TARİKAT
TARTIŞMALARI VE MEDYA
SELİM GÜRBÜZER
Bilindiği üzere 28 Şubat sürecinin
tezgâhladığı Aczimendilik sahne aldıktan sonra Türk basınında ortaya çıkan irtica
tartışmaları bütün hızıyla değişik yorumları beraberinde getirmişti. Malum çok satan kartel medya gazetelerin olayı
veriş şekli tezat teşkil etmesi bir yana mütedeyyin Müslümanları ve ehlisünnet
tarikat ve cemaatleri karalamaya yönelik sinsi bir planın sahneye konuluş
adımıydı. Öyle ki, Aczimendilik üzerinden aba altından sopa gösterilerekten ehlisünnet
çizgisini takip eden tüm cemaatler mercek altına alınıp onları zan altında
bırakma girişimi gözlerden kaçmaz da. Hatta bazıları işin tadını daha da kaçırıp
sözde İslamcı yazarların ağzından televizyon ekranlarında cümle ehlisünnet itikadı
üzerine hareket eden cemaatlere hakaretler yağdırmak ihmal edilmez bile. Böylece
28 Şubata çanak tutmuş oluyorlardı. Yetmedi sürekli televizyonlara konu manken
olan bu sözde aydınların ağzından dökülen zehir zemberek ifadelerle hadiseler çarpıtılaraktan
İslam’ın ana caddesinde yürümeyi ilke edinmiş mütedeyyin Müslümanlara gözdağı
veriliyordu. Daha da yetmedi tankların gölgesinde insanımıza sürekli psikolojik
korku salmış oluyorlardı.
Aylarca gazetelerde sürmanşet olarak
verdikleri Aczimendi ve diğer benzeri gruplar üzerinde verdikleri haberlerle
asıl dert davaları ehlisünnet çizgisi üzerine hareket eden cemaatleri ve
tarikatları irtica yaygarasıyla hedef tahtasına oturtmaktı. Böylece bir taşla
iki kuş vurmanın hesabıyla güya İslam’ın iç terbiyesine yönelik sevgi
ocaklarını kökten imha edeceklerini düşlemişlerdir. Dahası hem Müslüman
kimliğini küçük düşürme hem de İslam’ın yükseliş trendini durduracak
manevralara girişivermişlerdir. Tabii onların bir hesabı varsa, Allah’ın da
mutlak değişmez bir hesabı vardı. Nitekim
onca irtica kategorisiyle tehdit kapsamında mağduriyete uğramanın ardından
Türkiye 2002 yılına uyandığında 28 Şubat’ın post modern darbenin gün geçtikçe
etkisini yitirecek sürece girdiğine şahit olduk. İyi ki de 28 Şubat kalıntısı Anasol-M hükümeti
düşüp yerine milli irade tecelli etti de, 28 Şubat bin yıl sürecek
safsatasından kurtulup 2023 Türkiye’sinden söz eder hale geldik.
Gerçekten de o yıllar tam manasıyla
felaket yıllardı, sıkıysa o yıllarda 28
Şubat aleyhinde bir kalem oynatıla, hemen ipe sapa gelmez suçlamalarla hakkından
geliniyordu. Üstelik mesnetsiz suçlamalara maruz kalanlar cevap verse bir türlü
vermese bir türlü, her iki durumda da kapana
alınmaktan kurtulamazdı. 28 Şubat
denince zaten ölçüsüzlüğün tavan yapıp kendine direnenleri silindir gibi
ezdiği, yalakalık yapanlara da paspas muamelesini layık gören bir sürecin adı
olarak akla takılır. Hele o dönemde bir kartel medya vardı ki, evlere şenlik,
28 Şubat’a tam göbekten bağlıydılar. Sadece göbekten bağlı olsalar yine gam
yemeyiz, brifing almaktan zevk alacak kadar zıvanadan çıkmışlardı. Nasıl bir
medyaysa gece gündüz askeri paşaların talimatları doğrultusunda tuttukları
günlüklerle milletin kuyusunu kazmışlardır. Keza bu nasıl gazetecilikse 28 Şubatın
ortaya koyduğu psikolojik sindirme harekâtının baş aktörleri olmayı onurlarına
yedirebilmişlerdir. Onlar kim onurlu duruş sergilemek kim, maalesef
cibilliyetleri onursuzluğu kaldırabiliyor. Bu yüzdendir ki milletin baş tacı
ettiği sevgi ocakları ve dergâhların varlığı onları içten içte rahatsız
etmiştir. Düşünsenize daha şeriat, tarikat ve cemaat gibi kavramların ne manaya
geldiğini sorup soruşturmadan habire karalama ciheti yoluna gitmişlerdir. Oysa söz
konusu hedef tahtasına oturtulan cemaat ya da müntesiplerin kullandıkları
kavramların tarifini yapacak ortam oluşturulsaydı asıl irtica şablonu tarifine
bizatihi kendilerinin birebir uyum sağladığının tespiti zor olmayacaktı. Ne var
ki böyle bir sağduyu bakış devreye girmediğinden anlı şanlı kartel medya her
şeyi tersyüz gösterecek bir karalama cüretini sergilemeye yeğlemişlerdir. Zaten
onlardan başka bir şey beklenemezdi.
Neyse ki feraset sahibi milletimiz
var. Öyle bir millet ki hiç kimseden akıl almaksızın 28 Şubat zihniyetinin
izlediği metodun ilim mi, yoksa bir senaryo mu olduğunu çözecek derinlikte feraset
sahibi bir milletiz. İşte bu ferasettir ki aziz milletimizi 28 Şubat postmodern
darbe zihniyetinin değirmenine su taşımaktan alıkoymuştur. Belli ki milletimizin
bu engin feraseti ehlisünnet kaynaklı yaşantısının yansıması ferasettir. İyi ki de feraset yanımız var da sözde İslamcı
hareketlerin İslam’la uyum sağlayıp sağlamadığını anlayabiliyoruz. Şayet kartel
medya da milletimizin bu derin ferasetine ve sağduyusuna uygun tavır ortaya koyabilselerdi
sözde İslamcı radikal gruplarla mütedeyyin Müslümanları birbirine karıştırıyor
olmayacaktı. Bundan da öte kendi
meslekleri açısından etik haber veya objektif habercilik yapmış olacaklardı. Mesele
bu kadar gayet basitken, bir anda çirkin
yollara tevessülle 28 Şubat postmodern darbenin amigoluğuna soyunmuş bir
medyayı karşımızda bulduk. Gerçi bu maraz durum 28 Şubat günlerine has bir
illet değil, medyanın eskiden beri kurtulamadığı maraz bir illettir. Hatta bu
hastalıklı yapıda sapla saman birbirine karışınca ister istemez tarikat mensubu
olmayanlar tarikatçı, şarlatanlarda şeyh olarak takdim edilebiliyor. Onlar
huylarından vazgeçmeye dursun köklü gelenekten mahrum, yani sonradan türemiş ne
idüğü belirsiz ehlisünnet dışı grupların gerçek tarikatmış gibi yutturulma
girişimlerinin fitneye yelken açtıklarına bizatihi yakın tarihimiz şahit. İşte 31 Mart vakası, işte yargısız infaz üzere kurulan İstiklal
mahkemeleri, işte Menemen olayları ve
daha nice provokatif girişimler bunun tipik misalini teşkil eder. Tüm bu provokatif
hadiselerin ortak özelliği Asrı Saadet hayatını örnek almamış İslam’ın içtimai
hayatından bihaber kitleleri kullanıp “İşte
Müslümanlık budur” demeye getirmeleridir. Maalesef medya etiğin sadece adı var, oysa
asıl etik davranış milletimizin derin sinesinde gizli. Öyle ki, kartel medyanın Müslümanları zan
altında bırakmaya yönelik her türlü alavere ve dalavereleri toplumun derin
sinesinde sezilip perde arkasında kurguladıkları planlar her defasında duvara
toslayıp hevesleri kursaklarında kalabiliyor. Allah’a çok şükürler olsun ki, Aczmendiliğin
28 Şubatın ürettiği Ergenekon örgütlenmeye temel destek teşkil edecek bir
oluşum olduğunu fark etmekte gecikmedik. Böylece bu grubu kendi oyunuyla baş
başa bırakıvermiş olduk. Her ne kadar Said Nursi gibi bir zattan ilham alarak hareket
ettiklerini söyleseler de kazın ayağı hiçte öyle değildi, çünkü ortaya konulan oyunun parçası misyon yüklenmek
suretiyle Risale-i Nur metoduyla uzaktan yakından alakaları olmadıklarını
Ankara caddelerinde yürüyüşleriyle çoktan kendini ele verir de. Kaldı ki bu ve buna benzer filmleri biz daha
önceden de seyretmiştik, hangi misyonu
yüklenirseler yüklensinler oynanan oyun öteden beri alışık olduğumuz oyundu.
Hani şu her yıl anısına düzenlenen Kubilay’la simgeleştirilen Menemen olayı var
ya, işte bu olayı irdelediğimizde Aczmendi harekâtıyla benzerliğini anlamakta
gecikmeyiz de. Malum provokasyon hadisesi esrarkeş Mehmed’e havale edilmesiyle birlikte
gittiği Menemende Camii içindeki minberden aldığı yeşil bayrağın altına topladığı
kişilere; “Bayrağın altına girmeyen kâfirdir” diye nara attırılmasıyla
Menemen hadisesi vuku bulmuştu. Tarih
tekerrür edecek ya, bu kez benzer provokatif
senaryoyu 28 Şubat’ta izledik. Gerçektende Aczmendi kılığında bir grubu ‘Şeriat
isterük’ diye sokağa salaraktan “İşte
Müslümanlık budur” dedirtecek bir oyunla tüm mütedeyyin Müslümanlar kafeslenecekti. Ne diyelim, adı üzerinde kurgu, geçte olsa fiyaskoyla sonuçlanacaktır.
Evet, Türkiye gündemine ara ara sunulmak üzere
izlettirilen her senaryo geçmişte izlediğim filmlerin tıpa tıp aynısı gibi.
Hele ki her devirde sahnede rol alan aktörlerin köklerine inildikçe görülecektir
ki; bunların her biri İbn-i Sebe, Hasan Sabbah gibi fitne mümessillerinin bir
değişik versiyonu oyunculardır. Dün nasıl ki Hasan Sabbah varsa, bugünde FETÖ
gibi aktörler fitne tohumu ekmek için vardırlar. Allah’tan ki tarihten bugüne
oynanan oyunlarda rol alan tüm fitne aktörlerin hâkimiyetleri hakikat
karşısında er geç maskeleri düşüp tarihin çöplüğüne gömülebiliyor. Ama şu da var ki, bir fitne hareketi gidip
yerine bir başka türeyebiliyor da. İlla tekerrür etmesin diyorsanız İstiklal
şairimiz Mehmet Akif’in haykırışına kulak vermek kâfidir. Bakın ne diyor:
“Tarih tekerrür diye tarif ediyorlar
İbret alınsaydı
tekerrür mü ederdi?” Evet, bu
haykırış meramımızı anlatmaya yeter artar da.
Şu da var ki İbn-i Sebe, Hasan Sabah
gibi fitne önderi aktörler her devirde türese de bunun karşıtı ışık fenerlerimizde
her devirde var olacaktır. Nasıl mı? İşte ehlisünnet çizgisinden kıl payı taviz
vermeyerek Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali nisbetinden gelen Tarikatı Aliyelerin Pirleri
varlığı bu gerçeği teyid ediyor zaten. İyi ki de ehl-i sünnet yolunu yol bilen
Tarikat-ı Aliyeler var da her dönemde fitne hareketlerinin üstesinden
gelebiliyoruz. Çünkü biri zehir diğeri panzehirdir. O halde bize panzehir
görevi ifa eden ehlisünnet yolu üzerine hareket eden ışık fenerlerine tabii
olmak düşer.
Şu da var ki dine duyarlılık dünyada
yükselişe geçtikçe birtakım mihraklar yerinde durmayıp daha da azgınlaşacaktır.
Yetmedi kapalı kapılar ardında rol alan derin senaristler, kendi teorilerinin
iflasını gördükçe, sanal düşman üretmekten geri durmayacaklardır. Her ne kadar günümüz kriterlerinde istihbarat
ve askeri güç gerekliliği vurgulansa da, zihinleri algı operasyonlarıyla esir
almak cephede vuruşmaktan daha akıllıca yöntem gibi gözüküyor. Zaten algı operasyonlarıyla zihinlere pranga
vurmak vahşi batının huyudur, dün olduğu
gibi bugünde fethedeceği ülkeleri birtakım içi boş kavram ve sloganlarla avlamayı
alışkanlık hale getirmekten yüksünmezler de. Baksanıza bu alışkanlıkla herhangi
bir ülkeyi balistik füzelerle ve bombalarla işgal etmektense o ülkenin yerli
kültürleri kurutmanın maliyeti çok daha ucuzdur, niye alışkanlık edinmesinler
ki. Hani, huylu huyundan vazgeçmez derler ya, aynen öylede Batı dünyası bir zamanlar tehdit
gördüğü komünizmin çöküşüyle birlikte kendine yeni rakip güç olarak İslam’ı
seçmiştir. İslam’ı tüm ülke halklarının gözünde küçük düşürebilmek için
denemediği yol ve uygulamadığı senaryo bırakmadı. Onlar deneye dursun şu da var
ki güneş balçıkla sıvanamaz, er geç Allah nurunu tamamlayacak, buna inancımız tam da.
İslam’ın
kendine özgü yapısından mı, ya da sürekli gündemde kalmasından mı bilinmez amma,
her iki halde de İslam’ın gücüne güç kattığı muhakkak. Hatta müberra dinimizi
İslami fobi (korku dini) yaftasıyla yayılışı engellenmeye çalışılsa da hele
şükür İslam’ın cezb ediciliği devam etmektedir. Tabii böylesi cezb edicilik
zinde güçler için hiçte arzu edilmeyen durumdur. Üstelik Müslümanların kahır ekseriyeti
radikal oluşumlardan yana tavır koymayıp, tam aksine insanı kâmillerin
etrafında halka oluşturmakta. Tabii bu
da arzu edilmeyen durum, böylece İslami fobi yaftası suya düşmektedir. Ancak bir takım mahfiller buna da kendince bir
yöntem bulup hakiki mürşitlere karşı alternatif sahte mürşit kılığında aktörlerle
İslam’ın yayılışının önüne geçebileceğini düşünüyorlar. Dahası bu yöntemle ehli tarik yolunun irşat faaliyetlerini
akamete uğratacaklarını sanmaktalar, oysa büyük yanılgı içerisindeler. Bikere
hayatını “İlahi ente maksudu ve rıdaike matlubu”
(Allah’ım isteğim sen, maksadım senin
rızanı kazanmaktır) üzere tanzim
etmiş ışık fenerlerinin faaliyetini hangi sinsi oyun, hangi sinsi tezgâh yöntem
önleyebilir ki? Hele ki niyet hayır akıbet hayır olduktan sonra her halükarda
hak gelince batılın zail olması kaçınılmazdır. Allah korusun niyetten sapma olduğunda
düşüş bizim içinde kaçınılmaz elbet. Madem öyle neydik edip Allah’ın ipine
sımsıkı sarılarak düşmemeye gayret etmek lazım gelir. Zira gayret bizden Tevfik Allah’tandır.
Aman Allah’ım neydi o günler, tek
dert davası Allah olan gönül sultanlarının varlığına tahammül edemeyen bir
takım iç ve dış zinde güçler, bazı taşları yerinden oynatmak adına Aczimendi ve
Ali Kalkancı gibi figürleri 28 Şubat postmodern darbeye malzeme yapmışlardı. Böylece
Müslümanların canına okuyacaklarını düşünüyorlardı. Neyse ki necip milletimizin
feraseti sayesinde bu oyunlar her defasında akamete uğrayabiliyor. Dedik ya sık
sık aynı oyunları pek çok defalar seyrettiğimizden eskisi kadar yutmuyoruz. İlginçtir
magazin dünyasının ünlü isimlerinden, aynı zamanda JİTEM’in yayın organı
strateji dergisinde çalışan Sisi lakaplı Seyhan Soylu bir travesti Müslümanlar
üzerinde oynanan oyundaki rolünü itiraf edebilmiştir. Nitekim açıklamalarına
baktığımızda; 28 Şubat postmodern darbeye zemin hazırlamak adına bizatihi bu
işi tezgâhlayanların içerisinde bulunduğunu ve bu iş için Ali Kalkancı, Müslim
Gündüz, Fadime Şahin gibi tiplemelerin kullanıldığını görüyoruz. Her ne kadar
Sisi’nin itirafı geç kalınmış bir itiraf olsa da, sonuçta 28 Şubat post modern darbenin milletin
canını okumaya yönelik bir hareket olduğunu tarihe not düşmesi bakımdan kayda
değer buluyoruz. İyi ki de tarihe not düşüldü de bu ve buna benzer itiraflar
sayesinde 28 Şubatın maskesini düşürecek komisyonun kurulduğuna şahit olabildik.
Gerçektende Meclis araştırma komisyonunun yaptığı çalışmalarda Aczimendi ve Kalkancı
hadiselerin arka planında birtakım zinde kuvvetlerin varlığı bir kez daha doğrulanmış
oldu. Artık şu anlaşıldı ki; 28 Şubat demek irtica bahanesinin arkasına
sığınaraktan İslam’ı silme amaçlı postmodern darbe girişimidir. Daha da ilginç
olan Kalkancı’nın 28 Şubat postmodern darbenin ürettiği bir sahte şeyh rolünde İslam’dan
bihaber biri olduğunun ortaya çıkmasıdır. Belki içlerinde olup biteni okuyamamanın
cehaletiyle samimi kişiler var olmuş olabilir, ama ortada bir tezgâhın döndüğü
besbelliydi. Sonuçta bilerek veya bilmeyerek de olsa bu adi ve sinsice oynanan
oyuna alet olmaları hasebiyle yinede tövbe etmeleri gerekir. Zira tövbe kapısı
son nefese kadar açıktır. Bakın, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resulü
de Mekke’nin fethinde Müslümanlara acımasızca zulüm yapmış birkaç kişinin dışında
bütün müşrikleri affetmiş ve onlara şöyle buyurmuştu: “Bende Yusuf’un kardeşlerine ‘bugün size kınama yok. Allah sizi
affetsin. O merhamet edenlerin en merhametlisidir.’ Dediği gibi derim… Gidin,
serbestsiniz”
Fatih
Sultan Mehmet’te Peygamber dilinden övülmüş kumandan edasıyla Topkapı
surlarından İstanbul’a girerken gayrimüslimlere aynı hoşgörü ve hürriyet tavrı
gösterip; ‘Latin şapkası görmektense
Osmanlı sarığı görmek daha yeğdir’ lafını söylettirebilmiştir. Yine günümüz
Türkiye’sinde Seyda (k.s)’de kendisini karalamaya çalışan basına karşı
söylediği o müthiş söz aynı kaynaktan beslenmiş bir başka tavrı ortaya
koyuyordu:
—Biz bize iftira edenleri bile severiz. Yapımız bu temel üzeredir.
İşte bu müthiş kayda değer sözlere bilmem başka
daha ne eklenebilir ki?
İrtica tartışmalarından çıkaracağımız bir diğer
husus ta uçuk kaçık şeylere itibar etmemek olmalıdır. Maalesef yozlaşmanın
doruğa ulaştığı şu fani dünyada kendine çıkış yolu arayan bir takım insanlar
psikolojik ihtiyaç gördüğü şova dayalı sahte tarikat ve sahte önderlerden medet
ummaları hakiki tarikatlara, hakiki mürşitlere gölge düşürebiliyor. Ehlisünnet
çizgisinde yürüyen tasavvuf yolunu tercih etmek gerekirken maalesef istidrac
kaynaklı gösterişe dayalı sapık yollara tevessül edilmekte. Oysa ölçüsü Allah ve
Resulünün hakikatleri olan bir müminin tercihi, Risale-i Kuşeyri’de beyan
buyrulan ‘istikamet’ üzere giden yol olmalıdır. Bakın Rabbani âlimler ne
diyor;
“Her kim ki bizde
İslam’a ve sünnet-i seniyye’ye aykırı bizi uyarmazsa ruz-i mahşerde iki elimiz
yakasında davacı oluruz.” Böyle demekle de çok haklılar, çünkü müminin
kerameti, müminin istikametidir.
Vesselam.