HAYVANLAR ÂLEMİ
SELİM GÜRBÜZER
PİRE
Adı: Pire
Konakladığı mekân:
Canlıların üzeri, yer döşemelerin çatlak araları, ev ve iş yerlerinin birçok
alanları.
Yiyecekleri: Hayvani artık, deri
pulları ve kan.
Üremeleri:
Dişiler hangi optimal şartlarda olursa olsun hemen hemen her yere yumurtalarını
bırakabildiklerinden neslin devamı bakımdan pek sıkıntı çekmezler.
Pire konuk olacağı avının
kokusunu hissetmeye dursun ansızın bir sıçrama hareketiyle derhal o canlı
üzerine çöküp, deri döküntüleriyle birlikte kanını emip beslenmenin zevkini
çıkartabilen bir hayvan. Yani en biricik işi kan emmektir. Hele bir sıçrayışı
var ki kendi fiziki boyunun elli katı mesafe kat etmekle kalmayıp takla bile
atabiliyor. Öyle ki; takla atarken es kaza düşse, hiç önemi yok. Çünkü elastiki
yapıya sahip olma özelliği sayesinde zerre miskal incinmezler. Zaten yan
böğrünün yassı oluşu konakladığı canlının kılları üzerinde kızak misali kayıp
gezinmesine büyük bir avantaj sağlamakta. Her ne kadar dıştan baktığımızda
fiziki yapısı pek ayırt edilmese de mikroskop altında tüm azaları
görülebiliyor. Nitekim mikroskobik inceleme sonucunda; ön ve orta bacak
eşlerinin kısa, arka bacaklarının ise uzun olduğu, her şeyden öte kanatsız
grimsi kahverengi bir küçücük canlı olduğunu fark ederiz.
Dişi pirelerin
bıraktıkları beyaz yumurtalar o kadar küçük ki siyah bir kumaş üzerinde bile
fark etmek zordur. Malum larvalar düştükleri yerde biriken tozlarla
beslenirler. Tabii bu arada daha henüz yavru oldukları için ilk etapta kan
emici özelliği taşımazlar. Olsun Rabbül âlemin onu bu haliyle bile
rızklandırmakta. Şöyle ki; onu yaratan güç yassı bir ipek kozasının içerisinde
pupa halde büyütüp belli bir müddet saklı tuttuktan sonra olgunlaşma dönemine
doğru “Enginlere sığmam taşarım”
misali kozayı yırtacak ilhamı veriyor. Böylece kendini kozadan dışarı
atabiliyor. Artık hayata sıçrama zamanının geldiğini fark eden pire bu noktadan
sonra rahatlıkla kan emecek düzeye gelmiş olur. O halde bu durumda bize yolun
açık olsun demek düşer. Madem Allah insana yürü kulum diyor, kulda gereğini yapıp yürümeli. Baksanıza pire
yürümek bir yana, sıçrıyor da.
Demek ki, pireler omurgasız ve kan emerek beslenen
kanatsız böceklerdir. Çıplak gözle görülmese de vücudunun alt kısmında toplam
altı adet ayak olup, bu sayede kendi vücut uzunluğunun 200 katı
zıplayabiliyorlar. Keza söz konusu böceklerin tüm fiziki unsurları çıplak gözle
görülmese de mikroskop altında iyi incelendiğinde baş kısmında 2 adet keskin
göz, kendi aralarında iletişimi sağlayacak anten, ayakuçlarında çengel ve
vantuzların varlığı görülecektir.
İnsanların zaman
zaman pirelenip kaşındıklarına şahit oluruz. Çünkü gerek büyük baş hayvanlar ve
gerekse bizler kaşınırken onlar afiyetle kanımızı emdikleri gibi işi bittikten
sonra yumurtasını bırakıp çekilmekteler. Böylece bulaşıcı bir hayvan olarak
onları her an ensemizde hissederiz. Dolayısıyla mümkün mertebe pireli
ortamlardan uzak kalmakta fayda var. Gerçi günümüzde pireye karşı birtakım
kimyasal dezenfektan ve birtakım ilaçlamalardan olsa gerek artık etrafımızda
pirelenen insan pek göremez olduk.
Şurası muhakkak onlar daha çok evcil hayvanlar vasıtasıyla bize bulaşmakta.
Derken birçok hastalıklar onlar vasıtasıyla vücudumuza sirayet ediyor. Hatta hiç tahmin edemeyeceğimiz bir şekilde
hemen hemen her yere zıplayıp yatak yorgan dâhil evimizin her alanına veya
kuytu yerlere bıraktığı yumurtalar yoluyla neslini devamını sağlıyorlar.
Dünyanın her tarafında 1500 kadar pire türünün olduğundan
dem vurulmakta. Bu türler arasında kan emenler olduğu gibi farklı bir şekilde
beslenenler de var. Nitekim su piresi ve pamuk piresi bunların tipik bir
misalidir. Anlaşılan birçok tür hem bitkisel, hem de su da yaşayan organik
maddelerle beslenmekteler. Bizler onları
kan emen bir böcek olduğuna odaklanırken bu arada bilmem farkında mıyız
pirelerin karnının altında bulunan deliklerden ses dalgaları yaymalarının yanı
sıra, yüksek frekansa hassas sesleri işittiklerini gözden kaçırmış oluyoruz.
Oysa asıl üzerinde durulması gereken mucizevî olay bu olsa gerektir. Her ne
kadar insanlar kendi aralarında tartıştıklarında; “Pireyi deve yapma” deseler de meğer onlar en az deve kadar birçok
özelliklere sahip yaratıklarmış.
GÜVE
Bir tür böcek ve
kurtçumsu minicik kelebek hayvanlardır. Dıştan bakıldığında kanatların donuk
olduğunu sanırız. Fakat mikroskop altında incelendiğinde harika bir sanat eseri
karşısında olduğumuzu fark ederiz.
Genelde odun, kumaş
ve kürk üzerinde beslenirler. Bu yüzden tırtıllar mağaza ve ambarlarda büyük
zarara yol açan canlılar olarak dikkat çeker. Olur ya bir gün elbise dolabınızı
açtığınızda raflara katlayıp özene özene dizdiğiniz birçok yünlü elbiselerinizin
deforme olduğunu gördüğünüzde eve hırsız mı girdi diye sakın şaşmayın. Biliniz
ki bu başınıza gelen durum büyük bir ustalıkla kemirip kendisine ziyafet çeken
güvenin açtığı işten başkası değildir. Hatta elbiselerinizi silkelediğinizde
uçuştuklarını bile görmek mümkün. Sadece
elbiseleri kemirseler yine iyi, yünlü halılarımıza bile musallat olabiliyorlar.
Dolayısıyla kürklerinizi, kumaşlarınızı sık sık fırçalamanın yanı sıra
gerektiğinde her mevsim havalandırmakta fayda var. Ayrıca dolap veya sandığa
kâfurun, naftalin gibi tozları da koymayı ihmal etmemek gerekir.
Güveler aynı
zamanda tarla ve ambarlarda stoklanan buğday ve mısıra da zarar vermekteler.
Özellikle yazın dişi kelebeklerin başaklar üzerine bıraktıkları yumurtalar
bulaşmanın ilk adımını teşkil eder. İkinci adım yumurtadan çıkan tırtıl evresi
olup, bu evre de besleneceği gıdayı
içinden çıktıkları yumurta kabuğundan sağladıkları gözlemlenmiştir. Derken
beslenme sırası başaklara gelip, malum
başak tanelerinde gıdalanma içten içe kemirmek şeklinde gerçekleşir. Üçüncü
adım ise tahılların hasat edildiği dönemde tırtılların verdiği ikinci dölün
ambarda stok halde bulunan danelere yerleşmesiyle vuku bulur. Şayet ambarlar
yerleştirilen buğdaylar birtakım kimyasal dezenfektanlarla muamele edilmezse
yediğimiz her ekmek sağlığımız için tehdit unsuru oluşturması ihtimal
dâhilindedir. Demek ki güveyi yaratan Allah, önce güveyi yumurta, sonra tırtıl,
daha sonra kanatlı bir kelebek halinde elbise,
un, makarna, erişte ve kuru üzüm gibi gıdalar üzerine salıverip
rızklandırmakta. Niye salınıyor demeyin. Zira yaratan böyle murad etmiş,
dolayısıyla kula düşen hikmetinden sual eylememesidir.
Tüm bunlara
ilaveten dikkat çeken bir ipek böceği güvesi var ki minicik boyuna rağmen koku
alma konusunda onun emsali böcek yoktur diyebiliriz. Nitekim Rabbül âlemin onu
iki duyarlı antenle donatmasıyla birlikte bu rekor ona has kılmıştır. Öyle ki bu donanım sayesinde dişisinin
kokusunu 12 kilometre uzaklıktan bile hissedebiliyor.
PEYGAMBER DEVESİ (Mantidae)
Böcek familyasından
bir hayvan olup, onu hep peygamberdevesi olarak biliriz. Genellikle yaşadıkları
yerler tropikal ve subtropikal bölgelerdir. Tip itibariyle kafası üçgenimsi,
antenleri kıl gibi ince ve uzun, bacakları birbirine eklemlerle ekli olup biri
dikenli, diğer ikisi uzun parçalı, vücudu ise uzun ve ince yapı görünümdedir.
Anlaşılan o ki, bu donanım boşa dizayn edilmemiş, bilakis avını yakalayacağı
sırada ayaklarındaki iki uzun parçasını kıskaç hale getirip kıskıvrak avlamak
için tanzim edilmiş. Tabii daha başka maharetleri de var. Şöyle ki; kamuflaj olma özelliği sayesinde gezindiği
yerlerdeki doğal renginden ziyade kendini daha çok çiçeğe benzetip hem
düşmanından korunur, hem de gerektiğinde renkten renge girip avını tuzağa
düşürebiliyor. Bazen öyle oluyor ki avını liken ve parlak çiçek renginin
dışında karınca kılığına girerek bile avlayabiliyor. Nasıl derseniz, önce
kıskaçlarını kullanmadan pür dikkat hareketsiz bir vaziyette avını gözetleyip,
daha sonra avını avlayabileceğinden emin olduğunda ön kısmı kalkık vaziyet alıp
bacaklarını kıskıvrak bir şekilde avı üzerine yapıştırmak suretiyle
gerçekleşir. Bu arada gözlerden kaçmayan dikkat çeken bir husus var ki, avını
avlayacağı sırada kalkık vaziyette pozisyon aldığı durum hep dua eder gibi
algılanmış olup, insanlar ona
peygamberdevesi gözüyle bakmışlardır. Olsun avı için dua edermiş gibi görünse
de doğru olan bir şey var ki, o da fiiliyatıyla gıdasına kavuşmasıdır. Derken
daha çok karınca, hamam böceği, sinek vs. böceklerle kendine ziyafet
çekmektedir. Ayrıca peygamber devesinin yamyamlık özelliği de var. Şöyle
ki; çiftleşme anında dişiler erkekleri
bile yiyebiliyor. Neyse ki erkeğin kafası koparılsa da her halükarda çiftleşme
gerçekleşebiliyor. Yumurtlama ise ya ağaç kabuğu, ya da çalılar üzeri
olmaktadır. İlginçtir bunlar aşırı obur hayvanlar olarak ta dikkat çekerler.
Dolayısıyla yediği besinler zehirli de olsa midesi kaldırabiliyor. İşte
çiftçiler söz konusu tüketici yönlerini çok iyi bildiklerinden tarlalarda
zararlı haşerelere karşı yumurta keselerinden faydalanırlar. Böylece
haşerelerin bertaraf edilmesiyle birlikte çiftçilerin yüzü aydınlanıverir. Keza
bu hayvanlar yumurtalarını titizlikle muhafaza etmek içinde kuyruk üzerinde
ipeğe benzer bir köpükle sert bir duvar örerler. İşte bu sert duvarlar arası
dizili olan ceviz büyüklüğünde ki yumurtadan çıkan 350 civarı yavru, yaz
mevsimiyle birlikte hayata merhaba deyip işe koyulurlar.
AĞUSTOS BÖCEĞİ
Özellikle bunlar sıcak bölgelerin tombulsu gözde çalgıcı
böcek hayvanlarıdır. Belki inanmayacaksınız, ama gerçek. Türkiye’de 4 yıl,
Amerika’da ise 17 yıl toprak altında uyuduktan sonra hayata göz kırpan bir tür
var. Dile kolay 17 yıl. Bu olay Hz. İsa (a.s)’ın havarilerini hatırlatır bize.
Zira havariler 300 yılı aşkın bir süre mağarada uyuduktan sonra mucizevî bir
olayla hayata dönmüşlerdi. Ağustos böceği 17 yıl sonra gözünü açsa bile beş
haftaya kalmaz, her fani gibi o da yaz sonu çiftleştikten sonra hayata veda
edecektir elbet. İşte o beş haftalık kısa bir zaman dilimi neslinin devamına
yetiyor artıyor da. Şöyle ki; dişi ağustos böceği keskin uçlu uzantılı
borusuyla ağaçların genç sürgünleri üzerine sondaj yapıp yumurtalarını oyduğu
kısma yerleştiriverir. Hatta Yüce Allah hortumlarını keskin donanımlı yaratmış
ki gagalarıyla tırpanladığı ağaç filizleri yeniden filizlenmesin. Aksi takdirde
filizlenen ağaç dalları yavruların oyuktan çıkmasına mani olacaktı. Böylece bu
donanım sayesinde altı hafta sonra larvaların çıkması sağlanır. Larvalar da
tıpkı annelerinin bir zamanlar yaptığı gibi önce kendisine uygun ağaç kök
bulur, sonra köke yapışıp kök öz suyunu emerler. Daha sonra kazıcı ön ayaklarıyla toprağı
kazıp 17 yıllık bir hayat evresini geçireceği yerde erginleşene kadar uykuya
dalarlar. En nihayetinde topraktan haşir
misali diriliş gerçekleşir. Nitekim
dirilişin akabinde ağaç gövdesine tırmanıp kabuk değiştirmesiyle birlikte
içerisinden zayıf yapıda çift kanatlı rengârenk ağustos böcekleriyle
karşılaşırız. İyi ki de varlar. Çünkü onlar havadan uçuşurken inleyen nağmeler
ruhumuzu dinlendirmekte. Belli ki Yüce
Allah biz aciz kullara larvanın ağustos böceğine dönüşmesi dâhil tüm 17 yıllık
bir safahatın karşılığı zikre dalış ötüşlerini dinletme lütuf’unda bulunup,
ömre bedel bir olay yaşatıyor. Derken 5 haftalık zikir senfoni sonrası annesi
gibi bir ağaç dalına yumurtlamanın ardından ömrünü tamamlayıp “Ya baki entel
baki” dercesine ötelere göç eyler.
İPEK
BÖCEĞİ
Adı üzerinde ipek
böceği, ama aslında o narin bir kelebek. Şöyle ki kendisini savunmak adına
ördüğü ipek kozası sayesinde bu adı almış. Belli ki koza kendisinin salgıladığı
sıvı sayesinde oluşmakta. Bu durumun farkında olan üreticiler her bir
kelebekten önceden hazırladıkları beyaz kâğıtlar üzerine 450–500 civarı yumurta
yumurtlamasını sağlarlar. Derken yumurtalar kuluçka makinesine alınıp 20 gün
içerisinde belirli ısı şartlarında larvaya dönüşürler. Artık bu noktadan
sonra larva yumurta kabuğunu kırıp beslenme devresine geçiş yapar. İşte bu devrede dışarı çıkan larvalar her iki
üç saatte bir dut yaprağı ile besiye alınırlar. Böylece 1,5 ayın sonunda büyüme
ve gelişim devresini tamamlamış olan larvalar yaklaşık 7,5 santim boyunda pupa
evresine terfi ederler. Fakat pupa konumdayken ayakları olmadığından hareketsizdirler.
Olsun, onu bu halde bile koruyan bir donanım olacaktır elbet. Nasıl donanım
derseniz, gayet kolay. Zira pupa, koza örüp kendisini korumayı bilecektir.
Tabiî o bu işi koruma adına yaparken ördüğü ipeklerin tekstil sanayinde paha
biçilmez bir iplik olacağını bilemeyecektir. Varsın bilmesin, kendisi bilmese
de Halik biliyor ya. Keza kulda bildiğinden bu aşamada özel itinayla
hazırladığı bir çöp veya ağaç filizine tutunacak tertibatı ihmal etmez de. Niye
etsin ki insanoğlu çok iyi biliyor ki pupanın üst dudak deliğinden çıkan
salgının havayla teması sonucunda zamklaşmasıyla birlikte tutunduğu dalın
etrafını tel tel dolamaya başlayacak, derken üç gün içerisinde pupa kozasını
sonlandırmış olacaktır. Hani derler ya her çilenin sonunda bir aydınlık var
diye. Aynen öyle de koza aşamasından sonra sıra artık kelebek olma zamanıdır.
Ancak ne var ki çiftçiler buna geçit vermezler. Çünkü kozadan çıktıkları andan
itibaren ördüğü ipekleri parçalayıp koparacaklardır. Dolayısıyla bu aşamada
koza halde fırına verilirler. Kelebek olmasına müsaade verilen pupaların çok az
bir kısmı ise çiftçilerce yumurtlasın diye alıkonulurlar. Bunun dışındakiler
fırın veya sıcak su buharında öldürülürler. Böylece fırınlamaya verilen kozalar
açıldığında makaralara sarılan bir kozadan takriben 1000 metre uzunluğunda
iplik elde edilir. Meğer Çinlilerin yıllarca sır olarak sakladıkları ipek
kumaşı, ipek böceğinin kozasında gizliymiş. Fakat gün geldi sır zır olunca
tekstil dünyasının yüzü aydınlanıverdi. Onlar sevine dursunlar biz onun önce
yumurta halinden larva haline geçişine, dut yaprağından nasıl beslendiğine,
bundan öte insanların hayrına ipek yapmayı nasıl öğrendiğine, sonra da
kanatlanıp nasıl kelebek olduğuna hayranız. Dahası tüm bu başkalaşım evrelerini
ilham eden Allah’a hayranız.
KELEBEK
Tırtılın bir gün
kelebek haline dönüşeceğini çoğu kimse kestiremez. Çünkü ikisi arasında bayağı
fark vardır. Biri kanatsız solucanı andırır, diğeri ise rengârenk kanata sahip
uçuşan bir küçücük böcek pozisyonundadır. Dişi kelebek sanki bir yerden emir
almışçasına erkek kelebek tarafından döllenmiş yüz veya birkaç bin arasında
yumurtasını yaprağın yanına bırakır. Bırakması da gerekir. Çünkü neslin devamı
için buna mecburdur. Düşünsenize daha
henüz tırtıl larva aşamasındayken vaktaki güç kazanır o gün geldiğinde yumurta
kabuğunu kırıp kurtçuk halde dışarı çıkmasını bilecektir. Peki, dışarı çıkınca
ne olacak. Tabii ki ilk iş hemen yanı başında bulunan yaprakları yeyip kendini
beslemeye almak olacak. Özellikle dut yaprağı birinci derece gıda kaynağı olup,
yeteri kadar bu kaynaktan beslendikten sonra zaman içerisinde alt dudağının
altında dökülen salgı bezinden çıkan sıvı iplik şekline dönüşecektir. Peki
sonrası? Sonrası malum ipek ipliği ile yaprağa tutunup vücudu etrafında kendine
bir ağ örecektir. Ki; bu ördüğü ağ ona koza olur. Derken koza içerisinde
geçirdiği bir takım değişimler sonucu pupa (krizalit) devresine adım
atılır. En nihayet aylar süren bir süreç tamamlandığında izleyenleri mest eden
renkli kanatlı kelebeğin kırlar veya bayırlarda çiçekten çiçeğe dolaşıp
uçuştuğuna şahit oluruz. Anlaşılan tırtıl, bir zamanlar yaprağın üzerinde
sürünürken gün gelip kuş misali uçacağını kendisinin bile inanmayacağı bir
uçuşa geçmektedir. Şimdi o bu durum karşısında; “Bir zaman yumurtaydım,
sonra tırtıl, daha sonra koza ve en nihayet herkesin gıpta ile seyrettiği ve
etrafa neşe katan bir kelebeğim” diye övünse yeridir. Bir başka en
ilginç yönü de ince hortumu vasıtasıyla bitki sularını içmesidir. Ki, buna
mecburdur. Çünkü onu yaratan çene ve gagadan mahrum yaratmış. Neyse ki
hortumuyla önce konduğu çiçeği kontrol etmekte, ardından gereken besini alıp
Yaratana şükretmekte.
ATEŞ
BÖCEĞİ
Geceleyin kırda
bayırda dolaştıysanız bir anda etrafınızda yansıyan ve boşlukta dalga dalga bir
ışığın parladığını görmüşsünüzdür. İşte o ışık saçan fener ateş böceğinden
başkası değildir. İlginçtir böceğin vücuduna giren oksijenin sinir ağıyla
reaksiyona girip, daha önceden var olan karnında ki beş çeşit kimyasal maddeyle
sentezlenince etrafa ışık saçabiliyor. Bu ışık sadece etrafı aydınlatmakla
kalmayıp, aynı zamanda erkek ve dişi ateş böceklerin kendi aralarında irtibatı
sağlayan bir iletişim şebekesi işlevi de görür.
Böylece bu işaretleşmeler sayesinde izdivaç gerçekleşmiş olur.
ELMA
KURDU(Sinek)
Yuvasız hayvan olmaz
elbet. Çoğu hayvan kendini korumak adına kendi çapında yuva yapma için uğraşıp
dururken, öylesi var ki; hiçbir zahmete katlanmadan kendini tatlandırılmış bir
ortamda bulmanın zevkini yaşar. Sözünü ettiğimiz şey sineğin oluşum evresiyle
ilgili elma kurdundan başkası değildir. Belki yazın elma ağaçların etrafında
uçuşan sinekler dikkatinizi çekmiş olabilir. Belli ki iş olsun diye
uçuşmuyorlar. Dişi sinek olgunlaşmış elmanın üzerine konduğunda hemen vücudunun
altında yer alan keskin tüpüyle delik açıp tüp içerisinde ki yumurtalarını
elmanın içerisine şırınga edebiliyor. Böylece enjekte edilen yumurtalar bir
süre sonra tıpkı bir çocuğun anne karnında dokuz aylık geçirdiği embriyolojik
gelişmenin bir başka benzer aşamalarını tamamlamasıyla birlikte kurda
dönüşecektir. Ta ki bu durum elma karnında zevki sefa içerisinde beslenip
sonbaharla birlikte elmalar olgunlaşıp ağaç dibine düşene kadar devam eder. Derken
sonbahar onun için bir doğum günü olup, tıpkı anne karnında doğan çıplak çocuk
misali elma rahminden dışarı çıktığında toprağı için için oymaya başladığında
yazlık hayatından kışlık hayatına sürünerek göç eyler. Toprak bu noktada elma
kurdu için ikinci bir ana rahimdir. Tabii bu ikinci ana rahminde başkalaşım
evreleri var olup, söz konusu aşamaları geçirdikten sonra yaz mevsimi
kabuğundan çıkıp karşımıza sinek olarak çıkar. İşte sinek dediğimiz, aslında
önce yumurta, sonra elma içerisinde kurt ve en nihayet toprak ana rahminden
dışarı çıkıp havada uçuşan çift kanatlı bir canlı demektir.
SİVRİ SİNEKLER
Sivrisinekler tıpkı
tırtıllar gibi başkalaşım geçiren böcekler olup, başkalaşım evreleri dört
safhada gerçekleşir. Nitekim yaz kış demeden hangi başkalaşım evresinde olursa
olsun fark etmez gerek su içerisinde geçireceği yumurta, larva ve pup evreleri,
gerekse karada geçireceği olgunlaşma dönemleri başarıyla tamamlanır. Geçirmiş
olduğu evrelerden anlaşıldığı üzere az bir su gölcüğü onun bu aşamaları
geçirmesine yetiyor, artıyor da. Fakat yinede her aşamasında bir takım
şartların oluşması gerekir. Mesela yumurtadan çıkacak olan yavrular için
optimal sıcaklığa sahip bir ortam olması gerekir ki gelişebilsinler. Aksi
takdirde aşırı sıcak veya kuraklık yumurtaların oluşumunu sekteye
uğratabiliyor.
Sivrisineklerin en
belirgin özelliği insan veya hayvan kanı emmesidir. Sineğe kan emme ilhamını
veren Allah, parmağımızdan çıkan
harareti hissetme yeteneği de verecektir elbet. Öyle de zaten. Nitekim
parmaktan çıkan hararet havada dalga oluşturduğundan duyargası vasıtasıyla
hemen fark eder de. Bu arada sivrisinek kan emer emmez, kanın pıhtılaşmasını önleyecek sıvı çıkarmayı
da ihmal etmez. Demek ki etrafımızda
vızıldayarak uçuşmalarının sebebi hep bu kan içinmiş. Aynı zamanda bu sesler
erkek ve dişi sivrisinekler arasında çiftleşme melodileri olarak
değerlendirilir. Şurası muhakkak sivrisineklerin bitki ve meyve sularını emerek
beslenen türleri de mevcut.
Bu arada sivrisineklerden
hoşlanmamız gayet tabii bir olay olarak karşılamak gerekir. Çünkü sarıhumma,
fil hastalığı ve sıtma gibi hastalıklar onun vasıtasıyla bulaşmakta. Neyse ki virüs kaynaklı hastalıklar bunlar
tarafından taşınamamaktadır. Bu yüzden bu kadarına şükr etmek en doğrusu.
Birde karasinekler
var ki; Yüce Allah onları üç bacaklı,
ayaklarını iki tırnak olacak şekilde yaratmış. Böylece bu ayak yapısı
sayesinde tavanda bile gezinebiliyorlar. Belli ki minicik ayak tırnaklarına
yerleştirilen yapışkanımsı madde her tür zeminde yürümesini
kolaylaştırabiliyor. Onlar gezine dursun, şu da bir gerçek bunlarda tıpkı
sivrisinekler gibi mikropların barındığı yerlere konması dolayısıyla birtakım
hastalıkları tetikleyecek şekilde gezinip duran hayvanlardır. Bu yüzden onların
bulunduğu ortamlarda açıkta yiyecek bırakmamakta sayısız faydalar var elbet.
Neyse ki onlarla iç içe yaşamamıza rağmen yine de pek sık hastalanmayız.
Allah-ü Teala söz konusu sinek kanatların birini panzehirli yaratması hasebiyle
diğer kanadıyla taşıdığı zehir etkisiz hale gelebiliyor. Bu yüzden
Peygamberimiz (s.a.v) yemeğe düşen bir sineğin tamamının batırılması noktasında
tavsiye buyurup, böylece 1400 yıl öncesinden sinek kanatlarından birinin
panzehir olduğuna işaret etmiştir. Ki; İbnu Mace’de Ebu Saidi’l Hudri
(r.anh)’tan rivayet bir hadisi şerifte; “Sineğin
iki kanadının birinde zehir, diğerinde şifa vardır. Eğer bir tarafı yemeğe
düşerse, onu içine iyici batırın (sonra çıkarıp atın). Çünkü o, önce zehri (kanadını
banar), şifa(lı kanadı) geri bırakır” diye buyrulmuştur.
KARINCALAR
Sosyalleşmeden
bahsederiz, ama her nedense bir türlü karınca misali sosyal olamıyoruz. Zaten
karıncalardan yeteri kadar ders alınsaydı, belki de sosyal hayatımız kararıp
solmayacaktı. Baksanıza karıncalar küçük varlıklar olmasına rağmen vücutlarının
50 kat üstü yük kaldırabiliyorlar. Üstelik yaptığı işi severek yapmaktalar.
Keza bir insan da karınca misali işini severse birçok işi yapacak düzeye
gelebiliyor. Demek ki karıncalar kemiksiz zayıf yaratıklar görünse de yaptığı
işlere bakınca güçlü varlıklar olduğu ortaya çıkıyor. Bir kere kendi aralarında
iş bölümü yapması onları daha da güçlü kılan bir husus... Düşünsenize dünya
üzerinde 10 bin çeşit karınca türünün hemen hepsi küçücük yaratıklar, ama güçlü
çene yapılarıyla sert yiyecekleri bile parçalayacak güce sahipler.
Öyle karıncalar var
ki; kendi dışında bir takım hayvanlardan istifade edebiliyorlar. Nitekim Aphide
ve Coccid gibi obur minicik böceklerden bile bir inekten süt sağar misali emip
beslenebiliyor. Yine bir başka karınca çeşidi var ki bitki biti diye bilinen
böceğin suyunu (şekerli bal özü) toplayıp en iyi şekilde
yararlanabiliyor. Anlaşılan bu tipler geçimlerini hayvancılık üzerine kurup
yaprak biti ve yeşil sinek yetiştirmeye adamış durumdalar. Özellikle bu iş için
sonbahar mevsimi bulunmaz bir fırsat teşkil eder. Yani bu mevsim bitki
bitlerinin yeraltında karınca yuvalarına taşındığı güz dönemidir. Malum
ilkbahar geldiğinde ise bitki biti yumurtasından yumurtalar çıkmasıyla birlikte
yavru bitler ot kök odalarına aktarılır. Tabii taşınacakları mekân mısır kökü
olursa daha iyi olur. Çünkü yavru bitler en çok mısır köklerinden hoşlanırlar.
Derken mısır köklerine nakledilme işlemi mısır filiz verene dek sürer. Böylece
karıncalar emeklerinin karşılığı onlardan bal elde etmiş olurlar. Belli ki
bahçıvanlar; karınca ve bitki bit kökleri arasında ortaklaşa işbirliğine dayalı
düzenin en canlı şahidi konumunda olmaları hasebiyle bu tip bitki bit böceklere
karınca ineği demişlerdir. Bahçıvanlar
gayet iyi biliyorlar ki sıvı damlalarını toplayan karıncalar olmasa yapraklar
damlacıklarından geçilmeyecekti. Bu yüzden bahçıvanlar karıncalara teşekkür
borçlular. Hakeza karıncalarda öyledir. Yani ortada karşılıklı yardımlaşma söz
konusu. Zira karıncalar bit sayesinde hem kendine, hem de diğer karıncaların
beslenmesine vesile olmaktalar. Zaten karıncalar bunun gereği olarak bitleri
kendi yuvalarında konuk etmekle kalmayıp onları kışın ayazında korumanın yanı
sıra bahar yaklaştığında otlanmalarını veya güneşlenmelerini sağlıyorlar. Hatta
güneşlenen yumurtaların çatlayıp neslinin devamına yardımcı olurlar.
Peki, bitki
bitinin yumurtası olur da karıncanın olmaz mı? Elbette olur. Mesela bir kraliçe
beyaz karınca var ki; günde 30.000 yumurta bırakıyor. Nasıl oluyor demeyin.
Belli ki onu yaratan beyaz karıncanın profilini yumurtası içerisine kodlamış.
Dile kolay 30.000 yumurta, sene hesabına vurursak rakamlar daha da
büyüyecektir. Anlaşılan olaya “Doğa ana” gözüyle bakanlar bu sayı
karşısında tabiat tufanında boğulmaya mahkûm kalacaklardır. Bizler ise
Yaratıcının kudreti karşısında bir kez daha şükrümüz artacaktır.
Güney Amerika’nın
bazı bölgelerinde öyle karıncalar var ki; meyve bahçeleri veya koruları istila
etmeleriyle birlikte yaprakları bir bir kıyıp gübre haline getirirler. Bu arada
yuvalarına dönüşü sırasında beraberinde şemsiye tarzı yaprak üzeri taşıdıkları
minicik karıncalar dikkat çeker ki;
bunlara şemsiye karıncalar
denilir. Derken yolculuğun sonunda güçlü çeneleriyle taşıdıkları yaprakları
iyice çiğneyip yumuşatmanın ardından mağaralara sermenin mutluluğunu yaşarlar.
Böylece emeklerinin karşılığında yetişen mantarlar karıncaların beslenme
kaynağı olur.
ÖRÜMCEK
Örümcekleri gören sanır ki çok uysal
hayvanlar, oysa saldırgandırlar. Hatta birbirlerine bile dalaşıverirler. Bu
yüzden hepsini bir arada görmek pek mümkün olmaz. Yani bizim anladığımız manada
onlarda aile hayatı yoktur, aksine bireysel takılan yaratıklardır. Bu arada
dışarıdan bakınca cinsiyetini belirlemekte çok güçtür. Çünkü testis karın
boşluğuna gizlenmiştir. Hayat süreleri ise 15 ayla sınırlıdır. Yüce Allah
örümceğin beslenmesi için vücudun arka bölümüne bez yerleştirdiği gibi
kendisini saklaması içinse yuva kurma ve avını kuşatmaya elverişli sıvı madde (ipek meydana getiren sıvı) yaratmış. Bir kısım örümcek var ki; avlarını
sıçrama hamle ile avlamaktalar. Keza bir kısım türler var ki; avını ördükleri
ağ vasıtasıyla tuzağa düşürmekteler. Hatta av operasyonununa ara verip istirahata
çekilmiş olsalar bile ördükleri ipliğin titreşimi sayesinde ağa düşen her avdan
anında haberdar olabiliyorlar. Genellikle çekirge, sinek ve eşek arısı gibi
böceklerin ayaklarına telin dolanması sonucu ağa düşmesiyle örümceğe yem olması
bir olmaktadır. Hatta bazı türler var ki
bunlar sadece böceklerle yetinmeyip yavru kuş, amfibyum ve sürüngen gibi
yaratıklarda avları arasına girer. Sonuçta hangi türden olursa olsun, genel
itibariyle örümcekler kıskıvrak yakaladığı avını çıkardıkları zehir salgısıyla
anbean felce uğratabiliyorlar. Sadece felç etse gam yemeyiz, aynı zamanda felç
haline getirdiği avını limon gibi sıkıp şiraze haline getirdiği sıvıyı emmek
suretiyle yudumlayıverirler de. Afiyetle yudumlamanın ardından arta kalan içi
boş kabuklar uygun bir yere (dışarı) atarlar. Örümceğe ve onun yaratılışında sırra bak ki
ağız kısmı güçlü olmamasına rağmen tuzak,
hile derken avını alt edebiliyor. Yani bu işi 8 bacağında zehir içeren
kancalar sayesinde başarmakta. Dahası çengeller avını delmeye ve akıtmaya
fazlasıyla yetip, deldiği yerden zehri sızdırmasıyla birlikte avını şaşkın hale
getirebiliyor.
Malum böcekler genellikle altı bacaklı olup,
örümcekler ise sekiz bacaklı, antensiz ve kanatsızdırlar. Neyse ki örümceklerde
anten işi üstlenecek ağzın uç kısmında pedipalp denen çıkıntılar var. Pedipalp
bacağa benzediğinden olsa gerek bunlara duyu bacakları denmekte. Peki, bunlar
ne işe yarar derseniz, elbette ki hem iletişimi sağlar, hem de üreme zamanı
biriken spermaların transferinde çiftleşme organ vazifesi görür. Bu durumda
erkek örümceğin pedipalpi spermalarla dolduğunda dişi aramaya koyulacağı
muhakkak. Fakat dişi örümcek arayım derken canından olmakta var. Madem öyle
tedbir babından izdivacının başlangıcında dişiden uzak bir mesafede sevgi
gösterileri sahnelemek gerekir. Çünkü yakın kalmakla işin sonunda yakayı ele
verme riski söz konusudur. O halde bir şeyler yapmalı, yapılır da. Şöyle
ki; ilk evvela sevgi şovuyla dişinin
aklını çelip açlık hissi unutturulmaya çalışılır, sonrasında ise döllenme hedeflenir.
Hatta yanında erzak olarak taşıdığı böceği ikram edip yaklaşmayı dener, ama
sevgi dansından bitap düşen erkek örümcek sonunda avlanmaktan kurtulamaz. Tabii
bu arada kaçmayı başaranlar da var. Sonuçta ister yakalansın ister yakalanmasın
biriktirdiği spermalar vasıtasıyla vuslat gerçekleşir de. Derken 20–60 gün sonra döllenmiş
yumurtalardan çıkan yavrular hayata adım atmış olurlar. Anne örümcek
yavrularına o kadar şefkatlidir ki onları babasından mahrum bir vaziyette
sırtında taşımakta bile. Solunum ise
deri kıvrımı görünümdeki kitap akciğerler vasıtasıyla gerçekleşir.
İlginçtir
örümcekler kılcal damarlardan yoksun canlılardır. Dolayısıyla açık dolaşım
sistemine sahipler. Bu arada ördükleri ağlar üçgen, dörtgen ve trapez görünüme
haiz şaheser niteliğinde. Tabiî ağ örmeyen cinslerde mevcut. Malum ağ ören örümcekler, karın altlarında üç
çift ağ organa sahip olmakla dikkat çekerler. Öyle ki bu üç organın dışarıya
çıkışını sağlayan minicik kapılar(gözenekler) bile var. Anlaşılan bu
kapılar süs olsun diye yaratılmamış, bilakis karınlarındaki salgı bezlerden
salgılanan sıvılar minik kapılardan çıktığında havayla temas sonucu sertleşip
ağ iplikler oluştursun diye konulmuş. Böylece minicik deliklerden (kapılardan)
çıkan sertleşmiş sıvıyı (teli) örme işi bu noktadan sonra kendilerine
düşer. Bunu nasıl yapıyor derseniz, tabiî ki önce kendine uygun bir yer seçerek
gerçekleştirir. Bu seçtiği yer ister bir ağacın uç noktası, ister bir odanın
tavanı olsun fark etmez, her halükarda bir şekilde ağının ucunu yapıştıracak
bir yer bulabiliyor. Derken konakladığı yere bağladığı ağın ucunu yapıştırıp
bacaklarıyla iyice preslemenin ardından ağ akışın devamını sağlar. Sonrasında
ise kendini boşluğa bırakmanın ardından her bir incecik teli toplayıp dokuma
sanayine taş çıkartacak türden nakış işlemeli dairevi şekiller örmeye başlar.
Böylece örme işlemi tamamlandığında ağın iskeleti ortaya çıkmış olur. Hatta
ördüğü ağ üzerinde ayaklarının altındaki çengel veya vücudunun yağlı olması
sayesinde yapışmadan rahatlıkla kayık misali süzülüp gezinti bile yapabiliyor.
Demek ki ağ hem bir
harika sanat eseri, hem de av yakalamak için iyi bir kapan. Bir sinek düşünün ki; ağa konmaya dursun
anında örgü ağına yapışık vaziyette kalıp kendisini ağın ortasında bulur.
Böylece tuzağa düşmüş sineğin çırpınışları örümceğin zehirlemesiyle hayatı
sonlanır.
Hazır örümcekten söz etmişken Sevr mağarası kıssasını da bu
arada zikredebiliriz pekâlâ. Şöyle ki;
Müşrikler Peygamberimizin öldürülmesini göze alacak kadar
ölçüyü kaçırmışlardı. Cibril Emin Rasulüllah’a durumu vahiyle haberdar ettikten
sonra Allah-ü Teala İsra suresinin 80. ayetini kalbine şöyle vahy etti:
-Ey Rabbim, beni
dürüst bir girişle yeni yurduma girdir. Dürüst bir çıkışla yurdumdan çıkar.
Kendi canibinden bana yardımcı olan bir delil ve güç ver.
Habib-i Ekrem (s.a.v)’e gelen vahyin talimatı üzerine Hz. Ali’yi çağırdı
ve ona:
—Ya Ali bu gece yatağımda benim yerime sen
yatacaksın, dedi. O da öyle yaptı zaten. Fakat Kureyş Habib-i Kibriya’nın evini
akşamüstü çembere almıştı. Elbet onu koruyan bir güç olacaktır. Nitekim
Rasulüllah’da hane halkıyla vedalaştıktan sonra kapıyı açıp Yasin süresini
okuyarak tan müşriklerin arasından geçip haneyi saadetinden ayrılabilmiştir.
Zaten Allah-ü Teâla bu durumu ayeti kerime de:
-Biz onların önlerine
bir set... koyduk da onların üzerini örtüverdik. Artık onlar göremezler
beyan buyurmuşta.
Gerçekten de önlerinden geçtiği halde onu ne gördüler ne de
bir sese şahit oldular. O Allah’ın ilahi koruması altında bir kelebek misali
aralarından uçuverdi.
Şimdi Mekke onsuz öksüz. Öyle ki Medine yoluna koyulmadan
önce doğup büyüdüğü topraklara son kez tutku gözlerle baktı. Ardından sadece
sıla hasreti kaldı. Yani artık onun için hicret kaçınılmazdı.
Hz. Ebubekir Allah Resulünü bekliyordu ki birazdan geldiğinde
birlikte Sevr’e yürümeye koyuldular. Mağaraya geldiklerinde yorgun düşmüşlerdi.
Nebiyi Ekrem Ebubekir’in dizine başını koyarak uyumaya başladı, ama birazdan
yüzüne düşen nazlı gözyaşı damlaları uyanmasına yetmişti bile. Rasulullah Ebubekir’e baktı:
-Ya Ebubekir neler oluyor?
Hz.
Ebubekir (r.a);
-Bir yılanın deliğinden çıktığını gördüm, sana zarar
vereceğini düşünerek ten ayağımla deliği kapatmaya çalışırken ayağımı ısırdı,
canım yandı, bunun üzerine gözyaşımı tutamadım.
Allah Resulü tükürüğünü ayağına çalınca Ebubekir
rahatlayıp, bir anda sızı diniverdi.
Mağarada bunlar olurken Ebu Cehil başta olmak üzere
Peygamberimizin evine girdiklerinde yatağında bulamamışlardı, onun yerine Hz. Ali yatıyordu. Tabii Ali’yi
sıkıştırmaya başladılar:
-Derhal söyle,
nerede O?
Hz. Ali
(k.v):
-Geceleyin çıkıp gitti
deyince, tez elden iz sürmekle meşhur Müdlic’e yüz deve karşılığında teklif
götürülerek Rasulullah’ın ve Ebubekir’in izlerini iz sürüp ilerlemeye
başladılar. Derken mağaranın kapısına kadar dayandılar. Bu arada Hz.
Ebubekir’in rengi sararmıştı. Çünkü müşrikleri yakından görüyordu. Resulü
Ekrem(s.a.v):
-Ya Ebubekir korkma! Allah bizimle beraber,
dedi.
Müşrikler örümcekle örülmüş mağara girişini görünce:
-Baksanıza örümcek örmüş burayı, dolayısıyla boşa vakit geçiriyoruz deyip
mağaranın kapısından döndüler. Bu noktadan sonra Ebubekir rahatlamıştı. Kendisi
için değil tabii, Resulü Kibriya’nın başına bir hal gelmemesi içindi. Nitekim
derin bir nefes almıştı o an.
Sevr mağarasına üç gün boyunca Hz. Ebubekir’in oğlu ve
hanımı tarafından yemek taşındı, iaşeleri giderildi. Ebubekir’in oğlu iman
etmemesine rağmen hem oğul olarak görevini yaptı, hem de sırrını sır bilip, bu
durumu saklamayı bildi de.
Mağarada geçen üç gün,
aslında üç asra bedeldi. Zira o
üç günün önemini Hz. Ömer’in şu sözlerinden daha iyi anlayabiliriz. Bakın Hz.
Ömer diyor ki:
-Vallahi Ebubekir’in o mağarada bir gecesi Ömer’den ve
Ömer ailesinden daha hayırlıdır.
Bu sözler gerçekten mağaranın mağara olmanın ötesinde bir
başka anlam çağrıştıran yönü olduğunu ortaya koyuyordu.
ARILAR
Geçim kaynakları bal olup koloni halinde yaşarlar. Öyle ki koloni de bir kraliçe, birçok erkek
arı ve binlerce işçi arı vardır. Özellikle işçi arılar bütün gün topladıkları
nektar ve çiçek tozlarını diğer işçi arkadaşların (arıların) yardımıyla
bala çevirip hem kendileri beslenir, hem de insanlara şifa kaynağı olurlar.
Tabii tüm bunlar büyük bir iş bölümü sayesinde gerçekleşir. İlginçtir arılar
iğnesiyle soktukları canlının canını yakmakla birlikte akabinde kendisi de
birkaç saat içerisinde mevta olur. Fakat Kraliçe arı bundan müstesnadır. Çünkü
o bir iğnesini bir kullanımlık kullanmakla ölmez. Dolayısıyla müteaddit defalar
kullanma lüksüne sahiptir. Malum erkek arıların iğneleri yok, zaten ihtiyaç duymazlar da. Nitekim hayat
boyu asalak yaşarlar.
Adı: İşçi
arı.
Cinsi: dişi.
Bunlar çiçek çiçek
dolaşıp Allah tarafından yaratılmış hortumlarıyla ortalama 2000 çiçek üzerinde
nektar toplamakla meşgul arılardır. Tabiî ki bal arısı önce kaynak keşfi yapıp,
sonra kendine özgü danslarıyla arkadaşlarına gideceği yeri bildirecektir,
bildirir de. Şayet konaklayacağı çiçek
güneş yönündeyse (batı) kovanın üst kısmına doğru dikey hareket edecek demektir,
yok eğer güneşin aksi istikamet (doğu) doğrultusu ve kovanın alt
tarafından dans ediyorsa işe koyulacak manasınadır. Yani sabah başka, akşam
başka uçuş yönü tatbik edip toplayacağı nektarları beraberinde götürdüğü
heybesine doldurur. Derken yuvalarına döndüklerinde topladığı nektarlar 8 rakam
görünümlü dans eşliğinde kovandaki bal kümeleri üzerine bırakılmak üzere
görevli işçi arılara teslim eder. Böylece toplanan nektarların işleme alınması
sağlanarak kovan içerisindeki arının salgıladığı özel bir kimyasal sıvıyla
birlikte bala çevrilir. Bu arada kimi işçi arılar var ki; karınlarından sızan bal mumundan altıgen
petek örmekle memurdurlar. Netice itibariyle tıpkı bal imalatında olduğu gibi
bal mumu da şifa kaynağı olarak hizmete sunulur.
Adı: Erkek
arı.
Cinsi: erkek.
Kovanın içerisinde asalak halde yaşamalarına rağmen en
önemli vazifesi zifaf uçuşu sırasında kraliçe adayını döllemektir. Zaten zifaf
sonrası misyonları sona erdiğinden dolayı işçi arılar tarafından hayatlarına
son verilir.
Adı: Kraliçe
arı.
Cinsi: dişi.
Asıl görevi yumurtlamak olup neslin devamını sağlamaktır.
Keza yumurtladığı arılara başkanlık yapmakta görev kapsamındadır.
Bilindiği üzere “tek taşlı” yabani arılar olduğu gibi konaklayacağı mekânları kum
ve çamurdan inşa eden arılar da var.
Mesela özellikle yabani arılar yuvalarını ahşap liflerinden
kurup, kâğıt üretiminin bitki liflerinden yapılacağı noktasında insanlığa
rehber olmuşlardır. Bu yüzden Jacob Schaffer, yabani arıları ilk kâğıt üreten
firmalar olarak ilan etmiştir. Hatta ilan etmekle kalmamış barınaklarında
biriken ilkel ham kâğıt maddesini kullanarak kâğıt yapmayı düşünmüş ve başarmışta..
Bir
yandan insanlar kâğıt sanayinde ilerlemenin sevincini yaşarken, öte yandan eşek
arılar kâğıttan yapılmış yuvalar içerisinde hayata göz kırparlar. Bu harikulade
kâğıt yuvaların inşası önce kraliçe eşek tarafından kıymık toplanmakla,
sonrasında ise toplanan kıymıkların ağından saldığı tükürükle yumuşatılıp hamur
haline getirilme işlemiyle gerçekleşir. Böylece kraliçe arının başlattığı bu
inşaat kimi zaman ağaç, kimi zaman yerin altı olabiliyor. Derken hamur kıvamını
aldıktan sonra geometrik kurallara uygun tarzda inşa edilen petek
izleyenleri hayretler içerisinde bırakır. En nihayet peteklerin üzerine kâğıttan şemsiye kurup
yumurtasını buraya bırakmasıyla birlikte bu faaliyet tamamlanmış olur. Yani kraliçe
arı döllenmemiş yumurtaları erkeklerin odasına, döllenmiş yumurtalar ise
doğacak olan işçi arıların kalacağı yer veya müstakbel kraliçe adayların
koğuşuna yerleştiriverir. Zaten işçi arıların doğmasıyla birlikte kâğıt yapımı
iyice hız kazanıp, yuvalar şişirilmiş bir balon büyüklüğüne ulaşır.
ARIM BALIM
PETEĞİM
Bir an arı kovanına konuk olduğunuzu
düşününüz, koloni içerisinde ana arı
liderliğinde işçi arı ve erkek arı olmak üzere üç farklı karakterde arı
böcekler olduğu görülecektir. Malumunuz Kraliçe arı, kovanı idare eden baş
olmanın yansıra aynı zamanda yumurtlama görevi de üstlenmiş bir ana arıdır. Ve
ana arının dakikada 2 yumurta yumurtladığı belirlenmiştir. Hele bu hesabı
günlük hesaba döktüğümüzde günlük takriben 2500 adet yumurtayı yumurtladığı
görülür.
Öyle anlaşılıyor ki arı ailesinin
planlı ve dengeli bir şekilde üreyip çoğalması Kraliçe arının (ana arının)
kendi isteği ve kontrolörlüğünde gerçekleşmektedir. Böylece Kraliçe arı dilerse
dişi, dilerse erkek arı yumurtlayabiliyor.
Nasıl mı? Bikere şunu unutmayalım ki Kraliçe arının vücut yapısında
spermaların bulunduğu bir çanak vardır. Çanak aynı zamanda bir işaret
niteliğinde bir göstergedir. Kraliçe arı yumurtlayıp eğer çanağı buruşturursa
yumurtanın döllendiğine işaret teşkil edip bir süre sonra yumurtadan dişi
çıkacağı anlamını taşır bu. Yok, eğer çanağı büzmezse yumurtanın
döllenmediğinin anlamına gelip içerisinden erkek arı çıkacak demektir.
Kelimenin tam anlamıyla erkek arılar dölsüz yumurtalardan meydana gelirken işçi
arılarda döllü yumurtalardan meydana gelmekte. İlginçtir bu arada dünyaya gelen
dişi arılardan hangisi önce doğarsa arı beyi (ana arı) önceliği hakkı
ona tanınır. Hatta sadece Arı beyi hakkı
tanınmakla kalınmaz bu arada ileride kendisine rakip olabilecek diğer kendi
cinsiyetinden dişi arıları öldürme hakkı da tanınır. Anlaşılan, Yüce Allah
(c.c) her bir arı kovanı için arıları idare edecek tek bir
Kraliçe arı beyini baş tayin etmeyi murad etmiştir. Öyle ya, şayet bir arı
kovanı topluluğunu idare edecek ikinci bir başkan daha çıkmış olsa,
evliyaullahtan bir Allah dostunun da dile getirdiği “Bir kilime on derviş sığar ama iki
padişah sığmaz” gerçekliliğinin arı toplulukların idaresi içinde geçerlilik
arz eden hakikat payı olacaktır. Nitekim ilerisinde ikilik çıkmasın diye
potansiyel lider konumunda olabilecek dişi arıların bir kısmı öldürülmek
suretiyle arı topluluğunun bölünüp parçalanmasının önüne geçilmiş olunur da. Bu
arada hazır liderlikten söz etmişken Peygamberimiz (s.a.v) bakın bu hususta ne buyuruyorlar: “Üç kişi yolculuğa çıkarlarsa, aralarında
birini başkan seçsinler” (Ebu Davud,
Cihad 80). İşte hadis-i şerifin mana
ve ruhundan da anlaşıldığı üzere birlik ve dirlik için başkanlık
sistemi tüm canlı toplulukların kaosa sürüklenmemesi açısından ilaç gibi
gelmektedir dersek yeridir. Hele bu ilaç
her bir kolonide bal yapımına yönelik çalışan bir topluluksa tek bir kolonide
tek bir Kraliçe arının başkanlık etmesi şarttır da.
Her neyse asıl mevzumuza döndüğümüzde
oldu ya, arı kovanı nüfus bakımdan aşırı kalabalıklaştı (80-100 bin arası), bu durumda bal arılarının bazıları ister
istemez Arı beyi (ana arı) başkanlığında yeni bir yuva kurmak için göç
etmek zorunda kalacaktır. Zaten arı kolonilerinde kış mevsiminde sadece dişi
arılar koloniyi mesken tutarken erkek arılarda ilkbaharda yeni sezonla birlikte
görülerekten mesken tutmuş olurlar. Peki, bu arada koloniden göç etmeyip de
yuvada kalan diğer arıların hal ve ahvalleri ne haldedir derseniz, onlarda
malum Kraliçe olacak genç dişi arı beyini (kraliçe arı adayı) daha tahta
oturtmadan önce ilerisinde başkanlığını hakkını verecek şekilde zifaf uçuşunun
hazırlıklarına koyulacaklardır. Nitekim bu uğurda genç arı beyi peşine erkek
arıları takıp (birbiri ardına dizip)
gruplar halinde yükseklere doğru uçuş yapmaya koyulduklarında, icabında bu
uçuşlar esnasında erkek arılardan telef olanlar çıkabileceği gibi adeta etten
duvar olup da ayakta kalabilen babayiğit erkek arılarda çıkacaktır. Ta ki
ayakta kalabilen bu erkek arıların çiftleşme esnasında cinsel organları ve
barsakları kraliçe arının (arıbeyi) karnında asılı kala kalır ancak o
zaman görevlerini yerine getirmenin gönül rahatlığıyla hayata veda etmiş
olacaklardır. Ne diyelim, işte sizde
görüyorsunuz ya, kendi arı neslinin
devamına katkıda bulunma adına gerektiğinde canda feda edile biliniyormuş meğer.
Onlar canlarını feda ede dursun bu arada dişi arı da malum bu durumdan istifadeyle
yumurtlayacağının ilk işaretlerini vererekten yuvanın yeni kraliçesi olurken,
zifaf uçuşunun akabinde bir şekilde hayatta kalmayı başaran erkek arılar ise
Arı beyi eşliğinde evlerinin yolunu tutup yuvalarına dönmüş olurlar. Tabii
yuvaya dönmek iyi hoşta, ancak yuvaya dönüş ortamı bir öncekinden çok farklı
bir hal alacaktır. Öyle ki hayatta kalan erkek arılar dönüş sonrasında
yuvalarında yeniden konakladıklarında bir köşede inzivaya çekilmiş konumda
sanki hiçbir iş yapmayacakmışçasına asalakça bir hayat tarzı bir portre
çizeceklerdir. Her ne olursa olsun biz yine de insafı elden bırakmayıp asalakça
demek yerine daha temkinli bir dil kullanmakta fayda var. Dahası onların bu
halleri ilk etapta bize asalakça bir hayat tarzı gibi gelse de aslında böylesi
bir inzivaya çekiliş hali tedbir maksatlı bir uygulama olduğunu düşünmemiz icab
eder. Öyle ya, hadi diyelim ki Kraliçe arı öldü, illa ki neslin devamı için
atıl durumda kalan bu arıların hâlihazırda bir güç takviyesi olarak devreye
sokulması an meselesi diyebiliriz. İşte biz bu gerçeği beşer idrakiyle sonradan
fark etmiş olsak bile yine de yuva içerisinde onların bir köşeye çekilmiş halde
oturduklarına tahammül edemeyen yuvanın aktif halde çalışan arıları meseleye
bizim fark ettiğimiz şekliyle bakmayıp günü geldiğinde yeri geldiğinde
tepelerine çöküp iğneleriyle öldürdükleri de bilinen bir gerçekliktir.
Hiç kuşkusuz petek arının evidir.
Üstüne üstük öyle sıradan bir evde değildir,
tam aksine kimi arıların çeneleri vasıtasıyla bal mumundan altıgen
şeklinde ördükleri şahika eser petek evidir bu. Düşünsenize ellerinde herhangi
bir ölçüm aleti olmadığı halde bir bakıyorsun tüm dünyanın mimarlarına taş
çıkartırcasına bal mumu salgılayaraktan altıgen mimari görünümlü petek ev inşa
edebiliyorlar. Dışarıdan baktığında işin içine sanırsın ki usta insan eli
girmiştir buraya, oysa kazın ayağı hiçte öyle değil. Bu işin patentinin bizatihi arılara ait
olduğu o kadar net kendini belli eder ki inşa ettikleri yuvaya dışarıdan su
sızmasına yönelik her türlü önlemleri bile almayı ihmal etmediklerini görürüz.
Derken önceden planlanmış böylesi ustaca yalıtımı sağlanan yuvanın izolasyonu
sayesinde hem küf mantar üremesinin önüne geçilmiş olunur hem de yavrularının
ölümüne meydan verilmemiş olunur. İşte arı gibi daha pek çok böceklerin
gösterdikleri bu tip ustalık maharetleri sadece yuva yapımı veya ev inşaatı
faaliyetleriyle sınırlı da değildir.
Zira daha pek çok maharet gerektiren örneklerin tümüne baktığımızda
kendileri küçücük böcek türü canlı varlıklar olmalarına rağmen büyüklere taş
çıkartırcasına boyundan büyük işlere damga vurduklarını görürüz. Nitekim gerek
ipek böceklerinin koza yapımında gösterdikleri maharetler gerekse arıların bal
yapımında gösterdikleri maharetler bunun en bariz tipik örneklerini teşkil
eder. İşte bu nedenledir ki ipek böceği ve arı gibi böcek türü hayvanların
küçücük kalıbına bakaraktan sakın ola ki onları hafife almayalım, zira o
küçücük kalıbın içerisinde envaı türlü maharetlerin varlığı gizlidir. Hem
hafife alsak ne yazar, onlar bir şekilde
eşrefi mahlûkat olarak yaratılmış tüm insanlığa kendi maharetlerini
gösterircesine bir bakıyorsun altıgen prizma şeklinde inşa ettikleri peteğin
her bölmesinin silindir şeklinde bir boşluk içerisinde son derece belli bir
hesaba dayalı geometrik seçimin göstergesi diyebileceğimiz mükemmel şahika bir
eser ortaya koyabiliyorlar. Gerçekten de işi hafife almayıp işin üzerine
ciddiyetle eğildiğimizde neden bir başka geometrik şahika eser şeklinde değilde
illa altıgen tercih nedenidir diye düşündüğümüzde, belli ki çok sayıda bölmelerin oluşumu için
kendilerine alan açmak ancak böylesi bir altıgen tarzı tasarımla mümkün
olabileceği gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Keza ancak böylesi bir tasarımla en
az yer kaybına müsait bir ortamın oluşabileceğini idrak etmiş oluruz.
Dolayısıyla arı gibi küçücük böcekleri hafife almak yerine ortaya koydukları
şahika eserlerine bakaraktan ders almak daha aklı başında bir tutum olacaktır.
Kaldı ki Yüce Allah (c.c) birçok Kur’an
ayetlerinde beyan buyurduğu veçhiyle kullarından yerde ve gökte yarattığı küçük
büyük her ne varsa tüm canlı cansız varlıklar üzerinde düşünüp ibret almamızı
dilemektedir. Gerçekten de bu manada Yüce Allah (c.c) yaratılan varlıklar
arasında arıları barınacakları donanım ve bal yapma kabiliyeti bakımdan
yaratmakla hem biz aciz kullarının ufkunda kovan içerisinde nasıl bir geometrik
işlemler yapıldığı hususunda düşünmeye sevk etmekte hem de yaratılış
örneklerine tefekkür gözüyle baktığımızda yaratılış gayemize de ilham olmakta. Tabii bu arada unutmayalım ki ibretlik
dersler çıkarmamız gereken hususlarda işi sadece bal mumuyla yuvalarını yapan arılarla sınırlı
tutmamalı, malum ayağından bulundurduğu
bal mumuyla yuvalarını yapan arılardan başka bize tabiatta ilham kaynağı ve
örneklik teşkil edecek daha nice imar ustası arıların inşa faaliyetlerinden
alacağımız ibretlik derslerde var elbet.
Öyle ki tabiat şartlarında ağaç ve taş kovuklarını yuva olarak kullanan
yabanı arılar da olduğu gibi mekânlarını kum ve çamurdan inşa eden “tek taşlı” arıları da bu kapsamda
düşünmemiz gerekir. Nitekim bu tür maharet sahibi özellikleri haiz yabani
arılar yuvalarını ahşap liflerinden kurmakla kâğıt yapımının bitki
liflerinden imal edileceği noktasında insanlığa ufuk açıp rehber olmuşlar
bile. Öyle ki bu noktada Jacob Christian
Schaffer, yaptığı deneysel çalışmalara dayanak olarak gösterdiği yabani
arıları ilk kâğıt üreten firmalar olarak tanımlamaktan kendini alamaz da. Merak
bu ya, o sırasıyla;
-Önce
arıların barınaklarında elde ettiği hamur kıvamı ham maddeleri ve arpa samanını
parçalara ayırır,
-Akabinde hazır hale getirdiği saman hamurunu paçavra hamuruyla
karıştıraraktan elde ettiği mamulleri su ile kaynatır,
-En
nihayetinde kaynattığı mamulleri tokmak darbeleriyle kireç sütü içerisinde
birkaç saat bekletip liflere ayırmak suretiyle kâğıt üretiminde
kullanılabileceğinin mucitliğini cümle âleme göstermiş olur.
Tabii arıların ilham kaynağı oldukları
maharetler bitmedi, dahası var elbet.
Öyle ki; bir bakıyorsun bu söz konusu arılar kendilerine özgü özel ses
sistemi donanımıyla donatılmaları sayesinde kovanını çok rahatlıkla bulma
maharetini sergileyebiliyorlar. Böylece bütün gün çiçeklerden topladığı
nektarları işleyerek insanlığa hem gıda ikram etmiş olurlar, hem de şifa
kaynağı olurlar. Üstüne üstük tüm bu uğraşılar sadece kendi istifadeleri için
değildir, üretilen balın yüzde biri bile tek bir arı için fazla gelebiliyor,
geriye kalanı malum hem beslenmek hem de insanlığa şifa olsun babından bizlere
sunulmuş olur. Bu yüzden tüm âlemi yoktan yaratan Yüce Allah'a ne kadar
şükretsek azdır. Nasıl şükretmeyim ki, baksanıza Allah-u Teâlâ kimi arılara
çiçekler üzerine konup nektarlarından faydalansın diye karnındaki iki mideden
birini özel bir enzimle nektarı karıştıracak ve bal imal üretecek şekilde
yaratmıştır. Hiç şüphe yoktur ki arıya bal üretme ilhamını kodlayanda Yüce
Rabbimizdir. Hele bir bal arısı düşünün
ki kendisine hiçbir şey öğreten olmadığı halde ağaç ağaç, yaprak yaprak, çiçek çiçek dolaşıp şifa
kaynağı bal üretim işine koyulabiliyor. Malumunuz
nektar toplama görevini üstlenen arılar mesai sonrası zerre miskal hiç yolunu
şaşırmaksızın yuvalarına kazasız belasız dönüş yapabildikleri gibi topladıkları
nektarı kovanın içinde çalışan arıya nakledebilmekteler de. Petek görevlisi arı
da gelen bu emaneti bal mumundan yapılmış peteğe aktarır, derken bal mumu petek
dolana kadar bu döngü devam edip dururda. Tabii bunlar olması gereken
faaliyetlerdir. Asıl bize bundan daha ilginç gelen husus arıların bilhassa
mesai sonrasında kendilerini yolda haramilere kaptırmadan kovanlarını bulmakta
son derece mahir kervan yolcusu olma özellikleridir. Doğrusu araştırmacılar bu
noktada arıların gidiş ve dönüşlerinde yollarını şaşırmaksızın gün boyu önüne
çıkan her bir cismi pusulasız bir şekilde çok rahatlıkla tespit edebilme
kabiliyetlerini polarize ışık yardımıyla gözlerindeki yeşil alıcı hücrelerle
algılamalarına bağlayarak yorumlarlar. Arılarda bir diğer dikkat çeken ayırıcı
özellik ise dünyada ne kadar sayıda arı topluluğu varsa hepsinin de aynı ortak
dille iletişim kuruyor olmalarıdır. İşte
bu noktada kullanılan bu ortak dilin adına vızıltı dili dersek yeridir. İyi ki
de her bir kafadan ayrı ayrı ses çıkmıyor, aksi halde ortada çok büyük
karmaşıklık bir durum söz konusu olacaktı. Hiç kuşkusuz aynı ortak vızıltı
sesiyle tabiatta seyri âlem eylemek kendi aralarında ki iletişimde çok büyük
kolaylıkları beraberinde getirmesi sayesinde vuku bulmakta. Hem nasıl ki
dünyada dilleri ve renkleri ayrı olan Müslümanların minarelerde okunan ezanı
kendi ana dillerinde değil de orijinal dilinde okunduğunda aynı ortak dilde
buluşturup namaz için hiçbir sıkıntı çekmeksizin ortak iletişim parolası olmaya
yetiyorsa, aynı şekilde arılarda da vızıltı dili ortak iletişim parolası olmaya
ziyadesiyle yeter artar da. Zaten biz bu gerçeği söylesek de söylemesek de
arıların hemen hepsi tek bir dil çatısı altında yekvücut olup çoktan
birbirleriyle anlaşabileceği dünya ölçeğinde ortak arı diline dayalı
birliktelik oluşturmuşlar bile. Derken bu ortak dil birlikteliği sayesinde
kovanın girişinde adeta elçilik görevi yapan ya da nöbet tutan bir bekçi arı
kovanının başında giriş ve çıkışlarda güvenli bir şekilde aynı ortak dili
kullanaraktan vazifesini çok rahatlıkla yürütüyor durumda olabiliyor. İşte aynı
ortak dili kullanmak avantajı bu ya, bir bakıyorsun herhangi bir tehlike anında
arının tek bir vızıltı sesi çıkarmasıyla birlikte kovandaki diğer arı
arkadaşlarını kendilerini savunmak için acil eylem planına geçiş yapabiliyorlar
da. Hatta arıların günün ilk ışık saatlerinde bir bakıyorsun çalışma esnasında
vızıldamaların tonunu daha da artırdıklarını görmekteyiz. Bu arada unutmayalım ki arılar sadece
peteklere bal yapmaz, buna ağaç kavukları, kayalıkların içi ve kuytu yerlerde
dâhildir. Öyle ki bal yapmadan önce yuvanın her yerini polen, yani bal mumuyla
sıvamayı da ihmal etmezler. Böylece bu arada sıvacılıkta da mahir olduklarını
yaptıkları sıva yalıtımının gayet korunaklı bir şekilde ortaya koydukları
izolasyon işlemlerinden de anlamış oluruz.
Evet, kulluk bilincinde olan müminlerin
sabah ezanıyla yeni bir güne diriliş muştusu uyanışına geçmelerine vesile
benzer bir hadiseyi her sabah görevli bir arının vızıldamasıyla koro halinde
arıların işe koyuluşlarından da bu tip uyanışı görmek pekâlâ mümkün. Ki,
kolonideki arılar arasındaki bu tip iletişim uyanışı arıların bizatihi kendi
vücut dışına salgıladıkları feromon adı verilen kimyasal madde salgısıyla
gerçekleşmektedir. Düşünsenize koro
halinde yuvalarından rastgele çıkış olmadığı gibi bu sıradan bir yola koyuluşta
değildir. Tam aksine daha önceden gideceklerin yerlerin bile yön tayininin bile
tespiti yapılaraktan yuvadan çıkış ve yola koyuluş planlamasının ta kendisi bir
koyuluştur bu. Peki ya dönüş planı? Hiç
kuşkusuz gidişleri gibi dönüşleri de muhteşem planlamayla gerçekleşen bir dönüş
projesi olur. Derken mesai sonrasında her bir arı görevlerini yerine getirmenin
huzuruyla evin yolunu tutup yuvalarına döndüklerinde ilk iş kovandaki
arkadaşlarına gittiklerin yerlerin adeta topoğrafık çalışmalarında edindiği
bilgilerden tutunda çiçek çiçek topladıkları nektarların cinsine varana kadar
hemen her bilgi paylaşımını vızıltı sesleri eşliğinde bir rapor halinde sunmak
olur. İşte bu bilgi paylaşımı sayesinde
nöbeti devr alan diğer arılarda ertesi günü vızıldayaraktan yola koyulduklarında
tarif edilen yerlere uçuşmuş olurlar. Tabiî ki arıların planlı ve programlı bir
şekilde ortaya koydukları sadece nektar toplamak ya da bal yapmaktan ibaret
faaliyetlerle sınırlı değil, çok daha nice sırlarına vakıf olamadığımız ve daha
nice bilmediğimiz programlı faaliyetleri de vardır elbet. Her ne kadar arı ve bal mucizesinin sırrı tam
olarak çözülmüş olsa da sonuçta hani halk arasında “Aslan yattığı yerden belli olur” şeklinde sıkça dillendirdiğimiz
atasözümüz, tamda bu noktada arıların daha ne gibi faaliyetlerde
bulunabileceklerinin ipuçlarını akıllara düşürmeye ziyadesiyle yeter artar
da. Nitekim arıların kendi çabalarıyla
yaptıkları mekânları en ufak hata payı bile bulamayacağımız bir şekilde, yani
mesken tutacakları yuvalarını geometri kurallara en uygun bir şekilde inşa
etmeleri gerçekten de “aslan yattığı yerden belli olur” atasözünün tam da en
bariz göstergedir. Hele birde bu
göstergenin haricinde arıların inşa ettikleri peteklere trene bakar gibi bakmak
şekliyle değil de araştırmacı gözüyle bakmaya çalıştığımızda sırlarına vakıf
olmanın ötesinde büyük bir gıptayla hayretler içerisinde adeta kendimizden
geçip kala kalacağımız muhakkak. Örnek mi? Mesela en basitinden işçi arıların
bir durumuna bakıyorsun çiftleşme kapasitesi olan arıların peteklerinde
rahatlıkla üremeleri için inşaat mühendislerine taş çıkartacak derecede değişik
boyutlarda odacıklar inşa etmekte son derece hüner sahibi oldukları gözlerden
kaçmaz da. Düşünsenize daha doğmamış işçi arılar için küçük odacıklar, erkek
arılar içinde büyük odacıklar inşa etmeyi ihmal etmeyecek kadar işin erbabı
oldukları her hallerinden kendini belli ederde zaten. Kelimenin tam
anlamıyla “daha doğmamış bebeğe don
biçmek” tarzında diyebileceğimiz bir ön
görünün ve titizliğin neticesinde ortaya çıkan bir inşa faaliyetinin adı bir
mucizedir bu.
Peki, bu titizlik sadece doğacak olan
arılara özgü bir hassasiyet mi? Hiç kuşkusuz bu hassasiyet kendilerini ve
yuvayı idare edecek olan Kraliçe arı için daha üst doruktadır. Bikere adı
üzerinde arı beyi (Kraliçe arı),
elbette ki yuvanın idaresini üstlenecek olan Kraliçe arı için hem ona
hassaten özene bezene oda inşa edilmesini gerektirir hem de dişi larvalar
içerisinden seçilecek olan kraliçe arının önemine binaen dişi arıların
bakımlarının da tükürük bezlerince salgılanan arı sütünden beslenmelerini.
İşte arıların böylesi bir titizlik
içerisinde adeta imece usulü tüm hazırlıkların garantici bir tutum içerisine
girerekten işlerini hal yoluna koymaları mucizevi kayda değer bir hadisedir. Ki, işlerini hal yoluna koymaya mecburlar da.
Çünkü arı sütüyle beslenen dişi larvalardan (yavruların) bir kısmının ilerisinde arı beyi olma
ihtimali vardır. Öyle ya, madem bu ihtimal göz ardı edilemeyecek derecede
hassasiyet gerektiriyor, o halde bu durumda dişi larvaların özel muameleye tabi
tutularaktan arı sütüyle beslenmeleri son derece gayet tabii bir tutumdur.
Nitekim bu bilinç doğrultusunda Kraliçe arı için şanına layık çok odanın
inşasında en ufak ihmalkârlığa yer verilmez de. Böylece arıların annesi olarak
seçilip yetişmiş olan Kraliçe arı da kendisine gösterilen bu ihtimam karşısında
bir yandan döllenmemiş yumurtalarını erkek arılar için ayrılan odaya (petek
gözüne) bırakırken diğer yandan da
döllenmiş yumurtaları doğacak olan işçi arılar ve müstakbel kraliçe adaylar
için ayrılmış odalara bırakaraktan sorumluluğunu gereğini yerine getirmiş
olur.
Aslında arıların imece usulü
çalışaraktan ortaya koydukları ilerisine yönelik hazırlıklı olunuz türünden
yaptıkları inşa faaliyetlerinden çıkarmamız gereken ders şudur ki, biz aciz
kullarında yaratılış gayemiz doğrultusunda hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın
ölecekmiş gibi ahirete çalışacak bir şekilde her an hazırlıklı olmamız
gerektiğidir. Hem nasıl hazırlıklı olmayalım ki? Baksanıza arılar küçücük ten kafes içerisinde
Yüce Allah’ın kendilerine yüklediği yaradılış kodları doğrultusunda dağ taş
bayır ova demeden cansiperane bir şekilde vazifelerini yerine getirirken, bizim
haydi haydi cümle mahlûkat içerisinde eşrefi mahlûkat ilan edilmiş kullar
olarak daha çok çalışıp yaratılış gayemizin gereğini yerine getirmemiz icab
eder. Nitekim bu manada Kur’an’da geçen arı ve bal mucizesi biz aciz kullara
örnek gösterilerekten kulluk vazifemizi
“fikir, zikir ve şükür” üçlü
sacayağı üzerine inşa etmemiz gerektiğinin doğrudan mesajı verilir de. Madem
öyle, verilen bu mesajdan hareketle arı olup vızıldayalım ki biiznillah “fikir, zikir ve şükür” balı gönlümüze ve ruhumuza sirayet etmiş
olsun.
Bakınız, Allah Teâlâ “Rabbin bal
arısına: dağlardan, ağaçlardan ve hazırlanmış kovanlardan yuva edin, sonra her
çeşit üründen(meyve ve çiçek) ye, sonrada Rabbinin işlemesi için
gösterdiği yollardan yürü diye öğretti(ilham etti). Karınlarından
insanlara şifa olan çeşitli renklerde bal (şerbet) çıkar. İşte bunda
da düşünenler için ibret vardır” (Nahl 68–69) diye beyan buyurmakla balın esrarını gözler
önüne seriyor.
Ayet-i
celilenin mana ve ruhundan anlaşılan o ki; bal hem besin, hem de doğal
bir ilaç deposudur. Bal o kadar şifa kaynağıdır ki arılar dışkılarını bile
baldan uzak alanlarda yapmaktalar.
Bal
aynı zamanda şekerler bakımdan %79 kadarı zengin besin kaynağı olup yüzde
yirmiye yakın dilimlerini de madensel tuzlar, azotlu maddeler, B
kompleksi vitaminler, C vitamini ve A vitamini gibi içerikler oluşturur.
Zaten balın içeriği bu denli zengin maddeler içermesiydi adından asla şifa
deposu olarak söz edilemezdi. Öyle ya,
mesela iskorbüt hastalığına (C vitamini eksikliği) yakalanmış bir
şahıs bir bakıyorsun şifa kaynağı bal sayesinde derdine deva bulabiliyor.
Hakeza şifa kaynağı balı karabiberle karıştırıldığında kronik bahar nezlesine
iyi geldiği bilinen bir gerçekliktir. Yine bir bakıyorsun ameliyat sonrası
cerrahi yaraların kısa zamanda kapanmasında doğal merhem olabiliyor.
Bu arada arım balım peteğim gözüyle
baktığımız arıya birde metafizik boyut bir gözle baktığımızda tıpkı bülbülün
güle meftun olduğu gibi arının da çiçeğe meftun olduğunu görürüz. Nitekim her
haliyle meftun hale bürünmüş canlılara şöyle bir bakıyorsun o meftunluk (gönül
vermişlik) hali örümceğe ağ yaptırırken,
ipek böceğine koza ördürmekte, arıya da bal yaptırmakta. Hele canlılar arasında
bilhassa arılar vızıldayaraktan aşklarını ilan ede dursunlar, bizlerde bu arada
arıların bu meftunluk ilanı aşkları karşısında;
“Arım
balım peteğim
Gülüm dalım
çiçeğim
Bilsem ki
öleceğim
Yine seni seveceğim” nağmeleriyle candan tebrik edip tüm bu olan
bitenlerden ders çıkararak aşkla şevkle madden ve manen çalışıp arı gibi
vızıldamak gerekir.
TERMİTLER
Genellikle
termitler otçul olup, tropikal iklimde sosyal işbirliğine dayalı bir hayat
yaşarlar. Termitler sosyal olmanın yanı sıra tükürük ve diğer salgılarını
toprağı yumuşatmak için kullanıp sade yuva veya köşkler inşa edebiliyorlar.
Hatta şahika eser diyebileceğimiz inşa ettiği mekânlarda çocuk odasından
tutunda kiler, nöbetçi odaları ve mantar yetiştirme odalarına varıncaya kadar
her türden bölmeler mevcuttur. Dahası hava dolaşımını sağlayacak tünellerden
oluşan aircondition sistemi bile söz konusudur. Bunlar öylesine gökdelen
yapmada mahirler ki Afrikalılar zaman zaman 6 metre uzunluğu bulan yuvaları
yıkıp enkazdan arta kalan malzemelerden tuğla imal edebiliyorlar. Keza
termitler vücutça bir santimetreyi geçmeyecek kadar küçük, ama belki de
dünyanın en savaşçı ve karıncaya benzer böceğimsi hayvanlar olarak dikkat
çeker. Her ne kadar beyaz karıncalar diye anılsalar da, bilakis onlar hamam
böcekleriyle akraba topluluklardır. Kaldı ki en büyük düşmanları karıncalar,
nasıl akraba olabilir ki.
Hele bir onların
kolonisine düşmanları yanaşmaya dursun derhal ölümü pahasına da olsa adeta bir
askeri manga halinde harekete geçip heveslerini kursaklarında bırakabiliyor. Bu
arada termitlerin çok değişik tipleri olmasıyla birlikte imha yöntemleri
cinsine göre değişebiliyor. İlginçtir Afrika termitleri ustura tarzı dişleri
sayesinde düşmanını parçalarken, Malezya termitleri de bir volkan misali
patlayıp düşmanını sarı renkli bir sıvının püskürüğü altında boğmakta. Hakeza
kuru tahta termitleri ise koloninin gerisinde baş kısmıyla delikleri tıkayıp,
böylece düşmana geçit vermemekle dikkat çeker. Yine bir başka tür Afrika ve
Güney Amerika işçi termitler var ki, bunlar da bağırsaklarından saldıkları
püskürtücü salgı ile saldırganları bombardımana tutup onları alt edebiliyor,
ama akabinde birkaç saat içerisinde iç organları parçalanıp kendileri de
ölürler.
Adı: İşçi termit.
Bunlar yiyecek
toplamakla meşgul olmanın yanı sıra ayrıca yumurtadan çıkan yavru termitlerin
bakımını da üstlenmiş termitlerdir. Keza
işçi termitler mühendislik alanında da yetenek sergileyip, toprak veya
dışkılarından yüksekliği 7 metreyi bulan görkemli inşaatlar inşa edebiliyorlar.
İşçi termitler kanatsız olup, bunlar asla yumurtlamazlar. Hiç şüphesiz en büyük yardımcıları kolonideki
küçük asker termitlerdir. Büyük asker termitler ise daha çok genç larvalar,
kraliyet çiftinin barındığı kovan ve diğer bütün işçi termitlerin güvenliğini
sağlamak misyonunu yüklenmişlerdir. Zaten bu koruma ve kollama görevi olmasa
termit kolonileri her an düşman saldırılarına hedef olacaklardı. İyi ki de
varmışlar. Baksanıza bunların (Büyük askerlerin) hem kılıç gibi alt çene
avantajları var, hem de kendine özgü torbada muhafaza edilmiş püskürtücü sıvıya
sahip donanımda mevcut, o halde niye
korunmasınlar ki.
Prof. Glen
Prestwick araştırma grubu ve Andre Q.
çalışmaları sonucunda termitlerin ısırma, fırçalama ve püskürtme
tarzında üç temel savunma silahın varlığını tespit etmişlerdir. Anlaşılan
ısırgan termitler düşmanın üzerinde yara açmakla kalmayıp, aynı zamanda yara
üzerine zehirli bir madde saçma hünerine sahipler. Fırça termitler de üst
dudağını fırça gibi kullanıp avının gövdesine zehir sürme mahareti sergiler.
Keza püskürtme donanıma sahip bir termit ise itfaiyeci gibi davranıp düşmanının
üzerine koyu bir zamk fışkırtmakla meşhurdur.
Adı: Kral ve kraliçe termit.
Asıl görevi üreme işini üstlenip neslin devamını sağlamaktır. Dahası kraliçe termit her üç saniyede
yumurtlamalı ki nesli devam edebilsin. Zaten bu uğurda kral ve kraliçe
termitler gözaltında tutulup, ayrıca kraliyet ailesinin önemine binaen büyük
itina ile ayrı bir bölmede ağırlanırlar. Hatta onlar için özel çocuk odaları
bile hazırlanır.
Bu
arada şunu belirtmekte fayda var, Termitlerin en büyük düşmanı hiç kuşkusuz
adından dikenli karıncayiyen diye söz ettirenidir. Nasıl olsa termitlerin sindirimi zor
olmadığından bunlar için büyük bir fırsat olur. Yani ağızlarında dişleri olmasa
bile kısa burunları vasıtasıyla toplayıp dilleriyle öğüttükten sonra termiti
rahatça sindirebiliyorlar. Hakeza aynı akıbet karıncalar içinde söz konusudur.
TATU
Adı: Tatu
Konakladığı mekân:
Tropikal Amerika.
Yiyecekleri: Bitkilerin yanı sıra, omurgalı termit gibi küçücük
hayvan veya hayvan leşleridir.
En dikkat çeken yönü dişsiz (diş yerine hafif köksüz çıkıntıları var)
ve deri kökenli kemik bağlardan oluşan zırha sahip olmasıdır. Zaten zırh
sayesinde düşmanından rahatça korunabiliyorlar. Aslında derisinin zırhlı
olmasından dolayı onu görenler hareket yapamayacağını sanır, ama işin aslı öyle
değil. Tam aksine gövdelerinin belli aralıklarla kemerli olması ona sağa sola
eğilir bükülür manevra imkânı sağladığı gibi açılır kapanır menteşe özelliği de
katar. Üstelik üzerindeki zırha rağmen çok hızlı koşup hızlıca düşmanlarının
arasından bile tüyebiliyor. Hatta
yakalanacağını sezdiğinde ya toprağa kendini gömer, ya da fırsat bulamazsa baş
ve ayaklarını gizleyip zırha bürünmüş halde top şekil almasıyla birlikte
kurtulabiliyor.
Üremeleri ise döllenmiş yumurtayı önce farklılaştırıp yumurtayı 4–12
parçaya bölmenin ardından bir batında dört yavru doğurmak tarzında cereyan
eder. Keza yavrular ya hep dişi, ya da hep erkek doğmaktadır. Ayrıca savunmaya
yönelik bir hayvan olması hasebiyle esas yiyeceği termit olup, bunun yanı sıra
toprağı eşeleyip böcekleri ve kurtçukları bile avlayabiliyorlar. İşte tatuların
zararlı böcekleri yemelerine istinaden onlar hep çevreci faydalı canlılar
gözüyle bakılmıştır.
KUŞLAR
Yüce Allah (c.c); “Yer ile gök
arasında musahhar ol(arak uçuş)an
kuşlara bakmadılar mı? Bunları (orada)
Allah-ü Tealadan başkası tutmuyor.
Bundan da iman edecek bir kavim için nice ayetler (ibretler) vardır” (Nahl,79) diye beyan
buyurmakta.
Kuşlar uçmalarına engel olmasın diye hafif ağırlıkta
yaratılmışlardır. Aksi takdirde kendilerini savunamayacaklardı. Zaten azaları geniş ya da sert veya ikisi
arası orta ağırlıkta yaratılmış olsalardı besinlerini almakta zorlanacaklardı.
Özellikle gerek yürüme, gerek uçma, gerekse yere konmak için iki ayaklı
yaratılmışlar. Hatta ayakları üzerinde ince ve deriden bir örtünün olması ona
dayanıklılık sağlıyor. Keza ayaklarının tüyle kaplı olmaması tüylerine çamur
türü şeylerin yapışmamasına yönelik bir planın gereği olarak karşımıza çıkıyor.
Kanatlarının yarım daire şeklinde örülü kemiklerle donatılması ise kanatlarına
çırpma manevrası kazandırmak içindir. Ayrıca beslenme esnasında her türlü
olumsuzlukların yaşanma ihtimaline binaen pençeleri yere düşen bir şeyi tam
manasıyla kavrasın diye hem geniş tutulmuş hem de güçlü kılınmıştır.
Bilindiği üzere
kuşların ağzında diş yoktur, varsın olmasın, çokta önemi yok. Zaten bu iş için
gagaları diş vazifesi görüyor ya, bu yetmez mi? Baksanıza tüyler ise
dökülmeyecek şekilde dizayn edilmiş ki çıplak kalıp üşümesinler. Hatta tüyler
hafif yaratılmış ki ötelere rahat uçabilsinler. Belli ki ortada ince bir plan
var. Düşünsenize kanatları suyla temas ettiğinde bile titrek tüyler sayesinde
su zerrelerini biranda salmanın yanı sıra tekrar normal hafif konumuna
dönebiliyor. Bundan öte kuşun tüyleri arasına rüzgâr girip uçuşa engel olmasın
diye az açılır donanımlı yaratılmıştır. Tüyler, aynı zamanda vücut sıcaklığını
muhafaza eden klima görevi üstlenir. Peki bu durumda su kenarı veya suda
yaşayan kuşların hali nice olur derseniz, malum onların kanatları hem soğuktan
korunsunlar hem de su vücuduna nüfuz etmesin diye yağlı yaratılmıştır. İşte çözüm
bu. Nitekim karabatak ve martıların
kanatları böyledir. O halde karabatak
su içerisinde üşür diye boşa heyecan yapmayalım. Onu yaratan Allah vücudunu su
geçirmez yağ tabakadan donatıp onu fazlasıyla korumakta. Bir başka dikkat çeken
husus ise fırtına ve yağmurun geleceğine işaret taşı sayılan martıların karaya
vurması hadisesidir. Böylece denizciler
bu işaret sayesinde tüm önlemlerini almış olurlar. Keza leylekler göç mevsimi
göründüklerinde o an kar yağsa bile kış devam edecek anlamına gelmeyecektir.
Zira onların gelişi baharın gelişi demektir. Yine deniz kuşların en büyüğü diye
bilinen albatros ise üreme mevsimi
geçtikten sonra okyanus ötesi gideceği menzile hiç şaşırmadan yol alabilen bir
kuş olarak dikkat çeker. Bu arada her sene çiftleşip neslinin devamı adına bir
tane yumurta yumurtlamayı da ihmal etmezler.
Ayrıca ilginç çeken
bir başka kuş ise şüphesiz balıkçıl kuşudur. Şöyle ki balık, kurbağa, yengeç her ne varsa
yakalayıp yeme becerisi sergileyebilen bir hayvan. Ayrıca sakın ola ki onun
bacakları uzun ve kemikli olmasına bakıpta tüyle kaplı olmamasına üzülmeyin.
Tabiî ki tüysüz olması onu her an ısı kaybına uğratacağı muhakkak. Fakat
demokrasilerde çareler tükenmez derler ya, aynen öyle olduğu üzere zaman zaman
tek ayak üzerine durup kendince çözüm bulmuş bile.
Peki, kuşlar bitip
tükenmek bilmeyen bu enerjiyi neye borçlular derseniz gayet basit. Vücudunda
bulunan radyatör görevi yapan soğutma sistemi sayesinde elbet. Bu sistem olmasa
tıpkı bir araç motorunun ısınmasıyla birlikte patlama söz konusu olacaktı ki,
kuşu yaratan hiç kuşkusuz ona has radyatör donanımı ihsan etmeyi de ihmal
etmeyecektir. İşte bu iş için akciğerle irtibatı kesmeyecek hava torbaları (radyatör)
bu vazifeyi fazlasıyla yerine getirmeye yetiyor artıyor da. Böylece hava torbaları
bir yandan vücutta fazla ısıyla nemi atarken, diğer yandan ise karbondioksit
verip yerine oksijen alımını sağlar. Bu arada kuşun kalbi motor rolü, göğüs
azaları ise uçuş malzemesi görevi üstlenir. Derken bu donanıma sahip kuşlar
tıpkı kuzey kutup dairesi civarında kuşlar gibi yuvalarını yaptıktan sonra
güneye doğru uçarlar. Fakat konakladıkları yerlerde yaz bitimiyle birlikte
tekrar dönüş yaparlar. Belli ki yapılan tüm göç uçuşları için takriben çeyrek
milyon defa kanat çırpmak gerektirir ki; bu yüzden kuşlara pilotların piri
dersek yeğdir.
Kuşlar tek kanaldan hem dışkısını, hem yumurtasını dışarı
çıkarması bile sıradan bir olay gibi gözükmüyor. Dolayısıyla kuşlar yumurtlar,
fakat doğurmazlar. Zaten bir kuş yavrusunu karnında taşıyacak nitelikte yaratılmış
olsa taşıma zorluğundan uçması mümkün olmayacaktı. Bu arada Allah-ü Teala
yarattığı kuşa yumurtası üzerinde kuluçkaya yatma içgüdüsü ve yavrularıyla aynı
mekânı paylaşmasına yönelik otlardan yuva yapma becerisinin yanı sıra kuluçka
evresinin son demlerinde gagasıyla yumurtaları parçalayıp yavrusunu besleme
ilhamı da vermiştir. Böylece her yıl dünya üzerinde milyarlarca kuş hayata veda
edip yerine yenileri gelmekte. Yani yumurtalar aracılığıyla her yaz gök kubbeyi
hoş seda ile şenlendiren canlar uçuşmakta.
Gerçekten yumurta deyip geçmemeli. Çünkü kuş yumurtası
harika bir sanat ürünü. Öyle ki yumurta gözenekler açık tutulabildiği gibi
kapanıyor da. Niye derseniz, özellikle suda yüzen kuşların bu sisteme çok
ihtiyaçları var. Aksi takdirde suyun gözeneklere girmesi sonucu civcivin
oksijensizlikten dolayı boğulması söz konusu olacaktır. Sadece yumurta kabuğundan su sızsa gam
yemeyiz, bakterilerin fırsattan istifade içeri dalmaları her an mümkün
olabiliyor. Dolayısıyla tedbir babından gözenekler kapanır açılır şekilde
tasarlanmıştır.
Kuşlar rızk aramak
uğruna diyar diyar uçmaktan bir an olsun geri durmazlar. Kuşun yemek borusu
kursak taşlığına kadardır. Bu yol
boyunca kademeli bir şekilde yiyecekler usul usul geçmekte olup, topladığı
danelerin doğrudan doğruya taşlığa gitmenin önü kesilir. Yani kursak bir
noktada alınan gıdayı hem depo etmeye, hem de mideye indirmeye yarar. Bu alınan
gıda solucanda olsa fark etmez derhal kursağa indirilir.
Yarasa, Huma gibi
kuşlar yükseklerden uçarken gündüz değil geceleyin dışarı turlamaktalar. Mesela
yarasa turlarken gözleriyle
değil vücutlarında yer alan radar sistemiyle etrafı kolaçan etmekte. Yani radar
sistemi sayesinde neşrettiği yüksek frekanslı ses dalgalarının nesnelere
çarpmasıyla birlikte geri dönen ekostik yankıyla yönlerini tayin ederler.
Böylece rızklarını havada uçma esnasında böcek avlayarak temin ederler. Hatta
vampir yarasalar da vardır. Bunlar malum hayvanların kanlarını emerek
beslenirler. Neyse ki hayvanın kanını emerken acı ve sızı vermiyorlar. Tam tersi
sızıverme bir yana büyük bir ustalıkla toplardamarı bulup anestezi işlemine
benzer bir metotla yarmaktadır. Yarasaların en irisi ise tilki yarasalar olup
beslenme kaynakları çiçek ve meyve olmaktadır. Ayrıca bu tiplerin diğer
yarasalardan farkı gözlerinin keskin olmasıdır. Fakat bunların radar sistemleri
fazla gelişmemiştir.
Bütün kuşların
tüyleri senede bir dökülüp yerine yenisi gelmekte. Dolayısıyla tüy deyip
geçmemek gerekir, yenilenmesi önemini ortaya koyuyor zaten. Zira baykuş
tüylerinin yumuşak ve uzun olması yavaşça süzülerek uçsun diyedir. Şahinin
tüyleri kısa olup ona hızlı uçuş kabiliyeti sağlamak içindir. Keza karabatak kuşunun rızkı da su olması
hasebiyle tüy ona yüzme ve dalgıçlık kabiliyeti verir. Bu arada dalgıçlıktan
söz etmişken dalgıç kuşlarının çürüyen
otlar üzerinde mesken tuttuklarını, su kuşların ise su üzerinde yüzen bir
mekânda kuluçkaya yattıklarını bilmekte fayda var..
Kuşlar aynı
zamanda yuva yapmakta mahir canlılardır. Hele bunlar arasında bir kuş var ki
dokumacılara adeta parmak ısırtan cinsten. Şöyle ki etrafında topladığı saman
çöplerini ilmikleyip halka halinde yuva örüyor. Tahmin etmişsinizdir, bu kuş
adı üzerinde dokumacı kuştan başkası
değildir. Ördüğü yuvanın giriş kapısı altta olup yumurta ise antrenin rafında
muhafaza altına alınmıştır. Hatta düşmanlarına yem olmamak için yuvasını
tersine örecek kadar emniyeti elden bırakmadıkları gözlemlenmiştir. Yuva derken
elbette sadece dokumacılık akla gelmemeli. Zira Afrika ve Asya’da yaşayan
gugukgiller cinsinden bir kuş var ki; yerleştiği ağaç kovuğunu erkeğin
getirdiği çamuru tükürüğü ile bulamaç haline getirdikten sonra yuvasını ağzıyla
rahatlıkla sıvayabiliyor. Öyle ki sıvaya sıvaya sadece başını çıkartacak kadar
bir pencere (delik) bırakır. Böylece yavruları yumurtadan çıkacağı ana
kadar erkeğinin getireceği gıdaları delikten başını çıkartmak suretiyle
almaktadır. İşte erkeğin dış işlere bakması, eşinin ise iç işlere adaması denen
olay bu olsa gerektir. Keza bir başka kırlangıca benzeyen bir kuş türü var ki; tükürüğü kaya yüzeyini yapışkan hale getirir.
Derken yarım daire şeklinde tükürüğün kalınlaştığına iyice emin olduktan sonra
yumurtalarını o alana (belirlediği kaya yüzeyine) bırakıp neslin
devamını bu yöntemle devam ettirir. Yine bir bambaşka tümsek yapan bir kuş var
ki; o da çürüyen bitki artıklarından tümsekli yuvalar inşa etmekte mahir usta
bir kuş. Hatta inşa ettiği tümseğin tepesinde nöbet duran (gözetim kulesi) erkeğin gözetimi altında yumurtalarını bile
muhafaza edebiliyor. Hâsılı tüm verdiğimiz örneklerden anlaşılan şu ki; kimi kuş yumurtalara bir ağaç kovuğu, kimi
yumurtalara bir kaya parçası üzerine çizilen yapışkan bir daire, kimi
yumurtalara da tümsekler mekân olabiliyormuş.
Güvercinler üç aylık olduklarında uzak
diyarlara uçup tekrar evine dönmesini bilecek şekilde eğitilirler. Eğitimini
tamamlayan güvercin sahibi tarafından özgür bırakılsa da 2400 kilometre
uzaklığı bulan diyarlara uçuşun ardından evine dönebiliyor. Belli ki onu
yaratan güç pusulasız evine dönmesini sağlayacak ilham kuvveti vermiş. Bu arada
insanında hakkını yememek gerekir. Zira insanoğlu güvercinlerin bu
özelliklerinden hareketle onları haberleşme aracı olarak kullanmayı bilmiştir.
Yine güvercinin bir başka ilginç özelliği kuluçka esnasında yumurtaya tam
olarak yapışık kalmamasıdır. Çünkü tam yapışık kuluçkaya yatsaydı vücut teri
yumurtayı bozup, böylece yavru oluşamayacaktı. Demek ki her şey bir hesap ve
plan içerisinde cereyan ediyor.
Malum kartallar
güçlü pençeleriyle kaplumbağayı göklere çıkarıp bir dağın veya kayanın üzerine
geldiğinde avını bırakıp parçalanmasını sağladıktan sonra kendisine ziyafet
çekebiliyor. Hatta Filipinler'de bir kartal türü var ki avlama sanatının
üstünlüğüne atfen maymun yiyen kartal olarak anılır. Kartalların en büyüğü ise
Güney Amerika’da yaşayıp son derece kuvvetli pençeleri ve çevik hareketleriyle
dikkat çekenidir. Bunlar aynı zamanda maymun yakalamakta mahir hayvanlardır.
Ayrıca bir de balıkçıl kartallar var
ki; bunlar bir yandan su üzerinden 30 metre yükseklikte çemberimsi daire çizip
uçarken, öte yandan su altında balıkları nokta atışı maharetle radar misali
yerini belirleyip avını avlamakla meşhurdurlar. Kartallar için en veciz
söylenilecek bir kelam varsa, o da “Kartallar yükseklerden uçar” sözüdür.
Kargaların gıdası
genellikle leş ve hayvan tersleridir. İlginçtir erkek kargalar dişi kargalarla
bir arada pek bulunmazlar. Zekâ yönünden ise insansı davranış sergilerler.
Nitekim Habil kabil olayında; Kabil, kardeşi Habil’i öldürdüğü zaman bir anda
ortada kalan cesede ne yapacağını düşünürken birde ne görsün yanı başında bir
karga toprağı eşeleyip avını gömüyor. Tabii bu durum karşısında Kabil; “Bir karga kadar bile olamadım” deyip
mezar kazmayı keşfetmiştir.
Bir dölengeç kuşu
düşünün ki göklerde uçuşurken aşağılarda ne var ne yok iyi görebiliyor. Nitekim
insanların bıraktıkları her ne varsa ardından toplamayı da ihmal etmezler.
Dikkat edin ardından diyoruz, yani kesinlikle kendisini koruma adına insan
önünden yiyecek toplamazlar.
Dünyanın en büyük
dağ kuşları hiç kuşkusuz And akbabasıdır. Onlar And dağlarında uçarken öte
yandan keskin gözleriyle aşağıları taramayı da ihmal etmezler. Böylece
aşağılarda birçok ölmüş hayvan leşleri onlar sayesinde temizlenmiş olur.
Ya cennet kuşlarına ne dersiniz. Adı
üzerinde cennet. Yani hem adı güzel hem
de kendisi. Vatanı ise Yeni Gine, Kuzey
Amerika ve civarı adalarıdır. Bir başka özellik ise erkeğin dişisinin dikkatini
çekmek adına hem süslenmesi hem de nağmeler dökmesidir. Hatta kuyruğundaki
renkli sorguçlarını yelpazelendirip izdivacını ilan etmekten geri durmaz da.
Onlar işte bu yönleriyle dünyanın en güzel kuşları olmayı çoktan hak ettiler
bile.
Kuşların
uçmayanları da var elbet. Üstelik sayıları bir hayli kalabalık ta. Mesela deve kuşu bunun tipik misali
olup temel gıdası bitki olmaktadır. Keza yediği gıdaları yuttuğu taşlarla
öğüterek hallederler.
Hâsılı kelam;
kuşlar semada uçan mükemmel uçaklar olmanın yanı sıra bazı türleri var ki; hem iyi bir dalgıç, hem de denizde iyi yüzen
bir gemidir.
PAPAĞAN
Genelde bir insan hep aynı şeyleri
söylediğinde sıkılıp hemen; “Papağan
gibi tekrarlama” uyarısında bulunuruz ya, nedeni gayet basit. Çünkü papağan
böyle bir hayvan, ağzından taş patlasın 40–50 kelimelik bir cümle
çıkartabiliyor. Hele hele evcil olarak kafesinde esir yaşadığında taklit
özelliği daha da derinlik kazanır. Fakat çevrede özgürce uçuştuğu zamanlarda bu
özellik yoktur. Dolayısıyla insan gibi düşünüp konuşan bir varlık değil, sadece
taklit yapmak özelliği olan bir hayvan. Belli ki cümle âlemde düşünerek konuşma
kabiliyeti sadece insana has kılınmış.
Papağanları dişisinden veya erkeğinden ayırmak için en
pratik yol, şayet erkeğin sevgi gösterisi karşılık bulursa anlayın ki karşıtı
dişidir, karşılık bulmayıp sinirlenirse erkektir. Zaten karşılık bulduğunda son
derece birbirlerine bağlı ve sadakatli olurlar.
Papağanların ayakları dört parmaklı olup, aynı zamanda
ağaçlara tırmanmada gagası yardımcı olmaktadır. Nitekim gagasının kalın ve
kıvrık olması hem çiçek, meyve ve tohum gibi yiyecekleri kırmada tabla ödevi
görmekte, hem de dokunma işlevi kazandırır. Kanatları ise kısa olup çok iyi
uçuculardır. Peki ya tüyler? Malum tüylerin yeşil, kırmızı, mavi, sarı, beyaz
ve siyah olması hasebiyle seyredenleri kendine cezp eder. Aman efendim seyirde
ne demek, seyrine doyum olmaz da. Genellikle barındığı mekân ya ağaç
kovuklarıdır, ya da kaya yarıklarıdır. Üremeleri ise yumurtlama yöntemiyle
gerçekleşir. Keza bunca güzel yönlerine rağmen olumsuz bir yönü yok mu? Elbet
var. Mesela bilinen psittakozu (papağan hastalığı) hastalığı papağanlar
vasıtasıyla geçtiğinden bu yönüyle de zararlı olabiliyor.
AĞAÇKAKAN
Ağaç gövdeleri onun için hem bir yuva, hem barınma, hem de
beslenme kaynağıdır. Üç fonksiyonu yerine getirebilmek için gereken donanım
fazlasıyla kendisinde mevcut. Ağacı oymak için güçlü bir gaga, tutunmak için uzun dilinden çıkardığı
yapışkan madde, tırmanmak için kuvvetli tırnak ve ağaca dolanması içinde kuyruk
ihsan edilmiştir. Hele bir ağacı oymaya
dursun, sanırsın ki inşaatta çalışan işçilerin keser sesleri. Oysa bu ses 800
metre uzaklıkta bile duyulabilen ağaç kakana özgü çalışma sesleridir. O aynı
zamanda ağacı kakalamakla kalmayıp ağaç kabuğu içerisindeki böcek ve kurtları
da avlar. Öyle ki bir saniyede 15–20 vuruş
yapar. Düşünsenize normalde bir insan o vuruşları yapsa beyin kanamasından
gitmesi an be an mümkünken, ağaçkakan güçlü beyin yapısı sayesinde beyin
travması yaşamamaktadır. Anlaşılan boyun kasları son derece güçlü kılınmış ki
beyin kanaması tehlikesiyle karşı karşıya kalmasın. Yani Rabbül âlemin onu her
bakımdan korumaya çoktan almış bile.
Ağaçkakanların bir diğer dikkat çeken yönü ise üremek için ağaç
gövdeleri üzerinde oydukları oyuklardır. Oyuklar içerisine 3–4 arasında
bıraktıkları yumurtaları erkekler döllemenin yanı sıra, yumurtadan çıkacak
yavruların bakımını daha çok erkekler alakadar olur.
PELİKAN
Adı:
İri kuş türü.
Konakladığı
mekân: Tropikal Amerika kıyılarında yaşarlar.
Yiyecekleri: Avladıkları balıklar.
Halk arasında gagasının kaşığa
benzemesinden olsa gerek kaşıkçı kuşu diye anılır. Sadece gaga olsa iyi,
gagasının altında ayrıca balık avlamaya elverişli ağ da var. Bu heybe sayesinde
hem kendisi beslenir, hem de yavrusu. Pelikan gerektiğinde yediği besin cinsine
göre renk bile değiştirebiliyor. Her şeyden öte onları en ilginç kılan avlama
sanatıdır. Zira önce işe heybesine su almakla iş koyulur, sonra su dolu heybeye
balıkların düşmesini bekler. Derken heybeye düşen balıkları gagasının her iki
yanından boşalttığı suyla kıskıvrak yutup muradına ermiş olur. Belki de onun
böyle bir avlama metodu sergilemesi insana ilham olmuş olsa gerekçi balıkçılar
avlamada daha çok ağ kullanırlar. Üremeleri ise koloni halinde olup, ayrıca yumurtalama
da söz konusudur. Nitekim ebeveynler yumurtadan çıkan yavruların tam
geliştiğine kanaat getirdikten sonra onları kendi kaderleriyle baş başa bırakıp
terk ederler. Böylece kendi başlarına kalan pelikanlar birkaç haftaya kalmadan
uçuş bile yapacak seviyeye gelirler.
PENGUEN
Adı: Penguen
Cinsi: Kuş
Yiyecekleri: Deniz ürünleri.
Yaşadıkları bölgeler: Kutup ve soğuk bölgeler.
Penguenler kuş cinsi olmasına rağmen
uçamıyorlar. Olsun önemi yok, onlarda denizde yüzüş uçuşu yapmaktalar. Hele bir ayakları var ki; sanki bir palet.
Üstelik bu paletler ve kuyrukları bir dümen görevi yapıp, bu sayede balık veya
karides türü deniz canlıları avlamaya yarar. Hatta rızkı uğruna denizlerde
aylarca kalabildikleri gibi daha sonraları kayalık tepelere doğru tırmanıp
buralarda mesken tutabiliyorlar. İlginçtir erkek penguenler dişi penguenleri
kendilerine çekmek için habire taş hediye ederler. Belli ki taş hediyenin ötesinde bir anlam
içeriyor. Zira taşlar sıcak havalarda
karların erimesine karşılık tedbir açısından gereklidir. Bu yüzden önemine
binaen yuvanın temeli için hediye olarak taş seçilmiş. Yani izdivaç için çakıl
taşı bulmak bir vazife. Hatta bu izdivacın ardından yuvasında yumurtlayan
penguenler yumurtaları erkeklere emanet edip rızık aramak için denize bile
açılırlar. Anlaşılan o ki erkeğin görevi yumurtaların üzerinde iki ay boyunca
yatmak ve yavrunun yumurtasından çıkmasına yardımcı olmaktır. Bazen erkek
penguenin etrafta hava almak için dolaştığı da görülür, ama yine de ekseriyetle
gününü yumurtanın başında geçirmektedir. Ta ki yumurtanın kuluçka devri
yaklaşana kadar bu durum devam eder.
Dişi penguen ise yuvasına döndüğünde yavrusunun dünyaya gelişini
beraberinde getirdiği balıkları takdim ederek kutlar. Derken yavrusuna bakmak
üzere nöbeti babasından devr alır. Böylece iki ay boyunca bitap düşen erkek
penguen açlığını gidermek adına denize koyulup güç tazeler. Ardından tekrar
anne penguenden emaneti teslim alır.
İşte bu karşılıklı nöbetleşme sayesinde iyice yetişkin hale gelen yavru
penguenin artık bir noktada tek taraflı beslenmeyle yetersizliği ortaya
çıkar. Ki; bu durum karşısında baba ve anne penguen,
yetişkin yavrusunu diğer penguenlerin arasına bırakıp birlikte denize açılma
gereğini duyarlar. Döndüklerinde bunca penguen arasında evlatlarını
karıştırmadan seçip tekrardan bağrına basmaları görenleri ister istemez
hayretler içerisinde bırakır. Ne
diyelim, galiba anne ve baba şefkati bu olsa gerektir.
YARASA
Bakmayın onun öyle
kör gözlüm olmasına. En üst seviye diyebileceğimiz radar sistemine sahip
programı sayesinde gören gözlere taş çıkartacak cinsten bir hayvan. Nitekim
kanatlarıyla yaydığı dalgaların etrafındaki nesnelere çarpması sonucu yansıyan
ses dalgaları hem avını yakalamaya yetiyor hem de yönünü (ekolokasyon)
belirleyebiliyor. Üstelik beslenme adına çıkarttıkları sesler yirmi binin
üzerinde ultrasonik ses dalgaları oluşturduğu için insanlar tarafından çoğu kez
duyulmaz da. Beslenmesi genellikle sinek
türü zararlı böcekler olup geceleyin ortaya çıkarak rızkını düzenli uçuşlarıyla
gerçekleştirirler. Hatta bir saat içerisinde 300 civarında böcek
avlayabiliyorlar. Böylece çevreye çok faydalı bir hizmette bulunmuş oluyorlar.
Yarasaların bir de kan emen türleri var ki, bunlar için özellikle sıcakkanlı
hayvanlardan at ve sığır kanı iyi bir gıda kaynağı olur. Öyle ki vampir yarasalar üst üste ardı sıra
kan içmediği zaman ölebiliyor. Barındıkları mekânlar ise karanlık mağaralardır.
Yarasalar aynı zamanda hemen hemen dünyanın her tarafında sürüler halinde göç
ederek yaşayabilen doğurgan hayvan olup, yazın faal, kışın ise kış uykusuna yatarak hayatlarını
geçirirler. Uyurken de baş aşağı uyurlar. Çünkü bu pozisyon beyne kan akışının
gitmesini sağlar. Üremeleri çiftleşme
şeklinde olup erkek ve dişi yarasalar sadece izdivaç durumlarda bir araya
gelirler. İlginçtir doğurduğunda tek bir yavru doğurup, o da birkaç haftaya
kalmadan uçuş kabiliyeti kazanabiliyor. Hayat süreleri ise 20 yılı bulur.
ÖRDEK GAGALI PLATİPUS (Ornitorenk)
Birisi
çıkıp gelse dese ki bana bir hayvan gösterin ki; o hem memeli, hem sürüngen,
hem de yüzücü özellikleri bir arada olan bir hayvan olsun. Tabii böyle bir
teklif karşısında daha önceden hayvanlar âlemine ait bir ansiklopedi
karıştırmadıysak, derhal bak kardeşim bizimle dalgamı geçiyorsun der, belki de o adamı tınmayız. Evet, tüm bu özellikleri bir arada bulunduran
hayvan var. Olur ya bir gün onu kimi zaman kuş gibi kuluçkaya yatıp yumurtlarken,
kimi zaman ördek gibi gaga ve perdeli ayakları sayesinde suya dalıp solucan
veya küçük balık avlarken, kimi zamanda
memeli bir hayvan gibi yavrusunu kucağına almış beslerken görürseniz sakın
şaşmayın. Bu sözünü ettiğimiz kompleks hayvan Avustralya’da yaşayan ördek
gagalı platipus(Ornitorenk)’dır elbet. Bir elde on marifet sözü sanki
bunun için söylenilmiş. Baksanıza savunma silahı bile var. Zira ayak
ektremitelerinin altında zehirli dikenleri sayesinde bir çırpıda düşmanını
bertaraf edebiliyor. Ayrıca ayaklarının kuşlarda olduğu gibi tırnaklı olması
hasebiyle gerek nehir tabanı, gerekse yeraltında bir köstebek misali toprağı
eşeleyip kanal açabilme avantajına da sahip. Böylece kazdığı yer veya çukura
yumurtalarını bırakıp kuluçka süresinin tamamlanmasıyla birlikte yavrularını
dünyaya getirme imkânına kavuşurlar.
Peki, bu kadar pek çok özelliği bir arada barındıran bu hayvanı
sınıflandırırken hangi sınıfa dâhil edeceğiz sorusu geldiğinde, ne cevap
vereceğiz derseniz, malum her şeyde olduğu gibi uzmanına başvurmak gerekir.
Nitekim Zoologlar yavrusunu sütle beslediğinden hareketle memeli grubuna dâhil
etmişlerdir. Böylece bu sınıflandırmayla iki arada bir derede kalmaktan
kurtulmuş oluruz.
TAVUK
YUMURTASI
Yumurta deyip
geçmemeli, incelendiğinde harika bir sanat eseri karşısında olduğumuzun farkına
varırız. Öyle ki yumurta dış kabuğu 15 bin adet mikroskobik gözeneklerle
donatılmış durumda. İlk bakışta gözeneklerin varlığı mikropların girmesi için
kolaylık gibi görünse de, hiçte göründüğü gibi değil. Zira gözenekler protein
yumağıyla kaplıdır. Dolayısıyla her türlü enfeksiyona karşı geçit verilmediği
gibi aynı gözenekler muhtemel darbeler karşısında dış kabuğa esneklik sağlayıp
yumurtanın bir çırpıda kırılmasını önler. Keza yumurta uç kısmın sivri, alt
kısma doğru ise yassı küremsi yapıda olması kabuk kısma dayanıklılık
kazandırdığı apayrı bir gerçek olarak karşımızda durmakta. Ayrıca civciv için
yumurtanın iç kısmı karanlık bir mahzen olmanın ötesinde sanki bir cennet
yurdu. Baksanıza söz konusu mekân civcivin beslenmesine yönelik mineral ve
vitamince zengin yaşanılabilir bir ortam olmanın yanı sıra aynı zamanda
embriyolojik gelişimini tamamlayacağı iyi bir vatan hükmünde. Yani bu mekân
hayat kaynağıdır. Madem dış âlem bir planın eseri yaratılmış, o halde iç âlemde
yumurta akı ve sarı renkli sıvı ile dolu bir başka âlem olarak göz
dolduracaktır. Ki; öyledir zaten. Yani iç ve dış birbirini tamamlamış haldedir.
Peki, ya yumurta akı, malum o da civciv için adeta su kaynağıdır. Sarı renkli
sıvı (vitellüs) ise protein ve vitamin içerikli olup, civcivin
beslenmesi için hazırlanmıştır. Bu arada, civciv bu karanlık oda da nasıl nefes
alıyor derseniz, cevabı gayet basit,
başta da belirttiğimiz üzere gözenekler sayesinde hava alıp dışarı
karbondioksit salıvermek suretiyle. Belli ki fiziki kurallar yumurta içinde
geçerli bir kanun. Şöyle ki; adına difüzyon denilen yayılma yöntemi sayesinde
yoğunluğu az oksijen molekülleri yoğunluğu daha fazla karbondioksit
moleküllerin çekim etkisi altına girerek gereken işlem tamamlanır.
Tavuğun kuluçka dönemi rast gele bir sayı ile endeksli
olmayıp tam tamına 21 gündür. Yani civcivin yumurtadan çıkışı 21 sayısıyla
programlanmış. Hatta civcivin embriyolojik gelişimi belli bir hesabın gereği
alacağı oksijen ve tüketeceği karbondioksit önceden belirlenmiş bile.
İnsanoğlunun çoğu kez planladığı projeler fiyaskoyla neticelense de, bu civciv
olunca iş değişiyor. Zira yumurtanın ebadında en ufak bir değişiklik olmaması
bir ölçüyü ortaya koymaya yetiyor artıyor da. Dolayısıyla son derece
düşündürücü bu mucizevî nizam karşısında O'nun huzurunda “Allah” demekten başka
daha ne diyebiliriz ki. Ayrıca kuluçka süresince yumurtanın su kaybı % 16’dır.
Belli ki söz konusu %16’lık su kaybı
civcivin yumurtadan çıkacağı zaman başını bir boşluk içerisinde hareket ettirip
kabuğu kırmak için düşünülmüş bir tasarımdır. Dahası Allah-ü Teala nemli
ortamlarda yumurta kabuğundan su buharını atmanın zorluğunu ezeli ilmiyle
bildiğinden su buharını tasfiye edecek düzenekle yumurtaya biçim vermiştir.
Böylece civciv her halükarda yaratılış programın gereği delik açıp yumurtadan
rahatlıkla çıkabilecek duruma gelebiliyor. Derken yumurtadan çıkar çıkmaz
yürüyüp annelerinden her hangi bir eğitim almaksızın yemlemeye bile
koyulabiliyor. Her şeyden öte şunu belirtmekte fayda var; tavuklarda bir anne yüreğine sahipler.
Baksanıza civcivleri koruma süresince tehlike sezdiğinde gerektiğinde canı
pahasına da olsa hayatını feda edebiliyorlar.
Ayrıca Avustralya’da Mallee adında bir erkek tavuk var ki
neslini devam ettirmek adına mezarımsı çukur kazmayı kendine görev addeder.
Dişi ise kazılan çukura yaklaşık 30–35 kadar yumurta bırakmakla erkeğin bu
arzusunu yerine getirmiş olur. Fakat burada akla takılan bir soru var ki; anne
tarafından yumurta bırakılması iyi hoşta bunların belli bir ısıda kalması
gerekmez mi? Elbette gerekir. Şöyle ki bu noktada erkek tavuk hiç üşenmeksizin
kum, toprak, bitki parçası her ne varsa gerekli lojistik malzemeleri taşımaktan
geri kalmaz. Dolayısıyla içimizden gel keyfim gel diyensimiz geliyor. Zira dişi
tavuklar bu konuda çok rahatlar. Niye rahat olmasınlar ki, nasıl olsa
çukurların başında gece gündüz 2 aya süreli bekleyen erkek tavuklar var. Keşke
her baba Mallee tavuğunun babası gibi olsa da gerçek anlamda “Cennet anaların ayağının altında”
hadisi şerifi bir başka mana kazanabilse.
FLAMİNGO
Flamingolar hem uzun
ve ince bacaklara sahip, hem de uzun eğri bir boyuna sahip, ördek ve kaz
benzeri tüyleriyle dikkat çeken rosa renkli bir kuş cins hayvandır. Geniş perde
ayakları sayesinde tek ayak üzerine durmakta, hatta uyuyabiliyor da. Kendisinin ördek ve kazlardan bariz farkı
yediği gıdadan ötürü ya da karotin miktarının azlığı veya çokluğuna bağlı
olarak tüylerinin renk almasıdır. Böylece onu seyre dalanların zihninde
pembemsi harika renk cümbüşüyle bezenmiş kanatlı hayvan olarak yer edecektir.
Demek ki işin sırrı karotin renk maddesinde gizliymiş. Yani karotin miktarı az
ise kırmızı tondaki renkler beyaz olmakta, karotin çok ise doğal rengine
bürünmekte. Mesela Flamingonun yediği gıda karides ise karanfil renk alır. Keza
onu ilginç kılan bir başka özellik ise kıvrık gagasıdır. Nitekim kıvrık gagası
sayesinde adeta sağlı sollu hareketlerle suyu vakumlayıp filtre edebiliyor. Böylece
su içerisindeki minicik canlılar onun gıdası olur. En dikkat çeken yönü ise
beslenme uğruna su içerisine başını suya daldırarak suyu bir radar gibi
taramasıdır. Derken süzdüğü suyu dışarı tahliye etmek suretiyle kendisi için
gereken rızka kavuşur. Üstelik bu işlemi çamurlu su içerisinde narin tüylerini
kirletmeksizin gerçekleştirdiği gibi, söz konusu çamur yığınları üzerine
yumurtlayabiliyor da.
BALIKLAR
Bizler uykudayken
üzerimize su damlasa hemen uyanıveririz. Oysa balıklar öyle değil, yaşadığı
ortam tanıdık olması hasebiyle ta ki su türbülansa uğrayana dek rahat rahat
uyuyabiliyorlar.
Malumunuz
Afrika’nın kavurucu sıcaklarında sular çekilip yerini kuraklığa bırakabiliyor.
Bu durum elbet göz ardı edilemezdi. Bu yüzden burada yaşayan balıklar akciğerli
yaratılmışlardır. Öyle ki yazın sular çekilince akciğerli balıklar kendilerini
derenin çamuruna gömüp koza şeklinde yuvasında yaşayabiliyor. Hatta inşa ettiği
yuvanın tepesinden bir havalandırma aspiratörü açıp nefes almakta. Bu arada
yağmurlu havalarda önceden vücudunda depo ettiği yağlar sayesinde yuvasında
birkaç ay canlılığını nötr halde korumasını bilecektir. Ne zamanki yağmurlu
mevsimler başlar o zaman tekrar dirilişe geçerler.
Bazı balıklar var
ki; ne pulu var, ne çenesi, ne de
yüzgeci var. Varsa yoksa sabit bir ağzı mevcut. Bu balık taş-emen balıktan başkası değil elbet. Tabiî adı taş-emen, ama
gerçekte taş filan emdiği yok. Sabit ağzı sürekli açık olduğundan dili
üzerindeki bıçak görevi yapan dişler avına tutunmaya yarar. Yeter ki gözüne
kestirdiği bir balık olsun, hemen bu donanım sayesinde avını elde edip, öylece
beslenmiş olurlar. Solunumu ise her zaman ki gibi solungaç vasıtasıyla
gerçekleşir, ama solungaç yapısının diğer balıklardan farkı ağız kısmında değil
vücuduna konumlandırılan keseler içerisinde olmasıdır. Belki de böyle donanıma
sahip olmasaydı kanını emdiği hayvanı bırakmak mecburiyetinde kalacaktı. Bu arada keskin dişleri veya keskin dilinin yanı
sıra kendini savunabilmesi içinse vücudu yapışkan kılınmıştır. Bu yapışkanımsı
madde sıvı her halükarda hazır tutulur. Demek ki fiziki olarak garip gibi
görünse de aslında güçlü olduğu anlaşılmaktadır. Allah garipleri sever zaten.
Bazı balıklar var
ki; oltalarıyla avını avlamaktalar. Zira bu tanıma uygun baş kısmında etsi tel
çıkıntılar var olup, çıkıntıların ucunda ise kanca vardır. İşte o bu donanıma
sahip olmanın gereği avını yuvasının önünde pür dikkat bekleyip, tuzağa
düşürmenin derdindedir. Nitekim küçük balıklar kancaları solucan zannedip
ağızlarına alınca neye uğradıklarını şaşkınlığı içerisinde yutuluverirler. Bu
yüzden bu tip balıklar bilim dünyasında kurbağa
balık olarak anılırlar.
Balıklar
yumurtlayarak üredikleri gibi köpek balığı, balina, yunus balığı ve kıkırdaklı
balık gibi balıklar da doğurarak ürerler. Yumurtlayarak üreyen balıkların
izdivaçları ise tam bir romantik figürler eşliğinde geçmektedir. Öyle ki su
içerisinde erkek ve dişi balıklar yüzgeçleri veya vücudundan saldıkları
birtakım sinyaller eşliğinde birbirlerini cezp etmekteler. Böylece dişi
balıklar yumurtalarını oldukça romantik bir ortamda suya bırakmak zorunda
kalırlar. Peki dişi balık bunu yapar da, erkek balık boş durur mu, elbet
durmaz. Onlar da spermalarını gönderip döllenme olayına katkıda bulunurlar. Gerçekten
tefekkür anlayışı doğrultusunda düşündüğümüzde minicik spermlerin engin deniz
sulara veya akarsulara salıverildiğinde yumurtayı nasıl bulduğu konusu başlı
başına bir mucizevî rabbaniye hadise olarak değerlendiriyoruz. Malum bazı
balıklar da spermalarını su içerisine bırakmaktan ziyade dişilerin yuvalara
yumurtasını bırakmasını sağlayacak yuvalar hazırlamayı tercih ederler. İlginç
olan daha birkaç ayı bulmadan döllenmiş yumurta kabuğundan çıkan küçük
balıkların hiçbir eğitim almadan derhal yüzmeye başlayıp avlamaya koyulmasıdır.
Belli ki onun eğitimi çok önceden Yüce Allah tarafından tamamlattırılmış olsa
gerek ki tereddütsüz kendilerini derin sulara daldırmaktan hiçbir güç
alıkoyamıyor. Keza yine kedi balıkları denen erkek balık
türleri var ki; yumurtaları ağızlarında taşımaktalar. Ta ki yavrular dünyaya
teşrif edene kadar bu durum büyük bir titizle devam eder de. Bir başka ilginç
balık ise oltalı balıktır. Erkek
oltalı balık ergin hale geldiğinde vücudunu kendi cinsinden bir dişi balıkla
birleştirip tek vücut halde bir arada hayat geçirebiliyor.
Bir insan çıka
gelip erkek balık doğurur mu sorusu sorsa verilecek cevap elbette hayır
olacaktır. Fakat istisnai bir durumda olsa böyle bir balık var. Şöyle ki; dişi balık erkek balığa; “Benim
görevim yumurtlayacağım yumurtayı senin üreme kesene bırakmak olup, bundan
sonrası sana kalmış” bir imayla 'hadi bana eyvallah'
deyip uzaklaşabiliyor. Neyse ki erkek balık terk ediliş hüznünü üreme kesesinde
bir müddet beklettiği yumurtalarının larvaya dönüştüğü 6–8 hafta sonunda
yavrularını dünyaya getirmenin sevinciyle unutabiliyor. İşte bu sözünü
ettiğimiz canlı denizatı'ndan
başkası değildir. Demek ki erkeklerde doğurabiliyormuş pekâlâ.
Yıllık bitkiler
olduğu gibi yıllık balıklarda vardır.
Adından da anlaşıldığı üzere bunların ömürleri bir yıllıktır. Nitekim
denizatları ve golyan balıkları kaya, dere ve ırmaklarda mesken tutan yıllık
balıklardır. Sular kesilince ister istemez ömürleri de tükenmiş olur. Neyse ki
yağmurların yağmasıyla birlikte çamur içerisinde saklı tutulan yumurtalardan
çıkan yavru balıklar ebeveynlerinin neslini devam ettirecek hamleyi gösterip
hayata göz kırpabiliyorlar.
Bazı balıklar var
ki; denizin 450 metre derinliğinde tenha yerlerde yaşayabiliyorlar. Fakat tenha
yerler olması dolayısıyla bedenleri güçsüzdür. Bu yüzden enerji kaybına
uğramaksızın yiyeceklerini ilk fırsatta elde etmeleri gerekmektedir. Ki; zaten
öyle de yaratılmışlardır. Rabbül âlemin sıfır ihtimalde olsa yiyeceğini
garantiye alması bakımdan ağızlarını vücutlarından büyük yaratmıştır. Hatta
denizin derinliklerinde yaşayan bu balıkların vücutlarının her iki yanında ışık saçan fenerler (uzuvlar) yaratmış ki kendi aralarında tanışıp
kaynaşıp üreyebilsinler. Belli ki bu donanım süs olsun diye yerleştirilmemiş,
belli bir maksada yönelik donatılmıştır. Bilindiği üzere okyanusun dip
kısımları zifiri karanlık içerisindedir, ama bir şekilde aydınlatılması gerekir
ki söz konusu balık yol alabilsin. Dahası Rabbül âlemin bu canlıya foto fosfor
denen aydınlatıcı organ takmakla onu korumaya almıştır. Böylece vücuduna
yerleştirilen fener maharetiyle mavi renk ışık yayıp, hem kendini korumakta,
hem de rahatça dolaşabiliyor. Bizler ilk lambayı bulan Edison’la övüne duralım,
meğer bu balık yaratılışından buyana ışık saçıyormuş ta bizim haberimiz yokmuş.
Avustralya’da bir
balık var ki; suda yüzdüğü gibi su dışında da yürüyebiliyor. Yani karadayken
solungaçlar adeta ayak görevi yapmaktadır. Hatta bizde çok söylenen bir söz var
ya “Hamsi kavağa çıkar mı?” diye.
Elbette çıkmaz, ama bu söz konusu
balık alçak ağaçlara tırmanıp saatlerce konaklayabiliyor.
Köpek balıkları korku filmlere konu
olan balıklardır. En tipik özelliği deniz dibine batmaksızın dosdoğru
ilerleyebilmesidir. Nasıl oluyor da batmıyor derseniz vücutlarında bulunan hava
kesecekleri sayesinde elbet. Dolayısıyla sürekli hareket etmek zorundalar.
Çünkü hareket ona manevra alanı kazandırıyor. Aksi takdirde denizin dibine
çökme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında, solungaçlar arasında hava dolaşımı
olmayacağından boğulma tehlikesi yaşayacaklardı. Fakat bazı köpek balıkları
denizin dibine çökseler de etkilenmezler. Hatta kış uykusunu geçirip baharla
birlikte uyanıp işbaşı yapanlarda var. Netice itibariyle her iki durumda köpek
balıkların yüzgeç ve kuyruk kısımları su içerisinde türbülans oluşturduğundan
diğer küçük balıkların arkası sırası takılmasına vesile olacaktır. Yani
bilmeden de olsa onlara su içerisinde rehber olmuş olurlar. Özellikle köpek
balıkların üzerine yapışarak seyahat edip keyfini çıkaran adından remora diye
söz ettiren küçük balıklar bunun tipik misalini teşkil eder. Tabii köpek balıkların marifetleri bunlarla
sınırlı değil, aynı zamanda keskin gözlerle uzak mesafeyi görebildikleri gibi
herhangi bir canlının kokusunu çok uzaklardan alabilen güçlü duyusu var. Derken
birçok yetenekleri sayesinde milyonlarca deniz altında ölmüş canlılara ait
artıklar temizlenmiş olur.
Balinalar dişli ve normal balina olmak
üzere iki kategoride incelenirler. Dişli olanlar dişleri gelişmediği içindir bu
ad verilmiştir. Olsun önemi yok dişin vazifesini gören üst çenelerinden sarkan
inci diş tabakaları yeterince elek vazifesi gördüğü için diş olsa da olur
olmasa da, zaten gerekte yoktur. Çünkü suyu emdiği zaman süzgeçten sadece
planktonlar geçebilmekte, diğerleri ise otomatikman tasfiye edilirler. Böylece
planktonlar balinaya gıda olur. Sonuçta her iki tür balina da okyanusu
beraberce turlamakta. Yine her iki türün kuyrukları kürek şeklinde olduğundan
su içerisinde rahatlıkla yol kat edebiliyorlar. Hatta turladıklarında
arkadaşlarından herhangi birinin başına bir şey gelse derhal yardımına koşmayı
da ihmal etmezler. Bu arada balinaların
her dalışlarında burun deliklerinden içeriye asla su kaçmaz. Çünkü su
altındayken burun mekanizmanın içerisinde tıpkı baraj kapaklarının kapanmasını
andırır açılır kapanır kapakçıklar vardır. Anlaşılan su üzerinde açılabilen
kapakçık su altında beslenme moduna geçtiğinde kapanıp, böylece nefes borusuna
su kaçmasının önüne geçilir. Balinalar aynı
zamanda deryayı umman misali okyanus ötesine kilometrelerce seyahat edebilen
mavi derin suların mavimsi dev balıkları olarak dikkat çekerler. Öyle ki
pusulasız toplam 8 bin kilometreyi bulan bir seyahat gerçekleştirebiliyorlar.
Keza Som balıkları da öyledir. Malum Som
balıkları nehirlere yumurtalarını bıraktıktan sonra deniz yoluyla
okyanuslara açılmaktan geri durmazlar. Yumurtlama dönemi gelip çattığında ise
doğdukları nehirlere tekrardan pusulasız sıla-i rahim yapabiliyorlar. Belli ki
onun pusulası Kenan illerinde Yakup (a.s)’ın Yusuf’un kokusunu almasına benzer bir
yöntemle gerçekleşmekte. Her ne kadar seyahatleri meşakkatli olsa da yolculuk
esnasında hele bir çağlayan görmeye dursunlar hemen 4–5 metreyi bulan bir
sıçrayışla kendilerine ziyafet çekebiliyorlar.
Okyanusların belki de en hızlı balıkları yelken balıklardır. Baksanıza
Florada yakınlarında ele geçen bir yelkenli
balığın saatte 110 kilometre hızla yüzdüğü tespit edilmiştir. Belli ki ona
hız kazandıran güç yüzerken yaklaşık 1 metrelik yelken kanatlarını katlayıp
vücuduna yapışık kılmasından dolayıdır. Yani bir yandan yelkenler fora misali
maraton hızıyla ilerlerken, diğer yandan durma esnasında yelken yüzgeçler
tekrar eski konumuna geçip böylece alabora olmaktan kurtulabiliyorlar.
Bir mürekkep balığı var ki;
mürekkepli kalemle yazı yazarken kendini hatırlarız. Oldu ya düşmanı bir ahtapot misali
kavramayacak bir boyda ise Allah’tan ümit kesilmez dercesine adına yakışır bir
tavırla mürekkep püskürtüp hızla izini kaybettirebiliyor. Hatta öyle cinsleri
var ki; su içerisinden fırlamasıyla havada uçması bir olmaktadır. Böylece adını
en hızlı hareket edebilen hayvanlar arasına yazdırır.
Bazı balıklar var ki; göğüs yüzgeçleri çok gelişmiş, aynı zamanda iç
organlarında büyükçe hava keseleri bile mevcut. Kelimenin tam anlamıyla bu
donanıma sahip balıkları uçan balıklar diye anarız. Andığımız bu uçan balıklar
kendilerini savunmasız kaldıklarını hissettiklerinde derhal kuyruklarını
kuvvetli bir şekilde çırptığında sudan fırlayıp yüzgeçleri havada kanat
olmakta. Hatta uçuşları 200–300 metreyi bulmaktadır.
Avrupa ve Kuzey Amerika'nın nehir ve derelerinde bulunan yüzlerce türden
oluşan balıklar var ki; doğup büyüdükleri vatanlarını terki diyar eyleyerek
denizlere açılıp, hedef tayin ettikleri Atlas okyanusunun Sargasso denizine
ulaşmaktalar. Sargasso denizinin tipik özelliği bolca yosun kaplı olmasıdır.
Özellikle yumurtlamak için burası son menzil olmaktadır. Tabii sadece
yumurtlamak değil kendileri içinde son menzildir. Derken görevini en iyi
şekilde yapmanın huzuru içerisinde son duraklarında hayata veda ederler. Bu
sözünü ettiğimiz canlı yılan balıklarından
başkası değildir elbet. Ölümü pahasına gerçekleştirdiği bu seyahat belli ki ona
has kılınmış.
Bazı balıklar var
ki; elektrik üretmekteler. İnsanoğlu elektriği bulmakla övüne dursun
bunu yaratılışın gereği yapan balıklar bu işi çoktan halletmişler bile. Zira bu
tip balıklar yumuşak başının her iki tarafına yerleştirilmiş kastan yapılı
aküleriyle elektrik akımı üretip avını derhal şoklayıp öldürebiliyorlar. Öyle
ki 200–300 voltluk bir akımla düşmanı neye uğradığını farkına varmadan mevta
olur. Mesela 650 voltluk deşarj gücüne sahip yılan balıkları bunun tipik misali
sayılırlar. İlginçtir elektrik şoklarından hemcinsleri değil, kendi dışında ki
avları ciddi manada zarar görür.
Balığında ayı
cinsi olur mu demeyin sakın. Çünkü Antarktika da yaşayan böyle birkaç tür
memeli ayı balığı var zaten. Aslında adından ayı balığı diye söz ettirmek
bir kenara, bu hayvan nasıl olur da buzla kaplı bölge de biricik besin kaynağı
olan balığa ulaşabiliyor, asıl irdelenmesi gereken husus bu olsa gerektir. Yani
söz konusu balığın avını nasıl avlar esprisinin gizemi diş yapısında gizli.
Şöyle ki; buz üzerinde dişleriyle kesip açtığı hava delikleri sayesinde suya
dalış yapıp yarım saatlik turlama süresince su içerisinde avladığı avlarla
beslenmesini temin ettiği gibi, ilginçtir bu zaman diliminde tekrar yolunu
şaşırmadan açtığı deliklerden kendini dışarı atabiliyor. Bir başka ilginç yanı ise vücutlarında yağ
deposu olmadığı halde karlar buzlar ülkesinde üşümeden hayatını devam
ettirmesidir. Elbette ki onu Yaratan Allah şimdilik sırrına vakıf olmadığımız
bir donanımla onu üşütmeyecektir. Bize sadece hikmetinden sual olunmaz misali
amenna saddak demek düşer.
BALİNA
Yeryüzünün en iri
memeli hayvanı olan balina, takriben 90 türüyle gruplar halinde okyanusun o
derin soğuk sularında yüzebilen son derece zeki dev bir memeli balıktır. Bizim
gibi çok sayıda kılları olmasa da belli ki onu belli bir derecede sıcakkanlı
tutan üzeri kalın bir yağ tabakasıyla kaplı deriye sahip olmasıdır. Anlaşılan
30 metre boy uzunluğuna sahip 200 ton ağırlında ki bu hayvan, üzerini saran
kalınca giysi sayesinde ister soğuk, ister sıcak olsun fark etmez 70–90 yıllık
ömrü boyunca ısı sıcaklığı sabit kalacak şekilde yüzebiliyor. Hatta hangi
şartlarda olursa olsun okyanusun o derin sularında turlarken bile yavrularına
kendi bünyesinde depoladığı yağ oranı bakımdan zengin sütünü emzirebiliyor.
Belli ki Allah tarafından yavru balina sütten kesildiğinde derisi kuzey
denizlerin soğuğuna karşı buz kesilmesin diye anne sütü yağ yönünden zengin
ayarlanmış. Balina aynı zamanda yavrularını senede bir defa doğurma özelliği
ile de dikkat çeken bir hayvan. Genellikle yavrusunu doğurmak için bulunduğu
konumdan uzaklara göç edip sığ suları tercih etmektedir.
Bazı balina
türleri var ki; dişleri mevcuttur.
Dolayısıyla bu türler beslenmek için dişlerini kullanırlar. Bazı türler
var ki dişleri yoktur. Bu tür balinaların tipik özelliği ise 3 oda ağız dolusu
suyu damaklarında bulunan üç yüze (300) yakın pullar vasıtasıyla süzüp mikro
canlıları (planktonlar)
alıkoymalarıdır. Derken çene içerisine sarkmış uzun ve sert yapılı bu sistem
üzerine dizili incecik pullarla kaplı yüzgeç donanımı sayesinde planktonlar
rahatlıkla sindirilebiliyor. Baksanıza Allah öyle bir donanım yaratmış ki
balina vücuduna aldığı suları bir yandan çeneleri vasıtasıyla bir anda
boşaltırken, diğer yandan filtre edilmiş sudan arta kalan milyarlarca planktonu
midesine indirebiliyor. Tabii ki sindirilmek üzere alınan sadece küçük mikro
canlılar değil, aynı zamanda güçlü çene yapılarıyla köpek balıklarını bile
parçalayıp avlayabiliyorlar.
Yunus balığı ile
balinalar çoğu kez diğer balıklarla karıştırılsa da her iki balıkta
kuyruklarının yatay olmasıyla ayırt edilirler. Zira yüzdüklerinde tıpkı insan
gibi yüzmekteler. Solunumları ise akciğerle olup, su yüzeyine çıktıklarında
karbondioksit verip oksijen almaktalar. Hatta su altında uzun süre nefes
alamadan kalabiliyorlar. Zaten
vücutlarının 200 ton ağırlığında olması enerjisini az tüketmesine neden olmakta
ve böylece solumayı geciktirmesine yaramaktadır. Tekrar solunuma ihtiyaç
duyduğu zaman başının üst tarafındaki soluk delikleri vasıtasıyla oksijen depo
edip besin aramak için yeniden zaman kazanabiliyor. Hatta suya girdiğinde bu delikler otomatik
olarak kapatıldığından boğulma diye bir dertleri olmaksızın derinlerde seyri
âlem eyleyebiliyorlar.
İlginçtir o
kocaman gövdesinin yanında gözler küçücük kalmaktadır. Zaten denizin
derinliklerinde göze de pek ihtiyaç yoktur. Çünkü derinliklere inildikçe
ışıksızlık hâkim olmakta. Dolayısıyla görme eyleminin yerine ses dalgalarını
kullanmayı tercih ederler. Hele bir nesneye dokunmaya dursunlar, anında
nesneden yansıyan titreşimle yön tayin edebiliyorlar. Böylece bu ses dalgaları
sayesinde etrafında her ne varsa bu dalgalara çarptıklarında anında haberdar
olurlar. Anlaşılan şu ki görme duyuları çok zayıf, ama neyse ki işitme
melekeleri güçlü. Her ne kadar dış kulak vazifesi yapan gözlerin arka kısmında
iki delik varsa da asıl duyumu sağlayan iç kulak bölümüdür. Öyle ki
kilometrelerce uzaklıkta ses dalgalarını tıpkı yarasalarda olduğu gibi
algılayabilecek donanıma sahipler.
YUNUS BALIĞI
İnsanların açık
denizlerde büyük bir hayranlıkla seyrettiği zararsız en zeki hayvanlardır. O da
tıpkı balina gibi doğurgan memeli bir balık olarak dikkat çeker. Peki, doğurgan
olmak iyi has hoşta, doğurgan memelilere has birtakım özellikler su içerisinde
nasıl gerçekleşir sorusu zihnimizi meşgul edecek gibi. Neyse fazla zihnimizi
meşgul etmeden bu meseleyi örneklendirmeye koyulalım. Mesela memelilere özgü
soluklanmayı ele aldığımızda, Yunus balığı yavrusunun solunumunu düzenli
aralıklarla sürekli su yüzüne çıkartarak gerçekleştirdiğini görüyoruz. Hatta
emzirme esnasında bile yavrusunun ikide bir hava alması için nefeslendirmeyi de
ihmal etmediğini gözlemliyoruz. Çünkü yunuslar akciğer solunumu yapan
hayvanlar, buna mecburlar. Her şeye rağmen yine de vücut kaslarında bolca
bulunan miyoglobin maddesi sayesinde derin sularda uzun süre nefes almadan
yüzebiliyorlar. Malum biz insanlarda
bile miyoglobin proteini var, ama sayıca
az olması dolayısıyla uzun süre su altında kalamayız.
Yunus balıkları kendi aralarında ki iletişimleri kuş
seslerini andırır bir sesle kurmaktalar.
Hatta iyi bir eğitimden geçirildiyseler rahatlıkla insanlarla bile
diyalog kurabiliyorlar. Yani birkaç kelimede olsa ağzından ses
çıkarabiliyorlar. Bu yüzden insanlar onları hep uysal bir hayvan olarak bağrına
basacaktır. Ömür süresi ise 25–35 yıl
arasında değişebiliyor. Ayrıca burunları uzamış gaga görünümün yanı sıra, her
iki çenesinde çokça dişleri olan ve sırtlarında ise tek yüzgeçleri ile dikkat
çekerler. Zaten bu özelliklerinden dolayı balıklardan farklı değerlendirilirler,
ama yine de insanlar onu hep balık olarak anarlar. Yine Yunuslar'ın en dikkat
çeken yönü hiç şüphesiz sıçrama teknikleridir. Beslenmeleri etçil olup, en
favori besin kaynağı balık veya mürekkep balıklar oluşturur.
Hazır Yunus
balığından söz etmişken Yunus Peygamberimizin kıssasını da bu arada
zikredebiliriz pekâlâ. Şöyle ki; Hz. Yunus (a.s)’da İsrail oğulları
Peygamberlerindendi. Ninova halkına Allah’ın buyruklarını iletmek için
görevlendirildi, ama imana gelmedikleri gibi yine bildik putlara tapmaya devam
ettiler. Bu durumda Yunus (a.s); “Eğer iman etmezseniz Allah 40 güne kadar
Ninova Şehrini yerle bir ederek batıracak” diye tehditte bulundu. Ninova halkı hiç aldırış bile etmedi.
Hz. Yunus (a.s)
kavmine kırılıp küstü, hatta Allah’tan izin almadan Dicle Nehri kenarına gelip
bir gemiye binerek oradan uzaklaştı. Oysa Allah tarafından izin almadan kavmini
terk etmesi caiz değildi. Derken gemiye bindi, epey yol kat ettikten sonra gemi
bir anda duruverdi. Gemi bir türlü hareket edemiyordu, belli bir yere sabit
kalmıştı çünkü.
Gemide bir
Müneccim: ‘İçimizde bir suçlu var, kura çekelim kime düşerse onu denize
atalım.’
Kura
çektiler, kurada Yunus’a çıkmıştı.
Hz. Yunus
(a.s):
-Evet! Efendisine itaat etmeyen suçlu adam benim.
Bu sözleri sarf eder etmez Yunus (a.s) kendisini suya
attı. Kendisini denize atar atmaz bir
balık yuttu onu. Yunus (a.s) balığın karnında pişmanlığını belirten; “Allah’ım
sen her şeyden münezzehsin, ben gerçekten zalimlerden oldum! (Lailahe illa ente subhaneke inni küntü minezzalimin)”
sözlerini sürekli tekrarlayıp durudu. Tabii bu sözler artık Yunus’un zikri
olmuştu, Allah’ta bu zikrin hatırına tövbesini kabul etti. Balık emri ilahi
gereği hemen karnından taşıdığı Peygamberi çıkarıp denizin kenarına
bırakıverdi.
Hz. Yunus’un gemiye
bindiği gün gökyüzü kararmaya başladı. Ninova halkı paniklemişti. Şehir zifiri
karanlığa bürünmüştü adeta. Hz. Yunus’un
haber verdiği musibetin geleceğini anlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Yunus’u
aramaya koyuldular fakat bulamamışlardı. Çünkü Yunus (a.s) onları terk etmişti.
Ninova halkı çaresiz oracıktan derhal ayrılarak Tövbe tepesine çıkmanın
akabinde feryat figan edip Allah’tan aman dilediler. Neyse ki Allah-ü Teala
affedip dileklerini kabul etti. Hz. Yunus denizde ki hayat serüvenin dönüşünde
kavmini tövbe etmiş bir şekilde bulunca seviniverdi. Derken ilahi hükümleri
kavmine öğretiverir. Bir süre azaptan uzak kaldılar. Sonraları ise hem doğu,
hem de batı da büyük olaylar vuku buldu. Ne mutlu Yunus balığına ki Yunus
Peygambere hizmet etmiş.
AHTAPOT
Deniz altında
yaşayan canavarımsı bir hayvan. Bakmayın siz onun öyle canavar görünümlü
olmasına, çoğu küçük omurgasız hayvanlardır. Üstelik balık gibi yüzememekteler.
Hareketini baş kısmına endeksli tentikül denilen 8 kol sağlamaktadır. Aslında
ona dokunulmadığı müddetçe çekingen,
korkak ve bir o kadar da uysal bir hayvan olduğu anlaşılıyor. Bir dokun
bin işit derler ya, aynen onun gibi birisi dokunmaya dursun, bak o zaman
kızılca kıyameti. Değim yerindeyse dünyanın kaç köşe bucak olduğunu gösteren
bir tavır sergiliyor. Ki; bu durum karşısında onu rahatsız etmeye kalkışanı
dokunaçlarıyla abluka altına alıp deniz içerisinde kendince bedel
ödettirebiliyor. Yani tentiküller üzerinde bulunan vantuzlar avına hem tutunmaya
yaramakta, hem de emme görevi yapmaktadır. Hatta vantuzlar sayesinde
tutundukları yerde hareket manevrası kazanıp ilerleyebiliyorlar.
Ahtapotun asıl
savunma silahı hiç kuşkusuz derisinin üzerinde sıralı halde bulunan sarı,
kahverengi pigment hücreleridir. Kendisini güvencede hissetmediğini anladığında
her türden renk değiştirme avantajını kullanıp bulunduğu alanın rengine
bürünerek ten avlanmaktan kurtulabiliyorlar. Kolları kopsa bile kertenkelede
olduğu gibi kopan kısmın yerine bir yenisi eklenir.
Engin deniz
sularında hızla ilerlemesini sağlayan vücut üzerinde bulunan salkım saçak
kollar değil, arkalarından çıkarttıkları
gaz sayesinde gerçekleşip bir füze misali
mesafe kat edebiliyorlar. Tabiî ki önce deniz suyunu emer ve sonra
arkasından çıkarttığı gaz ve etki-tepki sistemine dayalı fizik kanunu ile bu
işi başarırlar. Yani içerisine çektiği suyu püskürtüp kendisinin ileri doğru
itilmesini sağlar. Ayrıca püskürtülen suyla birlikte etraf bir anda alabora
olduğundan düşmanının kaçmasına vesile olup bu arada kendisini de gizlemiş
olur.
SÜNGERLER
Süngerler deniz
diplerine yapışık kalan nazlı gelin türünden hayvanlardır. Her ne kadar ilk
başta hayvan mı, yoksa bitki mi diye tartışılsa da 1825 yılında yapılan
çalışmalar sonucunda vücutlarına alınan suların değişikliğe uğrayıp dışarı
çıkması onun bir hayvan olduğunu ele vermiştir. Öyle ki; dışarı çıkan suyun
kokusuna yanaşamayan birçok deniz hayvanının yanına sokulamadığı fark
edilmiştir. Bilhassa balıklar bu kokudan çok rahatsız olurlar. Belki de böyle
olmasaydı savunmasız kalan bu hayvanın nesli kesilmiş olacaktı. Sonuçta bu
hayvanın ne ağzı var, ne de dili. Keza iç organı da yoktur. Demek ki uzuvsuz
hayvanda olabiliyormuş. Madem öyle, nasıl geçiniyor sorusu ister istemez
aklımızı kurcalayacaktır. Onu yaratan bu özelliklerine uygun olarak hem
bakterileri, hem de deniz altında canlıların vücutlarından dökülen artık veya
dışkıları rızkı olarak tayin etmiştir.
Anlaşılan deniz suyu su olmanın ötesinde besin deposu olarak ta
süngerlerin ihtiyacını karşılayan besi kaynağıdır.
Bunların üremeleri
de ilginç. Baksanıza eşeysiz ürüyorlar. Yani dişi yumurtalar ve erkek sperm
hücreleri tek bir süngerden çıkmakta, fakat farklı zamanlarda sahne alırlar.
Spermalar çıktığında su akıntıları eşliğinde bir başka süngerin bağrına
transfer edilir. Belli ki Yüce Yaratıcı sperma hücrelerinin rotasını şaşırmamak
için onu taşıyacak hücreleri de beraberinde yaratmış. Böylece taşındığı yerde
yumurtalar arasında vuslat hâsıl olup yeni bir süngerin doğması gerçekleşir.
Malum süngerlerin
vücutları silisyum ve kalsiyum karbonat bileşimleriyle desteklenmiş kalın
kalkerli veya kireçli tabakayla donatılmıştır. İşte bu tabaka sayesinde kışın
ayazından kendilerini korudukları gibi, baharın gelişiyle birlikte hücreler
yeniden canlılık kazanıp süngere dönüşebiliyor. İşte denizleri temizleyen aynı
zamanda mutfağımıza da konuk olup kap kaçağımızı temizleyen süngere ne kadar
teşekkür etsek azdır diye düşünüyorum.
DENİZ ANALARI
Denizanaları şeffaf
kubbemsi yapıda deniz suyu hayvanlarıdır. Bunlar arasında bazı türler var
ki; ışın bile saçabiliyor. Genel
itibariyle denizanaları kubbemsi şemsiyelerinin altında dokunaçlarıyla dikkat
çekerler. Belli ki söz konusu dokunaçlar ona büyük bir avantaj sağlayıp,
düşmanından kendini kurtarmasına yaramaktadır. Sakın ola ki onun şeffaf ve
narin yapıda uysal olmasına bakıp zarar veremeyeceğini düşünmeyin. Oysa Yanlış
hesap Bağdat’tan döner misali bir dokunmaya dursunlar bir anda dokunaçlarından
saldığı zehirli sıvı avcının hevesini kursağında bırakıp felce uğratabiliyor.
Zehiri olmayan türleri ise ışın saçıp kendini korumaya alıyor. Bizim deniz
kıyılarımızda ki denizanaları her ne kadar büyük çapta tehlike teşkil etmese de
yine de onların bulunduğu ortamlardan uzaklaşmakta fayda var. Hiçbir şeyler yapmasalar bile en azından
vücutta yakınma ve kaşıntıya neden oldukları kesin. Hatta dünya üzerinde öyle
yerler var ki buralarda yaklaşık 10 metre ebatı bulan denizanaları insana dokunmasıyla
birlikte ölüme yol açabiliyor. Bu yüzden onlar hem tehlikeli varlıklar, hem de
bir o kadar güzel görünüm türde olan canlılardır.
DENİZ
POLİPLERİ
Belgesel
izlemişseniz eğer deniz altında birbirinden harika ağaç ve çiçek modelleri
dikkatinizi çekmiş olmalıdır. Bu modellerin arka planında asıl rol oynayan
mimari mühendis dünyanın en basit yapılı hayvan diyeceğimiz poliplerdir elbet.
Bunlar da Denizanaları gibi şeffaf görünümlü hayvanlardır. Demek ki görünüşlerine
bakıp, bunlardan iş çıkmaz dememeli. Zira onlar bir eser meydana getirirken
malzemesi deniz yosunlarından elde ettikleri oksijen ve deniz suyu içerisinden
temin ettikleri kalsiyumdur. Dahası bunlar oksijeni ve kalsiyumu en iyi şekilde
kullanabilen canlılardır. Tabii polip bunları alırken zaman içerisinde
vücudunun etrafı kalkerleşip kabuk halini alır. Derken kendisini tabaka tabaka
saran kabuk arasında sadece dışarıya sarkan dokunaçlar kalır. İyi ki de
dokunaçlar var. Çünkü bu dokunaçlar sayesinde deniz içerisindeki küçük
organizmaları kendi bünyesi içerisine alıp beslenebiliyor. Polipler genelde bir arada koloni halinde
yaşayan canlılar olup öldüklerinde ardından sert kabuklarından inşa edilmiş
insanı cezbeden ağaç ve çiçek görünümlü birbirinden güzel eserler kalır. Bu arada yaşayan polipler ölenlerin inşa
ettikleri kireçleşmiş eserler üzerinde barınıp zaman içerisinde barındıkları
mekânları kendilerinin kattıkları ürünlerle birlikte gökdelen tarzı eserlere
dönüştürürler. Madem hücrelerin bölünmesiyle dokular çoğalıyor, dokulardan
organlar, organlardan bir canlı oluşuyor,
o halde ölenin ardından emaneti devr alan her bir polip kendisine tevdi
edilen mirası saraya çevirmesini bilecektir. Derken bu arada dalgıçlara gün
doğup, deniz dibinde devasa büyüklükte ağaç yapılı manzarayı seyri âlem
eyleyeceklerdir. Mercan adaları der dururuz ama belli ki bu söz konusu adalar
bir çırpıda oluşmamış. Yılların birikimi diyebileceğimiz poliplerin bir emeği
olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki; mercanların yıllara meydan okumanın
neticesinde kıyılarda kayalıklar bile oluşabiliyor.
SU
AYGIRI
Su aygırı ismiyle
müsemma, yani Afrika’nın büyük göllerinde ve nehirlerinde yaşayan toparlak
vücuda sahip, 4 ton ağırlığında kısa bacaklı iri bir hayvandır. İri vücudu
üzerinde kocaman kafa, kalın boyun, iri dudaklar vardır. İlginçtir burnu tepede
olmakla beraber burun delikleri önde olan bir görünüm sergiler. Bacakları kısa olması dolayısıyla karnı yere
değecek izlenimi verir. Ayaklarında ise dört parmak vardır. Bu görünümüyle su
kıyısında hantal yürümesine rağmen su içerisinde iyi bir yüzücü örneği
sergilemesi görenleri şaşkına çevirmektedir. Hatta suya her dalışlarında
kafasını su yüzeyine çıkarttıklarında şarıl şarıl su sesleri eşliğinde etrafa
su püskürtebiliyor. Bu arada baş tepesinde ki fırlak gözlerinin olması etrafı
kolaçan etmesini kolaylaştırabiliyor. Timsahla su aygırını kıyasladığımızda;
timsaha nazaran su aygırı daha güçlü olduğu gözlemlenmiştir. Nitekim beraberce
bulundukları göllerde timsahlar su aygırı karşısında “burada kral sensin”
dercesine son derece tazim içerisinde yüzmekteler. Çünkü su aygırının bir
timsahı delip deşik edecek kadar uzunluğu 60 santimetreyi bulan köpek dişleri
vardır. İşte söz konusu bu dişler sayesinde su altındaki bitkileri kökleriyle
birlikte koparıp beslenebiliyorlar. Böylece nehir ve göller su aygırlarınca hem
temizlenmekte, hem de su yataklarının tıkanmasının önüne geçilmektedir. Dolayısıyla onlara iyi bir çevreci hayvan
gözüyle bakabiliriz. Ağız yapısı derseniz dillere destan. Zira kara hayvanları içerisinde ağız
büyüklüğü bakımdan onun rekorunu kıran hayvan şimdiye kadar pek
rastlanılmamıştır. Suda yaşayan memeli hayvan bakımdan ise balinadan sonra
ikinci sırada yer alır. Belli ki devasa dudakları ot ve yaprakları ağzına almak
için vazife görür. Hele bir su
içerisinde yüzüşleri var ki usul usul ve aheste aheste ilerlemeleriyle dikkat
çekerler. Karada ise bir insan kadar hız kat ederler. Yine de onlar zorunlu
kalmadıkça sudan dışarıya çıkmayı pek sevmezler. Karaya daha çok geceleyin düz
çimenlerde otlamak için, ya da doğum zamanı çıkmaktalar. Hatta seyahat etmekten
de haz etmezler, genelde bulunduğu yerde kalmayı yeğlerler. Hele bir esnemesi
var ki, gören uykusuz sanır. Oysa dişlerini diğer su aygırlarına göstererek her
an kavgaya hazır olduğu mesajını verir. Döllenmesi ise su içerisinde
gerçekleşip, hamilelik süresi insanda olduğu gibi dokuz aydır. İlginçtir
yavrusunu karada kamış yatağının içerisinde doğurmaktadır. Derken yavru su
aygırı hiçbir eğitim almadığı halde sanki daha önce öğrenmiş iyi bir yüzücü
edasıyla annesiyle birlikte su altına dalabiliyor.
TİMSAHLAR
Timsah gerek su
üzerinde gerekse karada hızla hareket edebilen Afrika nehirlerinin bir diğer
pullu sürüngen dev hayvanı olup, aynı zamanda su aygırlarının da düşmanıdırlar.
Gerçi bu hayvanlar büyük olanlarına dokunmaktan çekinirler, ama yavru olanları
afiyetle yemekten geri durmazlar. Hele ceylan ve benzeri kara hayvanlar akarsu
kenarına su içmek için gelmeye dursun, bir anda timsahın kuyruk darbesine maruz
kalıp kendini hem suda bulmakta, hem de avlanıp yem olmaktadır. Böylece timsah
avını avlayıp afiyetle beslenmenin ardından güneş altında “gel keyfim gel”
dercesine güneşlenmeyi de ihmal etmez. Yani ehli keyf hayvanlardır.
Ayrıca timsahlar
ekinlere zarar vermekle dikkat çekmektedir. Dolayısıyla çiftçiler ekinlerden
timsahları arındırsalar bile bu sefer de bir başka kriz baş gösterip su
aygırların çoğaldığı gözlemlenmiştir. Demek ki ekolojik dengeyle pek oynanmaya
gelinmiyor.
Bu arada
timsahların en çok muzdarıp olduğu şey diş etleri arasına dolanan sülüklerdir.
Neyse ki Gergedan ve manda olayında olduğu gibi onların da imdadına yağmur kuşları koşmaktadır. Zira timsah
ağzını gören dehşete kapılsa da bu kuşlar hiçbir endişeye kapılmaksızın ağzının
içerisine kadar girip timsahın muzdarip olduğu sülükleri hem temizlemekte hem
de kendisine ziyafet çekmektedir. Derken karşılıklı jest diyebileceğimiz bu
durumdan her iki hayvanda kazançlı çıkıp, karşılıklı hoşça vedalaşırlar. İşte
hayvanlar arasında karşılıklı iş bölümünün tipik misali bu olay olsa gerektir.
Keza bu iş bölümü bazı balıkların üzerinde parazit yaşayan canlıları temizleyen
küçük balıklar içinde geçerli bir kuraldır.
Bu arada timsah üremesinin yumurta yoluyla olduğunu da unutmamak
gerekir.
Bakmayın siz
timsahın canavar görünümlü olmasına. Gerektiğinde onlar şike varı da olsa
gözyaşı dökebiliyor. Belli ki halk arasında “Timsah gözyaşları dökmeyin”
sözü boşuna söylenilmemiş.
RAKUN
Rakun için su
yolu, göl ve batak çevresi gibi yerler vatan sayılmakla beraber aynı zamanda
Amerika’da yaşayan iyi bir yüzücü hayvan olarak adından söz ettirir.. Tabiî
onun iyi bir yüzücü olması deniz hayvanı olduğu anlamına gelmez. Bilakis o, ya
bir ağaç kovuğu, ya da mağarada hayatını
geçirmeye çalışan küçük ayıgil diye isimlendirilen bir hayvandır. Bu isimle
bilinmenin ötesinde ara sıra suya daldığında iyi bir yüzücü olmanın gereğini
yapıp, bu arada balık, tatlı su kerevidesi, kurbağa, semender ve midye her ne
tür av varsa avlamayı da ihmal etmez.
Hakeza karada yumurta, kuş, böcek, fare ve yerde sürünen her tür canlı
içinde aynı akıbet söz konusudur. Ayrıca onun etabor özelliğinin yanı sıra
ceviz, çilek, böğürtlen ve başka çeşit meyvelere düşkünlüğü de gözden kaçmayan
bir husus olarak karşımıza çıkar. Hatta mısırlar olgunlaştığında mısır
tarlaları da bu kemali ziyafetten nasibini alır. İlginçtir Rakun et yemeden
önce temizlik kurallarının bir gereği mutlaka suya batırıp çıkarıp yıkadıktan
sonra yemeği yeğler. İşte bu özelliğine binaen kendisine yıkayıcı anlamına
gelen lotor denilmiştir. O halde temizlik hususunda Rakun’un bu örnek
davranışını rehber almamız gerekir.
Rakun geceleri
yiyecek aramakla gündüzleri ise dinlenmekle geçirdiği yaz mevsiminin ardından
ta ki ilkbaharda uyanmak üzere kış uykusuna yatar. Fakat ara sıra da olsa
çiftleşmek veya karnını doyurmak için uyandığı olur. Nitekim erkek rakun kış
ortasında çiftleştikten sonra izdivacına son verir. Belli ki o tıpkı ayı gibi
aile sorumluluğundan uzak bir hayat tarzı tercih etmektedir.
YILANLAR
Yılan ismi duyunca yediden yetmişe herkes ister istemez ürpermek
durumunda kalır. Onların görünüşü avını
korkutmaya yetiyor zaten. Tabiî o
görünüşüyle değil bizzat avının üzerine yıldırımca atlayıp zehrini şırınga
etmekle avlar. Öyle ki zehri avını felce
uğrattığı gibi birkaç saate kalmadan zehrin etkisiyle ölümüne neden olur.
Öncelikle bu işi yaparken dişlerini avının derisine saplamakta, tabii
saplayınca da zehir kaslarının otomatik harekete geçip küçücük bir kanal
yoluyla zehir dişe aktığında, oradan avının derisine geçmektedir. Mesela engerek yılanı bunun tipik misalidir.
Şurası muhakkak zehirli yılanların tek silahı zehir bezidir. Neyse ki insanoğlu
yılan zehirlenmelerine karşı özel serum imal etmeyi ihmal etmemişler.
Bazı yılanlar avının etrafına dolanmasıyla birlikte kaburgalarını abluka
altına alıp boğması bir olmaktadır. Bazıları ise avını sıkıp bir bütün olarak
yutma başarısı sergiler. Mesela boğa yılanı bunun tipik misalini teşkil eder.
Hatta 8 metre boyunda domuzu yutabilecek kabiliyette yılanlar olduğu gibi dev
bir fili bile alt edecek yılanlar da mevcut. Nitekim bir piton düşünün; birkaç
saat içerisinde domuzu yutabiliyor. Fakat böyle bir büyük lokmanın sindirimi
kolay olmasa gerek ki birkaç günü bulabiliyor. Peki, üreme nasıl oluyor
derseniz, malum yılanların üremesi yumurta yoluyla gerçekleşir.
Hâsılı kelam dünya üzerinde her halükarda üç
bin türü bulunan yılanlarla ilgili daha çok söylenecek söz var, ama şimdilik bu
kadarı yeter diye düşünüyorum.
SOLUCAN
Onları bazen bir
bahçede gezinirken, bazen bir yol üzerinde, bazen kırda bayırda gezinirken her
an görmek mümkün. Kimimiz gördüğümüzde dehşete kapılıp ürpeririz, kimimiz de
büyük bir şefkatle yanına sokuluruz. Yani kişinin ruh haline bağlı olarak
solucana karşı da tavrımız değişebiliyor. Şayet onu tehlikeli bir yaratık
algılayan bir ruh halimiz varsa hiç gözümüzü kırpmadan ortadan ikiye bölmekten
çekinmeyiz de. Olsun önemi yok. Onu parçalasalar bile onu yaratan irade vücut
donanımını yenileyecek hücreler yerleştirdiğinden dolayı baş kısmı kuyruk
olarak tamamlanmakta, derken kopan kuyruk baş eksikliğini giderebiliyor. Bu
durumda solucanlar sanki bize; “Madem her şey aynı kalmamakta, o halde her
daim gelişin ve kendinizi yenileyin” mesajı verirler. Bundan öte sakın ola ki statükonun
kollarında hayatınızı karartmayın uyarısını yapar gibiler. Onlar sadece mesaj
mı verirler, bunun ötesinde toprak altı faaliyetleriyle toprağı havalandırıp
iyi bir çevre dostu olduklarını ispatlarlar. Böylece havalanan toprak tüm canlı
âlemine gıda olur.
KERTENKELE
(İGUANA)
Adı:
Kertenkele.
Cinsi:
İguana
Yiyecekleri: Çiçekler, kiraz, çilek gibi kabuksuz meyveler ile
birtakım böcekler.
Yaşadıkları bölgeler: Güney ve Kuzey Amerika’nın sıcak
bölgeleri.
Evet, İguanalar bir değişik tür kertenkele olup, görünüş bakımdan insan
ürperse de aslında zararsız ve çekingen yaratıklardır. Belki de insanların bu
hayvanın çekingen olduğunu bilselerdi ona “Cin ejderi” demeyeceklerdi.
Kendisi hakkında kim ne düşünürse düşünsün, o tüm bunlara aldırış etmeksizin
güneş altında güneşlenmenin mutluluğunu yaşamaktan geri durmayacaktır. Çünkü
güneş onlar için hem iyi bir ısıtıcı, hem de iyi bir aydınlık kaynağıdır.
İguanaların boyunlarında sarkmış derilerinden gerdanlık ve sırtlarından
kuyruğuna kadar tarakları olması ona özgü bir çehre kazandırıp, aynı zamanda
bukalemun gibi kendilerini korumak adına renk değiştiren türleri vardır. Her şeyden öte İbrahim (a.s)’ın kıssasına
bile konu olabilmişlerdir. Şöyle ki;
Hz. İbrahim (a.s.)’ı ateşe
attıkları zaman kertenkelenin iki çeşidi var; birisi su döktü, birisi de
üfürdü. Hz. İbrahim (a.s.) o su dökene dedi ki :
“- O koca dağ gibi ateşe senin o
damlacık suyun neye yarar ki ? Fakat ben senin dostun olduğunu bileyim.”
Öbür üfürene de dedi ki ;
“- Ya, zaten ateş dağ gibi
üfürsen ne olur ki ? Ben de senin düşmanın oldum.”
Bu misalden hareketle bizim burda
katkımız:
Hak ve hakikat yolunu bilip,
sevmek olacaktır.
Şüphesiz bu yolu seviyoruz, bu yolu biliyoruz diyebilmeyi muhakkak
istemişizdir. Zaten bizim katkımız bundan başka ne olabilir ki?
Kertenkeleler
ilginçtir avcısı tarafından yakalanacağı sırada nazik kuyruğunu bırakıp
kaçmaktadır. Olsun önemi yok, o kuyruksuz kısım bir zaman sonra yenilenerek
yerine bir yenisi eklenecektir.
SÜLÜK
Adı: Sülük
Konakladığı
mekân: Kendi tabiî sulak ortamı.
İnsanoğlu belki
de sülükten esinlenerek kan aldırma tekniklerini öğrenmiş gözüküyor. Fakat
sülükten bir farkı kolumuzdan kan aldırdığımızda iğnenin acısını yüreğimizde
hissederiz. Ama sülük öyle değil, o damara vantuzlarıyla yapıştığında
uyuşturmayı da ihmal etmez. Böylece kan emdiği canlının incinmemesini sağlayan
bir teknik uygular. Ayrıca kanın pıhtılaşmamasına yönelikte hirudun adında bir
madde üretmeyi de vazife bilir. Derken konakladığı
canlı üzerinde yarım saat içerisinde kan emip karnı tulum gibi olduğunda
yapıştığı bölgeden ayrılarak sindirim işlemine koyulur. İşte bu yarım saatlik
işlem sonucu beslendiği kan gıdası onun altı ay kadar ihtiyacını gidermeye
yeter artar da. Hatta bu altı ay içerisinde kanın bozulmamasına yönelik
faaliyet gösteren bağırsaklarında yer alan Pseudomonas hirudinus bakterileri
yardımcı olur. Böylece söz konusu bakteri sayesinde gıdasını muhafaza altına
almış olur. Şayet altı ay sonunda kan kalmazsa bir süre daha yaşaması için
kendi vücut dokularını parçalamayı bile göze alıp bir şekilde canlılığını
koruyabiliyor. Günümüzde sülük vasıtasıyla Tıbbi tedavilerin uygulandığı artık
bir sır değil. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)’in hacamat yaptırdığı, keza bu konuda;
“ Şifa üç şeye münhasırdır: Bal şerbeti
içmek, hacamat aleti vurmak, ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi (başka çare
kalmadıkça) ateşle dağlamaktan men
ederim” (Sahih-i Buhari;12.cilt, S. 79) diye beyan buyurup, kan almanın
sıhhat açısından iyi geldiğine işaret etmiştir. Çünkü kan aldırmakla hem
kanımız tazelenir, hem de kan akışımız hızlanır. Dolayısıyla akışkan hale gelen
kan beyne daha rahat ulaşıp, bu sayede beyin kendisine gerekli olan oksijenle
buluşmuş olur.
SALYANGOZ
Görünüş itibariyle helezoni halkalardan ibaret tek kabuklu hayvan olarak
dikkat çeker. Üstelik onun helezonik olması bize zikir halkalarını hatırlatır
hep. Belli ki karın kısmı kaslarla kaplı olması ona hareket manevrası sağlıyor.
Öyle ki kaslar sayesinde ön uçtan start alan dalga manevrası son kısımda
tamamlanacak şekilde ilerleyip yolunu yol bilmektedir. Yani karın bir noktada
ona ayak olur. Dahası var; ayağının ön
kısmında bulunan bezlerden salgılanan sümüksü mukus sıvı madde her ortama
yapışıp sürünerek ilerlemesini sağlar. Nitekim söz konusu sümüksü sıvı
yardımıyla gerek toprak üstünde, gerek
denizin dibinde, gerek duvar yüzeyinde,
gerekse ağaca tırmandıysa ağaç yüzeyinde kayabiliyor. Hatta yolunun
üzerinde tırmanıcı veya kesici bir şeyler olsa bile hiç fark etmez, mukus
salgısı onu her halükarda incinmesini önleyip seyahatini huzur içerisinde
geçirmesine vesile olur. Gerektiğinde söz konusu yapışkan maddeyi kurutulmuş
halde barındığı yuvanın deliğini tıkamakta kullanıp kendini korumaya
alabiliyor. Kabuğu böyle ise kim bilir kendisi nasıl. İşte bu güzel hayvanı gezindiğimiz yerlerde
ilk anda fark etmezsek bile başını ancak kabuğundan çıkardığı zaman görme şansı
yakalayabiliyoruz. Ayrıca salyangoz için talihsizlik diyebileceğimiz, kendisini
çepeçevre saran kabuk kısım bir şekilde kırılmaya dursun, artık o hayvanda
yaşama ümidinden eser kalmayacağı malum. Çünkü kabuk onun için bir koruyucu
zırh olmaktadır.
MARMOTLAR
Marmotlar yeraltı ve kayalar arasında
yaşayan en büyük sincaplar olup, Birleşik Amerika’da adına yer domuzu denir.
Marmotlar kış uykusuna ilaveten geceleri de uyurlar. Onları ilginç kılan hem
düşman karşısında alarm sistemine sahip olmaları, hem de kendi aralarında son
derece candan dayanışma bağının olmasıdır. Öyle ki koloni halinde koyun sürüsü
misali topluca gezinip bitkiler içerisinde en lezzetli olanıyla adeta piknik
yapabiliyorlar. Hatta bu arada marmotlar cümbür cemaat zevki sefa içerisinde
çiçek ve ot gibi gıdalarla beslenirken başlarına herhangi bir halel gelmemesi
açısından içlerinden biri bir tepeye çıkıp arkadaşlarına gözetmenlik yapmayı da
ihmal etmezler. Olur ya en büyük düşmanı kartal veya bir başka canlının
hücumuna uğrama riski doğabilir, dolayısıyla böyle bir tedbiri ihmal etmemekte
fayda var. Nitekim gözetleme kulesinde bekleyen nöbetçi marmot, havada uçuşan
kartalı görür görmez ta 3 kilometre uzaklıkta duyulacak ıslığımsı bir alarm
sesle arkadaşlarını haberdar etmiş olur. Böylece marmotlar bu haber sayesinde
önceden kazmış oldukları yuvalara sığınıp kendilerini korumuş olurlar. Ta ki bu
sığınma ikinci alarm sesi gelene kadar devam eder. Zaten ikinci alarm
kartalların gittiği anlamına gelen mesajdan başkası olmayacaktır.
Keza dağ sıçanları da sincap cinsinden
hayvanlar olup, bunlar da yeraltında birbirlerinin sınırlarını ihlal etmeksizin
tıpkı insanların inşa ettikleri şehirleri andırır bölümler (semt, sokak,
mahalle) inşa etmekle meşhurdurlar. Fakat bizler inşa edilen şehirleri
ancak yeryüzünde tümseklerin varlığıyla fark ederiz. Bu tümseklerin altı ise
son derece karmaşık tünellerin bulunduğu metro hatları olarak karşımıza çıkar.
Ayrıca bu tümseklerin her biri düşmana karşı iyi bir gözetleme kulesi olmanın
yanı sıra herhangi bir tehlike anında iyi bir siper olabiliyor. Anlaşılan
Allah’ın marmot ve dağ sıçanına ilham olarak ihsan eylediği bu alarm tertibatı
olmasaydı her biri avlanmaya müsait kurbanlık koyun olacaklardı.
PORCUPİNE
Çok nadirde olsa
mutlaka üzeri seyrek bir şekilde iğnemsi oklarla kaplı bu hayvancağızı
görmüşsünüzdür. Bu bildiğimiz porcupine adlı oklu kirpiden başkası
değildir. Onların zayıf görünmesi güçsüz
oldukları anlamına gelmez. Zira aç kurt veya aslan saldırdığında bu zavallı
sandığımız hayvan önce dikensiz bir şekilde kabına çekilir. Tabiî bu arada kurt
kolay lokma sandığı bu hayvanın başına üşüşür. Evde ki hesap çarşıya uymaz
derler ya, aynen onun gibi kurt'ta oklu kirpi’nin dikenleri ağız ve boğazına
batmasıyla birlikte neye uğradığının şaşkınlığı içerisinde acılar içerisinde
sonunu hazırlar. Diken batsa yine iyi, buna ilaveten dikenlerin üzerindeki
öldürücü mikropların istilasına uğrayıp sonu ölümle sonuçlanır. Hakeza gelincikler de kirpiye yaklaştıklarında
onlar da aynı akıbete uğrayacaklardır.
BUKALEMUN
Kertenkeleye
benzer, ama asla kertenkele değildir. Özellikle ayak, dil ve gözlerinin renk
değiştirmesi bir kere onu kertenkeleden farklı kılan bir husus. Keza vücudunun
basık olması ona apayrı bir ayırıcı özellik katar. Bu arada dili boyundan 1–1,5
kat uzun olması ise bir başka avantaj sağlar. Öyle ki, uzun dil avını yakalayacak yeteneğe sahip
olup, hareketli ve yapışkan yaratılmıştır. Hele bir gözleri var ki; insanın
gözlerinden katbe kat üstün maharet sergiler. Nitekim insanoğlu sadece
gözlerinin her ikisiyle bir yere odaklanabilirken, bukalemun ise gözün biriyle
bir yere bakarken diğer gözüyle de aşağıya doğru bakabiliyor. Yani bakarken her
tarafa dönecek şekilde bir taşta iki kuş vurur. Derileri deseniz, zaten dillere
destan, onun sayesinde toplum içerisinden çıkabilecek bukalemun tipleri tasvir
edebiliyoruz. İnsanların bir kısmı nabza göre şerbet verir ya, aynen onun gibi
bu hayvanda derilerinin birkaç tabaka sıra halde dizili olması dolayısıyla
tabakalar arası boya hücreleri renkten renge dönüşebiliyor. Mesela tabakalara
kodlanmış sarı, yeşil, kırmızı renkler usul usul kestane veya siyah renge
çevirebiliyor. Böylece sinek türü avlanacak hayvanlar onun sakince duruşunu
fark edemeyeceklerdir. Derken avını şimşek hızıyla diliyle ısırıp ansızın
kaptıktan sonra tekrar eski sakin haline dönüş yapacaktır. Belli ki renklerin
kontrolü otomatiğe bağlanmış sinirler vasıtasıyla vuku buluyor. Hatta onun
böylesine renkten renge girmesi düşmanlarına karşı iyi bir koruyucu silah olur.
Üremeleri ise genellikle yumurtlayarak gerçekleşir. Neslin devamı içinse dişi
bukalemunlar yumurtalarını daha önceden kazdığı çukura bırakarak sürdürür.
KAPLUMBAĞA
Kaplumbağa halk
arasında tosbağa olarak tanımlansa da, aslında o dört ayaklı sert ve kemiksi
kabuklu bir sürüngen hayvan olarak dikkat çeker. Dikkat edin sürüngen
dedik, niye? Çünkü aheste aheste yürüyen
gözde bir hayvan. Onun bu halini gören gamdan kederden tasadan azat sanır. Belki
de böyle değerlendirenler haklıdırlar. Baksanıza 200 milyon yıldan beri vücut
yapılarında herhangi bir değişikliğe uğramadan nesli tükenmeksizin bugünlere
gelebilmiştir. Aynı zamanda bunlar rızk endişesi taşımadıkları gibi açlığa bile
son derece dayanıklıdırlar. O halde siz siz olun her şeyi kafaya takmadan
Allah’a tevekkül edin ki hayatınız güzel olsun. Bakın kaplumbağanın bu
özelliğinden olsa gerek 100–150 yıl yaşayabiliyorlar. Zaten istatistik
rakamları günümüzde 250’ye yakın kaplumbağa türünün varlığından bahsetmektedir.
Kaplumbağaların
karada yaşayanları olduğu gibi denizde yaşayanları da mevcut. Karada yaşayanlar genellikle bataklıkları
tercih edip, ayak tırnakları hem kıvrık, hem de oldukça sert yapılıdır. İşte bu
sertlik sayesinde kuru toprakları kazıp kış uykusuna geçebiliyorlar. Keza
dişleri de sert olduğundan aldıkları besinleri rahatlıkla öğütebiliyorlar.
Deniz kaplumbağaları ise parmaklarının bitişik olmasıyla dikkat çekip, böylece
parmak aralarında ki perdeler vasıtasıyla yüzmüş olurlar. Yani parmaklar karada
yaşayanlar gibi kıvrık değildir. Peki ya ağırlıkları, malumunuz karadakiler 250
kg, sudakiler ise 50 kilogramı bulur.
Keza üremeleri yumurtlamayla gerçekleşip yılda bir kez olmaktadır. İlginçtir
yumurtalarını kazdığı çukura bıraktıktan sonra üzerini toprakla örtmesiyle
birlikte doğacak yavrularını Allah’a havale edip oradan uzaklaşmaktadır.
Kendini düşmanlarına karşı savunurken de ayaklarını ve kuyruğunu anında sert
yapılı kabuğunun içerisine çekerek yapmaktadır.
KESELİ FARE (Jerboa)
Adı gibi kendisi
de ilginç sahip olmasıdır. Kabiliyetsiz oluşu şuradan belli ki girdiği tavuk
kümeslerinde parçaladığı tavukların kanını emdiği halde etini olduğu gibi orada
bırakmasıdır. Onu kan kokusu mu sersem hale getiriyor bilinmez amma, tembel
olduğu her halinden belli oluyor zaten. Ayrıca onu ilginç kılan bir hususta
yılda bir kez doğum yapmakla beraber bir batında yirmi yavru dünyaya
getirmesidir. Fakat yavruları öylesine minicikler ki hepsini toplasan bir opossum
yapmaz, yani tümü birkaç gram ağırlığa denk düşer. Neyse ki gelişme çağında
gelişimi bir kedi kadar büyüklükte olabiliyor.
CÜCE
SİVRİ FARE
Bakmayın siz onun
öyle cüce fare olmasına. Baksanıza ortalama 7–8 santimlik boyuna rağmen gece
gündüz demeden vahşice tavır sergileyebiliyor. Genel itibariyle kemirgen
olmayıp, gözleri minik, pençeli, üzeri kısa kıllarla kaplı, renk bakımdan koyu
tonda bir hayvan. Keza ince bacaklı oluşuyla
da dikkat çekip, aynı zamanda tırnaklı ve ayak parmaklı cüce bir memeli
hayvandır. Üstelik çok oburdurlar. Fakat bir hayvan görmeye dursun karnı tok
olsa bile büyük bir iştahla üzerine atılmasıyla minicik dişlerini geçirmesi bir
olmaktadır. Böylece avladığı hayvan irice olsa dahi kalp atışlarını yavaşlatıp
solunumunu durdurabiliyor. Bundan öte tükürüğü zehirli olduğundan etkisini
anında gösterebiliyor. Hatta zehir etkisi 20 sıçanı öldürmeye yeter artar da.
Neyse ki bu zehir insana o kadar tesir yapmamaktadır. Belki de tarlalarda
zararlı haşereleri öldürmeseler, pekte çekilecek cinsten hayvan
sayılmayacaklardı. Anlaşılan çiftçiler sadece bu yönüyle onu sevmekteler.
KIR FARELERİ
Norveç fareleri ile
yakın akraba olup, genellikle Avrupa, Orta Doğu ve Asya’da yaşayan kahve renkli
görünümlü hayvanlar olarak dikkat çeker.. Öyle ki iri bacaklarının üzerinde
sıçrama hünerine sahip çöl gezgini bir yaratıktır. Onunda bizim gibi bıyıkları var. Genellikle Avustralya’da delikler içerisinde
mesken tutarlar. Temel gıdası böcekler
olsa da rakibi olan sıçanı bile avlayıp öldürebiliyor. Garip bir görünümlü bu
hayvan geceleyin avcılık yapmasına rağmen bu arada güneşlenmeyi de ihmal
etmez. Hele kendi aralarında kavgaları
var ki görülmeye değer bir olay. Sanki ringde dövüşen iki boksör havası
verirler. En önemli özellikleri ise su içmeden yaşamalarıdır. Belli ki su ihtiyacını sıçradığı ağaç dalı
veya köklerin neminden temin etmekteler. Zaten suya ihtiyaç hissetseydiler çöllerde
yaşayamazlardı. Kelimenin tam anlamıyla hayvanlar âleminde su içmeden
yaşayabilme rekoru onlara ait bir zişan. Onların en çok iştiyak duyduğu şey
cinsel birleşme eğiliminde olmalarıdır.
Bu yüzden erkek keseli fareler çok sayıda dişi ile çiftleşme içerisinde
bulunurlar.
OPOSSUM ( Keseli Sıçangiller)
Hem etçil, hem de
otçul huysuz bir keseli hayvandır. Yurdumuzda pek rastlanmamakla beraber asıl
vatanı kuzey ve güney Amerika’dır. Aynı zamanda ahmak bir hayvan olarak
bilinir. Çünkü görünüş itibariyle ölü gibi durup, herhangi bir tehlike
karşısında hemen paniklediğinden akıllıca tavır ortaya koyamaz. Bu yüzden
hırlamakla işi geçiştirmeyi yeğler.
Belki de tek mahareti maymunumsu kuyruğu sayesinde daldan dala kavrama
kabiliyetine
Norveç fareleri
ile yakın akraba olup, genellikle Avrupa, Orta Doğu ve Asya’da yaşayan kahve
renkli görünümlü hayvanlar olarak dikkat çeker. Belli başlı geçim kaynağı ot ve
yosunlar olmaktadır. Bu arada bitki kökleri arasında tüneller açmakla
meşhurdurlar. Üremeleri yaz kış demeden
aşırı boyutlara ulaşıp gıdalandığı alanlarda kendileri açısından kıtlık sebebi
olmanın yanı sıra bu durum kır farelerinin serseri mayın misali bilinçsizce
etrafa üşüşmesine neden olur. Hatta
açlık başlarına vurduğunda önüne deniz çıksa bile farkına varmaksızın suya
dalabiliyorlar. Tabii akıbetleri malum; topluluklar halinde boğulup ölmek
olacaktır. Bu arada dağa sığınanları gıda bulamadığı için hayat süreci son
bulacaktır. Arta kalanlar ise tilki ve
atmaca gibi hayvanlar tarafından avlanacaklardır. Sadece hayatta kalabilen ancak
bulunduğu ininden ayrılmayanlar olacaktır. Böylece bir yandan aşırı nüfus
patlamasına paralel fare dengesi sağlanırken, diğer yandan yuvalarından
ayrılmayan fareler sayesinde neslini devam ettirebilen bir hayvan toplulukları
olarak adından söz ettirecektir.
LEMMİNGLER
Adı: Yumuşacık kürklü fare.
Konakladığı mekân: Özellikle kuzey ülkeleri, Norveç, İskandinav
ülkeleri.
Yiyecekleri: Başta bitkiler olmak üzere hemen hemen bütün
yiyecekler.
Bu hayvanlar
bir doğumda 5–6 yavru doğurabiliyor. Özellikle nisan ve eylül ayları arka
arkaya üredikleri dönemlerdir. Hızla üredikleri için nüfusları her üç veya dört
yılda bir olağan üstü artış kaydedebiliyor. Bu yüzden artan nüfusunu beslemek
adına göç etmek zorunda kalırlar. Tabii kolay değil yaşadığı mekândan bir anda
meşakkatli yolculuğa çıkmak. Her ne kadar bu yürüyüşün adı yeni yurtlar edinmek
olsa da aslında başlarına ne geleceklerini bilmeden gizli bir güç onlara nüfus
dengesi yürüyüşü yaptırmaktadır. Yani bu yürüyüş sıradan bir yürüyüş gibi
gözükmüyor. Belli ki bu yolculuk bir takım sıkıntılara gebe olacak, ama bir kere yola çıkmaya dursunlar, hiçbir
güç onları yollarından alıkoyamayıp kör kütük ilerleyebiliyorlar. Neyse ki
ayakları kar ve buza karşı dayanıklı olsun diye tabanları kürkle donatılmış,
yoksa yolculuk yarıda kesilecekti. Bu arada göç esnasında karşılarına deniz
bile çıksa boğulmak pahasına da olsa dalabiliyorlar. Tabiî ki sayıları binleri
bulan topluluk halinde göç ettikleri için önlerine çıkan martı, atmaca, tilki,
gelincik gibi memeli hayvanlara ziyafet sofrası olurlar. Bundan nehir, göl ve
denizlerde yaşayan balıklar da kendi hissesine düşen payı alır. Hatta buna Ren
geyikleri de dâhildir. Lemmingler iyi ki
de göç ediyorlar, aksi takdirde aşırı nüfus patlamasıyla birlikte kendi
popülasyon dengesini yitirmekte var. Belli ki bu hayvanları yaratan Allah böyle
murad etmiş.
KÖSTEBEK
Gözleri görmemesine
rağmen toprağı altına üstüne getirip kendince tünel kazma becerisi sergileyen
bir memeli hayvan olarak karşımıza çıkar. Hani “İnsanı gam yıkar, duvarı nem yıkar” derler ya, aynen onun gibi
toprağın nemi hiçbir zaman onu etkilemez. Çünkü derisi adeta kalın bir kürkle
donatılmıştır. Fakat bahçe ve tarla işleriyle uğraşanlar köstebeğin kazdığı
tünellere binaen pek hoşnut olmazlar. Zira toprak yüzeyleri öbek öbek toprak
yığınlarından geçilmez hale gelebiliyor. Hele bir yağmur yağmaya dursun,
fırsatı ganimet bilip toprağın dışına çıkan solucanlar ve böcekler bir anda
iştahını kabartacak ziyafet sofrası olur.
KOKARCA (mephitis)
Adı üzerinde
kokarca. Yani etçil, sincapgillerden, siyah tüylü ve sayıca 10’dan fazla türü olan,
sürüngen veya yılan, kurbağa, sıçan benzeri hayvanlardır. Belli ki onun
savunması diğer benzeri hayvanlardan farklı olarak gizlenmeye gerek kalmaksızın
etrafa pis koku yaymak suretiyle olmaktadır. Şöyle ki; tehlike sezdiği an önce
homurdanarak ön ayaklarıyla eşelenip düşmanına uyarı mesajı gönderir,
sonrasında sırtını dönüp ateşleme pozisyonu alarak savunmasını yapar. Şayet
hala rahatsız edilmeye devam ediliyorsa bu sefer “Tekdir ile uslanmayanın
hakkı kötektir” misali genişçe kuyruğunu kaldırıp sarımtırak yakıcı ve pis
koku salmak zorunda kalır. Böylece pis kokulara dayanamayan düşmanını hevesini
kursağında bırakıp uzaklaştırmış olur. Öyle ki; saldığı koku 800 metre
uzaklıkta bile hissedilebiliyor. Kokuyu pek umursamayan hayvan ise sadece
boynuzlu baykuştur. Kokunun yakıcılığına gelince sanki göz yaşartıcı bomba gibi
püsküren düşmanını şaşkına çeviren cinsten bir salgı özelliği taşır. Daha da
ilginç olanı koku içeren sıvı iyi rafine edilip değişik türden koku maddelerle
karıştırıldığında bayanların gözde lavanta kokulu esans haline dönüşebiliyor.
Genellikle
yaşadıkları yerler Orta Asya, Avrupa,
Kuzey Afrika, Orta ve Kuzey Amerika ormanlarıdır. Hatta onu bozkırlarda,
çalılıklarda görmekte mümkündür.
Üreme faaliyeti
evlerinde bekleyen dişi kokarcalarla buluşmak için ininden çıkan erkek kokarcaların
yola koyulmasıyla başlar. Bu büyük buluşma adına erkek kokarcalar arasında
kavga bile çıkabiliyor. Hatta kavga bir yana dişi kokarcanın dikkatini çekmek
adına bir takım romantik davranışlar sergiledikleri gözden kaçmaz da. Derken en
nihayet şubat veya martın sonlarını bulan bir çiftleşme olayı gerçekleşir.
Malum, doğum sonrası ise anne kürksüz yavrularını 2 aylık bir emzirmenin
ardından kendi hallerine bırakıp, böylece neslin devamını sağlar. Şurası
muhakkak ekseriyetle bu hayvanları gündüzün dinlenerek geçirip, geceleri ise
mesaisine devam ettiğinden onu pek sık göremeyiz. Üstelik bu hayvanın kış
uykusu diye bir derdi de yoktur.
Baksanıza içi oyulmuş kütük veya toprağın altında delikten oluşan
sığınağı kendisine çoktan ev yapmış bile, bu durumda onu nasıl görelim ki.
TAVŞAN
Tavşanlar bir
doğumda 4–12 yavru doğuran hayvanlardır. Hayata göz kırpan yavrular gözü kapalı
ve tüysüz olarak dünyaya gelirler. Tabii böyle kalmayacaktır, zaman içerisinde
vücudu kısa tüye bürünüp, kuyrukları ise uzun kıllı hale gelir. Bir başka
dikkat çeken husus; tavşanlar doğurgan olmasına doğurganda yavrusunu ancak bir
hafta himayesinde barındırıp sonra salıveren bir karaktere sahipler. Neyse ki
aralarında hemen ayrılmayıp 20 gün sütle besleyenler de var. Keza bir kısım
tavşanlar var ki toprak altında açtığı tünel veya yuvalarda yaşamaktalar, bir
kısmı ise çalılık veya uzun otlar arasında hayatını otçul olarak geçirirler.
Elbette ki yeryüzünde birçok tavşan türü var olacaktır, olması gayet tabiidir,
ama birbirlerinden ayırt etmede sıkıntılar yaşayabiliriz. Zaten bu konuda
tecrübe sahibi olanlar onları küçük kuyruklu, uzun kulaklı ve arka ayaklarının
yapısına göre birbirinden ayırt ediyorlar veya sınıflandırıyorlar. O halde bize
bilge insanların tecrübelerinden faydalanmak düşer. Tavşanların belki de en
ilgi çekeni beyaz tüylü olanıdır. Bazıları ise çok iyi işitme kabiliyetine
sahip olduklarından her türlü sese anormal bir şekilde tepki vermekle dikkat
çeker. Böylece bu şaşkınca tepki karşısında yabani tavşanlar bile ürkebiliyor.
Yine de Lepus hariç tüm tavşan cinsleri ada tavşanı kategorisinde
değerlendirilir. Bilindiği üzere yabani tavşanlar olduğu gibi evcil yaşayanlar
da mevcut. Dolayısıyla evcil olanlar insana yabancılık çekmezler. Bu arada
soğuk bölgede yaşayan bazı tavşanlar renk değiştirip, kürkleri kürkçülükte
önemli bir sektör oluşturur. Türkiye’dekilerin ise tıpkı Ankara keçisinde
olduğu gibi beyaz olanı çok makbuldür.
Tavşanların ağırlıkları 1–3 kilogram olup genellikle kış uykusuna
yatmazlar. Ömür süresi 5–12 yıl arasında değişebiliyor. Hemen hepsinde diş
olup, dişlerinin arasında boşluk bulunması hasebiyle kemirici olarak
sınıflandırılırlar. Yedikleri besinleri tek celsede değil en az iki kez sindirme
yoluyla hazmederler. Hatta dışarı çıkardığı dışkısını bile yutmaktan imtina
etmezler. Böylece otlandıkları besinler kalın bağırsakta bakterilerce
sindirilmesi sonucunda açığa çıkan B vitamininin zayi olmasının önüne geçilir.
Birilerinin çıkıp dışkılarının yemesine engel olduğunda ise hastalanıp bitap
düştükleri ve zayıfladıkları görülmüştür. İlginçtir rızkı uğruna ilerledikleri
yol güzergâhı yokuş bile olsa cambazlamasına çok iyi sıçrayıp 33 kilometrelik
bir hızla koşabiliyorlar.
Tavşan eti iyi bir idrar söktürücü olmanın yanı sıra fazla yendiğinde
uykusuzluk yapmaktadır. Tavşan beyni titremelere çare olduğu gibi çocukların
diş etlerine sürülünce dişin çıkmasına büyük katkı da sağlar. Hatta tavşan eti
sara hastalığına ve zehirlenmelere karşı da etkilidir. Sirke ile karıştırıldığında gebeliği önleyici
durumu bile söz konusudur.
KAR KUNDURALI
TAVŞAN
Adı: Kar kunduralı tavşan, diğer adı değişken tavşan.
Konakladığı mekân: Çalı ve ot aralarıdır.
Yiyecekleri: Ot ve körpe sürgünlerdir.
Düşmanları: Kokarca, yılan gibi hayvanlardır.
Onun hakkında birkaç söz edeceksek, en tipik özelliği ismi ile müsemma
kışın beyaz yazın ise kahverengi renge bürünmesidir. Tıpkı yılan derisini
değiştiği gibi o da mevsime uygun kürkünü değiştirebiliyor. Gerçi mevsimin
değişmediği bir ortama götürülse de yine sanki renk saati kurulmuşçasına
kendiliğinden altı ayda bir değişecektir. Anlaşılan renk değişimi genetik
yapısıyla alakalı bir husus. Hatta kürk renkleri gezegen ve bir takım gök
seyyarelerinin hareketleriyle de uyumluluk gösterir. Dolayısıyla kışın karlar
içerisinde beyaz renge bürüneceğinden düşmanlarınca fark edilmeyecektir. Hakeza
yazın da toprak rengine büründüğü için yine korunmayı bilecektir. İlginçtir
herhangi bir tehlike karşısında kaçmaktan ziyade yere çakılı kalmayı tercih
etmekte. Böylece bulunduğu yerin rengine uygun bir davranış sergileyip onu fark
etmek hiç kolay olmayacaktır. Neslini
devam ettirebilmek adına ise yılda ortalama 3–5 kez yavrulamaktadır. Bu arada
zindeliğini sağlamak adına spor yapmayı da ihmal etmez. Baksanıza yürüyüp
hoplarken nice atletik sporculara taş çıkartacak şekilde ayak parmaklarının
arasını açaraktan zıplayıp adeta buzun üzerinde kaymadan rahatlıkla hedefine
doğru ilerleyebiliyor. Yani o kar kunduralı tavşan olmayı çoktan hak etti bile.
KANGURU
Bunlar sıçan kangurusugilleri ile
karışmasın diye artık tek çatı altında değerlendirilip, kendilerine asıl kangurugiller denilen iki ön
dişli keseli hayvan olarak bakılmaktadır. Yaşadığı alanlar çalılıklar
olabileceği gibi dağlık alanlarda olabiliyor, hatta ağaçlarda yaşayanlara bile
rastlamak mümkün. Ön ayakları arka ayaklarından büyük yaratılmıştır. Dolayısıyla hızlı koşarken ön ayaklarını
kaldırıp kuyruk havada kalacak şekilde arka bacaklarıyla zıplayarak yol
alırlar. Dört ayağı üzerine yürüdüklerinde ise kuyruk havada kalmayıp aksine
yerde iz bırakacak şekilde dört ayaklarını kullanarak ilerlemekteler.
Dişi kanguruların en ilginç yönü karınlarının alt kısımlarında dört
memeli torba şeklinde keselerinin olmasıdır.
Belli ki keseler doğacak yavrularını taşımak ve barındırmak için iç
organlarıyla ilişik yaratılmıştır. Zira yavrular bir ayı geçmeden doğup buraya
konuk edilir. Öyle ki; yeni doğmuş iki kanguru yavrusu ancak bir çay kaşığını
doldurabilecek alan kaplamaktadır. Fakat doğduklarında direk keseye düşmezler.
Geçici bir süreyle dışarıdan annesinin tüyüne yapışmak suretiyle birkaç dakika
içerisinde süründükten sonra kendisini keseye atabiliyor. Dolayısıyla bundan
sonraki gelişimini tamamlayacağı en iyi ortam annesinin vücuduyla özleşmiş kese
olacaktır. Artık yavru kanguru için burası sığınacak en güvenli liman
olmaktadır. Beslenmesi içinde süt çeşmeleri hizmetine sunulmuş durumdadır. İlk başta cılız olmaları hasebiyle emecek
güçte değil, bu bakımdan annenin güçlü meme kasları sürekli yavrusuna süt
pompalamak zorundadır. Derken yavru kanguru 8 ay olunca keseden ayrılarak
dışarıda dolaşacak hale gelip, sadece annenin yanına ara sıra süt emmek için
gelmektedir. Anne o kadar yavrusuna son
derece şefkatlidir ki; mesela bir köpek sürüsü tehlikesiyle karşılaştığında
hızla uzaklaşmakta. Hatta koşma esnasında kesesinde taşıdığı yavrunun ağırlığından
yorulduğunu hissettiğinde yavrusunu korumak pahasına emniyetli bir yere
bıraktıktan sonra başka bir yola sapıp düşmanından kurtulmayı bilecektir. Bu
arada kanguru bir köşeye sıkıştırılsa bile bir değil birkaç köpeği tekmeleyip
haklarından gelebilme gücü sergileyebiliyor. Kanguruların ömrü takriben 15 yıl
sürmektedir.
SLOTH (Tembel hayvan)
Orta ve Güney Amerika’nın yağmur ormanlarında yaşayan tembelliği ile
meşhur bir memeli hayvan. Tembel insan olduğu gibi tembel hayvanda varmış
meğer. Zaten tembelliğin özelliğidir
yavaş hareket etmek ya da bolca uyuklamak.
Nitekim Sloth bir tembel hayvan olarak günde 15–18 saat uyumakla gününü
gün etmekte. Hatta çiğneme zahmetine
katlanmamak adına ne pek fazla yemek yedikleri, ne de su içtikleri
görülmüştür. Zira Sloth tembelce
tutunduğu ağaç dallarının üzerinde tersine doğru asılı kalarak
yaşamaktadır. Zemine zorunlu kalmadıkça
ya ağaç değiştirmek için ya da boşaltım ihtiyacını gidermek için iner, bunun
dışında pek faaliyette bulunduğu görülmemiştir. Bu yüzden adına uygun davranıp
insanlar ona tembel hayvan diye anmışlardır. Her ne kadar Slothların vücut
ısılarının düşük olması dolayısıyla hareketsiz oldukları söylense de sonuçta
tabiatta nice aç hayvanlar karınlarını doyurmak için bin bir türlü gayretle
sağa sola koşuşurken, o tam tersi “Yan
gel yat Osman” misali tutunduğu ağaç yapraklarından gıdasını temin ederek
tembelliğini adeta ilan iş durumdadır.
Tembel hayvan olmanın ötesinde, aynı zamanda “Armut piş ağzıma düş” içgüdüsüyle hareket ettiğinden hepçil
olup, yanı başında ne bulursa onu yemeye
razı bir hali vardır hep.
DEVE
Adı:
Deve
Yaşadığı mekân: Arabistan, Çin ve Türkistan arası tüm Ortaasya.
Yiyecekleri: Değişik türden
ot, hububat, kaktüs ve hurma yiyecekleri vs.
Deveye
sormuşlar neren eğri, cevap vermiş; Nerem doğru ki. İşte biz onu bu veciz sözle
anarız hep. Fakat eğri olan hörgücün yağ depo ettiğini fark ettiğimizde
böylesine eğri boyna can kurban diyesi geliyor içimizden. İşte hörgücünün şişkin gözükmesindeki ince
sırrı bu şekilde anlarız. Nitekim seyahate çıktığımızda her türlü erzakımızı
hazırlar çıkarız. Madem öyle deve niye hazırlık yapmasın ki. Bu yüzden deve seyahat
öncesi Allah ne verdiyse onu yiyip içtikten sonra kendi vücut ikliminde
yedikleri yağa çevrilip “Yolcu yolunda
gerek” tarzında tavır sergileyen bir hayvandır. Zaten çıktığı seyahatlerde uzun zaman su
içmeden yolculuğuna devam etmesindeki ince püf nokta hörgücüne depo ettiği yağ
ve midesinin bir bölümüne depo ettiği su sayesindedir. Öyle ki; 34 gün hiç su
içmeden yol alabiliyor. Üstelik develer su ihtiyacını yapraklardan bile temin
edebiliyorlar. Dolayısıyla beslenme gıdası ot olup geviş getirerek hazmederler.
Midesi ise üç bölümden ibaret olup, burnunu su deposu olarak kullanır. Aksi
takdirde uçsuz bucaksız çöllerde ötelere uzanması zor olacaktı. Oldu ya besin deposu tükendi, bu durumda
sahibinin çadırını bile yemekten çekinmeyen bir hayvan olarak dikkat çeker. Bu
arada kendilerine yapılan haksız muameleyi unutmadığı gibi ilk fırsatını
bulduğunda intikam almayı da ihmal etmez.
Onlar uçsuz bucaksız
çöllerde üşenmeden seyahat edebilecek kadar dayanıklıdırlar. Zira yorgunluğunu
alacak kalın ve yastıklı tabanları ve iki adet toynaklı parmakları vardır. Hatta bu sayede aç susuz dinlenmeksizin 10
saat seyahat edebiliyorlar. Ya endamlı yürüyüşlerine ne demeli, baksanıza
yürüyüşünde ki zarafet izleyenleri kendisine hayran bırakacak niteliktedir.
Yani deniz dalgasını andırır vaziyette menzile varmaktalar. Bu yüzden ona “Çöl gemisi” yakıştırması yapanlar
pekte haksız sayılmazlar. Bundan öte saatte 5–6 kilometre hızla
ilerleyebiliyorlar. Bu arada çölde
ansızın rüzgâr çıktığında savrulan kumlardan hiçbir zaman etkilenmezler. Çünkü
rüzgâr tarafından savrulan kumların gözünü rahatsız etmemesi için iki sıra
halde kirpikler yerleştirilmiş. Keza burun delikleri kumla tıkanmasın diye
burun boşlukları kıllarla donatılmıştır.
Yürümesi içinse bacakları uzun ve ayakları ise genişçe yaratılmıştır.
İlginçtir
develerin görünüşleri heybetli görülmesine rağmen son derece mütevazı mübarek
bir hayvan olarak karşımıza çıkmaktadır. Mübarekliğini şu kıssayla hatırlarız
hep. Şöyle ki;
Allah Resulü (s.a.v) ve arkadaşları Medine sınırlarına yaklaşmışlardı.
Bu arada Medine halkı pür dikkat bir şekilde ufka yönelip onu bağırlarına
basacakları anı heyecanla bekliyorlardı. Dahası yürekler büyük bir iştiyakla 'Az sonra Ahmet gelecek' diye
çarpıyordu. Zira Medine’ye rahmet gelecekti. Toprak bile yalvarıyordu gel diye.
İşte o an gelmişti ki o heyecan içerisinde bir Yahudi’nin:
-Ey Yesrib halkı! Müjde, müjde, geliyor,
nidası yüreklere su serpmişti bile.
Üç yolcu yaklaştıkça aşk ve vecd içinde yolunu gözleyen beş yüze yakın
insan tekbir getirerek Allah-ü Ekber eşliğinde karşıladılar konuklarını.
Öyle ki; Kuba toprakları böyle bir anı şimdiye kadar hiç tatmamıştı.
Kuba’da ilk iş mescit yapımı. İlk taşı
Allah Resulü koymuştu, sonra sırasıyla Ebubekir, Osman ve diğerleri takip etti.
Kuba’ya konakladıktan üç gün sonra da Hz. Ali gelmişti, ama ayakları ağrıdan
şişmişti. Neyse ki canı yandığını fark eden Allah Resulü ayağını mübarek
elleriyle sıvazlayınca ağrısı kesiliverdi. Bu arada Kuba mescidinin yapımı da
tamamlanmış oldu, ilk mescit, ilk imam ise Peygamberimizdi.
Habib-i Kibriya on dört günlük Kuba konaklamasının ardından Medine’ye
Kasva adında devesiyle hareket etti. Yaşlısı, genci, çoluk çocuk hep yollara
düşmüş, damlara ve ağaç dalları üzerine çıkmış onu gözlüyorlardı. Nihayet
bekledikleri ‘Adı güzel kendi güzel
Muhammed’ görünüverdi. Çocuklar bile “İşte Allah’ın Habibi geldi” diye
heyecan varı haykırıyorlardı.
Hakeza genç kızlar:
“-Taleal bedri aleyna minseniyyetül veda” ilahisiyle şeref verdin beldemize diyerek
övgü yağdırıyorlardı. Yediden yetmişe herkes sevinç naraları arasında kendinden
geçmişçesine coşmuşlardı. Aynı zamanda Yüce sevgiliyi kendi aralarında
paylaşamıyorlardı.
Ensar söz birliği yapmışçasına: Ya Rasulullah
buyurun bizim evimize diyerekten her biri davet etmekte yarışıyorlardı.
Habib-i Ekrem (s.a.v) Kasva adlı devesiyle bu meseleyi halletmeyi tercih
etti. Nitekim devenin yularını bırakıp: O nereye çökerse o evde konaklayacağım
dedi.
Nihayet deve bugünkü Mescid-i Nebevi’nin bulunduğu yer olan boş arsaya
çöküverdi. Çöktüğü yere en yakın ev ise Ebu Eyyub Halid b. Zeyd’in eviydi.
Gözleri dolmuştu sevinçten. Sevinen sadece Ebu Eyyub El Ensari değil, bütün Medine halkı idi.
O
mübarek bir hayvan olmanın ötesinde insanlar için gerektiğinde iyi bir binek
taşı, gerektiğinde etinden, sütünden, gübresinden vs. faydalanılan bir seyyah
hayvandır. Tabiî ki zaman zaman sert tavırlar sergiledikleri durumlarda vardı.
Mesela hoşlanmadığı bir insana küsebildiği gibi nefretle tükürdüğü de oluyordu.
LAMA
Lamalar develerle akraba topluluklar olup, dere tepe, ova bayır demeden
insanların hizmetine amade olmuş binek taşı olarak dikkat çeker. Öyle ki
Lamalar Güney Amerika’da yaşayıp, yaklaşık 100 kilogram ağırlığında yük
taşımanın yanı sıra etinden, yününden ve sütünden yararlanılan insanların gözde
iri cüsseye sahip hayvanlardır. Fakat gereğinden fazla yük yüklendiğinde veya
kızdırıldıklarında homurdanıp tepkisini ortaya koyabiliyor. Hatta çok bunalırsa
sahibinin yüzüne bile tükürük savurmaktan geri durmazlar. Sonuçta “Bende
bir canım, bu kadarı da pes doğrusu” dercesine kendince mesaj
vermektedir. Bu yönüyle deve mizaçlı
olduğunu göstermektedir. Dile kolay en zor coğrafi şartlarda 20–25 kilometre
mesafeyi bulan bir taşımacılık görevi üstlenmişlerdir. Dolayısıyla yaptığı
hizmetin karşısında kıymetini bilenlere Yunusça, aşırıya kaçanlara karşı da
Yavuzca davranış sergiler.
İnsanlar bazen deve ile lamayı birbirine karıştırabiliyor. Oysa
develerin hörgüçleri var, lamalar ise hörgüçsüz yaratılmışlardır.
SIĞIRLAR
Sığırlar; sütünden, derisinden ve etinden faydalandığımız hayvanlardır.
Peki ya yavrusu? Elbette ki yavrusu da annesinin prolaktin (ön hipofiz
bezinin salgıladığı hormon) denen hormonun ürettiği sütle beslenir. Malum
sığırlar geviş getirerek sindirim yaparlar. Fakat onların sindirim işlemi
bizimkinden farklıdır, yani aşama aşama gerçekleşiyor. Besbelli ki her memeli
yiyecekleri bir şekilde mideye gönderebiliyor, burada bir sıkıntı yok
zaten. Ancak bir istisna var ki
yiyecekler arasından selüloz ihtiva eden otları hiçbir hayvan sığır gibi kolay
kolay sindirememekte. Madem öyle, inek bunu midesinde nasıl sindiriyor diye
düşünmekte fayda var. Sığırı yaratan elbet ona göre donanım hazırlamıştır.
Şöyle ki; inek tarafından yenilen otlar ilk evvela doğrudan işkembeye
gönderilir. Sonra otlar mide tarafından salgılanan kimyasal maddeler veya
birtakım faydalı bir hücreli mikroorganizmalar tarafından kolayca yumuşatılır
hale getirilir. Böylece sindirimin birinci ayağında yumuşayan besinlerle
birlikte hayvancağız hemen geviş getirme konuma geçer. Zira otlar işkembenin
kasılma hareketleriyle ağza gönderilir. Hayvancağız çiğnedikçe sindirilmiş
otlar midenin ikinci bölümüne aktarılır. Midenin ikinci bölümü adeta bir
meyvenin suyunun çıkarılmasına yönelik sıkma işleminin uygulandığı bölüm olarak
dikkat çeker. Derken şiraze halde çıkan ürünler en nihayet üçüncü bölüm olan
mideye havale edilir. Burada ayrıştırma işlemleri tamamlandıktan sonra
hazmedilmek üzere bağırsaklara nakledilirler. İşte tüm bu işlemlerin ardından
otlar değim yerindeyse sığır için kimya olur, altın olur, protein olur, yağ
olur karbon hidrat vs. olur. Bir başka gerçek şu ki; ot yiyen hayvanlar yırtıcı
hayvanlar gibi pençeli, azı dişli yaratılmamışlar. Anlaşılan böyle
yaratılsalardı geviş getiremeyeceklerdi. Üstelik yaratılış hikmet gereği ne
avlanılıyorlar ne de et yiyorlar. Onlar gerektiğinde insanların yaptığı
ahırlarda en iyi şekilde bakıma alınıp gözde hayvanlar olarak ağırlanırlar.
Niye ağırlanmasın ki, zira sütü iyi bir besleyici kaynaktır. Malum süt
içerisinde diş ve kemiklerin ihtiyacı olan kalsiyum ve fosfor olduğu gibi A, C
ve D vitaminler de mevcuttur. Yine sığır cinsinden bir öküz sahibi tarafından
çift sürmek için boynuna boyunduruk takınca itiraz etmeksizin emrine amade
olabiliyor. Belki de itaat nedir sorusunun cevabı bir çift öküzün sergilediği
davranışında gizlidir.
Ayrıca dünyamızda evcil sığırların dışında yabani sığırlarda vardır.
Bunlar adı üzerinde yabani olduklarından özgür hayvanlardır. İnsanlar yabani sığırları evcilleştirmek için
hayvanat bahçesinde tutmaya çalışsalar da maalesef fazla yaşamaya fırsat
bulmaksızın hayata veda etmekteler.
Bunların evcil sığırlardan en belirgin farkı ensesinden sırtına uzanan
bir hörgüç benzeri bir çıkıntılarının olmasıdır. Ağırlıkları ise 1 tonu bulabiliyor. Mesela yine dağda yaşayan Tibet sığırı var
ki; adından yak diye söz ettirir.
Öyle ki; kışın bile aşağılara inme ihtiyacı hissetmez de. Hele postunun tüylü
olması onu soğuktan koruduğu gibi dağın tepesi karla kaplı olsa da bir şekilde
toprağı eşeleyip rızkını temin edebiliyor.
Bilindiği üzere yükseklere çıkıldıkça oksijende azalmaktadır. Olsun,
önemi yok. Çünkü Rabbül âlemin bu tür yerlerde yaşayan hayvanların kalbini ve
akciğerini normalden daha büyük yaratmıştır.
Birde yabani öküz var ki;
görünüş itibariyle öküzden ziyade daha çok koyuna benzemektedir. Çünkü tıpkı
koyun gibi yünleri ve boynuzları vardır. Hele kendi aralarında boynuzlarıyla tokuşmaya
dursunlar sanırsınız ki inşaatlarda çalışan kalıpçıların keser seslerin
yansıması. Derken bu büyük kavganın ardından artık yoruldum deyip meydanı terk
eden yenilmiş sayılır. Ayrıca yünlü olması onu kışın soğuktan korur. Bu arada
kış şartlarında yiyecek bulmak zordur. Bu yüzden vücudunda depo edilen yağ kışı
geçirmeye yetiyor, ama bu süre zarfında zayıfladığı gözlerden kaçmaz. Neyse ki
baharın gelmesiyle birlikte toparlanıp eski zinde haline kavuşabiliyor. Zira temel gıda kaynağı otlar ona güç katmaktadır.
GERGEDAN VE MANDA
Gergedan ve manda gibi hayvanlar filden sonra iri cüsseli olarak dikkat
çekerler. Buna rağmen onlarda kendi dışında küçük hayvanlara muhtaçlar. Şöyle
ki; üzerlerine musallat olan kene ve pireler kanlarını emmekteler. Dolayısıyla
kene ve pirelerin defi için yardımcı kuvvetlere gerek vardır. Bunun için bazı
küçük yapılı kuşlar adeta imdadına yetişirler. Onların bu yardımını derinden
hisseden gergedan ve manda üzerine konmasından zevk alırlar. Hatta zevk almak
bir yana onlara binek taşı olurlar.
Manda ve inek gibi hayvanların kolu olmadıklarından üzerlerine üşüşen
sinekleri kuyruklarıyla uzaklaştırırlar. Demek ki kuyruk deyip geçmemek
gerekirmiş. Aksi takdirde hayvancağız rahatsızlıktan huzursuz olacaktı.
Gergedanın bir diğer tipik özelliği serseri mayın misali bir yerlere
toslamasıdır. Toslaması huysuz olduğundan değil, gözlerinin küçük olmasından
dolayıdır. Öyle ki; toslarken küçük
ağaçları köklerinden bile koparabiliyorlar. Tabiî bu arada olan boynuza
olmaktadır. Neyse ki kırılan boynuzun yerine bir yenisi gelebiliyor. Boynuzlar
aynı zamanda yırtıcı hayvanlara karşı kalkan görevi yapar. İlginçtir koca
gövdelerini kısa ve kalın yapılı bacaklar sayesinde taşıyabiliyorlar. Onların
en büyük zevklerinden biri de hiç kuşkusuz su içerisinde boylu boyunca
uzanmalarıdır. Belli ki hem
serinliyorlar, hem de korunuyorlar.
Yani, üzerindeki çamurların kurumasıyla birlikte güneşin o kavurucu
sıcaklığından korunmuş olurlar. Derisi
deseniz seyrek kıllı, kalın ve kırışık yapıdadır. Bu arada kat be kat katmerli
derisine musallat olan parazitlerden kurtulmak için de çamura yatarlar. Bu da
yetmez, ikinci bir takviye güce ihtiyaç vardır. Şöyle ki; yukarıda
bahsettiğimiz üzere üzerilerine konan minicik kuşlar gagalarıyla asalakları bir
bir temizleyerek gereken takviye yardımını fazlasıyla yapmaktalar zaten. Hatta ağzını açıp dişlerini bile onlara
temizletmekten yüksünmezler. Temizliğe
öylesine önem verir ki; dışkısını bile rast gele yere bırakmaktan imtina edip,
tam bir çevre bilinci edasıyla bir ağacın veya çalılığın altını eşeleyerek
üzerini örtmektedir. Her şeyden öte
tuvalet adabı nedir bilmeyen insanlara bu davranışıyla örnek olur. Bir başka önemli özelliği de kalabalık halde
yaşamayı sevmemesidir. Daha çok yalnızlığı tercih etmektedir. Bu arada ürkek
hayvan olması hasebiyle pek rahatsız edilmeye gelmez. Çünkü parladıklarında
tehlikeli olabiliyorlar. Keza insanı gördüğünde ise kaçmayı yeğler.
BOĞA ANTİLOP (Taurotragus derbianus)
Boynuzgiller familyasından olup yeryüzünün en büyük antilop türü, otçul
ve ceylan benzeri bir hayvandır. Ayrıca ağaçların yapraklarını kemirmeyi de
ihmal etmezler. Otu keskin dişleriyle kesip ağzına aldıktan sonra çiğnemeksizin
direk olarak dört bölümden oluşan midesine gönderip geviş getirmektedir. Bu
arada kendi türleri arasında postunun kahverengi ve beyaz çizgili olmasıyla
fark edilir. Oldukça iri ve boğa görünümlü olmasına rağmen saatte 70 kilometre
hızla koşan, aynı zamanda 1,5 yüksekliğe bir atlet misali sıçrayabilme
kabiliyetiyle dikkat çeker. Hatta arkadaşlarının üzerinden atlayarak adeta 'birdirbir'
oyunu oynamaktalar. En büyük düşmanları ise tabiî ki aslan ve sırtlan
olmaktadır. Çok darda kalırlarsa kendini en yakın nehrin sularına atmayı göze
alacak kadarda cesaretlidirler. Gerektiğinde düşmanına korku salmak için
havlama narası bile atar. Bir köşeye sıkıştırılsa da kesici ve sivri toynakları
sayesinde düşmanı karşısında hemen pes etmez. Yani boynuzları bir noktada
düşmanını saldırma fikrinden caydırabiliyor. Böylece öküz varı başlı boynuzuyla
yavrularını koruma becerisi sergiler.
Antilopların bazı türleri var ki; sadece erkeklerinde boynuz vardır,
bazılarında ise hem erkeğinde hem dişisinde vardır. Hatta türler arasında
boynuz tasarım farklılıkları da söz konusudur. Yine de genel itibariyle boynuz
ağırlıkça uzunca helezoni borazan şeklindedir.
Bu yüzden Afrikalılar boynuzundan borazan yapıp müzik enstrümanı olarak
kullanmaktalar. Hele bir kızmaya dursun
derhal yönünü rüzgâra doğru çevirerek koşup insana bile karşı koyabiliyor.
Mesela Adaks iri cüsseli hayvan su ihtiyacının çimenlerin neminden temin
edebilen bir antiloptur. Zaten böyle olmasaydı kuru olan yerlerde gezinmesi
mümkün olmayacaktı. Onlar için nemli bir rüzgâr bile su ihtiyacını karşılamak
demektir. Hakeza Arap ceylanı türü de
öyledir. Bunlarda su ihtiyacını geceleri bitkilerin üzerinde ki çiy
damlalarından giderir.
BİZON
Bunlarda boynuzgiller familyasında olup kıvırcık bir yele ve kamburumsu
omuzları ile dikkat çeken otçul iri yapılı bir hayvandır. Tabir caizse bir tür yeleli yaban öküzüdür.
Şu bir gerçek; Kızıl derililer bir zevk
uğruna çok sayıda bizon tükettiler. Tüketmekle kalmayıp tüyünden mont yapıp
güya kendilerince soğuktan korunmaya çalıştılar. Hatta etlerini kurutup gıda olarak
yemeklerine katık yaptılar. Bu arada
yağını da almayı ihmal etmeyip muhafaza altına aldılar. Bir anlamda bu
hayvanlar bilinçsiz avlanmanın kurbanı oldular. Şöyle ki; yıllar yılı
kovalarken dünyamız cihan savaşların eşiğine geldi. Böylece bizonlar ikinci
dünya savaşının acımasız tahribatı sonucu bu sefer beyazların ihtirasıyla
birlikte gittikçe nesli azalan canlı durumuna düşmüşlerdir. Günümüzde kala kala
Amerika bizonu ile Avrupa bizonu kalmıştır. Abdurrahman Karakoç’un bu konuda
öylesine mükemmel bir şiiri var ki, Hasan Sağındık bu güzel şiiri siyah ağıt
klibin de;
“Önce ellerinde İncil
Sonra tüfekle geldiler,
Evleri ekinleri bizim
olan topraklara
Uzak ülkelerin uğursuz
insanları
Ne hakla geldiler anam,
ne hakla geldiler
Misafir olmak, dost
olmak dururken
Şart mıydı ellerinde
silah olması.
Bizimde yüreğimiz vardı
Sevmesini bilirdik.
Suç muydu derilerimizin
siyah olması.
Dövdüler, vurdular,
sürdüler
Öz çocuklarımızı öpüp
koklayamadık
Bize ait olan her
şeyimizi
Yeni efendilerimiz
aldılar
Namusumuzu bile
saklayamadık.
Ve işte onlardan geriye
kalan:
‘Boş bir klise,
Taş bir kule
Bronz bir çan!’
Gel bunları da götür,
gideceğin yere
Adaletsiz medeniyetin
babası,
Ölçüsü menfaat olan,
beyaz insan” diye seslendirip bir
dramı güzel sesiyle zaten yorumlamış ta.
Neyse olanlar olmuş, biz yine de beyaz adamın hışmına uğrayan bizonlar
konusuna devam edebiliriz pekâlâ.
Bilindiği üzere bu hayvanlar her türlü tedbiri elden bırakmayan yönüyle
dikkat çekmekteler. Öyle ki; 800–1500 kilogramlık vücudunu ağaçsız düz otlak
yerlerde gıdasını temin ettikten sonra bulunduğu yeri değiştirip kurak
kalmasının önüne geçebiliyorlar.
Gebelik süresi 9,5 ay olup dünyaya tek yavru gelmekte. Aynı zamanda
yavrusuna karşı son derece şefkat sahibidir. Üstelik yavrusu doğar doğmaz
bedenini yalayarak hayata tertemiz girmesini de ihmal etmez. Ayrıca sürüler halinde yaşamaktalar. Bu
arada kendi aralarında ki kavgada kim galip gelirse sürünün reisi o olur.
CEYLAN
Ceylanın iri gözü birçok insanı cezp etmiş olsa gerek ki sevenler âşık
olduklarında genelde sevdiğine ceylan gözlüm derler. Sevilen sevenden kaçar ya,
ceylanda hele kaçmaya dursun yakalayana aşk olsun. Öyle bir kaçışı var ki; hızı saatte yaklaşık
100 kilometreyi bulmakta. Hatta ani refleksle uzun kuyruğu sayesinde dönüş bile
yapabiliyor. Şayet avcılar tarafından yakalanabilirse bir zaman sonra evcil hayvan
hale gelebiliyor da. Onun hızlı koşma kabiliyetini bilen avcılar yakalamak
istediği hayvanı onun vasıtasıyla abluka altına alabiliyor. Böylece ceylan
abluka altına aldığı hayvanı sahipleri gelinceye kadar bekletip emaneti teslim
etmeyi de ihmal etmez.
Ceylanlar çift toynaklı hayvanlar olup, Afrika ve Batı Asya’nın çöl
bozkırlarında mesken tutarlar. Derisi kahverengi tonda, üzeri yer yer beyaz beneklerle
serpiştirilmiş, alt karnı tamamen beyaz olup ince ve zarif görünümlü yay
boynuzlu bir hayvandır. Boynuzları yaşadığı sürece bir ağaç misali boy verip
adeta o boynuzlar onun tacı olur. Aynı zamanda çiftleşmeleri eylül ve kasım
aylarında denk gelip altı aylık bir gebelik sonunda tek yavru doğurur. Emzirme
süresi ise üç ayı bulmakta. Böylece ceylan yavrusu 1 yıl annesinin bağrında
yaşadıktan sonra rüştünü ispatlayacak konuma gelir. Ceylanlar otçul olması
hasebiyle çiçek ve meyve bile yiyebiliyorlar. Onların en büyük düşmanları
aslan, tilki, kurt, kartal, çita ve çakallar olup, tehlikeyi sezdiklerinde
kendilerine özgü kısa aralıklı sesler çıkartarak birbirlerine haber salarlar.
Böylece kurda kuş yem olmadan kaçış zamanını önceden ayarlamış olurlar.
Düşmanları arasında ona yetişebilecek tek memeli hayvan çıta olsa da hızlı
koşmak açısından yine de bu rekor ceylana ait bir rekor olarak kalır. Her
şeyden öte onların hızlı koşmalarının yanı sıra zıplamaları da bir hoştur.
GEYİK
Geyiklerin en dikkat çeken yönleri hiç kuşkusuz boynuzlarıdır. Bilindiği üzere boynuzları dal budak salmış
hilal şeklindedir. Öyle ki kocaman boynuzlarından leoparlar bile çekinmekteler.
İlginçtir boynuzların büyümesi bir noktadan sonra durmaktadır. Demek ki boynuz
bir programın, bir hesabın veya bir
ölçünün gereği; ne normalden fazlasına, ne de kısa kalmasına izin verilir.
Takriben 30 kilogram ağırlığında ki boynuzları besleyen kan damarları belli bir
süre sonra hizmet dışı kalıp, estetiği her halükarda muhafaza edilir. Tabiî ki
boynuzsuz olanları da var. Bunlar malum dişilere has kılınmış bir durumdur.
Böylece dünya üzerinde 60 çeşit geyikten sadece Karibu geyiğinin dışında kalan
erkek ve dişi geyikler arasında ki farkı fark etmiş oluruz. Dolayısıyla savunma
mekanizması boynuz sayesinde gerçekleşir. Yani boynuz onlar için en büyük
kalkandır. Onların bir başka özelliği hiç kuşkusuz dişi geyikler uğruna hem
cinsleri arasında cereyan eden amansız kavgalarıdır. Bu kavgada boynuzlarıyla rakibini alt edip,
ancak galip gelebilen dişi geyiğe sahip olabiliyor. Er meydanında yenilenler ya
açlıktan, ya da bu kavganın sonucunda kükremiş aslana yem olmaktadır.
Boynuzlar her kış kopmakta olup baharda yeniden boy verebiliyor. Hatta
zaman zaman boynuzunun bakımını da ihmal etmezler. Ağaçlar adeta boynuzlarını parlatmak için
sürttükleri bir araç olmakta.
Vücutları ise kambur görünümünde olup ayakları koşmaya uygun bir şekilde
yaratılmıştır. Vücutlarının rengi çevreye uygun yaratıldığı için kendini
düşmanlarından gizlemesine vesile olabiliyor.
Onların en belirgin özelliklerinden biri de hiç kuşkusuz özgürlüğe
tutkun olmasıdır. Şayet evcil olarak
hayvanat bahçesine alınırlarsa bir iki yıla kalmadan hayatını yitirmektedir.
Çünkü tutsak kalmak fıtratına uygun değildir. Ayrıca yavrularına karşı son
derece düşkün yaratıklardır. Tıpkı bir anne gibi yavrusunu bağrına basıp
koklamaktadır. En sevdiği gıdası ise göllerde ki sazlık ve su bitkisi nilüfer
olmaktadır. Hakeza sarkık dudakları ağaç
yapraklarını yemeye elverişli haldedir.
Geyiklerin birde yabani türü var ki; vücutları yünlüdür. Mesela Ren geyiği bunun tipik misalidir. Keza tüylü olmasının yanı sıra kalın postu
onu sıcak tutmaktadır. Yine geniş tırnakları kışın otların üzerini kaplayan kar
tanelerini ayıklamaya yaramaktadır. Aynı zamanda Ren geyikleri yük taşımakta da
kullanılır. Öyle ki kışın kar tipi demeden pusulasız yol bulabilecek ferasete
sahipler, niye kullanılmasınlar ki.
ZÜRAFA
Hayvanat bahçesine gittiğimizde aramaksızın rahatlıkla görebileceğimiz
en uzun ve derilerinin üzeri yer yer siyah beneklerle süslenmiş bir memeli
hayvan olarak bizleri büyülemektedir. Bu
yüzden karaların en uzun hayvan rekorunu çoktan hak ettiler bile. Bu arada
boylarının uzun olmasına bakarak kan dolaşımı nasıl sağlanıyor diye şaşmayın.
Nasıl ki en yüksek ağaçların tepesine iletim borularıyla suyu gönderen Allah,
elbet zürafanın da kalbini diğer hayvanlara göre büyük yaratarak kan
pompalamasını bütün vücuduna yayılacak şekilde tanzim etmiştir. Aynı zamanda
onlar sessizlikleriyle dikkat çekmektedir.
Aslında onun sessiz olması ses tellerinin ve dilsiz olduğu anlamına
gelmez. Ses telleri boyunlarının uzun
olması hasebiyle diğer hayvanlara göre etkisiz gelişmiş olup varlığı ile
yokluğu bir gibi gözükmektedir. Dilleri ağzın epey uzağında 45–50 cm
uzunluğunda olmasına rağmen daha çok sükût lehçesini tercih etmektedir. Bu
sükût lehçesi ile sanki bizlere mesaj vermekte. Belki de sükûtumuzdan alamayan
sohbetimizden bir şey alamazsınız dercesine hareket etmekteler. Ya da “Söz
gümüşse sükût altındır” atasözünü hatırlatmaktalar. Ayrıca uzun siyahımsı kirpiği ve koyu
kahverengi gözleriyle bir bakışı var ki; her an insanın âşık olduğu sevgilisini
hatırlatacak cinstendir. Yani gözleri
yediden yetmişe herkesi kendisine hayran bırakmaktadır. Uyurken de ayakta
uyumaktalar. Pek nadiren yatarak gözlerini kapayanlarda vardır. Keza bir
yürüyüşleri var ki; alımlıdır, son derece zarifçe koşmaktadır. Hatta yürürken
yürüyüş biçimini bile değiştirebiliyor. Hele sürüler halinde dolandıklarında
sanırsın ki askeri birliklerin gösterisi. Zaman zaman ormanlarda tıpkı bir at
gibi süzülerek dörtnala koştukları da görülmüştür.
Zürafalar malum ağaçlık, çalılık ve yüksek yaylalarda yaratıldığından
ister istemez gıdası ağaçlar olacaktır. Hatta derisindeki benekler araziye
uyumluluk sağlamak için donatılmıştır. Böylece düşmanlarınca kolayca fark
edilmeyeceklerdir. Boyunları ise uzun yaratılmış olup ağaç yaprakları ve
filizlerle beslensin diyedir. Dahası yediği gıdaları geviş getirerek hazmeden
bir hayvan olarak bilinecektir. Hatta uzun boylu hayvan olması hasebiyle doğum
yaparken yavrusu yüksekten düştüğünde ölebilir de. Olsun yine de bir daha ki doğumda “Kalan
sağlar bizimdir” anlayışıyla bir şekilde neslini devam ettirebiliyor.
Yavrusu ise anne karnında 14–15 ay yaşayıp doğduktan 20 dakika sonra ancak
ayağa kalkabilmektedir. Genç zürafalar
kendi aralarında çocuklar gibi oyun oynarken sürekli ebeveynlerince
gözetlenirler.
Belki de
zürafaların en zaaf noktası suya düştüklerinde yüzememeleridir. Kaldı ki su onlar için her an boğulma
tehlikesi demektir. Bir su içişleri var ki; görülmeye değer. Zira esnek
yaratılmış bacaklarını iki yana bükerek içmekteler. Fakat su içerken mutlaka
dikkat etmelidir. Her ne kadar su içene yılan değmez denilse de aslanlar
genelde onu bu durumdayken saldırmaktadır. Tabiî ki amansız kavgada bazen
zürafa galip çıkmakta, bazen aslan.
Aslında uysal hayvanlardır, ama tehlike anında ister istemez kendini
savunmak adına saldırgan olabiliyorlar. Ömürleri ise 25–30 yıl süre ile
sınırlıdır.
ZEBRA
Zebra aslan gibi yırtıcı hayvanların tehdidi altındadır. Dolayısıyla her halükarda kendini korumasını
bilmeli, ama nasıl. Bir kere onu yaratan
Allah düşmanından koruyacak şekilde derisini çizgili post ile donatmış ki ot ve
dallar arasında kamuflaj olabilsin. Nitekim ot ve dalların arasında
gölgeleriyle birlikte gizlenebiliyorlar da.
Bununla da kalmayıp başlarını ağaç yapraklarıyla örterek işi garantiye almaktadır.
İlginçtir zebralar tamamen birbirlerine benzememekte. Ancak üzerindeki siyah ve beyaz çizgi
desenleriyle akrabalarından ayırt edilebiliyorlar. Bunların da tıpkı atlarda olduğu
gibi yeleli saçları var olup, genelde
sürüler halinde Afrika’da yaşarlar.
Beslenecekleri besin kaynağı ise su ve ottan ibarettir. Bu arada zebralar atla birleştiklerinde
doğacak yavrusuna zebrat denmektedir.
FİL
Fil deyince ilk evvela hortumu akla gelir. Hortum onunla anlam kazanır
zaten. Hortum gerektiğinde iyi bir koku ve nefes alma aracı, gerektiğinde
yerden bir şey almak için ağzına götüreceği bir alet, gerektiğinde sırtına yük yüklemek için bir
kol, gerektiğinde duş alma aygıtıdır. Sanılanın aksine hortum su içme borusu
değildir, daha çok kap su içme vazifesi görür. Yani suyu çekip ağzına
püskürtmek için kullanır. Derken hortumunda biriktirdiği suyu yutuverir. Aynı
zamanda yazın o kavurucu sıcaklarda biriktirmiş olduğu o yaklaşık 6–7 litrelik
suyu vücudunun serinlemesi için kendince yağmurlama sistemine
dönüştürebiliyor. Demek ki hortumu
sadece basit boru gibi görenler yanılmaktadır. Oysa borunun ötesinde en hassas
kokulara bile duyarlı yaratılmış bir donanım olduğu otaya çıkıyor. Hatta bu mükemmel
donanım sayesinde insan kokusunu bile alabiliyor. Tabiî sadece koku almak bir yana kavga
sırasında avını hortumla çepeçevre sarıp avlayabiliyor da. Nitekim öylesine güçlü bir hortumu var ki;
ağacı kökünden bile sökebiliyor.
Filler bir başka açıdan incelendiğinde geniş yelpaze şeklinde kepçe
kulakları ve sürekli uzayan iki üst kesici dişleriyle dikkat çeker. Öyle ki; ağzında ki diş paha biçilmez değerde
olduğundan fildişi uğruna gereksiz yere hayvan telef edilmektedir. Maalesef insanoğlunun tarak, baston ve
şemsiye sapı, kolye, satranç taşı, bilardo topu ve tespih gibi süs eşyalarına
merakı bu hayvanı avlamaya yönlendiriyor. Neyse ki avlanmaları hususunda
birtakım yasaklamaların ortaya konulmasıyla birlikte hayvancağız bir nebze
olsun soluk alabilir duruma gelmiştir.
Üremeleri tıpkı insanlar gibi çiftleşerek neslin devamı gerçekleşir.
Hamilelik süresi ise 21 aydır. Ayrıca 3
yılda bir 90–100 kg ağırlığında bir yavru doğurmaktadır. Üstelik erkek filler
dişilerden ayrı olarak sürüler halinde yaşamaktalar. Öyle ki sürü içerisindeki
arkadaşlarının başına bir şey gelse hemen yardımına yetişirler. Asıl vatanı ise
Asya’dır. Yazın sıcaklarda üzerine üşüşen sinekleri yelpaze şeklindeki
kulaklarıyla uzaklaştırmaktadır. Bu
arada fırsat buldukça göllere girip temizlenmeyi de ihmal etmeyecek kadar narin
ve nazik hayvanlardır. Hatta yıkanmakla
kalmayıp gövdesini ağaca da sürtmektedir. Böylece tüylerini parlatıp güzel
görünmeye çalışır. Bu arada erkeklerin testisleri karın içerisine sarktığından dolayı
dışarıdan bakılınca torba halinde görünmemektedir. Dişilerin üreme organı ise
döllenmeye uygun bir şekilde arka kısımda yaratılmıştır. Bu arada filler
yavrularına karşı son derece şefkatlidir. Hatta onları yalnız bırakıp bir yere
gitmezler, gidecekse de beraberinde götürmeyi yeğlerler.
Beslenmesine gelince, gövdesinin kaba olması veya karada yaşayan
memelilerin en güçlüsü olması dolayısıyla onun 225 kg ot yiyebileceğini ve 200
litre su içebileceğini tahmin etmek hiçte zor olmayacaktır. Dolayısıyla koca vücutlarını beslemek için
bütün gün yiyecek peşinde koşmaktalar.
Özellikle ot, meyve ve ağaç yaprakları vazgeçilmez gıdası olmaktadır.
Fiziki ağırlığı ise 5–6 tonu bulur. Bu kadar ağırlıktaki yükü elbette ki geniş
tabanlı şekilde yaratılan ayakları sayesinde taşımaktadır. Ayrıca görme ve işitme duyusu zayıf bir
yaratıktır. Zaten görme duyusu olmasa bile güçlü koku alma duyusu sayesinde
rahatlıkla yön tayini yapabiliyor.
Vücut derisi gri renkte olup, aynı zamanda sert deri ile kaplıdır. Onlar dev bir cüsseye sahip olmalarına rağmen
son derece itaatkâr hayvanlardır. Zaman zaman halka tepeden bakan bazı entel
tayfa için “fildişi kuleden bakan tipler” deriz ya, aslında bu tabiri kullansak ta,
filler insanlara tepeden bakmazlar. Kaldı ki kundaktaki bir bebeği bile yanına
koysanız kesinlikle zarar vermezler.
Sirk gösterilerinde kullanılması bunu teyit ediyor zaten.
Bir
zamanlar mamut isimli fil varmış. Her ne kadar nesli kesilmiş bir hayvan olsa
bile Kuzey Sibirya'da, Kutup dairesi yöresinin tundra bölgesinde cesedinin
bulunması onun hakkında fikir vermeye yetmiştir. Hatta bir takım bulgular
ışığında boyunun 4 metre civarında, hortumunun yukarı kıvrılabilir özellikte
olduğu, derisinin kalın ve kürklü olduğu, dişlerinin 4 metreyi bulduğu anlaşılmıştır.
Fili bir başka açıdan da yâd ederiz. Şöyle ki; Ebrehe bir zamanlar
Arapların o taş binaya bağlayan gücün sırrını çözememenin derin düşüncesiyle
meşguldü. Öyle ki; o taş bina ayakta kaldığı sürece kendi yaptırdığı kiliseyi
sevdiremeyeceğini düşünüyordu. Derken Habeşistan’dan gelen takviye kuvvet
niteliğindeki Mahmud adlı Fil öncülüğündeki orduya hücum emri verir de. Fakat
emir vermekle iş bitmiyordu. Çünkü bütün uğraşılara rağmen fil bir türlü
yerinden kalkmıyordu. Fil yere mıhlanmıştı sanki. Sonunda hayvana mızrak
darbeleriyle vurmaya başladılar. Onlar acımasızca vura dursunlar, o derisinden
kan fışkırmasına rağmen tınmıyordu hala. Belli ki hayvanda olsa gizli bir ilahi
kaynaktan emir almış görevini yapıyordu. Aslında Fil’in kalkmaması ikinci ibret
varı ihtardı, ama anlayana. En nihayet fille uğraşmaktan vazgeçip pes ettiler.
Zira fil’i de orada bırakıp yola devam ettiler.
Mekke’ye tam yaklaşacakları sırada bu sefer ansızın gökte beliren kuş
ordusu gözükmeye başladı. Semadaki kuş ordusu Fil vakasını hafızalardan
silmişti, ama şimdi bambaşka bir tufanla karşı karşıya kalmanın heyecanı
sarmıştı. Nefesler tutuldu o an, fırtınadan önce sessizliği andırıyordu etraf
adeta, gözler pür dikkat kuşlarda idi, acaba ne yapacaklar diye merak sardı
herkesi. Nihayet üçüncü uyarı, hatta son vuruş diyebileceğimiz son ibret varı
ikaz fırtınadan önceki sessizliği bozacak türdendi. Nitekim gökten sağanak
sağanak inen nohuttan küçük taşlar kocaman orduyu hezimete uğratmaya yetti
arttı da. Ebreh’e Ebabil kuş sürülerinin akınıyla yenilgisinin tatmanın yanı
sıra, vücuduna isabet alan ağır darbelerin yol açtığı sancıların izdirabı ile
her geçen gün ölüme yaklaştığını derinden hisseder gibiydi. Niye hissetmesin
ki, baksanıza çürüyen bedenin akıbetinin fiyaskoyla sonuçlandığını görmesi onun
için ölümden bile beter vaziyetti. Son nefesini vermeye yakın demlerde vücudu
öyle bir hale geldi ki kendisi kendisinden iğrenir hale gelmişti. Hatta
etrafındaki insanların bile ondan hızla kaçtıkları gözlerden kaçmıyordu. Nihayet
terk edilmiş bir adam olarak pisipisine bu dünyadan göç eyledi. Zira Allah-ü
Teala; “De ki, O size üstünüzden veya
altınızdan bir azap göndermeye yahut sizi birbirinize katıştırıp bazınıza
bazınızın hıncını tattırmaya da kadirdir. Bak, onlar anlasınlar diye, ayetleri nasıl açıklıyoruz”(En’am,65)
diye beyan buyurmakta.
Her
şeyden öte tarihe Fil vakası olarak geçen bu olay aslında Habib-i Kibriya’nın
artık yeryüzüne şeref vereceğinin bir alametiydi. Velhasıl; bu olay olduğu
zaman Âmine annemizin doğumunun yaklaştığı günlerdi.
ARSLAN
Hiçbir hayvan onun kadar vakur değildir.
Bu yüzden edebiyat konusu bile olabiliyor. Baksanıza şairin “Bedrin arslanları ancak, bu kadar şanlı idi”
mısraları sanırım bu hayvan hakkında fikir vermeye yetiyor artıyor da. Yani o
kükremiş coşkun bir sel gibi nice bentleri çiğneyip aşan ormanların reisi bir
büyük kedi cinsi hayvandır. Korku nedir
bilmeyen, rakibini tir tir titren bir vücut yapısı söz konusudur. Sadece vücudu değil elbet, ses tonu da dehşet
saçmaktadır. Şu da bir gerçek avını iş olsun diye avlamamakta, yani ihtiyacı
için avlar.
Aslanlar aynı zamanda gruplar halinde yaşayıp, avları genellikle zebra,
antilop ve manda gibi iri cüsseli hayvanlardan oluşur. Hele iri bir hayvan onun eline düşmeyi
versin, derhal güçlü pençeleriyle yediği darbe ile yere yığılmaları bir
olmaktadır. Hatta güçlü dişleriyle hayvancağızı paramparça hale getirirler.
Kaldı ki hem cinsleriyle izdivaç uğruna amansız kavgalara girmeyi bile göze
alabiliyorlar. Özellikle çiftleşme zamanında gözüne kestirdiği eşini elde etmek
için kendi aralarında kıyasıya mücadelelere girişmekten çekinmezler. Bundan da en önemlisi rakibini yenen arslanlar
eşiyle tenha yerlere konaklayana kadar kilometrelerce yürüyüşe çıkarlar. Derken
iki haftalık bu romantik yürüyüşün ardından vuslat gerçekleşir. Böylece kendi
çaplarında neslini devam ettirmiş olurlar.
KAPLAN
Vahşi hayvanlar denilince aslan ve kaplan akla gelmektedir. Gerçekten de
kaplan yırtıcı ve bir o kadar da vahşi, etçil büyük kedili bir memeli hayvan
olarak biliriz. Genellikle kamuflaj
olabileceği ortamı da iyi seçip orman ve otlaklarda mesken tutarlar. Zaten
derilerinde kahverengiden saf siyaha kadar değişen çizgilerin bulunması
avlayacağı hayvanlar nezdinde çalıların gölgesi diye algılanıp ona kamuflaj
özelliği katmaktadır. Hatta onları su
birikintilerinde, göllerde ve nehirlerde yıkanırken görmekte mümkün olup, iyi
bir yüzücü izlenimi verirler.
Kaplanın diğer tüm kedilerde olduğu gibi sivri tırnaklara sahip olmanın
yanı sıra güçlü çene yapısı ve sivri dişleriyle tüm dikkatleri üzerine
çekmektedir. Öyle ki pusuda pür dikkat bekleyen kaplan, gözüne kestirdiği hayvanın
üzerine atılır atılmaz bir anda omuriliğini kopartmasıyla nefes borusunu
delmesi bir olmaktadır. Hatta bununla da
yetinmeyip apar topar atardamarlarını paramparça yaparak avının hıncı hamurunu
çıkarmaktadır. Onun eline düşmeye dur, kurtulmak ne mümkün, tek bir darbesi
öldürmeye yetiyor zaten.
Çiftleşmeleri kedilerde olduğu gibi büyük gürültü eşliğinde
gerçekleşmekte ve bir doğumda 3- 4 yavru yavrulamaktadır. Üstelik hayat boyunca
erkek ve dişi kaplan sayısı eşit sayıda üremektedir.
Ormanların taçsız kralı diyebileceğimiz kaplanların müthiş güzellikte ki
çizgi çizgi efkârımsı derisi insanoğlunun iştahını kabartmış olsa gerek ki
tuzağa düşürülerek habire kurban verrler.
Dolayısıyla avcıların bilinçsizce avlamaları yüzünden kaplan neslinin
tükenme riski söz konusudur.
LİGER VE TİGON
Babası aslan annesi kaplansa biliniz ki; bu ligerdir, tam tersi babası
kaplan annesi aslan ise bu da tigon bir melez hayvandır. Zaten İngilizce lion aslan, tiger kaplan
demek. İşte İngilizce kökenli bu kelimelere istinaden bu iki hayvana liger ve
tigon denilmiş. Kalıtsal olarak ta hem anneden hem de babadan aldıkları
özellikleri ile fiziki görünüm kazanırlar. Dışarıdan bakıldığında genelde baş
kısmı aslana, vücut kısmı da kaplana ait bir fiziki görünüm arz eder. Nasıl ki
at ile eşeğin birleşmesinden katır meydana geliyorsa, aynen öylede aslan ve
kaplanın çiftleşmeleri sonucunda her iki türden melez hayvanın meydana gelmesi
gayet tabiidir. Fakat bunlar katırda olduğu gibi kısır kalmayıp,
üreyebiliyorlar.
Bir
kere bu iki melez hayvan tabiatta beraber bulunmazlar. Zira aslanla kaplanın
tabiatta mesken tuttukları alanlar farklıdır. Dolayısıyla insanlar bu iki
hayvanı sirklerde kullanmak üzere bir araya getirip bir şekilde çiftleşmelerini
sağlayarak adına liger ve tigon demişler.
Tıpkı bu olay birçok çeşit minik köpek veya kedigillerin üretilmesinde
olduğu gibi bir kedi ile köpeği birleşmesi şeklinde cereyan etmektedir. Ancak
birçok melez türlerin hayat evreleri belli bir sınıra kadar devam edip o
noktada durabilirken liger ve tigonlar bir ömür boyu gelişmeye devam
edebiliyor. Bu yüzden her ikisi de devasa yapılı ve ortalama 600–750 kg.
ağırlığında, hatta bazıları 1 ton ağırlığında iri görünümlü bir melez hayvanlar
olarak karşımıza çıkar.
KURT (Canis Lupus)
Kurt ismini duyduğumuzda her nedense irkiliriz. Oysa aç olduklarında
tehlikelidirler. Yaşamak için elbette ki ister tavşan olsun, ister geyik fark
etmez avlamak hakkıdır. Çünkü hayat yardımlaşmadır, her yaratılan bir şekilde
diğerine muhtaçtır. Yavrusuna karşı da son derece şefkatlidir. Hatta doğum öncesi aç kalma ihtimalini göz
önünde bulundurarak stok ettiği avlarını onun için hazırlamaktadır. Böylece doğum zamanı gelip çattığında
avlamayı da bırakıp tüm gücünü yavrusunu beslemek için seferber olur. Bu arada
kendince açtığı tünellerde veya mağaralarda 2 ay boyunca yavrusunu karnında
taşımayı da ihmal etmez. İlginçtir yeni doğan kurt yavrusu sindirimi güç
olduğundan etleri doğrudan ona uzatmaz, ancak önce kendisi etleri yedikten
sonra kusmuk vaziyette ona sunmaktadır. Aralarında ki dayanışma desen dillere
destan. Zira “Hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için” düsturundan hareketle
mensup olduğu kurt ailesinin başı darda kaldığı zaman anında yardımına
koşmaktadır. Genellikle sürüler halde
katılımcı bir anlayışla avlarını avlamayı yeğlerler. Birlikte dolaştıklarında
arka arkaya kafileler misali ilerlediklerinde öndekinin ayak izine basarak tek
bir kurt izlenimi vermektedirler. Hatta “Birlikten
kuvvet doğar” sözünün tatbikatını onlar üzerinde an be an görmek mümkün.
Öyle ki erkek kurt istirahata çekildiğinde, ya da uyukladığı yerde aile
fertleri için nöbet tutup gövdesini siper bile edebiliyor. Eşine bağlılığı ise
insanın ki gibidir. Onları ancak ölüm ayırabilmektedir. Sadece eşlerden birinin ölmesi durumunda
yuvasız kalmamak adına başka bir eşle izdivaç kurmak zorunda kalır.
Kurdun ayrıca Türk kültüründe ayrı bir önemi vardır. Bu yüzden dişisine Asena, erkeğine Bozkurt demişiz. Tarihte on altı Türk devleti temsil eden
bayraklara baktığımızda sembol olarak yer aldığını görebiliriz pekâlâ.
Dolayısıyla Orhun abidelerinde yer alan Ergenekon veya bozkurt destanımızın baş
tacıdır.
KOYUN
Belki de geviş getiren hayvanların en uysalı bu hayvanlardır. Onlar
uysal olmanın yanı sıra yününden, etinden ve sütünden faydalandığımız biricik
dostlarımızdır. Hatta gübresinden bile faydalanmayı ihmal etmeyiz. Hatta bazı
yörelerde kışın soğuğuna karşı tezek bile kullanılır. Böylece koyun sayesinde
ısınmış oluruz. Bir melemeleri var ki;
yürekleri yakmakta adeta. Belli ki melemeleri bile bir anlam yüklü. Seher vakti
bizler yatağımızda gafletle uyurken onlar asla uyumazlar. Sanki bu vakitte
Allah’ın rahmetinden gafil kalmamak için uyanık olmayı tercih etmekteler.
Abdurrahman Karakoç bir şiirinde bu gerçeklerden hareketle; “Koç burcuna, yay burcuna Hak yol İslam
yazacağız” demesi bu durumu teyit ediyor zaten.
Koyun yavrusuna ise kuzu deriz.
Dahası kuzu demekle kalmayız çocuğunu seven bir anne bile yavrusuna
kuzum diye sarılmaktadır. Böylece sevgimizi kuzuyu vesile kılarak ifade ederiz.
Ayrıca ahırlarımıza renk katan bu hayvanlar ailemizin bir parçası olarak
görülmektedirler. Bu arada erkek
olanlarına da koç deriz. Genellikle dişilerden en belirgin ayırt edici özelliği
çift boynuzlarının olmasıdır. Boynuzlar güzellik katmanın yanı sıra aynı
zamanda üzerinde ki boğumlar hayvanın yaşını belirlemektedir. İstisna kabilden
olsa bile bazı dişi koyunlarda boynuz vardır.
Koyunlar aynı zamanda keçilerle akraba
olduklarından aynı familya içerisinde değerlendirilirler. Koyunların gebelik süresi 5–11 ay süre olup
bir doğumda 1–3 yavru doğurabiliyor.
Ömürleri ise 10–12 yıl arasında değişmektedir.
Koyunların yabani olanları da vardır. Öyle ki; Yabani dev cüsseli
koyunlara Argali denmektedir. Bu tip koyunlar hayatının büyük bir bölümünü
dağlarda tırmanmakla geçirdiğinden olsa gerek toynakları tırmanmaya uygun bir
şekilde yaratılmıştır. Hatta tırmanmak yönünden yaban keçisinden hiçte altta
kalmadıklarını söyleyebiliriz.
KEÇİ
Belki duymuşsunuzdur, patika yollara keçi yolu denmektedir. Çünkü keçiler coğrafi şartların en zor
geçitlerinde, hatta uçurum, sarp, yamaç ve kaya demeden tırmanabildiklerinden
bu ismi almışlardır. Bu yüzden yaramaz ve afacan hayvan olarak dikkat
çekerler. En büyük zevkleri ise ağaç
yapraklarını yemektir. Her ne kadar
zürafa boyu kadar boyu olmasa da bu tür beslenmeyi bir şekilde kendince ömür
boyu devam ettirebiliyorlar. Bu arada Evrimciler zürafanın boyunun ağaç
yapraklarına uzanmak sayesinde uzandığını iddia ededursunlar, keçinin boyun
kısmının uzamaması ileri sürdükleri fikirleri yerle bir etmeye yetiyor artıyor
da. Tabiî keçilerin evcil olanları
insanlar için hep kıymet ifade etmektedir. Zira onu kıymetli kılan sütü ve
tiftiğinin olmasıdır. Mesela Ankara
keçisi ve Hindistan’da ki Keşmir
keçisi tiftik bakımdan bunun tipik misalini teşkil eder. Zaten keçi ismi
Keşmir’e nispeten verilmiştir. Bu arada
keçinin yavrusuna oğlak, erkeğine teke, her iki cinsine de çebiç denmiştir. Süt
yönünden ise Malta keçisi ve Saanen keçisi meşhurdur. Hakeza keçilerin derisi
çanta, ayakkabı, deri eldiven imalatında kullanılıp, kılları ve yapağıları ise
dokuma sektörünün göz bebeği olmuştur.
Keçilerin üremesi çiftleşme yoluyla olup bir batında 1–2 yavru
vermektedir. Gebelik süresi 23 haftayı bulmaktadır. Ömürleri ise 12–15 yıl süre ile sınırlıdır.
AYI
Çocukluğumuzda boynunda zincirle birlikte sokak aralarında oynatılan bir
ayıyı seyretmekten çok büyük bir keyif alırdık. Fakat yinede yanına yanaşmaktan
çekinirdik. Çünkü kısa bacaklı olmalarına rağmen oldukça iri hayvanlardır. Hatta erkek olanları dişilerden daha
iridirler. Üstelik her ayağında beş
parmak ve bu parmaklarının ucunda sivri tırnaklarının olması bizleri her zaman
yanına sokulmaktan alıkoyan unsurlardır. Dolayısıyla uzağından seyretmeyi
yeğlerdik.
Genellikle ayılar hem etçil, hem de otçuldurlar. Yani beslenme biçimi hangi cins ayı olduğunu
belirlemeye yardımcı olur. Zira söz konusu ayı türü eğer bir kutup ayısı ise
ister istemez yiyeceği foklar olacaktır.
Yok, eğer söz konusu gözlüklü bir ayı ise bu sefer gıdası bitki olacağı
muhakkak. Her şeyden öte tüm ayıların ortak gıda da buluşturan taam bal olsa
gerektir. Çünkü baldan çok hoşlandıkları gözlemlenmiştir. Barındıkları yerler
ise inler olup kış uykusunu buralarda geçirirler.
Her ne kadar halk arasında “Rus’tan
dost, ayıdan post olmaz” dense de, maalesef insanlar bilinçsizce postu
uğruna bu hayvanları avlamaya devam etmektedir.
Hatta eti ve yağı için avlayanlarda var. Ayılar içerisinde en devasa
türü hiç kuşkusuz boz ayıdır. Öyle ki; bizim bildiğimiz ayı onun yanında fare
kadar küçücük kalır dersek yeğdir. Ağırlıkları ise neredeyse 800 kilogramı
bulmaktadır. Fakat ayakları üzerine
dikildiklerinde boyu yerden 3 metreyi bulabiliyor. Bu kadar heybetli görünüme sahip olmalarına
rağmen aslında son derece uysal hayvanlardır.
Yeter ki rahatsız edilmesinler, aksi takdirde saldırganlaşabiliyorlar.
Yiyeceği ise genellikle kök, böcek ve sıçan olmaktadır. Tabii yiyeceğini sadece karada aramaz, aynı zamanda usta bir balık avcısıdır. Nehre girdiğinde pusuya yatmış bir kedi
misali som balığını yakalar yakalamaz karaya fırlatıp kendisine ziyafet
çekebiliyor. İlginçtir som balıkları nehir boylarına yumurtlamaya
çıktıklarında, yumurtlamanın ardından ölmektedirler. Böylece milyonlarca som
balığının leşlerinin temizliği boz ayılara düşmektedir. Ki; zaten canına
minnet, gereğini yaparlar da. Bu
hayvanlar aynı zamanda yavrularına da düşkündürler, öyle ki; 7 yıl anne
gözetiminde yaşarlar. Dahası uyku
düzenlerinin gece saat 9, sabah 6 arasına endeksli olması onları bir başka
açıdan değerli kılmaktadır. Oysa bazı insanların ne gecesi belli ne gündüzü
bellidir. Bu yüzden hayatına çeki düzen vermeyenlere karşı boz ayılar iyi bir
örnek teşkil etmektedir. Bu hayvanların
ömürleri ise 25 yıl kadardır.
Kutup ayıları malum, yeryüzünün en korku salan hayvanlarıdır. Hele
tahrik edilmeye dursunlar, anında karşılık verebiliyorlar. Fakat karşılık verip
de tek baş edemediği hayvan su aygırıdır.
Bu arada dikkat çeken bir husus var ki; Yüce Yaratıcı kutup ayısını
Kuzey Denizinin her tarafı beyazlarla kaplı olması hasebiyle çevreye uygun bir
şekilde postunu beyaz yaratmış olmasıdır. Ayaklarının altında ise uzun tüyler
vardır. Belli ki karlar buzlar ülkesinde üşümesin diye böyle uygun görülmüştür.
Aynı zamanda iyi bir yüzücüdürler. Fakat kendisinden daha üstün yüzücü olan bir
fok balığı var ki; zaten onun hızına yetişmek ne mümkün. Dolayısıyla onu
avlayacağı zaman boşuna su içerisinde vakit tüketmek yerine karada pusuya yatıp
öyle avlamaktadır. Bunun dışında diğer balıkları avlamak içinse ilginç bir
yöntem uygulamaktadır. Şöyle ki; önce buz altında kalan balıkların nefes almak
için açtığı solunum deliklerini güçlü koku alma duyusu sayesinde tespitini
yapar, sonrası malum deliklerden başını çıkaran her bir balığı büyük bir
ustalıkla avlayıp beslenmenin keyfini çıkarır.
Kutup ayısı yazında boş durmaz.
Yani, yazın daha çok kendini kara hayatına adayıp, ot, çalı her ne varsa
iaşesini temin edebiliyor. Doğumları ise genellikle ikiz olarak gerçekleşmekte
olup, yavru ayılar annelerinin kazdığı kar yığınları arasında inde beslenmeye
alınırlar. Bu arada şunu belirtmekte
fayda var. Maalesef bu hayvanın kürkü Eskimolar tarafından değerli
bulunduğundan değim yerindeyse sürekli hedef tahtası olur. Böylece derisi kürk, eti de yiyecek olarak
tüketilir.
PUMA(Dağ Aslanı)
Panter gibi iri vücutlarıyla dağlarda yalnız dolaşmayı tercih eden en
büyük kedi cinsi olarak dikkat çeken bir dağ aslanıdır. Tabii onun dağ aslanı
olması büsbütün düz ovalarlarla alakasız olması anlamına gelmez. Yani canı
istediğinde aşağılara da zaman zaman inebiliyor. Hatta inmişken ağaca
tırmanmayı da ihmal etmez. Bu demektir ki ağaca tırmanmakta mahir bir hayvan.
Peki, madem aşağılara iniyor, gezinmek
için veya öylesine mi inmiş oluyor? Elbette hayır. Baksanıza dağdan aşağıya
indiğinde koruluklarda veya çayırlarda buldukları bir ölü geyiği bile sırtına
yüklenmekten üşenmeyip dağa çekebiliyor. Derken asıl mekânında kemal-ı afiyetle
kendine ziyafet çekmektedir. Arta kalanı da toprağa gömüp acıktığında gömdüğü
yerden çıkarıp tekrar yemektedir.
Aslında puma Kuzey ve Güney Amerikanın dağlarında son derece çekingen
yaşayan sakin bir hayvandır. Dahası insanlara nadiren saldırmaktadır. Aynı zamanda son derece atılgan ve bir
atılımda 10 metre sıçrayabilen bir özelliğe de sahiptir. Bir gözleri var ki doğduklarında mavi gözlü
olup büyüdükçe göz rengi sarı-yeşile dönüşür. Ayrıca yavruları doğduklarında
derileri lekeli olup zamanla bu lekeler kaybolmaktadır. Sesi ise bildiğimiz kedinin sesinden farklı
olup, daha çok ağlayan bir kadının sesini andırır. Başlıca avları ise evcil
kedi, köpek, böcek, fare, tavşan, yaban domuzu gibi irice hayvanlardır. Avladığı hayvanı da büyük bir ustalıkla halletmektedir. Yani sırtına atladığı avını kuvvetlice
ısırmasıyla birlikte alt etmesi bir olmaktadır.
İlginçtir bu hayvanlar kesinlikle leş yememektedirler.
GORİL
Maymunların en irileri olarak dikkat çekmekteler. Görünüşlerine bakıp ta
çekinmeye gerek yoktur. Yeter ki rahatsız edilmesinler. Zira onlar son derece
nazik ve bir o kadar da centilmen Afrika hayvanlarıdır. Aynı zamanda grup
halinde yaşarlar. Üstelik gruplar halinde dolaşırken kendi başına buyruk
değildirler. Nitekim erkek goriller arasından biri onlara başkanlık
yapmaktadır. Başkana kesinlikle en ufak itaatsizlik yapılmamaktadır. Zaten
yapan olsa derhal uyarılıp dışlanır da.
Dolayısıyla yönetim anlayışı son derece üst seviyededir. Malum olduğu
üzere en temel yiyecekleri yaprak ve meyvelerden oluşur. Anlaşılan düzenli bir hayatları söz
konusudur. Hakeza uyku düzeni de
öyledir. Nerede konaklarsa konaklasınlar geceleri uyumayı ihmal etmezler.
Yatakları ise kıvırdıkları çalı altı veya ağaç dallarıdır.
BÜYÜK GALADO
(Çalı Bebeği)
Büyük Galado gözü baş kısmına göre çok daha büyük bir Afrika hayvanıdır.
Belli ki karanlıkta ormanda hızlı hareket etmesi için böyle yaratılmış. Üstelik
iri gözleri sayesinde 5 metreye varan çalı ve ağaçlar arasında sıçrayabildiği
gibi atlayacağı alanların mesafesini de belirleyebiliyor. Bu arada kuyruğu da
dümen vazifesi görür. Akrabası sayılan Potto da gözleriyle etrafı bir radar
gibi taramanın ardından çalılara sıkıca tutunup, göz bu noktada mesafe kat
etmesine yaramaktadır. Başlıca gıdası ise meyve ve kuş yumurtasıdır.
Her ikisinin de sadece gözleri değil,
kulakları da iridir. Kulaklarının iri
olması etrafında uçuşan böceklerden haberdar olmalarını sağlamak içindir.
Hakeza mis kedileri de öyledir. Fakat bunların gözleri çalı bebeğininkinden
küçüktür. Küçük olması aslında bir avantajdır. Çünkü en zayıf bir ışık
kaynağını topladığından ona karanlığı delebilen bir özellik katmaktadır.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer