30 Nisan 2023 Pazar

GÖZ AYDINLIK PENCEREMİZDİR


 GÖZ AYDINLIK PENCEREMİZDİR

         SELİM GÜRBÜZER

         Görme hücreleri görme kabiliyetini nasıl kazandı sorusu insanoğlunu hep meşgul ede gelmiştir. Meşgul etmesi de son derce gayet tabii bir durum. Zira göz bir yandan ruhumuzun dünyaya açılan ilk penceresi olurken fiziki olarak da erik büyüklüğünde etten örülü optik bir aygıtımızdır.

          Hiç şüphe yoktur ki göz görmek için vardır. Dolayısıyla gözün mercek düzeneği sayesinde gördüğümüz her şeyin Yüce Allah’ın yaratılış mucizesi olduğunu idrak etmiş oluruz. Bu yüzden bu noktada Allah için ne kadar şükür secdesine kapanıp hamd-ü sena etsek azdır.  Hem nasıl hamd-ü sena etmeyelim ki, baksanıza insan anne rahminde 53-55 günlük ve 15-19 mm ebadında ceninken daha yeni belirmeye yüz tutmuş gözlerinin secde mahalline baka kalmışlığı zaten şükür secdesine kapanmamızı gerektirir. Böylece secde anına o tutku gözlerle baka kalan bebeklik halimiz zamanı geldiğinde 9 aylığına konakladığımız mekândan yeni bir secde mekânına kapanmak için dünyaya konuk oluruz da.  Nitekim Yüce Allah (c.c)  meleklere “Ben çamurdan bir beşer yaratmaktayım” (Sâd 38/71), “Onu tesviye edip ruhundan üflediğim zaman secdeye kapanın” (Sâd 38/72) diye beyan buyurduğu ayetleriyle zaten bu gerçeğe işaret etmekte. İşte bu noktada anne karnında ruh üflenmiş halde halk edilmiş aydınlık pencere gözümüzün Yüce Yaratıcı Allah (c.c)  tarafından en mükemmel bir şekilde ön kısmın kornea tabakasıyla (saydam tabaka) donatırken, hemen arka kısmını ise göz rengini belirleyen aynı zamanda ışık şiddetini perdeleyerekten ayarlayan iris tabakasıyla donatmıştır. Derken irisin arka kısmında mercek sistemi, en arka kısmında ise ışığa hassas reseptör (alıcı) hücrelerden oluşmuş retina tabakasıyla (ağ tabakasıyla)  donattığı kulunu anne karnından dünyaya kutlu doğumla birlikte gözünü açaraktan adım atmış olur. Böylece konuk olduğumuz dünyada gözümüzü açtığımızda bir yandan beş duyu organlarımız aracılığıyla etrafımızdaki ne olup bittiğinden haberdar olunurken diğer yandansa beş duyumuzun dışa açılan göz penceresiyle de olan biteni gözlemlemiş oluruz.  

         Evet, şu da var ki,  anne karnında 9 aylık sürecin akabinde gözünü dünyada açan insanoğlu konuk olduğu yeni mekânda her türden manzaraları seyretmenin keyfini her şeyden önce ışığa duyarlı reseptör vazifesi görecek görme aygıtına borçludur. Öyle ya, dünyaya konuk olduğumuzda şayet etrafımızda üşüşen renk cümbüşlerini algılayacak göz reseptörleri donanımız yoksa dünyaya adım atmanın hiçbir anlamı kalmayacaktır. Hakeza konuk olduğumuz dünyada ışık yoksa hiçbir madde veya nesnenin de anlamı yoktur demektir. Yani yaşadığımız dünyada ışık varsa ancak o zaman madde ve eşya bir anlam ifade etmekte,  aksi halde bizim için madde veya nesne yok hükmündedir. Neyse ki yaratılışta görme aygıtımız tam teşekküllü donanımlı halde kodlanmış da bu sayede etrafımızda mor ve kızıl ötesi türü hafif ışınlar hariç, diğer tüm dış kaynaklı ışınlar öncelikle görme reseptörlerince algılanıp işleme alınabiliyor. Nitekim reseptörlerce algılanan eşya işleme alındığında eşyanın elektronlarından yayılan foton enerjisi elektrik akımına dönüştürülerekten sinir lifleri güzergâhı boyunca merkezi sinir sistemine aktarılıp böylece dış dünyadan gelen ışık dalgaları görüntü olarak sahnelenmiş olur. Yani bu demektir ki; dış dünyada gördüğümüz renkler ve şekiller çevrenin marifetiyle değil beynimizin marifetiyle algılanmakta. Şayet işleme alınan bitki ise hemen beyin tarafından bitkinin cinsine göre yeşilse yeşil,  kırmızıysa kırmızı olarak algılanıp beyin dağarcığında öyle biçim almakta. Mesela gözümüzü gökyüzüne çevirdiysek beynimiz bu durumda gökyüzünün o an ki fotoğraf karesi rengine göre hava açıksa mavi renk olarak, hava kapalıysa gri ya da karanlık tonlarda algılayıp öyle görüntülenecektir. Kelimenin tam anlamıyla beyin dağarcığında algılanan renkler ister yeşil ister kırmızı, ister mavi hiç fark etmez sonuçta tüm renk skalaları ve boyutlar beynin merkezinde değerlendirildikten sonra nesnel halde biçimlenmiş olacaktır. Hatta beynin bu noktada fonksiyonel olduğu şundan besbellidir ki dış dünyadan gelen verilere aracılık yapan göz retinasında en ufak bir arızanın nüksetmesi durumunda renk körü olunabiliyor.  Renk körü olunca da malum yeşili kırmızı, kırmızıyı yeşil görme gibi bir yanılgıya kapı aralanmış olur.

         Bu arda unutmayalım ki beyinde algılanan her nesnenin karşılığı yüzde yüz tam kendisi değildir, bu yüzden algılanan nesne için tam budur diyemeyiz. Çünkü bizler ancak algılayabildiğimiz boyutlar ölçüsünce nesnel olanı tanımlayıp hakkında şudur budur diyebiliyoruz. Hem kaldı ki birçok gerçek sandığımız olgular her an sanal yansımalar cinsinden görüntü olarak da tezahür edebiliyor. Öyle ki eşyanın hakikatini tam olarak idrak etmek bizim algıladığımız boyutların çok çok üstünde bir boyutta olması hasebiyle o hakikate ulaşmak her baba yiğidin harcı değildir zaten.

                                                            Göz tabakaları

        Şurası muhakkak günümüzde keşfedilen mercek sistemleri gözden ilham alınarak icat edilmişlerdir. İnsanoğlu mercek sistemlerini keşfede dursun gözün yapısına baktığımızda içten dışa doğru üç tabakadan oluştuğunu ve bunlar sırasıyla sert tabaka, damar tabaka ve (retina) tabaka olarak addedilirler. Gözümüzü daha çok dış etkenlerden koruyan sert tabaka olup bu tabakanın ışığa karşı gelen gözün ön bölümünde görünen kısım ise saydam tabaka (kornea) olarak addedilir. Malumunuz gelen ışık ilk önce gözün saydam tabaka üzerinde kırılmasıyla birlikte yol kat etmiş olur. Saydam tabakanın arka yüzü giderek saydamlığı kaybolmaya yüz tuttuğundan bu kısım  Sklera  olarak addedilir. Bu arada sert tabaka ile ağ tabaka arasında yer alan damar tabaka içerisinde gözümüzü besleyen kılcal damarların varlığının yanı sıra ağ tabakanın (retinanın) arkasına konumlanan bölgede sinir hücrelerinden meydana gelmiş boya hücrelerin varlığı da söz konusudur. Boya hücrelerinin bulunduğu alan aynı zamanda sarı noktanın konumlandığı bir alan olup burası ışığın beyne yansıması için gerekli fotokimyasal olayların başlayacağı alan olarak da dikkat çeker. Ayrıca göz bebeği merceğinin etrafını halka şeklinde saran renkli tabaka ise adından iris tabakası olarak söz ettirir.  İrisin arkasında konumlanmış halde ince kenarlı göz merceği (lens) de malum lensin etrafını saran kasların kasılıp gevşemesiyle birlikte açılıp kapama refleksi gösterebiliyor. Derken dışarda ki ışığın cisme çarpıp yansımasıyla göz lensine aktarılan ışınlar kas hareketleriyle sarı nokta üzerine düştüğünde ters görüntüye dönüşmüş olurlar.

        Damar tabakanın altında bir üçüncü tabaka daha vardır ki;  bu tabakanın üst katı gözün içerisini karanlık oda haline getiren boya hücreleri oluştururken alt katını da ışığa karşı hassasiyet gösteren hücreler oluşturur. Ve bu iki katlı tabaka hepimizin bildiği retina tabakasından başkası değildir elbet. Şimdi bu bilgilerden hareketle tabakalarla kuşatılmış olan gözün iç kısmı nasıldır doğrusu hepimizin merak ettiği bir konudur. Hiç kuşkusuz bu tabakaları yaratan Allah, elbet iç kısmı da en mükemmel bir şekilde donatılı yaratmıştır.  Nitekim gözün iç kısmına doğru ilerledikçe yapışkan ve saydam bir sıvıyla dolu olduğu gözükecektir. Üstelik bu saydam sıvı kan dolaşımı ile birlikte kendini de yenileyebiliyor.

        Göz genel itibariyle yedi tabaka üzerine kurulu bir penceredir. Bu tabakaların herhangi bir tanesi bertaraf olduğunda göz göremez hale gelebiliyor. Belli ki bu tabakalar sıradan basit mercek sistemlerinden oluşmuş tabakalar değildir, tam aksine her biri senkronize işlevi görevi ifa edecek türden donatılmış tabakalardır. Göz aynı zamanda görünüm olarak dışa açılan iki küçük pencereyi andırmakta. Her iki pencerede şekil olarak çapı küçük ama üç boyutu tüm yönleriyle görebilecek açıdan konumlandırılmışlardır. Öyle ki dünyanın en gelişmiş otomatik fotoğraf makinelerine taş çıkartırcasına neredeyse tüm cihanı küçücük haznede resimleyecek ölçüde çok yönlü bir optik penceremizdir. Doğrusu böylesi mükemmel donanımlı göz bebeğimize kim hizmet etmek istemez ki. Baksanıza gözün yardımcı organları diyebileceğimiz göz kapakları, kirpikler, kaşlar, gözyaşı ve çapak salgı bezleri adeta hizmette sınır yoktur dercesine kendilerini bu iş için seferber etmiş durumdalardır. Üstelik tüm bu yardımcı unsurlar göze estetik katmaktalar da. Hani halk arasında ikide bir söylenen “ela gözlüm, kalem kaşlım, kirpiklerin beni mest etti” şeklinde dile getirilen deyişler vardır ya, aynen öyle de bu estetikliyi anlamlı kılan da bu söz konusu yardımcı elamanların görenleri kendine mest edecek derecede konumlanmış olmalarıdır. Örnek mi? Mesela göz kapağının açılıp kapanmasında gözyaşlarının damla damla akması bile göz bebeğimize başlı başına duygu yüklü bir görünüm ve estetik bir hava katabiliyor. Biyolojik yönden gözyaşı bezlerinin fonksiyonuna baktığımızda ise bir yandan toz ve yabancı maddeler gözün içerisine sirayet etmeksizin derhal dışarı atılırken, diğer yandansa küçücük kanallar vasıtasıyla toplanan gözyaşları dışarı tahliye edilmekte olduğunu görürüz. Belli ki duygu yüklü durumlarda 'Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar’   misali sübjektif olarak gözyaşı dökerken, meseleye birde biyolojik açıdan bakıldığında gözün kimi zaman da kendi fiziki bakımı içinde gözyaşı döktüğü görülmekte.  

                                                                 Göz çukuru

         Gözün etrafı kemiklerle donatılıp yaklaşık 2,5 cm’lik bir çukurdan ibarettir. Yine de siz siz olun gözü çukur deyip hafife almayın, Bikere güneşten dünyaya gelen yüz milyarlarca nötrinolar çukurcuğun her santimetre karesini adeta delip geçerekten olan bitenden bizim haberimiz olmazken ne ilginçtir ki göz çukurumuz her şeyden haberdar olabiliyor. Öyle ki gözümüzü bir an güneşe çevirdiğimizde milyarlarca sayıda nötrinoların göz çukurunda saydam hale dönüşme muamelesine tabii tutulmanın akabinde gözün diğer katmanlarına doğru yol aldıkları gözlemlenmiştir. Bir bakıyorsun göz çukurları sayesinde gözümüzü sağa sola aşağı ve yukarıya çok rahatlıkla çevirebilmekteyiz. Nitekim bu iş için 6 adet kas görevlendirilmiş durumda.  Es kaza bu söz konusu düzenli çalışmaması halinde şaşılık ve diğer birçok göz kusurları nüksedebiliyor. Neyse ki gözün açılıp kapanmasını kolaylaştırmak adına gözü devamlı nemli tutmaya yönelik gözün içinde göze has bir yıkama yağlama tertibatının varlığı sayesinde birçok göz kusurlarından korunabiliyoruz. Hele bilhassa alın kemiği içerisinde depolanmış halde gözyaşı bezlerinin salgıladıkları sıvılar gözümüzü adeta duş aldırırcasına yıkıyor olmaları gözü ziyadesiyle bir takım viral ve bakteriyel enfeksiyonlara karşı da korunaklı kılabiliyor. Hakeza göz kapakların iç kısımlarında konumlanmış yağ bezleri vardır ki; bunlarda hem göz kaslarının aşınmaksızın hareketine işlerlik kazandırmakta, hem de gerektiğinde gözyaşlarının tane tane yüzümüze doğru akmasını sağlamakta. İlginçtir göz yuvarlaklarımız zarar görmemesi içinde bir bakıyorsun etrafının özel bir zarla konuma altına alındığı gibi sert tabakanın da büyük bir kısmı göz akıyla korunmaya alınmıştır. Hatta bu noktada bir bakıyorsun kalem kaşlarımız bile koruyucu şemsiye olarak hem alından gelen terlerin göze ulaşmasına mani olmakta hem de dışarıdan gelen fazla ışığı emerekten gözün rahatsız olmasına mani olmakta. Tüm bunlara ilaveten otomatik halde kendi isteğimiz dışında çalışan göz kapaklarımız ve onların üzerinde konumlanan kirpiklerde boş durmayıp gözümüzü toz vs. zararlı maddelerden korumuş olmakta.

         Bu arada adına kornea denen saydam tabaka da malum olduğu üzere tıpkı cam gibi sert ve şeffaf yapıda bir göz billurumuz olarak dikkat çeker. Hem nasıl dikkat çekmesin ki, son derece narin şeffaf cam (mercek) billur tabakamız sayesinde göze gelen ışığın yardımıyla etrafımızı seyri âlem eyleriz de. Ayrıca saydam tabakadan damar ağının geçmemesi de dikkat çeken bir durumdur. Öyle ya, şeffaflığına binaen madem bu tabakadan damar ağı geçmiyor, o halde bu cam tabaka nasıl besleniyor doğrusu şaşmamak elde değil.  Belli ki Yüce Allah (c.c) bu iş için özel bir sıvı halk eyleyip saydam tabaka ile mercek arasında bir mekânda onun beslenmeye almıştır.

                                      Albert Einstein’ın çalışmaları

          Okullarda ışık deneyleri gösterilirken en basitinde görme olayı;

“-Gözün görme sinirleri ve beyindeki görme merkezi,

-Işık kaynağı.

           -Cisim”  gibi aracılar sayesinde gerçekleştiği öğretilir hep. Yani bu demektir ki gözün mercek düzeneği,  güneş ışığının eşyadan yansıyan enerji formu biçimine göre görme olayının gerçekleşmesi için bu tür aracılara ihtiyaç vardır. Öyle ya, madem her bir eşya enerji ve ışınım yayıyor, o halde buradan hareketle Albert Einstein’ın ortaya koyduğu E= m.c² formülüyle kütlenin aslında yoğunlaşmış enerji olduğu, yani enerji ve kütlenin birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu öğrenmiş olduk. Öyle ki ortaya konan bu formülden hareketle ışığın herhangi bir maddeye ait atomun etrafında dönen bir elektronunu indirgenmesiyle birlikte maddenin kuantum (foton)  kanunları çerçevesinde ters orantılı bir şekilde ışık enerjisi neşretme şeklinde radyasyon yayılım gösterdiğini öğrenmiş olduk. Nitekim ışığın elektronun çekirdeğe yakın bir yörünge ekseninde dalga dalga yayılıp bir enerji taşıyıcı veya maddenin mümkün olan en küçük birimi olarak (kuantum) rol üstlenmesiyle birlikte radyasyon parçacığına dönüşmesi vuku bulur ki, bu olay foton hadisesi olarak anlam kazanır.  Elektromanyetik yüklü fotonların saldığı enerjiyle bulunduğu dalga boyu ters orantılı olup bu noktada dalga boyu arttıkça ışı enerjisi de o oranda azalış kaydetmekte. Dolayısıyla gözümüze yansıyan fotonların (ışın parçacıkları) saydam tabakanın uzayıp kısalabilen özelliği sayesinde saldığı ışınların belirli noktalara odaklanması sağlanıp bir sonraki aşamalarda cisimler ters görüntü olarak değil düzgün görüntü olarak konumlandırılmış olunur. Şayet bu saydam tabaka normal halinin dışında biraz daha fazlaca kavisli olsaydı göze gelen ışık ışınlarının yanlış bir şekilde kırılmasına yol açıp görüntülerin tam retina (ağ tabaka) üzerine değil de retina önünde odaklanır olsaydı yakınımızdaki cisimleri net, ancak uzaktaki cisimlerin bulanık görüleceği miyop denen görme kusuru bir durum nüksedecekti. Şayet göze yansıyan ışınların tam tamına ağ tabaka üzerine değil de bu tabakanın arka tarafına odaklanıvermiş olsaydı, bu kez uzağın görülebileceği ancak yakınındaki cisimleri net görememe denen hipermetrop bir durum nüksedecektir. Oldu ya kornea veya göz merceği kavisinin normal şeklinin dışında saydam tabakanın bir yanı diğer yanından daha kavisli bir hal aldığını bir düşünün,  ister istemez bu anormal kavislenmeye paralel olarak göze gelen ışık retinada doğrudan odaklanamayacağından bu kez hem uzağı hem de yakını görememe denen astigmat bir durum nüksedecektir. Örnek mi? İşte astigmat hastalarının okuma problemleri, dikey ve yatay çizgileri ayırt etmede yaşadıkları zorluklar,  3 ve 1 sayılarını sıkça karıştırmaları ve mevcut cisimleri her daim bulanık görme gibi daha birçok göz kusurlarının görülmesi bunun tipik örneklerini teşkil eder.  

         Bilindiği üzere göz bebeklerimizin açılıp kapanır pencere olmasında en önemli etken unsur görme duyumlarına haiz olmasıdır.  Dahası her iki göz bebeğimizde duyumlar aracılığıyla görüntü alınacak olan her nesnenin mekânını ve uzaklığını belirleyen bir konumda konuşlanmışlardır. Öyle ki konuşlandıkları konumlarına baktığımızda milimetrik sapma göstermeksizin sağ göz nesnenin biraz sağını ve sol gözün ise nesnenin biraz solunu görebilecek konumda yerleştirilmişlerdir. Yani bu demektir ki sağ ve sol gözün kafa üzerinde farklı konumda yer almaları hasebiyle ister istemez mekân veya boyut belirlemesi de farklı boyutta olacaktır. Belli ki cismin yerini ve uzaklığını ölçen Stereoskopik aleti sağ ve sol göz beklerimizden ilham alınarak keşfedilmiştir. Sadece bu alet mi? Elbette ki,  fotoğraf makinesi, televizyon ve kamera gibi aletlerde buna dâhildirler. Göz reseptöründen görüntüyle ilgili mesajların biri gidip biri gelirken diğer yandan göz bebeği herhangi bir kazaya kurban gitmeksizin saydam tabaka tarafından korunur da. Zaten korunması da gerekir. Göz bebeği kiminde ela, kiminde mavi, kiminde kahve vs. renkte olup bir fotoğraf makinesinin objektifi gibi açılır kapanır da. O halde bu objektif öyle ayarlanmalı ki ışık arttıkça küçülmeli, azaldıkça da büyümeli. Ama nasıl?  Şöyle ki; göz bebeğimizin kenarında konuşlanmış kıldan ince diyebileceğimiz iris tabakası tüm yapacakları faaliyetlerde yalnız değildir. Özellikle kendisinin büyüyüp küçülmesi için kaslar yardımcı kılınmıştır. Zira bu kasların gevşeyip ve kasılması sayesinde alaca karanlıkta göz bebeği büyür, parlak ışıkta ise küçülmekte. Bu demektir ki irisin arkasında yer alan merceğin bir adale ağı ile göz cidarına asılı durması ışık miktarını ayarlamaya yetiyor artıyor da. Böylece bu metotla göz kamaşmasının önüne geçildiği gibi mercek kalınlığının değişmesiyle birlikte ışığın bir şekilde retina tabakasına düzgün aksettirilmesi sağlanmış olur. Dahası göze gelen ışığın hem uzaklığı hem şiddeti ayarlanarak dış âlemin retina üzerinde net görüntüsü elde edilir. Hatta bu iş için retina üzerinde gayet muntazam bir şekilde koniler ve çomağımsı basil hücreler vardır. Zira 10 tabaka (6–7 milyon civarında) halinde koniler görüntüyü netleştirmekle ilgili fonksiyon icra ederler. Takriben 110 -120 milyon sayıda basil hücreleri ise alaca karanlıkta görme işlevi üstlenirler. Aslında her ikisi de ışık enerjisini kimyasal enerjiye çevirip akabinde oluşan elektrik akımını beynin görme fonksiyonuyla alakalı sinir merkezlerine iletirler. İşte iletilen mesajlar bu merkezlerde etüt edildikten sonra görme denen hadise gerçekleşiverir.

                                                 Kenan illerinde akan gözyaşı

           Göze ak perde inmesi Tıp dilinde katarak olarak isim alır.  Nitekim çeşitli nedenlere bağlı olarak gözün şeffaf olan kısmın tamamen veya kısmen donuklaşması sonucunda görme bozukluğu meydana geldiği gibi kör olma ihtimalini de güçlendirmektedir. Allah-ü Teâla:  Yakup, oğullarından yüzünü çevirdi de;   El Yusuf’un ayrılığı ile bana gelen hüzün!  dedi ve üzüntüsünden gözlerine ak düştü. Artık derdini gizleyip duruyordu” (Yusuf, 84)  diye beyan buyurarak günümüzde adından sıkça söz edilen katarak ve katarak ameliyatlarını hatırlamış oluruz.  Yine Yüce Allah (c.c)  bu hususta “ …Şimdi siz, benim şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun,  gözü görür hale gelir. Bütün ailenizle toplanıp bana gelin” (Yusuf, 93), “Fakat hakikaten müjdeci gelip de gömleği yüzüne bırakınca, gözü açılıverdi: Ben size, Allah katında vahiy ile sizin bilemeyeceklerinizi bilirim demedim mi? dedi” (Yusuf, 96)  ayetleriyle göz bebeğimize çok  büyük bir nimet olarak bakmamıza işaret eylemenin yanı sıra gelecekte gerek katarakt, gerekse diğer gözle ilgili her tür tedavi tekniklerinin geliştirilmesi noktasında ışık tutmakta da. Her ne kadar görme engelliler günümüz tedavi tekniklerinden tam manasıyla istifade edemeseler de onlar içinde bir düzlem üzerine işlenen kabartılarla belirlenen Braille alfabesi veya çizgi noktalara dayalı Mors alfabe tekniklerinin geliştirilmesi sayesinde bir nebze olsun âmâları karanlık dünyalarından uyandırıp iç gözlerinin açılmasına ziyadesiyle yetmiştir. Böylece âmâlar kısa ve uzun işaretler ile bunlara karşılık gelen ışık ya da sesleri kullanarak bilgi naklini sağlayan kâğıda veya bilgisayar klavyesine geçirilen mesajlar sinir impulslarının titreşimleri eşliğinde optik okuyucu haline dönüşmesi neticesinde etrafında olan bitenden haberdar edilmiş olurlar. Aslında geliştirilmiş informatik mesaj (bilgi değeri olan haber)  teknikler sadece amalar için değil görenler içinde bir tür informatik yazılım tekniği geliştirmesine pratik kolaylıklar imkânı ve fırsat sunmakta. Derken bu pratik yöntemler sayesinde bilgi bir şekilde hem görenler için hem görmeyenler için software çalışma alanı olur bile.

                                                              Görme mucizesi

           Göz içerisinde ışığın geçirdiği safhalar hayrete şayandır. Şöyle ki; ışınlar önce saydam tabakaya aks eder, buradan göz bebeği ve onun arkasında yer alan ince kenarlı mercekten kırılarak geçer. Akabinde gözü dolduran sıvı içerisinde yoluna devam eder. Derken gözün arka kısmında ışığa karşı hassas sarı benek hücrelerine ulaşan ışınlar önce kimyasal, sonra elektrik akımına çevrilirler. En nihayet elektrik akımına çevrilen ışınlar sarı benekte görüntülü yansıyıp ters bir şekilde beyne ulaşırlar. Tabiî ki burada haklı olarak madem beyne görüntü ters yansıyor, o halde niye görüntüleri ters görmüyoruz denilebilir. Olsun önemi yok, nasıl olsa gözün içinde düzeltilecek sistem sayesinde görüntü derhal beyinle koordineli sinir hücrelerince düzeltilip cisim en nihayetine düz olarak görüntülenecektir. Dolayısıyla başlangıçta bize mantıksız gelip çelişik sandığımız birtakım olguların aslında ince matematiksel hesapların devreye girmesiyle birlikte çok muazzam kanunların işletildiğini fark etmiş oluruz. . Hatta bizim renk seçimi dediğimiz olgunun aslında gözün retina tabakasında yer alan sinirlerin fotosel algılanmasından başkası olmadığını anlarız. Nitekim gözümüz başlangıçta yedi tayf rengi aynı frekans aralığında alıp beyne farklı frekanslarda (0,4–0,7 mikron arasındaki dalga boyları)  yansıtmaktadır. Bu arada yedi tayf kapsamı dışında ışınlarda göz içerisine gelmekteler ama retina tabakası üzerindeki sinir hücrelerince bu tip dalga boylarındaki ışınlar tanımlanmazlar. Yani göz gördüğü nesneleri gruplara ayırdıktan sonra nöronlara adeta sibernetik dilinde 0 veya I (evet veya hayır) ikili sistem mesaj şeklinde ileterek pozisyon almakta. Zaten aksi durum olsaydı görüntüleri tıpkı siyah beyaz televizyonunda olduğu gibi renksiz görecektik. Demek ki gerek televizyon, gerekse radyo dalgalarını göremeyişimiz bizim görebileceğimiz dalga boylarının dışında olmasından dolayıdır.  Hakeza radar, röntgen ışınları da öyledir. Başka ne diyelim, belli ki senkronize sistem denilen mucizevi olay gözün içinde her an her salise işlev halde zaten.

                                           Darwin'i şaşkına çeviren mucize

           Öyle anlaşılıyor ki görme mucizesi; gözümüze gelen ışık saydam tabaka ve mercek işbirliği ile görüntünün ağ tabakasına toplanması sonucunda pek çok sinir ağı vasıtasıyla beyne transferi ile gerçekleşen bir mucizevi hadise olarak vuku bulmakta.  Vuku bulan bu hadisede dikkat çeken bir diğer göz hücrelerine dışarıdan gelen ışığın elektrik sinyalizasyona dönüştürüp beyne iletme becerisidir. Derken bu gelen sinyallerin beyinde yorumlanmasıyla birlikte görme olayı gerçekleşmiş olur. Fakat burada zihnimize takılan birtakım akıl almaz hadiseler cereyan etmekte ki mutlaka izaha muhtaç aydınlatılması gereken cinsten hadiseler diyebiliriz.  Mesela gözün içinde cereyan eden olaylardan nasıl oluyor da gelen ışınların retinaya (ağ tabaka) ters bir şekilde yansıyıp elektrik sinyallerine dönüşüp ters görüntü olarak sahne almakta. .Hem yine nasıl oluyor da ters sinyaller beynin arka kısmında görme merkezinin bulunduğu minik bir noktaya ulaştığında karanlık alanda bu kez düz görüntü hale dönüşmekte doğrusu bu tür hadiseler beynimizi zonklamakta dersek yeridir.  Öyle ya insanlar üç boyutlu bir televizyonu gözlük takmadan izleyemezken küçücük et parçası içerisinde beynin zifiri karanlık arka kısmında pırıl pırıl dünya ekranı şeklinde düzgün bir görüntü sahnelenebiliyor. Belli ki sarı noktada gerek ışığın şiddetini, gerek renkleri algılayan farklı hücreler bu iş için seferber olmaktalar.  Hatta bu hücrelerin içerisi A vitamini bakımdan zengin olması belli bir planın icrasını ortaya koymaktadır. Ki; tüm bunlara görme mucizesi demekten başka söylenecek söz bulamıyoruz.  Baksanıza Darwin bile göz mucizesi karşısında Asa Gray’a yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli mektubunda;  Bütün gün göz organını düşünmek beni bu teoriden soğuttu” yazısıyla şaşkınlığını gizleyememiş. Niye şaşa kalmasın ki, baksanıza gözümüzün saydam tabakası kornea, evrimcilerin birçok olayı ayıklayıcı araç olarak tanımladıkları doğal seleksiyon kuramına adeta meydan okumakta. Bir kere adı üzerinde kornea, yani saydam tabaka, ya görürsünüz ya da hiç görmezsiniz. Dolayısıyla görme olayının ilk anda belirmesi gerekir. Şimdi evrimcilere soruyoruz; kör insanların doğal seleksiyon denen ayıklayıcı araçla gözlerinin ışığa kavuştuğu hiç vuku bulmuş mudur? İşte Darwin’in beynin de kaynar sular fışkırmasına neden olan bu soru,  gözün doğal seleksiyona hiçbir şekilde geçit vermeyen bu mükemmel donanımlı yapısıdır.  Darwin,  normal göz yapısı karşısında bir anda şaşkına dönüyorsa, kim bilir kedinin karanlıkta parlayan gözleri karşısında ne halde olacaktı. Gerçekten de kedinin gözünden yansıyan ışığın etrafa pembe, saman alevi rengi,  mavi ve yeşil olarak yansıması izleyenleri mest etmektedir.  Bilindiği üzere kedinin gözleri kendine özgü özel hücreler sayesinde ışığı ayna gibi yansıtabiliyor. Nitekim az bir ışık kedigözünün ayna gibi parlamasına yettiği gibi bu özelliğiyle etrafı insandan yedi kat daha fazla keskin görebilmekte. Böylece yedi kat ışık gücüne denk düşen görme sayesinde fare bir anda aklanıverir de.

       Aslında etrafımız çok değişik dalga boylara sahip binlerce ışınların kuşatılmışlığıyla iç içe birlikte yaşamamıza rağmen, onları çıplak gözle bir türlü göremiyoruz. Tabii ki göremememiz yok olma manasına değil elbet. Mesela bir radyonun düğmesini açtığımızda ses olayının bir dalga boyu olduğunun farkına varmış oluruz. Dahası bizler tüm olayları üç boyutlu fotoğraftan bakarak değerlendirmeye çalışırız. Hatta bir mekânda görünen dalga boyu sınırları içerisinde ışık varsa onu filme alıp izleriz de. Madem kamera içerisinde kayıtlı film var, o halde gözün içerisinde canlı hücrelerden yapılmış mutlaka bir film olmalı. Nitekim koni adı verilen hücreler film görevi yapıp renkleri seyretmemizi sağlamaktalar. Peki, bizim dışımızdaki canlılarda durum böyle mi acaba? İsterseniz bu hususu da bir iki örnek vererek meseleyi açıklığa kavuşturmaya çalışmış olalım. Şöyle ki;  yılan, kertenkele gibi canlılar incelendiğinde derinlik boyutundan mahrum oldukları anlaşılır. Dolayısıyla bu tür canlılar etrafı derinlik boyutundan yoksun gördüklerinden, eşyaya bakışları da tıpkı fotoğraf makinesiyle çekilen nesnenin film şeridine düşen görüntüyü izlemeleri şeklinde tezahür edecektir. Yine bir başka boyut cephesinden şahin, kartal, akbaba gibi yırtıcı kuşlar da teleskopik cihazlara taş çıkartacak donanımla çevreyi tarayabilme özellikleriyle dikkat çekmekteler. Mesela baykuş gecenin karanlığına aldırış etmeksizin sıcakkanlı fareyi avlayabilirken, keza binek atı ise karanlıkta tam net olmasa da görebilmenin avantajıyla yoluna devam etmektedir.

                                                          Gözler ruhun aynası

          Göz ilginçtir hemen her şeyi görür,  ancak kendisini görmez. Buna rağmen kendini göremeyen göz;    dış göz ve iç göz diye kategorize edilir. Tasavvuf ehli iç göze kalp gözü ya da iç aydınlık olarak niteler. Dış gözle görünen âlemle ilişkileri tanzim ederken iç gözle de Allah’a yakinlik ölçüsünce ötelere seyri âlem eylenir.

          İnsanoğlu çevresine her daim üç boyut penceresinden bakar durur hep. Bu üç boyut; fizik kitaplarımızda en, boy ve derinlik olarak tanımlanır tanımlamasına ama bu arada bu üç boyuttan başka boyutlar var mı sorunun cevabı da bayağı düşünen insanların zihnini meşgul edecek gibi gözüküyor.  Öyle ya,  hem nasıl ki dış gözün kendine özgü sert tabaka, damar tabaka ve ağ tabaka olarak adlandırılan boyut katmanlar varsa görünen fiziki boyutların dışında da elbette ki sırlarına vakıf olmayacağımız fizik ötesi kendine özgü boyutların varlığı söz konusudur.  Her ne kadar fizik ötesi âlemi müşahede edemesek de böyle bir âlemi yok farz edemeyiz.  Zira konumlandığımız boyut sadece üç boyutu algılamaya izin veriyor. Üç boyutu aşacak hamle ancak Allah’ın dostum diye övdüğü veli kullarına has bir durumdur. Kaldı ki Miraç Mucizesi fizik ötesi âlemin varlığına delalet eden bir işaret taşıdır. Bu mucizevi hadisenin dışında insanoğlunun dış gözü ancak üç boyutu algılayabiliyor. Öyle ki bu boyutta konumlanmış cisimleri algılayacak göz penceremiz görünen ışığın elektromanyetik spektrumunda yer alan 0,4 - 0,7 mikron (400 - 700 milimikron) arasındaki kırmızıdan mora kadar değişen renk değerlere göre endekslenmiş olduğundan, bu bant aralığı dışındakileri çıplak gözle göremeyiz. Belli ki Yüce Yaradan (c.c)  yarattığı kullarını görmesi gereken nesneleri görebileceği boyutlarda göze ayar çekmiştir.  Nitekim göz ayarı sayesinde retina tarafından yakalanabilen cisimleri görülebilen cinsten, yakalanamayanları ise görememek (yok) şeklinde algılamış oluruz. Şayet göz penceremize ayar çekilmeseydi gerekli gereksiz, alakalı alakasız göreceğimiz hemen her şey nevrimizi döndürüp çıldırmamıza neden olacaktı. Hem nasıl çıldırmış olmayalım ki, baksanıza 0,4 mikron altındakiler yakıcı veya öldürücü nitelikte enerjice yüksek mor ötesi ışınlar olarak konumlanırken 0,7 mikron üzerindekiler ise uzun dalga boyunda kızıl ötesi ışınlar (infraed veya infraruj) olarak konumlanmışlardır.  Bu demektir ki gökle yeryüzü arasında çıplak gözle bizim daha nice bilmediğimiz nice b dalga boylarının ve boyutların varlığı söz konusudur. Yani çıplak gözle gözlemleyemediğimiz her ne varsa biliniz ki boyut farklılığından dolayı olan bitenden bihaberizdir.  Ama şu da var ki şaş kaza başımızı bir yere çarptığımızda boyut farkını bir nebze olsun algılar gibi oluruz da. Nitekim bir boksör eldiveniyle yumruk yediğimizde sanki bir başka boyut âleminde yıldızları görür gibi hale girebiliyor. Derken yaşanan bu hadise göz sinirleri aracılığıyla gönderilen sinyallerin beyne yıldız şekilde yansımasının bir tezahürü olarak ortaya çıkar.  Böylece hayalen de olsa yumruk yiyen boksörümüz yıldız görmüş gibi olur. 

        Bilindiği üzere Melekler çok hızlı hareket ettiklerinden dolayı görünmezler. Yine hızlarına vakıf olamadığımız evreni kaplayan daha nice meleğimsi görülmeyen ışınlar varda elbet. Ama onları göremememiz, yok oldukları anlamına gelmiyor. Bilakis enerji türünden diyebileceğimiz bu ışınlar fizik kitaplarında da belirtildiği üzere kuantum veya foton denen küçük enerji paketlerinin varlığını ortaya koyan birer doneler olup bu söz konusu fotonlar boşlukta bir anda ışık hızıyla da yayılabiliyorlar.  Biz sadece algılayabildiğimiz foton enerji alanında âlemi seyredebiliyoruz, onun ötesi bizi aşıp bu boyutları ancak peygamberler ve veliler aşabiliyor. Zaten gerçek manada ruh dünyasının güzelliği fizik ötesi bir boyutta karşılık bulduğundan dolayıdır ki göremediğimiz güzellikler için gözler ruhun aynası deriz.  Unutmayalım ki beş duyu algımızın sınırları içerisinde kala kalmakta çok büyük bir nimettir.  Zira bizim dışımızdaki boyutları her babayiğidin kaldıracağı bir harç değildir.   Nitekim Yüce Allah bu hususta  O semaların ve arzın arasındakilerin Rabbidir. Ve doğuların Rabbidir” (Saffat, 5)  diye beyan buyurmak suretiyle boyutların biz aciz kullara üç boyuttan başka boyutların varlığına işaret ederekten nimetlerinin idrakine varmamızı diliyor.  Hatta beyan buyrulan ayet-i kerimede üç boyutun dışında dört, beş, altı vs. boyutların da ayrı ayrı mekânlarda konumlandığını düşündürmekte. Derken bu düşünceler eşliğinde dördüncü boyutun  zaman’  olabileceği aklımız da yer etmiş olur.  Dahası zaman kavramını sanılanın aksine bir saat algısı olarak değil, üç boyutun ötesinde bir boyut olduğunu idrak etmiş oluruz. Hatta zaman kavramı için mekânlarla beraber usul usul akıp giden bir dalga boyutudur dersek de yeridir.

      Velhasıl-ı kelam; görme hadisesi tıpkı ötelere kelebek misali kanatlanan zaman gibi saniye şaşmaksızın tüm cümle âlemi selamlayarak yoluna devam etmektedir. Bu durum karşısında ruh penceremiz olan göze yolun açık veya gözün aydın olsun demekten başka ne diyebiliriz ki.

           Vesselam.

 https://www.kitapyurdu.com/kitap/olurum-turkiyem/645701.html&filter_name=selim+gurbuzer

16 Nisan 2023 Pazar

DERİ MUCİZESİ


 

                                                   DERİ MUCİZESİ

       SELİM GÜRBÜZER

       Elbette canlı olan her şeyin dışarıda ne var ne yok olup bitenden bir şekilde haberdar edilmesi gerekir, ama nasıl? Şöyle ki; yaratılan her canlı ışık, basınç, ses, ısı gibi uyarıcılar karşısında birçok reseptörlere (alıcılara) ihtiyaç duyar. Öyle ki hafif ve hassas dokunma hissi meisser cisimciğiyle aracılığıyla algılanırken, son derece derunu diyebileceğimiz daha güçlü basınç hissi pacinian cisimciği aracılığıyla, sıcaklık ruffini cisimciği aracılığıyla, soğuk krause cisimciği aracılığıyla, ağrı hissi ise serbest sinir uçları aracılığıyla algılanmakta. Dolayısıyla reseptör hücreler hakkında canlıların imdadına yetişen Hızır elemanlarıdır dersek yeridir. İşte vücut iklimimizde yer alan Hızır addettiğimiz bu söz konusu cisimcikler kendilerine gelen mesaj yüklü uyarıları derhal elektrik akımına dönüştürüp sinir lifleri güzergâhı boyunca merkezi sinir sistemine aktarırlar. Böylece aktarılan mesaj yüklü bilgiler merkezde değerlendirmenin akabinde dış dünyadan haberdar edilmiş oluruz. Nitekim derimiz dış dünyaya ait dokunma, ısı, titreşim ve ağrı gibi uyarıcı faktörleri ilk elden alıcı konumunda zırhımız olup alt ve üst deri olmak üzere iki katlı tabakadan meydana gelmiştir. Ayrıca her iki katman birçok tabakadan oluşup en dıştakine epidermis, içtekine dermis denmektedir. Üstelik bu söz konusu tabakalar içerisinde birçok fonksiyon üstlenmiş hücreleri de bağrında taşıyıp bilhassa bunlar arasından kıl, saç, ter ve yağ bezleri gibi birçok elemanlar üst deri hücrelerinden kök salmışlardır. Hakeza dermiş (alt deri) tabakasında yer alan ince kan damarlar ve ağ gibi yayılmış sinir hücreleri de öyledir. Tırnaklara gelince, bunlar da malum olduğu üzere üst deri hücrelerinden teşekkül etmişlerdir.

        İlginçtir, kıl ve tüylerin bulunmadığı tek alan avuç içi ve ayaklarımızın taban kısımlarıdır. Bu iki kısım hariç iç derimizde filizlenen kıllar vücudun değişik yerlerinde saç, sakal, kaş, bıyık gibi dekoratif çeşitlenmelere bürünebiliyor. Bundan daha da ilginç olan vücudumuzda yer alan kılların bulundukları bölgeler itibariyle kendileri için tayin edilmiş belli bir hız limiti ve uzama miktarınca kendini dekore etmekte. Nitekim bıyık, sakal, kaş ve saç aynı keratin dokusundan kök salmasına rağmen bir bakıyorsun kaşlar belli bir uzunluktan öteye geçememekte, belli bir dekoratif uzunlukta kala kalmakta.  Ayrıca Yüce Allah (c.c) sınırı tayin edilmiş her bir kıl için ayrı kılcal damar ve sinir uçları da halk eylemiştir. İyi ki de halk eylemiş bu sayede herhangi bir uyarıcı etki karşısında dokunmayla ilgili mekanoreseptörler çoğalaraktan tüylerimizin diken diken olması sağlanıp böylece olayın vuku buluş şekline göre refleksimizi ortaya koymuş oluruz. Hakeza saçlarda bu noktada hem başımıza estetik bir görünüm sağlamakta hem de soğuğu önleyici ve vücut sıcaklığını dengede tutmaya yönelik koruyucu zırhımız olmakta. Nitekim saçların arasında muhafaza edilen hava sirkülâsyonu vücudu sıcak tutmaya yaradığı gibi bilhassa bir takım hayvanlar için elbise görevi de yapmakta. Göz bebeğimiz ise malum tozdan topraktan korunsun diye kirpiklerle donatılmıştır.

         Alt deride yer alan ve aynı zamanda üst deri hücreleri tarafından imal edilen ter bezleri gözenekli kanallar eşliğinde dışarı açılıp, daha çok deri solunumu ve boşaltım işlemi gerçekleştirirler. Bu arada ter bezlerinin dışında ayrıca birde yağ tabakası vardır ki,  hem alt deriyi hem de üst deriyi besler konumdadırlar. Derken lipitler yağ doku hücrelerinin içerisinde nötral yağlar olarak depo edilirler.

        Şurası muhakkak üst derinin en dış tabakası ölü hücrelerden meydana gelmiştir. Hatta keselendiğimiz zaman vücudumuzdan çıkan kir diye tanımladığımız kalıntılar aslında kirlenmiş ölü hücrelerinden başkası değildir. Deri hücrelerimiz aynı zamanda dış dünya ile bağlantımızı kuran elçilerimizdir.

       Her doğan ölür yerine başkaları gelir ya, aynen öyle de cildimizin tamamını oluşturan hücrelerin ömrü de 19 günlüktür. Varsın 19 günlük bir ömür sürsünler,  sonuçta ardından yenileri geliyor ya, bu bizim için çok büyük yenilenmemizi sağlayan bir nimet olmakta zaten. Öyle ya, madem zaman zaman elbiselerimizi yenileme ihtiyacı hissederiz, o halde cildimizin de böylesine kısa bir ömür zaman diliminde yenilenmesi son derece gayet tabii bir durumdur. Bu demektir ki yenileme ihtiyacı sadece bize has bir durum değil, derimizin de yenilenmeye muhtaçlığı söz konusudur.  Keza üst derinin de kendine has yenileme kabiliyeti olup,  her insanın sekiz günde bir dış derisi yenilenir de. Anlaşılan tamircilik mesleği sadece ayakkabı tamircilerine has bir sanat değilmiş, hatta ayakkabı tamircisinden daha da maharetli iğne ve ipliksiz olarak bu işi daha iyi yapan usta hücrelerin varlığı da söz konusudur. Düşünsenize parmak izlerimiz bir şekilde yaralandığında derhal tamirci rejeenerasyon misyonu üstlenmiş hücreler harekete geçip yara bere halinde derimiz yenilenip eski haline dönüşebiliyor. Hem nasıl yenilenmesin ki. Besbelli ki derinin yaratılış kodları kendi kendini yenileyecek (rejenerasyon)  donanımlarla donatılmıştır. Peki deri sadece kendi kendini yenilemek için mi vardır,  hiç kuşkusuz daha birçok görevleri ifa etmek içinde var olup genel itibariyle derinin daha başka icra ettiği görevlere baktığımızda;

       -Vücudu dış tesirlerden korumak,

       -Dokunma, ısı, ağrı ve basınç tesirlerini almak,

       -Vücut sıcaklığını korumak,

       -Bir ölçüde solunum ve boşaltım gibi görevleri üstlendiğini görürüz.

      Cilt derimiz iç organlarımızın elbisesidir adeta. Nitekim cilt elbisesi sayesinde hem iç organların ulu orta görünmesi önlenmiş olunur, hem de iç organların dış etkenlerden korunması sağlanır. Zaten deri tabakası olmasaydı ister istemez insan dış görünüş itibariyle ortaya ürpertici bir durum çıkacaktı. Düşünebiliyor musunuz böyle bir durumda ortada ne sinir sistemi, ne sindirim sistemi,  ne dolaşım sistemi ne de boşaltım sistemi kalırdı, hemen her şey darmadağın olacaktı.

       Şu bir gerçek dünyada her canlının vücudunu sıkmayacak şekilde en rahat giyinilebilecek tek mükemmel donanımlı elbise deri olsa gerektir. Hem kaldı ki deri canlı varlıklara elbise olmanın ötesinde savunma zırhıdır da.  Öyle bir savunma zırhıdır ki, gerektiğinde tıpkı bukalemun canlısında olduğu gibi bulunduğu ortamın rengine ve şekline bürünebiliyor. Böylece bu kamuflaj olma özelliği sayesinde dış tesirlere karşı korunaklı kılınmış olunur. Örnek mi? Mesela Tırtıl kelebeğin kanatlarının zehirli yılanın gözlerine benzemesi düşmanına ürperti ve gözdağı vermesi bakımdan bunun tipik bir örneğini teşkil eder. Keza tırtıl türlerin bir kısmı da vücudundan nahoş kokular salarak kendini korumuş olur.

                                                     Dış Deri- İç deri

       İnsanoğlu renk bakımdan genellikle siyah ve beyaz ırk olarak kategorize edilir hep. Ancak evrimciler bu kategorik ayırımından kendilerine hemen bir vazife çıkarıp güya zencilerin tropik iklim ortamında yoğun ultraviyole ışınlarına maruz kaldıkları için siyahlaştıklarını ileri sürerler. Oysaki güney ve kuzey Amerika'da aynı dozda ışınlara maruz kalan insanların siyahlaşmadığı görülmüştür. Bikere deri üstü rengi belirleyen etken unsur melanin pigmentidir. Deri üstü melanin pigmenti aynı zamanda endogen özellik içerip kahverengi, siyah granüller halinde bulundukları hücrelerde melanosit olarak addedilirler. Malum olduğu üzere bir takım insanların derisinde aşırı derecede çillenmenin nüksetmesi melanin birikmesinden kaynaklanan bir durumdur. Ancak açık tenli insanlarda melanin pigment birikmesi daha az iken zencilerde ise daha fazladır. Bu demektir ki deri elbisesinin rengi yaratılışta belirlenmiş bir program dâhilinde tayin edilmiş ten rengidir. Aynı zamanda melanin hücreleri korunma sisteminin de en önemli dinamo taşlarından olup bu hücreleri öyle kolay kolay etkisiz hale getirecek normal dalga boyunda herhangi bir ışın yoktur diyebiliriz. Her neyse öyle anlaşılıyor ki balığa pullu elbise modeli takdir eyleyen Yüce Allah (c.c), bir bakıyorsun keçiye yünlü elbise, kuşa tüylü elbise, ayıya kıllı elbise, meyveye kabuksu elbise modeli takdir eylemiştir. Hakeza insana da 36,5 Cº ila 37 Cº aralığına ayarlı termostatlı incecik bir elbise takdir kılmıştır. Allah’a çok şükürler olsun ki sıcak ve soğukta nasıl hareket edeceğimizi anında algılayabilen bir incecik deri bir elbisemiz var. Deri elbisemizin terlemesi bile başlı başına vücut ısısının belli bir ayarda olması gerektiğini bildiren bir işaret fişeği özelliği taşımakta.  İyi ki de zaman zaman ter dökmekteyiz,  bu sayede ısı dengemiz sağlanıp serinlemiş olmaktayız,

          Bir diğer korunma zırhımız ise deri altında bulunan retiküloendotelyal sistemdir. Bu sistem sayesinde bir takım hastalık yapan mikroplar ilk etapta vücudun savunma koridoru diyebileceğimiz immün bağışıklık duvarına toslayıp deri altında çökertilmesi hedeflenir. Öyle ki bu amaç doğrultusunda deri içerisinde konumlanmış fagositoz, pinositoz olayında olduğu gibi niteliklere kendine has bir takım savunma hücreleri mikropları yutacak şekilde mevzi almış olurlar. Derken mikroplarla kıyasıya yapılan çetin mücadelelerin neticesinde bir bakıyorsun mesela çiçek ve kızamık geçirenlerde benek benek deride döküntüler nüksedebiliyor.  Dolayısıyla bu demektir ki deri üstüne ne kadar çok döküntü oluşumu gerçekleşirse o kadar çok döküntüden halas olup hastalıktan halas olunacak demektir.    

                                               Parmak izi mucizesi  

       Dokunma hissi bilhassa ellerimizin parmak uçlarında çok daha kuvvetlice hissettirir. Bu durum sıcaklık, soğukluk algılaması şeklinde vuku bulur. Öyle ki derimiz sıcaklık ya da soğukluk uyarısını reseptörler aracılığıyla hissettiği anda derhal durum vaziyeti beyine bildirir,  gereği yapılır da. Parmak uçlarımızın marifeti bunla sınırlı değil elbet. Mesela yeryüzünde hiçbir insanın parmak izi diğerinkiyle aynı değildir. Hem kaldı ki parmak uçlarına öylesine mükemmel dairesel nakışlar işlenmiş ki bu durum Yüce Yaratıcı Allah’ın her bir kuluna mühür lütfettiğinin bir delilini göstermektedir. O halde deri deyip es geçmemeli, görüyorsunuz parmak izleri yaratılan her bir kulun kimliğini de ortaya koymakta, değim yerindeyse dünyaya gelen her bir bebek kendi fıtri imzasıyla adım atmış olmakta. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta;  İnsan zannetmesin ki biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getiremeyiz. Doğrusu biz onun parmak uçlarını bile tesviye etmeye hazırız.. Dönüp dolaşıp varılacak, durulacak yer Rabbinedir…” (Kıyame 1-15)  diye beyan buyurmak suretiyle bu gerçeğe işaret eder. Gerçekten de dünyaya yeni adım atan her bir insanın kimlik edinmesi açısından parmak izlerinin birbiriyle örtüşmemesi son derece gayet tabii bir durumdur. Bu demektir ki ilk insan Hz. Adem (a.s) ve Havva anamızın zürriyetinden kıyamete kadar dünyaya ne kadar insan teşrif edecekse, biliniz ki bir o kadar da insan sayısınca birbirinden farklı parmak izi modelleri var olacak demektir. İşte bu mucizevî ayeti celile, günümüzde çağımızın bilgi teknolojik gelişmelerin doruk noktaya çıkmasıyla birlikte daha da açığa kavuşup netlik kazanmış durumda. Zira Edward Henry'in yaptığı kimlik analiz çalışmaları neticesinde İngiltere’de 1884 yılı itibariyle parmak izi resmen delil olarak kabul görmüştür. Böylece tüm dünya güvenlik teşkilatlarında suçluları teşhis etmek için kullanılan parmak izi metodu uygulamaya girmiş olur. Bu uygulanan metot milyarlarca insanın parmak çizgilerini birbirinden farklı desenlerle donatıldığının bir göstergesi olarak bizi hayretler içerisinde bırakmaya ziyadesiyle yetiyor.  Nitekim bu harikulade birbirinden farklı desenler sayesinde faili meçhul cinayetlerin failleri ortaya çıkarılabiliyor.  Burada kelimenin tam anlamıyla otomobil lastiklerine işlenen kıvrımsı işlenen modellerden amaç ne ise, Yüce Allah tarafından parmak uçlarına işlenen her bir kıvrımsı çizgilerden amaçta hiç şüphesiz kişinin kimliğini ortaya koyan nişanelerdir. Anlaşılan parmaklar mühür görevi yapmakta, hatta ıslak imza tartışmalarına son verecek nihai karar mekanizması da olmakta. Karar mekanizmasının koruyucu şemsiyeleri ise tırnaklarımızdır. Malum tırnaklar gelişi güzel dokunmalara karşı koruyuculuk görevi üstlenebiliyor. Tırnaklarımız ne kemik gibi sert ne de deri gibi yumuşak bir maddedir, ikisi arası bir yapıdır. Yani ikisi arası bir kıvamda yaratılmasının hikmeti zaman zaman insana musallat olan kaşıntıları gidermek ya da daha nice bilmediğimiz fonksiyonları icra etmekte olabilir.  Bizler bu noktada şimdilik tırnaklarımızı hem koruyucu bir kalkanımız hem de parmak uçlarını cazibeli kılan nakkaşımız bilmemiz kâfidir. Keza yüz simalarımızda öyledir,   Hani yüzler kalbin aynası derler ya, tam da yerinde söylenilmiş bir sözdür. Zira dünyada tıpatıp birbirine benzemeyecek derecede yüz simalarıyla yüzleşiyor olmamız bize  Amenna ve saddakna” dedirttirir de. Hem nasıl dedirttirmesin ki baksanıza ikiz kardeşlerin kendi aralarında bile fiziki bakımdan mutlaka birbirlerinden ayırt edici özelliklerin varlığı söz konusudur. Ayrıca her yaratılan insanın yüz simalarının farklı nakkaşlarla işlenmiş oluşu seccadeye değecek olan her bir alnın kıymetini de ortaya koyacak bir nişane olacaktır.

                                              Vücut termometrelerimiz

           Malumunuz deri tabakası sayesinde vücut sıcaklık dengemiz sağlanıp bilhassa cildimiz bu iş için adeta termometre görevi yapmakta dersek yeridir. Hatta normal vücut ısı dengemiz doğuştan 36,5 Cº ye (ortalama sıcaklık 37 Cº) ayarlanmış durumdadır. Dolayısıyla normal sıcaklığın üzerindeki bir sıcaklık eğrisi ateşlendiğimizin bir göstergesi olup, aynı zamanda olası herhangi bir hastalıkla karşı karşıya kaldığımızın bir habercisidir de. Allah korusun ateşimiz 42 derecenin üstüne çıkması demek beyin fonksiyonlarının işlemez hale gelip en nihayetinde beyin hücrelerinin ölmesi demektir. Nitekim cildimiz bu noktada ateşli bir hastalığın ilk elden habercisi olabildiği gibi serinleyeceğimizin de habercisidir.  Her ne kadar cildimiz solunum işlevi görmese de sonuçta deri içi gözenekleriyle oksijen geçişi görevi üstlendiği gibi terleyerekten de vücuttaki birikmiş toksinlerin dışarı atılmasında görev üstleniyor ya bu tür fonksiyonlar bize ziyadesiyle can suyu olmaya yeter artar da.    Nitekim soğuk bir havada koştuğumuzda bile nefesimizin sıcak bir nemle yoğunlaştığını fark etmenin yanı sıra koşuşumuza paralel soluk soluğa kalıp terlediğimizi hissederiz. Neyse ki kalbimiz vücudun aşırı sıcaklığa bağlı olarak bunaldığından haberdar olmuşçasına hemen alelacele bedenimizi saran kılcal damarlarımızın en uçlarına kadar kan pompalamak suretiyle bedenimizin bir anda kıpkırmızı kesilmesine vesile olmakta. Niye kıpkırmızı kesiliyoruz derseniz? Elbette ki kılcal damarlar aracılığıyla deriye her halükarda kan gönderilmeli ki deri altı bezleri açılaraktan deri üstü gözeneklerin üzerindeki ter bezleri buharlaşıp serinlemiş olalım diyedir.  Hem kaldı ki bu sayede vücut termostatımız aşırı sıcak ortamlarda da ter bezleri sayesinde 37 Cº lik sıcaklıkta muhafaza edilmeye çalışılır da. Belli ki hemen her şey ta yaratılış başlangıcımızda bu iş için bedenin yüzeyine 2.000.000 adet ter bezleri konuşlandırılmıştır.  Ta ki sıcaklık derecesi normalin üstüne çıkar işte o zaman bu ter bezleri faaliyete geçerek serinlenmemiz sağlanmış olacaktır.  Madem öyle, siz siz olun ter deyip işi hafife almayın, çünkü bu işin birde derin manevi yönü vardır. Hani yeri geldiğinde ikide bir alın terinden söz ederiz ya, işte sözü edilen o terleme hadisesi bize aynı zamanda helal lokma yemenin önemini de hatırlatır hep. Hele bilhassa ağır işlerde bedenen çalışanlar günde ortalama 20 litre ter çıkarmaktalar ki helal lokmanın önemine binaen buna buna değer de. Nitekim alın teri hem dinimizce hem de insanlık vicdanında kutsidir.

          Terlemenin zıddı ise hiç kuşkusuz üşümedir. Malumunuz vücudumuz ısınınca oturmak isteği ağır basar, üşüyünce de hareket etmemiz gerektiğinin duygusu tüm bedenimizi sarmasıyla birlikte hemen oturduğumuz yerden kalkıveririz de.  Bizi ayağa kaldıran hissiyat vücut ısımızın 36,5 Cº’nin altına düştüğünün hissiyatıdır. Bu derecenin daha da altlarına düştüğünde artık belli noktadan sonra ne yaparsak yapalım hissiyatımız yenik düşüp iş işten geçmiş olacaktır. Örnek mi? İşte kışın donarak can veren insanlar bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten. Bu durumun tam zıddı örneği ise bir bakıyorsun güney kutbunda yaşayan balıkların donmaması şeklinde karşımıza çıkar. Merak bu ya, bu noktada merakımızı giderecek olan bilim adamı Kaliforniya Oşinografi Enstitüsünden Deniz biyologu Dr. Arthur Vries olacaktır. Nitekim onun bizatihi yerinde kutuplarda yaşanan bu gerçeği balıkların vücutlarında var olan antifriz özelliğine sahip bir proteini keşfetmesiyle birlikte merak edilen konu bir anda aydınlığa kavuşmuş olur. İşte balıkların donmamasında ki sır meğer kanın donma noktasını otomatik olarak düşüren bu proteinmiş.  Hiç şüphe yoktur ki kutupları soğuk kılan Yüce Allah (c.c), elbette ki orada yaşayan balıkları da bumbuz olmaktan koruyacak donanımda halk eylemesi yaratılış mucizesinin bir göstergesidir.

                                               Abdest mucizesi ve temizlik

        Sıcaklık deri tabakasında genleşme, soğukluk ise büzüşme yapar. Bundan dolayı su ile temas eden derimiz vasıtasıyla vücut dinamizm kazanır. Nasıl mı? Bilindiği üzere sıcak su damarları genişletir, soğuk su ise daraltır. Bundan daha da öte genel dolaşımımıza adeta jimnastik etki yapan su, özellikle kalbimizden uzak damarlara direnç kazandırıp vücudumuzun statik enerjisini de alır. Ki, statik enerji vücudumuzda ki kasları gererek zaman içerisinde aktivitesini yitirmesine neden olduğu gibi derimizin kırışmasına da yol açmakta. Bu yüzden insanlar akupunktur ya da fizik tedavileri ile istenmeyen kırışlılıkları gidermek için adeta birbirleriyle yarışırcasına seferber olmaktalar. Oysaki Yüce Allah’ın kullarına öğütleyip bahşettiği abdest olayı sayesinde her vakit diliminde vücudumuza soğuk ve sıcak etkileşim yaptırılarak istenmeyen kırışıklıkların önüne doğal olarak geçilmenin yanı sıra nur yüzlü olmamız da sağlanır. Mademki Yüce Allah (c.c) bize abdest almayı lütfetmiş o halde vücudumuzu temiz tutmakta hem fiziki hem de manevi sayısız faydaları vardır elbet. Aksi takdirde fiziken düşündüğümüzde mesela sivilce oluşumların nüksetmesi an meselesidir diyebiliriz. Aslında en güzel cilt kremi vücudumuzca temin edilir. Nasıl mı?  Şöyle ki deri altındaki yağ bezleri bu iş için seferber olması sayesinde sebum denen bir koruyucu madde memur edilmiştir. Ancak nasıl olsa vücudumuzda koruyucu sebum maddesi var diye sakın ola ki bakım yapmaya gerek yoktur dememeli, tam aksine cildimizi kirlerden arındırmakla destek vermiş oluruz. Çünkü kir zamanla derimizde tabakalaşıp yağ bezlerin dışarı çıkmasını önleyip tıkayacaktır. Bu durumda deri gözeneklerinde arıza teşekkül edecektir. Kaldı ki Peygamberimiz (s.a.v); “Temizlik imandandır” diye beyan buyurmakta.  Hatta bu hadisi şerifin kapsamına dağların, taşların,  havanın yani kısaca çevrenin temiz kılınması da dâhildir. Zira dünyamız çarpık sanayileşmeyle birlikte adeta pislik içerisinde yüzmektedir. Dolayısıyla temizliğe önce kendi iç âlemimizde başlatıp, sonra bizim dışımızdaki canlıları da düşünerek çevremizde büyük bir temizlik seferberliğine koyulmalı.

         Şayet kullandığımız su sıcaksa derimize genleşme etkisi yapacaktır, soğuksa daralma etkisi yapıp uyuşuk olan vücut uyarılmış olacaktır. Derken derimiz sıcak soğuk etkileşimleriyle birlikte refleksimizin zinde tutulması sağlanacaktır. Buna bedavadan kendi kendimize fizik tedavi rehabilitasyonu uygulaması dersek yeridir. Keza yine soğuktan titrediğimizde derimizin hemen altında sıcakkan taşıyan kılcal damarlar kapanışa geçerek kanı vücudun iç kısımlarına sevk ederler. Böylece kalp, karaciğer ve diğer önemli organların ısınması sağlanır. Her ne kadar görünürde derimizin titremesi (üşümesi) pek arzu edilmeyen bir durum gibi gözükse de hiç olmazsa içimiz ısınmaktadır. Dolayısıyla bu noktada titreme için de büyük bir nimettir dersek yeridir.  

       Bazen kazaen maruz kaldığımız sıyrıklarda renksiz sıvının varlığını gözlemleriz. O gördüğümüz renksiz sıvı aslında lenf dediğimiz sıvıdan başkası değildir elbet. Kaldı ki basit gibi görünen bu sıvı mikroplara karşı savunma mekanizmamızın en önemli öğesini oluşturmaktadır. Şöyle ki; insan üşütünce lenf damarlarımız ister istemez büzüşme pozisyonuna geçmektedir. Dolayısıyla büzüşen damarlar mikroplara karşı mücadele edebilecek türden hücrelerini gönderememe durumu söz konusu olabiliyor. İşte bu noktada abdestin soğuk sıcak etkileşimi sonucu ortaya çıkan ısı farklılıkların uyarımları sayesinde, mikropların istilasını önleyici etki yaptığı gerçeği ile yüzleşiyoruz. Değim yerindeyse bu uygulama bir nevi mikropların hevesini kursağında bırakmaktadır.

         Kuran da: “Ey inananlar! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Eğer cünup iseniz yıkanıp temizlenin..” ( Maide suresi ayet 6) emri ile abdest gerçeğinin sadece namaz için ön hazırlığın yanı sıra bedenimiz üzerinde yaptığı esneklik ve zindelik açısından da düşünmekte fayda var. Sadece abdest mi, şüphesiz teyemmüm de vücudumuzdaki statik elektriği alan işlev üstlenmektedir. Kim bilir abdestin daha nice faydaları var, biz bilmiyoruz. Fakat şurası muhakkak estetik için bunca harcanan masraflara gerek kalmadan pratik çözüm abdest sırrında gizli.

      Yeryüzünde değişik renklerde insanlar var, kimi beyaz kimi de siyah vesairedir. Belli ki koyu renk insanı sıcaktan koruyor, o halde ekvatora yakın insanlar için koyu tenlilik bulunmaz bir nimet olsa gerektir. Peki, ekvatordan uzak olanlar ne yapacaklar derseniz onlar için de Yüce Allah güneşin D vitaminini absorbe edebilecek genetik karakterde beyaz tenlilik koduyla yaratılmak vardır.

                                                      Irkların oluşumu

        Peki ya ırkların oluşumu nasıl vuku buldu derseniz,  bakın bu konuda aynı zamanda benim Erzurum da Atatürk Üniversitesinde okurken 1982–1986 yıllarında Botanik Hocam Prof. Dr. Adem Tatlı’nın bize evrim derslerinde öğretip kaleme aldığı aşağıda detayını sunduğum tespitine bakmanız meseleyi açıklığa kavuşturmaya yeter artar da. Bakın Adem Hocam bu hususta ne diyor:

         Tek atadan, farklı renk ve ırkların ortaya çıkmasına engel nedir? Hem tek atadan gelinir, hem de farklı renk ve ırklar ortaya çıkamaz mı? Aslında bu tip sorular, daha ziyade biyolojiyle alâkası olmayanlardan gelmektedir. Çünkü bir biyolog bilir ki; her anne, baba, büyük anne ve büyük babaların karakterleri, belli oranlarda yavrularına geçer. Bu oranlar, "Mendel Kanunları" adı altında meşhurdur. Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu bu kanunlara göre; meselâ bir fert, soy bakımından yüzde 50 ihtimalle annesine, yüzde 50 ihtimalle de babasına benzeyecektir.
      Ferdin hemen hemen bütün özelliklerinde bu veya buna yakın oranları görmek mümkündür. Fakat bazı karakterler vardır ki, ortaya çıkmaları, yani bir fertte tesir göstermeleri, bazı şartlara bağlıdır. Nasıl ki, yıldızların görünmesi, gecenin gelmesine bağlıdır. Güneş onların görünmelerine mâni olur. Bazı çekinik (resesif) karakterlerde, baskın (dominant) karakterlerin tesiri altındadır. Çekinik karakterler ancak bu tesirlerden kurtulduğu zaman, ağırlığını hissettirecektir. Fakat bu, belki de nesiller sonra mümkün olur.       Günümüzdeki ırkların hepsi ortak bir atadan gelir. Saf ırk mevcut değildir. Meselâ beyaz ırkın bir ferdinden, bir zenci gibi koyu deri rengine sahip fert hâsıl olabilir. Ya da bir Çinli'den, bir Kafkaslı kadar beyaz deriye sahip yavru meydana gelebilir. Günümüzdeki ırkların hepsi, ortak bir atadan gelir. Saf ırk mevcut değildir. Meselâ beyaz ırkın bir ferdinden, bir zenci gibi koyu deri rengine sahip fert hâsıl olabilir. Veya bir Çinli'den, bir Kafkaslı kadar beyaz deriye sahip yavru meydana gelebilir. Bazıları, zenci ırkın tropik bölgelerdeki yoğun ültraviyole ışınlarına uyum sağlayarak meydana geldiğini iddia ederler. Hâlbuki bu görüş, Kuzey ve Güney Amerika'da aynı ışınlara maruz kalanların niçin siyahlaşmadıkları sorusunu izah edememektedir. Son yapılan çalışmalar, deri rengindeki bu farklılığın irsî olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla, ırkların teşekkülüyle ortaya çıkan siyahlar, kendileri için zararlı olmayan ışınların bulunduğu sahaya göç etmiştir. Diğer taraftan açık renkli ve mavi gözlü İskandinav ırkı ise, ekvator yakınındaki yoğun ültraviyole ışığından kurtulmak için kuzeye gitmiştir.

         Dışarıya kapalı bir kabile düşünün. Çevredeki diğer kabilelerle hiçbir irtibatı olmayan bir grup. Buradaki genetik özellikler, kabile fertlerinin sahip olduğu irsî karakterlerin toplamına eşittir. Belli sınırlar içinde yer alan böyle bir bölge "gen havuzu" olarak da adlandırılabilir. Bu gen havuzundaki çekinik karakterler, zamanla melezleme sonucu birbiriyle karışarak yeni ve değişik karakterler hâsıl eder. Değişik renk ve ırk karakterlerine bu açıdan bakmak gerekir.

         İşte ilk insan Hz. Adem (a.s.)'ın genetik yapısında da çok farklı renk ve ırk özellikleri vardır. Tıpkı bu gen havuzu gibi, muhtelif karakterleri ihtiva ediyordu. Bütün bu karakterlerin bir anda ortaya çıkması elbette mümkün değildi. Zamanla bazı genetik açılmalar sonucu, değişik karakterler meydana geldi. Neticede, günümüzdeki farklı fertler hâsıl oldu. (Bkz. Prof. Dr. Adem Tatlı, Gerçeğe Doğru Serisi, Cilt 2, Sayı:17, İstanbul, 2000, ss. 22–24.)”

         Vesselam,

 https://www.kitapyurdu.com/kitap/olurum-turkiyem/645701.html&filter_name=selim+gurbuzer

10 Nisan 2023 Pazartesi

Ölürüm Türkiye'm

Ölürüm Türkiye'm Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY) https://www.kitapyurdu.com/kitap/olurum-turkiyem/645701.html&filter_name=selim++g%C3%BCrb%C3%BCzer

Ölürüm Türkiye'm

  •  
Mondros'un ağır şartlarını kanıyla ve canıyla bir çırpıda silip atan Necip Türk Milleti bundan böyle de önüne çıkacak daha nice zor şartların üstesinden gelebilecek güçtedir elbet. Tarihe şöyle bir göz attığımızda I. ve II. Dünya Savaşları tüm olumsuz şartlarının bize olan etkisi 'yol vergisi', 'ekmek karnesi' ve 'gaz kuyruğu' olarak yansımıştı. Neyse ki Necip Türk Milleti o söz konusu ağır ekonomik şartların altından kalkamayan şeflik idaresine karşı sandıkta “Yeter artık söz milletindir” fermanıyla iradesini ortaya koydu da bir nebze olsun nefes alabildik. Ama baktılar ki, halkın büyük teveccühüyle seçilen Adnan Menderes'in Başbakanlığında yönetilen Cennet Vatan Türkiye ayağa kalkacak, hemen alelacele içte ve dışta zinde güçler düğmeye basıp 27 Mayıs darbesiyle birlikte idam ederekten bedel ödettireceklerdir. Derken her on yılda bir yapılan darbelerle halkın iradesi kesintiye uğratılıp Türkiye'nin çağ atlama azminin önüne set çekmiş oldular. En son geldiğimiz noktada ise 15 Temmuz Paralel İhanet Çetesi darbe girişimiyle önümüz kesilmeye çalışılsa da bu kez umduklarının tam aksine hevesleri kursaklarında kalakalıp hain darbe girişimi akamete uğratılabilmiştir. Ancak bu demek değildir ki, zinde güçler bu işten vazgeçip bir daha milletimizin yakasına yapışmayacaklardır. Baksanıza hiç de milletimizin yakasından düşecek gibi gözükmüyorlar. Hani atalarımızın “Yenilen pehlivan güreşe doymaz” diye söylediği bir söz var ya, aynen öyle de dün olduğu gibi bugün de yine milletimize ince ayar çekme planı peşindelerdir. Hele necip milletimizin 'Yeni Türkiye Yüzyılı'na giden yoldaki heyecanının bir türlü bitip tükenmediğini gördükçe bu kez kültürel kodlarımızla oynayacak kadar da gözü dönmüş halde oyun içinde oyun kurmak peşindelerdir. Tarih bilincinde olanlar çok iyi bilir ki Tanzimat'la başlayan Batı hayranlığı, mankurtluğu içimizi içten içe kemirip kültürel kodlarımızda öyle derin yaralar açmıştı ki, en nihayetinde Osmanlı'yı hasta yatağına düşürüp çöküşümüze neden olmuştu. Hatta bu dönemle başlayan Batı hayranlığı sevdası halkın kültürel dokusunu tahrip etmekle kalmamış aynı zamanda halkla devlet arasında güven kaybına da yol açmıştı.
Her neyse olanlar olmuştu bir kere, bugün de halktan kopuk mankurt havariler kirli emellerinin peşinde koşadursunlar, asıl bizim için önemli olan 15 Temmuz 2016 darbe girişimine karşı kazandığımız diriliş ruhunu ve kültürel kodlarımızı her şartta ve ahvalde iri ve diri tutma beceresini gösterebilmek çok mühimdir. Şu çok iyi bilinsin ki, Yeni Yüzyıl Türkiye yolunda diriliş ruhumuzdan ve kültürel değerlerimizden taviz vermediğimiz sürece aydınlık yarınlar bizim olacak demektir. İri ve diri olmaya mecburuz da. Çünkü şöyle geriye dönüp baktığımızda dünden bugüne Ölürüm Türkiye'm yolunda nice bedeller ödendi, bunu kâh 27 Mayıs darbesinde, kâh 12 Mart muhtırasında, kâh 12 Eylül darbesinde, kâh 28 Şubat postmodern darbesinde, kâh 15 Temmuz Paralel İhanet Çetesi darbe girişiminde hep birlikte görüp yaşadık. Neyse ki bu tür bedel ödemelerle canı yanan insanımız, artık bir daha canı yanmaması için havadan, karadan atılan bomba ve mermilere, hatta üzerine gelen tanklara karşı göğsünü siper ederekten, Yeni Yüzyıl Türkiye Kızılelma'sına ışık yakmış oldu da. Ve en nihayetinde onca yaşanmışlıkların ardından artık millet ve devletin el ele verdiği büyük bir sıçrayışla çağ atlayacak Yeni Yüzyıl Türkiye'nin eşiğine gelmiş olduk. Öyle ki geldiğimiz noktada vesayet odaklarının cirit atamadığı bu kutlu yürüyüş bize Allah Resulü'nün Mekke ve Medine halkı ile beraber yürüdüğü çağı da hatırlatmakta. Hele şükür Türkiye'yi artık sırça köşklerde yaşayan Simonlar yönetmiyor, tam aksine bu milletin bağrından çıkmış Anadolu çocukları yönetmekte. Üstüne üstlük Türk tipi Cumhurbaşkanlık modeliyle yönetiliyoruz. Baksanıza Osman Gazi ve Şeyh Edebali ikilisinin Söğüt otağında Osmanlı'nın kuruluş mayasını çalıp akabinde oluşturulan Toy meclisinin kararları doğrultusunda ortaya konulan adil yönetim anlayışının zenginleştirilmiş benzer uygulama örnekleri Yeni Yüzyıl Türkiye'sinde tesis edilmek üzere de. Dün nasıl ki Horasan erenleri, müftüler, müderrisler, kılıç kabzası kuşanan alperenler Söğüt Beyliği'ne sevk edilerekten Türk'ün nabzı Osmanlı Beyliği'nde atıp Nizam-ı âlem olmuşsak, bugün de Yeni Yüzyıl Türkiye koşusunda millet devlet el ele gönül gönüle verip yeniden diriliş hamlesiyle âleme nizam olabiliriz pekâlâ. Nitekim necip milletimizin 15 Temmuz Paralel İhanet Çetesi darbe girişimine karşı tankların altına yataraktan darbe girişimini önleyip akabinde tutulan vatan nöbetleri eşliğinde 7 Ağustos günü Yenikapı'da “Hep Birlikte Türkiye olacağız” fermanıyla Yeni Yüzyıl Türkiye'nin doğuşuna ışık yakması, bu muştuyu doğrulayan bir diriliş ruhudur bu.
Gizle

Yayın Tarihi:04.04.2023
ISBN:9789754490886
Dil:TÜRKÇE
Sayfa Sayısı:612
Cilt Tipi:Karton Kapak
Kağıt Cinsi:Kitap Kağıdı
Boyut:15.5 x 23.5 cm

8 Nisan 2023 Cumartesi

ÖLÜM KATILIĞI


                                                            ÖLÜM KATILIĞI                                        

     SELİM GÜRBÜZER

     Sonsuzluk tutkusu anne karnında başladığı şundan besbelli ki anne adet kanından kesilebiliyor.  Ve böylece adet kanı dışa değil bu kez içe akıp bebeğe gıda olmak için vardır. Şayet aksi bir durum olsaydı anne karnında bebek tıpkı kurumuş meşe ağacı gibi kuruyup gelişemeyecekti. Hakeza anne rahmine düşen bir bebek şayet kendisine tanınan dokuz aylık bir konaklama süreç yerine kalıcı olarak konaklayıvermiş olsaydı hiç kuşkusuz kendisiyle birlikte annesinin de ölümüne sebep olacaktı. Bu demektir ki dokuz aylık süreç rast gele belirlenmiş bir zaman dilimi değildir, bilakis kökü kalu belaya dayanan yeni bir hayata göz kırpmanın hazırlığı bir süreçtir. Öyle ki anne karnındaki bu süreç Kur’an’da zikrolunan  toprak (gametogenez), nutfe (fertilizasyon-döllenme), âlaka (yarıklama), mudga (gastrolasyon) ve rahimde organların oluşması (organogenez)”  safhaları olarak sıralanıp en nihayetinde dünya hayatına adım atmak şeklinde vuku bulur. Hakeza dünya hayatı da çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık şeklinde safha safha gelişim kaydedip en nihayetinde ahirete göz açmak manasına ölüm vuku bulur. Şu da bir gerçek; ölüm korkusu tüm insanlığın ortak korkusudur,  amma velakin elden ne gelir ki, bikere her nefis ölümü tadacak hükmü bunu gerektirir çünkü. Öyle ya, madem doğmak var, o halde Kur’an’da zikrolunan “Sizi topraktan yarattık, (ölümünüzle) sizi oraya döndüreceğiz ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız” (Taha, 55) diye beyan buyurulan ölüm hükmü de vuku bulmalı ki Hayy’dan geldik Hu’ya gideriz manasına gerçek hayat sahibi Yüce Allah’ın azameti ve kudreti idrak edilebilsin.  Gönül ister ki ölmeden önce ölünüz bilinciyle hayatımıza çeki düzen vermiş olsak da istikamet üzere bu dünyadan göç etmiş olsak.  Nitekim ölüm öncesi sıratı müstakim üzere yaşanılacak olan bir hayat süreci ölümü korku olmaktan çıkarıp ölen kişi üzerinde vuslat düğün gecesi ölüm sevinci olarak tecelli ettirir de. Yeter ki yaratılış gayesine uygun yaşansın bak o zaman ölüm korkusu yerine Mevlana’nın tarif ettiği şekliyle düğün gecesine dönüşen kar beyaz gelinlik bir sevinç ölümün vuku bulması an meselesidir diyebiliriz pekâlâ. Ölüme birde biyolojik açıdan baktığımızda rigor mortis gerçeği ile karşılaşırız. Madem öyle, Tıbbi açıdan rigor mortis neymiş bir görelim.

        Malumunuz iç ve dış dünyamızın iletişimi sinir sistemi aracılığıyla yürütülmekte olup bu sistemin merkezi beyindir. Dolayısıyla beyin merkezi fonksiyon yönünden diğer organlara göre daha imtiyazlı konumdadır. Öyle ki, Yüce Allah (c.c) tarafından vücuda giren gıdalardan sadece saf oksijen ve en taze glikozla hem beslenmeye hem de korunmaya alınmış nevi şahsına münhasır tek organdır diyebiliriz de. Nitekim glikozdan ve oksijenden mahrum kalan bir sinir sistemi ister istemez ilk evvela beyin ölümünü gerçekleşip böylece beyin sapı denilen soğancık bölgesinden talamus’a kadar uzanan merkezi yapının yanı sıra beyin sapı ağı denilen nöron ağıyla olan irtibatlar da bir anda kesilivermiş olur.  Derken dış dünyadan gelen sinyaller bir taraftan beyin kabuğundaki özel merkezlere taşınamazken diğer yandan da ağ cisim ve korteksle (beyin kabuğunun) olan irtibatlar da sona erer. Bir başka ifadeyle iletişim kanallarının kesintiye uğramasıyla birlikte beş duyu organımızla alınan tüm bilgiler kortekse ulaşabilmekte, ancak bu bilgiler hasta tarafından algılanamayacaktır. Bu durumda hasta bilincini yitirmiş bir vaziyette,  etrafında olup bitenlerden haberdar olmaksızın gerçek ölüm nüksedene kadar koma halde kalacaktır.  Ta ki gerçek ölüm vuku bulur bu kez işin rengi büsbütün değişip kaskatı kesilmek gerçeği ile yüzleşilecektir. Şöyle ki; insan vücudu ölümden yedi veya on saat sonra şiddetli bir kasılma durumuna geçer ki bu durum Tıpta ‘Rigor Mortis’  kavramıyla ifade edilir.  Yani Rigor Mortis kavramından maksat ölümün vuku bulmasıyla birlikte parlaklaşmış halini kaybedip opaklaşmış (katılaşmış) hale dönüşmesidir. Öyle ki ölümden sonra kaslar belli bir tertip üzere kademe kademe katılığa uğrayıp ilk olarak kalp diyagramı, sonra yüz ve ense kasları, daha sonra ise alt ve üst taraf kasları ve en nihayetinde karın kasları katılaşır.

         Peki, ceset kas katı kesildikten sonraki ölen kişinin hali nice olur derseniz, olacak olan besbellidir, bu kez ölüm katılığı 15–20 saat sonra yavaş yavaş kompozisyonunu değiştirerek çözülmeye başlar. Nasıl ki ölüm katılığı belli bir tertip üzere kademe kademe vuku buluyorsa bunun tam tersi olarak katılığın çözülmesi de aynen belli bir tertip üzere kademe kademe gerçekleşir ki, işte böylesi bir çözünme süreci Tıpta ‘Nisten serisi’ kavramıyla ifade edilir.  Nitekim ölüm şeklinin ne zaman ve nasıl olduğu vs. gibi hususlar Nisten serisi bağlamında otopsisi yapılarak belirlenip raporlandırılmış olur da. Tabiî ki burada belirlenen tanı maktulün ölüm sebebinin teşhisidir,  ruhi yönü ise bilim dünyasının hiçbir zaman erişemeyeceği bir sır olarak kalacaktır. Öyle ya son nefeste vazifeli melek devreye girdiğine göre bu boyut tamamen Tıbbın alanının dışında inançla boyutuyla alakalı bir durum olması hasebiyle bunu gözlemleyecek ne bir ölçüm aleti keşfedilebilir, ne de bu durumu gözlemleyecek bir cihaz var edilebilir. Dolayısıyla rigor mortis hadisesine metafizik boyutuyla değil de dünya gözüyle baktığımızda biz sadece kalp kasının gevşeme sırasında kan alarak kasılma durumuna hazırlık yaptığı ve böylece kasılmayla birlikte kasların glikojen tükettiğini gözlemlemiş oluruz. Öyle anlaşılıyor ki kalp ve solunum kasları bu glikojen depoları sayesinde bir ömür boyu çalışır halde işlerlik kazanmışlar, ta ki sekerat anı yaklaşıp elden ayaktan düşer hale gelinir işte o zaman önce kol kasları, sonra yüz,  daha sonra ayak ve karın kasları aktif halden pasif konumuna geçmekte olduğu görülür.  Hayvanlarda malum bud kasları daha aktif haldedir hep. Onun için et kalitesi en düşük olan kısım olarak addedilir.  Bir hayvan avcı tarafından uzun müddet kovalandıktan sonra vurulursa hemen katılaşır. Fakat deney hayvanları bundan istisnadır hemen katılaşmaz. Bu yüzden fare, kobay, tavşan gibi deney hayvanları bilimsel çalışmalar için daha çok tercih sebebidir. Nitekim bu hayvanların ölüm sonrası kas içerisine yerleştirilmiş uyarıcı elektro şok ve benzeri aletlerle üzerlerinde yapılan denemelerde en ufak uyartı da bile sinir uçlarının tepki verdikleri gözlemlenmiştir. Tabii söz konusu deney hayvanı değil de insan olduğun da ise ölüm sonrası elektro şokla uzun süre uyarılsa da kaskatı kesilen kasların tepki vermeyeceği görülecektir. Buradan hareketle ölüm sırasında maktulün cinayetle mi öldürülmüş, zehirlenerek mi ölmüş, uykuda kendi kendine mi ölmüş,  kalp krizinden mi ölmüş,  intihar ederek mi ölmüş vs. gibi ölüm nedenini bulmaya yönelik soruların cevabı yapılacak olan otopsiyle belirlenecek bir durumdur. Dahası Adli Tıp’ın konusuna giren bu durum otopsi sonrası gerek toksikoloji,  gerek patolojik, gerekse DNA analiz vs. çalışmalarıyla da aydınlanacak bir husustur bu.

         Bilindiği üzere insan ölüm öncesi yediği potansiyel enerjik içeren gıdaları her nefeste aldığı soluduğu oksijenle yakmak suretiyle kimyasal enerjiye dönüştürüp bu sayede hayatını ancak iri ve diri tutabiliyordu.  Derken hayat enerjisi diyebileceğimiz bu adenozin trifosfat (ATP) molekülleri eşliğinde vücudumuzun tüm organları hayat bulup böylece bir ömür boyu işlerlik kazanmış olurlar. Ta ki ne zaman ecel kapıyı çalar, işte o gün vücut kimyası entropisinin artış kayd etmesiyle birlikte hayat enerjisinde geri tepme denen ölümün habercisi birtakım maraz durumlar nüksedecektir.  Negatif geri tepme de malum Tıp dilinde daha çok hayata tutunmanın denge durumunu ifade eden bir kavramdır.  Hele bir insanın hayat dengesi sarsılmaya bir görsün o an artık geri dönüşü olmayan bir sürecin içerisinde kendisini bulması an meselesidir diyebiliriz.  Bu bazen maksimum bazende sıfır noktasında negatif tepme denge ayarından hızla uzaklaşmayla kendini gösterip sistemin tüm bilgi ağlarına olan giriş (input)  ve çıkışların alarm vermesiyle hayatı sonlanmış olur. Tıpkı bu elektrik kontağının kesilmesi hadisesinde olduğu gibi pozitif geri tepme (ölümle)  diyebileceğimiz nefesin kesilmesi şeklinde vuku bulan hayata veda ediş anıdır bu.  Öyle ki ölümü müteakip kaslarda anaerobik metabolik olaylar alarm vermesiyle birlikte ATP depoları hızla tükenmeye yüz tutup böylece oksijenden mahrum kalan dokularda entropinin artmasına yol açan hazin bir sonun ardından katılaşma hadisesi baş gösterir de. Değim yerindeyse ATP gibi hayat kaynağı birçok enerji ocaklarının tütmemesiyle birlikte önce tedrici olarak ölüm katılığı (Rigor motris) vuku bulmakta akabinde mikrobik kokuşmaya paralel olarak yine tedrici olarak katılığın çözülmesi eşliğinde kas proteinlerinin bozunumu denen çürüme olayı vuku bulmakta.  Dahası topraktan geldik toprağa dönüşümüz vuku bulmuş olur.

       Velhasıl-ı kelam, her nefis ölümü tadacaktır,  bundan asla kaçış yoktur,  zira Baki olan sadece Allah’tır.

         Vesselam.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/olurum-turkiyem/645701.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer