte
aldığı radyasyon enerjisinden açığa çıkan ısı kalori cinsinden hesap edilerek
belirlenir. Bu hesaptan hareketle güneş ışınlarının atmosferin üst sınırına denk
gelen enerjisi 1,94 cal/cm2 dakika (gün) olduğu tespit edilmiştir.
Ki; buna güneş sabitesi denmektedir. Bir başka ifadeyle bir yüzeyin bir
dakikada aldığı ısı veya enerji değeri güneş sabitesi olarak bilinip, bu değer
takriben 2 kaloriye tekabül etmektedir. Hatta güneş sabitinin kısa dalga boylu
radyasyonlarını %100 birim olarak kabul
edersek, bu durumda radyasyon ışınları atmosferden geçtiğinde bulutlar
vasıtasıyla % 24’ü uzaya (fezaya)
yansıtılır ki, bu olay geri devir döngüsü olarak ifade edilmektedir.
Zaten ortada geri dönmeyen bir enerji akımı olayı yoksa bir müddet sonra
döngüsüz kalan bitkiler özümleme yapamayacaklarından bir anda hayatın dengesi
allak bullak olacaktır. İşte görüyorsunuz
ışık ışın olarak kalmamakta, bilakis canlı cansız varlık her ne varsa herkesim
kendi payına düşeni alıp hayat yolculuğuna devam etmektedir. Derken ışığın %1,5
oranı bulut denilen hava molekülleri ve toz parçaları veya su damlaları
tarafından emilmekte, geriye kalan %
25’i atmosfer tarafından (Bunun %14’ü atmosfer içinde dağılarak, diğeri
% 10,5 ise yine atmosfer tarafından doğrudan kullanılır) yeryüzü
için ulaştırılmış olup, % 7’si ise atmosfer tarafından uzaya gönderilen ışınlar
olarak sahne almaktadır. Ayrıca
ışınların % 15’i atmosferdeki gazlar (%3’ü ozon tabakası, %13 troposfer
tabakası) tarafından
emilmektedir (yutulur). Böylece gökyüzünden doğrudan yeryüzüne ulaşan kısa
dalga boylu radyasyon ışınların yer aldığı istatiksel oran % 22,5’a tekabül eder ki, diğerlerini de
buna ilave edip topladığımızda %100 rakamına ulaşmış oluruz. Anlaşılan o ki;
direk veya diffuzyona (dağılma, yayılma) uğramış ışınlar gök kubbeden hoş seda
ile yeryüzüne ulaştığında arz sathını ısıtıp akabinde toprağın bağrından
yayılan % 4’lük arta kalan radyasyon ışınlarının yansıması sonucunda tekrar
atmosfere dönmektedir. Ayrıca son araştırmaların ortaya koyduğu verilere göre de
yeryüzünde bulunan % 114,5 oranında uzun dalga boya sahip radyasyonlar
yukardakine benzer bir tablonun başka versiyonunu andırır aşamalarla geri
gönderildiği tespit edilmiştir. Böylece atmosfer hem güneşten gelen hem de
arzdan gelen radyasyonlara maruz kalarak sıcaklık kazanmaktadır. İşte bu model
üreticilere örnek teşkil etmiş olsa gerek ki bu uğurda seralar kurularak
güneşten gelen ışınlar camdan geçirilip toprağın ısıtılması sağlanmıştır. Yani
toprak ısınınca radyasyon kanunların gereği olarak uzun dalga boy ışınları
yaymaya başlayacaktır. Böylece bu ışınlar camdan geçemeyeceklerinden dolayı
toprakla cam arasında kalan hava sıcaklığı turfanda sebzelerin yetişmesine
fazlasıyla yetecektir.
Isının alt tabakalara geçişi
Yüce Allah (c.c) yeryüzü sathını kuruluk
oranı ve soğukluk oranını belli bir ayarda yaratmıştır. Belli ki kuruluk oranı
olması gerekenin dışında gelişi güzel boyutlarda olsaydı bir anda dengeler
allak bullak olup yaşadığımız âlem kaskatı kesilecekti. Şurası muhakkak; normal
fiziki şartlarda ısının alt tabakalara geçmesi toprağın ısı geçirgenliğine
bağlı olarak seyretmektedir. O halde bu durumda toprağın özelliğini dikkate
almak gerekiyor. Çünkü her yerde toprağın yapısı aynı değildir. Dolayısıyla bir
maddenin ısı geçirgenliği ne kadar büyükse maddenin yüzeyi o oranda az ısınacak
demektir. Hatta bir toprağın ısı
geçirgenliği toprağın bileşimine ve taşıdığı su miktarına bağlı olarak bile
değişebiliyor. Zira kuru ve havalandırılmış topraklarda geçirgenlik az olması
nedeniyle sıcaklık üst tabakalarda tavan yapmaktadır. Bu yüzden sıcaklığın
maksimum seviyeye ulaştığı ‘tepe noktası
inversion’ olarak tanımlanırken, bunun tam aksine alt seviyede yer alan
değer de ‘yer iniversin’ olarak tanımlanır. Nitekim ıslak topraklar ışığı
aşağıya doğru ilettiklerinden dolayı toprağın üst yüzeyi devamlı olarak soğuk
kalmaktadır. Bu arada topraktaki su miktarı değiştikçe hem ısı geçirgenliği hem
de spesifik ısı değişecektir. Çünkü H2O havaya göre 30 kat daha büyük ısıyı
iletmektedir.
Isı tekrar atmosfere geri verilmez
Yeryüzü güneşten aldığı enerjinin
yanısıra aynı zamanda aldığı ışığı kızıl ötesi enerjisi (radyasyon-ışıma)
şeklinde atmosfere transfer ederek atmosferin ısınması sağlanır. Normalde
yeryüzüne gönderilen ışınlar tekrar atmosfere geri verilmemesi gerekir, ancak
yeryüzünde ısı ışınlarının yansıması bazı faktörlere bağlı olarak gerçekleşmesi
söz konusudur ki, bu faktörleri özetle şöyle sıralayabiliriz de:
a-Havanın nem miktarı
Bilindiği üzere güneş etkisiyle
yeryüzünde buharlaşarak yükselen nem, havada sıvı haline (yoğunlaşma)
dönüşmektedir. Böylece havadaki su molekülleri çoğaldıkça yeryüzünden gelen
ışınları absorbe etme gücü daha da artmaktadır. Ancak fabrika bacalarından ve
evlerimizin kalorifer kazanlarından yükselen dumanlar ve eksoz gazları
atmosferin dengesini bozmaktadır. Çünkü her tür yanma hadisesi karbondioksit
gazının yayılması demektir. Böylece yanan alevlerin ardından atmosferde aşırı
gaz birikiminin tetiklediği dengesizlik güneşten gelen ışınları ister istemez
değişime uğratarak günümüzde adından çok söz ettiren ozon tabakasının delinmesi
gibi bir probleme zemin hazırlamakta.
İşte bu tür problemler yumağı eşliğinde bir anda Yüce Allah; “Artık Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlayabilirsiniz” (Rahman,40) diye beyan buyurduğu ayeti celilenin mana
ve ruhunun idrakiyle tabiat dengesinin başlı başına büyük bir nimet olduğunun
farkına varırız.
b-Gökyüzünün berrak veya bulutlu olma
durumu
Nemle yüklü sıcak havanın gök kubbede belirli bir yüksekliğe
yükselmesiyle birlikte önce soğumaya başlar, akabinde su damlacıklarına dönüşür
ve en nihayetinde dolu hale bürünür ki bu zincirlemesine gelişen oluşuma bulut
denmektedir. İyi ki de bulut gibi doğal şemsiyemiz var. Hele bilhassa
bulutların üst tabakası öyle muhteşem donanımla donatılmış ki, bir bakıyorsun güneşten gelen ışınları kendine
has manevrasıyla uzaya geri yansıtıp dünyanın aşırı derecede ısınmasının önüne
geçmektedir. Hiç kuşkusuz bulut bu manevrasını yaparken, yani yansıta bilirlik anlamında albedo görevi
üstlenirken yalnız da değildir. Onun yanında aynı zamanda adeta gökyüzünü
kapatırcasına konumlanan dağ yamacı, ağaç dalları gibi engellerde yansıyan
ışınları azaltarak albedo olayına katkıda bulunurlar. Malumunuz açık çayırlarda
hiçbir engelin olmaması dolayısıyla ormanlara göre alberdo oranı yüksek
seviyelerde seyretmektedir. Hakeza kar yüzeyleri de öyledir.
c-Isınan yüzeyin cinsi ve renk durumu
Yeryüzüne düşen ışınların % 88’i yağan
kar üzerinde tekrar atmosfere geri yansımaktadır. Tabii bu değer kışın
müjdecisi kar beyaz tanelerin marifetiyle gerçekleşen bir değer ölçüsüdür. Toprak
taneleri öyle değil elbet, Nitekim söz konusu yansıma ölçüsü kuru toprakta % 15–40,
çayırda % 12–30, ormanda % 5–20, su yüzeyinde ise % 3–10 arasında vuku
bulmaktadır.
d-Işınların yüzey durumu
Bilindiği üzere ıslak toprak
kuru ve içerisi hava dolu topraktan daha fazla ısıyı iletme kabiliyetiyle
donatılmıştır. Mukayese yaptığımızda mesela iletim kabiliyeti az olan
topraklarda ısı sadece yüzeyde toplandığından mevcut olan ısı ancak geceleri
atmosfere iade edilebildiklerini müşahede ederiz. Derken geceleri toprak
yüzeyinin çabucak soğumasıyla birlikte fazla ısı kayıplarının varlığına şahit
oluruz.
Toprağı saran hava tabakaları arasında
yaşanan ısı alışveriş durumu
Toprak nedir diye sual edildiğinde hiç
kuşkusuz taş ve topraktan meydana gelmiş 50 km’lik kalınlıkta litosfer üzerinde
ki örtü tabakasına toprak denildiği herkesin malumu bir tariftir. Tabii tariften ziyade bizi daha çok toprağı
saran hava tabakaları arasında yaşanan ısı faaliyetleri daha çok
meraklandırıyor dersek yeridir. Öyle ya madem litosfer tabakası toprak
örtüsüyle kaplı, o halde toprak arasında ısı akımını sağlayacak bir donanımın var
olup olmadığı merak etmek son derece gayet tabii bir durumdur. Hiç kuşkusuz merak ettiğimiz o donanım var zaten.
Şöyle ki toprağı saran hava tabakaları arasında cerayan eden ısı alışverişi
doğrudan doğruya daha soğuk veya daha ağır olan hava tabakalarla birlikte hafif
veya daha sıcak olan tabakaların üzerine uzandığı artık bir sır değil. Derken
bu tabakalar arasında ısı alışverişi sayesinde ısı dengelenmiş olur. Bu arada ısı
alışverişi bize aynı zamanda toprakta enerjinin var olduğunu hatırlatmaktadır. Böylece
bu hatırlamanın akabinde toprağın bağrında külli irade tarafından elektrik
yüklenmiş nizami enerjinin farkına varmış oluruz.
Buharlaşma ısısıyla ilgili olan ısı kaybı
Hiç kuşkusuz buharlaşma enerjisi güneş
sayesinde gerçekleşen bir hadisedir. Güneş
ışınlarının toprak yüzeyinin ısındırmasına paralel olarak buharlaşmayla
birlikte ister istemez nem oranı değerleri de değişebiliyor. Yani bu demektir
ki toprağın ısı geçirgenliği ve kendine has özel ısısı azaldıkça o nisbet de
toprak ortamı daha da fazla ısınmaktadır. Keza bir yandan toprak tarafından
emilen ısının büyük bir kısmı buharlaşıp atmosfere yükselirken diğer yandan da
çöllerden yükselen tozlar, karasal kaynaklı humuslar, volkan dumanları ve deniz
kaynaklı tuz kristalleri ve daha pek çok zerrecikler havaya karışarak
yoğunlaşmış bir halde çekirdek oluşturabiliyorlar. Derken buharlaşan nem ve
yoğunlaşmış çekirdeklerin atmosferde bir araya gelip reaksiyona girmesiyle
birlikte buluta dönüşmektedir. Böylece atmosferde bulutlaşmanın tüm fiziki
şartlarının tamamlanmasıyla birlikte yeryüzü bir anda rahmet yağmuruna
kavuşmaktadır. Ayrıca bir başka dikkati çeken husus ise yeryüzü sathından geri
dönen uzun dalga boylu ışınlarının havadaki nem sayesinde yutulup arta
kalanının ise uzaya salınması olayıdır. Her ne kadar bu olay bize sıradan bir
faaliyet gibi gelse de aslında kazın ayağı hiçte öyle değil, tam
aksine bu durum güneş ve dünyanın birlikte ele ele verip gerçekleştirdiği
muhteşem devr-i âlem denge turu mucizesinin ta kendisi bir hadisedir. Zira Yüce
Allah (c.c) “Göğü o yüceltti ve dengeyi
koydu” (Rahman, 7) diye beyan buyurmakta.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/ekolojik-mucize-5195-kose-yazisi