GÖZ AYDINLIK PENCEREMİZDİR
SELİM GÜRBÜZER
Görme hücreleri görme kabiliyetini
nasıl kazandı sorusu insanoğlunu hep meşgul ede gelmiştir. Meşgul etmesi de son
derce gayet tabii bir durum. Zira göz bir yandan ruhumuzun dünyaya açılan ilk
penceresi olurken fiziki olarak da erik büyüklüğünde etten örülü optik bir aygıtımızdır.
Hiç şüphe yoktur ki göz görmek için vardır.
Dolayısıyla gözün mercek düzeneği sayesinde gördüğümüz her şeyin Yüce Allah’ın
yaratılış mucizesi olduğunu idrak etmiş oluruz. Bu yüzden bu noktada Allah için
ne kadar şükür secdesine kapanıp hamd-ü sena etsek azdır. Hem nasıl hamd-ü sena etmeyelim ki, baksanıza insan
anne rahminde 53-55 günlük ve 15-19 mm
ebadında ceninken daha yeni belirmeye yüz tutmuş gözlerinin secde mahalline
baka kalmışlığı zaten şükür secdesine kapanmamızı gerektirir. Böylece secde
anına o tutku gözlerle baka kalan bebeklik halimiz zamanı geldiğinde 9 aylığına
konakladığımız mekândan yeni bir secde mekânına kapanmak için dünyaya konuk
oluruz da. Nitekim Yüce Allah (c.c) meleklere “Ben çamurdan bir beşer
yaratmaktayım” (Sâd 38/71), “Onu tesviye edip ruhundan üflediğim zaman
secdeye kapanın” (Sâd 38/72) diye beyan buyurduğu ayetleriyle zaten bu
gerçeğe işaret etmekte. İşte bu noktada anne karnında ruh üflenmiş halde halk edilmiş
aydınlık pencere gözümüzün Yüce Yaratıcı Allah (c.c) tarafından en mükemmel bir şekilde ön kısmın
kornea tabakasıyla (saydam tabaka) donatırken, hemen arka kısmını ise göz
rengini belirleyen aynı zamanda ışık şiddetini perdeleyerekten ayarlayan iris
tabakasıyla donatmıştır. Derken irisin arka kısmında mercek sistemi, en arka kısmında
ise ışığa hassas reseptör (alıcı) hücrelerden oluşmuş retina tabakasıyla (ağ
tabakasıyla) donattığı kulunu anne
karnından dünyaya kutlu doğumla birlikte gözünü açaraktan adım atmış olur. Böylece
konuk olduğumuz dünyada gözümüzü açtığımızda bir yandan beş duyu organlarımız
aracılığıyla etrafımızdaki ne olup bittiğinden haberdar olunurken diğer yandansa
beş duyumuzun dışa açılan göz penceresiyle de olan biteni gözlemlemiş oluruz.
Evet, şu da var ki, anne karnında 9 aylık sürecin akabinde
gözünü dünyada açan insanoğlu konuk olduğu yeni mekânda her türden manzaraları
seyretmenin keyfini her şeyden önce ışığa duyarlı reseptör vazifesi görecek
görme aygıtına borçludur. Öyle ya, dünyaya konuk olduğumuzda şayet etrafımızda
üşüşen renk cümbüşlerini algılayacak göz reseptörleri donanımız yoksa dünyaya
adım atmanın hiçbir anlamı kalmayacaktır. Hakeza konuk olduğumuz dünyada ışık yoksa
hiçbir madde veya nesnenin de anlamı yoktur demektir. Yani yaşadığımız dünyada
ışık varsa ancak o zaman madde ve eşya bir anlam ifade etmekte, aksi halde bizim için madde veya nesne yok
hükmündedir. Neyse ki yaratılışta görme aygıtımız tam teşekküllü donanımlı halde
kodlanmış da bu sayede etrafımızda mor ve kızıl ötesi türü hafif ışınlar hariç,
diğer tüm dış kaynaklı ışınlar öncelikle görme reseptörlerince algılanıp işleme
alınabiliyor. Nitekim reseptörlerce algılanan eşya işleme alındığında eşyanın elektronlarından
yayılan foton enerjisi elektrik akımına dönüştürülerekten sinir lifleri
güzergâhı boyunca merkezi sinir sistemine aktarılıp böylece dış dünyadan gelen
ışık dalgaları görüntü olarak sahnelenmiş olur. Yani bu demektir ki; dış
dünyada gördüğümüz renkler ve şekiller çevrenin marifetiyle değil beynimizin
marifetiyle algılanmakta. Şayet işleme alınan bitki ise hemen beyin tarafından
bitkinin cinsine göre yeşilse yeşil,
kırmızıysa kırmızı olarak algılanıp beyin dağarcığında öyle biçim almakta.
Mesela gözümüzü gökyüzüne çevirdiysek beynimiz bu durumda gökyüzünün o an ki
fotoğraf karesi rengine göre hava açıksa mavi renk olarak, hava kapalıysa gri ya
da karanlık tonlarda algılayıp öyle görüntülenecektir. Kelimenin tam anlamıyla
beyin dağarcığında algılanan renkler ister yeşil ister kırmızı, ister mavi hiç
fark etmez sonuçta tüm renk skalaları ve boyutlar beynin merkezinde
değerlendirildikten sonra nesnel halde biçimlenmiş olacaktır. Hatta beynin bu
noktada fonksiyonel olduğu şundan besbellidir ki dış dünyadan gelen verilere
aracılık yapan göz retinasında en ufak bir arızanın nüksetmesi durumunda renk
körü olunabiliyor. Renk körü olunca da
malum yeşili kırmızı, kırmızıyı yeşil görme gibi bir yanılgıya kapı aralanmış
olur.
Bu arda unutmayalım ki beyinde algılanan her
nesnenin karşılığı yüzde yüz tam kendisi değildir, bu yüzden algılanan nesne
için tam budur diyemeyiz. Çünkü bizler ancak algılayabildiğimiz boyutlar
ölçüsünce nesnel olanı tanımlayıp hakkında şudur budur diyebiliyoruz. Hem kaldı
ki birçok gerçek sandığımız olgular her an sanal yansımalar cinsinden görüntü
olarak da tezahür edebiliyor. Öyle ki eşyanın hakikatini tam olarak idrak etmek
bizim algıladığımız boyutların çok çok üstünde bir boyutta olması hasebiyle o
hakikate ulaşmak her baba yiğidin harcı değildir zaten.
Göz
tabakaları
Şurası
muhakkak günümüzde keşfedilen mercek sistemleri gözden ilham alınarak icat
edilmişlerdir. İnsanoğlu mercek sistemlerini keşfede dursun gözün yapısına
baktığımızda içten dışa doğru üç tabakadan oluştuğunu ve bunlar sırasıyla sert
tabaka, damar tabaka ve ağ (retina) tabaka olarak addedilirler. Gözümüzü daha çok
dış etkenlerden koruyan sert tabaka olup bu tabakanın ışığa karşı gelen gözün
ön bölümünde görünen kısım ise saydam
tabaka (kornea) olarak addedilir. Malumunuz gelen ışık ilk önce gözün
saydam tabaka üzerinde kırılmasıyla birlikte yol kat etmiş olur. Saydam
tabakanın arka yüzü giderek saydamlığı kaybolmaya yüz tuttuğundan bu kısım “Sklera” olarak addedilir. Bu arada sert tabaka ile ağ
tabaka arasında yer alan damar tabaka içerisinde gözümüzü besleyen kılcal
damarların varlığının yanı sıra ağ tabakanın (retinanın) arkasına konumlanan
bölgede sinir hücrelerinden meydana gelmiş boya
hücrelerin varlığı da söz konusudur. Boya hücrelerinin bulunduğu alan aynı
zamanda sarı noktanın konumlandığı bir alan olup burası ışığın beyne yansıması
için gerekli fotokimyasal olayların başlayacağı alan olarak da dikkat çeker.
Ayrıca göz bebeği merceğinin etrafını halka şeklinde saran renkli tabaka ise
adından iris tabakası olarak söz
ettirir. İrisin arkasında konumlanmış
halde ince kenarlı göz merceği (lens) de malum lensin etrafını saran kasların
kasılıp gevşemesiyle birlikte açılıp kapama refleksi gösterebiliyor. Derken
dışarda ki ışığın cisme çarpıp yansımasıyla göz lensine aktarılan ışınlar kas hareketleriyle
sarı nokta üzerine düştüğünde ters görüntüye dönüşmüş olurlar.
Damar
tabakanın altında bir üçüncü tabaka daha vardır ki; bu tabakanın üst katı gözün içerisini
karanlık oda haline getiren boya hücreleri oluştururken alt katını da ışığa
karşı hassasiyet gösteren hücreler oluşturur. Ve bu iki katlı tabaka hepimizin
bildiği retina tabakasından başkası
değildir elbet. Şimdi bu bilgilerden hareketle tabakalarla kuşatılmış olan
gözün iç kısmı nasıldır doğrusu hepimizin merak ettiği bir konudur. Hiç
kuşkusuz bu tabakaları yaratan Allah, elbet iç kısmı da en mükemmel bir şekilde
donatılı yaratmıştır. Nitekim gözün iç
kısmına doğru ilerledikçe yapışkan ve saydam bir sıvıyla dolu olduğu
gözükecektir. Üstelik bu saydam sıvı kan dolaşımı ile birlikte kendini de yenileyebiliyor.
Göz genel itibariyle yedi
tabaka üzerine kurulu bir penceredir. Bu tabakaların herhangi bir tanesi
bertaraf olduğunda göz göremez hale gelebiliyor. Belli ki bu tabakalar sıradan
basit mercek sistemlerinden oluşmuş tabakalar değildir, tam aksine her
biri senkronize işlevi görevi ifa edecek türden donatılmış tabakalardır. Göz
aynı zamanda görünüm olarak dışa açılan iki küçük pencereyi andırmakta. Her iki
pencerede şekil olarak çapı küçük ama üç boyutu tüm yönleriyle görebilecek açıdan
konumlandırılmışlardır. Öyle ki dünyanın en gelişmiş otomatik fotoğraf
makinelerine taş çıkartırcasına neredeyse tüm cihanı küçücük haznede
resimleyecek ölçüde çok yönlü bir optik penceremizdir. Doğrusu böylesi mükemmel
donanımlı göz bebeğimize kim hizmet etmek istemez ki. Baksanıza gözün yardımcı
organları diyebileceğimiz göz kapakları, kirpikler, kaşlar, gözyaşı ve çapak salgı
bezleri adeta hizmette sınır yoktur dercesine kendilerini bu iş için seferber
etmiş durumdalardır. Üstelik tüm bu yardımcı unsurlar göze estetik katmaktalar
da. Hani halk arasında ikide bir söylenen “ela gözlüm, kalem kaşlım,
kirpiklerin beni mest etti” şeklinde dile getirilen deyişler vardır ya, aynen
öyle de bu estetikliyi anlamlı kılan da bu söz konusu yardımcı elamanların
görenleri kendine mest edecek derecede konumlanmış olmalarıdır. Örnek mi? Mesela
göz kapağının açılıp kapanmasında gözyaşlarının damla damla akması bile göz bebeğimize başlı başına
duygu yüklü bir görünüm ve estetik bir hava katabiliyor. Biyolojik
yönden gözyaşı bezlerinin fonksiyonuna baktığımızda ise bir yandan toz ve
yabancı maddeler gözün içerisine sirayet etmeksizin derhal dışarı atılırken,
diğer yandansa küçücük kanallar vasıtasıyla toplanan gözyaşları dışarı tahliye
edilmekte olduğunu görürüz. Belli ki duygu yüklü durumlarda 'Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar’ misali
sübjektif olarak gözyaşı dökerken, meseleye birde biyolojik açıdan bakıldığında
gözün kimi zaman da kendi fiziki bakımı içinde gözyaşı döktüğü görülmekte.
Göz çukuru
Gözün etrafı kemiklerle donatılıp
yaklaşık 2,5 cm’lik bir çukurdan ibarettir. Yine de siz siz olun gözü çukur
deyip hafife almayın, Bikere güneşten dünyaya gelen yüz milyarlarca nötrinolar
çukurcuğun her santimetre karesini adeta delip geçerekten olan bitenden bizim haberimiz
olmazken ne ilginçtir ki göz çukurumuz her şeyden haberdar olabiliyor. Öyle ki
gözümüzü bir an güneşe çevirdiğimizde milyarlarca sayıda nötrinoların göz
çukurunda saydam hale dönüşme muamelesine tabii tutulmanın akabinde gözün diğer
katmanlarına doğru yol aldıkları gözlemlenmiştir. Bir bakıyorsun göz çukurları
sayesinde gözümüzü sağa sola aşağı ve yukarıya çok rahatlıkla çevirebilmekteyiz.
Nitekim bu iş için 6 adet kas görevlendirilmiş durumda. Es kaza bu söz konusu düzenli çalışmaması
halinde şaşılık ve diğer birçok göz kusurları nüksedebiliyor. Neyse ki gözün açılıp
kapanmasını kolaylaştırmak adına gözü devamlı nemli tutmaya yönelik gözün
içinde göze has bir yıkama yağlama tertibatının varlığı sayesinde birçok göz
kusurlarından korunabiliyoruz. Hele bilhassa alın kemiği içerisinde depolanmış
halde gözyaşı bezlerinin salgıladıkları sıvılar gözümüzü adeta duş
aldırırcasına yıkıyor olmaları gözü ziyadesiyle bir takım viral ve bakteriyel
enfeksiyonlara karşı da korunaklı kılabiliyor. Hakeza göz kapakların iç
kısımlarında konumlanmış yağ bezleri vardır ki; bunlarda hem göz kaslarının aşınmaksızın
hareketine işlerlik kazandırmakta, hem de gerektiğinde gözyaşlarının tane tane
yüzümüze doğru akmasını sağlamakta. İlginçtir göz yuvarlaklarımız zarar görmemesi
içinde bir bakıyorsun etrafının özel bir zarla konuma altına alındığı gibi sert
tabakanın da büyük bir kısmı göz akıyla korunmaya alınmıştır. Hatta bu noktada bir
bakıyorsun kalem kaşlarımız bile koruyucu şemsiye olarak hem alından gelen
terlerin göze ulaşmasına mani olmakta hem de dışarıdan gelen fazla ışığı emerekten
gözün rahatsız olmasına mani olmakta. Tüm bunlara ilaveten otomatik halde kendi
isteğimiz dışında çalışan göz kapaklarımız ve onların üzerinde konumlanan
kirpiklerde boş durmayıp gözümüzü toz vs. zararlı maddelerden korumuş olmakta.
Bu arada adına kornea denen saydam tabaka da malum olduğu üzere tıpkı cam
gibi sert ve şeffaf yapıda bir göz billurumuz olarak dikkat çeker. Hem nasıl
dikkat çekmesin ki, son derece narin şeffaf cam (mercek) billur tabakamız sayesinde
göze gelen ışığın yardımıyla etrafımızı seyri âlem eyleriz de. Ayrıca saydam
tabakadan damar ağının geçmemesi de dikkat çeken bir durumdur. Öyle ya,
şeffaflığına binaen madem bu tabakadan damar ağı geçmiyor, o halde bu cam
tabaka nasıl besleniyor doğrusu şaşmamak elde değil. Belli ki Yüce Allah (c.c) bu iş için özel bir
sıvı halk eyleyip saydam tabaka ile mercek arasında bir mekânda onun beslenmeye
almıştır.
Albert Einstein’ın çalışmaları
Okullarda ışık deneyleri gösterilirken en
basitinde görme olayı;
“-Gözün görme sinirleri ve beyindeki görme
merkezi,
-Işık kaynağı.
-Cisim” gibi aracılar sayesinde gerçekleştiği
öğretilir hep. Yani bu demektir ki gözün mercek düzeneği, güneş ışığının eşyadan yansıyan enerji formu
biçimine göre görme olayının gerçekleşmesi için bu tür aracılara ihtiyaç
vardır. Öyle ya, madem her bir eşya enerji ve ışınım yayıyor, o halde buradan
hareketle Albert Einstein’ın
ortaya koyduğu E= m.c² formülüyle kütlenin aslında
yoğunlaşmış enerji olduğu, yani enerji ve kütlenin birbirini tamamlayan
unsurlar olduğunu öğrenmiş olduk. Öyle ki ortaya konan bu formülden hareketle
ışığın herhangi bir maddeye ait atomun etrafında dönen bir elektronunu
indirgenmesiyle birlikte maddenin kuantum (foton) kanunları çerçevesinde ters orantılı bir şekilde
ışık enerjisi neşretme şeklinde radyasyon yayılım gösterdiğini öğrenmiş olduk. Nitekim
ışığın elektronun çekirdeğe yakın bir yörünge ekseninde dalga dalga yayılıp bir
enerji taşıyıcı veya maddenin mümkün olan en küçük birimi olarak (kuantum) rol üstlenmesiyle
birlikte radyasyon parçacığına dönüşmesi vuku bulur ki, bu olay foton hadisesi olarak anlam kazanır. Elektromanyetik yüklü fotonların saldığı
enerjiyle bulunduğu dalga boyu ters orantılı olup bu noktada dalga boyu
arttıkça ışı enerjisi de o oranda azalış kaydetmekte. Dolayısıyla gözümüze yansıyan
fotonların (ışın parçacıkları) saydam
tabakanın uzayıp kısalabilen özelliği sayesinde saldığı ışınların belirli
noktalara odaklanması sağlanıp bir sonraki aşamalarda cisimler ters görüntü olarak
değil düzgün görüntü olarak konumlandırılmış olunur. Şayet bu saydam tabaka
normal halinin dışında biraz daha fazlaca kavisli olsaydı göze gelen ışık
ışınlarının yanlış bir şekilde kırılmasına yol açıp görüntülerin tam retina (ağ
tabaka) üzerine değil de retina önünde odaklanır olsaydı yakınımızdaki
cisimleri net, ancak uzaktaki cisimlerin bulanık görüleceği miyop denen görme kusuru bir durum nüksedecekti.
Şayet göze yansıyan ışınların tam tamına ağ tabaka üzerine değil de bu
tabakanın arka tarafına odaklanıvermiş olsaydı, bu kez uzağın görülebileceği ancak
yakınındaki cisimleri net görememe denen hipermetrop
bir durum nüksedecektir. Oldu ya kornea veya göz merceği kavisinin normal
şeklinin dışında saydam tabakanın bir yanı diğer yanından daha kavisli bir hal
aldığını bir düşünün, ister istemez bu anormal
kavislenmeye paralel olarak göze gelen ışık retinada doğrudan odaklanamayacağından
bu kez hem uzağı hem de yakını görememe denen astigmat bir durum nüksedecektir. Örnek mi? İşte astigmat
hastalarının okuma problemleri, dikey ve yatay çizgileri ayırt etmede
yaşadıkları zorluklar, 3 ve 1 sayılarını
sıkça karıştırmaları ve mevcut cisimleri her daim bulanık görme gibi daha
birçok göz kusurlarının görülmesi bunun tipik örneklerini teşkil eder.
Bilindiği
üzere göz bebeklerimizin açılıp kapanır pencere olmasında en önemli etken unsur
görme duyumlarına haiz olmasıdır. Dahası
her iki göz bebeğimizde duyumlar aracılığıyla görüntü alınacak olan her
nesnenin mekânını ve uzaklığını belirleyen bir konumda konuşlanmışlardır. Öyle
ki konuşlandıkları konumlarına baktığımızda milimetrik sapma göstermeksizin sağ
göz nesnenin biraz sağını ve sol gözün ise nesnenin biraz solunu görebilecek
konumda yerleştirilmişlerdir. Yani bu demektir ki sağ ve sol gözün kafa
üzerinde farklı konumda yer almaları hasebiyle ister istemez mekân veya boyut
belirlemesi de farklı boyutta olacaktır. Belli ki cismin yerini ve uzaklığını
ölçen Stereoskopik aleti sağ ve sol göz beklerimizden ilham alınarak
keşfedilmiştir. Sadece bu alet mi? Elbette ki, fotoğraf makinesi, televizyon ve kamera gibi
aletlerde buna dâhildirler. Göz reseptöründen görüntüyle ilgili mesajların biri
gidip biri gelirken diğer yandan göz bebeği herhangi bir kazaya kurban gitmeksizin
saydam tabaka tarafından korunur da. Zaten korunması da gerekir. Göz bebeği
kiminde ela, kiminde mavi, kiminde kahve vs. renkte olup bir fotoğraf
makinesinin objektifi gibi açılır kapanır da. O halde bu objektif öyle
ayarlanmalı ki ışık arttıkça küçülmeli, azaldıkça da büyümeli. Ama nasıl? Şöyle ki; göz bebeğimizin kenarında
konuşlanmış kıldan ince diyebileceğimiz iris tabakası tüm yapacakları
faaliyetlerde yalnız değildir. Özellikle kendisinin büyüyüp küçülmesi için
kaslar yardımcı kılınmıştır. Zira bu kasların gevşeyip ve kasılması sayesinde
alaca karanlıkta göz bebeği büyür, parlak ışıkta ise küçülmekte. Bu demektir ki
irisin arkasında yer alan merceğin bir adale ağı ile göz cidarına asılı durması
ışık miktarını ayarlamaya yetiyor artıyor da. Böylece bu metotla göz
kamaşmasının önüne geçildiği gibi mercek kalınlığının değişmesiyle birlikte
ışığın bir şekilde retina tabakasına düzgün aksettirilmesi sağlanmış olur.
Dahası göze gelen ışığın hem uzaklığı hem şiddeti ayarlanarak dış âlemin retina
üzerinde net görüntüsü elde edilir. Hatta bu iş için retina üzerinde gayet
muntazam bir şekilde koniler ve çomağımsı basil hücreler vardır. Zira 10 tabaka
(6–7 milyon civarında) halinde koniler görüntüyü netleştirmekle ilgili
fonksiyon icra ederler. Takriben 110 -120 milyon sayıda basil hücreleri ise
alaca karanlıkta görme işlevi üstlenirler. Aslında her ikisi de ışık enerjisini
kimyasal enerjiye çevirip akabinde oluşan elektrik akımını beynin görme
fonksiyonuyla alakalı sinir merkezlerine iletirler. İşte iletilen mesajlar bu
merkezlerde etüt edildikten sonra görme denen hadise gerçekleşiverir.
Kenan
illerinde akan gözyaşı
Göze ak perde inmesi Tıp dilinde katarak olarak isim alır. Nitekim çeşitli nedenlere bağlı olarak gözün
şeffaf olan kısmın tamamen veya kısmen donuklaşması sonucunda görme bozukluğu
meydana geldiği gibi kör olma ihtimalini de güçlendirmektedir. Allah-ü
Teâla: “Yakup, oğullarından yüzünü çevirdi de; ‘El Yusuf’un ayrılığı ile bana gelen hüzün!’ dedi ve üzüntüsünden gözlerine ak düştü.
Artık derdini gizleyip duruyordu” (Yusuf, 84) diye beyan buyurarak günümüzde adından sıkça
söz edilen katarak ve katarak ameliyatlarını hatırlamış oluruz. Yine Yüce Allah (c.c) bu hususta “ …Şimdi siz, benim şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun, gözü görür hale gelir. Bütün ailenizle
toplanıp bana gelin” (Yusuf, 93), “Fakat
hakikaten müjdeci gelip de gömleği yüzüne bırakınca, gözü açılıverdi: Ben size,
Allah katında vahiy ile sizin bilemeyeceklerinizi bilirim demedim mi? dedi”
(Yusuf, 96) ayetleriyle göz bebeğimize
çok büyük bir nimet olarak bakmamıza işaret
eylemenin yanı sıra gelecekte gerek katarakt, gerekse diğer gözle ilgili her
tür tedavi tekniklerinin geliştirilmesi noktasında ışık tutmakta da. Her ne
kadar görme engelliler günümüz tedavi tekniklerinden tam manasıyla istifade
edemeseler de onlar içinde bir düzlem üzerine işlenen kabartılarla belirlenen
Braille alfabesi veya çizgi noktalara dayalı Mors alfabe tekniklerinin
geliştirilmesi sayesinde bir nebze olsun âmâları karanlık dünyalarından uyandırıp
iç gözlerinin açılmasına ziyadesiyle yetmiştir. Böylece âmâlar kısa ve uzun
işaretler ile bunlara karşılık gelen ışık ya da sesleri kullanarak bilgi
naklini sağlayan kâğıda veya bilgisayar klavyesine geçirilen mesajlar sinir
impulslarının titreşimleri eşliğinde optik okuyucu haline dönüşmesi neticesinde
etrafında olan bitenden haberdar edilmiş olurlar. Aslında geliştirilmiş informatik
mesaj (bilgi değeri olan haber) teknikler sadece amalar için değil görenler
içinde bir tür informatik yazılım tekniği geliştirmesine pratik kolaylıklar
imkânı ve fırsat sunmakta. Derken bu pratik yöntemler sayesinde bilgi bir
şekilde hem görenler için hem görmeyenler için software çalışma alanı olur
bile.
Görme mucizesi
Göz içerisinde ışığın geçirdiği
safhalar hayrete şayandır. Şöyle ki; ışınlar önce saydam tabakaya aks eder,
buradan göz bebeği ve onun arkasında yer alan ince kenarlı mercekten kırılarak
geçer. Akabinde gözü dolduran sıvı içerisinde yoluna devam eder. Derken gözün
arka kısmında ışığa karşı hassas sarı benek hücrelerine ulaşan ışınlar önce
kimyasal, sonra elektrik akımına çevrilirler. En nihayet elektrik akımına
çevrilen ışınlar sarı benekte görüntülü yansıyıp ters bir şekilde beyne
ulaşırlar. Tabiî ki burada haklı olarak madem beyne görüntü ters yansıyor, o
halde niye görüntüleri ters görmüyoruz denilebilir. Olsun önemi yok, nasıl olsa
gözün içinde düzeltilecek sistem sayesinde görüntü derhal beyinle koordineli
sinir hücrelerince düzeltilip cisim en nihayetine düz olarak görüntülenecektir.
Dolayısıyla başlangıçta bize mantıksız gelip çelişik sandığımız birtakım
olguların aslında ince matematiksel hesapların devreye girmesiyle birlikte çok
muazzam kanunların işletildiğini fark etmiş oluruz. . Hatta bizim renk seçimi
dediğimiz olgunun aslında gözün retina tabakasında yer alan sinirlerin fotosel
algılanmasından başkası olmadığını anlarız. Nitekim gözümüz başlangıçta yedi
tayf rengi aynı frekans aralığında alıp beyne farklı frekanslarda (0,4–0,7
mikron arasındaki dalga boyları)
yansıtmaktadır. Bu arada yedi tayf kapsamı dışında ışınlarda göz
içerisine gelmekteler ama retina tabakası üzerindeki sinir hücrelerince bu tip
dalga boylarındaki ışınlar tanımlanmazlar. Yani göz gördüğü nesneleri gruplara
ayırdıktan sonra nöronlara adeta sibernetik dilinde 0 veya I (evet veya hayır)
ikili sistem mesaj şeklinde ileterek pozisyon almakta. Zaten aksi durum olsaydı
görüntüleri tıpkı siyah beyaz televizyonunda olduğu gibi renksiz görecektik.
Demek ki gerek televizyon, gerekse radyo dalgalarını göremeyişimiz bizim
görebileceğimiz dalga boylarının dışında olmasından dolayıdır. Hakeza radar, röntgen ışınları da öyledir. Başka
ne diyelim, belli ki senkronize sistem denilen mucizevi olay gözün içinde her
an her salise işlev halde zaten.
Darwin'i şaşkına çeviren mucize
Öyle anlaşılıyor ki görme mucizesi;
gözümüze gelen ışık saydam tabaka ve mercek işbirliği ile görüntünün ağ
tabakasına toplanması sonucunda pek çok sinir ağı vasıtasıyla beyne transferi
ile gerçekleşen bir mucizevi hadise olarak vuku bulmakta. Vuku bulan bu hadisede dikkat çeken bir diğer
göz hücrelerine dışarıdan gelen ışığın elektrik sinyalizasyona dönüştürüp beyne
iletme becerisidir. Derken bu gelen sinyallerin beyinde yorumlanmasıyla
birlikte görme olayı gerçekleşmiş olur. Fakat burada zihnimize takılan birtakım
akıl almaz hadiseler cereyan etmekte ki mutlaka izaha muhtaç aydınlatılması
gereken cinsten hadiseler diyebiliriz.
Mesela gözün içinde cereyan eden olaylardan nasıl oluyor da gelen
ışınların retinaya (ağ tabaka) ters bir şekilde yansıyıp elektrik sinyallerine
dönüşüp ters görüntü olarak sahne almakta. .Hem yine nasıl oluyor da ters sinyaller
beynin arka kısmında görme merkezinin bulunduğu minik bir noktaya ulaştığında
karanlık alanda bu kez düz görüntü hale dönüşmekte doğrusu bu tür hadiseler
beynimizi zonklamakta dersek yeridir.
Öyle ya insanlar üç boyutlu bir televizyonu gözlük takmadan izleyemezken
küçücük et parçası içerisinde beynin zifiri karanlık arka kısmında pırıl pırıl
dünya ekranı şeklinde düzgün bir görüntü sahnelenebiliyor. Belli ki sarı
noktada gerek ışığın şiddetini, gerek renkleri algılayan farklı hücreler bu iş
için seferber olmaktalar. Hatta bu
hücrelerin içerisi A vitamini bakımdan zengin olması belli bir planın icrasını
ortaya koymaktadır. Ki; tüm bunlara görme mucizesi demekten başka söylenecek
söz bulamıyoruz. Baksanıza Darwin bile
göz mucizesi karşısında Asa Gray’a yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli
mektubunda; “Bütün gün göz organını
düşünmek beni bu teoriden soğuttu” yazısıyla şaşkınlığını gizleyememiş.
Niye şaşa kalmasın ki, baksanıza gözümüzün saydam tabakası kornea, evrimcilerin
birçok olayı ayıklayıcı araç olarak tanımladıkları doğal seleksiyon kuramına
adeta meydan okumakta. Bir kere adı üzerinde kornea, yani saydam tabaka, ya
görürsünüz ya da hiç görmezsiniz. Dolayısıyla görme olayının ilk anda belirmesi
gerekir. Şimdi evrimcilere soruyoruz; kör insanların doğal seleksiyon denen
ayıklayıcı araçla gözlerinin ışığa kavuştuğu hiç vuku bulmuş mudur? İşte
Darwin’in beynin de kaynar sular fışkırmasına neden olan bu soru, gözün doğal seleksiyona hiçbir şekilde geçit
vermeyen bu mükemmel donanımlı yapısıdır.
Darwin, normal göz yapısı
karşısında bir anda şaşkına dönüyorsa, kim bilir kedinin karanlıkta parlayan
gözleri karşısında ne halde olacaktı. Gerçekten de kedinin gözünden yansıyan
ışığın etrafa pembe, saman alevi rengi,
mavi ve yeşil olarak yansıması izleyenleri mest etmektedir. Bilindiği üzere kedinin gözleri kendine özgü
özel hücreler sayesinde ışığı ayna gibi yansıtabiliyor. Nitekim az bir ışık
kedigözünün ayna gibi parlamasına yettiği gibi bu özelliğiyle etrafı insandan
yedi kat daha fazla keskin görebilmekte. Böylece yedi kat ışık gücüne denk
düşen görme sayesinde fare bir anda aklanıverir de.
Aslında etrafımız çok değişik dalga
boylara sahip binlerce ışınların kuşatılmışlığıyla iç içe birlikte yaşamamıza
rağmen, onları çıplak gözle bir türlü göremiyoruz. Tabii ki göremememiz yok
olma manasına değil elbet. Mesela bir radyonun düğmesini açtığımızda ses
olayının bir dalga boyu olduğunun farkına varmış oluruz. Dahası bizler tüm
olayları üç boyutlu fotoğraftan bakarak değerlendirmeye çalışırız. Hatta bir
mekânda görünen dalga boyu sınırları içerisinde ışık varsa onu filme alıp
izleriz de. Madem kamera içerisinde kayıtlı film var, o halde gözün içerisinde
canlı hücrelerden yapılmış mutlaka bir film olmalı. Nitekim koni adı verilen
hücreler film görevi yapıp renkleri seyretmemizi sağlamaktalar. Peki, bizim
dışımızdaki canlılarda durum böyle mi acaba? İsterseniz bu hususu da bir iki
örnek vererek meseleyi açıklığa kavuşturmaya çalışmış olalım. Şöyle ki; yılan, kertenkele gibi canlılar
incelendiğinde derinlik boyutundan mahrum oldukları anlaşılır. Dolayısıyla bu
tür canlılar etrafı derinlik boyutundan yoksun gördüklerinden, eşyaya bakışları
da tıpkı fotoğraf makinesiyle çekilen nesnenin film şeridine düşen görüntüyü
izlemeleri şeklinde tezahür edecektir. Yine bir başka boyut cephesinden şahin,
kartal, akbaba gibi yırtıcı kuşlar da teleskopik cihazlara taş çıkartacak
donanımla çevreyi tarayabilme özellikleriyle dikkat çekmekteler. Mesela baykuş
gecenin karanlığına aldırış etmeksizin sıcakkanlı fareyi avlayabilirken, keza
binek atı ise karanlıkta tam net olmasa da görebilmenin avantajıyla yoluna
devam etmektedir.
Gözler
ruhun aynası
Göz ilginçtir hemen her şeyi
görür, ancak kendisini görmez. Buna rağmen
kendini göremeyen göz; dış göz ve iç
göz diye kategorize edilir. Tasavvuf ehli iç göze kalp gözü ya da iç aydınlık
olarak niteler. Dış gözle görünen âlemle ilişkileri tanzim ederken iç gözle de
Allah’a yakinlik ölçüsünce ötelere seyri âlem eylenir.
İnsanoğlu çevresine her daim üç boyut
penceresinden bakar durur hep. Bu üç boyut; fizik kitaplarımızda en, boy ve
derinlik olarak tanımlanır tanımlamasına ama bu arada bu üç boyuttan başka
boyutlar var mı sorunun cevabı da bayağı düşünen insanların zihnini meşgul
edecek gibi gözüküyor. Öyle ya, hem nasıl ki dış gözün kendine özgü sert
tabaka, damar tabaka ve ağ tabaka olarak adlandırılan boyut katmanlar varsa
görünen fiziki boyutların dışında da elbette ki sırlarına vakıf olmayacağımız
fizik ötesi kendine özgü boyutların varlığı söz konusudur. Her ne kadar fizik ötesi âlemi müşahede
edemesek de böyle bir âlemi yok farz edemeyiz.
Zira konumlandığımız boyut sadece üç boyutu algılamaya izin veriyor. Üç
boyutu aşacak hamle ancak Allah’ın dostum diye övdüğü veli kullarına has bir
durumdur. Kaldı ki Miraç Mucizesi fizik ötesi âlemin varlığına delalet eden bir
işaret taşıdır. Bu mucizevi hadisenin dışında insanoğlunun dış gözü ancak üç
boyutu algılayabiliyor. Öyle ki bu boyutta konumlanmış cisimleri algılayacak
göz penceremiz görünen ışığın elektromanyetik spektrumunda yer alan 0,4 - 0,7
mikron (400 - 700 milimikron)
arasındaki kırmızıdan mora kadar değişen renk değerlere göre endekslenmiş
olduğundan, bu bant aralığı dışındakileri çıplak gözle göremeyiz. Belli ki Yüce
Yaradan (c.c) yarattığı kullarını
görmesi gereken nesneleri görebileceği boyutlarda göze ayar çekmiştir. Nitekim göz ayarı sayesinde retina tarafından
yakalanabilen cisimleri görülebilen cinsten, yakalanamayanları ise görememek
(yok) şeklinde algılamış oluruz. Şayet göz penceremize ayar çekilmeseydi
gerekli gereksiz, alakalı alakasız göreceğimiz hemen her şey nevrimizi döndürüp
çıldırmamıza neden olacaktı. Hem nasıl çıldırmış olmayalım ki, baksanıza 0,4
mikron altındakiler yakıcı veya öldürücü nitelikte enerjice yüksek mor ötesi
ışınlar olarak konumlanırken 0,7 mikron üzerindekiler ise uzun dalga boyunda
kızıl ötesi ışınlar (infraed veya infraruj) olarak konumlanmışlardır. Bu demektir ki gökle yeryüzü arasında çıplak
gözle bizim daha nice bilmediğimiz nice b dalga boylarının ve boyutların
varlığı söz konusudur. Yani çıplak gözle gözlemleyemediğimiz her ne varsa
biliniz ki boyut farklılığından dolayı olan bitenden bihaberizdir. Ama şu da var ki şaş kaza başımızı bir yere
çarptığımızda boyut farkını bir nebze olsun algılar gibi oluruz da. Nitekim bir
boksör eldiveniyle yumruk yediğimizde sanki bir başka boyut âleminde yıldızları
görür gibi hale girebiliyor. Derken yaşanan bu hadise göz sinirleri
aracılığıyla gönderilen sinyallerin beyne yıldız şekilde yansımasının bir
tezahürü olarak ortaya çıkar. Böylece
hayalen de olsa yumruk yiyen boksörümüz yıldız görmüş gibi olur.
Bilindiği üzere Melekler çok hızlı
hareket ettiklerinden dolayı görünmezler. Yine hızlarına vakıf olamadığımız
evreni kaplayan daha nice meleğimsi görülmeyen ışınlar varda elbet. Ama onları
göremememiz, yok oldukları anlamına gelmiyor. Bilakis enerji türünden
diyebileceğimiz bu ışınlar fizik kitaplarında da belirtildiği üzere kuantum
veya foton denen küçük enerji paketlerinin varlığını ortaya koyan birer doneler
olup bu söz konusu fotonlar boşlukta bir anda ışık hızıyla da
yayılabiliyorlar. Biz sadece
algılayabildiğimiz foton enerji alanında âlemi seyredebiliyoruz, onun ötesi bizi
aşıp bu boyutları ancak peygamberler ve veliler aşabiliyor. Zaten gerçek manada
ruh dünyasının güzelliği fizik ötesi bir boyutta karşılık bulduğundan dolayıdır
ki göremediğimiz güzellikler için gözler ruhun aynası deriz. Unutmayalım ki beş duyu algımızın sınırları
içerisinde kala kalmakta çok büyük bir nimettir. Zira bizim dışımızdaki boyutları her
babayiğidin kaldıracağı bir harç değildir.
Nitekim Yüce Allah bu hususta “O
semaların ve arzın arasındakilerin Rabbidir. Ve doğuların Rabbidir”
(Saffat, 5) diye beyan buyurmak
suretiyle boyutların biz aciz kullara üç boyuttan başka boyutların varlığına
işaret ederekten nimetlerinin idrakine varmamızı diliyor. Hatta beyan buyrulan ayet-i kerimede üç
boyutun dışında dört, beş, altı vs. boyutların da ayrı ayrı mekânlarda
konumlandığını düşündürmekte. Derken bu düşünceler eşliğinde dördüncü
boyutun ‘zaman’ olabileceği aklımız da
yer etmiş olur. Dahası zaman kavramını
sanılanın aksine bir saat algısı olarak değil, üç boyutun ötesinde bir boyut
olduğunu idrak etmiş oluruz. Hatta zaman kavramı için mekânlarla beraber usul
usul akıp giden bir dalga boyutudur dersek de yeridir.
Velhasıl-ı
kelam; görme hadisesi tıpkı ötelere kelebek misali kanatlanan zaman gibi saniye
şaşmaksızın tüm cümle âlemi selamlayarak yoluna devam etmektedir. Bu durum
karşısında ruh penceremiz olan göze yolun açık veya gözün aydın olsun demekten
başka ne diyebiliriz ki.
Vesselam.