Maveraünnehir’in ilk Müslüman Türk devleti
Karahanlılardır. Bu yüzden Türk’ün İslam’la buluşmasında Karahanlılar ilk temel
mayadır. Hatta sadece temel maya olmakla kalmaz Oğuzların göçerkonarlıktan
yerleşikliğe geçişte katkısı da buna dâhildir. İyi ki de yerleşik olmuşuz, bu sayede
Maveraünnehirin bağrından yetişen Farabi, Zemahşeri, Biruni, İbn-i Sina,
Kaşgarlı Mahmud, El Harezmî, El Fergani, Mirza Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Ali Şir
Nevai, Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi, Mevlana, Tabduk Emre ve Yunus Emre gibi
nice engin deryalarımız insanlığa soluk olmuşlardır. Tabii bitmedi, dahası var,
Karahanlıların çaldığı mayanın
tutmasıyla birlikte sırasıyla Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlı doğa gelip aynı
misyon üzere hareket edeceklerdir. Öyle ya, madem köklü misyonumuzun varlığı
söz konusu o halde kuva-yı milliye ruhuyla kurulan genç Türkiye Cumhuriyetimizin
de geçmişin o engin tecrübe birikiminden hareketle çağı aşan medeniyet olarak yeniden
damgasını vurması gerekir, neden olmasın
ki.
Evet, ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük
Türk Dünyası’ sözü sırf lafta kalmamalı, pratiğe de yansımalı ki “Dilde,
fikirde, işte birlik” ülküsü gerçekleşebilsin. Hele milli şuur sahibi her bir
Türk-İslam neferi İsmail Gaspıralı’nın bu güzel veciz sözünü hayatının düsturu
hale getirdiğinde, biliniz ki Adriyatik’ten Çin Seddi’ne “Dilde, fikirde, işte birlik” ülküsü bir hayal değil hakikatin ta kendisi
‘bir büyük birliktelik’ olacaktır.
Düşünebiliyor musunuz şu an beş
milyardan fazla nüfuslu bir dünyada, 2500’den fazla lisanın konuşulduğu insanlık
söz konusu. Zaten bu çeşitlilik Kur’an-ı
Mu’ciz’ül Beyanda “Renklerinizin ve dillerinizin farklı olmasında düşünen âlimler
için hikmetler vardır” beyanıyla bildirilmişte. İşte söz konusu çeşitlilik içerisinde
ister istemez bu arada İsmail Gaspıralı’nın dillendirdiği ‘Dilde, Fikirde, İşte Birlik’ sözleri düşünen bilge insanların
dikkatine mucib olur da. İyi ki de dikkatlerine
mucib olmuş, çünkü bu sayede yaşayan dilin, bir ülkenin aynası olmanın ötesinde
aynı zamanda ülke halkların kaynaşmasını sağlayan engin bir kaynak pınar olduğu
fark edilir. Hele ki yaşadığımız dünya coğrafyasında konuşulan diller arasında Türkçenin
dünyanın en köklü, en zengin diller arasında yer alması bizim için büyük bir
avantaj teşkil ettiğini düşündüğümüzde birlikteliğe giden yolda en önemli
kilometre taşı olacağı muhakkak.
Kaşgarlı Mahmut ve
Yusuf Has Hacib
Peki, sadece dil konusunda İsmail Gaspıralı’nın
fikri çalışmaları mı kayda değer? Hiç kuşkusuz Kaşgarlı Mahmud’un ortaya
koyduğu filolojik ve linguistik çalışmalarda buna dâhildir. Öyle ki, Kaşgarlı Mahmud yaşadığı dönemde
günümüz dil tekniklerine benzer bir yol takip edip kendinden söz ettirmesini
bilmiştir. Nasıl söz ettirmesin ki, bizatihi bu hususta işe sözlü kültürü yazıya
aktarmakla başlamış ve bunu yaparken de dayandığı temel noktaları şöyle izah etmiştir:
Ahd olsun ki, ben Buhara’nın, sözüne itimat
edilir imamlarından birinden ve başkaca Nişabur imamdan işittim. İkisi de
bildiriyorlar ki, yalvacımız kıyamet belgelerine, ahir zaman karışıklıklarını
söylediği sırada, Türk dilini öğreneniniz, çünkü onlar için uzun sürecek hâkimiyetleri
vardır.
Evet, Kaşgarlı
Mahmud göçebe hayattan yerleşik hayata geçişte sözlü kültürün unutulacağını düşünerekten
bildiği her şeyi yazıya dökmeyi ihmal etmeyen bir abidevi şahsiyettir. İşte onun bu hassasiyeti milli ruhun nesilden
nesile aktarılması bakımdan çok büyük önem arz eder. Ve bu milli ruh hassasiyetini
Divan-ı Lugati’t Türk eseriyle taçlandırıp Türkmen, Oğuz, Kırgız, Yagma, Çiğil
Türklerinin konuştuğu o engin dil haritasını gelecek kuşaklara aktararak
göstermiş bile. Hatta Türk dünyasının folklorik özelliklerinden tutunda destanî
ve örf adetlerine varıncaya kadar hemen her alanda deruni bilgiler aktarmayı
kendine görev telakki edip, o meşhur Divan-ı Lugati’t Türk eserinde Türkçenin
en az Arapça kadar zengin bir dil olduğunu ortaya koymuştur. Daha da yetmedi tarihin
en eskiçağlarından beri Türkçenin en zengin şiir içeriğe sahip özellikte bir
dil olduğunu ortaya koyacak kadar can yürektir o.
Peki ya Yusuf
Has Hacib? Malum, Kaşgarlı Mahmud’la çağdaştırlar, yani aynı çağın mümtaz
şahsiyeti. Nasıl ki Kaşgarlı Mahmut Divan-ı Lügat’it adlı Türk derleme sözlük
eseriyle Araplara Türkçeyi kavratarak değer katmışsa, Yusuf Has Hacib’de
Kutadgu Bilig adlı eseriyle de Türk dili edebiyatı alanına Siyasetname katarak
değer katmıştır. O öyle bir abidevi şahsiyettir ki, mutluluğu arayan her kim olursa olsun, onun Mesnevi
değerinde yazılmış bu şahika eserine bakması kâfidir. Zaten Kutadgu Bilig demek
mutlu olma bilgisi demektir. Üstelik mutlu olma bilgisi Mevlana’nın Mesnevisi üslubu
tadında yazılmış bir eser de. Nitekim bu
hikmet dolu edebi eserin sayfalarını çevirdikçe insanın aklını başından alacak
hikmet kokan altın öğütlerden tüm insanlığın alacağı nice dersler olduğu
görülecektir. Dahası aileden topluma, toplumdan devlet erkânına kadar her alana
ışık kaynağı olacak bir eserdir. Nasıl ışık kaynağı eser olmasın ki, her şeyden önce bu müthiş eserde ortaya konan
fikirlerin ana merkezinde insan vardır. İşte insan merkezli bu eser sayesinde ‘İnsan-ı
kâmil’ olmaya gidilen yolun bilgiden geçtiğinin idrakine varırız da. Yusuf Has
Hacib, icabında gök kubbeye bile bilgi gücüyle kanatlanabileceğine işaret ederek
ufkumuzu açmayı da öğüt vererek ihmal etmez. Bilhassa öğütlerinde konuşulan dile
aklın ve bilginin çevirisi olarak anlam yükler de. Ve bu hususta şöyle der: ‘Dil kılıç gibidir, yerinde söylenirse
altın, ulu orta düşünmeden söylenirse felaket olur.’ Evet, gerçektende konuşulan dili afet olarak ele
aldığımız da, hani kılıç yarası derler ya, aynen onun gibi dil yarası bir şeyi hatırlatıp
bize öyle öğüt verir. Ve bu öğütten yalan söyleyen bir kişinin toplumda güven
kaybına uğradığı değer aşınmasına benzer hadiseyi dil afeti hadisesinde de
yaşayabileceğimizi idrak etmiş oluruz. Hiç şüphesiz konuşulan dili fayda
bakımdan ele alındığında ise, adeta “Tatlı
dil yılanı deliğinden çıkarır” atasözünden hareketle bize özü ve sözü bir lisana
sahip olmanın gerekliliğini hatırlatır. Yetmedi dilin tatlı kullanımının ötesinde
her canlının kendi hal lisanıyla Allah’ı şahadet ettiğinden bahisle dile zikri
bir anlam yükler de. Zaten her nefes alış verişimizde ‘Hu’ çektikçe diller lafza-i celal zikrinde birleşmekte, böylece ‘Allah’ diye anmış oluruz da. Ancak ancak andığımızın farkına vararaktan zikredersek
fayda vardır, bunun dışında sadece dil ya da nefes zikretmiş olur.
Ali Şir Nevai
Kaşgarlı Mahmut ve Yusuf Has Hacib’den
söz edilirde Çağatay lehçesinin büyük şairi Ali Şir Nevai’den söz etmemek ne mümkün.
Hiç kuşkusuz, kendisinin deha çapında
bilge şahsiyet olduğu o kadar net açık ki, hem devlet adamı, hem şair, hem de bestekâr
çok yönlü yanı vardır. Hele onun birde Timurluların sarayında yetişmişliğini
göz önünde bulundurduğumuzda onun bu denli bir deha şahsiyet olması gayet
tabiidir. Kaldı ki o çok yönlü özelliğe sahip olmasa da, her şeyden önce ömrü boyunca Türkçenin Farsça
karşısında dirilişi için mücadeleci ve şiir tadında şair bir mizaca sahip
olması Türk Dünyasının gözdesi olmaya yetmiştir.
Malum olduğu üzere Moğol kasırgasının
sürüklediği Türk topluluklarından doğuya gidenler Çağatay şivesi bir Türkçe
lisana sahip olmakla birlikte batıya gidenler de Osmanlı Türkçesi bir edebi
lisan edinmişlerdir. İşte Ali Şir Nevai bu noktada devreye girdiğinde Çağatay
dilini sistematik bir şekilde edebi lisan hale getirip kendini ispat etmiş bir
şairimizdir. İster istemez onun bu gayretleri hem Osmanlı padişahlarının hem de
halkın gözünden kaçmaz da. Öyle ki ortaya koyduğu Türkçe şiirleriyle ‘Dilde,
fikirde, İşte Birlik’ ülküsüyle yanıp tutuşan gönülleri fetheder de. Nitekim bu
hususta şöyle der; “Hiç ordum olmadığı
halde Çin sınırına ve Tebriz’e kadar bütün Türk ve Türkmen illerini sırf
divanımı göndermekle fethettim.”
Evet, hiç kuşkusuz feth-i mübin sadece kılıçla
gerçekleşmez. Bu nedenle Ali Şir Nevai, kılıcın tek başına yapamadığı fethi
kalemiyle gerçekleştirmiştir. O aynı zamanda yerellikten evrenselliğe tırmanış
kaydedecek hamleyi de yapmış, hatta batıda yaklaşık yirmi iki bin kelime dağarcığıyla
ün salmış Shakespeare’yi bile yirmi dört bin kelimelik bilgi kapasitesiyle geçip
adından söz ettirmesini bilmiştir. Zira dil bir milletin var olma ve yok olma
savaşıdır. Zaten kendine özgü dili olmayan bir millet kuru meşe odunu gibidir,
kuru meşe odunu olduktan sonra ha varmışsın ha yokmuşsun ne fark eder ki. İşte bu gerçekler ışığında Ali Şir Nevai; “Ben gençliğimde geleneğe uyarak Farsça
söyledim. Kendimi anlamaya başlayınca Türk diline rücu ettim. Dönüş yapınca
karşıma on sekiz bin âlemden daha geniş koskoca bir âlem çıktı” der. Ve o bu
düşünce ve duygular eşliğinde ömrü boyunca kendini Türk dilinin Farsçadan ileri
düzeyde bir dil olduğunu ispatlamaya adamış biridir. Tabii daha hakkında söylenecek
daha pek çok söz var ama şimdilik onun “Dilde
fikirde işte birlik” için mücadele
vermiş bir dil üstadı olduğunu demekle yetinelim. Tabii asıl bu arada bizim
için önemli husus bilge şahsiyetlerimizin ortaya koyduğu dil çalışmalarını tüm
yönleriyle ötelere taşıyıp Türk dünyasıyla birlikteliği sağlayacak gerekli
adımların, biran evvel başlatılması yolunda çaba sarf etmek olmalıdır. Hatta bu
da yetmez, bu arada içerik bakımdan
İslam unsurlarla bezenmiş Kırgızların 500.000 mısralık o müthiş Manas Destanını
da insanlığın hizmetine sunmayı görev telakki etmek gerektir.
Batı
Batı her ne kadar kendi içinde
kaynamalar yaşasa da gelinen noktada kendi aralarındaki etnik ve dil
yakınlığının avantajını kullanarak belli ortak paydalarda birliktelikler kurmayı
başardıkları bir vaka. Zira XVIII.
asırda dünyayı paylaşma ihtirasıyla yola koyulan İngilizler, Fransızlar ve İspanyollar
bir bakıyorsun kendi aralarında yeri geldiğinde hem etnik, hem de dil akrabalığı
veya yakınlığı fırsata çevirip pek çok alanda ortak ittifaklar kurabiliyorlar. İşte
bu yakınlık avantajı, batının iç ve dış politikalarına kültürel harç olmaya yetiyor.
Keza Ruslar da I. Dünya Savaşı ile Slav halklarının birlikteliğine zeval
gelmesinden endişe duyduğunda bir bakıyorsun Avusturya-Macaristan ve Almanya’ya
karşı derhal harekete geçebiliyor. İşte tüm bu olup bitenlere baktığımızda şu
sonuca varırız: gerek Greko-Latin
kültürü, gerek Panslavizm olsun fark etmez,
bunlarla yakınlık bağı bulunan ülkeler belirli noktalarda ittifak oluşturabiliyorlar.
Peki ya Türk dünyası? Malum hakkında
bir bardak suda yaygara koparılan bizim şu meşhur Turan idealimiz var ya, hele adını ağza almaya gör hemen şovenlik ithamıyla
suçlanırız. Evet, ne acıdır ki; Rusların Panslavizm politikası, Yunan’ın Megalo
İdeası, İsral’in Arz-ı Mevud’u mesele teşkil etmezken bizim Turan ülküsü söz
konusu olduğunda sadece vitrinlik süs olarak yerinde dursun denilir. Aslında demelerine de gerek yok, zaten bu idealin kendisi yok, sadece adı vardır.
Anlaşılan o ki, insanlığı kasıp
kavuran Cihan Savaşlarında dünyayı paylaşmaya yönelik izlenen stratejilerde
etnik ve dil yakınlığının ittifak oluşumlarına tetikleyici etki rolü çok büyüktür.
Hakeza teknolojik gelişmelerde de hatırı
sayılır avantaj etki rolü söz konusudur. Nasıl mı? İşte, bugünkü batı teknoloji
terminolojisine İngiliz dilinin damga vurması bunun en tipik misali.
Doğu
dünyası
Doğuda durum çok daha farklıdır. Her
ne kadar batı’nın doğu’ya açtığı Haçlı seferleri Türklerle bir arada Müslüman
toplulukların bir ümmet şuuru etrafında birlikteliğini sağlasa da, daha sonrasında,
yani Fransız İhtilalinin akabinde teşekkül eden etnik ve menfi etnik milliyetçilik
rüzgârları bu birlikteliğe zeval getirip bertaraf edecektir. Yani XIX asrın sonları ve XX asrın başlarında
İslâm âleminde cereyan eden parçalanmışlıklar batının elini kolunu güçlendirmeye
yaramıştır. Hatta bu arada bağrımızda yaşayan topluluklarla olan dini ve
kültürel köprü bağlarımız bile ulus devlete geçişte büyük yara almıştır. Oysa Osmanlı’nın
yükselişinde Vahdet Şuuru (birlik bilinci) hâkimdi. İşte bu noktada
Doğu dünyasının dil ve etnik yönden birbirinden ayrı topluluklar olarak konuşlandırılması
durumu kendi aralarında birliktelikler kurmalarına engel teşkil edebiliyor. Gerçektende
bu açıdan bakıldığında, doğu ülkelerinin genel itibariyle birbirleriyle dil ve
etnik yönden yakınlık bağın eksikliği doğu için bir talihsizlik sayılır. Şuan
Doğuyla olan tek ortak bağımız “Din”
bağıdır.
Anlaşılan o ki, Batılıların dil ve
etnik yönden birbirlerine yakınlığı doğuya nazaran bir adım daha onları avantajlı
kılmıştır. İşte bu nedenledir ki, dil ve etnik yönden yakın olmanın sağladığı
gücü görmezden gelemeyiz. Çünkü ne kadar yakınlık bağı var, o kadar güç
demektir.
Dün nasıl ki dil, etnik ve din müşterekliği bilhassa
Haçlı seferleri ve cihan savaşlarında batıya bir avantaj sağlamışsa, bugünde öyle
görünüyor ki Avrupa Birliği birlikteliğinde olduğu gibi pek çok entegrasyon (bütünleşme) oluşumlarla da avantajlı
durumdalar. Besbelli ki, Doğu’yu bir
araya getirecek unsur şimdilik sadece “Din”
bağı gözüküyor. Dedik ya, ülkeler
arasında ne kadar ortak payda varsa o kadar avantaj demektir. Hele ki bugünkü
dünya dengelerinde dil, etnik ve din gibi ortak paydalar çok önem arz
etmektedir. Nasıl önemli arz etmesin ki,
baksanıza sırf Müslüman kimliğimizden dolayı bugün olmuş Avrupa Birliğine dâhil
olmuş değiliz, malum halen bekleme salonundayız.
Tarihte
Türk birliği
Türkler tarih boyunca var olma ve
yok olmama mücadele süreci içerisinde nice devletler kurmuşlar, yetmedi
aralarında cihangir devlet olabilecek düzeye gelenler var. Daha da yetmedi Nizam-ı âlem’e kanatlanan var.
Derken Türkler kendine has bir dizi sosyolojik
süreçlerden geçip Yabguluk Tudunluk,
Hakanlık ve İmparatorluk evrelerimizle birlikte en nihayet Osmanlı’nın kuruluş
ruhuyla Nizam-ı âlem ülküsüyle taçlanmışız da.
Bilhassa sosyolojik evreler içerisinde
hakanlık evresine baktığımızda Türklerin hem dini yönden hem de jeopolitik
yönden parçalanmışlığını pek göremeyiz. Keza Tudunluğun başlangıç evresi ve
daha sonraki evrelerimizde öyledir, yani
Eski Hunlar, Sümerler, İskitler, Eftotlitler, Yüeçiler dönemlerinde de bölünmelerimiz
yoktu. Ta ki M.S. V. ve VII. arası asırlar gelip çattı, işte bu dönemler
Türkler için birlikteliğin sarsıldığı, bölünmelerin zuhur ettiği dönemler
olarak gün yüzüne çıkar. İşte gün yüzüne çıkan bu bölünmeler eşliğinde Budizm’i
tercih eden Türkler Uzak Doğuya, Yahuda dinine girenler ise Hazar civarına
kayıp Hazarlar diye ad alır. İslâm’la
buluşan Türkler de ilerisinde cihangir bir imparatorluğun doğuşuna maya olacak
şekilde bir araya gelirler. Derken bu göçler, bu dağılışlarla birlikte Türkler
arasında gerek dil, gerek etnik, gerekse din yönünden farklı alanlar oluşacaktır.
Her ne kadar farklı alanlara kaymış olsak da sonuçta bunca çeşitlilik
içerisinde göç ettiğimiz coğrafyalar üzerinde XIV. Asırdan itibaren dünyanın en
güçlü şu üç saltanatını kurabilmişiz ya, bu yetmez mi? Elbette yeter, hani her
zorluğun ardından pembe şafaklar doğar derler ya, aynen öylede pembe şafak diyebileceğimiz
devletler olarak:
“ —Osmanlı
Devleti,
—Tacikistan ve Horasan
Hükümdarlığı,
—Altın
Ordu Devleti” doğa gelir de.
Tabii
bu doğuşlar Türk dünyası için kayda değer önemli gelişmelerdir, fakat bu tür
doğuşlar kendi içinde rekabet hırsını da beraberinde getirecektir. Zira XIV.
asrın Hükümdarları olarak Yıldırım Bayezid, Emir Timur ve Toktamış tarihe mührünü
vurmuşlar ama bir bakıyorsun bu önemli şahsiyetler Büyük Birlik davasının
aksine yol takip edip, adeta birbirlerinin kuyusunu kazan siyaset izlemişlerdir.
Türkler
arasındaki savaşlar
Evet, Türklerin
birbirleri arasındaki savaşlar ciddi manada parçalanmışlıkları da beraberinde
getirmiştir. Tabiatıyla hal vaziyet böyle olunca önce Timurlular daha sonrasında
Şeybaniler tarih sahnesinden çekilmiş oldular. Neyse ki Şeybani hâkimiyeti sona
erse de, Rus istilasından kaçan Astrahanlıların Buhara’ya sığındıklarında Şeybanilerden
gelin (kız) almasıyla birlikte akraba olmanın kapısı aralanır. İyi ki de bu
kapı aralanmış, Şeybaniler ve Canoğulları
(Astrahanlılar) arasında kurulan bu akrabalık
sayesinde Buhara’da kurulan Hanlıklar varlıklarını sürdürür hale gelmişlerdir. Nasıl mı? İşte kurulan bu yakınlığın meyvesi olarak
dünyaya gelen Baki Muhammed, Astrahan Hanlığının misyonunu üstlendiği gibi o dönemin
en gözde lider devlet konumda olan Al-i Osmanlı Devletiyle son derece iyi
münasebetler kurmayı ihmal etmez de.
Malum, Altın
Ordu Devleti de tamamen her şeye hâkim, egemen güç olmasa da Kırım, Astrahan,
Kazan, Tumen ve Sibirya Hanlıkları adı altında varlığını sürdürmesini
bilecektir. Hele ki oluşan bu Hanlıklar vasıtasıyla Timur’dan devr alınan o büyük
tarihi miras bir süre korunmuş olurda. Ne var ki bir noktadan sonra mevcut
Hanlıklar da Çarlık Rusya’sının istilasına uğradıklarında kendilerinde
direnecek güç kalmadığından peyderpey varlıklarını yitireceklerdir. Nasıl
varlıklarını yitirmesinler ki, Osmanlı’nın
XVI. asırdan XX. asra kadar ki gerileme sürecinden hem Rusya hem Çin adeta fırsat
bu fırsat deyip Türk coğrafyasına milyonlarca Sloven ve Çin halklarını yerleştirerek
istila ettiklerinde Türkler kendi öz yurtlarında parya duruma düşeceklerdir. Örnek
mi? İşte bunu 1918 yılında Sovyet-Rusya önce
Buhara’yı işgal edip ardından 6 Ekim 1920’de son Buhara Emiri Âlim Han
iktidardan düşürüldüklerinde bunu pekâlâ görebiliyoruz. Ve Buhara Hanlığına son
verilir de. Keza XIX. asrın ortalarına gelindiğinde Rusların Türkistan’ı zapt
ettiklerinde de Türk Dünyası büyük ağır bir yara almış olur. İşte bu ve buna benzer hadiseler eşliğinde o çok
övündüğümüz Volga boyları, Tanrı dağları, Hazar Denizi ve Altay civarları bir
bir elimizden çıkıverir. Her şeye rağmen yine de başkalarının boyunduruğu
altında da olsa kaybettiğimiz bu topraklarda irili ufaklı topluluklar halde yaşıyor
olmamız tek teselli kaynağımız sayılır. Ama yinede sonuçta şu bir gerçek Tatarlar,
Çuvaşlar, Başkırtlar, Dolganlar, Tuvalılar, Altaylar vs. o dönemlerden bugüne kalan
içimizi burkan iz düşümler olarak yüreğimizi yakmaya devam ettikçe bu tür tesellilerde
bizi teskin etmeyecek. Nasıl teskin
etsin ki, adına ister kardeş topluluklar
diyelim, ister muhtar devletler diyelim yıllarca kendi öz yurtlarında halen öksüz
yaşamaktalar.
Kırım
Ukrayna devleti civarında yaşayan
Kırımlılarda aynı akıbetin kurbanı soydaşlarımızdır. Gel de teskin ol, ne
mümkün. İşte şairin kendi öz yurdunda garipsin dediği bu süreç 1443’den 1783’e
kadar hüküm süren Kırım Hanlığı, II. Katerina eliyle fesh edilmesiyle start
alır bile. Daha sonrasında malum Bolşevik
ihtilali gerçekleştiğinde Stalin’in direktifleri ile Kırım-Tatar halkı göçe
zorlanacaktır. Derken 18 Ekim 1921 yılında Kırım Muhtar Cumhuriyetine son verilmiş
olur. Neyse ki tarihler 1987 yılını gösterdiğinde Mihail Gorbaçev’in Glasnost
ve Perestroyka politikaları Kırım Tatarları için yeni bir umut kapısı olacaktır, ama bir şartla. Yani Ukrayna’ya verilen o güzelim adaya karşılık
elbet. Nitekim şartlar oluştuğunda 300
bin civarındaki Kırımlı soydaşımız vatanlarına yeniden dönüş yapacaktır. Ancak ne
var ki vatana kavuşmuşluk Kırım halkını parya durumdan kurtarmaya yetmeyecektir.
Çünkü yönetim tamamen Rusların kontrolü altına geçecektir. Yine de Kırım Tatarları
için ümit kalesi diyebileceğimiz devlet teşkilatlarını kurmaya mani bir durum ortaya
çıkmaz. Teselli babından da olsa en azından şimdilik Âli Devlet organı
dedikleri Âli Şûraları mevcuttur. Ve bu
organ tam yetkilerle donatılmışlık yapılanma olmasa da hiç yoktan ilk adım
olması bakımından önemli bir gelişme olarak görmek mümkün.
Dünya
coğrafyasında Türkler
Türkler, bugün gelinen noktada dünya
karalar kesitinin 1/6’ini yurt edinmişlerdir. Zaten Avrasya kıtası dediğimiz
alanda aşağı yukarı bu dilimi kapsar. Böylece bu dilime dağılan Türkler şu
isimler altında anılır:
—
Anadolu Türkleri, Azerbaycan Türkleri,
— Türkmenler, Kırgızlar, Kazaklar, Uygurlar,
—
Tatarlar, Yakutlar gibi.
Zaten bu isimler anıldıkça Balkanlar,
Ortadoğu, Kafkaslar, İran civarı, Asya ve Afganistan’ın kuzey kısımları, Yayık nehri
boyun çevresi, Ural önleri, Doğu Türkistan, Merkezi Asya, Volga boyu ve Sibirya
gibi coğrafi alanlara bir başka gözle bakarız. Çünkü buralar Türklerin mekân
tuttuğu coğrafyalar olarak biliriz hep. Hiç kuşkusuz buralara yayılışımız dışarıdan
göç ettirilerek yayılmışlık değil, bilakis doğup var olduğumuz yayılmışlıktır
bu. İşte bu var oluştur ki Türklerin büyük çoğunluğu Avrasya kıtasında yaşar durumdalar.
Ancak bu alanda sadece yedisi devlet olmayı başarabilmişiz. Malum, bunlar:
—Türkiye, Azerbaycan,
Türkmenistan,
—Özbekistan,
Kırgızistan, Kazakistan,
—Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti diye tasnif edilir.
Gelecekte
Türk Birliği
Tarihten bugüne Türklerin pek çok badireler
atlattığı artık bir sır değil. Öyle ki; tarih boyunca kâh güldük, kâh üzüldük, kâh
parçalandık, kâh birliktelikler kurduk derken bir dizi tüm sosyolojik vakıalar
eşliğinde bugünlere geldik. Hatta kimi zaman da kendi öz yurtlarımızda üvey
evlat olarak muamele gördük, halen görüyoruz da. Yine de pek çok badireler atlatmamıza
rağmen hele şükür Avrasya kıtasında konuşlanmış olan on dört topluluk arasından
yedi devlet çıkarabilmişiz. Zaten tarihe şöyle bir göz attığımızda Türklerin
devlet kurmakta ki başarısı hiçbir devlette görülmeyen kendi nevi şahsına
münhasır bir özelliktir. Ki; tarihi
süreç içerisinde on altı devlet kurma meziyetimiz söz konusudur. Düşünsenize
her parçalanmışlık ve her bozulmanın ardından hemen toparlanıp devlet
olabiliyorsak, bu çok mühim bir hadisedir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var,
her ne kadar kurduğumuz Göktürkler,
Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti birbirinden ayrı devletler gibi
görünse de, aslında birbirinin değişik devamı devletlerdir. Bakın, Çinlilerde
tarihte değişik isimler altında bugünlere gelebildiler, işte görüyorsunuz
gelinen noktada Çin adıyla sanıyla yine Çin’dir ve ayaktalar hala. Aynen öyle
de bizimde Göktürk, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyetimiz var. Bakmayın siz
öyle bizim değişik isimler olarak anılmamıza, sonuçta hepsi birbirinin devamı dilde, fikirde
birliktemiz Türk devletleridir. Bu nedenle hiçbirini ayrı gayri görmeyiz, bilakis her birini ışık kaynağımız ata
yadigârı devletler olarak görürüz hep.
Türk
etnosu
Türk dünyasında konuşlanmış her bir Türk
topluğun varlığı, bize güç kazandırmanın ötesinde bize Türk etnosu birliği
noktasında ümit kalelerimiz olur da. Ancak bu ümidimizin heba olmaması için dünyanın
değişik yerlerine dağılmış Türk topluluklarıyla gerek ekonomik, gerek sosyal, gerekse kültürel olsun fark etmez her alanda
entegrasyona girmemiz şarttır. Tabii ki, Türk etnosu derken sakın ola ki bizi piyasaya
çıkmış bir takım aklı evvel kafatasçı ve şoven duygularla hareket eden sözde
Turancılarla aynı kategoride değerlendirilmesin. Hiç kuşkusuz bizim Türk etnomuz
Moğol kasırgası barbarlarının tutumlarından farklıdır. Çünkü Türk etnosu İsmail
Gaspıralı’nın ifadelerinde yer alan; “Dilde,
Fikirde, İşte Birlik” ülküsünden başkası değil elbet. İşte bu nedenledir ki
birlikteliğe vurgu yapan her veciz sözü ülkü ediniriz biz. Besbelli ki Türk dünyasıyla
entegrasyonu sağlayacak en güçlü bağ olacak unsurların başında dil ve fikir
birlikteliği gelir. Şimdi belki
diyebilirsiniz, bu bağın neresinde din var.
Bikere şunu iyi bilmemiz gerekir ki şu
an dünyanın çeşitli yerlerini meskûn ve vatan edinmiş Türkler arasında en
belirgin ortak payda “Türk etnosu” gözükmektedir. Çünkü Türkler
arasında din farklılıkları söz konusudur. Dolayısıyla dini faktörü bir ülkü ya da
bir ortak bağ gibi düşünmek pek gerçekçi olmaz.
Kaldı ki fikir birlikteliği farklı dini ictihad alanlarını da kapsar. Dolayısıyla
bu anlamda Türkün Moğollaştırılmasına asla izin vermeyiz. İlla ki bu alanda
birliktelik sağlamak gerekir deniliyorsa, bunun için Pir-i Türkistan Ahmet
Yesevi’nin nefesine ihtiyaç vardır. Zaten o nefes üflendiğinde biliniz ki
tarihte nasıl ki Türk’ün alp’i o nefesle alperen olmuşsa bu günde yeni bir
alperenlik ruhuyla bir bakmışsın din birliği de dirilişe geçip ortak bir
bağımız olmuş, neden olmasın ki.
Şimdilik öyle anlaşılıyor ki; müsbet
manada Türk etnosunu hayata geçirebilirsek, dünya coğrafyasında büyük bir güç
ve etkin blok olmak her an mümkün. Yeter ki, bu potansiyelimizi harekete
geçirecek aklı izanı yerinde yöneticiler başımızdan eksik olmasın. Aksi
takdirde bir kısım ard niyetli yöneticiler Batının kendi etnosunu harekete
geçirip kendi entegrasyonunu sağladığında sus pus vaziyet alacakları, aynı entegrasyon
bizim için söz konusu olduğunda hemen yalpa yapıp Panturanizm yaftasıyla
barikat kurmaya çalışacaklardır. Allah korusun bu tip kafa yapısına sahip
yönetircilerin ağzıyla hareket edersek “Dilde,
Fikirde, İşte Birlik” ülküsü bir hayalden öteye geçemez. O halde ne kadar
çok yönlü birliktelik, o kadar güçtür bilincinde sürdürebilir bir yönetim anlayışı
ortaya koymak gerekir, hatta bu manada Avrupa
Birliğine girmekten tutunda diğer birliktelikleri de buna dâhil edebiliriz.
Ki, Avrupa’da çok sayıda Türk vatandaşlarımız çalışmakta. Dolayısıyla hiç
kimsenin dedikodusuna, kınamasına aldırmaksızın dil, kültür, tarihi ve ticari daire
alanlarımızı alabildiğince genişletip 21.yüzyıla “Büyük Türk Dünyası” olarak mührümüzü vurmak gerekir. Düşünsenize rahmetli Turgut Özal’ın o müthiş
vizyonuyla; ‘21. yüzyıl Türk Asrı Olacaktır’
dediğinde ne kadarda heyecanlanmıştık.
Hatta o müthiş söz bugünde etkisinden pek bir şey kaybetmiş sayılmaz, hala
gönüllerde taptaze yankılanmakta. Madem öyle o daha ne duruyoruz, gün birlik
olmak zamanı, iri olmak zamanı, diri olmak
zamanı ve hep birlikte Türk asrı olmak zamanıdır. Hele bir Türk dünyası ayağa kalkmaya dursun, hiç
kuşkunuz olmasın tüm âlem bizim mührümüzle nizam bulacaktır. Ve o gün geldiğinde
bizim dirilişimiz insanlığın kurtuluşu olacaktır, buna inancımız tam da.
Kültürel
temel taşlar
Kültür dairemize renk katan Fuzuli,
Nevaî, Mevlâna gibi tefekkür ehlini, Türk Cumhuriyetlerine tanıtmalı ve her
türlü iletişim ağlarımız vasıtasıyla kültürel birlikteliğin çimentonun harcını
karmalı. Kültürel kaynaklarımızı sadece Üniversitelerle sınırlı tutmak yetmez, Lise düzeyindeki genç dimağlara Mevlâna’dan
Aybek’e, Fuzuli’den Cengiz Aytmatov’a, Mahtum Kulu’ndan Muhtar Avezov’a kadar
olan kültür dehalarımızı da ders olarak iyice öğretmeli ve sevdirmeli ki
kültürel canlılık doğabilsin.
Maalesef, bir yandan 1923 hilafetin ilgası
ve Latin harflerinin kabulüyle kütüphanelerin sığlaştırılması, diğer yandan Bolşevik ihtilaliyle birlikte komünist
rejimin soydaşlarımızı Kiril-Rus alfabesine zorlaması gibi mezkûr sebepler dil
birliğine gölge düşürmeye yetmiştir. Artık Latin harfine geçmişiz bikere, yapacak
bir şey yok, her ne kadar kütüphaneler sağırlaşsa da olan olmuş geriye dönüş abesle
iştigal olur elbet. Latin harflerine tereddütlüde olsa önce peki dedik, en
nihayet bağrımıza basıp amenna dedik. İyi hoş ama birde baktık ki bir takım
mahfiller kınında yine durmayıp bu kez 1932 senesinde Türkiye’de başlattıkları dilde
arınma ve tasfiyecilikle sosyal dokumuzla oynamaya başladılar. Ne yani buna da
mı peki demeliydik. Ya da amenna desek Türk dünyasındaki kardeşlerimiz arasında
anlaşma köprü bağlarımızı koparacakları malum. Tâ ki bu dili tasfiye etme
oynama süreç Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Türk Cumhuriyetleri
bağımsızlıklarını kazanana dek devam eder de. Neyse ki bilhassa Ecevit iktidarları
döneminden kalan dilde tasfiyecilikve uydurmacılık akımı dönemleri son buldu da
Türk dünyasıyla dil birlikteliğine yönelik girişimlere hele şükür şahit olabiliyoruz.
Bilhassa geçmişin yaralarını sarmak adına bu noktada Türk Dünyası çerçevesinde kurultaylar
düzenlenmesi, birlikte oturup ortak kararlar alabildikleri gördükçe ‘Dilde, Fikirde,
İşte birlik’ ülküsü daha da bir anlam kazandı diyebiliriz Hatta gelecek için daha
da bir ümit var olduk dersek yeridir.
Dil ve alfabe
Nasıl olsa Latin harflere geçeli
epey zaman geçti. O halde daha ne duruyoruz Türk dünyası arasında ortak bir
alfabe birliğinin zorunluluk olduğunu görmemiz gerekir. Bakın, Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan büyük
ölçüde Latin alfabesine geçtiler, şayet diğer cumhuriyetlerde Latin alfabesine geçerse
bu engeli büyük bir ölçüde aşmış olacağız. Bakın, dil ve alfabe birliği ihmale
gelmez, birliktelik için olmazsa olmaz şarttır. Zira ortak konuşulan dillerin
uyumluluğunun yanı sıra tarihi filolojik-linguistik zenginliği ve alfabe
birliği önemli hususlardır. Madem öyle, kardeş yurtlar arasında en çok konuşulan ortak
kelimelerden işe başlamalı. Tabii bu da yetmez, bu arada ilim adamlarımız da
taşın altına eline koyup Türk dünyasında ortak kullanılan kelimelerin adeta
envanterini çıkarıp ‘Dilde, Fikirde, İşte
birlik’ için ter dökmeli. İcabında bu da
yetmez, ekonomik entegrasyona da gidilmeli. Madem bütün dünya bu devletlerin
bağımsızlıklarını tanımış, bize düşen BDT (Birleşmiş
Devletler Topluluğu) ve BM’e (Birleşmiş
Milletlere) üye olan bu kardeş topluluklarla en tabii hakkımız olan siyasi,
kültürel, ekonomik, coğrafi ve manevi işbirliğini geliştirmemiz boynumuzun
borcu olmalıdır.
Şahsiyetli
politikalar
Batı, hem Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin sahip
olduğu hem doğal zenginliklerin, hem rezerv kapasitesi yüksek gaz ve petrol
yataklarının farkındadır. Bilindiği üzere tarihi İpek yolu Özbekistan,
Kırgızistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın bulunduğu alan dediğimiz Maveraünnehir hattından
geçmekte. Bu hat o kadar çok öneme haiz bir yerdir ki, Sovyetlerin çökmesiyle birlikte Orta Asya
Cumhuriyetleri bağımsızlıklarına kavuştuğunda, ilk etapta hemen ABD ve Çin pastadan
pay almak adına yarışır pozisyon aldılar, ikinci etapta ise Rusya ve Avrupa
Birliği ülkeler bu yarışa dâhil oldular. Hatta bu arada batının bu noktada oraya
ulaşmada dilde, fikirde birlikte yakınlığı bulunan Türkiye’yi taşeron olarak kullanmak amacı güttüğü gözlerden kaçmaz
da. Batının kendi pragmatist kafasınca Türkiye’ye biçtiği misyon işbirliğine
dayalı bir diplomasi değil tam aksine Kafkaslara ve Orta Asya’ya giden yolda sadece
köprü vazifesi görme sinsiliğidir. Maalesef o yıllarda Türkiye batının bu
sinsiliğini fark etmemiş olsa gerek ki yakamızı Sam Amca’ya kaptırıp, Türk
dünyasında olan biteni adeta balkondan seyretmişiz. Oysaki oralara onlardan
önce alnımız ak göğsümüz dimdik bir şekilde kendi ağabey-kardeş ilişkimiz çerçevesinde
uzanmalıydık. Bilhassa 2002 öncesi Türkiye’sinde bu avantajımızı
değerlendiremediğimiz gibi, Dilde, fikirde
hiçbir birlikteliği olmayan devletler bizden önce çoktan oralara varıp,
ekonomik pastanın dilimlerini kapmışlar bile. Neyse ki 2002 sonrası Türkiye’sinde geçte olsa
elimizi artık oralara uzatmış durumdayız. Fakat bu eli uzatmışlık şimdilik sadece
tekstil, süper market ve inşaat sektöründe aktif rol almakla sınırlı, oysa
bundan ötesine taşmakta lazım gelir. Taşalım ki dünyada gerçek gücümüzü gösterecek
mihenk taşımız olan Adriyatik’ten Çin Seddine
yönelik büyük projelerle mührümüzü vurabilelim.
Velhasıl, Her ne kadar bir zamanlar Kazakistan da tek adamcı
Nazarbayev faktörü, Özbekistan da despot Kerimov’un birlikteliğimize gölge
düşürecek ayak sürtmeleri ve daha sonrasında küresel baronların engelleme
girişimleri gibi daha nice takozlarla yüzleşsek te gelecekten ümit varız hala. Hele
ki 15 Temmuz Diriliş ruhunu gördükten sonra hiç kuşkunuz olmasın 21. yüzyılın
Türk asrı olacağına inancımız solmayacaktır. Bu
böyle biline.
Vesselam.