31 Ağustos 2016 Çarşamba

BİR MİZAH DEHASI NASREDDİN HOCA


    BİR MİZAH DEHASI NASREDDİN HOCA
                  SELİM  GÜRBÜZER                
            Bereketzade İsmail Hakkı Bey şöyle der: “zahiri hande-feza, batını hikmet-nümâ.”            İşte Nasreddin Hocanın siluetini ortaya koyan tasvir bu cümlede gizli. Gerçekten de zahiren baktığımızda bizi güldüren, batını  (içte) yönden de baktığımızda da bizi düşündüren deha şahsiyet olarak karşımıza çıkmakta. Derken güldürürken düşündürmek bize has bir kültür kodu olarak kayıtlara geçer de.
            Ancak şu da var ki kültür kodlarımız ve kültür dehalarımız bizim sınırlarımızın dışında ki coğrafyalarda daha çok yankı bulmakta.  Nitekim UNESCO’nun 1991 yılını Yunus Emre, 1996 yılını Nasreddin Hoca,  2007 yılını da Mevlana yılı ilan etmesi bunun bariz göstergeleridir. Bu demektir ki,  kültür mimarlarımız dünya çapında evrensel nitelik kazanabiliyor.  Tabii ki kültür mimarlarımızın evrensel nitelik kazanmasında gocunmayız,  ama kimi ülkelerin evrensellik kılıfı altında kendi zimmetlerine geçirme eğilimine girdikleri de bir vaka.  Nasıl mı?  Mesela Yunanlılar hala bugün olmuş Nasreddin Hocayı kendi kültür dairesi içerisinde gösterme çabasından vazgeçmiş değillerdir.
          Peki, bu arada biz ne yapıyoruz? Maalesef biz ise tüm bu olup bitenlere seyirci kalmakla işi geçiştiriyoruz. Oysa biz vurdumduymaz oldukça Yunanlılar Karagöz oyunlarımıza da çengel atıp sanki kendi halk sanat ürünüymüş gibi sergileme işgüzarlığında bulunabiliyor. Madem öyle artık bu vurdumduymazlığa son vermek lazım gelir. Ama nasıl? Yapılacak olan iş gayet basit, bikere başta Kültür Bakanlığı olmak üzere diğer yakından uzaktan kültür alanıyla alakalı tüm sivil ve kamu kuruluşlarını harekete geçirmekle elbet.  Daha da yetmedi yediden yetmişe hemen herkesi bu hususta duyarlı hale getirecek ortamı hazırlamalı ki; kültürel dehalarımız evrensellik yaftası altında tek tek elimizden çıkıp başka ülkelerin tekeline geçmesin. Bakın bir Yunanlı Tarih Profesörü ne diyor: “Yunanlılar Ezop ve Diyojen’den sonra yeniçağlarda böyle bir tip üretemeyeceklerini bildiklerinden Hoca’ya sahip çıkıyor.”  İşte bu ifade meramımızı anlatacak türden ifadedir. Aynı zamanda bu ifade bir gerçeği itirafıdır. Tüm cümle âlem şunu iyi bilsin ki Nasreddin Hoca bu coğrafyanın bağrından çıkmış ve Latif Hikemiyât-ı lisanıyla milli kültürümüzün dışa açılan gülen yüzüdür. Ey batı dünyası siz siz olun bu dışa açılan gülen yüz dehamıza farklı misyonlar biçerek sahiplenmeye kalkışmayın. Zira sahiplenmeye kalkıştığınızda abesle iştigal durum olacaktır. Her ne kadar Latif Hikemiyât-ı lisanıyla ağzından dökülen her bir nükte ve her bir fıkranın muhatabı tüm insanlığı kapsasa da olsa da, bu demek değildir ki kimi ülkelere sahiplenmek hakkı versin. O gerçek çehresiyle yerellikten evrenselliğe uzanan çizgide yediden yetmişe hemen herkesin istifade edeceği zahiri hande-feza, batını hikmet-nümâ Hocamızdır
          Evet, istifade etmek başka bir şey sahiplenmek başka bir şeydir. Dolayısıyla bizim açımızdan Nasreddin Hocayı tüm dünyaya açılan penceremiz olarak addederken,  bilhassa batı açısından da sahiplenmemek kaydıyla solmuş soğuk yüzlerini güldürecek zahiri hande- feza olarak addederiz. Hakeza Yunus Emre ve Mevlana’mızı da tüm insanlığın sevgi susuzluğunu giderecek sevgi iksiri olarak addederiz. Kelimenin tam anlamıyla hangi ülke olursa olsun sonuna kadar kültür dehalarımızdan istifade edebildikleri kadar istifade etmelerine ‘evet’ derken, sahiplenmeye kalkışıldığında ise buna asla rızamız olamaz, bu yüzden ‘hayır’ deriz. Zira sahiplik hakkı bizimdir.  Hatta bu öyle bir sahiplenmedir ki; Anadolu’nun birçok yerinde  ‘Bizim Yunus’ diye sahiplenişinde olduğu gibi bir sahiplenmedir bu. Zaten sahip çıktıkça da tüm kültür dehalarımız kıyamete dek gönüllerde taht kurmaya devam edecektir, bu böyle biline.
            Aslında Hocanın etki gücü kendisinde değil, asıl etki gücü güldürürken düşündürmesidir.  İşte nüktelerinde ki etki gücü UNESCO’yu da o kadar derinden etkilemiş olduğu net açık ki, 1996 yılı Nasreddin Hoca yılı olarak ilan edebiliyor. Ne diyelim küresel ölçekte etkin olmak böyle bir şeydir. Elbette ki böylesi küresel boyutta bir etkilenmeyle kültürel dehalarımızın tanıtılmasından gocunmayız.  Bilakis UNESCO aracılığıyla yapılan tüm tanıtım faaliyetlerinin tüm insanlığın istifade edeceği bir fırsat ortam olarak görür, seviniriz de. Biz sadece gocunsak gocunsak, kültürel dehalarımıza farklı anlamlar yüklenerek yalan yanlış tanıtımlarla değişik mecralara çekilmesinden gocunuruz,  bunun dışında değişik etkinliklerle yâd edilmesinden asla gocunmayız. Hem niye gocunalım ki,  bikere bu tür tanıtım faaliyetleriyle tüm insanlık kültürel dehamızdan haberdar olduğu gibi uzun zamandır gülmeye hasret kalmış tüm insanlığın bu sayede solmuş yüzü gülümsemiş oluyor da.
          Hadi bunalıma düşmüş solmuş yüzleri anladıkta, peki kendi iç çekişmemize ne demeli? Durduk yere kendi kendimize tartışmanın fitlini ateşleyip Hocanın Akşehirli mi, yoksa Sivrihisarlı mı tartışmaları üzerinde zaman harcamaya ne gerek var ki. Aslında görünürde yaşadığımız bu sahipleniş yarışı kesretten vahdetin ta kendisi bir yarıştan başka bir şey değildir.   Yani çokluk içinde birlik sahipleniştir bu. Dolayısıyla asıl üzerinde kafa yorup zaman harcamamız gereken husus Hocanın Romanya’dan Çin’e uzanan hat üzerinde pek çok ülkede sanki kendi kahramanlarıymış gibi sahiplenmeye kalkışmalarına önlem almak olmalıdır.  Hele birde buna Yunanistan’ın işgüzarlığını da hesaba kattığımızda,  gerçekten meseleye ciddi bir şekilde el atılması gerektiği bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmakta. Düşünsenize böylesi bir dehamız Azerbaycan’da Molla Nasreddin, Kazakistan’da Koja Nasreddin, Özbekistan’da Nasreddin Efendi olarak bilinip yâd edilmesine rağmen,  kimi ülkeler Hocamızdan istifade etmek yerine sahip çıkma cüreti gösterilebiliyor. Her neyse onlar Hocamızı bizden koparmaya çalışa dursun,  asıl bize düşen vazife bu tür girişimlere pabuç bırakmamaktır.  Hiç kuşkusuz bu vazifeyle de yetinmek olmaz, üniversitelerimizde Nasreddin Hocaya adına kürsüler kurup akademik olarak da yâd etmek gerekir. Unutmayalım ki; şimdiye kadar edindiğimiz bilgilerimizle Nasreddin Hoca’mızın ancak; Sivrihisar Hortu köyü doğumlu, Babasının Abdullah, annesinin Sıdıka Hatun olduğunu,  yine babasının Hortu köyü imamı olduğu ve bu duyarlılıkla oğluna medrese eğitimi gördürdüğü, babasının ölümünün ardından  Hocanın köye dönüp imam olduğunu, kadılık yaptığını ve 1208-1284 yılları arasında yaşayıp Akşehir’de vefat ettiğini bilmekle sınırlıdır. Oysa bu sınırlı bilgilerin ötesinde daha akademik ve daha da geniş çerçevede bilgilere ihtiyaç var. Şayet Hocamızı sırf fıkra mantığıyla tanıtmaya çalışırsak, biliniz ki Hocamız kabrinde rahat uyuyamaz halde incitmiş oluruz. O halde böylesi kültür dehamızı sırf fıkra mantığı çerçevesinde anlatmakla değil o’na derinlik kazandıracak bilgilerle de yâd etmek gerekir.  Bunu yapmaya mecburuz da.  
           Şu da bir gerçek milli kültürümüzün sağlam temellere oturtulması kaydıyla ülkeler arası kültürel geçişlerden de korkmamalı. Yeter ki kültür emperyalizmi heveslileri haramilerce milli kültürümüzün temellerine kibrit suyu dökülmesine geçit verilmesin, bak o zaman sağdan soldan gelebilecek her türlü kültürel akış ve geçişler zarar vermeyip tam aksine ortaya kültürel zenginlik doğacağı muhakkak. Şayet yok efendim bu geçişler toplumumuz üzerinde değer aşınması meydana getiriyor deniyorsa, bunun kabahatini kültürel geçişlerden ziyade iç ve dış kaynaklı kültür emperyalizmi heveslilerin tahribatlarda aramalı. Bakın, Yunanlılar dünyanın kültür hazinelerini topraklarına taşımışlar ama asla kültürel kimliklerinden taviz vermemişler, halen Yunan kimliği ile ayaktalar.  Bu demektir ki, Yunanlılar dışarıdan gelebilecek kültürlere kapalı kalmayaraktan da greko-latin kültürünü muhafaza edebiliyor. Öyle anlaşılıyor ki,  her ülke kendi kültürel dokusunu muhafaza etmek kaydıyla kültür alışverişinden etkilenmesi asla tehlike teşkil etmez. Asıl iç ve dıştan gelen kültür emperyalizmi heveslilerin yaptıkları kültürel tahribata karşı göz göre göre sessiz kalışımız tehlikedir.  Hele şöyle bir etrafımıza baktığımızda kültürel tahribatın nasıl zirve yaptığını pekâlâ görmek mümkün.  Pekte uzağa gitmeye gerek yoktur. İşte görüyorsunuz Nasreddin Hocayla ilgili ardı astarı olmayan ortalıkta bir sürü dedikodu nitelikli nükteler gırla gidiyor.  Maalesef kültürel varlıklarımız kültür emperyalizmi heveslilerin insafına terk edilerekten piyasa sektörü haline dönüşmüş durumda. Tabii şimdiye kadar kontrolsüz bir şekilde piyasada dolaşan bir sürü bilgi dağarcıkların kaçı doğru, kaçı yanlış buna yönelik ciddi bir araştırma yapılıp ortaya doğru veriler konmadığı için bu durumlara düştük.  Dilin kemiği yok ya, her gelen bir şey söylemiş, söylediğini de üstelik Hocaya atfetmiş. Hadi diyelim ki söylentilerin tümünü doğru kabul edip külliyat haline getirdiğimizi varsaysak bile, böylesi bir Nasreddin Hoca tiplemesiyle hangi akademik formasyondan bahsedilebiliriz ki. Kaldı ki rivayet kaynaklı bilgilerin dünya ölçeğinde hiçbir geçerliliği de yoktur. O halde neydik edip tez elden akademik anlamda ortaya bir şeyler koymalı ki ortalıkta dolanan bilgi kirliliğinden kurtulmuş olalım.
               Evet, kültürel tahribata son vermek için bir an evvel akademisyenlerden oluşturulacak seçici bir heyet oluşturup Hocayı gerçek çehresiyle tanıtmak gerekir. Asla sözlü rivayetlerle bir yere varamayız. Hele ki aslı astarı olmayan sözlü rivayetler ortalıkta dolaştıkça bu durum Nasreddin Hocayı kitleler nezdinde bayağılaştırmaya yol açıp o’na karşı alay varı bakış ve cahil yaftası vurmayı beraberinde getirebiliyor. Dolayısıyla bu tür şeylerle Hocamızı bilerek veya bilmeyerek küçük düşürmeye hiç kimsenin lüksü ve hakkı yoktur, buna asla prim vermemeli. Bikere beyinlere şunu iyi işlemeli ki, Hocamız sıradan komedyen bir şahsiyet değildir,   tam aksine medreseli zahiri hande-feza, batını hikmet-nümâ bir âlim dehamızdır. Nitekim Konya Akşehir’in kültürel varlıklar yönünden zengin bir yer olması o’nun medreseli âlim olduğunun en bariz göstergesidir.        
           Düşünsenize Hoca hakkında ortalıkta ulu orta birtakım yüzeysel değerlendirmeler yapıldığı içindir aramızdan bir bakıyorsun o’nun Arapların Cüha’sında olduğunu iddia edenler çıkabiliyor. Kimileri de bir bakıyorsun Latif dehamızın Timurlenk döneminde yaşaması hasebiyle fıkralarını ‘Timur’ adı altında sunabiliyor. Neyse ki 1980’lerde Afyon kitaplığında bir Mevlevi dervişinin Nasreddin Hoca adlı eseri piyasaya çıktıda bir nebze olsun Hocayla ilgili mesnetsiz bir takım söylentilerin önüne geçilebilmiştir. Tabii 80’lerle kalmamalı, Hocaya daha da yakışır akademik düzeyde çalışmaların yapıldığı yıllardan da söz etmeli.  Dikkat edin akademik takvime bağlanmış yıllardan söz ediyorum. Çünkü Nasreddin Hoca ile ilgili bu güne kadar yazılmış pek çok eser var, ama bu çalışmalar arasında tek akademik kayda değer nitelikte şimdilik Ümit Sinan Topçuoğlu’nun bir araştırma eseri göze çarpıyor. Topçuoğlu  ‘Nasreddin Hoca ve Latifeleri’ kitabını yayınlamakla bu hususta örnek oldu diyebiliriz. Malumunuz, kendisi aynı zamanda folklor araştırmacısı da. Her neyse akademik anlamda mutlaka bir yerden işe başlamak gerekir. Öyle ki Hoca’ya atfedilen nükteleri bir başlık altında, yine gerçeğe yakın nükteleri de ayrı bir başlık altında toplayarak işi koyulmalı. Sonrasında ise asıl kaynak teşkil edecek orijinal nükteleri de ayrı bir başlık ve külliyat altında toplayacak bir çalışma içerisine girmek gerekir. Yok, efendim bu zahmetli bir iştir dersek Hikmet-i Gülümse dehamızı gerçek kimliğinden uzaklaştırmış oluruz. Ki, kendisi medreseden yetişmiş bir âlimdir, dolayısıyla ilmi şahsiyetine gölge düşmemek için Nasreddin Hoca’ya yakışır bir portre ortaya koymak görevimiz olmalı.
           Ülkemizde ideolojik bakışın doruğa ulaştığı dönemlerde Hocaya sınıfsal yaftalamayla gömlek giydirilmeye çalışıldığını da göz önünde bulundurduğumuzda kültürel değerlerimize eskisinden daha da çok sahip çıkmamızı gerektiğini zorunlu kılıyor. Tabii bu sahip çıkış sadece Nasreddin Hocayla sınırlı kalmamalı,  İncili Çavuş ve diğerleri içinde geçerlidir.
             Ümit Sinan Topçuoğlu’nun çalışmalarından hareketle diyebiliriz ki; Hoca XIII. yüzyılda yaşamış bir medrese âlimidir. Hocanın bizatihi bir nüktesinde Kuduri kitabından bahsetmesi ve söz konusu kitabın Hanefi fıkıh kitabı olması hasebiyle o’nun ciddi âlim bir zat olduğunu ortaya koymaya yeter artar da.  Sadece o’nun diğer âlimlerden en belirgin farkı kendi nevi şahsına münhasır özgü nükteleriyle neşe saçan bilge zat olmasıdır. Hani birtakım insanlar için ‘ağzından bal akıyor’ derler ya, bu söz Hoca için söz konusu olduğunda daha da bir bambaşka anlam kazanıp sözün bittiği yerde hikmeti gülümseme başlar da.   Gerçektende ağzından bal akan bir âlimdir o.  Zaten nüktelerinin nesilden nesile devam etmesi bunu teyit ediyor.
               Malumunuz Hocayla alakalı rivayetlerin kökeni XVI. asra kadar dayanmakta.  Ancak XVI. asra dayanan bu ilk yazılı kaynaklara bakıldığında kayda değer türden sadece elli tane nükte göze çarpmakta. Dolayısıyla bu kayda değer nüktelerin haricinde söylenenlerin çoğu Hocaya atfen yakıştırma babından söylenen nükteler dersek yeridir. Yinede rivayetlerin çoğu yakıştırmada olsa bu durum Hoca adına üniversitelerde kürsü kurulmasına engel teşkil durum ortaya çıkarmamalıdır. Hele bir adına kürsüler kurulsun, bak o zaman yakıştırmanın yerini gerçek manda akademik metinlerin ağırlıklı kazanacağı ortamın doğacağı muhakkak. Böylece Hocanın şahsiyetine yakışır dev eserler birbiri ardına yayınlanıp hak ettiği şekilde kültür raflarımızda yer almış olacaktır.
             Her ne kadar Bereketzade İsmail Hakkı Bey kadar Nasreddin Hoca’nın şahsiyetini ortaya koyabilecek tasvir yeteneğimiz olmasa da o’nun güzel latifelerinden nice ibretlik dersler alabileceğimiz gün gibi aşikâr.
            Evet, Nasreddin Hoca zahiren sürekli halkın içinde gezip dolaşan avam insanmış gibi görünse de gerçekte yüreği hikmet dolu havas ehlinden bilge bir zattır. Bu bir anlamda halk içinde Hak olmak manasına, yani Şah-ı Nakşibend (k.s)’in deyişiyle: “zahirimiz halkla, batınımız Hak’la beraber olmanın ta kendisi bir davranış sergilemektir.  Hakeza bu manada Abdülhâlik-ı Gücdevânî (k.s)’nin bu meyanda zikrettiği ‘Halvet der encümen- kalabalıklar arasında da olsa gönlün Allah’la beraber olmak düsturu da öyledir. Üstelik Hoca tüm bu düsturları uygularken işin içine gülümsemeyi de ihmal etmeyerek halk içinde “zahiri hande feza (dışı insanı gülümsetir), batını hikmet nüma (içinde hikmet taşır)  Hak olmuştur. Besbelli ki o’nun Hikmet-i Gülümse deha olmasında Seyyid Mahmud Hayraniye bağlanmasının çok büyük etkisi söz konusu.  İşte bu etki sayesinde ömür boyu halktan uzaklaşmanın şöhrete yol açacağını ve şöhretinde afet doğuracağı bilinciyle hareket etmiştir hep. Bu demektir ki; bu yolda dünyayı ihmal etmeksizin Allaha kul olabilmek esastır.  Nitekim  “Onlar ticaretle dahi meşgul olsalar dahi Allah’ı zikretmek onları alıkoyamaz” ilahi beyanı bunun gerektirir zaten.
       Velhasıl; Nasreddin Hoca XIII. yüzyılda yaşamış görünürde bizden gibi görünüp gerçekte   “Zahiri hande-feza, batını hikmet-nüma” âlimdir.
      Vesselam. 
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1522/bir-mizah-dehasi-nasreddin-hoca.html 

30 Ağustos 2016 Salı

ZEMAHŞERÎ


                       ZEMAHŞERÎ

                SELİM GÜRBÜZER                                 

          Harezm’e bağlı bir ilim kasabanın adıdır Zemahşer. Dolayısıyla adından söz edeceğimiz bilge şahsiyet Hicri 467, Miladi 1075 yılında bu kasabada doğmuş olması hasebiyle Zemahşerî ismiyle anılır hep.  Harezm’e değer katan ilim şehrin olmanın ötesinde her türlü fikrin serbestçe söylenilebilir olan bir mekâna ev sahipliği yapmasıdır. Öyle ki;  o dönemlerde camilerde bile fikri tartışmalar doruk noktaya ulaşmıştı. Bilhassa Harezm halkının kimi âlimlerin kendi aralarında yapılan özgürce tartışmalardan rahatsızlık duymayıp, bilakis memnuniyetle izlemeleri birçok kimseleri hayretler içerisinde bırakmıştır. Sanıldığının aksine özgür düşünce günümüze has bir olgu olmayıp, o devirlerden intikal eden kutlu bir mirastır. İşte böyle bir özgür ortamda Harezm halkı Zemahşerî gibi bir âlim çıkarmasını bilecektir. Demek ki; özgür düşüncenin olduğu yerlerde nice beyin fırtınaların çıkması gayet tabii bir durumdur.
            Zemahşerî’nin belki de en şanslı yanı meşhur Selçuklu veziri Nizamül Mülk döneminde yaşamış olmasıdır. Çünkü o devirler İslam âleminin ilim yönünden zirve yaptığı yıllardır. Malum, ilk ilmi hamlenin müesseseleşmesi Nişabur’da Beyhekiyye medresesiyle başlamış, derken sırasıyla Beyhekiyye, Saidiyye, Nizamiye, Bağdat, Nisabur, İsfahan, Basra, Musul, Herat, Belh, Amid (Diyarbakır) medreseleri takip etmiştir. Nasıl takip etmesin ki,  zira medreseler sevgi ve ışık ocakları olması meramımızı anlatmaya yettiği gibi nice dahiler buralarda nakış nakış işlenip insanlığa rehber olmasına vesile olmuştur.
        Anlaşılan Zemahşerî’de altın çağ diyebileceğimiz dönemde adından söz ettirmiş bir başka bilge dehamızdır. Belli ki; ilk ilim mayasını aileden almiş. Nitekim ilk eğitimini babası yanında alıp Kur’an’ı hıfzetmiş bile. Bu arada Zemahşerî küçük yaşta talihsiz bir olay yaşayacaktır. Şöyle ki; kimilerince damdan düşme, kimilerince soğuktan donmuşluk, ya da hayvandan düşüp bacağının kesildiği rivayet edilir. Hatta buna sebep teşkil eden unsurun kendisinin bir kuşun ayağına ip bağlamasıyla birlikte sürükleyip ayağının telef olduğunu gören annesinin bedduasını almasıdır. Bu rivayet doğru ya da yanlış bilinmez ama netice itibariyle ayağı kangren olma kuşkusuyla kesilir de. O artık hayatını uzun örtüsü altında tahta bacaklı olarak devam ettirecektir. Ve babasının oğluna oturarak iş yapmaya yönelik terzilik teklif ettiğinde, o bu teklifi kabul etmeyip ilmi tercih eder. Böylece babasına sakatlığının ilim öğrenmeye engel teşkil etmeyeceğinin mesajını verir. Yirmi bir yaşına geldiğinde ise ilim uğruna Buhara’ya gitmiş ancak babası nedeni bilinmeyen bir olaydan ötürü mahpusa düşmüş ve bir süre sonra mahpustayken vefat etmiştir. Buna rağmen babasının yokluğunda ilim yolunda dur durak demeden koşuşturmaya devam etmiştir. Hakeza ilim uğruna devrin birçok işin ehil âlimlerden ders almayı da ihmal etmeyecektir. Yetmedi ilim için doğup büyüdüğü topraklardan başka Buhara, Horasan ve Bağdat gibi ilim merkezlerine gitmiş ve böylece oralarda ilmine derinlik katmıştır. İyi ki de ilmine derinlik katmış, çünkü Nizamiye Medresesinin oluşumunda büyük rol oynamıştır. Buralarda piştikten sonra ver elini Mekke’ye diyerekten ışığın doğduğu kaynağa yol almıştır. Derken Mekke ikliminde Arap Yarımadasını yakından tanıma fırsatı bulup ufkunu daha da ötelere taşımasını bilecektir. İşte bir süre buralarda bulunmasından dolayı kendisine Allame Carullah’da (Allah’ın komşusu) denmiştir. Dahası o, bu süre zarfında Arapçaya öyle vakıf olur ki; bir gün Ebû Kubeys dağından Araplara; “Atalarınızın dilinizi benden öğrenin” diye seslenip kendine olan öz güvenini ortaya koyar da. Kelimenin tam anlamıyla o bir dil üstadı dersek yeridir.
             Artık o, uzun bir yolculuğun ardından içini sıla hasreti çektiğinden kendi kendine dönüş kararı alır. Ve dönüşte Bağdat’a uğramayı da ihmal etmez, hatta burada derste okutur,  en nihayet 66 yaşına geldiğinde Urgençe yerleşir. Dahası geriye kalan ömrünü burada tamamlayacaktır.
           Kendisi için bir başka ayrıntı ise evli olmamasıdır.  Hiç kuşkusuz sürekli ilimle iştigal etmesi evlenmemesine neden unsur diyebiliriz. Ki, pek çok eser yazmıştır. Onun hayatında en göze çarpan özelliği itikat alanında Mu’tezile, fıkıh sahasında ise Hanefi düsturlarını metot edinmesidir. Her ne kadar kimi ehlisünnet âlimlerince bir dizi eleştiriye muhatap kalsa da Fahrettin Razı,  Ebussuud Efendi, Muhammed Hamdi Yazır gibi nice ehlisünnet âlimlerin övgüsüne mahzar olmuş ya, bu yetmez mi?
      Velhasıl o; özgür ortamda yetişmiş, Harezmî’n Zemahşerî üstadı olmanın ötesinde 1144 tarihinde Cürcaniyye’de vefat ettiğinde ardından tefsir, kelam, mantık,  lügat belagat, fıkıh gibi ilim dallarında elliye yakın eser bırakmış bir bilge şahsiyettir.
    



29 Ağustos 2016 Pazartesi

KÂDIZÂDE-İ RÛMÎ





               KÂDIZÂDE-İ RÛMÎ
                     (Bursa’dan Semerkand’a)

                         SELİM GÜRBÜZER     

        Değim yerindeyse güneşin doğduğu yer Semerkand’sa battığı yerde Bursa’dır. Evet, bir oğul var ki; tarihler 1364 yılını gösterdiğinde güneşin battığı yer Bursa’da doğar. Ama asıl doğuşu güneşin doğduğu Semerkand’a ayak bastığında gerçekleşir. Malum, babası şu meşhur Mehmet Çelebi’dir. Ancak bu oğul Çelebi ailesinin bir ferdi olmasından daha çok matematik, astronomi ve Hanefi fıkhı gibi ilim dallarında Orhan Gazi ve Murat Hüdavendigâr dönemine ışık kandili olmakla ön plana çıkacaktır. Şimdi hangi oğuldan söz ettiğimizi tahmin etmişsinizdir, hiç kuşkusuz o hepimizin bildiği Kâdızâde Rûmî’den başkası değildir elbet.
        Bakmayın siz onun öyle kütükte ‘Mûsa bin Mehmed bin Kâdı Mahmûd Efendi’ olarak isminin geçmesine,  asıl gönüllerde yankı bulan isim çok önemlidir. Nitekim dedesi ve babasının kadılık yapmışlığına binaen söylenilen  ‘Kâdızâde’  lakabı gönüllerde daha belirgin yakışır isim olarak kalır. Hele ki babasının vefatıyla birlikte dedesi Kâdı Mahmûd Efendinin himayesine aldığında bu isim daha da bir anlam kazanır. Nasıl mı? İşte çocuk yaşta dedesinin himayesi altında yetişmek Bursa Medresesinin gözde talebesi olmasını beraberinde getirecektir. Öyle ki Osmanlı döneminin ismiyle müsemma yıldız ulemasından Molla Fenârî gibi bir âlimin rahle-i tedrisatından geçtiğinde matematik, fıkıh ve astronomi gibi ilim dallarında en gözde talebe olur da.  Nasıl gözde talebe olmasın ki; Molla Fenârî hamdım yandım piştim safhalarından geçen talebesinin icazetini verdiği gün derhal Horasan’a yönlendirmeyi ihmal etmez de. Böylece o bundan böyle Orta Asya bozkırlarında Rûmî ışığımız olarak yola koyulur. Ve çıkacağı bu uzun yolculuğu hafifletecek ilk hamle kız kardeşinden gelir. Zaten Bacıyan-ı Rûmî’ye de o yakışırdı. Bacı yüreği bu ya, öyle eli boş göndermeye gönlü elvermez,  derhal değerli ziynet eşyalarından bir kısmını kardeşinin heybesine koyup öyle uğurlar uzak diyarlara.
          Belli ki,  bu öylesine sıradan çıkılmış bir yolculuk değildi, bir çağı aralayacak yolculuğun ta kendisi yolculuktu. Düşünsenize ilim uğruna buralara daha adımını atar atmaz ilk iş ününü duyduğu Horasan’ın Cürcan şehrinde Seyyid Şerif Cürcânî’nin dizinin dibinde diz çöküp kelam, fen, mantık ve felsefe gibi pek çok alanda bir dizi dersleri almak olur. İlginçtir daha eğitiminin başında iken Hocasının eksikliklerini görebilecek bir zekâ düzeyi ile dikkat çekecektir. Dolayısıyla doymak bilmeyen o öğrenme iştiyakı ve ilim aşkı onu Mâverâünnehir’e sürükleyip Uluğ Bey’le buluşturacaktır. Uluğ Bey’inde canına minnet,  Anadolu’dan hazır buraya gelmiş bir irfan karşısında bilgeliği kemale erer de. İşte bu yüzden, bu büyük buluşma için biz; Diyâr-ı Rûm’un (Anadolu) Diyâr-ı Türk’le buluşması deriz. Derken o buralarda Mûsa ismiyle değil Anadolu’nun Kâdızâde-i Rûmî’si olarak mührünü vurup öyle rüştünü ispatlar.  Artık Kâdızâde künye olmanın ötesinde bilim yüklü bir nişandır. Keza Bursa’dan Semerkand’a gelmekle Timur’un torunu Uluğ Bey’e Hoca olmak onun üzerinde en belirgin nişan olarak kalır. Bu yüzden Timur’un oğlu Şahruh ona çok hürmet eder. Nasıl hürmet etmesin ki; bir zaman Bursa Medresesine değer katan bu el,  bu kez Semerkand’a değer katar. Böylece Uluğ Bey Semerkand’ı başkent yapmanın ötesinde onu da kazanmış olur. Hatta kendisi için medrese ve rasathane inşa eder de. Hiç kuşkusuz buralara bir kuru dava için gelmemişti, bilakis derunilik katmak için gelmişti. Zaten inşa edilen medresenin başına getirilmekle elinin dokunduğu yer hayat buluyordu. İlme çok âşıktı. İlim yolunda bir talebenin kılına dokunmaya asla tahammül edemezdi, zül addederdi. Çünkü ilim leke kabul etmez. Bu yüzden; bir ara medresede bir sultanın sözüne bakaraktan müderrisin hiç yoktan uzaklaştırılmasına üzülüp inzivaya çekilmiştir. Neyse ki; Uluğ Bey gönlünü alıp medresenin başına getirecektir.  Tabii bitmedi dahası var, o matematik, fizik gibi pozitif ilimleri astronomiye uyarlayabilecek deha olmanın yanı sıra, daha nice ilim dalının yanında anılmakta ona ait bir keyfiyettir.  Üstelik o Ali kuşçu gibi bir zatı da yetiştirecektir.  Hatta tüm bunlardan da öte ‘Şerhu Eşkâl-it Te’sis fil-Hendese’ şerhi büyük kültür ve bilgi hazinemiz olarak kütüphanelerimizde yer alır.
        Evet, Semerkand’a geldiğinde astronomi, cebir ve riyazet eserlere baktığında pek çok konuların şerh edilmiş olduğunu gördü, ama tüm bu yazılanlara nokta koymayıp tam aksine daha da ilaveler yaparak derinlik kattı. Şimdi gel de böyle bir zatı merak etme, ne mümkün böylesi deruni ilmi ferasete haiz bir insanı kim merak etmez ki. Düşünsenize onun bilge insanların bizatihi ilgi odağı olması bir yana yayınlanmış nice orijinal eserleri gölgede bırakacak eserleriyle de ilgi odağıdır. Sadece ardından eser mi bırakır, hiç kuşkusuz ardından Ali Kuşçu gibi bir matematikçi, gökbilimci Fethullah Şirvani gibi ulemalarda yetiştirip öyle ebediyete göç eyler.  
         Velhasıl, o güneşin battığı Bursa da doğdu, güneşin doğduğu ilim yatağı Semerkand’da geçirdiği bir ömrün ardından eserler bırakarak dünyaya gözlerini kapadı (1436). Her ne kadar Semerkand’a hüzün düşse de ışığı aydınlatıyor ya, bu yetmez mi?
          Ruhu şad olsun.  

28 Ağustos 2016 Pazar

EBU ABDULLAH MUHAMMED BİN MUSA EL HAREZMÎ



                   EBU ABDULLAH MUHAMMED BİN MUSA EL HAREZMÎ

                                            (CEBİR)
                     SELİM GÜRBÜZER

         Cebir ilmi (matematik) o'nla dirildi adeta. Dirilince etrafımızın matematik eğrileriyle çepeçevre kuşatıldığını idrak ettik. Ansızın yere bırakılan bir taşın düz çizgi oluşturduğunu, havaya atıldığında çekim kanunun etkisiyle parabol bir eğri boyunca düştüğünü fark ettik. Bu arada gökyüzünü renklendiren gezegen, ay ve suni uyduların yörüngelerinde seyreylerken elips şeklinde süzüldüklerine şahit olduk. Meğer üzerinde yaşadığımız dünyanın stabil (durağan) ve düz bir eğri değilmiş,  bilakis Samanyolu galaksisinin matematik programına dahil gravitasyon etkiyle küre biçimi bir dünyadır. İşte onun sayesinde Evrende var olan tüm çekim kanunların varlığını matematiğin dili sayesinde çözer hale geldik.  Ve bu çözme noktasında tüm insanlığa ufuk açan idrak dehamız, hiç kuşkusuz ismi cebir ilmiyle (matematikle) özdeşleşen Harezmî’den başkası değildir.  Derken insanlık onu Cebir ismiyle anacaktır hep.  Sanmayın ki matematik deyince sadece Cebir akla gelir,  onun şahsında pek çok medeniyetin doğuşu akla gelir.  Çünkü o medeniyetlere ışık kaynağı olmuş dehamızdır.  İşte nedenle,  asıl adı Muhammed bin Musa El Harezmî olan Cebir dehamızı ne kadar ansak azdır. Evet,   o büyük deha şahsiyetin matematikte gösterdiği o eşsiz buluşları olmasaydı dünya bugünkü konuma gelemezdi. Nitekim teknolojik gelişmelerin kökeninde matematiğin ve bilhassa Cebir tarafından keşfedilen sıfır rakamının çok büyük payı vardır.  
          Cebir,   ilk eğitimini doğduğu topraklarda almıştır. Öğrenim gördüğü süre içerisinde bir anda dikkatleri üzerine çeken isimdir.  Nasıl dikkat çekmesin ki,  tâ şanı Bağdat’a ulaştığında devrin Abbasi halifesinin davetine mazhar olur bile. Madem devrin halifesi davet etmiş, davete icabet etmek gerekti.  Zaten davete icab ettiğinde halife tarafından tahsis edilen kütüphanenin (Hafız-ı Kütüplük)  birim amiri olur da. Aslında kütüphane idareciliği onun açısından ilim yolunda ilk sıçrama basamağıdır. Bir zaman sonra yine halife tarafından Bağdat’ta inşa edilen Beyt’ül Hikme’nin başına getirildiğinde da ilk işi yabancı eserleri tercüme faaliyetine koyulmakla ikinci basamağı sıçrar.  Şu da bir gerçek, Beyt’ül Hikme tercüme faaliyetine yönelik mekânın ötesinde onun şahsında devrin en büyük kütüphanecilik faaliyeti olarak işleve kavuşur. Kaldı ki Cebir; işini kütüphane faaliyetleriyle sınırlı tutmaz, gerektiğinde evini bilimsel araştırmalar için de kullanır.  İyi ki de böyle bir âlim Harezm’den Bağdat’a davet edilmiş, bu sayede Bağdat İslam dünyasında şanına şan katıp ilim yolunda en gözde merkezlerden biri olur. Tabii böylesi bir ilim merkezine can kurban, Bağdat Cebir gibi ilmi şahsiyeti bağrına basmakla kalmamış el üstünde tutmuştur. Zaten Halife Me’mun böylesi bir âlime değer verip sahip çıkmakla ilerisinde meyvelerini toplar da. Nitekim Bağdat geçirmiş olduğu altın devirlerin akabinde onca kayıplar yaşamasına rağmen bugün olmuş halen hafızalarımızda hep üniversal ilim merkezi olarak biliriz.  
          Düşünsenize Mehdi ve Harun Reşit dönemlerinde başlayan Yunan eserlerinin Arapçaya çeviri faaliyetleri, Me’mun döneminde büyük ölçüde yerini pozitif bilim ve felsefeye bırakmakla bu alanda büyük bir boşluk giderilmiş olur. Tabii ilim koşuşturması Bağdat’la sınırlı kalmaz, Şam’da ki devrin en ünlü âlimleriyle birlikte önce Sincar ovasına, oradan da bir başka ilim heyetiyle Hindistan’a kadar uzanır. Zaten gittiği her mekânda her iki ilim heyetine eşlik etmenin yanı sıra heyetin başkanlığını da üstlenmiştir. Hatta Sincar’da konakladıklarında bir derecelik meridyen yayı ölçümünü gerçekleştirmekle bu yolculuğun sıradan bir sefer olmadığını göstermiştir. Hindistan’a vardığında da sıfır rakamını bulmakla bir anda dikkatleri üzerine çekmesi bir yana kıyamete kadar matematiğin Piri olarak anılmasına yeter artar da. İşte bu yüzden İtalyan Girolamo Cardano, Cebir hakkında; ‘Dünyanın en büyük on iki düşünüründen biridir’ demiştir.             
        İlim tarihine şöyle göz attığımızda matematikle ilgili kitap yazma şerefi de ona has bir zişan. Nitekim onun “El-Kitabü’l Muhtasar Hesabi’l Cebri Ve’l Mukabele” adlı eseri cebir ilminin sistematik bir metotla sunulabileceğinin ilk işaretidir. Bu eser sadece matematiğin işaret dilini çözmemiş, bunun yanı sıra fıkıhta geçen bir takım ticari ve mirasla ilgili mevzuların nasıl izah edilebileceğini matematiksel rakamlarla gösterileceğine kaynak teşkil eder.  Malumunuz miras ayetleri öyle mantık yürüterek açıklığa kavuşturulacak türden ayetler değildir. Dolayısıyla sıfır rakamının keşfiyle birlikte fıkhı hesaplamalarda büyük ölçüde kolaylıklar sağlanmıştır. İşte Harezmî bu anlamda sıfırın keşfine dek Yunanlılardan kalma ilkel türden cebir hesaplamalara son vermekle kendi cebirsel metodolojisini ortaya koyarak damgasını vurur. Böylece gerçek anlamda İslam dünyası için çok önem arz eden miras hukukunun doğru mecrasında seyretmesine vesile oldu. Artık matematik bundan böyle hem ilim adamlarına yol gösterici kaynak,  hem de kâinatta var olan kanunlarla konuşmanın aracı bir kitap haline gelir. Öyle ya, Allah madem kâinatı bir hesap ve plan üzerine yaratmış, o halde rakamsal hesabın dünyaya bakan çehresi cebirse (matematik), hiç kuşkusuz ahrete bakan yüzü de hesaba çekileceğimiz mizan terazisidir. Değim yerindeyse cebir ilmi vesilesiyle hiç ölmeyecekmiş gibi rızık için dünyevi hesap yapmak gerektiğini,  yarın ölecekmiş gibi de Salih amel muhasebesi (hesabı) yapmak gerektiğini idrak ederiz. Muhasebe yapalım ki hem dünyamız hem de ahretimiz heba olmasın. Yeter ki, rakamların dilini hem belleğimizde, hem de yüreğimizde hissedelim, bak o zaman muhasebe yeteneğimiz gelişeceği muhakkak.
          Evet, Cebir,  hem doğuyu, hem batıyı aydınlatmış dehamız. İşte böyle bir aydınlık güneşi dehamız sayesinde birçok ilim adamı matematiğin diline de vakıf olup ilmi çalışmalarda maskara olmaktan kurtulmuştur.  Bilhassa o’nun değerini bizden çok batı dünyası daha iyi farkına varmış olsa gerek ki;  16. asra kadar Harezmî’n yazdığı Cebir’i okullarında ders kitabı olarak okutmuşlar da. Peki ya biz? Maalesef Cebir’in kıymetini bilmediğimiz o kadar net açık ki, batıya ait sandığımız ‘Algebra’ ibaresinin Arapça El-Cebir ya da el Harezmî isminin bir başka matematiksel söyleniş biçimi olduğunu fark edememişiz. Oysa batılılar ‘Harezmî’ ibaresini önce Latince Algoritma (algorithm) diye telaffuz etmişler, sonra Algorisma demişler, en nihayetinde de Fransızca Augrisme (Augrime) ve İngilizce Augmini şeklinde dillendirmişlerdir. Sonuçta hangi kavramlarla ifade edilirse edilsin, bilinen bir gerçek var ki; el Harezmî’n cebiri batı bilim dünyasında kaynak eser olarak kabul görüp tüm matematik öğretiler bu temel üzerine kurgulanmıştır. Bu sayede batılı ilim adamları kâinatta var olan cisimlerin özüne dalıp matematik programının şifrelerini çözmüşlerdir. Derken artık gelinen nokta itibariyle matematik bilgisinden yoksun bir heykeltıraşın bile gerçek anlamda heykeltıraş olamayacağı kanaati hâsıl olmuştur.
        Sadece bu kanaat heykeltıraşçılar için mi söz konusu, elbette ki hayır, ekonomistinde tutunda mühendisine kadar hemen her meslekten insanın bugünkü konumunu Cebir’in matematikte açtığı sayısal çığıra borçludurlar.
         Malumunuz,  insanoğlu eşya ile haşir neşir oldukça önce el ve ayak parmak sayısının 20 olmasından hareketle parmak hesabına ulaşıp rakamı keşfetmiş. Tabii tarihi süreç ilerledikçe Babiller’de parmaklarını tozlu levhalar üzerine gezdirip birtakım şekiller elde etmişlerdir.  Eski Romalılar ise bu şekiller üzerinde abak sistemine  (I, II, III, V, IV, VI, C, M vs.)  dayalı bir hesap yöntemi keşfedip kâğıt üzerine geçirmişlerdir. İşte parmak hesabı, tozlu levha, abak sistemi ve ondalık (desimal)  sistem derken (0) ve (1) ikili hesap yöntemine geçiş gerçekleşir. Bu geçiş aynı zamanda bilgisayar (computer) keşfini beraberinde getirecektir. Belki de Cebir’in attığı o ilk adım, ya da o ilk hamle olmasaydı bugün ciltler dolusu bilgilerin bilgisayarın hard diskinde (0) ve (1) ikili yöntemle birçok işleme tabii tutulduğundan söz edemeyecektik. Artık gelinen nokta itibariyle devasa bilgiler bilgisayarın belleğinde saklı tutulmakla kalmayıp, aynı zamanda veriler ikili sistem halinde hesaplanır konuma gelmiştir. Böylece Sibernetik çağın eşiğine geldikte.
 Hâsıl-ı Kelam Cebir,  Bağdat’a hayat verdi, yaşasaydı daha da verecekti. Ne var ki,   tarihler 850. yılı gösterdiğinde her fani gibi o da Bağdat’ta Hakka yürüyecektir.  Ama o Hakka yürümenin ardından 9. asırdan bu yana tüm insanlığa matematik yönden hocalık yapmakla insanlığın hafızasında halen yaşamakta, yaşayacakta.

         Vesselam.

25 Ağustos 2016 Perşembe

EBU NASR FARABİ


 EBU NASR FARABİ
SELİM GÜRBÜZER

       Farabi’yi kaleme alırken, asıl anlamamız gereken hakikat şu olmalıdır:
       O, doymak bilmeyen bir ilim aşkıyla batının ve doğunun ismini andığı bir bilge insandır. Bilhassa batıda ‘Alpharabius’ adıyla anılmaktadır. Sonuçta hangi isimle anılırsa anılsın, o ilim aşkını insanların yüreğine kazıyan, işleyen, nakşeden ve öğrendiği tüm bilgileri ansiklopedi haline nasıl getirilebileceğini gösteren bilge şahsiyettir
        Mesela söz konusu ansiklopedik kaynaklardan kendine has üslubuyla kaleme aldığı “Kitab-el musiki”  adlı eseri İstanbul’da Kılıç Ali Paşa kütüphanesinde muhafaza edilmektedir. Yine Paris ve Escorial kütüphanelerinde mevcut mantıkla ilgili İbranice tercümeleri de pek çok batı bilim adamının başvurduğu kaynak eserler arasındadır. Misal mi? İşte Fransız Bergson bu kaynak eserler sayesinde felsefenin esaslarını ortaya koymuş bile. Keza yine İngiliz düşünürlerinden Hobbes’in Toplum teorisi,  Spencer’in sosyolojik kuralları Farabi’den mülhem eserler olarak karşımıza çıkar.  Tabii bitmedi,  dahası var; Alman filozofu Nıcolas‘ın Sezgici bilgi teorisi ve Rousseau’nun Sosyal sözleşme teorileri Farabi’den esinlenmiştir.  Hatta Farabi, Paracelsus’tan çok öncesinden “Mikro âlem” ve “Makro âlem”den söz etmiş düşünürümüzdür. Anlaşılan; Farabi’nin ortaya koyduğu bilgiler batı insanını derinden etkilediği gibi kaynak bilgilerin nasıl sistematik bir şekilde sunulması gerektiği hususu da aydınlığa kavuşmuş olur.  
       Malum, kendileri ismiyle müsemma 870 senesinde Buhara’nın Farab şehrinde dünyaya teşrif etmişlerdir. Bir başka ifadeyle Sır-derya’ya dökülen Aras nehrinin kıyısı Farab şehrinde doğmuştur. Doğduğu şehir eğitim yönünden zor şartların hüküm sürdüğü yıllara denk gelmiştir. Ki; o bunca meşakkat içerisinde eğitimini ihmal etmeksizin ilim uğruna önce İran, sonrasında Bağdat’a gidip öğrenimini tamamlayabilmiştir. O her şeyden öte kendine özgü aynı tip kıyafet giymekle alçak gönüllüğü hiçbir zaman elden bırakmayan bir davranış sergilemekle aslında kendi içinde yalnız bilge adamdır. Belki de o bu haliyle: "Benim boş ve faydasız işlerden keyfim gelmiyor" demek istiyordu.
          Bağdat’a gitmesi elbette ki babasının tavsiyesi üzerine olmuştu. İşte bu tavsiyenin gereğini yapıp fıkıh tahsili için Bağdat’a gider.  Böylece Bağdat onun için zahir ve batın ilmiyle ilerledikleri ilk durak olur. Bu durakta Arapçayı hıfzettikten sonra memleketine dönüp kadılık görevi üstlenmiştir. Fakat kadılık görevi bir süre sonra onu sıkmaya başlar ve tekrar Bağdat yoluna revan olur. Burada felsefeye olan merakını Hıristiyan Filozof Ebu Bişr Mettâ bin Yûnus’un kitaplarının gölgesinde giderip, akabinde Ebu Bekir ibn el Sarrac’ın yanında gramer ve mantık derslerini tahsil eder.
           Gerçektende Bağdat ilim ve feyiz kaynağı olan bir mekân. Öyle ki; burası Aristo’nun doğuya ait eserlerinin yanı sıra bütün tercüme ve şerhlerini tamamlayıp felsefe alanında epey bir yol kat ettiği ilim şehridir.  İşte Aristo’nun kitabını anlaşılır hale gelme fırsatını bu topraklarda elde edecektir. Hatta ilim yönünden bereket fışkıran Bağdat onu yeşertip ikinci üstat olarak adından söz ettirecektir. Zaten onu ilginç kılan yönü dersleri çabucak kavramasıdır. Hatta hocaları bile ona hocalık yapmaktan çok ondan istifade etmeyi yeğlemişler.  Bir gün gelmiş kabına sığmayıp Bağdat’tan Haran’a gitmiş ve orada Sabit bin Kurra’nın Wabi Sabi felsefesine vakıf olmuş, derken artık bu konularda eser yazacak hale gelmiş bile. Yetmedi burada aldığı eğitimle Tıp tahsilini de başarıyla bitirmiştir. Keza Matematik alanında da öyledir.  Hele yaşı ilerleyip olgunlaştıkça Türkçeden başka Arapça, Farsça ve Süryanice dillerine de nüfuz eder.
           Farabi, Samani hükümdarı Nuh bin Saman’ın daveti üzerine bir ara Buhara’ya çağrılmış, hükümdarın isteği üzerine adına  “El-Ta’lim-üs Sani’ verdiği bütün ilimleri bünyesinde taşıyan ansiklopedik eserini tamamlamak nasip olur.  Davetin gereğini yapmanın gönül hoşnutluğuyla tekrar Bağdat’a dönüş yapar. Fakat burada da birtakım siyasi karışıklıklardan dolayı yerinde durmayıp Hemedani Hükümdarı Seyfüddevle’nin çağrısına icabet etmiş. Böylece Halep’e hicret etmiş olur. Burada şair ve bilginlere önem vermesiyle tanınan Hemedani hükümdarının; “O bizim sarayımızın süsüdür” demesi onun ne büyük bir deha sahibi olduğunu göstermeye yeter artar da.
        Hayatının son dönemlerini Halep’te geçirdikten sonra 80 yaşına geldiğinde ardından insanlığa ışık tutan 70 civarında eserini miras bırakıp 950 yılında Şam’da hayata veda eder. O artık ardından bıraktığı eserleriyle yaşıyor aramızda. Özellikle onun “İhsan-ül-ulüm-ilimlerin tasnifi” eseri ilimleri beş başlık altında kategorize etmesi onu unutulmaz kılmıştır.  Derken arkasından asırlar geçse de kendini unutturmayacak nitelikte gönül tahtına oturmuştur.  Nasıl gönül tahtına oturmasın ki, ortaya koyduğu tasnifler sayesinde belagat (güzel konuşma ve yazma), metafizik, mantık, tabii ilimler (matematik, astronomi, geometri vs.) ve medeni ilimler (ahlak, siyaset, ekonomi) anlam kazanmıştır. Her şeyden öte o Allah’a giden yolda eserden müessire ve vacib-ül vücud yoluyla ulaşılabileceğini vurgulamıştır. Yani kâinatta her ne varsa mutlak ilmin eserin tezahürü olduğunu, yani var olan her şey ya vaciptir, ya da mümkündür tarzında bütün varoluş kaynağının Allah olduğunu dile getirmiştir. Dolayısıyla kâinatta sebep netice ilişkisinde varılacak kaynağın sahibi ve hiç kimseye muhtaç olmayan Yüce Allah’tan başkası olmadığını idrak ederiz. İşte bu fikirleri serd ederken de kullandığı metot bilinenlerden hareketle bilinmeyenlere ulaşmak diye tabir edilen dedüksiyon metodu olmuştur. Böylece İslami konular insanlığın idrakinde anlaşılır hale gelir de. Dahası mantık çalışmalarını mukaddime, burhan ve netice ekseninde ele almıştır.  Mesela burhan kurgusunu önce tarif (tasavvur yöntemi), sonra kabul (tasdik),  en nihayet ispat esası üzerine dayandırmıştır.
       Farabi’nin tasavvuf konusunda görüşleri de ilginçtir. Ruhun pirupak olabilmesi için evvela nefsi emmarenin başının ezilmesi gerektiğini ve bunun yok edilmesiyle birlikte nefsi levvameye geçilip basamak basamak diğer tüm nefis mertebelerinin de aşılacağını, en nihayetinde Allah’a vuslatın gerçekleşeceği anlaşılır. O zaten bu güzel düşüncelerle sevgililerin sevgilisine çoktan kavuştu bile.
       Ruhu şad olsun.


24 Ağustos 2016 Çarşamba

ŞEYHÜ’R-REİS İBN-İ SİNA


ŞEYHÜ’R-REİS İBN-İ SİNA
                                                                                                     
                         SELİM  GÜRBÜZER
       İbn-i Sina;  930 yılında Buhârâ yakınlarında Efşene kasabasında doğdu. Sonrasında ailesiyle birlikte Buhârâ’ya yerleşirler. Kuşkusuz onun yetişmesinde ilk basamak babası olmuştur.  İkinci basamakta bizatihi kendi otobiyografisinde yazdığı kadarıyla Natilî ve İsmail Zahit adlı iki bilge zatın rahle-i tedrisatından geçmişliği vardır.  İlginçtir Ebu Abdullah el- Natilî talebesi İbn-i Sina’nın mantık ilminde ulaştığı mertebeye bakıp bir deha karşısında olduğunu fark ettiğinde ona ders vermekten vazgeçmiş bile. Şu da var ki böyle bir deha talebe sadece pozitif bilim dallarıyla dikkat çekmez,  metafizik ilminde de gözdedir o. Bilhassa metafiziğe aşına olması bir şekilde eline geçen Farabi’ye ait bir eser sayesindedir elbet. Bir başka üzerinde etki bırakan isimse Ebubekir Razi’dir.  İyi ki de bu iki isimden etkilenmiş, böylece Farabi’den akılcılık, Ebubekir Razi’den deneyciliği alıp öyle ilim yoluna koyulmuştur. Hatta Batı düşünürlerinden Aristoteles’in metafizik kitabı da kendisine yol gösterici kaynak olup, böylece metafiziğe aşinalığı daha da bir pekişecektir. Besbelli ki onun ilim yolunda ilerlemesinde kendi şahsi gayretlerinin daha çok payı var.  Hani derler ya ‘azmin elinden bir şey kurtarmaz’ diye,  gerçektende öyle olmuş,  o müthiş azim ve gayretler meyvesini verdiğinde hekimlerin piri, filozofların üstadı bir mertebeye erişir de. İşte onun bu mertebeye ulaşmışlığı halk arasında ismi Ebu Ali el Hüseyin ibni Abdullah ibn-i Sina el Belhi olarak bilinmesine, batıda ise ismi Avicenna diye anılmasına yetmiştir.
          Evet, o öyle kabına sığmaz bir derya bilge zattır ki, on yaşında Kur'an'ı hatmekle kalmamış, on altı yaşına ayak bastığında da Tıp ilmine merak salıp bu alanda adından söz ettirecek Şeyhü’r Reis olur da. İyi ki de Tıp ilmine merak salmış, ilerisinde Saman oğullarından Buhârâ emiri Mansur’un oğlu Nuh bin Mansur’un yakalandığı amansız hastalığa da çare olur. Peki, O çare olurda Buhara emiri kayıtsız kalıp karşılıksız bırakır mı, derhal Buhara kütüphanesinin kapılarını ardına kadar açıp ilmi çalışmalarına destek olacaktır. Eeeh ne de olsa kütüphane hizmetine sunulmuş durumda, şimdi İbn-i Sina’yı ilim yolunda tut tutabilirsen, hizmetine sunulan kütüphane sıçrama tahtası olur da. Gerçekten de on sekiz yaşına geldiğinde din, edebiyat, geometri, matematik, fizik, mantık ve felsefe hemen her bilim dalına vakıf bir bilge şahsiyet olarak mührünü vurur. Hatta öyle bir zaman gelir; İbn-i Sina'ya o kütüphane de artık dar gelir. Dile kolay, elli yedi senelik hayatı boyunca hangi hal ve şartta olursa olsun ilim yolunda ne azminden ne de gayretinden taviz verir.  Öyle de günler yaşamış ki, ilim yolunda doymak bilmeyen bu müthiş azme rağmen bazen altından çıkamadığı konularla didişmiş. Olsun, çokta önemi yok, nasıl olsa o azim ve gayret onda var olduktan sonra bir şekilde üstesinden gelmesini bilecektir. Nasıl mı?  Hemen böyle durumlarda abdest alıp iki rekât istihare namazı kıldıktan sonra Allah’a sığınıp kafasındaki müşkülün giderilmesi hususunda hacette bulunmayı ihmal etmeyecektir. Hani her ilim adamı bir eser ortaya koymaya çalışırken  “Gayret bizden Tevfik Allah’tan’ diye yola koyulur ya,  aynen öyle de, o da bunca beyin fırtınası içerisinde zihin yorgunluğuyla uykuya yenik düştüğünde rüya yoluyla nice meselelerin çözüldüğünün sevinciyle uyanacaktır. Hatta bir ara mahpushaneye düştüğünde fırsat bu ya, burada da eser ortaya koymaktan geri durmayacaktır. Kendisinde öyle bir ilim aşkı ve hırsı vardı ki at sırtında eser yazmaktan yüksünmediği günlerde olurdu. Bu demektir ki; hayatında  “Durmak yok,  yola devam”  düsturu esastır. Dile kolay;  ilim yolunda 456 Arapça, 23 adet Farsça olmak üzere toplam 479 eseri bir ömre sığdırmış bir dehadır o.  Hiç kuşkusuz bir ömre sığdırdığı bu eserler arasında en dikkat çekeni “El-Kanun Fi’t-Tıbb” adlı eserdir. Tamamen ansiklopedik tarzda yazılmış bu eser hakkında batıda Hipokrat’tan sonra en dikkat çeken eser dersek yeridir.  Eserin birinci cildine baktığımızda daha çok Tıbbi kavram tanımlamaları göze çarpar. İkinci cildin sayfalarını çevirdiğimizde takriben yetmiş dokuz ilacın sistematik bir şekilde indeks dizilişiyle karşılaşırız.  Üçüncü ciltte hastalığa sebep olan etken unsurlar ve nasıl tedavi edilir hususlar dikkatimize sunulur, dördüncü ciltte umumu hastalıklar üzerinde durulur, en nihayet beşinci ciltte ise Tıbbi formüllerle alakalı pek çok ayrıntılı bilgiler göze çarpar.
            Peki, İbn-i Sina sadece ortaya koyduğu eserlerle mi dikkat çeker hep?  Hiç kuşkusuz hükümdarlarında dikkatine mucip bir dehadır o. Nitekim kendisi Buhara’da bulunduğu yıllarda Gazneli Mahmud’un dikkatinden kaçmaz, onun teklifiyle 1001 yılında Harzem’in başşehri Gürgenç’e gidip burada pek çok ünlü ilim sahipleriyle dostluklar kurduktan sonra Cürcan’a geçecektir.  Malum, burada şu meşhur ‘El-Kanun Fi’t Tıbb’ eserini yazmaya koyulacaktır. Bundan sonraki konaklayacağı durak ise Rey ve Hamedan’dır.  Hatta Hamedanda hasta olan Şemsüddevle’yi tedavi ettiğinde ona vezir olur da. Ayrıca burada o meşhur bildik “El Şifa” adlı eseri yazmayı da ihmal etmez. Ancak ne var ki bunca koşuşturma içerisinde Şemsüddevle’nin vefatının akabinde yerine geçen oğlu onu vezirlikten azledecektir.  Neyse ki İbn-i Sina oradan firar edip bir dostunun evinde saklandığında daha önce kaleme aldığı “El Şifa” eserini tamamlama fırsatı bulacaktır.  İşte Hamedan’da ele aldığı ve on yıl sonra İsfehan’da tamamlandığı bu eser sayesinde bir anda doğudan batıya uzanan bir bilge insan konuma gelir de. Zaten bu konumunu çoktan hak etti bile. Fakat ne yazık ki onu İsfahan Emiri Alaüddevle’ye yazdığı mektup ele verecektir. Böylece gizlendiği evde yakalanıp hapse atılır. Hani yukarıda da belirttik ya, önemi yok hapishane onun için Medrese-i Yusufiyedir.  Nitekim mahpus kaldığı dört ay içerisinde boş durmayıp  ‘Hayy bin Yakzan’ ve ‘el-Hidaye’ isimli kitapları neşretme fırsatı elde edecektir. Bu arada Alaüddevle ve Şemsüddevle arasında geçen savaşın Alaüddevle lehine tecelli ettiğinde özgürlüğüne kavuşup oradan İsfehan’a hicret eder. Malum,  İsfehan’da da boş durmaz,  derhal o dönemin şartlarına özgü rasathane kurduğunda bu kez gök cisimlerini inceleyecektir. Ve bu incelemeler kısa zamanda meyvesini verip astronomi alanıyla ilgili Dâniş-nâme-i Âlâî'yi yazdığı gibi bu arada  “Lisan-ul Arab” adlı eserini de tamamlayacaktır.
          İbn-i Sina kelimenin tam anlamıyla dur durak bilmeyen çalışmalarıyla göz doldurup İslam’ın batıya açılan penceresi olmuştur. Her ne kadar kendisine yöneltilen bir takım eleştiriler olsa da, şu bir gerçek; o İslam felsefe tarihini sistematik bir şekilde en ince ayrıntılarına kadar ortaya koyabilecek bir feylesofumuzdur. Hatta Tıpta adından söz ettiren çağdaşı Birûni ile mektuplaşarak, aralarında karşılıklı söz düellosuna benzer feylesofça fikir alışverişinde bulunmuşta. Öyle ki bir keresinde İbni Sina,  Birûni’ye gönderme yaparaktan; “Parçalarda oyalanman, yani tekçi analizler üzerinde durman bütünü görmeye mani teşkil eder” eleştirisinde bulunmuş, ama “Hakikatin parçalarda (ayrıntılarda) ve teklerde olduğunu” cevabına muhatap kalmıştır. Sanki Birûni verdiği bu cevapla İbni Sina’ya “Allah birdir, bir’i sever” mesajını hatırlatmak istemiştir. Malum, âlimler arasında bu tip anlam yüklü ince göndermeler birbirine sataşmak için değil elbet, bilakis fikir zenginliğine işarettir.
           Ona değer katan bir diğer hususta fiziğin temel konusu hareketle ilgili ölçümlerden yola çıkarak elde ettiği bilgileri buluş olarak ilk dillendirme cesareti gösteren bilge zat olmasıdır. Dolayısıyla İbn-i Sina bu noktada Descartes, Huygens, Leibniz, Thomson, Kirchhoff gibi fizik bilginlerin öncüsü olmuştur. Yetmedi başta Tıp olma üzere birçok karışık zihni yorucu konuların isbatını yapıp anlaşılır kılmıştır. Hatta kaynar su dolu bir kazanın üzerine bir pamuk sargısı (katmanı) koyup buharlaşan suyun emilimini sağlamış ve ardından pamuğu sıkarak damıtık su elde etmeyi başarmış bile.  Böylece damıtık suyun sırrını çözer hale getirmiştir.
      Velhasıl; o doğu ve batı medeniyetine ışık kaynağı olmuş bilge dehamızdır.
      Vesselam.


23 Ağustos 2016 Salı

BİRÛNİ



                    BİRÛNİ                          
SELİM GÜRBÜZER                                    
         El-Birûni; Harezm bölgesinin başşehri Kath’ın yakınlarında dünyaya geldi. Onun en belirgin özelliği hayatı boyunca karşılaştığı hükümdarlara birbirinden ayrı ilmi eserler takdim etmesidir. Hiç kuşkusuz kendisinin yetişmesinde dönemin cebir ve fen bilimleri hocası Emir Ebu Nasr Mansur bin Ali bin Irak’ın ve birçok bilge insanın çok büyük payı vardır. Hatta bu arada hocalarının rehberliği doğrultusunda astronomi alanında bir zaman batıya rehber olmuş Batlamyus’un eserlerini okuma şansıda elde etmiştir. Yetmemiş Abbasi Halifelerinin tercüme faaliyetlerine hız verdiği dönemden kalan eserlerde ona ufuk açmıştır.  Ve kendini bir anda eski Yunancadan ve Süryaniceden yapılan tercümeler faaliyetleri içerisinde bulacaktır. Böylece söz konusu eserleri tercüme edip yorumlamakla İslam’ın batıya açılan pencere dehamız olur. Belki de o müthiş tercüme faaliyetleri olmasaydı İslam âlemi bu denli batıya açılamazdı. İyi ki de bu tür faaliyetlere girişilmiş, bu sayede batıyla olan karşılıklı bilgi alışverişlerinde batının kültürüne vakıf olmuşuz da. İşte Birûni bu bilinçten hareketle edindiği bilgiler ışığında İspanya hariç tüm Müslüman ülkelere çıkarma yaptığında kültür ve medeniyet bakımdan çok önemli katkıda bulunmuştur.
          Birûni aynı zamanda çağdaşı Tıpta adından söz ettiren İbni Sina ile olan mektuplaşmalarında karşılıklı söz düellosuna benzer fikir alışverişinde bulunmayı da ihmal etmez. Hatta bir keresinde;  İbni Sina’nın parçalarda oyalanman, yani tekçi analizler üzerinde duruşun bütünü görmeye mani olacağı eleştirisine maruz kalır bile. Ama verdiği cevapla; hakikatin ayrıntı parça ve teklerde olduğunu beyanıyla ince bir gönderme yapmıştır. Yani bu ince göndermeyle “Allah birdir, bir’i sever” mesajını vermek istemiştir.
        Hiç kuşkusuz ona değer katan bir başka özelliği ise adeta medeniyetlerin kronolojisini ortaya koyacak çalışmalara imza atmasının yanı sıra astronomi trigonometri gibi ilim dallarından elde ettiği derlemeleriyle batı ve İslam âlemine soluk aldırmış olmasıdır.  Hakeza jeoloji alalında da öyledir. Böylece jeolojiye olan alakasının neticesinde nerede kıymet değer bir taş, nerede bir maden varsa pek çok materyalin özgül ağırlığının belirlenmesinde yaptığı analitik çalışmalarla anlam kazanır da. Malum olduğu üzere her ilim adamımızın ilkleri olduğu gibi onunda kendine has ilkleri var elbet. Bilhassa yirmi yedi yaşına ayak bastığında insanlığın geçirdiği devirleri doğru bir şekilde aktarması bakımdan çok önem arz eden ‘Asar-ül-Bakiye’ adlı çalışma ilk dikkat çeken şahika eserdir. Gerçektende bu ilk eserine baktığımızda zerreden küreye her ne madde varsa zamanının şartları elverdiği ölçülerde özgül ağırlık, karekök ve geometrik gibi pek çok karışık zihni yorucu konuları anlaşılır kılacak bir çalışma ortaya koymuştur. Hatta bulunduğu dönem itibariyle matematiğin dilini konuşturarak birleşik kaplar teoreminden hareketle kaynak suların ve artezyen kaynakların oluşumuyla alakalı sis perdelerini aralayacak çalışmalarda ortaya koyar. Tabii tüm çalışmaları yer altı kaynaklarla sınırlı değil, yerüstü de ilgi alanı kapsamındadır. Nitekim yine matematiğin dilini konuşturaraktan son derece basit formüllerle dünyanın çevresini ölçmenin yanı sıra dünyanın güneş etrafında dönme ihtimali öngörüsünde bulunacak bir çalışmaya imza atacaktır.  Nasıl mı? İşte Orta Asya’da ilk küre çizimi gerçekleştirmesi bunun teyididir zaten. Böylece bu öngörüsüyle bilim tarihine not düşmüştür. İlginçtir bunca yer altı ve yer üstü çalışmaları arasından bir fırsatını bulup felsefeye de zaman ayırıp adından söz ettirmesini bilmiştir. Üstelik felsefenin o akıl girdabı döngüsüne kapılmadan bu işin üstesinden gelecektir.  Felsefe alanında bilhassa akıl zincirinde boğulmak yerine Allah’ın razı olacağı bir yol üzere hareket edecektir.  Öyle ki aklın sınırını zorlayacak hususlarda Allah’tan dua ve niyazda bulunmayı ihmal etmez de.
                 İşte görüyorsunuz,  El-Birûni iyi ki de ilk eğitimini Harzemşahların sarayında almış,  böylece saraya yakın bir köyde on yedi yaşında ilk rasad inşa etme imkânına kavuşur.  İnşa edilen rasathaneyle birlikte yarım derecelik parçalara ayrılmış bir çemberle güneşin yüksekliğini ölçüp yaşadığı Kath şehrin enlem derecesini ortaya çıkarır. Ama bir zaman sonra doğup büyüdüğü topraklarda iç karışıkların yaşanması sebebiyle buradaki ilmi çalışmalar sekteye uğramasıyla birlikte Rey şehrinden göç etmek zorunda kalır. Olsun, dünyanın sonu değil ya. Gün gelir Büveyhid sülalesinin sarayında ilmi çalışmalarını yürüttükten sonra şartlar yerli yerine oturduğunda tekrar Kas’a (Kath) dönüş yapacaktır. Gerçekten de gidişi suskun dönüşü muhteşem olur. Döndüğünde kendinden otuz üç yaş büyük Ebu’l Vefa el Buzcani’yle buluştuğunda ilmi tecrübelerinden istifade edip gökyüzünde ay tutulmasını gözlemler de. Böylece üzerindeki sıla hasreti yorgunluğu alınmış olur. Zaten her buluş ve her ilmi faaliyet yeniden doğmak gibidir. Bu öyle bir doğuştur ki; bu kez Samani hükümdarın daveti üzerine Buhara yollarına düşecektir, Buradan da Cürcan’da ikinci kez tahta geçen Kâbus bin Yaşgir’in sarayına konuk olur. Her ne kadar konuk olduğu sarayın sultanından pek hoşnut olmasa da işin içinde ilim aralarında hiçbir soğukluk yokmuş gibi davranıp çalışmalarından geri durmayacaktır. Hatta sevmediğini belli etmediği hükümdara  “el-Asaru’l Bakiye” eserini ithaf edip takdim etmişte. Ama nereye kadar belli etmeyebilirdi ki. Nitekim sabrın son noktası diyebileceğimiz bir anda Gürgenç’te Eb’ul Hasan Ali b. Me’mun’un daveti hükümdarla bağını koparmaya yetecektir. Derken bu davete icabet etmekle artık bundan böyle davet edildiği mekânda ilmi faaliyetlerini sürdürecektir. Eb’ul Hasan Ali b. Me’mun öldüğünde ise yerine geçen kardeşi Harizmşah Ebu’l Abbas Me’mun’la yola devam edecektir. Ancak Gazneli Mahmud’un ordusu Harizm ülkesini fethettiğinde nezaret altında tutulacaktır. Neyse ki, Gazneli Mahmut nezaret altına aldığı zatın sıradan bir zat olmadığını fark ettiğinde o bizim en değerli hazinemizdir deyip sarayında baş tacı edecektir.
            Peki ya Gazneli Mahmut sonrası? Gazneli Mahmud’un oğlu Mesut döneminde de ilmi çalışmaları hızından bir şey kaybetmez. Bilakis ilmi çalışmalar sınır ötesine taşınacaktır. Bu kez ilim uğruna Hindistan’a uzandığında Sanskritçe diline vakıf olacaktır. Sadece buralarda dile aşina olmak mı var, hiç kuşkusuz Hindistan’ın o zengin medeniyetine de vakıf olur. Böylece bu medeniyetin engin birikiminden istifade amaçlı ufuk turuna çıktığı bu topraklar da bir süre trigonometrik bilgiler aldıktan sonra astronomik alanda mührünü vurur konuma gelir. İşte mührünü vurduğunda buralarda pek çok rasathanenin inşasına vesile olur da. Derken Hindistan’daki ilmi çalışmalarını Sultan Mesud’a ithafen yazdığı ‘el-Kanun’u eseriyle taçlandırıp bu şahika eseri takdim etmeyi ihmal etmezde. Bu eseri kıymetli kılan en önemli yanı trigonometri ile astronomi ilmi arasında ki ayırımı yapmış olmasıdır. İşte bu ayırımı esere baktığımızda pek çok İslam ülkelerin enlem ve boylam konumlarının tablo halde veriliş biçiminden ve kıble tayini saptamalarında net bir şekilde görmek mümkün.
             Birûni,  seksen küsur yaşın üstünde yaşadığı hayat boyunca hangi hükümdar olursa olsun hepsine ışık olmuş ve hiçbirini boş geçmemiştir. Mutlaka her devrin sultanına ışık saçacak ilmi bir eser takdim etmişte.  En nihayetinde Sultan Mesut’tan sonra yerine geçen Mevdu’un payına ise bitki, hayvan ve madenlerin en ince ayrıntılarına yer verecek bilgilerden tutunda şifalı otların alfabetik sıralamasının yer aldığı “Kitab-ül-Saydala fi’t-tıb” adlı eser düşecektir. Bu eserin adından da anlaşıldığı üzere diğerlerinden farkı tıp ve eczacılık konularını içermesidir. Bilhassa bu çalışmasında şifalı bitkilerden elde ettiği ilacın Arapça ve de diğer dillere karşılık gelen isim ve özelliklerini ortaya koyması da kayda değerdir. Böylece bu çalışmasıyla bilim dünyasına çok büyük katkı sunmuş olur.
              Hâsılı kelam Birûni için Gazne deyince doymak bilmeyen bir azmin açılımı bir mekân akla gelir. Gerçekten bu ruha uygun davranıp doğup büyüdüğü Harizm’den sonra ikinci vatanım dediği bu topraklarda hayata veda edecektir.  Artık bundan böyle o doğu-batı medeniyetini en iyi yorumlayan bilge deha olarak gönüllerde yaşayacaktır.
            Vesselam.

22 Ağustos 2016 Pazartesi

DİLDE, FİKİRDE, İŞTE BİRLİK


DİLDE, FİKİRDE, İŞTE BİRLİK 
                      SELİM GÜRBÜZER
           
            Maveraünnehir’in ilk Müslüman Türk devleti Karahanlılardır. Bu yüzden Türk’ün İslam’la buluşmasında Karahanlılar ilk temel mayadır. Hatta sadece temel maya olmakla kalmaz Oğuzların göçerkonarlıktan yerleşikliğe geçişte katkısı da buna dâhildir.  İyi ki de yerleşik olmuşuz, bu sayede Maveraünnehirin bağrından yetişen Farabi, Zemahşeri, Biruni, İbn-i Sina, Kaşgarlı Mahmud, El Harezmî, El Fergani, Mirza Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Ali Şir Nevai, Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi, Mevlana, Tabduk Emre ve Yunus Emre gibi nice engin deryalarımız insanlığa soluk olmuşlardır. Tabii bitmedi, dahası var,  Karahanlıların çaldığı mayanın tutmasıyla birlikte sırasıyla Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlı doğa gelip aynı misyon üzere hareket edeceklerdir. Öyle ya, madem köklü misyonumuzun varlığı söz konusu o halde kuva-yı milliye ruhuyla kurulan genç Türkiye Cumhuriyetimizin de geçmişin o engin tecrübe birikiminden hareketle çağı aşan medeniyet olarak yeniden damgasını vurması gerekir,  neden olmasın ki.
            Evet, ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası’ sözü sırf lafta kalmamalı,  pratiğe de yansımalı ki  “Dilde, fikirde, işte birlik” ülküsü gerçekleşebilsin. Hele milli şuur sahibi her bir Türk-İslam neferi İsmail Gaspıralı’nın bu güzel veciz sözünü hayatının düsturu hale getirdiğinde, biliniz ki Adriyatik’ten Çin Seddi’ne “Dilde, fikirde, işte birlik” ülküsü bir hayal değil hakikatin ta kendisi ‘bir büyük birliktelik’ olacaktır.
            Düşünebiliyor musunuz şu an beş milyardan fazla nüfuslu bir dünyada, 2500’den fazla lisanın konuşulduğu insanlık söz konusu.  Zaten bu çeşitlilik Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyanda “Renklerinizin ve dillerinizin farklı olmasında düşünen âlimler için hikmetler vardır” beyanıyla bildirilmişte. İşte söz konusu çeşitlilik içerisinde ister istemez bu arada İsmail Gaspıralı’nın dillendirdiği ‘Dilde, Fikirde, İşte Birlik’ sözleri düşünen bilge insanların dikkatine mucib olur da.  İyi ki de dikkatlerine mucib olmuş, çünkü bu sayede yaşayan dilin, bir ülkenin aynası olmanın ötesinde aynı zamanda ülke halkların kaynaşmasını sağlayan engin bir kaynak pınar olduğu fark edilir. Hele ki yaşadığımız dünya coğrafyasında konuşulan diller arasında Türkçenin dünyanın en köklü, en zengin diller arasında yer alması bizim için büyük bir avantaj teşkil ettiğini düşündüğümüzde birlikteliğe giden yolda en önemli kilometre taşı olacağı muhakkak.

     Kaşgarlı Mahmut ve Yusuf Has Hacib
      Peki,  sadece dil konusunda İsmail Gaspıralı’nın fikri çalışmaları mı kayda değer? Hiç kuşkusuz Kaşgarlı Mahmud’un ortaya koyduğu filolojik ve linguistik çalışmalarda buna dâhildir.  Öyle ki, Kaşgarlı Mahmud yaşadığı dönemde günümüz dil tekniklerine benzer bir yol takip edip kendinden söz ettirmesini bilmiştir. Nasıl söz ettirmesin ki, bizatihi bu hususta işe sözlü kültürü yazıya aktarmakla başlamış ve bunu yaparken de dayandığı temel noktaları şöyle izah etmiştir: Ahd olsun ki, ben Buhara’nın, sözüne itimat edilir imamlarından birinden ve başkaca Nişabur imamdan işittim. İkisi de bildiriyorlar ki, yalvacımız kıyamet belgelerine, ahir zaman karışıklıklarını söylediği sırada, Türk dilini öğreneniniz, çünkü onlar için uzun sürecek hâkimiyetleri vardır.
          Evet,   Kaşgarlı Mahmud göçebe hayattan yerleşik hayata geçişte sözlü kültürün unutulacağını düşünerekten bildiği her şeyi yazıya dökmeyi ihmal etmeyen bir abidevi şahsiyettir.  İşte onun bu hassasiyeti milli ruhun nesilden nesile aktarılması bakımdan çok büyük önem arz eder. Ve bu milli ruh hassasiyetini Divan-ı Lugati’t Türk eseriyle taçlandırıp Türkmen, Oğuz, Kırgız, Yagma, Çiğil Türklerinin konuştuğu o engin dil haritasını gelecek kuşaklara aktararak göstermiş bile. Hatta Türk dünyasının folklorik özelliklerinden tutunda destanî ve örf adetlerine varıncaya kadar hemen her alanda deruni bilgiler aktarmayı kendine görev telakki edip, o meşhur Divan-ı Lugati’t Türk eserinde Türkçenin en az Arapça kadar zengin bir dil olduğunu ortaya koymuştur. Daha da yetmedi tarihin en eskiçağlarından beri Türkçenin en zengin şiir içeriğe sahip özellikte bir dil olduğunu ortaya koyacak kadar can yürektir o.   
          Peki ya Yusuf Has Hacib? Malum, Kaşgarlı Mahmud’la çağdaştırlar, yani aynı çağın mümtaz şahsiyeti. Nasıl ki Kaşgarlı Mahmut Divan-ı Lügat’it adlı Türk derleme sözlük eseriyle Araplara Türkçeyi kavratarak değer katmışsa, Yusuf Has Hacib’de Kutadgu Bilig adlı eseriyle de Türk dili edebiyatı alanına Siyasetname katarak değer katmıştır. O öyle bir abidevi şahsiyettir ki,  mutluluğu arayan her kim olursa olsun, onun Mesnevi değerinde yazılmış bu şahika eserine bakması kâfidir. Zaten Kutadgu Bilig demek mutlu olma bilgisi demektir. Üstelik mutlu olma bilgisi Mevlana’nın Mesnevisi üslubu tadında yazılmış bir eser de.  Nitekim bu hikmet dolu edebi eserin sayfalarını çevirdikçe insanın aklını başından alacak hikmet kokan altın öğütlerden tüm insanlığın alacağı nice dersler olduğu görülecektir. Dahası aileden topluma, toplumdan devlet erkânına kadar her alana ışık kaynağı olacak bir eserdir. Nasıl ışık kaynağı eser olmasın ki,  her şeyden önce bu müthiş eserde ortaya konan fikirlerin ana merkezinde insan vardır. İşte insan merkezli bu eser sayesinde ‘İnsan-ı kâmil’ olmaya gidilen yolun bilgiden geçtiğinin idrakine varırız da. Yusuf Has Hacib, icabında gök kubbeye bile bilgi gücüyle kanatlanabileceğine işaret ederek ufkumuzu açmayı da öğüt vererek ihmal etmez. Bilhassa öğütlerinde konuşulan dile aklın ve bilginin çevirisi olarak anlam yükler de.  Ve bu hususta şöyle der: ‘Dil kılıç gibidir, yerinde söylenirse altın, ulu orta düşünmeden söylenirse felaket olur.’  Evet,  gerçektende konuşulan dili afet olarak ele aldığımız da, hani kılıç yarası derler ya, aynen onun gibi dil yarası bir şeyi hatırlatıp bize öyle öğüt verir. Ve bu öğütten yalan söyleyen bir kişinin toplumda güven kaybına uğradığı değer aşınmasına benzer hadiseyi dil afeti hadisesinde de yaşayabileceğimizi idrak etmiş oluruz. Hiç şüphesiz konuşulan dili fayda bakımdan ele alındığında ise,  adeta “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” atasözünden hareketle bize özü ve sözü bir lisana sahip olmanın gerekliliğini hatırlatır. Yetmedi dilin tatlı kullanımının ötesinde her canlının kendi hal lisanıyla Allah’ı şahadet ettiğinden bahisle dile zikri bir anlam yükler de. Zaten her nefes alış verişimizde   ‘Hu’  çektikçe diller lafza-i celal zikrinde birleşmekte,  böylece ‘Allah’ diye anmış oluruz da.  Ancak ancak andığımızın farkına vararaktan zikredersek fayda vardır, bunun dışında sadece dil ya da nefes zikretmiş olur.

         Ali Şir Nevai
         Kaşgarlı Mahmut ve Yusuf Has Hacib’den söz edilirde Çağatay lehçesinin büyük şairi Ali Şir Nevai’den söz etmemek ne mümkün. Hiç kuşkusuz,  kendisinin deha çapında bilge şahsiyet olduğu o kadar net açık ki, hem devlet adamı, hem şair, hem de bestekâr çok yönlü yanı vardır. Hele onun birde Timurluların sarayında yetişmişliğini göz önünde bulundurduğumuzda onun bu denli bir deha şahsiyet olması gayet tabiidir. Kaldı ki o çok yönlü özelliğe sahip olmasa da,  her şeyden önce ömrü boyunca Türkçenin Farsça karşısında dirilişi için mücadeleci ve şiir tadında şair bir mizaca sahip olması Türk Dünyasının gözdesi olmaya yetmiştir.
        Malum olduğu üzere Moğol kasırgasının sürüklediği Türk topluluklarından doğuya gidenler Çağatay şivesi bir Türkçe lisana sahip olmakla birlikte batıya gidenler de Osmanlı Türkçesi bir edebi lisan edinmişlerdir. İşte Ali Şir Nevai bu noktada devreye girdiğinde Çağatay dilini sistematik bir şekilde edebi lisan hale getirip kendini ispat etmiş bir şairimizdir. İster istemez onun bu gayretleri hem Osmanlı padişahlarının hem de halkın gözünden kaçmaz da. Öyle ki ortaya koyduğu Türkçe şiirleriyle ‘Dilde, fikirde, İşte Birlik’ ülküsüyle yanıp tutuşan gönülleri fetheder de. Nitekim bu hususta şöyle der; “Hiç ordum olmadığı halde Çin sınırına ve Tebriz’e kadar bütün Türk ve Türkmen illerini sırf divanımı göndermekle fethettim.”
             Evet,  hiç kuşkusuz feth-i mübin sadece kılıçla gerçekleşmez. Bu nedenle Ali Şir Nevai, kılıcın tek başına yapamadığı fethi kalemiyle gerçekleştirmiştir. O aynı zamanda yerellikten evrenselliğe tırmanış kaydedecek hamleyi de yapmış, hatta batıda yaklaşık yirmi iki bin kelime dağarcığıyla ün salmış Shakespeare’yi bile yirmi dört bin kelimelik bilgi kapasitesiyle geçip adından söz ettirmesini bilmiştir. Zira dil bir milletin var olma ve yok olma savaşıdır. Zaten kendine özgü dili olmayan bir millet kuru meşe odunu gibidir, kuru meşe odunu olduktan sonra ha varmışsın ha yokmuşsun ne fark eder ki.  İşte bu gerçekler ışığında Ali Şir Nevai; “Ben gençliğimde geleneğe uyarak Farsça söyledim. Kendimi anlamaya başlayınca Türk diline rücu ettim. Dönüş yapınca karşıma on sekiz bin âlemden daha geniş koskoca bir âlem çıktı” der. Ve o bu düşünce ve duygular eşliğinde ömrü boyunca kendini Türk dilinin Farsçadan ileri düzeyde bir dil olduğunu ispatlamaya adamış biridir. Tabii daha hakkında söylenecek daha pek çok söz var ama şimdilik onun “Dilde fikirde işte birlik”  için mücadele vermiş bir dil üstadı olduğunu demekle yetinelim. Tabii asıl bu arada bizim için önemli husus bilge şahsiyetlerimizin ortaya koyduğu dil çalışmalarını tüm yönleriyle ötelere taşıyıp Türk dünyasıyla birlikteliği sağlayacak gerekli adımların, biran evvel başlatılması yolunda çaba sarf etmek olmalıdır. Hatta bu da yetmez,  bu arada içerik bakımdan İslam unsurlarla bezenmiş Kırgızların 500.000 mısralık o müthiş Manas Destanını da insanlığın hizmetine sunmayı görev telakki etmek gerektir. 

            Batı
            Batı her ne kadar kendi içinde kaynamalar yaşasa da gelinen noktada kendi aralarındaki etnik ve dil yakınlığının avantajını kullanarak belli ortak paydalarda birliktelikler kurmayı başardıkları bir vaka.  Zira XVIII. asırda dünyayı paylaşma ihtirasıyla yola koyulan İngilizler, Fransızlar ve İspanyollar bir bakıyorsun kendi aralarında yeri geldiğinde hem etnik, hem de dil akrabalığı veya yakınlığı fırsata çevirip pek çok alanda ortak ittifaklar kurabiliyorlar. İşte bu yakınlık avantajı, batının iç ve dış politikalarına kültürel harç olmaya yetiyor. Keza Ruslar da I. Dünya Savaşı ile Slav halklarının birlikteliğine zeval gelmesinden endişe duyduğunda bir bakıyorsun Avusturya-Macaristan ve Almanya’ya karşı derhal harekete geçebiliyor. İşte tüm bu olup bitenlere baktığımızda şu sonuca varırız:  gerek Greko-Latin kültürü, gerek Panslavizm olsun fark etmez,  bunlarla yakınlık bağı bulunan ülkeler belirli noktalarda ittifak oluşturabiliyorlar.  
         Peki ya Türk dünyası? Malum hakkında bir bardak suda yaygara koparılan bizim şu meşhur Turan idealimiz var ya,  hele adını ağza almaya gör hemen şovenlik ithamıyla suçlanırız. Evet, ne acıdır ki; Rusların Panslavizm politikası, Yunan’ın Megalo İdeası, İsral’in Arz-ı Mevud’u mesele teşkil etmezken bizim Turan ülküsü söz konusu olduğunda sadece vitrinlik süs olarak yerinde dursun denilir.  Aslında demelerine de gerek yok,  zaten bu idealin kendisi yok, sadece adı vardır.
            Anlaşılan o ki, insanlığı kasıp kavuran Cihan Savaşlarında dünyayı paylaşmaya yönelik izlenen stratejilerde etnik ve dil yakınlığının ittifak oluşumlarına tetikleyici etki rolü çok büyüktür.  Hakeza teknolojik gelişmelerde de hatırı sayılır avantaj etki rolü söz konusudur. Nasıl mı? İşte, bugünkü batı teknoloji terminolojisine İngiliz dilinin damga vurması bunun en tipik misali.
            Doğu dünyası
            Doğuda durum çok daha farklıdır. Her ne kadar batı’nın doğu’ya açtığı Haçlı seferleri Türklerle bir arada Müslüman toplulukların bir ümmet şuuru etrafında birlikteliğini sağlasa da, daha sonrasında, yani Fransız İhtilalinin akabinde teşekkül eden etnik ve menfi etnik milliyetçilik rüzgârları bu birlikteliğe zeval getirip bertaraf edecektir.  Yani XIX asrın sonları ve XX asrın başlarında İslâm âleminde cereyan eden parçalanmışlıklar batının elini kolunu güçlendirmeye yaramıştır. Hatta bu arada bağrımızda yaşayan topluluklarla olan dini ve kültürel köprü bağlarımız bile ulus devlete geçişte büyük yara almıştır. Oysa Osmanlı’nın yükselişinde Vahdet Şuuru (birlik bilinci) hâkimdi. İşte bu noktada Doğu dünyasının dil ve etnik yönden birbirinden ayrı topluluklar olarak konuşlandırılması durumu kendi aralarında birliktelikler kurmalarına engel teşkil edebiliyor. Gerçektende bu açıdan bakıldığında, doğu ülkelerinin genel itibariyle birbirleriyle dil ve etnik yönden yakınlık bağın eksikliği doğu için bir talihsizlik sayılır. Şuan Doğuyla olan tek ortak bağımız “Din” bağıdır.
            Anlaşılan o ki, Batılıların dil ve etnik yönden birbirlerine yakınlığı doğuya nazaran bir adım daha onları avantajlı kılmıştır. İşte bu nedenledir ki, dil ve etnik yönden yakın olmanın sağladığı gücü görmezden gelemeyiz. Çünkü ne kadar yakınlık bağı var, o kadar güç demektir. 
             Dün nasıl ki dil, etnik ve din müşterekliği bilhassa Haçlı seferleri ve cihan savaşlarında batıya bir avantaj sağlamışsa, bugünde öyle görünüyor ki Avrupa Birliği birlikteliğinde olduğu gibi pek çok entegrasyon (bütünleşme) oluşumlarla da avantajlı durumdalar.  Besbelli ki, Doğu’yu bir araya getirecek unsur şimdilik sadece “Din” bağı gözüküyor. Dedik ya,  ülkeler arasında ne kadar ortak payda varsa o kadar avantaj demektir. Hele ki bugünkü dünya dengelerinde dil, etnik ve din gibi ortak paydalar çok önem arz etmektedir.  Nasıl önemli arz etmesin ki, baksanıza sırf Müslüman kimliğimizden dolayı bugün olmuş Avrupa Birliğine dâhil olmuş değiliz, malum halen bekleme salonundayız.
      
            Tarihte Türk birliği
            Türkler tarih boyunca var olma ve yok olmama mücadele süreci içerisinde nice devletler kurmuşlar, yetmedi aralarında cihangir devlet olabilecek düzeye gelenler var.  Daha da yetmedi Nizam-ı âlem’e kanatlanan var.  Derken Türkler kendine has bir dizi sosyolojik süreçlerden geçip Yabguluk Tudunluk, Hakanlık ve İmparatorluk evrelerimizle birlikte en nihayet Osmanlı’nın kuruluş ruhuyla Nizam-ı âlem ülküsüyle taçlanmışız da.  
            Bilhassa sosyolojik evreler içerisinde hakanlık evresine baktığımızda Türklerin hem dini yönden hem de jeopolitik yönden parçalanmışlığını pek göremeyiz. Keza Tudunluğun başlangıç evresi ve daha sonraki evrelerimizde öyledir,  yani Eski Hunlar, Sümerler, İskitler, Eftotlitler, Yüeçiler dönemlerinde de bölünmelerimiz yoktu. Ta ki M.S. V. ve VII. arası asırlar gelip çattı, işte bu dönemler Türkler için birlikteliğin sarsıldığı, bölünmelerin zuhur ettiği dönemler olarak gün yüzüne çıkar. İşte gün yüzüne çıkan bu bölünmeler eşliğinde Budizm’i tercih eden Türkler Uzak Doğuya, Yahuda dinine girenler ise Hazar civarına kayıp Hazarlar diye ad alır.  İslâm’la buluşan Türkler de ilerisinde cihangir bir imparatorluğun doğuşuna maya olacak şekilde bir araya gelirler. Derken bu göçler, bu dağılışlarla birlikte Türkler arasında gerek dil, gerek etnik, gerekse din yönünden farklı alanlar oluşacaktır. Her ne kadar farklı alanlara kaymış olsak da sonuçta bunca çeşitlilik içerisinde göç ettiğimiz coğrafyalar üzerinde XIV. Asırdan itibaren dünyanın en güçlü şu üç saltanatını kurabilmişiz ya, bu yetmez mi? Elbette yeter, hani her zorluğun ardından pembe şafaklar doğar derler ya, aynen öylede pembe şafak diyebileceğimiz devletler olarak:
  “ —Osmanlı Devleti,
   —Tacikistan ve Horasan Hükümdarlığı, 
   —Altın Ordu Devleti” doğa gelir de.
      Tabii bu doğuşlar Türk dünyası için kayda değer önemli gelişmelerdir, fakat bu tür doğuşlar kendi içinde rekabet hırsını da beraberinde getirecektir. Zira XIV. asrın Hükümdarları olarak Yıldırım Bayezid, Emir Timur ve Toktamış tarihe mührünü vurmuşlar ama bir bakıyorsun bu önemli şahsiyetler Büyük Birlik davasının aksine yol takip edip, adeta birbirlerinin kuyusunu kazan siyaset izlemişlerdir.  
         Türkler arasındaki savaşlar
          Evet,  Türklerin birbirleri arasındaki savaşlar ciddi manada parçalanmışlıkları da beraberinde getirmiştir. Tabiatıyla hal vaziyet böyle olunca önce Timurlular daha sonrasında Şeybaniler tarih sahnesinden çekilmiş oldular. Neyse ki Şeybani hâkimiyeti sona erse de, Rus istilasından kaçan Astrahanlıların Buhara’ya sığındıklarında Şeybanilerden gelin (kız) almasıyla birlikte akraba olmanın kapısı aralanır. İyi ki de bu kapı aralanmış,  Şeybaniler ve Canoğulları (Astrahanlılar) arasında kurulan bu akrabalık sayesinde Buhara’da kurulan Hanlıklar varlıklarını sürdürür hale gelmişlerdir.  Nasıl mı? İşte kurulan bu yakınlığın meyvesi olarak dünyaya gelen Baki Muhammed, Astrahan Hanlığının misyonunu üstlendiği gibi o dönemin en gözde lider devlet konumda olan Al-i Osmanlı Devletiyle son derece iyi münasebetler kurmayı ihmal etmez de.  
              Malum, Altın Ordu Devleti de tamamen her şeye hâkim, egemen güç olmasa da Kırım, Astrahan, Kazan, Tumen ve Sibirya Hanlıkları adı altında varlığını sürdürmesini bilecektir. Hele ki oluşan bu Hanlıklar vasıtasıyla Timur’dan devr alınan o büyük tarihi miras bir süre korunmuş olurda. Ne var ki bir noktadan sonra mevcut Hanlıklar da Çarlık Rusya’sının istilasına uğradıklarında kendilerinde direnecek güç kalmadığından peyderpey varlıklarını yitireceklerdir. Nasıl varlıklarını yitirmesinler ki,  Osmanlı’nın XVI. asırdan XX. asra kadar ki gerileme sürecinden hem Rusya hem Çin adeta fırsat bu fırsat deyip Türk coğrafyasına milyonlarca Sloven ve Çin halklarını yerleştirerek istila ettiklerinde Türkler kendi öz yurtlarında parya duruma düşeceklerdir. Örnek mi?  İşte bunu 1918 yılında Sovyet-Rusya önce Buhara’yı işgal edip ardından 6 Ekim 1920’de son Buhara Emiri Âlim Han iktidardan düşürüldüklerinde bunu pekâlâ görebiliyoruz. Ve Buhara Hanlığına son verilir de. Keza XIX. asrın ortalarına gelindiğinde Rusların Türkistan’ı zapt ettiklerinde de Türk Dünyası büyük ağır bir yara almış olur.  İşte bu ve buna benzer hadiseler eşliğinde o çok övündüğümüz Volga boyları, Tanrı dağları, Hazar Denizi ve Altay civarları bir bir elimizden çıkıverir. Her şeye rağmen yine de başkalarının boyunduruğu altında da olsa kaybettiğimiz bu topraklarda irili ufaklı topluluklar halde yaşıyor olmamız tek teselli kaynağımız sayılır. Ama yinede sonuçta şu bir gerçek Tatarlar, Çuvaşlar, Başkırtlar, Dolganlar, Tuvalılar, Altaylar vs. o dönemlerden bugüne kalan içimizi burkan iz düşümler olarak yüreğimizi yakmaya devam ettikçe bu tür tesellilerde bizi teskin etmeyecek.  Nasıl teskin etsin ki,  adına ister kardeş topluluklar diyelim, ister muhtar devletler diyelim yıllarca kendi öz yurtlarında halen öksüz yaşamaktalar.
            Kırım
            Ukrayna devleti civarında yaşayan Kırımlılarda aynı akıbetin kurbanı soydaşlarımızdır. Gel de teskin ol, ne mümkün. İşte şairin kendi öz yurdunda garipsin dediği bu süreç 1443’den 1783’e kadar hüküm süren Kırım Hanlığı, II. Katerina eliyle fesh edilmesiyle start alır bile.  Daha sonrasında malum Bolşevik ihtilali gerçekleştiğinde Stalin’in direktifleri ile Kırım-Tatar halkı göçe zorlanacaktır. Derken 18 Ekim 1921 yılında Kırım Muhtar Cumhuriyetine son verilmiş olur. Neyse ki tarihler 1987 yılını gösterdiğinde Mihail Gorbaçev’in Glasnost ve Perestroyka politikaları Kırım Tatarları için yeni bir umut kapısı olacaktır,  ama bir şartla.  Yani Ukrayna’ya verilen o güzelim adaya karşılık elbet.  Nitekim şartlar oluştuğunda 300 bin civarındaki Kırımlı soydaşımız vatanlarına yeniden dönüş yapacaktır. Ancak ne var ki vatana kavuşmuşluk Kırım halkını parya durumdan kurtarmaya yetmeyecektir. Çünkü yönetim tamamen Rusların kontrolü altına geçecektir. Yine de Kırım Tatarları için ümit kalesi diyebileceğimiz devlet teşkilatlarını kurmaya mani bir durum ortaya çıkmaz. Teselli babından da olsa en azından şimdilik Âli Devlet organı dedikleri Âli Şûraları mevcuttur.  Ve bu organ tam yetkilerle donatılmışlık yapılanma olmasa da hiç yoktan ilk adım olması bakımından önemli bir gelişme olarak görmek mümkün.

            Dünya coğrafyasında Türkler
            Türkler, bugün gelinen noktada dünya karalar kesitinin 1/6’ini yurt edinmişlerdir. Zaten Avrasya kıtası dediğimiz alanda aşağı yukarı bu dilimi kapsar. Böylece bu dilime dağılan Türkler şu isimler altında anılır:
           — Anadolu Türkleri, Azerbaycan Türkleri,
            — Türkmenler, Kırgızlar, Kazaklar, Uygurlar,
            — Tatarlar, Yakutlar gibi.
            Zaten bu isimler anıldıkça Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar, İran civarı, Asya ve Afganistan’ın kuzey kısımları, Yayık nehri boyun çevresi, Ural önleri, Doğu Türkistan, Merkezi Asya, Volga boyu ve Sibirya gibi coğrafi alanlara bir başka gözle bakarız. Çünkü buralar Türklerin mekân tuttuğu coğrafyalar olarak biliriz hep. Hiç kuşkusuz buralara yayılışımız dışarıdan göç ettirilerek yayılmışlık değil, bilakis doğup var olduğumuz yayılmışlıktır bu. İşte bu var oluştur ki Türklerin büyük çoğunluğu Avrasya kıtasında yaşar durumdalar. Ancak bu alanda sadece yedisi devlet olmayı başarabilmişiz.  Malum,  bunlar:
       —Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan,
       —Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan,
       —Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti diye tasnif edilir.    

        Gelecekte Türk Birliği
       Tarihten bugüne Türklerin pek çok badireler atlattığı artık bir sır değil. Öyle ki; tarih boyunca kâh güldük, kâh üzüldük, kâh parçalandık, kâh birliktelikler kurduk derken bir dizi tüm sosyolojik vakıalar eşliğinde bugünlere geldik. Hatta kimi zaman da kendi öz yurtlarımızda üvey evlat olarak muamele gördük, halen görüyoruz da. Yine de pek çok badireler atlatmamıza rağmen hele şükür Avrasya kıtasında konuşlanmış olan on dört topluluk arasından yedi devlet çıkarabilmişiz. Zaten tarihe şöyle bir göz attığımızda Türklerin devlet kurmakta ki başarısı hiçbir devlette görülmeyen kendi nevi şahsına münhasır bir özelliktir.  Ki; tarihi süreç içerisinde on altı devlet kurma meziyetimiz söz konusudur. Düşünsenize her parçalanmışlık ve her bozulmanın ardından hemen toparlanıp devlet olabiliyorsak, bu çok mühim bir hadisedir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var,  her ne kadar kurduğumuz Göktürkler, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti birbirinden ayrı devletler gibi görünse de, aslında birbirinin değişik devamı devletlerdir. Bakın, Çinlilerde tarihte değişik isimler altında bugünlere gelebildiler, işte görüyorsunuz gelinen noktada Çin adıyla sanıyla yine Çin’dir ve ayaktalar hala. Aynen öyle de bizimde Göktürk, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyetimiz var. Bakmayın siz öyle bizim değişik isimler olarak anılmamıza,  sonuçta hepsi birbirinin devamı dilde, fikirde birliktemiz Türk devletleridir. Bu nedenle hiçbirini ayrı gayri görmeyiz,  bilakis her birini ışık kaynağımız ata yadigârı devletler olarak görürüz hep.
            Türk etnosu
            Türk dünyasında konuşlanmış her bir Türk topluğun varlığı, bize güç kazandırmanın ötesinde bize Türk etnosu birliği noktasında ümit kalelerimiz olur da. Ancak bu ümidimizin heba olmaması için dünyanın değişik yerlerine dağılmış Türk topluluklarıyla gerek ekonomik, gerek sosyal,  gerekse kültürel olsun fark etmez her alanda entegrasyona girmemiz şarttır. Tabii ki, Türk etnosu derken sakın ola ki bizi piyasaya çıkmış bir takım aklı evvel kafatasçı ve şoven duygularla hareket eden sözde Turancılarla aynı kategoride değerlendirilmesin. Hiç kuşkusuz bizim Türk etnomuz Moğol kasırgası barbarlarının tutumlarından farklıdır. Çünkü Türk etnosu İsmail Gaspıralı’nın ifadelerinde yer alan; “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” ülküsünden başkası değil elbet. İşte bu nedenledir ki birlikteliğe vurgu yapan her veciz sözü ülkü ediniriz biz. Besbelli ki Türk dünyasıyla entegrasyonu sağlayacak en güçlü bağ olacak unsurların başında dil ve fikir birlikteliği gelir.  Şimdi belki diyebilirsiniz,  bu bağın neresinde din var.  Bikere şunu iyi bilmemiz gerekir ki şu an dünyanın çeşitli yerlerini meskûn ve vatan edinmiş Türkler arasında en belirgin ortak payda  “Türk etnosu” gözükmektedir. Çünkü Türkler arasında din farklılıkları söz konusudur. Dolayısıyla dini faktörü bir ülkü ya da bir ortak bağ gibi düşünmek pek gerçekçi olmaz.  Kaldı ki fikir birlikteliği farklı dini ictihad alanlarını da kapsar. Dolayısıyla bu anlamda Türkün Moğollaştırılmasına asla izin vermeyiz. İlla ki bu alanda birliktelik sağlamak gerekir deniliyorsa, bunun için Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin nefesine ihtiyaç vardır. Zaten o nefes üflendiğinde biliniz ki tarihte nasıl ki Türk’ün alp’i o nefesle alperen olmuşsa bu günde yeni bir alperenlik ruhuyla bir bakmışsın din birliği de dirilişe geçip ortak bir bağımız olmuş, neden olmasın ki.
            Şimdilik öyle anlaşılıyor ki; müsbet manada Türk etnosunu hayata geçirebilirsek, dünya coğrafyasında büyük bir güç ve etkin blok olmak her an mümkün. Yeter ki, bu potansiyelimizi harekete geçirecek aklı izanı yerinde yöneticiler başımızdan eksik olmasın. Aksi takdirde bir kısım ard niyetli yöneticiler Batının kendi etnosunu harekete geçirip kendi entegrasyonunu sağladığında sus pus vaziyet alacakları, aynı entegrasyon bizim için söz konusu olduğunda hemen yalpa yapıp Panturanizm yaftasıyla barikat kurmaya çalışacaklardır. Allah korusun bu tip kafa yapısına sahip yönetircilerin ağzıyla hareket edersek “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” ülküsü bir hayalden öteye geçemez. O halde ne kadar çok yönlü birliktelik, o kadar güçtür bilincinde sürdürebilir bir yönetim anlayışı ortaya koymak gerekir, hatta bu manada Avrupa Birliğine girmekten tutunda diğer birliktelikleri de buna dâhil edebiliriz. Ki, Avrupa’da çok sayıda Türk vatandaşlarımız çalışmakta. Dolayısıyla hiç kimsenin dedikodusuna, kınamasına aldırmaksızın dil, kültür, tarihi ve ticari daire alanlarımızı alabildiğince genişletip 21.yüzyıla “Büyük Türk Dünyası” olarak mührümüzü vurmak gerekir.  Düşünsenize rahmetli Turgut Özal’ın o müthiş vizyonuyla; ‘21. yüzyıl Türk Asrı Olacaktır’  dediğinde ne kadarda heyecanlanmıştık. Hatta o müthiş söz bugünde etkisinden pek bir şey kaybetmiş sayılmaz, hala gönüllerde taptaze yankılanmakta. Madem öyle o daha ne duruyoruz, gün birlik olmak zamanı, iri olmak zamanı,  diri olmak zamanı ve hep birlikte Türk asrı olmak zamanıdır.  Hele bir Türk dünyası ayağa kalkmaya dursun, hiç kuşkunuz olmasın tüm âlem bizim mührümüzle nizam bulacaktır. Ve o gün geldiğinde bizim dirilişimiz insanlığın kurtuluşu olacaktır, buna inancımız tam da. 

            Kültürel temel taşlar
            Kültür dairemize renk katan Fuzuli, Nevaî, Mevlâna gibi tefekkür ehlini, Türk Cumhuriyetlerine tanıtmalı ve her türlü iletişim ağlarımız vasıtasıyla kültürel birlikteliğin çimentonun harcını karmalı. Kültürel kaynaklarımızı sadece Üniversitelerle sınırlı tutmak yetmez,  Lise düzeyindeki genç dimağlara Mevlâna’dan Aybek’e, Fuzuli’den Cengiz Aytmatov’a, Mahtum Kulu’ndan Muhtar Avezov’a kadar olan kültür dehalarımızı da ders olarak iyice öğretmeli ve sevdirmeli ki kültürel canlılık doğabilsin.
            Maalesef, bir yandan 1923 hilafetin ilgası ve Latin harflerinin kabulüyle kütüphanelerin sığlaştırılması,  diğer yandan Bolşevik ihtilaliyle birlikte komünist rejimin soydaşlarımızı Kiril-Rus alfabesine zorlaması gibi mezkûr sebepler dil birliğine gölge düşürmeye yetmiştir. Artık Latin harfine geçmişiz bikere, yapacak bir şey yok, her ne kadar kütüphaneler sağırlaşsa da olan olmuş geriye dönüş abesle iştigal olur elbet. Latin harflerine tereddütlüde olsa önce peki dedik, en nihayet bağrımıza basıp amenna dedik. İyi hoş ama birde baktık ki bir takım mahfiller kınında yine durmayıp bu kez 1932 senesinde Türkiye’de başlattıkları dilde arınma ve tasfiyecilikle sosyal dokumuzla oynamaya başladılar. Ne yani buna da mı peki demeliydik. Ya da amenna desek Türk dünyasındaki kardeşlerimiz arasında anlaşma köprü bağlarımızı koparacakları malum. Tâ ki bu dili tasfiye etme oynama süreç Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazanana dek devam eder de. Neyse ki bilhassa Ecevit iktidarları döneminden kalan dilde tasfiyecilikve uydurmacılık akımı dönemleri son buldu da Türk dünyasıyla dil birlikteliğine yönelik girişimlere hele şükür şahit olabiliyoruz. Bilhassa geçmişin yaralarını sarmak adına bu noktada Türk Dünyası çerçevesinde kurultaylar düzenlenmesi, birlikte oturup ortak kararlar alabildikleri gördükçe ‘Dilde, Fikirde, İşte birlik’ ülküsü daha da bir anlam kazandı diyebiliriz Hatta gelecek için daha da bir ümit var olduk dersek yeridir.             
            Dil ve alfabe
            Nasıl olsa Latin harflere geçeli epey zaman geçti. O halde daha ne duruyoruz Türk dünyası arasında ortak bir alfabe birliğinin zorunluluk olduğunu görmemiz gerekir. Bakın,  Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan büyük ölçüde Latin alfabesine geçtiler, şayet diğer cumhuriyetlerde Latin alfabesine geçerse bu engeli büyük bir ölçüde aşmış olacağız. Bakın, dil ve alfabe birliği ihmale gelmez, birliktelik için olmazsa olmaz şarttır. Zira ortak konuşulan dillerin uyumluluğunun yanı sıra tarihi filolojik-linguistik zenginliği ve alfabe birliği önemli hususlardır. Madem öyle,  kardeş yurtlar arasında en çok konuşulan ortak kelimelerden işe başlamalı. Tabii bu da yetmez, bu arada ilim adamlarımız da taşın altına eline koyup Türk dünyasında ortak kullanılan kelimelerin adeta envanterini çıkarıp  ‘Dilde, Fikirde, İşte birlik’ için ter dökmeli.  İcabında bu da yetmez, ekonomik entegrasyona da gidilmeli. Madem bütün dünya bu devletlerin bağımsızlıklarını tanımış, bize düşen BDT (Birleşmiş Devletler Topluluğu) ve BM’e (Birleşmiş Milletlere) üye olan bu kardeş topluluklarla en tabii hakkımız olan siyasi, kültürel, ekonomik, coğrafi ve manevi işbirliğini geliştirmemiz boynumuzun borcu olmalıdır.
            Şahsiyetli politikalar
            Batı,  hem Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin sahip olduğu hem doğal zenginliklerin, hem rezerv kapasitesi yüksek gaz ve petrol yataklarının farkındadır. Bilindiği üzere tarihi İpek yolu Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın bulunduğu alan dediğimiz Maveraünnehir hattından geçmekte. Bu hat o kadar çok öneme haiz bir yerdir ki,  Sovyetlerin çökmesiyle birlikte Orta Asya Cumhuriyetleri bağımsızlıklarına kavuştuğunda, ilk etapta hemen ABD ve Çin pastadan pay almak adına yarışır pozisyon aldılar, ikinci etapta ise Rusya ve Avrupa Birliği ülkeler bu yarışa dâhil oldular. Hatta bu arada batının bu noktada oraya ulaşmada dilde, fikirde birlikte yakınlığı bulunan Türkiye’yi taşeron olarak kullanmak amacı güttüğü gözlerden kaçmaz da. Batının kendi pragmatist kafasınca Türkiye’ye biçtiği misyon işbirliğine dayalı bir diplomasi değil tam aksine Kafkaslara ve Orta Asya’ya giden yolda sadece köprü vazifesi görme sinsiliğidir. Maalesef o yıllarda Türkiye batının bu sinsiliğini fark etmemiş olsa gerek ki yakamızı Sam Amca’ya kaptırıp, Türk dünyasında olan biteni adeta balkondan seyretmişiz. Oysaki oralara onlardan önce alnımız ak göğsümüz dimdik bir şekilde kendi ağabey-kardeş ilişkimiz çerçevesinde uzanmalıydık. Bilhassa 2002 öncesi Türkiye’sinde bu avantajımızı değerlendiremediğimiz gibi, Dilde, fikirde hiçbir birlikteliği olmayan devletler bizden önce çoktan oralara varıp, ekonomik pastanın dilimlerini kapmışlar bile.  Neyse ki 2002 sonrası Türkiye’sinde geçte olsa elimizi artık oralara uzatmış durumdayız. Fakat bu eli uzatmışlık şimdilik sadece tekstil, süper market ve inşaat sektöründe aktif rol almakla sınırlı, oysa bundan ötesine taşmakta lazım gelir. Taşalım ki dünyada gerçek gücümüzü gösterecek mihenk taşımız olan Adriyatik’ten Çin Seddine yönelik büyük projelerle mührümüzü vurabilelim.   
          Velhasıl,  Her ne kadar bir zamanlar Kazakistan da tek adamcı Nazarbayev faktörü, Özbekistan da despot Kerimov’un birlikteliğimize gölge düşürecek ayak sürtmeleri ve daha sonrasında küresel baronların engelleme girişimleri gibi daha nice takozlarla yüzleşsek te gelecekten ümit varız hala. Hele ki 15 Temmuz Diriliş ruhunu gördükten sonra hiç kuşkunuz olmasın 21. yüzyılın Türk asrı olacağına inancımız solmayacaktır.   Bu böyle biline.          
      Vesselam.