30 Haziran 2016 Perşembe

TARİKAT TARTIŞMALARI VE MEDYA


 TARİKAT TARTIŞMALARI VE MEDYA
                                                                                                          
SELİM GÜRBÜZER

        Bilindiği üzere 28 Şubat sürecinin tezgâhladığı Aczimendilik sahne aldıktan sonra Türk basınında ortaya çıkan irtica tartışmaları bütün hızıyla değişik yorumları beraberinde getirmişti.  Malum çok satan kartel medya gazetelerin olayı veriş şekli tezat teşkil etmesi bir yana mütedeyyin Müslümanları ve ehlisünnet tarikat ve cemaatleri karalamaya yönelik sinsi bir planın sahneye konuluş adımıydı. Öyle ki, Aczimendilik üzerinden aba altından sopa gösterilerekten ehlisünnet çizgisini takip eden tüm cemaatler mercek altına alınıp onları zan altında bırakma girişimi gözlerden kaçmaz da. Hatta bazıları işin tadını daha da kaçırıp sözde İslamcı yazarların ağzından televizyon ekranlarında cümle ehlisünnet itikadı üzerine hareket eden cemaatlere hakaretler yağdırmak ihmal edilmez bile. Böylece 28 Şubata çanak tutmuş oluyorlardı. Yetmedi sürekli televizyonlara konu manken olan bu sözde aydınların ağzından dökülen zehir zemberek ifadelerle hadiseler çarpıtılaraktan İslam’ın ana caddesinde yürümeyi ilke edinmiş mütedeyyin Müslümanlara gözdağı veriliyordu. Daha da yetmedi tankların gölgesinde insanımıza sürekli psikolojik korku salmış oluyorlardı.
          Aylarca gazetelerde sürmanşet olarak verdikleri Aczimendi ve diğer benzeri gruplar üzerinde verdikleri haberlerle asıl dert davaları ehlisünnet çizgisi üzerine hareket eden cemaatleri ve tarikatları irtica yaygarasıyla hedef tahtasına oturtmaktı. Böylece bir taşla iki kuş vurmanın hesabıyla güya İslam’ın iç terbiyesine yönelik sevgi ocaklarını kökten imha edeceklerini düşlemişlerdir. Dahası hem Müslüman kimliğini küçük düşürme hem de İslam’ın yükseliş trendini durduracak manevralara girişivermişlerdir. Tabii onların bir hesabı varsa, Allah’ın da mutlak değişmez bir hesabı vardı.  Nitekim onca irtica kategorisiyle tehdit kapsamında mağduriyete uğramanın ardından Türkiye 2002 yılına uyandığında 28 Şubat’ın post modern darbenin gün geçtikçe etkisini yitirecek sürece girdiğine şahit olduk.  İyi ki de 28 Şubat kalıntısı Anasol-M hükümeti düşüp yerine milli irade tecelli etti de, 28 Şubat bin yıl sürecek safsatasından kurtulup 2023 Türkiye’sinden söz eder hale geldik.          
          Gerçekten de o yıllar tam manasıyla felaket yıllardı,  sıkıysa o yıllarda 28 Şubat aleyhinde bir kalem oynatıla,  hemen ipe sapa gelmez suçlamalarla hakkından geliniyordu. Üstelik mesnetsiz suçlamalara maruz kalanlar cevap verse bir türlü vermese bir türlü,  her iki durumda da kapana alınmaktan kurtulamazdı.  28 Şubat denince zaten ölçüsüzlüğün tavan yapıp kendine direnenleri silindir gibi ezdiği, yalakalık yapanlara da paspas muamelesini layık gören bir sürecin adı olarak akla takılır. Hele o dönemde bir kartel medya vardı ki, evlere şenlik, 28 Şubat’a tam göbekten bağlıydılar. Sadece göbekten bağlı olsalar yine gam yemeyiz, brifing almaktan zevk alacak kadar zıvanadan çıkmışlardı. Nasıl bir medyaysa gece gündüz askeri paşaların talimatları doğrultusunda tuttukları günlüklerle milletin kuyusunu kazmışlardır. Keza bu nasıl gazetecilikse 28 Şubatın ortaya koyduğu psikolojik sindirme harekâtının baş aktörleri olmayı onurlarına yedirebilmişlerdir. Onlar kim onurlu duruş sergilemek kim, maalesef cibilliyetleri onursuzluğu kaldırabiliyor. Bu yüzdendir ki milletin baş tacı ettiği sevgi ocakları ve dergâhların varlığı onları içten içte rahatsız etmiştir. Düşünsenize daha şeriat, tarikat ve cemaat gibi kavramların ne manaya geldiğini sorup soruşturmadan habire karalama ciheti yoluna gitmişlerdir. Oysa söz konusu hedef tahtasına oturtulan cemaat ya da müntesiplerin kullandıkları kavramların tarifini yapacak ortam oluşturulsaydı asıl irtica şablonu tarifine bizatihi kendilerinin birebir uyum sağladığının tespiti zor olmayacaktı. Ne var ki böyle bir sağduyu bakış devreye girmediğinden anlı şanlı kartel medya her şeyi tersyüz gösterecek bir karalama cüretini sergilemeye yeğlemişlerdir. Zaten onlardan başka bir şey beklenemezdi.   
         Neyse ki feraset sahibi milletimiz var. Öyle bir millet ki hiç kimseden akıl almaksızın 28 Şubat zihniyetinin izlediği metodun ilim mi, yoksa bir senaryo mu olduğunu çözecek derinlikte feraset sahibi bir milletiz. İşte bu ferasettir ki aziz milletimizi 28 Şubat postmodern darbe zihniyetinin değirmenine su taşımaktan alıkoymuştur. Belli ki milletimizin bu engin feraseti ehlisünnet kaynaklı yaşantısının yansıması ferasettir.  İyi ki de feraset yanımız var da sözde İslamcı hareketlerin İslam’la uyum sağlayıp sağlamadığını anlayabiliyoruz. Şayet kartel medya da milletimizin bu derin ferasetine ve sağduyusuna uygun tavır ortaya koyabilselerdi sözde İslamcı radikal gruplarla mütedeyyin Müslümanları birbirine karıştırıyor olmayacaktı.  Bundan da öte kendi meslekleri açısından etik haber veya objektif habercilik yapmış olacaklardı. Mesele bu kadar gayet basitken,  bir anda çirkin yollara tevessülle 28 Şubat postmodern darbenin amigoluğuna soyunmuş bir medyayı karşımızda bulduk. Gerçi bu maraz durum 28 Şubat günlerine has bir illet değil, medyanın eskiden beri kurtulamadığı maraz bir illettir. Hatta bu hastalıklı yapıda sapla saman birbirine karışınca ister istemez tarikat mensubu olmayanlar tarikatçı, şarlatanlarda şeyh olarak takdim edilebiliyor. Onlar huylarından vazgeçmeye dursun köklü gelenekten mahrum, yani sonradan türemiş ne idüğü belirsiz ehlisünnet dışı grupların gerçek tarikatmış gibi yutturulma girişimlerinin fitneye yelken açtıklarına bizatihi yakın tarihimiz şahit.  İşte 31 Mart vakası,  işte yargısız infaz üzere kurulan İstiklal mahkemeleri,  işte Menemen olayları ve daha nice provokatif girişimler bunun tipik misalini teşkil eder. Tüm bu provokatif hadiselerin ortak özelliği Asrı Saadet hayatını örnek almamış İslam’ın içtimai hayatından bihaber kitleleri kullanıp “İşte Müslümanlık budur” demeye getirmeleridir.  Maalesef medya etiğin sadece adı var, oysa asıl etik davranış milletimizin derin sinesinde gizli.  Öyle ki, kartel medyanın Müslümanları zan altında bırakmaya yönelik her türlü alavere ve dalavereleri toplumun derin sinesinde sezilip perde arkasında kurguladıkları planlar her defasında duvara toslayıp hevesleri kursaklarında kalabiliyor.  Allah’a çok şükürler olsun ki, Aczmendiliğin 28 Şubatın ürettiği Ergenekon örgütlenmeye temel destek teşkil edecek bir oluşum olduğunu fark etmekte gecikmedik. Böylece bu grubu kendi oyunuyla baş başa bırakıvermiş olduk. Her ne kadar Said Nursi gibi bir zattan ilham alarak hareket ettiklerini söyleseler de kazın ayağı hiçte öyle değildi,  çünkü ortaya konulan oyunun parçası misyon yüklenmek suretiyle Risale-i Nur metoduyla uzaktan yakından alakaları olmadıklarını Ankara caddelerinde yürüyüşleriyle çoktan kendini ele verir de.  Kaldı ki bu ve buna benzer filmleri biz daha önceden de seyretmiştik,  hangi misyonu yüklenirseler yüklensinler oynanan oyun öteden beri alışık olduğumuz oyundu. Hani şu her yıl anısına düzenlenen Kubilay’la simgeleştirilen Menemen olayı var ya, işte bu olayı irdelediğimizde Aczmendi harekâtıyla benzerliğini anlamakta gecikmeyiz de. Malum provokasyon hadisesi esrarkeş Mehmed’e havale edilmesiyle birlikte gittiği Menemende Camii içindeki minberden aldığı yeşil bayrağın altına topladığı kişilere; “Bayrağın altına girmeyen kâfirdir” diye nara attırılmasıyla Menemen hadisesi vuku bulmuştu.  Tarih tekerrür edecek ya,  bu kez benzer provokatif senaryoyu 28 Şubat’ta izledik. Gerçektende Aczmendi kılığında bir grubu  ‘Şeriat isterük’ diye sokağa salaraktan “İşte Müslümanlık budur” dedirtecek bir oyunla tüm mütedeyyin Müslümanlar kafeslenecekti.  Ne diyelim, adı üzerinde kurgu,  geçte olsa fiyaskoyla sonuçlanacaktır.
            Evet,  Türkiye gündemine ara ara sunulmak üzere izlettirilen her senaryo geçmişte izlediğim filmlerin tıpa tıp aynısı gibi. Hele ki her devirde sahnede rol alan aktörlerin köklerine inildikçe görülecektir ki; bunların her biri İbn-i Sebe, Hasan Sabbah gibi fitne mümessillerinin bir değişik versiyonu oyunculardır. Dün nasıl ki Hasan Sabbah varsa, bugünde FETÖ gibi aktörler fitne tohumu ekmek için vardırlar. Allah’tan ki tarihten bugüne oynanan oyunlarda rol alan tüm fitne aktörlerin hâkimiyetleri hakikat karşısında er geç maskeleri düşüp tarihin çöplüğüne gömülebiliyor.  Ama şu da var ki, bir fitne hareketi gidip yerine bir başka türeyebiliyor da. İlla tekerrür etmesin diyorsanız İstiklal şairimiz Mehmet Akif’in haykırışına kulak vermek kâfidir. Bakın ne diyor:
           “Tarih tekerrür diye tarif ediyorlar
            İbret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”  Evet, bu haykırış meramımızı anlatmaya yeter artar da.  
          Şu da var ki İbn-i Sebe, Hasan Sabah gibi fitne önderi aktörler her devirde türese de bunun karşıtı ışık fenerlerimizde her devirde var olacaktır. Nasıl mı? İşte ehlisünnet çizgisinden kıl payı taviz vermeyerek Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali nisbetinden gelen Tarikatı Aliyelerin Pirleri varlığı bu gerçeği teyid ediyor zaten. İyi ki de ehl-i sünnet yolunu yol bilen Tarikat-ı Aliyeler var da her dönemde fitne hareketlerinin üstesinden gelebiliyoruz. Çünkü biri zehir diğeri panzehirdir. O halde bize panzehir görevi ifa eden ehlisünnet yolu üzerine hareket eden ışık fenerlerine tabii olmak düşer.  
         Şu da var ki dine duyarlılık dünyada yükselişe geçtikçe birtakım mihraklar yerinde durmayıp daha da azgınlaşacaktır. Yetmedi kapalı kapılar ardında rol alan derin senaristler, kendi teorilerinin iflasını gördükçe, sanal düşman üretmekten geri durmayacaklardır.  Her ne kadar günümüz kriterlerinde istihbarat ve askeri güç gerekliliği vurgulansa da, zihinleri algı operasyonlarıyla esir almak cephede vuruşmaktan daha akıllıca yöntem gibi gözüküyor.  Zaten algı operasyonlarıyla zihinlere pranga vurmak vahşi batının huyudur,  dün olduğu gibi bugünde fethedeceği ülkeleri birtakım içi boş kavram ve sloganlarla avlamayı alışkanlık hale getirmekten yüksünmezler de. Baksanıza bu alışkanlıkla herhangi bir ülkeyi balistik füzelerle ve bombalarla işgal etmektense o ülkenin yerli kültürleri kurutmanın maliyeti çok daha ucuzdur, niye alışkanlık edinmesinler ki.  Hani,  huylu huyundan vazgeçmez derler ya,  aynen öylede Batı dünyası bir zamanlar tehdit gördüğü komünizmin çöküşüyle birlikte kendine yeni rakip güç olarak İslam’ı seçmiştir. İslam’ı tüm ülke halklarının gözünde küçük düşürebilmek için denemediği yol ve uygulamadığı senaryo bırakmadı. Onlar deneye dursun şu da var ki güneş balçıkla sıvanamaz, er geç Allah nurunu tamamlayacak,  buna inancımız tam da.
        İslam’ın kendine özgü yapısından mı, ya da sürekli gündemde kalmasından mı bilinmez amma, her iki halde de İslam’ın gücüne güç kattığı muhakkak. Hatta müberra dinimizi İslami fobi (korku dini) yaftasıyla yayılışı engellenmeye çalışılsa da hele şükür İslam’ın cezb ediciliği devam etmektedir. Tabii böylesi cezb edicilik zinde güçler için hiçte arzu edilmeyen durumdur. Üstelik Müslümanların kahır ekseriyeti radikal oluşumlardan yana tavır koymayıp, tam aksine insanı kâmillerin etrafında halka oluşturmakta.  Tabii bu da arzu edilmeyen durum, böylece İslami fobi yaftası suya düşmektedir.  Ancak bir takım mahfiller buna da kendince bir yöntem bulup hakiki mürşitlere karşı alternatif sahte mürşit kılığında aktörlerle İslam’ın yayılışının önüne geçebileceğini düşünüyorlar.  Dahası bu yöntemle ehli tarik yolunun irşat faaliyetlerini akamete uğratacaklarını sanmaktalar, oysa büyük yanılgı içerisindeler. Bikere hayatını “İlahi ente maksudu ve rıdaike matlubu” (Allah’ım isteğim sen, maksadım senin rızanı kazanmaktır)  üzere tanzim etmiş ışık fenerlerinin faaliyetini hangi sinsi oyun, hangi sinsi tezgâh yöntem önleyebilir ki? Hele ki niyet hayır akıbet hayır olduktan sonra her halükarda hak gelince batılın zail olması kaçınılmazdır. Allah korusun niyetten sapma olduğunda düşüş bizim içinde kaçınılmaz elbet. Madem öyle neydik edip Allah’ın ipine sımsıkı sarılarak düşmemeye gayret etmek lazım gelir.  Zira gayret bizden Tevfik Allah’tandır.  
            Aman Allah’ım neydi o günler,   tek dert davası Allah olan gönül sultanlarının varlığına tahammül edemeyen bir takım iç ve dış zinde güçler, bazı taşları yerinden oynatmak adına Aczimendi ve Ali Kalkancı gibi figürleri 28 Şubat postmodern darbeye malzeme yapmışlardı. Böylece Müslümanların canına okuyacaklarını düşünüyorlardı. Neyse ki necip milletimizin feraseti sayesinde bu oyunlar her defasında akamete uğrayabiliyor. Dedik ya sık sık aynı oyunları pek çok defalar seyrettiğimizden eskisi kadar yutmuyoruz. İlginçtir magazin dünyasının ünlü isimlerinden, aynı zamanda JİTEM’in yayın organı strateji dergisinde çalışan Sisi lakaplı Seyhan Soylu bir travesti Müslümanlar üzerinde oynanan oyundaki rolünü itiraf edebilmiştir. Nitekim açıklamalarına baktığımızda; 28 Şubat postmodern darbeye zemin hazırlamak adına bizatihi bu işi tezgâhlayanların içerisinde bulunduğunu ve bu iş için Ali Kalkancı, Müslim Gündüz, Fadime Şahin gibi tiplemelerin kullanıldığını görüyoruz. Her ne kadar Sisi’nin itirafı geç kalınmış bir itiraf olsa da,  sonuçta 28 Şubat post modern darbenin milletin canını okumaya yönelik bir hareket olduğunu tarihe not düşmesi bakımdan kayda değer buluyoruz. İyi ki de tarihe not düşüldü de bu ve buna benzer itiraflar sayesinde 28 Şubatın maskesini düşürecek komisyonun kurulduğuna şahit olabildik. Gerçektende Meclis araştırma komisyonunun yaptığı çalışmalarda Aczimendi ve Kalkancı hadiselerin arka planında birtakım zinde kuvvetlerin varlığı bir kez daha doğrulanmış oldu. Artık şu anlaşıldı ki; 28 Şubat demek irtica bahanesinin arkasına sığınaraktan İslam’ı silme amaçlı postmodern darbe girişimidir. Daha da ilginç olan Kalkancı’nın 28 Şubat postmodern darbenin ürettiği bir sahte şeyh rolünde İslam’dan bihaber biri olduğunun ortaya çıkmasıdır.  Belki içlerinde olup biteni okuyamamanın cehaletiyle samimi kişiler var olmuş olabilir, ama ortada bir tezgâhın döndüğü besbelliydi. Sonuçta bilerek veya bilmeyerek de olsa bu adi ve sinsice oynanan oyuna alet olmaları hasebiyle yinede tövbe etmeleri gerekir. Zira tövbe kapısı son nefese kadar açıktır. Bakın, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resulü de Mekke’nin fethinde Müslümanlara acımasızca zulüm yapmış birkaç kişinin dışında bütün müşrikleri affetmiş ve onlara şöyle buyurmuştu: “Bende Yusuf’un kardeşlerine ‘bugün size kınama yok. Allah sizi affetsin. O merhamet edenlerin en merhametlisidir.’ Dediği gibi derim… Gidin, serbestsiniz”
           Fatih Sultan Mehmet’te Peygamber dilinden övülmüş kumandan edasıyla Topkapı surlarından İstanbul’a girerken gayrimüslimlere aynı hoşgörü ve hürriyet tavrı gösterip; ‘Latin şapkası görmektense Osmanlı sarığı görmek daha yeğdir’ lafını söylettirebilmiştir. Yine günümüz Türkiye’sinde Seyda (k.s)’de kendisini karalamaya çalışan basına karşı söylediği o müthiş söz aynı kaynaktan beslenmiş bir başka tavrı ortaya koyuyordu:
            —Biz bize iftira edenleri bile severiz. Yapımız bu temel üzeredir.
            İşte bu müthiş kayda değer sözlere bilmem başka daha ne eklenebilir ki?
             İrtica tartışmalarından çıkaracağımız bir diğer husus ta uçuk kaçık şeylere itibar etmemek olmalıdır. Maalesef yozlaşmanın doruğa ulaştığı şu fani dünyada kendine çıkış yolu arayan bir takım insanlar psikolojik ihtiyaç gördüğü şova dayalı sahte tarikat ve sahte önderlerden medet ummaları hakiki tarikatlara, hakiki mürşitlere gölge düşürebiliyor. Ehlisünnet çizgisinde yürüyen tasavvuf yolunu tercih etmek gerekirken maalesef istidrac kaynaklı gösterişe dayalı sapık yollara tevessül edilmekte. Oysa ölçüsü Allah ve Resulünün hakikatleri olan bir müminin tercihi, Risale-i Kuşeyri’de beyan buyrulan  ‘istikamet’ üzere giden yol olmalıdır. Bakın Rabbani âlimler ne diyor;
             “Her kim ki bizde İslam’a ve sünnet-i seniyye’ye aykırı bizi uyarmazsa ruz-i mahşerde iki elimiz yakasında davacı oluruz.” Böyle demekle de çok haklılar, çünkü müminin kerameti, müminin istikametidir.
              Vesselam.

29 Haziran 2016 Çarşamba

ŞEHR-İ HİLÂL RAMAZAN



             ŞEHR-İ HİLÂL RAMAZAN
                 
SELİM GÜRBÜZER

            Ramad, yanmış taş demek, Ramazan sıcak mevsimde zuhur ettiği için bu adı almış. Öyle ki, bu ayın doğuşuyla birlikte hararetten taşlar kızgınlaşırmış. Taşlar kızgınlaşa dursun insanlar bu bunaltıcı sıcaklara rağmen oruç tutup günahlarını yakmışlar bile. Tabii ki Ramazanı sadece tabiat olayıyla değerlendiremeyiz,  bizim için manevi ecri çok daha önem arz eder. Nitekim Hz. Enes (r.a.) bir hadis-i şerifi şöyle nakleder,
            Allah Resulü Ashabına:
            "-  Ramazana niye Ramazan denildiğini biliyor musunuz?"
            Ashap cevaben;
          "-Allah ve Resulü bilir, biz bilmeyiz" der.
           Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
            "- Allah (c.c)  kişinin günahını yaktığı için Ramazan denmiştir."
            Keza, Ebu Zer’den (r.a.) nakledilen bir hadis-i şerifte; "İbrahim’in (a.s.)  suhufu Ramazanın üçüncü gecesi, İncil İsa'ya (a.s.) Ramazanın on üçüncü gecesinde, Kur'an-ı Azimüşşan Muhammed Mustafa'ya (s.a.v.) Ramazanın yirmi dördüncü gecesinde nazil oldu" diye beyan buyrulmuştur.
            Ebû Hureyre'den (r.a.) rivayet edilen bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur; "Ramazan'ın ilk gecesi olunca melekler şeytanı ve cinleri bağlarlar, cehennem kapısını kaparlar, cennet kapısını açarlar. Bir melek hayır yapan gelsin, kötülük yapan gitsin diye çağırır. Allah'ın (c.c.) bu ayda ateşten kurtulmuş kulları vardır. Ramazan ayı çıkıncaya kadar her gece böyle derler."
            İşte yukarıda zikredilen hadis-i şeriflerden hareketle Ramazan ayı için hem günahları temizleyen, hem de manen arınmaya vesile bir Şehr-i Hilâl ay diyebiliriz. Belli ki Ramazan ayını bereketli kılan husus on bir ayın toplamına bedel olmasıdır. Nasıl bedel olmasın ki, bir kere ferman Yücelerden böyle yazılmış, bu yüzden on bir ayın bütününe hükmetmesi gayet tabiidir.  Nitekim bu hususta Resûlullah (s.a.v.), “Allah (c.c.) Ramazan ayını muhteşem yarattı. Kim o ayda bir lira sadaka verse, Allah (c.c.) o kişiye bütün halka sadaka vermişçesine sevap verir. Kim Ramazan'da bir rekât namaz kılsa, diğer aylarda yüz bin rekât namaz kılmış gibi sevap verir. Kim bir çıplağa elbise giydirirse, Allah (c.c.) o kişiye yedi yüz cennet elbisesi giydirir. O günde ki bütün halk orada çıplak olacaktır. Kim Ramazanda bir kul azad etse, yedi yüz kul azad etmiş gibidir. Ramazan'ın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azad olmaktır" beyan buyurmuştur. Kelimenin tam anlamıyla Şehr-i Ramazan on bir ayın baş tacı sultan aydır. Yetmedi bağrında taşıdığı mübarek üç ayların sonuncusu olmasına rağmen tek önder aydır. İşte Sultanlık böyle bir şeydir, sonun başlangıcı olması hasebiyle adından Şehr-i Hilâl diye söz ettirir de. Bakın Osmanlı bu ayların mana ve ruhunu bildiği içindir;  sancağını üç tuğlu hilâlle taçlandırmış bile. Hatta  “Recep-Şaban-Ramazan” diye andıkları bu üç bereketli hilâle sadık kalmanın semeresini üç kıtada cihangir bir devlet olmakla tatmışlardır.  Düşünün ki devlet bazında üç hilâlin semeresi buysa, kim bilir kul bazında meyvesi nedir? Bu sorunun cevabı için şöyle kaynakları taradığımızda Şehr-i Ramazan'ın kullar üzerinde:
           -Rahmet,
           -Mağfiret,
                  -Azad olmak üzere üç meyvesi (ecri) olduğunu görürüz. Gerçekten de bahşedilen bu üç lütuf müminleri her bakımdan bereketlendirmeye yetmiş artmışta.  İşte bu nedenle bu üç ecre üç hilalli bereket ay dersek yeridir. Elbette ki üç ayların hakkını yerine getiren her mümin ay yüzlü olur da. Nasıl ay yüzlü olmasın ki,  bakın Resûlullah (s.a.v.) bu üç bereketli hilâl aylar için ne buyuruyor. Allah Resulü der ki;"Recep ayı Allah'ındır. Şaban ayı benim ayımdır. Ramazan ümmetimin ayıdır." Hakeza yine bir hadisi şerifte; "Recep yel gibi, Şaban bulut gibi, Ramazan yağmur gibidir. Recep ayında olan hasenat bire ondur. Şaban ayında bire seksendir. Ramazan'da bire bindir. Recep kişinin bedenini temizler. Şaban gönlünü temizler. Ramazan ruhunu temizler. Şaban’ın üstünlüğü diğer aylara üstünlüğü benim diğer peygamberlere üstünlüğüm gibidir. Ramazan ayının diğer aylara üstünlüğü Allah'ın (c.c.) halka üstünlüğü gibidir.”  Böylece zikredilen hadis-i şeriflerle Şehr-i Hilâlin gerçek veçhesi ortaya çıkmış olur.
                Şurası muhakkak insan mizacını ortaya koyan beden, gönül ve ruh üçlüsü bir birinden ayrılmaz üç arkadaş gibidirler. Nitekim beden sıhhat bulmazsa gönül huzur bulmaz. Tabii gönül huzur bulmayınca ruhta huzur bulamaz.  Dahası gönülsüz bir ruh kafese kapanmış bir kuş gibidir, ister istemez kendini tutsak hissedecektir, bu kaçınılmaz. Anlaşılan, huzurlu bir hayat için beden, gönül ve ruh dünyamızı dengede tutmak gerekir. Maazallah bir insan muvazeneyi (dengeyi) yitirmeye dursun, bir anda iç ve dış dünyası karanlığa bürünmesi an meselesi. Neyse ki bu noktada imdadımıza üç hilâlin bereket remzi “Recep, Şaban ve Ramazan” aylar yetişmekte. Hem de ne yetişme,  icabında bu üç aylar Hızır gibi yetişir de. O halde fırsat bu fırsat deyip beden, gönül ve ruh dünyamızı temizlemeye bakalım. Ruhunu temizleyen bir insan düşünün ki, hakiki kul olmanın idrakine ermiş olmaz mı, elbette ki olur. Zaten üç hilâl aylar yel, bulut ve yağmur misali beden, gönül ve ruh üçlüsünden oluşan dünyamızı temizlemek için vardır.
            Hele hele Ramazan ayının içinde gizli bir gece var ki, Allah-u Teâlâ o gece hakkında bakın ne buyuruyor; "(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, Kur'an onda (kadir gecesinde levh-i mahfuzdan semâ-i dünya'ya) inmiştir” (Bakara 185).  Evet, ayette geçen Kadir gecesi, bizi ötelere kanatlandıran bir müjdedir. Hakeza yine Allah-u Teâlâ bir başka ayet-i celile de, “Gerçek biz onu (Kur'an’ı) kadir gecesinde indirdik”  (Kadir/1)  beyanıyla bu gecenin önemine dikkat çekmiştir. İyi ki dikkatimize sunulmuş,  Kur’an-ı Mucizül Beyanla muştulanırız da. Öyle bir muştu ki,  tüm meşayıhı kiram ve âlimler Kadir gecesini Ramazanın kalbi mesabesinde gördüklerinden diğer gecelerin Şah-ı olarak ilan etmişler bile. İşte bu yüzden Hâce Ali Râmitenî (k.s) “Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi Kadir bil” demiştir.
            Her kim ki Şehr-i Ramazanı hakkıyla yâd eder ve geçmiş günahlarına pişmanlık duyup tövbe ederse annesinden yeni doğmuş çocuk gibi hiç günah işlememiş saf bir hüviyet kazanır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) bu hususta şöyle buyurmuş: "Ramazanın ilk gecesi olunca Allah (c.c.), kim beni severse, bende onu severim. Kim beni isterse ben de onu isterim. Kim istiğfar ederse, bağışlarım." 
           Yine nakledildiğine göre, Ramazan hilâli gözüktüğü zaman arş, kürsi ve melekler kendi hal lisanıyla şöyle dile gelirler;
            "- Ne mutlu Muhammed ümmetine, Allah katında kerametleri çoktur. Güneş, ay, yıldızlar, gece, gündüz, denizlerdeki balıklar, karalardaki canlılar, şeytandan başka her şey Âdemoğulları için istiğfar ederler."
            İşte onların bu dile gelişi karşısında Yüce Allah (c.c.) meleklere:
            "- Namazınızı ve tespihinizi Muhammed ümmetine bağışlayın" buyurur. Onlar da bağışlarlar (Bkz. Envârül aşıkın. S. 320).
            Evet!  Ramazan müminlere rahmet olmakla kalmaz, bu ara da şeytan ve cinlerde etkisizleştirilip adeta zincire bağlanır da.  Zira Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.); "Ramazanın ilk gecesinde şeytanları ve cinnileri bağlarlar. Cehennemin kapısını kaparlar, Cennet kapılarını açarlar" buyurmuşlardır.
            Şehr-i Ramazanın adını sıcak taşlardan aldığını belirtmiştik. Bu konuyla ilgili Begavi, tefsirinde şöyle der: "Şüphesiz Ramazan, bir ayın adıdır. O zaman oruç çok sıcak bir aya gelmişti. Halk o ayda oruç tutuyordu. Taşların hararetinden o ayın adı "Ramazan" oldu. Kur'an'a, sureleri, ayetleri, kıssaları emir ve nehyi, vâdi ve vahidi topladığından dolayı "Kur'an" dediler. Çünkü asıl manası toplamaktır."
             Yine Ramazana şan katan bir diğer husussa hiç kuşkusuz Kuran’ın bu ayda inmesidir. Malum, Kur'an Allah'ın sıfatı olması hasebiyle insanlık ona koşmaktadır. Çağlara ferman okuyan tek kaynaktır Kur’an-ı Mu'ciz'ül Beyan. Bir başka ifadeyle Ramazan'a yücelik veren Kelam-ı kadimdir. Bir kere Allah kelamının geçtiği yerde tüm mahlûkatın başı eğiktir. İşte bu yüzden Ramazan'ı Kur’an’ın kalbi olarak biliriz. Madem öyle, bu ayda Kur’an’ı hatmetmek gerek,  çokça ibadet etmek gerek,  orucu halis niyetle tutmak gerek,  ana ve babanın gönlünü hoş etmek gerek,  müminlere karşı alçak gönüllü olmak gerek,  iftar sofralarını fakirlere ve dostlara açmak gerek. Tüm bu gereklilikler içerisinde Ramazan’ı hakkıyla yâd etmek gerek ki Mevla’ya layık kul olabilelim.
            Anlaşılan, Müminlerin gözünde üç aylar bir bambaşka duygu selidir. Öyle bir duygu seli ki, üç bereketli hilâlin manevi ışığıyla hem gönüller şadan olur, hem cümle âlem bu büyük nimetten nasiplenir de. Zaten üç hilâle adını veren Recep, Şaban ve Ramazan bunun için vardır. İyi ki de varlar, bu sayede inananlar üç ayların gelmesiyle birlikte bir başka nurlanırlar. Ne kadar birikmiş günah kiri varsa temizlenir de. İşte bu yüzden başta Peygamberimiz olmak üzere Sahabe ve Evliya-i İzam bu ayların bereketini öve öve bitirememişlerdir.
            Şehr-i Ramazan mağfiretimize kapı aralayan ümit kalemizdir. Hele şafakta Ramazan hilâli görünmeye dursun hemen rahmete kavuşuruz da. Hatta hilal göründüğünde  “Allah'ım bu ne güzel Şehr-i Hilâl ay” demekten kendimizi alamayız da. Kim bilir ‘Şehr-i Hilâl’ olmasa halimiz nice olurdu. Beşer olmamız hasebiyle her an bir ayağımız çukurda olabilirdi.  İşte bu noktada Ramazan ayının bizim için ne denli bulunmaz büyük bir nimet olduğunu fark ederiz. Malum, bir düşüp kalkmayan Rabbül Âlemindir. Kul, düşer kalkar da. Sonuçta kul’uz, düşsek te, kalksak ta amacımız Allah'ın rızasını kazanmak ve istikamet üzerine yaşamak olmalıdır. İstikameti yakalamak için de, mutlaka Recep, Şaban ve Ramazan aylarını üç bereket hilalle taçlandırmak gerekir. Ki; diriliş muştusu gerçekleşebilsin. Zaten diriliş gereği cümle âlem Recep, Şaban ve Ramazandan mümkün mertebe nasıl istifade ederim diye kendini zorunlu hisseder de.            Işıl ışıl yedi kat göklerden süzülen o üç bereketli hilâl’ler kalbimizi aydınlattıkça kendimize geliriz de. Yetmedi üç ayların son on gününe gelindiğinde Şehr-i Hilâl Ramazan’ın nübüvvet gülüyle buluşuruz da.  Elbette ki bu gül Leyle-i Kadir gülünden başkası değildir. Derken beden, gönül ve ruh üçlüsü bu üç ay boyunca huzura erer de. Yeter ki, "abd" olmasını bilelim, Allah (c.c)  rahmetiyle affedeceğine inancımız tamdır.
         Velhasıl;  bereketli üç aylar bizim üç hilâlimizdir.
          Vesselam.


28 Haziran 2016 Salı

Fİ’LEYLETİ’L-KADR



Fİ’LEYLETİ’L-KADR

SELİM  GÜRBÜZER

                       Bir gün Rasulüllah (s.a.v); İsrail oğullarına mensup seksen sene ibadet etmiş ve Allah’a itaatte biran olsun geri kalmamış dört adamdan söz etti ashabına. Sadece Peygamberimiz mi bahsetmiş,  hiç kuşkusuz Eyyub (a.s), Zekeriya (a.s), Hızkıyl ve Yuşa b. Nuh (a.s) vs. peygamberler de o sadık kullardan bahsetmişler. Tabii, Rasulüllah (s.a.v) o sadık kullardan övgüyle söz ederken Ashab-ı Kiram hayretler içerisinde kalmış. Bunun üzerine Cibril Emin şöyle demiş:
         —Ya Rasulüllah! Görüyorum ki, Sen ve ashabın onların seksen senelik ibadetine hayret etmiş durumdasınız. Oysa Allah ondan daha hayırlısını bildiren bir ayet nüzul etti, bu sure'nin adı Fi’leyleti’l kadr’dır.
        İşte nüzul olan vahiyle birlikte Rasulüllah’ın (s.a.v) yüzü aydınlanıverir.
 Hakeza bu hususta Yahya b. Nüceyh’den bir başka rivayet ise şöyle anlatılır:
  İsrail oğullarından bir adam sadece silah kuşanmakla kalmamış, Allah yolunda tam bin ay fisebilillah savaşmış bile.  Tabii Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bu mücahit hakkında da ashabına söz ettiğinde ashab bir kez daha hayretler içerisinde kalmış. İşte ashabın hayretine mucib olan o mücahit Abid Şem’un’dur elbet.  Bunun üzerine Ashabı Kiram şöyle der:
         —Ya Rasulüllah! Demek ki geçmişte uzun ömürlü ümmetlerden bir adam Allah için bin ay (Seksen küsur sene) savaş yapabiliyormuş. Belki de bütün ömrümüzü bu uğurda harcasak bu adamın tüm sevabına erişemeyiz,  bunu gerçekleştirmek imkânsız gibi bir şeydir.  
   Evet, imkânsız dediler demesine ama o an vahiy nüzul olduğunda imkânsızı bertaraf etmeye yetmişti. Nitekim Allah Resulü ashabının yüreğine soluk olacak o ayeti şöyle okur: “Şüphesiz, Onu (Kur’an’ı) indirdik biz.. Kadir gecesinde.. Sana bildirecek var mı, Kadir gecesinin ne olduğunu? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve ruh o gece Rab’lerinin izniyle her iş için dururlar. Selamdır, esenliktir. O gece, tâ fecrin doğuşuna kadar (Kadr,1–5).”  
    Gerçekten de rahmet eşliğinde nüzul olan Kadir suresi tüm inananlara umut ışığı olur da. Madem öyle umut ışığı olan bu ayeti kerimelerin ne anlama geldiğini idrak etmek için bize Abdülkadir Geylani Hz.lerinin Günyetü’t Talibin adlı eserine bakmak düşer. Zira o müthiş eserin sayfalarını çevirdikçe nüzul ayetin mana ve ruhuna vakıf olmak mümkün. Şöyle ki;
            “Allah Teâlâ:  “İnna enzelnahü fi’leyleti’l kadr (Kur’anı kadir gecesinde indirdik)”  ayetiyle Kur’an’ın levh-i mahfuzda yazıcı meleklere yazdırıp yirmi üç senede Rasulüllah (s.a.v) vasıtasıyla Ümmet-i Muhammed’e parça parça duyurulduğunu idrak ederiz.
           -Allah Teâlâ:  “Ve ma edrake ma leyleti’l kadr  (Kadir gecesinin nasıl olduğunu sana nasıl anlatmalı ki?)” ayetiyle bu gecenin hayırlara vesile bir uğurlu gece olmanın yanı sıra bir hüküm gecesi olduğunu idrak ederiz.
     -Allah Teâlâ:  “Leyletül kadr hayrün min elfi şehr (Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır)” ayetiyle Kadir gecesinde yapılan bir amelin bin aylık amelden hayırlı olduğunu idrak ederiz.
            -Allah Teâlâ:  “Tenezzelül melaiketü verruhu fiha (o gece melekler ve ruh iner)” ayetiyle meleklerin gün batışından başlayıp tân yeri ağarıncaya kadar şereflendirdiğini idrak ederiz.
            -Allah Teâlâ: “Bi izni rabbihim minkülli emr (Rabb'lerinin emri ile ve her türlü hayırla)” ayetiyle   her türlü hayrı ve iyiliği getirdiklerini idrak ederiz.,
      -Allah Teâlâ: “Selam” ayetiyle de meleklerin yeryüzündekilere selam verdiklerini”  idrak etmiş oluruz.
      Evet,  gönüllerimize ferahlık veren bu kitapta izah edilen manalar fi’leyleti’l-kadr gecesinin önemini ortaya koymaya yeter artarda.  
        Tabii gönül yanması bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet.  Zira Rasulüllah (s.a.v) müjde dolu sözlerini şöyle bağlayıp; Allah kullarına beş gece ihsan eylediğini ve bunları şöyle sıralar:
-Mucize ve kudret gecesi,
-Davet ve kabul gecesi,
- Berat gecesi,
-Miraç gecesi,
- Kadir gecesi.
İşte Allah Resulünce sıralanan bu geceler hakkıyla ihya edildiğinde Allah Teâlâ’nın;
-Rızasını ibadet ve taatler de gizlediğini,
- Gazabını masiyetlerde gizlediğini,
- Orta namazı kılınan namazlarda gizlediğini,
- Kadir gecesini Ramazanın son on gününde gizlediğini idrak ederiz.
 İşte gizliliğine binaen bu hususta ehlisünnet âlimleri hadis-i şeriflerden hareketle Kadir gecesinin alametlerini şöyle özetlerler;
      “ -Kadir gecesi ne soğuk, ne de sıcaktır,
        -Köpek uluması bu gecede duyulmaz,
        - Bu gecede Evliya-i kiramda bile hayret verici şeyler sadır olur,
        - Sema açık, son derece ferah ve rahat gecedir.”
             Evet, Kadir gecesinin en belirgin alametleri budur. Düşünsenize alametleri buysa kim bilir aslı nedir?  Anlaşılan o ki alametleri bile önemini ortaya koymaya yetiyor. Böylece bunca alamete şahit olunduğunda bu gecenin bin aydan daha hayırlı bir gece olduğu inancımız daha da tam olur. Kaldı ki alamet olmasa da hakkında özel ayet inen tek gece olması her şeyi izah etmeye yetiyor.  Bize düşen alamet aramaktan ziyade Ramazanın son on gününü iyi değerlendirebilmek çok mühimdir.  
           Şu da bir gerçek Müminler sadece kutsi olan geceler değildir,  başbuğ velilerden tutunda, mübarek üç aylar,  kutsi mekânlar ve Miraca yolculuk gibi daha pek çok değerler kutsiyet arz eder. Ki; bu kutsiyet izafe edilen değerleri Allah’ın kullarına bahşedilmiş ikramı olarak görürüz. Hiç kuşkusuz Yüce Allah’ın kutsal addettiği her ne varsa hikmetinden sual edinmeden bağrımıza basarız. Şayet Yüce Allah kutsiyet addettiği mekânlar için ziyaret edilecek diye bir kelam buyurmuşsa ziyaret ederiz, yâd edilecek beyan buyurmuşsa yâd ederiz, Rasulüllah’ın izini iz sürüp sünnet icra edilecekse sünnetine sımsıkı sarılıp ittiba ederiz, Kuran hatmedilecekse hatmederiz. Değim yerindeyse bunun lemi cimi olmaz, bunlar Müslüman’ım diyen her ferdin gücü ölçüsünce yapması gereken vecibelerdir.  İşte bu yüzden başta Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan olmak üzere Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v)’in sözlü ve fiili sünnetini baş tacımız olarak biliriz. İşte bu yüzden Resulullah’ın izini iz sürdükçe Arafat, Müzdelife, Hacer annemizin Safa ile Merve arasında say yaptığı tepeler, Mescidi Aksa, Mescid-i Haram, Ravza-i Mutahhara gibi mekânları kutsal mekânlar olarak bilir ve yâd ederiz de. Ancak bu yâd ediş asla mekânlara tapma manasına değildir, bilakis bu kutsi hatıraları Allah’a giden yolda vasıtalar olarak addedip öyle yâd ederiz. İşte bu duygu ve düşünceler eşliğinde Kadir gecesini hakkiyle yâd ettiğimizde varlığımızı, kulluğumuzu idrak etmiş olunruz. Nasıl idrak etmeyelim ki, bikere Arifler  ‘Her geceyi Kadir bil, her gördüğünüzü Hızır bil’ demişler, bunu yapmaya mecburuz da.
 Hiç kuşkusuz; Kadir gecesi, Cuma, Ramazan ve Kurban Bayramı,  Duha (kuşluk) gibi diğer kutsiyet izafe edilen her ne yâd edilecek vasıta varsa biliniz ki Yüce Mevla’mızın biz aciz kullarına her biri bulunmaz fırsat değerinde sunduğu birer ikram sofralarıdır. Madem öyle bize bu kutsal değerlerimizi gayeleştirmeden Allah’a vuslatta vesile edinmek düşer. Dedik ya bu kutsiyetler asla tapınmak için verilmiş ikramlar değildir,  bilakis ebedi kurtuluşumuza vesile olacak ikramlardır.   
 Velhasıl bu yolda Yüce Allah’ın sevdiği şeyi Allah için sevmek, sevmediği şeyi Allah için buğz etmek ve Sünnet-i Seniyye'den (Selametli yoldan) zerre miskal şaşmamak esastır.
           Vesselam.


26 Haziran 2016 Pazar

ÖZGÜRLÜK MEŞALESİ İNSAN RUHUNDA GİZLİ


ÖZGÜRLÜK MEŞALESİ İNSAN RUHUNDA GİZLİ

         SELİM GÜRBÜZER
               İnsan sosyal olmayı çok istese de şu bir gerçek karınca ve arı kadar sosyal olamayacağı muhakkak. Çünkü insanın ruhunda özgürlük tutkusu kodlu olduğu için ferdi yönü daha çok ağır basabiliyor. İçindeki özgürlük tutkusuna rağmen yine de kendini bu dünyada bir arada yaşamanın gereği kolektif davranmak gerektiğini hissedecektir.
           İşte özgürlük tutkusu bu ya, insan her nedense çoğu kez kendini ispatlama ihtiyacı duyar,  hatta bununla da yetinmez bireysel yetenek ve başarılarını ortaya koymak ister de. Bu kimi zaman kendi egosunu tatmin yönünde, kimi zaman topluma faydalı olmak şeklinde kendini gösterir de. Hani psikolojik danışma ve rehberlik hizmeti veren kurum ve kuruluşlar ikide bir bireysel yetenek ve başarıların önemine sık sık vurgu yaparlar ya, aslında vurgulanan içgüdü zaten insanoğlunun fıtri yapısında mevcut. Burada sadece psikolojik danışman ve rehberlerin rolü var olan güdünün açığa çıkmasını sağlamaktan başka bir şey değildir. Kaldı ki, insan Allah’ın isimlerini öğrenmiş olarak dünyaya gelmekte. Dolayısıyla burada psikolojik danışmanların yapması gereken doğuştan var olan bu isimler doğrultusunda rehberlik yapmaktır. Çünkü insan buluğ çağına ilerledikçe kendisine öğretilen isimlerin mana ve ruhundan uzaklaşıp unutabiliyor. İşte bu noktada ona özünü hatırlatacak araçlar devreye girmeli ki insan fıtratıyla barışık bir hayat yaşayabilsin. Bilhassa kendini bu yönde hizmet vermeye adamış kılavuzların insanın doğuştan var olan bilgi ve kabiliyetlerini göz ardı etmemeleri gerekmektedir. Aksi halde insan fıtratına ters düşen reçetelerle kaş yapıyım derken bir bakmışsın göz çıkarmış olunur.
          Sakın ola ki, rehberlik hizmette neyin nesi deyip hafife almayalım,  zira rehberlik hizmetleri insanlık tarihinin başlangıcından bugüne gelen bir gelenektir.  Bakın, şöyle tüm peygamberlerin hayatlarına, geldikleri ümmetlerin yaradılış mayalarına uygun doğru yolu, güzel ve iyi olan fıtri davranışları tebliğ ettikleri görülecektir. Sadece tebliğ mi, bizatihi uygulayıp öğretmişler de. Zaten bir tebliğ tatbik edilirse ancak o zaman bir değer ifade edebiliyor. Aksi halde her şey havada kalıp iş olsun türünden afakî tebliğ ve içi boş rehberlik olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.  
          Peki,  tebliğ ve rehberlik hizmetleri aksarsa ne olur denildiğinde, tam da bu noktada cevaben;  “kendi kendileriyle baş başa kalan insanların yaradılış gayesinin dışında bireysel takılıp habire içi boş özgürlükten dem vuracaklardır” deriz. Oysa özgürlük kendi aklınca her istediğimi yaparım, kimse bana karışamaz şeklinde bireysel takılmak değildir, tam aksine nefsin esaretinden kurtulmayı başarabilmek asıl özgürlüktür. Nitekim bu manada özgürlük ruhumuzun derinliklerinde kodlu zaten. Şayet bir insan kendi ruh kökündeki özgürlüğünün dışında “saldım çayıra Mevla’m kayıra” misali başına kendi başına salıverilirse. Nasıl ki keskin sirke küpüne zarar veriyorsa, böylesi bir insanda topluma zarar verecektir.  Dolayısıyla insanlara vermemek için fıtri kökleriyle barışık fikri hür vicdani hür nesiller yetiştirmek şarttır. Dikkat ettiyseniz gerekir kipi kullanmadım, şart kipi kullandım. Çünkü tarih boyunca tüm peygamberler, tüm âlimler ve tüm evliyalar Allah yolunda fikri hür, vicdani hür mümin yetiştirmek için irşad görevi yürütmüşlerdir. Nitekim irşad olan Allah’a ‘abd’ olacağından ruhun özgürlüğü de beraberinde gelecektir. Anlaşılan o ki, insana hayatın her alanında cesaret ve güven aşılayacak tek motive güç ruhi özgürlüktür Yeter ki, insan mayasında var olan özgürlük meşalesini ateşlemesini bilsin, bak o zaman gerçek özgürlük neymiş tüm vücut azalarında hissedip tatmış olacaktır.  Sanmayın ki bu tad insanın kendi egosunu tatmin etmeye yönelik bir histir,   bilakis Allah’a kul olmanın mükâfatı diyebileceğimiz özgürlük tutkusu bir hazdır. Bu hazzın tadını ruhunda hisseden bir insan toplum içinde  ‘Halka hizmet Hakka hizmet’ bilinciyle hareket eder de.  Nasıl böyle bir hisle hareket etmesin ki, bir başarı ancak toplumla paylaşıldığında bir anlam ifade etmekte,  bunun dışında kendi kişisel egosunu tatmin etmeye yönelik olduğunda, kendim çaldım kendim oynadım hava atmasından öte bir anlam kazanmayacaktır. Madem öyle,  şimdi kendi kendimize geçmişimizin muhasebesini şöyle bir yapalım: acaba başımıza ne haller geldi ki,  artık kapımızı çalıp da acımızı ve sevincimizi paylaşacak komşularımızı göremez olduk. Göremeyiz elbet, beşeri münasebetlerde bireysel takılıp nefsin heva ve hevesine kapılmış özgürlükten dem vurulursa olacağı buydu.  Bu iş devam eder mi etmez mi pek bilinmez ama şu bir gerçek üzerimizde leş kargaları dolandıkça geçmiş değerlerimize olan özlemimiz ve hasretimiz son bulmayacak gibi. Baksanıza etrafımızda hava atan atana, gırla gidiyor.  Hem nasıl hava atmaksa, maskaralığın ve bireysel takılmanın adı özgürlük olmuş.  Ne diyelim, onlar maskaralıklarıyla yüzleşe dursun,  biz ise geçmişimizin değerli âlimlerinden Nesefi el- Farisi’nin dilinden hakiki özgürlük neymiş onu bir öğrenelim: “Hür insan yedi şeyi bir arada bulundurduğunda asıl o zaman hürriyete kavuşur. Bunlar sözlerinde hür, bilgilerinde hür, ahlakında hür, iyiliğin ve hoşluğunda hür, münzevi hayatında hür, kanat ve huzurunda hür…”
             İşte görüyorsunuz El Farisi’nin altın değerinde o müthiş ifadelerinden de anlaşılacağı üzere gerçek özgürlük insan ruhunda var zaten, ama işlenmesi gerekiyor. Bu kodlar toprağa atılan tohum misali işlendiğinde bir seher vakti uyandığında bir bakmışsın her bir tohum çiçek açıp yedi veren gülfidan olmuş görürsün. Aynen öyle de bir insanda ruhunda ki yedi hasleti huy edinirse Yunus’un “Çiçek eydür ey derviş. Gül Muhammed teridir”  sözü o insan için peygamber kokusu gülfidan özgürlük olacaktır.   Bilindiği üzere dinimizce bir insan hürse dini vecibelerden sorumlu tutulabiliyor, köleyse hür insanın ki gibi sorumlu tutulmaz. Kaldı ki İslam’da küfür köleliğin varlık sebebi olarak addedilir. Hele bir insan köle olmaya görsün ne efendisine, ne de bir başka güce karşı her hangi bir hak talebinde bulunamayacağı gibi mülk edinme hakkı da olmaz.  Bu durumda bir köle ister istemez büyük bir acziyet içerisine düşmesi kaçınılmazdır. Acziyet içerisinde kalan sadece köle mi, buna bağımsızlığını korumaktan acziyet içerisine düşüp uydu haline gelmiş devletlerde dâhil elbet. Nasıl ki bir köle efendinin gözlerinin içine bakaraktan medet umar ya,  aynen uydu devletlerde göbekten bağlı olduğu sömürge devletlerden merhamet dileyip medet umacaklardır.  Ki,  bu iki örnekte acziyetin ve köle olmanın bir ifadesidir. Nitekim kölelik de acziyetin bir göstergesi olması hasebiyle bir köle için ne mülk hakkı,  ne yönetici olma hakkı,  ne de şahitlik hakkı söz konusudur.  Öyle ya,  bu anlamda söz konusu bir devletse ilk önce o devletin kendine çeki düzen verip küfrün hegemonyasından azad olması gerekir ki hürriyetine ve bağımsızlığına kavuşabilsin. Yok, şayet bu anlamda söz konusu olan bir fertse, o fertte acziyetin yerini hür irade ve kudret almalı ki hukuki haklar elde edebilsin. Özgürlükten maksat nefsin heva ve heveslerine boyun eğip asla acziyet içerisine düşmek değildir, tam aksine tüm sahte mabutlara karşı ruhun özgürlük meşalesiyle baş kaldırıp hür ve bağımsız kalabilmek temel gayedir.
           Evet, nefsin hevası özgürlüğünde zillet vardır, ruhun dirilişi özgürlüğünde ise rahmet vardır. İşte bu nedenle, sonsuzluğa vurgun ruhumuzu şeytana,  nefse ve şer odaklara karşı galip kılmalı ki,  hasretle yolunu beklediğimiz özgürlük meşalemiz ebediyete kanatlanabilsin. Allah korusun, nefsin elinde zebun,  şeytanın elinde oyuncak,  şer odaklarının elinde piyon olursak tıpkı cahiliye döneminde insan eliyle yontulan putları ilah edinen insanlardan hiçbir farkımız olmaz.  Ebediyete kanatlanmakta ne söz,  tıpkı cahiliye insanları gibi bize de yerlerde sürünmek müstahak olur.  Örnek mi?  İşte Amr b. Hişam bunun tipik misali zaten. Malum o, atalarının dini üzere hareket etmekle kalmayıp tümden gelimci ve zalimane metotlarla insanları putlara tapmaya zorlamıştır. Yetmedi Allah Resulü Kâbe’de namaz kılarken; burada namaz kılamazsın diye tehdidinde bulunmuş. Bulundu da ne oldu hakkında vahiy nazil olup: “Allah’a ve Resulüne eziyet vermeye çıkanları Allah dünyada da ahirette de lanetlemiştir” ( Ahzab–27) ayetiyle Amr b. Hişam ismi ebedül ebed artık Ebu Cehil lakabıyla lanetlenecektir. Yani yerlerde sürünmekten beter bir halde bu dünyadan göçüp gidecektir. Zulüm asla payidar olmaz, payidar olan özgürlük tutkusudur. Nitekim Bilal-i Habeşi Ümeyye b. Halef’in kölesiydi, ama diğer kölelerden farklı bir köle, yani Allah’a köle bir Müslüman’dı o.  Öyle ki Ümeyye Müslüman olduğunu işittiğinde renkten renge girip küplere biner de. İlk iş Bilal-i Habeşi (r.a)’ı kırbaçlatmak olur.  Ama ne fayda,  Bilal-i Habeşi her kırbaç darbesinde:
       -Ahad!  Ahad! Ahad… Yani Allah bir, diyecektir çünkü..
       Baktılar bu özgürlük savaşçısı Bilal-i Habeşi iflah olmayacak, bu kez çocuklara para karşılığında taşlattırırlar.  O yine her ne pahasına olursa olsun Tevhid meşalesini dilinden düşürmeyecektir. Sen misin dilinden düşürmeyen bu kez kızgın kumlara yatırılır. Ve birde göğsüne büyükçe kaya parçası koyarlar ama nafile.  Yine o:
         - Ahad!  Ahad!  Ahad!  Diye haykıracaktır.
        İşte o haykırıştır ki, Hz. Ebu Bekir’i harekete geçirecektir. Elbette ki Sıddık-ı Ekber gibi bir iman abidesinin bu duruma kayıtsız kalması düşünülemezdi. Hemen yerinde müdahalede bulunup:          
         - Ey Ümeyye! Allah'tan kork.  Şimdi iyi dinle beni. Sana bir teklifle geldim;  arzu edersen Kıstas adlı kölemle Bilal-i takas edebiliriz.
          Ümeyye şeyle der:
          - Bir şartla.  Kıstas’ın kızı ve karısı, ayrıca üstüne 200 dirhem verirsen ancak kabul ederim.
         Bunun üzerine Ebubekir (r.anh) cevaben:
          - Peki,  bende kabul ettim dedikten sonra bu kez Bilal’e dönüp:
          -Haydi! Kalk, artık sen köle Bilal değil,  özgür Bilal-i Habeşsin deyip azad edecektir. 
          Her baskının ardından pembe şafaklar doğar ya,  aynen öyle de Tevhid ve özgürlük meşalemiz Ezan-ı Muhammed’in ilk gür seda sesi şerefine Bilal-i Habeşi nail olacaktır. Keza Milli kurtuluş destanımızın meşalesi İstiklal marşımızı yazma şerefine de şu mısralarla Mehmet Akif nail olacaktır:
        “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
         Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
         Kükremiş sel gibiyim: bendimi çiğner aşarım;
         Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
          Evet,  dert dava özgürlükse işte özgürlük İslam’ın tevhid meşalesi ve Mehmet Akif’in bağımsızlık haykırışıdır. Ancak şu da var ki onca yaşanmışlara rağmen özgürlük karşıtı zihniyetler hala baskılarına son vermiş değiller,  dünde öyleydiler, maalesef bugünde öyleler. Sadece metotlar değişmiş gözüküyor, dün toprağa bağlı olan kölelik, geldiğimiz noktada hem maden hem ruhen sömürü tezgâhının kurulduğu bir tür modern kölelik düzeniyle insanlık kıskaç altına alınmıştır. Öyle ya dün cahiliye döneminde ataların totem ve sembolleri diye yutturularak sömürülen insanlar, bugünde pozitif bilim veya seküler ideolojik maskeler altında insanlık sömürülmektedir.  Üstelik sömürülürken de ya bireylerin özgür iradesine ipotek koyaraktan ya da devletleri peyk hale getirilerekten istiklallerine son verilmekte.  Nasıl çağdaşlık,  nasıl modernleşmek, nasıl küreselleşmekse işte görüyorsunuz her şey gayet net açık ortada, hiç gizli saklı kalan bir şey kalmadı artık. Meğer çağdaşlık,  özgürlük gibi kavramlar bir kılıfmış, yani gerçek yüzlerini gizlemek için maske edinmişler. Atalarımız ne de güzel söylemiş “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” diye, aynen öyle de çağdaşlıktan dem vuran sözde aydınların durumu da bu zaten.   Oysa asıl aydınlanmaya kendileri muhtaç. İster adının önüne entelektüelliği çağrıştıracak etiket ilave etsinler, ister bilmem kaç dil bilsinler, ister birkaç fakülte bitirsinler hiç fark etmez kendi nefislerine söz geçirmeye güç yetiremedikten sonra tüm bu etiketleri kullansan ne kullanmasan ne, bunların hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacaktır.  Nefsine söz geçiremeyen asla özgür değildir. Tasavvufta özgür olmanın ön şartı nefsin boyunduruğundan, yani heva ve hevesin esaretinden kendini kurtarmak esastır. Çünkü nefsi ile baş edemeyen ne şeytanla baş edebilir ne de iç ve dış sahte mabutlarla baş edebilir. Dolayısıyla sağda solda aydınım diye geçinen bir insan ruhen özgür değilse hiç kusura bakmasın o aydınlık taslayanlar kitap yüklü merkep olmaktan öteye bir makam atlayamazlar. Sürüsüne bereket öyle etrafımızı kelli felli adamlar sarmış ki, bir bakıyorsun yakalarındaki rozet cüsselerinden daha büyük gözüküyor,  oysa iç dünyaları bom boş,  bir üfürsen bom boş balon oldukları ortaya çıkacaktır.  Bakmayın siz öyle onların ekran ekran dolaşıp boy göstermelerine, aslında onlar vitrinde süs malzemesi olsun diye çıkarıyorlar. Dahası zinde güçlere diye borazanlık yapsınlar diye çıkarılıyorlar. Oysa biz biliyoruz ki gerçek aydın mum gibi aydınlatıp mum gibi erimeyendir. Maalesef vitrin malzemesi olan sözde aydınlar mum gibi etrafını aydınlatamadıkları gibi her geçen gün mum gibi eriyip tükenmekteler de. Madem öyle, bizim yapmamız gereken ekranlarda vitrinlik malzeme olarak boy gösterenlerin yanında yer almak değil,  aklı hür vicdani hür gerçek irşad edicilerin (aydınlatıcıların)  yanında yer almak olmalıdır. Aksi takdirde tabiat boşluk kabul etmeyeceğinden etrafımızı şovmenler ve şarlatanlar istila edecektir. Zaten Müberra Dinimiz mümin insana ‘Bana dokunmayan bin yıl yaşasın’ deme lüksü tanımaz. Farkımızı suya sabuna dokunmamakta değil, hak ve hakikatin yanında duruş sergileyerek farkımızı fark ettirmek şeklinde olmalıdır. Şayet farkımızı fark ettiremezsek asıl o zaman tehlikenin eşiğine gelmişiz demektir. Çünkü artık bizi kendi fıtramızda kodlu olan özgür irademiz yönlendirmeyip, bizi suni semboller, suni simgeler ve suni algılar yönlendirecektir. Nitekim Cemil Meriç bu gerçeği “ideolojiler idrakimize giydirilen deli gömlekler” diye ifade etmiş de.  Allah korusun bu gömleğe tav olduğumuzda biliniz ki ruhi özgürlüğümüzü yitirmişiz demektir.  Dedik ya, bakmayın siz öyle onların özgürlük havarisi kesilmelerine,  iş ciddiyete dönüştüğünde, mesela başörtüsü özgürlük konusu olduğunda bir bakmışsın ortadan toz olmuşlar. Hatta sadece toz olsalar gam yemeyiz, yangına körükle gidip şeytanın ocağına odun atmaktan geri durmazlar da. Ne diyelim,  işte bu cenahın özgürlük anlayışı bu, isteseler de iç dünyalarında gerçek özgürlük meşalesini alevlendiremezler. Mutlaka Tevhid inancına sahibi olmak gerekir ki özgürlük meşalesi insan ruhundan alevlenebilsin.
            Evet, bir kez daha haykırmakta fayda var, asıl özgürlük meşalesi insan ruhunda var olan özgürlüktür. Varlığı ruhun özgürlüğü demektir. İyi ki de bu özgürlük tutkusu ruhumuzda var, bu sayede Filistin direnişi, 15 Temmuz direnişi gibi daha nice direnişlerimiz ruhun dirilişi olarak mana kazanırda.  Öyle inanıyoruz ki ruhun dirilişi dünden bugüne, bugünden yarına devam ettiği sürece zalimlerin tüm planları bozulup hevesleri kursaklarında kalacaktır. Kaldı ki bu hususta Yüce Allah’ın “Nurumu tamamlayacağım’ diye vaadi var. Buna şeksiz şüphesiz inancımız tam olup er geç insanlık özgürlük meşalemiz  ‘Kelime-i tevhid’ gerçeği ile yüzleşecektir elbet. Kelime-i Tevhid bir anlamda özgürlüğe davet demektir. Kim davete icabet ederse özgürlüğüne kavuşma icabetidir bu.  Malumunuz Peygamberimiz (s.a.v)  emri yüklendiğinde insanlığa ilk duyurusu tevhid meşalesi olmuştur, yani Allah’tan başka ilah olmadığının çağrısını yapmıştır tüm âlemlere. Ve bu çağrıda kendi konumunu belirlemek ve amentünün tam olması içinde Tevhit meşalesine sadece Allah’ın kulu ve elçisiyim ibaresini ilave etmiştir. Derken bu sayede Allah’tan başka tüm mabutlara boyun eğmemenin adını özgürlük olarak tarif ederiz de.  Gerçekten de bir insan Tevhid inancına iman ettiğinde köle ile efendi hukuk önünde eşit olurda. Nasıl eşit olmasın ki, gerçek hürriyet Allah’a abd olmaktır zaten.  Allah’a ‘abd’ olmayıp da maddenin ve eşyanın kölesi olanların vay haline. Düşünsenize bir insan eşyaya ne kadar tamah ediyorsa o oranda da eşyanın esiri olabiliyor,  bunun tam tersi ne kadar az tamah ediyorsa o oranda da hafifleyip kendini özgür hissedecektir.  Özgür insan nasıl kuş tüyü hafiliğinden kendini hafif hissetmesin ki, bikere mülkün yegâne tek sahibi Allah’tır, o halde onca mala mülke tamah edipte yük edinmeye ne gerek var ki. En iyisi mi biz Yunus’un; “Mal da yalan mülk de yalan, var birazda sen oyalan” diye dillendirdiği veciz sözlerden hareketle ruhi özgürlüğümüzü mala mülke kaptıracağımıza Allah’a kul olup manevi mülk edinmeye kendimizi adasak fenamı olur?  Zira dünya malı dünyada kalırken, manevi mülk öyle değil, beraberinde ahirete götürülebiliyor.
           Şu da var ki insan ruhu her ne kadar özgürlüğe tutkun olsa da bunu bir şekilde dışa yansıtması da icab eder. Ama nasıl?  İşte vücudumuzdaki otonom sinir sistem ağı tamda bunun için biçilmiş kaftan diyebiliriz. Çünkü bu sistem ruhun dış dünyaya açılan iletişim hattıdır. Hakeza beyinde bu hattın santralı merkezi hükmünde ruhun dış dünyaya açılan penceresidir.  Santral ya da hat hiç fark etmez,  sonuçta bu tip kanallar amaç değil araçtırlar.  Araçların ruhun amacına hizmet ettikleri şundan belli ki şöyle dünyadaki tüm topluluklara baktığımızda her bir topluluğun kendini ifade edecek bir dili, bir alfabesi ve bir yazı stiline sahip olduklarını müşahede edebiliyoruz.  Nitekim Yüce Allah bu hususta “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır” (Bkz: Rûm 20/22) diye beyan buyurması bu gerçeği teyid ediyor. Hatta Yüce Allah (c.c) Kuran-ı Kerimde net ve açık bir şekilde eşyanın tabiatına nasıl vakıf olduğumuzu kullarına şöyle bildirir de: “Ve Âdem’e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklere gösterdi, ‘Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini Bana söyleyin’ dedi. Cevap verdiler: Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem Hâkim’sin”  (Bakara suresi, ayet 31–32).  
             İşte yukarıda zikredilen ayetlerden de anlaşılan o ki,  bilim, teknoloji vs. her ne maddi inkişaf varsa bunların hepsi Allah’ın ‘Sâni’ sıfatının tezahürü neticesinde edindiğimiz nimetlerdir. Ancak nimet olması insanın ruhi susuzluğunu gidereceği anlamına gelmez.  Her ne kadar insan teknolojiyi keşfetmiş olsa da kendi vücud tekniklerini ve ruhunu keşfedememiştir. Zaten keşfettiği anda maddeye bağımlı olmaktan kurtulmanın yollarını arayacaktır. Böylece ruhen özgür olmak için koşturacaktır. Dedik ya özgürlük meşalesi sadece insan ruhunda gizli. Şayet insan özünde var olan ruhun peşinden koşmak yerine eşyanın peşinden koşuyorsa, biliniz ki o insan eşyanın kölesi mahlûktur. Neyse ki insanlık geçte olsa eşyanın dilini çözer hale gelmiş gözüküyor.  Çözdükçe de birtakım kabiliyet ve yeteneklerinin aslında kendi iç sübjektifliğinin dışa yansımasından başka bir şey olmadığının farkına varacaktır. Yeter ki insan kendi iç dünyasını yeşertmeye yönelik hamlelerde bulunsun gerçek özgürlüğün tadını ruh dünyasında bulacaktır.  Madem öyle, siz siz olun özgürlüğü boşu boşuna dış dünyanızda aramayın,  zaten aradığınız özgürlük meşalesi iç âlemimizde ziyadesiyle mevcut. Baksanıza çoğu âlim insanın iç dünyası için büyük âlem demekten kendini alamamış bile.  Kula yaraşanda iç âleminin özgürlük meşalesini dışa yansıtmasıdır. Yansıtmalı ki beş duyumuz düşünceyi harekete geçirirken,  ruhumuzda idrak şuurumuzu harekete geçirebilsin. Yani, bu noktada beş duyu organımız akıl melekesine aracı olurken,  idrak şuurumuzda ruha aracılık yapmaktadır. Malum, beden maddi varlığımızın dış gözü, ruhta manevi varlığımızın iç gözüdür. Derken iç ve dış gözlerimiz hem madden, hem de ruhen özgür olmayı arzular.  Bu arada zamanın takvim yaprakları bu arzu ve istekler doğrultusunda çevrildikçe bir bakmışsın elinde kalan son yaprakta ruhun ten kafesimizden bir kuş misali özgürce uçup gittiğini görürsün. Hani kendi bellek zaman algımızla kimi zaman dünümüz,  kimi zaman bugünümüz,  kimi zaman da yarınımız deyip anlam katarız ya,  gerçektende hayat takviminde dün dünde, bugün bugünde, yarın yarında yaşanmış şekilde elimizde sadece izafi hatırası kalır. Oysa gerçek zaman olgusu izafi değildir, yani insanın idrakinin fevkinde Yüce Allah’ın ‘ol’ emriyle sonsuzluğa akıp giden zaman gerçek zamandır. Ama şu da var ki, Allah’ın bizden muradı zamanın mana ve ruhuna vakıf olmak değil,  bilakis ezelde bize biçilen hayat müddetimiz içerisinde ‘vukuf-i zaman’ bilinciyle hareket etmemizdir.   Tasavvufta  ‘vukuf-i zaman’ yaşanan her anın farkında olmak demektir.  O halde, nefesimizi bir saniye olsun boşa tüketmemek gerekir. Zira  “O’ndan geldik, yine dönüş O’nadır’ ilahi hükmün gereği buna mecburuz da.  O halde daha ne duruyoruz, vakit tüm iç ve dış sahte mabutlara meydan okuyup ruhen özgür olma vaktidir. 
        Peki ya irademiz? Elbette ki irademiz de ‘ol’  emri doğrultusunda bilinçaltı şuur faaliyeti bir melek-i keyfiyettir. Fakat bu keyfiyet külli irade gibi değil,  bilakis külli iradenin belirlediği iyi-kötü, güzel-çirkin,  sevap-günah vs. ikilemlerinden birini tercih edecek istidatta yaratılmış bir iradedir. Bu nedenle adından cüz-i irade olarak söz ettirir.  Nasıl söz ettirmesin ki,  baksanıza etrafta olan biten tüm vakıaları kritik edebilme, kendini bilme,  gerektiğinde pozisyon belirleme, sorumluluk üstlenmek gibi tüm iradi hasletler sadece insanda var, diğer yaratıklara baktığımızda böyle bir bilinçaltı şuur ve tercihte bulunma iradesi göremezsiniz.  Dolayısıyla irade deyip geçmeyelim, hatta insanın zaman zaman nefis muhasebesi yapmasını kimi âlimlerimiz iradenin davası olarak görürde. Madem öyle, külli iradeden ilham alan iradenin davasına sahip çıkmak düşer bize. Hem nasıl sahip çıkmayalım ki, şu âlemde cüz-i irade çerçevesinde kendini özgürce sorgulayan tek varlık biziz.  Bir an nefsimizi muhasebe edecek bilinçten yoksun olduğumuzu düşünün, hiç kuşku yoktur ki hayvan ve bitkilerden hiçbir farkımız kalmayacaktır. Bu yüzden farkımızı fark ettiren Yüce Allah'a ne kadar şükretsek azdır. Tabii burada dikkat etmemiz gereken bir husus daha var ki, Yüce Allah’ı ne somut verilerle, ne de soyut verilerle idrak edebiliriz. Zira Yüce Allah zamandan ve mekândan münezzehtir, bu nedenle O’na hiçbir şey asla denk gelmez. Söz konusu veriler yukarıda da belirttiğimiz gibi Yüce Allah’ı hatırlatan tecelli daireleridir. Dolayısıyla gerek dünyada gördüklerimiz,  gerek rüya âleminde gördüklerimiz tüm veriler aslında zihnimize kodlanmış görüntülerden başkası değildir.  Nitekim gerçek hayatta bir fiziki darbeden ötürü çektiğimiz sızıyla rüya âleminde çektiğimiz darbe sızısı arasında hiçbir fark yoktur.  Her ne kadar görünen köy kılavuz istemez dense de gerçek şu ki;  dünyada her ne varsa ister rüyada görülsün, isterse gerçek hayatta görülsün, hiç fark etmez sonuçta her biri zihnimizde kodlanan algı yansımaları nesneleridir. Mümkün olsa da birçok kişiye tıpkı elektrik hatlarında olduğu gibi paralel bağlansak da ne demek istediğimiz tam anlaşılabilsin. Nasıl ki birbirine eşit şartlarda bağlı paralel elektrik hatlarında aynı direnç,  aynı volt, aynı amper söz konusuysa varsayalım ki birbirine eşit şartlarda bağlanmış insanlarda da aynı elem, aynı his, aynı mutluluk gibi bir dizi sevinç ve hüzünleri bir arada zahir olması söz konusu olacaktır.  Değim yerindeyse birinin ayağına diken batsa diğerlerinin sinir uçları da aynı anda tepki verecektir.  Hani bugünlerde yapay zekâdan bahsediyorlar ya, şimdi bizde varsayım olarak verdiğimiz bu örnekten hareketle birbirine paralel bağlanmış yapay zekâlara bu tepki neyin nesidir sorduğumuzda koro halinde  “Eh, işte ayağımıza diken battı da böyle oldu” şeklinde hepsi aynı cevabı vereceklerdir. Oysa ortada diken filan yok, sadece idrak algılaması vardır. Yani sanki ortada böylesi bir olay veya görüntü varmış gibi vakıaları algılarız. Kaldı ki beynimizde her algılanan vakıanın bir nesnel karşılığı mı var ki diken diyebilelim, belli ki nesnel karşılığı yok sadece ortada idrak algılaması vardır. Zaten değil midir ki  “Her şey O’ndan geldi yine dönüş O’nadır”, elbette ki bir gün ruh penceremiz açıldığında anlaşılacaktır ki yok olmaya mahkûm olmayan mutlak varlığın sadece Allah olduğu idrak edilecektir. Hani ikide bir ‘yalan dünya’ deyip dururuz ya, aynen öyle de dünyanın gelip geçici boş bir balon olduğunu, dahası Yunus’un “Malda yalan, mülkte yalan, var biraz da sen oyalan”  demekle neyi kast etmiş olduğunu idrak etmiş olacağız. Besbelli ki boş olan beş duyunun algıladığı maddi dünyadır, dolu olan ise âlimlerin büyük âlem diye tanımladığı ruh dünyasıdır.          
        Pozitivist akımı rehber alanlar maddeyi elle tutulan, gözle görülen varlık olarak tarif etseler de kazın ayağı hiçte öyle değil,  bilimsel çalışmaların ortaya koydukları veriler bize şunu gösteriyor ki,  meğer madde durağan değilmiş. Her ne kadar maddenin hareketliliği somut olarak görülmese de maddenin temeli olan atom çekirdeğinin etrafında elektronların pür dikkat deveran oldukları artık bir sır değil.  Pek çok elle tuttuğumuzu ve dokunduğumuzu sandığımız şey ise aslında nesneye ait yansıyan ışınların sırasıyla önce gözün saydam tabakasına aks etmesi, akabinde göz bebeği ve onun arkasında yer alan ince kenarlı mercekten kırılarak geçmesi, keza ışınların gözü dolduran sıvı içerisinde yoluna devam edip  gözün arka kısmında sarı benek hücrelerince önce kimyasal sonra elektrik akımına çevrilmesiyle birlikte ters görüntü halde beyne ulaşması  ve en nihayetinde beyne ulaşanların sinir hücreleri tarafından düzeltilmiş algı görüntüsünden başkası değildir. Var olan tek bir hakikat varsa, o da İmam-ı Rabbânî (k.s)’in “Gerçek manada dış dünyada Allah'tan başka yoktur” ifadesinde yerini bulan sadece ruhumuzun sezebileceği ‘Mutlak Hakikat’ vardır. Bu demektir ki Allah’tan başka her şey fani,  sadece baki olan Allah’tır.
         Bakın, Ehlisünnet âlimlerimiz varlığı; Âlem-i Halk, Âlem-i Emr ve Âlem-i Zat (Hak)  diye tanımlamaktalar. Bu tasniften de anlaşıldığı üzere görünen âlem üç boyutun sınırları dâhilinde beş duyumuzun algılayabileceği bir âlemdir. Âlem-i Emir ise beş duyumuzun algılamaktan aciz kaldığı sadece ruhu i melekemizin algılayabileceği üç boyutun ötesinde bir âlemdir, yani nurani âlemdir.  Âlemi Hak ise tüm tahayyüllerimizin idrakten aciz kaldığı zaman ve mekândan münezzeh Yüce Mevla’mıza has bir sıfattır.
           Yokluk konusuna gelince, varlığın zıddı şeklinde düşündüğümüz bir yokluk değil elbet. Düşündüğümüzün ötesinde, dahası aklın idrak edemeyeceği,  ancak  ‘vardan var olmak’ diyebileceğimiz bir yokluktur bu. Bakın, Hz. Mevlana; “Hayvan hayvanlığı, insan insanlığıyla, melekse melekliği ile kurtuldu” derken her bir varlığın yoktan var olduğuna işaret etmiştir. Her neyse ister  ‘var’, ister ‘yok’ diyelim, sonuçta gördüğümüz ve göremediğimiz her şey Mutlak varlığın bize yansıyan tecellisinden başka bir şey değildir.  İşte Mutlak varlıktan insana yansıyan tecellilerin görünen kısımları beş duyumuzda karşılık bulurken,  görünmeyen tecellilerde ruh dünyamızda karşılık bulacaktır.  Nasıl mı? Mesela;
       -Duyularımız aklımıza maddeyi aşılarken, ruhu melekemizde idrak şuurumuza manayı aşılar,
       -Duyularımız akla sınırlı olmayı öngörürken,  ruhumuzda idrak şuurumuza sonsuzluğu telkin eder,
       -Duyularımız akla acziyeti, esareti ve köleliği aşılarken, ruhumuzda idrak şuurumuza tüm sahte mabutlardan sıyrılıp özgür olmayı aşılar.
       -Duyularımız aklı sebeplerle oyalanmasını öngörürken,  ruhumuz ise idrak şuurumuza yaratılış gayesine yönelik Allah’a ‘abd’ olmayı ön görür.  
        Evet, bu ve buna benzer daha pek çok örnekler sıralayabiliriz.
        En son özetle şunu diyebiliriz ki beş duyumuz aklımıza fani olanı telkin etmekte,   ruhumuz ise Yüce Allah’a kul olmakla idrak şuurumuza sonsuzluğa vurgun olmamızı telkin ediyor.
        Şu da bir gerçek, Kur’an’da insana ruh hakkında çok az malumat verildiği zikredilir.   Dolayısıyla ruh hakkında iç aydınlık kandilimiz demek kâfidir.  Allah Teâlâ “Ve sana ruhtan sorarlar, onlara deki Rabbinin emrindedir”(İsra–85) buyuruyor çünkü.
          Öyle anlaşılıyor ki, insan ruhu ne maddedeki mekanizme, ne bitkideki tropizme, ne de hayvandaki içgüdüye benzer,  tüm bunları da içine alan deryai umman bir âlemdir. Nitekim Muhyiddin Arabî Hz.leri ‘İnsan çamurdan yaratılan dünyanın cilası olmuştur’ derken bu noktaya işaret etmiştir.      
        Velhasıl; İnsan maddeyi işleyerek manaya yol alır. Mana kazandıkça da fıtri özgürlüğünü ilan etmiş olur. Çünkü özgürlük meşalesi insan ruhunda kodlu.
        Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3350/ozgurluk-mesalesi-insan-ruhunda-gizli.html

20 Haziran 2016 Pazartesi

İNSAN İNSANIN KURDU MU?



            İNSAN İNSANIN KURDU MU?
   SELİM GÜRBÜZER
        İnsanlığın sürekli hız kesmez yükselen ihtirasları yüzünden, insan insanın kurdu olmuş durumda. Maalesef benlik histerisi insan ruhuna öyle nüfuz etmiş ki adeta bulaşıcı virüs gibi tüm insanlığı kuşatmış gözüküyor. Nasıl ki bir virüs sinsi sini ilerleyip tüm vücudu istila ettiğinde o vücut kolay kolay iflah olmaz ya, aynen öylede benlik hastalığı diyebileceğimiz kibir abideliği de o toplumun bir daha iflah olmayacak derecede içten içe çökerteceği muhakkak.
           Nicedir ‘Biz’ kelimesini lisanımıza almayalı epey yıllar geçti, onun yerine lisanımızda ‘Ben’ kelimesi var artık. Tabii kendini beğenmişliğin ifadesi diyebileceğimiz bu kelime dilimize yerleşince de küçüğünden gencine, gencinden büyüğüne, büyüğünden yaşlısına hemen herkes egosunu tatmin etmek için yarışır hale geldi. Hadi bu yarışın kazananı alt tabakadan küçük egocuklar kazansa belki gam yemeyiz, kazananı tahmin etmişsinizdir en üst kaymak tabakadan benlik davasında zirve yapmış küresel baronlar ve insan kurdu canavarlar kazanmakta.  Buna ister üst akıl diyelim ister insan kurdu canavarlar diyelim hiç fark etmez insanlıktan nasiplenmemiş oldukları o kadar her hallerinden besbelli ki, kendi alt tabakada ki alt ben hayranlarını bile köle yapmakta mahir usta canavarlardır.
           Peki ya kendilerini örnek almayıp onurlu duruş sergileyenler karşısında ne yaparlar? Hiç kuşkusuz kendilerine hayran olmayıp köle edemediği kesimler karşısında ise “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” diyecek derecede de pişkindirler. Yetmedi ferman padişahındır ültimatomuyla gözdağı vereceklerdir. Tabii burada ferman padişahındır ifadesinden kastedilen elbette ki bizim başbuğ hakanlarımız ve padişahlarımız değil, bilakis dünyayı avam kamerasından yöneten küresel baronlar, küresel Soroslar ve küresel insan avcılarıdır elbet. Baksanıza modern çağ dedikleri çağ, aslında Soros’a, küresel aktörlere, İngiliz Kraliyet ailesinin çıkarlarını gözetmeye yönelik bir çağdır. Şayet bu aktörlerin onların hizmetine amade olunursa ne ala,  yok eğer tekerleklerine çomak sokmaya kalkışılırsa sen misin bunu bize yapan hemen hakkından gelip dünyayı o onurlu duruş sergileyenlere zindan edeceklerdir. Nede olsa onurlu duruş sergileyecek insanların nesli tükenmiş sayılır, niye zindan etmesinler ki, devir onların devri, baksanıza ego düşkünü bir sürü insan meşhur olmak için etraflarında pervane olup modern köle olmaya razılar zaten. Dolayısıyla şuan borularının öttüğü bir çağdayız. Bu yüzden insan avcıları küresel boyutta çok rahatlıkla cirit atabiliyorlar da.  Ne diyelim, hal böyle olunca da etrafımız şuan kendini şan şöhret uğruna küresel güçlere pazarlayıp boyun eğenlerden geçilmez olmaktadır.
         Şimdi gel de eseflenme,  baksanıza neydik ne olduk. Hadi batılıların huyudur, bunu bir derece anlayabiliyoruz, çünkü onların cibilliyetleri buna müsait, insanlık dışı muamelelere göz yummakta hiçbir beis duymuyorlar, peki ya bize ne oluyor? Oysa bizi onlardan farklı kılan âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamberimizin “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” beyanı doğrultusunda hayat biçimi ortaya koyan ümmet olmamızdır. Ama ne var ki, şimdi o derin idrak anlayışımızdan üzerimizde hiçbir eser kalmadı. Eser kalmaz elbet, “Sizden biriniz kendisi için arzu edip istediği şeyi din kardeşi içinde arzu edip istemedikçe gerçek anlamda iman etmiş olamaz” hadis-i şerifin gereğini yerine getirmezsek olacağı buydu. Şimdi tamda sormak zamanıdır biz bu hale düşecek insanlar mıydık? Düşünsene bir zamanlar ne de güzel lokmamızı, aşımızı, tuzumuzu birlikte paylaşırdık, hakeza buna acımızı, sevincimizi paylaşmak da dâhildir.
            Evet, şu bir gerçek Allah’ın verdiği nimetler paylaşıldıkça daha da şükrümüz ve bereketimiz artmakta da. Hatta başarılarımızı paylaşmakta öyledir. Yani başarılar paylaşıldıkça bir anlam ifade eder, yoksa kendi kendimize paylaşılan başarılar kendi kendimizin egosunu tatmin etmekten öte bir anlam ifade etmeyecektir.  Öyle ya,  kendi başarımızı kendi dışımızdaki insanlara yansıtmadıktan sonra o başarıyla övünsek ne övünmesek ne, çünkü o başarı topluma mal olmamış başarıdır. Dolayısıyla hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Kaldı ki topluma mal olmasa da kendi tutsak alanında sınırlı kalmaya mahkûm bir başarıdır bu. Madem öyle,  sınırlı ve tutsak olana değil, ilmin sonu yoktur bilincinden hareketle sonsuz başarılara talip olmak gerekir. Aksi halde insan insanın kurdu olduğu egolar dünyası daha çok can yakacak demektir. Şöyle etrafımızda sırf kendi egosunu tatmin için yaşayanların hal vaziyetine baktığımızda bu hususta niçin endişe ettiğimize vicdan sahibi hemen herkes bize hak verecektir elbet. Kurtlar sofrasından hem nasıl endişe duymayalım ki,  baksanıza insanca Yüce Allah’ın lütfettiği eşrefi mahlûkat olmanın onurunu yaşamak varken bir hiç uğruna kurtlar sofrasında kendi kendimizi yüceltmeyi bir övünç abidesi olarak takdim etmenin peşindeyiz habire. Hadi kendi açmazlarımız neyse de, birde kurtlar sofrasında birde bunların üstüne insan haklarından dem vurup bize insanlık dersi vermeye kalkışmazlar mı? Asıl bizi derinden yaralayan onlardan ders alır duruma düşmemizdir. Hem de gözümüzün içine bakaraktan insan haklarından, özgürlüklerden,  çevrecilikten vs. dem vurmaktalar. Oysa hiç yalandan bize hariçten gazel okumasınlar, önce tarihten bugüne döktükleri kanların hesabını versinler, sonra samimi olup olmadıkları ortaya çıkar elbet. Bikere vahşi batı insan haklarından söz edebilmesi için şimdiye kadar işledikleri sayısız insanlık cinayetlerini ve pisliklerini temizlemeleri gerekir ki bize söz söyleme hakkı elde edebilsin. Maalesef vahşi batının çifte standart uygulamaları yeterince çirkin yüzünü ele veriyor zaten. Vahşi batı çifte standart uygulamalarına devam ede dursun,  bakalım onca ayan beyan sicillerinin bozuk olduğu ortada iken toplumların kanının emerekten elde ettikleri şan şöhret bir gün avuçlarından uçup gittiğinde o zaman ne yapacaklar? Bakalım o gün geldiğinde sığınacak bir liman bulacaklar mı? Hani her yükselişin bir düşüşü var denir ya hep bir gün elbet onlarda tökezlediğinde bir bakmışsın hor gördükleri mazlum ülke halklarının önünde el pençe divan durup aman diler hale gelmişler. Gerçi o günler geldiğinde ne yüzle aman dileyecekler o da üzerinde kafa yorulması gereken apayrı bir muamma konudur. Her ne kadar muamma bir konu olsa da atalarımızın dile getirdikleri ‘alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste’ gerçeğiyle yüzleştiklerinde iki seçenekten: artık yaşamanın ne anlamı var deyip ya intihar edecekler, ya da mazlumun önünde diz çöküp boyun eğeceklerdir. Böylece zulüm asla payidar olamaz hakikati bir kez daha tepelerine balyoz gibi inmiş olacaktır. Zulmü ister barbar ülkeler, ister küresel baronlar isterse diktatörler metot edinsin, hiç boşa kürek sallamasınlar tarihe şöyle dönüp baksınlar izinden gittikleri insan avcılarının tarihin harabelerine gömüldüklerini göreceklerdir. Dolayısıyla buradan biz onlara en son: ne oldum değil ne olacaklarını bir düşünmelerini tavsiye ederiz. Yok, bizi küçümseyip siz kim tavsiye etmek kim diyorlarsa, bilsinler ki onları hazin bir akıbet beklemekte. Öyle ki arkalarından tek bir kişinin bile rahmet okumadığı ve yâd etmediği bir hazin sondur bu. Yani zihinlerden, belleklerden silinip yok olacaklardır. Oysa tarihte yaşananlardan ibret alsalardı tıpkı insanlığa ışık saçmış bizim atalarımız gibi onlarda unutulmaz olacaklardı. Acı ama gerçek, gel gör ki görünen manzara hiçte iç açıcı bir manzara değil. Baksanıza bugün olmuş halen ülkeler ülkelerin kuyusunu kazmakta,  insanlarda insanların kurdu olup iliklerine kadar sömürmekte.  Öyle sömürü düzeni kurulmuş ki, kurtlar sofrasında pastadan dilim koparabildiysen ne ala,  koparamadıysan resmen adama yüz üstü sürün diyorlar. Ama düşünmedikleri bir şey var, o da bir gün gelip mazlumların ahı tuttuğunda bu kez kendilerinde yüz üstü sürünerekten aheste aheste çıkacaktır.
          Şu bir gerçek bizim vahşi batıdan ve yüz üstü sürün diyenlerden farkımız düşenin elinden tutup ‘Ensar’ hissiyatıyla hareket etmemizdir. Allah’a şükür henüz bu hissiyat tam manasıyla tükenmiş sayılmaz. Nitekim Suriye mazlumlarına kucak açmamız bunun en bariz göstergesi, bize de o yaraşırdı zaten. Ümit ederiz ki bu hissiyat daim olsun. Daim olsun ki,  yarın bizim başımızda dara düştüğünde sığınacak bir limanımız, elimizden tutacak birileri olsun. Bakın, atalarımız yediden yetmişe tüm insanlığa kucak açtıkları içindir üç kıtada nizam-ı âlem olabilmişlerdir. Fakat gel gör ki yeni kuşak artık ne atalarının yolundan yürüyor ne de öğütlerine kulak veriyor. Şimdilik yeni kuşağın atalarıyla olan bağı sadece kuru kuruya üzerlerine toz kondurmamaktan ibarettir. Tabii toz kondurmamak iyi hoşta biz toz olduktan sonra bunun ne anlamı var ki. Boşa övünmenin hiçbir fayda getirmeyeceği muhakkak. Hele birde bunun üzerine habire birbirimizin kuyusunu kazdığımızı düşündüğümüzde daha çok toz olacağız demektir. Öyle ya,  kuru kuruya övünüleceğine onların yolunu yol bilip izinden yürünse fena mı olur? İyi olur elbet, ama ne hazindir ki geldiğimiz noktada kişisel egolarımız toz kondurmadıklarımızın önünde ilerlemekte hep. İlginçtir hem bu nasıl toz kondurmamaksa dünya menfaati ağır bastığında bir bakmışsın yeni kuşak  “boş ver ağam sadakatte neymiş, bağlılıkmış, itaatmiş, erdemlilik filan tüm bunlar mazide kaldı” diyebiliyor. Tabii ölçüsüzlüğün bu kadarının da baş tacı edilip insan insanın kurdu olduğu böylesi bir çağda bu tür söylemlerin gırla gitmesine şaşmamak gerekir, kayıp nesilden başka bir şey bekleyemezdik zaten. 
           Evet, kendi egosunun tatmininden başka bir şey düşünmeyen ve kendi dışında insanlara eski kafa gözüyle bakan böyle bir seküler yapıdan ancak kayıp nesil çıkar. Tabii ki günümüz konjoktöründe böyle bir hastalıklı yapıdan mazinin o saf ve tertemiz adap, usul ve erkânını kendine model alıp uygulayacak erdemli insanların çıkması çok zor gözüküyor. Hele bu modeli günümüz pop gençliğe anlatmak deveye hendek atlatmaktan daha zor dersek yeridir.  Çünkü karşımızda öyle söz dinleyecek Asım’ın nesli yok artık, tamamen kayıp bir nesille muhatabız. En iyisi mi biz köklerimizi muhatap alıp bari kendimizi kurtarmanın yoluna bakalım, yoksa kayıp neslin dümeninde bizde hafıza kaybına uğrayabiliriz pekâlâ. Öyle ya madem ortalık allak bullak,  niye boşa nefes tüketelim ki. Önce kendimize bir söz geçirelim ki, sonra bizi gören bizde dirilebilsin.  
          Baksanıza ortalık öyle bir perişan halde ki yaşanılan hayatta dosttan ahbaptan kaçar olduk. Oldu ya, eski bir dostumuzu es kaza bir yolda görmüş olsak hemen hemen birçoğumuz yolumuzu değişiveririz. Maalesef artık bu hal üzereyiz,  hal hatır sormak hak getire çoktan rafa kaldırdık bile. Sadece işimiz düştüğünde belki o zaman hal hatır sormak ihtiyacı duyarız, bunun dışında varsa yoksa fütursuz ‘yaşasın ego’ çığlığı biricik değerdir. Oysa bir insan kendi egosuyla nereye kadar baş başa yaşayabilir ki, ancak mezara kadar baş başa kalabilir.  Yani egosu dışarıda bedeni mezarda olacaktır. Tabii bu arada naçiz bedenini de mezara gömecek adam bulabilirse öpsün başına koysun. Neyse ki şu fani dünyada her şeye rağmen kefenleyecek, namazı kıldırıp mezara gömecek birileri çıkabiliyor. Yoksa ben şuyum, ben buyum diye böbürlenenleri son yolculuğunda kim takar ki. Allah’tan merhametini yitirmemiş böyleleri varda dost düşman ayırmaksızın bu sayede son yolculuğumuzda uğurlanabiliyoruz. Gerçekten de bu denli mi iş ciddi boyutta derseniz, hiç abartısız şunu çok rahatlıkla ifade edebiliriz ki insanlar birbirinin kurdu olmaya devam ettiği müddetçe öyle bir zaman gelecek tabutlara omuz verecek insan bulunamayacak derecede iş ciddidir. İşte tamda bu noktada Necip Fazıl’ın “Cenazemde olmasın çelengim top arabam. Tabutumu taşısın dört tam inanmış adam” vasiyeti mana kazanır da. 
        Hani hacı hacı’yı Mekke’de, sofi sofiyi Tekkede bulurmuş ya, aynen öyle de benlik davasıyla yatıp benlik davasıyla kalkan da ya nefsin ve şeytanın kucağında, ya da gayya çukurunda kendini bulacaktır. Dostoyevski’nin kulakları çınlasın; Tanrı yoksa her şey mubahtır dediği bir tufanı yaşıyoruz artık.  Gerçekten de helal haram nedir bilmeyen, dinden imandan bihaber insanların birbirinin ayağına kurşun sıktığı çağın vebası bir tufanıdır bu. Ama bu demek değildir ki tufan varsa kurtuluş gemimiz yoktur.  Allah-u Teâlâ nasıl ki tufanda inananlara Nuh’un Gemisini kurtuluş kılmışsa, bu çağda da kendini benlik davasına kaptırmayan istikamet sahibi kâmil insanları kurtuluş gemisi olarak vesile kılacaktır. Böylesi Peygamberin izini iz bilen zatların Ümmet-i Muhammmed için birer kurtuluş gemisi olacaklarına inancımız tam da. Yeter ki kurtuluşumuza vesile olacak o gemiden bize uzanan ellerden tutmak için gayret gösterelim azgın dalgalar bizi asla yutamayacaktır.

19 Haziran 2016 Pazar

GIYBET ATEŞİ


GIYBET ATEŞİ

SELİM  GÜRBÜZER

       Hünkâr Hacı Bektaşi Veli yaşadığımız hal ve ahvali ne güzel özetlemiş; “Ey oğul!  Eline, diline ve beline sahip ol.”  İşte bu veciz sözde konumuzla alakalı sırf dili ele aldığımızda “Kılıç yarası iyileşir, ama dil yarası iyileşmez” sözü daha da bir anlam kazanmakta. Hatta dil yarası için gıybet ateşi dersek yeridir.  O halde gıybet ateşinden korunmak için “Bin düşün bir konuş”, “Kılı kırk yarıp sonra kelam eyle” düsturumuz olsun.
        Evet,  her türlü yara iyileşir, fakat dil yarası iyileşmez. Nasıl iyileşsin ki,  dil yarasıyla kalp kırılmıştır bikere, onarabilirsen ne ala, onaramazsan vay haline. Öyle ki Yüce Peygamberimiz(s.a.v); Kalp kırmanın Kâbe’yi beş yüz bin defa yıkmaktan daha ağır olduğunu beyan buyurmuştur. Şayet bir gönül kırdıysak neydik edip sahibinden helallik almalı ki gönül kırmanın zararlarından korunabilelim.  Dahası gönül kırmak için değil gönül yapmak için var olmalı.   Bunun da ilk adımı sükût lehçesinden geçer. Hele bir insan sükût lehçesi edinmeye dursun “Arifin yanında kalbini, âlimin yanında dilini tut” adabının gereğinin yapar da. Belli ki Hz. Lokman (a.s) bu yüzden oğluna;  “Söz gümüşse sükût altındır” diye öğüt vermiştir. Hiç kuşkusuz bu öğütten bizimde çıkaracağımız pek çok ders var.  Her şeyden önce çok konuşmanın ve boş konuşmanın gıybete yol açacağının bilmemiz gerekir. Bu da yetmez şimdiye kadar doğup büyüdüğümüz memleketlerde ne kadar tanıdık dost, ne kadar akraba, ne kadar amca-dayı,  ne kadar nine ve dedelerimizden büyüklerimiz varsa onların bizlere öğütlediği “Sakın ola ki kalp kırmayasın, kırdığında gece uykuların kaçabilir, akıllı olmaya bak. Gelen gitmek için, konan göç etmek için vardır. Zira bu ölümlü dünya sana da kalmaz bana da. Unutma ki rüzgâr eken fırtına biçer,  o halde sen sen ol kınında dur”  türünden nasihatleri de baş tacı edinmemiz icab eder. Tabii bu nasihatleri işiteli hayli yıllar geçti,  dönüp şöyle yaşadıklarımıza baktığımızda bu nasihatlerin her bir kelimesinin altın değerde olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Zaten bu nasihatleri çocuk yaşlarda işitmeseydik kim bilir bu gün nereler de olurduk, ya köprü altlarında, ya meyhanelerde, ya da sahillerde beyhude halde dolaşıyor olacaktık.       
        Bakın,  Gavs-ı Bilvanisi (k.s) bir sohbetlerinde gıybet konusunu ashabın hayatından şöyle misal getirir:
         Bir gün Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) sahabe arkadaşlarını çağırdığında ilginç bir teklifte bulunur.  Der ki:
     -Gelin peygamberin gıybetini yapalım.   
     Tabii arkadaşları hiç beklemedikleri bu ilginç teklif karşısında:
 —Ya Ebu Bekir? Nasıl olur, öyle şey mi olur?
Bunun üzerine Ebu Bekir Sıddık (r.a):
     —Malumunuz gıybet yapan kimsenin sevabı gıybeti yapılana gider der. 
      Düşünsenize bu sohbetten anlaşılan o ki,  gıybet yoluyla bile dost olunabiliyor. Aksi halde nasıl sıddıkıyet makamına çıkabilirdi ki.
      Yine bir başka sohbette ise Fatıma annemizden örnek verilir:
 Bir gün Hz. Fatımat-üz Zehra annemiz pencereden boyu çok kısa bir adamın geçtiğini görünce:
 —Şu adam ne kısa boyluymuş der. 
Tabii Resulü Ekrem  (s.a.v) kızının bu sözüne karşılık;
 —Kızım bu ne söz, çabuk hıh et.
  Gerçekten de hıh edince gıybet ateşi ağzından et parçası şeklinde düşüverir.  
 Fatıma annemiz:
 —Peki, babacığım bu düşen neydi?
Resulü Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle der;
      —Şu boyu kısacık adama bak demekle gıybet yapmış oldun. Dolayısıyla adamın etini yemiş gibi oldun, o ağzından gelense gıybet etidir. Kaldı ki Allah Teâlâ “Sizden biriniz ölmüş bir kardeşinizin etini yemek ister mi?” (Hucurat:12) buyuruyor.
   Evet, Allah Resulü ne güzelde gıybeti ölü eti yemekle eş tutaraktan örneklendirip kızını uyarmış. Sadece kızını mı,  aslında kızı üzerinde tüm Ümmet-i Muhammedi şöyle uyamıştır:
 - “Dedikodudan sakınınız, çünkü dedikodu zinadan daha ağır bir günahtır. Zira zina eden bir kimse tövbe edince tövbesi kabul edilebilir, fakat dedikodu yapılan kimse affetmedikçe dedikoducunun affedilmesi mümkün değildir.”
   Peygamberimiz uyarırda Onun yolundan giden rabbani âlimler uyarmaz mı? Elbette uyarır.  Allah dostları da sofilerini uyarmışlardır. Onlarda tıpkı takipçisi oldukları peygamber meşrebince uyarılarını misaller getirerek yapmışlardır. İşte o misallerden birini Seyyid Abdülhakim el Hüseyni Gavs-ı Bilvanisi (k.s) şöyle dile getirir:
      Molla Abdulgafur adında Gavs-ı Hizanî (k.s)’i sevmeyen bir münkir âlim varmış. Bir gün caminin kapısında karşılaştıklarında Gavs-ı Hizani (k.s) ona der ki:
      —Ey Molla Abdulgafur! Benden ne kötülük gördün ki sürekli gıybetimi yapıyorsun?  
      Tabii molla bu sözler karşısında Gavs-ı Hizanî’nin kolundan çekip;
     —Hadi gidi seni yalancı kezzab, bunca milleti kandırdığın yetmezmiş gibi birde onları saptırıyorsun diye suçlar. Neyse ki Gavs-ı Hizani (k.s) o itişip kalkışma esnasında kaptırdığı kolunu sıyırıp onu ittiğinde,  Molla o anda ne görüyorsa renkten renge girer ve tuhaflaşır da.  Ve can havliyle bu kez:
—Aman Efendim ben ettim sen etme,  ne olur beni affet der.
Tabii etraftan bu hadiseyi izleyenler merak edip mollaya sorduklarında;
—  Bir anda sana ne oldu ki hemen değişiverdin?
Molla şöyle karşılık verir:
    —Hele başıma gelenleri bir görseydiniz, sormaya bile takatiniz olmazdı. Gavs beni ittiğinde sanki başım arşa değdi, bedenimse adeta yıldıza çapmışçasına akkor kesilip dona kaldım.  Peki, madem sordunuz şimdi de ben size soruyorum Gavs’ın bu kerametini gören pişman olmaz mı?  
      Bedenin akkor kesilmesi deyince ister istemez akla ateş gelmekte. Ancak bu ateş Ariflerin ateşle oynamayın dediği ateş değildir. Ariflerin kastettiği ateş hiç kuşkusuz gıybet ateşidir.  Her ne kadar böylesi bir ateş pek bilinmese de, şu bir gerçek bu ateşe körük bile dayanmaz. Madem körük bile dayanmaz, sakın ola ki gıybet ateşiyle kendi ateş kuyumuzu kazmış olmayalım. Yani gıybet aleviyle kül olmamak gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v) “Ateşin kuru odunu yakması gibi, gıybette insanı yer bitirir (sevaplarını)buyurmakta.
         Şayet amellerimiz gıybet ateşiyle zayi olmasın diyorsak dilimizi koruma altına almaya mecburuz.  Aksi halde dil yarasıyla ömür sermayesini tüketiriz haberimiz olmaz da. Ta ki ahrette mizan kurulup amellerin boşa çıktığını gördüğümüzde haberdar oluruz, ama iş işten geçmiş olacak. İşte bu gerçeklerden hareketle Hasan-ı Basri (r.a)  gıybet ateşinin bilinciyle kendi aleyhinde bulunan birine bir tabak hurma göndermeyi ihmal etmediği gibi teşekkürlerini şöyle iletmiş;
         — Duydum ki; sen bütün yaptığın iyiliklerini bana gönderiyormuşsun, bende karşılığını vermek istedim, karşılığı tam olmasa da lütfen bunu kabul buyurun.
         Evet, bir mümin kardeşimizin aleyhinde konuştuğumuzda kazandığımız sevapları ona göndermiş oluruz.
         Aslında dedikodu; dedikodu olmakla kalmıyor iftiraya yelken açabiliyor.  Değil müminin, zımnînin bile gıybeti caiz değil. Yaşadığımız toplum maalesef dedikodu üretiyor, yaşadığımız hava dedikodu ile inliyor, dedikodu kazanı sürekli kaynatılıp otomasyona bağlanmış durumda. Adeta gıybet sektörü oluştu. Üstelik bu alanda para kazananların sayısı sürüsüne bereket azda değiller, gıybet kültür olmuş sanki. Oysa Allah Resulü gıybeti  “Denize bulaşsa denizi dahi kirletir” (Ebu Davud) diye tarif etmiştir.
        Onur ve haysiyeti yerlere serenler revaçta dersek yeridir. Baksanıza adamlar burnundan hiç kıl aldırmıyorlar, sanki ağızlarından kibir dolu üslup akıyor, adeta burunları Kaf dağında. Kötü niyetli eleştiriler ekranların süsü olmuş, ne kadar yalan dolan o kadar itibar kazanılıyor. Yalanın biri bin para olmuş artık. Elifi görüp mertek sanan tipler aramızda her an iş başındalar. Sanatkârlar sansar, dahiler şebek olmuş, üstelik bunlar dedikodularıyla baş tacıdırlar. Dedikodu sektörü müşterilerine hizmet verdikçe her geçen gün itibarlarına itibar katmaktalar. Nasıl olsa muhatapları bir şeyden çakmıyor öğrenmek için değil duymak istedikleri mesajlarla gönülleri hoş tutuluyor, ardından gelsin paralar gitsin paralar, al gülüm ver gülüm ağırlamaları gırla gidiyor. Maalesef içine düştüğümüz manzara bu.
        İslam’da insan eşref-i mahlûkat ilan edildiğinden en ufak insan istismarına yönelik söze itibar edilmez, derhal şiddetle kınanır. Resulü Ekrem (s.a.v) “Ribanın en kötüsü, haksız yere Müslüman’ın ırzını rencide etmektir” (Ebu Davut). Yine Resulullah (s.a.v) “Miraç gecesinde bakır tırnakları olan bir kavme uğradım. Bunlarla yüzlerini tırmalıyorlardı. Ey Cebrail, bunlar da kim, diye sordum. Bunlar; insanların etlerini yiyenler ve ırzların (şereflerini) payimal edenlerdir” dedi. (Ebu Davud)
        Peygamberi eleştirmek küfürdür.  Saadat-ı Kiramı eleştirmek ise münkir kapsamında değerlendirilip son derece tehlikelidir.  Hatta ehlisünnet yolunu esas alan cemaatleri küçük düşürücü söz söylemekte öyledir. Hakeza Türk’ü övüp Kürd’ü eleştirmek, Kürdü sevip Türk’e sövmek, ya da Arab’ı şöyle Acem’i böyle gibi hakaret içeren sözler söylemekte aynı kapsamda değerlendirilir. Hele hele Peygamberimizin kavmine dil uzatmakta öyledir. Tabii bitmedi dahası var, işte onlardan bir kaçı:
      - Müminler kardeştir düsturunu unutup ima ile de olsa kardeşine gönderme yapmak,
     -Önce övgü yağdırıp sonrasında dövmek,
     -Eleştirdiği kişiyi töhmet altına alacak sözler söylemek,
     -Nifak kokusu taşıyan ifadeler kullanmak, 
     -Bedeni özürlere atfen kabahatmiş gibi kelam eylemek,
     -İnsanların taklidini yapıp küçük düşürmek,
     -Laf taşıyıp kovuculuk yapmak,
     -Deme yahu türünden hamasi sözler,
     - Özürlüyü alaya almak,
     -Kişilik haklarını zedeleyecek nitelikte karikatür ve benzeri çizimler yapmak,
     -Düzeyli eleştirmenin dışında istihza niteliğinde yazıp çizmek veya fotoğraflamak...
       İşte bu ve buna benzer daha nice sesli ya da sessiz dedikodular gıybet türleri kapsamında değerlendirilir.
       Asl olan gıybet yapmamaktır,  kardeşini savunmak esastır. Nitekim Allah Teâlâ; bu hususta şöyle uyarır “Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi adet edinen herkesin vay haline” (Hümeze,1).  
          Allah Resulü de şöyle buyurur: “Gıyabında din kardeşinin namus ve şerefini koruyan kimseyi Allah cehennemden azad edecektir..” (Ahmed, Müsned). Hatta Allah Resulü beyan buyurmakla kalmaz bir kişinin hak hukukunu ihlal edildiğini gördüğünde müdahale eder ve derhal o meclisi terk ederdi.
         Evet, gıybetten şeytandan kaçarcasına sakınmak gerekir, asla bunun şakası yoktur. Şaka götürmediği o kadar net açık ki, Habib-i Ekrem (s.a.v) bu hususlar da ümmetini “Gıybetten sakının. Muhakkak gıybet zinadan daha kötüdür. Zira kişi zina eder sonra tevbe ederse, Allah tövbesini kabul edebilir. Hâlbuki gıybet ettiği kişi affetmedikçe Allah affetmez” sözleriyle uyarmayı ihmal etmemiştir.
        Malum, söz getiren, söz taşıyıcı olur. Ancak Dini korumak adına bozuk fikirlerin teşhir edilmesi gıybet olmaz. Özellikle anlatılmalı ki; toplumda kabul görmesinler, hatta bu şekilde yıkıcı faaliyetlerinin önüne geçilebilir de.
       Alenen işlenen günahlara karşı,  mesela sarhoşun, kumarbazın, tecavüzcünün yaptığı kötü fiilin hiç çekinmeden marifetmiş gibi anlatanların gıybetini yapmak caizdir. Peygamberimiz (s.a.v) “Üç grup vardır ki, gıybetlerini yapman sana haram değildir: Günahı açıkça işlemekten sıkılmayan, zalim idareci ve dinde olmayanı dine sokan bidatçi” diye buyurdu.(Camiu’s Sağir)
       Zulme engel olmak için gıybet yapılabilir, ya da bir kişinin hakkını savunmak için de öyledir. Dahası birinin herkesçe bilinen lakabıyla anmak gıybet değildir. Hakeza ailevi huzursuzluklardan dolayı âlime gidip kocam şunu yapıyor caiz mi gibi sormakta gıybet sayılmaz.
      Velhasıl; Gıybetten kurtulmanın en kestirme yolu Allah’a ellerimizi açıp; Ya Rabbi! Bana hatalarımı göster ki başkalarının hataları ile meşgul olmayayım diye dua eden gönül dostlarını niyazını sık sık tekrarlamak en doğrusu.

      Vesselam.