EVRİM TERS KÖŞE
SELİM GÜRBÜZER
Evrim teorisinin
kaynağı milattan önce eski Yunan’a dayanmakla birlikte bu düşüncenin asıl
temelleri Charles
Darwin’in dedesi İngiliz doktoru Erasmus Darwin
ve Fransız Comte de Buffon tarafından ortaya atılmıştır. Bu ikili canlıların
çevre şartlarına göre şekillenerek sonradan kazandıkları özelliklerini bir
sonraki kuşaklara aktardıklarını ileri sürmüşlerdir. Öyle veya böyle bu düşünceyi doğru kabul ettiğimizi
varsaysak bile çevre şartları gereği herhangi bir canlının alacağı darbeden
dolayı vücudundaki deri kalınlaşmasıyla birlikte daha dayanıklılık kazanıp bu
vaziyette canlıya aktarıldığını yutmamız gerekiyor. Keza ördeklerin sürekli
yüzmelerinden dolayı ayak perdelerinin oluştuğuna, bazı canlıların ise
organlarını kullanmayarak köreldiğine kanmamız gerekecektir. Neyse ki bu tür
fikirler etraftan pek itibar görmedi, ama sağından solunda biraz revize edilerekten
böylesi fikirleri yeniden canlandırmak torun Darwin’e nasip olacaktır. Torun
Darwin iki yıl süren Tıp tahsilini yarıda keserek babasının tavsiyesi
doğrultusunda Cambridge Christ College (İsa’nın Koleji) okulundan mezun
olur da. Ne var ki mezun olduğu okuldan papazlık diploması alır almasına ama
mesleğini icra etmek yerine başka alanlara merak salacaktır. Ne diyelim merak bu ya, derken soluğu Güney
Amerika ve Pasifik adalarına giden Beagle adlı gemide almıştır. Öyle ki, Charles Darwin 1832
yılında gönüllü olarak katıldığı ve 5 yıl süresince dünyanın değişik yerlerini
turlayan H.M.S. Beagle isimli bir gemiye bindiğinde çokta heyecanlıydı. Hem
kendisini nasıl heyecan sarmasın ki, özellikle bu seyahati sırasında Galapas
adalarında yakından izlediği birbirinden farklı ispinoz türlerin varlığı onu
doğrusu çok etkilemişti.
Evet, ortada birçok kuş türleri vardı
var olmasına ama gagaları çok farklıydı. Bu durum karşısında düşündü taşındı,
söz konusu bu farklılığın kuşların çevreye uyum sağlamalarından ötürü olsa
gerektir kanaatine vardı. Yine bir kez daha düşündü taşındı, tüm canlılarda ki bu
çeşitliliğin temelinde çevreye uyumlulukla ilgili olsa gerek deyip kendinde tüm
canlı türlerin tek bir ilkel ortak atadan meydana gelmiş olmalı düşüncesi
beyninde yer ediverdi. Hakeza düşüncelerine dayanak teşkil edip temellendirmek
içinde canlı türlerin çevre şartlarına hızla uyum sağlayan canlıların ayakta
kalabileceklerini uyum sağlayamayanlarınsa eleneceği anlamına gelen ‘doğal
seleksiyon’ tezini ortaya atmıştır. Hatta bunla da yetinmeyip kafasında
tabiat gücü oluşturarak çevreye uyum sağlayan her bir canlı türü üzerinde
cereyan edebilecek faydalı küçük değişimlerin birikerekten kuşaktan kuşağa geçmesiyle
birlikte zaman içerisinde orijininden farklı canlı türlerine dönüşebileceği
çizgisine gelmiştir. Oysa ileri sürdüğü faydalı değişmelerin kaynağının ne
olduğu konusunda ortaya delil koyamaması teorinin daha baştan çürümeye yüz
tutacağının ilk işaretlerini çoktan vermeye başlamıştı bile. Üstelik Darwin’in
ileri sürdüğü tezin sıkıntısı tek bundan da ibaret değildi. Bundan daha başka
hayvanlardaki içgüdü gibi hatta ve hatta dünyaya açılan küçücük pencere olarak addettiğimiz
göz gibi daha nice pek çok donanımların basit donanımlar olmayıp tam aksine
mükemmel donanımlar olduğu bir dizi altından çıkamayacağı hususlar önünde
aşılması zor engeller olarak duruyordu ki, bu durum da:
-“Bir fizikçi olarak gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği karşısında
doğrusu şaşakaldım” demek
itirafında kendini alamaz da.
Malum Lamarck’da canlılar yaşadıkları
bir ömür hayat süreci içerisinde birtakım kazandıkları özelliklerini bir
sonraki kuşağa nakl edip ve böylece evrimleşmeye uğradığını iddia eden ilk
evrimci teorisyenlerden biridir. İşte Darwin’de izini iz sürdüğü kendisinden
önce yaşamış olan Fransız Biyolog Lamarck’ın izinden şaşmamak adına göz
donanımının o muhteşem görünümü karşısında altından kalkamayacağı bir sıkıntı
içiresine girmesine rağmen onuruna yedirememiş olsa gerek ki kendisi de bu
teoriden vazgeçme ihtiyacı duymamıştır. Kim bilir kendi döneminde de günümüz modern
teknolojilik donanımda biyokimya ve genetik gibi önemli bilim dallarıyla
yüzleşmiş olsaydı belki Lamarck’ın açtığı bu yoldan gitmeyip bu denli ileri
sürdüğü teorisinde nli ısrarcı olmayacaktı. Nitekim Botanikçi Gregor Mendel’in
1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetmesiyle birlikte genetik biliminde çok
önemli adımlar atılıp ve ardından DNA molekülünün kompleks bir yapıda olduğu
anlaşılınca Evrim düşüncesi daha da bir kriz geçirme aşamasının eşiğine girmiş
oldu diyebiliriz. Böylece bu düşüncenin ön kabullere dayalı bir teori olduğu
anlaşılmıştır.
Darwin’in bio-teknolojiden yoksun
tamamen hayal gücüne dayalı şekillendirdiği evrim teorisi, aslında geldiği
nokta itibariyle ideolojik devrime dönüşmüştür dersek yeridir. Baksanıza
şimdiye kadar her bir canlı türünü kılıfına da olsa uydurup evrimleştirmeyi
beceremeseler de ama gelinen noktada bir bakıyorsun evrim teorisini resmen
ideolojik anlamda devrimleştirebilmişlerdir.
Devrimle evrimin birbirinden farkı; birinin adına uygun davranıp devirmek manasına
gelebilecek kanla yazılmasına dayalı bir ideolojik akım olmasıdır, diğerinin
ise beyin yıkama metoduna dayalı ispatlanmamış hayali felsefi akım olmasıdır. Evrim başlangıçta hem canlıların hem de cansız
maddelerin kendiliğinden veya tesadüfi bir eseri olarak ortaya çıktıkları
düşüncesine dayanan hayali felsefi teorinin ötesinde aynı zamanda Necip
Fazıl’ın tabiriyle bir ideolocya örgüsüne dönüşmüş durumda da. Nitekim ileri sürdükleri
teorilerinde öylesine aşırıya kaçtılar ki, güya insan embriyonu ilk önce deniz
protozoa olarak teşekkül ettiği, akabinde yüreği pıtır pıtır atan solucana
terfi etmiş olduğu, oradan da hızını alamayıp sırasıyla:
-Solungaç yarıkları olan iki gözlü kalpli
bir balığa,
-Üç gözlü kalpli ve mezonefroz bir
böbrekli kurbağaya,
-Dört gözlü kalbi olan metanefroz böbrekli
kuyruklu memeliye,
-En nihayetinde ise insana dönüştüğü
şeklinde uydurdukları hiyerarşik evrimleşme zincir halkasıyla birlikte işi
ideolojik akım hale getirebilmişlerdir. İşte ileri sürdükleri bu hiyerarşik evrimleşme
aşamalarından da anlaşıldığı üzere, evrim kuramı biyolojik hayatın tabiat
olayları çerçevesinde en basitten en karmaşığa doğru evrilmesi üzerine kurulu
dogmatik bir görüş olarak karşımıza çıkmış hal vaziyettedir. Oysa işi bilimsel
süzgeçten geçirdiğimizde ne kurbağa ‘insan DNA’sıdır ne de insan ‘kurbağa
DNA’sıdır. Dolayısıyla bu tür varsayımlara dayalı tezler doğduğu günden beri
kral çıplak evrim teorisi olarak karşımıza çıkıp, bundan böyle de hiçbir zaman karşımıza kanunlaşmış
olarak da çıkamayacaktır zaten. Çünkü kanun ispatlanmış hükümleri içerirken
teori ise daha henüz ispatlanmamış görüşleri içermekte. Hatta evrim teorisi gelinen
nokta itibariyle daha çok ateizmin arka
bahçesi diyebileceğimiz ideolojik bir görüş olarak kendini ele
vermektedir. Yaratılış modelini savunanlar malum, tam aksine başlangıçta hayatın mükemmel olarak
bir şekilde yaratılıp tanzim edildiğini, aynı zamanda tabiatüstü ve belli bir
gayeye yönelik yaratılış kanunlarına tabii olarak yaratılıp hayatlarına devam
ettirildiği yönünde fikir serd etmişlerdir. Zira ilk yaratılış başlangıçta mükemmel
bir şekilde yaratılmış olup zaman içerisinde bozulmaya doğru yüz tutmuş bir
kıyamet arefesi diyebileceğimiz bir sürece girilmiştir. Nitekim yaratılan
âlemde her küçük aşınma veya parçalanma mükemmellik doğurmamakta, bilakis
kıyametin kopmasına neden veya vesile olacak basamaklar olarak tezahür etmekte.
İşte bu hatırlatmalar eşliğinde biz
burada evrim teorisi hakkında alışılmışın dışında bir metot izleyerek soru
cevap ikilemi şeklinde evrim teorisinin lehinde ve aleyhinde söylenenlerden
hareketle nasıl ters köşe olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
Evrimciler
laboratuvarda cansız bir maddeden yeni bir canlı yaratabilir mi?
Alman Evrimci Heinrich Haeckel; “Bana su,
kimyasal madde ve yeteri kadar zaman verilirse bir insan yaratabilirim” şeklinde
iddiasında bulunmuş bulunmasına ama armut piş ağzıma düş misali hazıra konma ön
şartını ileri sürmekten de geri duramamıştır. Hani oynamayan kız yerim dar
demiş ya, aynen onun gibi hazıra konmanın ötesinde birde üstüne üstük işi zamana
havale etmeyi de ihmal etmeyip haşa kendine yaratıcı rol biçmekte. Hadi diyelim ki cansız bir maddeden bir canlı
ya da basit bir ilkel canlıdan daha kompleks bir canlı üretmeyi başarmış
olacağını varsaymış olsak bile biyolojik nizamın öyle tesadüfen meydana gelmiştir
iddiasına asla delil teşkil etmeyecektir. Hem kaldı ki hâlihazırda kullanılacak
hammaddeyle ortaya ürün koymak asla yoktan ürün var etmek anlamında yaratıcılık
olmayacaktır. Zira biz biliyoruz ki,
yoktan var etmek ancak Allah’a mahsus yaratma fiilidir. Dolayısıyla
yaratıcılık iddiasıyla yapılmaya çalışılan her türlü girişim biliniz ki Yüce
yaratıcının yarattığı orijinal malzemeyle ortaya birtakım şeyler koyma çabası
olmaktan öte hiç bir anlam ifade etmeyecektir. Şu bir gerçek deney metodunu
evrime uygulamak hiçte öyle kolay bir iş gözükmemektedir. Nitekim Evrimci
Theodosius Dobzhansky bile deney metodunun milyonlarca sürebilecek bir olayın
açıklanmasına yetecek sürenin bir araştırmacının ömrünü aşabileceğini itiraf
etmek zorunda kalmıştır.
Çeşitli hayvan tiplerinin organlarının
aynı görevi yapması evrime delil olabilir mi?
Canlılar arasında birbirine benzermiş
gibi görünen (homolog) organlar
aslında birbirinden çok farklı genetik kodlarla (DNA şifrelerince) belirlendiğinden,
homolog organların (birbirine benzer organların) varlığı a evrime asla
delil teşkil etmeyecektir. Elbette ki Biyoloji bilim dalı farklı canlı
türleri arasında morfolojik benzerlikleri homoloji olarak tanımlamasına
tanımlarda sonuçta adına uygun davranıp sadece benzetim tanımıyla sınırlı
kalacaktır, asla bir türden başka bir türe geçiş anlamına gelen bir tanımlama
olmayacaktır bu. Dolayısıyla evrimciler
hiç boşa heveslenmesinler benzetme tanımlamasından evrim asla çıkmayacaktır. Hem
kaldı ki birbirinin homoloğu olan canlılara ait ortada dünden bugüne daha henüz
bulunmuş ortak ata fosil kayıtları veya delilleri yoktur ki, böylesi bir
tanımlamadan evrim çıkabilsin. Bikere her şeyden önce bu tip canlıların genetik
şifreleri birbirinden çok farklı olmanın yanı sıra embriyolojik safhalar da
birbirleriyle uyumlu değildir. Hakeza iki ayrı sürüngen arasındaki temel farklılığın
balıkla memelinin arasında ki farktan daha büyük çapta olduğu, yine birbirine
benzermiş gibi görünen bakteriler arasında görülen bariz farklılıkların memeli
hayvanlarla amfibiyeler arasındaki farklardan daha devasa büyüklükte olduğu
gözlemlenmiştir. Anlaşılan dış görünüme bakaraktan yapılmaya çalışılan
benzerlik hikâyeleriyle her ortaya atılan mızrak çuvala sığmamaktadır. Öyle
ya, madem ortaya atılan mızraklar çuvala
sığmıyor, o halde bırakın maymun maymunluğuyla kala kalsın, insan da
insanlığıyla eşrefi mahlûkat olarak kalsın. Aksi halde dış görünüşe bakıp da şu şudur, bu budur dendiğinde sapla
samanı birbirine karıştırılmış olacaktır. Dahası Yunus’un “Bir ben vardır bende
benden içeri” deyişinde olduğu gibi dış kalıbın ötesinde
birde işin öz yanı vardır. Nitekim
bilişim teknolojisiyle dış görünümce benzer yapıların işin özüne inildiğinde
her bir canlı türünün kendine has farklı gen dizilimleriyle kontrol edildikleri
belirlemiştir. İşte bu nedenledir ki yukarıda sunduğumuz soru cümlesine karşı
verilecek tek cevap tereddütsüz hayır olacaktır. Çünkü Yüce Yaratıcı benzer fonksiyonlar için
benzer yapılar yaratmıştır. Öyle ya her bir türün genleri kendine özgü olduğuna
göre aynı canlı türünden farklı bir canlı türü meydana gelmeyecek demektir bu. Bu arada unutmayalım ki genlerin dizilişinde
meydana gelen kopmalar veya birtakım istisnai arızı türden nükseden milyonda
bir mutasyon kaynaklı ani değişikliklerde asla evrime delil teşkil
etmeyecektir. Zira mutasyona uğramış genetik yapıdaki her herhangi bir
değişiklik her hangi bir canlı türünün genetik yapısının bütününde bir değişikliğe
yol açmayacağından ortaya farklı bir canlı türü asla çıkmayacaktır. Kelimenin tam anlamıyla her canlı türün genetik
yapısı kendine özgü olup tüm canlı hücrelerde biyolojik nizam söz konusudur.
Hem nasıl biyolojik nizam söz konusu olmasın ki, baksanıza ahtapotun gözleriyle
insanın gözü arasında da neredeyse yüzde yüz benzerlik var olmasına var ama
neticede ahtapot ahtapottur insan da insan olarak vücut bulmuştur. Ne yani gözler birbirine benziyor diye şimdi
bunlarda mı birbirinin atasıdır diyeceğiz? Hakeza kuşlar, yarasalar, sinekler, hatta
geçmişte yaşamış uçan dinozorlar da kanat bakımdan birbirine benzer
yapılardadır. Ne yani, şimdi kanatlar benzer yapılarda diye bunlar arasında
evrim ilişkisi vardır mı diyeceğiz? Oysaki
canlılar dünyasında türler arasında benzerliklerin varlığı ortak atadan meydana
geldikleri anlamına gelmez. Üstelik benzerliklere balıklamasına dalıp mal bulmuş
mağribi gibisine sevinenler her nedense canlılar arasındaki bariz farklılıkları
gördüklerinde teğet geçmekteler. Şayet birbirine benzer iki canlı veya birçok benzer
canlılar aynı atadan gelmişlerse bunların birbirine dönüşünü gösteren bir
silsile serisinin olması gerekmez miydi?
Hatta bu da yetmez, kendi aralarındaki evrimsel geçişlerin nerede
başladığı ve nerede noktalandığını gösterir bir delil ortaya koymak gerekmez miydi?
Oysaki canlı âlemin taksonomi nizamına
bir bakıyorsun belli bir tertip üzere yeryüzünde bir anda var ola gelmişlerdir.
Dolayısıyla bu varoluş bütünlüğü içerisinde her bir canlı türleri arasında sınırlar
kesin hatlarla belirlenmiş olup türler arasında doldurulamayacak derecede çok
büyük boşluklar olduğu gibi bir türden diğer bir türe geçişleri gösterecek
hiçbir ara formun varlığı da söz konusu değildir. Şu da bir gerçek benzerlik ne kadar geçerlilik
arz eden bir kavramsa, farklılıklar da aynı ölçüde geçerlilik arz eden bir
kavramdır. Dolayısıyla Biyoloji literatüründe farklı canlı türleri arasında
morfolojik benzerlikler homoloji veya homolog kavramıyla ifade ediliyor diye
birileri kendince bu tanımdan vazife çıkarıp bunun neticesinde bir başka canlı
türüne dönüşüm olacak dendiğinde hiç kuşkusuz insanların aklıyla alay edilen bir
çıkış olacaktır bu.
Zencilerin çevre şartlarından dolayı
siyah olduğunu söylerler doğru mu?
Evrimciler zencilerin tropik iklimler de
yoğun ültraviyole ışınlarına maruz kaldıkları için siyahlaştıklarını
savunurlar. Oysa güney ve kuzey Amerika da aynı ışınlara maruz kalanların
siyahlaşmadığı görülmüştür. Bu yüzden yaratılış modelini savunanlar ırkların
teşekküle esnasında deri renklerinin genetik özelliklere bağlı olduğunu ileri
sürerek evrimcilerin iddialarını yalanlamışlardır.
Embriyonun safhaları evrime delil
olabilir mi?
Evrimciler bir zamanlar insan
embriyonunun gelişim basamaklarının önce balığımsı yapıdan sürüngen yapıya, sürüngen
yapıdan ise insan yapısına dönüşmekle kendilerince güya evrime delil olarak göstermişlerdir. Neyse ki gelinen nokta itibariyle embriyolojik
safhaların evrimleşmenin bir özeti olmadığı anlaşılması üzere şimdilik bu
sevdadan vazgeçildi diyebiliriz. Vazgeçilmesi de gerekirdi zaten. Çünkü
embriyolojik süreç her canlıda farklı dönüşümlerle seyretmektedir. Kaldı ki
gerek insan ceninin (fetus) anne
karnında geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar (ontogeni) olsun, gerekse diğer başka canlıların geçirmiş olduğu
embriyolojik safhalar olsun hiç fark etmez, her iki durumda da birbirine benzer safhalar
geçirmiş olsalar da evrime asla delil teşkil etmeyecektir. Öyle ya, madem embriyonik
gelişim evreleri en küçük birimden en büyük birime doğru evrimleşmenin tekrarı
denilmekte, o halde insan kalbinin önce bir odacıklı, sonrasında sırasıyla
iki, üç derken en nihayetinde dört
odacıklı bir yol takip etmesi gerekmez miydi? Oysaki embriyonik gelişim evrelerinde
bir bakıyorsun insan kalbi oluşurken evvela iki, sonra bir, daha sonra da dört odacıklı şeklinde teşekkül
etmekte. Bu demektir ki embriyolojik gelişim evrelerinde öyle sanıldığı gibi alt
birimden üst birime veya basitten karmaşığa doğru bir evrimleşme denen bir
sıralama söz konusu değildir. Nitekim insan embriyosunda sinir kordonundan önce
beyin teşekkül ettiği gibi kalp ise kan damarlarından önce gelişim kaydetmekte.
Derken böylesi bir durum evrimleşmenin
tam tersi bir sıralama göstermektedir.
Şu da bir gerçek; anne karnındaki ceninde bir insan vücudunun
temellerinin atıldığı ilk dört hafta sonunda geriye kalan sekiz aylık süreçte
embriyonun morfolojik yapısı deniz kirpisi görünümündedir. İşte tamda bu
noktada evrimcilere şimdi sormak gerekir, ne yani embriyonun dış görünümü böyle
diye insan kirpiden türemiştir diyebilir miyiz? Kaldı ki insan embriyonunun ilk
evrelerinde ortaya çıktığı ileri sürülen solungaç yapının aslında sırasıyla
orta kulak kanalı, paratiroitler ve timus bezleriyle alakalı oluşumlar olduğu,
yumurta kesesine isnat edilen bölümün aslında kan imal eden kese olduğu, kuyruk
olduğu iddia edilen kısmın ise omurga kemiği olduğu belirlenmiştir. Hem yine
kaldı ki orijin bakımdan birbirinden farklı ancak görünüş bakımdan birbirine
benzer tohum çekirdekleri toprağa serpildiğinde birbirinden farklı bitkiler, birbirinden
farklı çiçekler ve birbirinden farklı meyvelerle karşılaşacağımız muhakkak. O
halde yine sormak gerekir şimdiye kadar toprağa buğday tohumunu ekip de arpa
çıktığı görülmüş müdür? İşte bu ve buna benzer örnekler bize gösteriyor ki, evrim
teorisi ta doğduğu günden beri çürümeye yüz tutmuş bir teoridir. Ama gel gör ki
evrimciler insanı hayvan seviyesine indirmeye nede çok meraklıymışlar meğer. Düşünsenize çürümeye yüz tutmuş evrim
teorisini kurtarmak adına anne karnında bebeği oluşturan embriyonun yapısını bir
anda tavuk, tavşan ve kertenkele gibi hayvanların embriyonlarına benzerliğinden
hareketle kendilerine yeni malzemeler bulma hevesine kapılabiliyorlar. Hatta daha
da hızlarını alamayıp insan embriyonik gelişim safhalarının birinde görülen
solungaç yarıklarını andırır yapılardan hareketle hemen balıkla ilişkilendirme hevesine
kapılabiliyorlar. Oysaki bu söz konusu yapıların hiçbiri gerçek anlamda
solungaç olmadığı şundan besbellidir ki, bir bakıyorsun insan embriyonunda
teşekkül eden gırtlak keselerinin sırasıyla östaki borusu, timüs ve paratiroit
bezlerine dönüştüğü belirlenmiştir.
Malum, balıkta ise bu keselerin yerini solungaçlar alacaktır. Anlaşılan o
ki, evrime delil olarak gösterilmeye çalışılan embriyonik benzetimler ortak atanın
varlığına gösteren işaret deliller olmayıp tam aksine tüm canlı cansız
mahlûkatın tek ortak yaratıcısına işaret deliller olduğunu göstermekte. O ortak
tek yaratıcı da malum, eşi ve benzeri olmayan zamandan mekândan münezzeh Yüce
Allah’tan başkası değildir elbet. Hem
kaldı ki embriyolojik safhaların ilk aşamalarında görülen benzerlikler genetik
yönden analiz edildiğinde her türden benzetimlerin evrime ölçü teşkil
etmeyeceği ortaya çıkmakta. Hele genetik biliminin günden güne ilerleme
kaydetmesiyle birlikte insan genomuyla hayvan genomunun birbirinden farklı
oldukları artık ispatlanmış durumda. Dahası Yüce Yaratıcı tarafından her canlı
türü için ayrı ayrı kodlanan embriyonik organeller yaratıp o şekilde dünyaya gelecekleri
çok önceden levh-i mahfuza yazgısı kaydedilmiş bile. Bu demektir ki insan
embriyonunun DNA’sıyla kertenkelenin ya da diğer canlı türlerinin DNA kodları birbirlerinden
oldukça çok farklı şekilde çok önceden tayin edilmiştir. Amma velakin, gel gör
ki, her canlı türüne has DNA kodlarının kader planında yazılıp var olduğu
gerçeğini görmezden gelen evrimciler, bu söz konusu genom zincirinin karmaşık
bir yapıda olduğunu bildikleri halde tüm canlıların tek bir ortak ata DNA’dan
türedikleri iddiasında bulunabiliyorlar. Yetmedi bu kompleks yapıların oluşumlarını
tesadüfen veya şansa bağlı olarak meydana geldiklerin büyük bir pişkinlikle
yüksünmeden söyleyebiliyorlar da. Hâlbuki DNA’nın bizatihi başlı başına her
türlü değişmelere geçit vermeyecek tarzda donatılmış kompleks yapının ta
kendisi bir yapıdır.
Evrimciler insanda 180’e yakın işe yaramaz ve
körelmiş organın bulunduğunu ileri sürerler, doğru mudur bu?
Evrimcilere göre körelmiş organlar
yeni türeyen canlılara atalarından miras kalmış güya. İşin daha da enteresan
kılan yanı, körelmiş organları işlevsiz
bir organ görmeleridir. Acaba gerçekten
işlevsiz mi yoksa işlevinin daha henüz tespit edilememiş organlar mı olduğudur?
Meseleye bu yönde sorgulayıp irdelediğimizde evrimcilerin daha şimdiden
alınlarından boncuk boncuk ter döktüklerini görür gibiyiz. Malum bilim
dünyasında teknolojik donanımla birlikte ilerlemeler kaydedildikçe evrimcilerin
işe yaramaz olarak işlevsiz ilan ettikleri organların hiçte dedikleri gibi olmayıp
bilakis her birinin işe yarar organlar olduğu belirlenmiştir.
Düşünebiliyor musunuz bir zamanlar
insan da pineal bezi, pitüer bezi, tiroit bezi,
timüs bezi, epifiz bezi, bademcikler, hipofiz bezi, kulak kasları, apandisit ve kuyruk sokumu kemiği gibi
organellerin okullarımızda biyoloji derslerinde işe yaramaz veya körelmiş yapılar
olarak anlatılırdı hep. Neyse ki gelinen nokta itibariyle artık apandisit ve
bademciklerin mikroplara karşı savunma görevi yapan organeller olduğu
belirlenmiştir. Nitekim Pineal bezinin
uyku paternini ve mevsimsi foto periyotları düzenleyen melatonini ve DMT
salgılarının üretilmesinde etkin rol aldığı, pitüiter bezinin yani diğer adıyla
hipofiz bezin ise homeostasis dengeyi düzenleyen endokrin bir bez olarak görev
ifa ettiği, gözdeki yarım ay şeklindeki
çıkıntının gözün steril kalmasında önemli rol oynadığı, timüs bezinin T
hücrelerini aktif hale getirerek vücudun savunma mekanizmasını güçlendirdiği, kör
bağırsağın ise vücuda giren yabancı unsurlara karşı kalın bağırsağa sıvı
transfer ederek bulaşıcı hastalıklara karşı antikor görevi yaptığı, kuyruk
sokumu kemiğinin kuyruğun kullanılmayan izleri değil tam aksine insana ait bazı
kasların tutunma noktası olduğu ortaya çıkmıştır. Zaten kuyruk sokumu
olmaksızın rahat oturmak mümkün değildir. Dolayısıyla kuyruk deyip geçmemeli.
Mesela kuyruksuz bir kuş uçuş yapamamakta, yine kuyruksuz bir balık kıvrak bir
şekilde manevra kabiliyeti gösterememektedir. Hatta kuyruk sayesinde sincap,
fare ve kanguru gibi atletik hayvanların dengesi sağlanmakta. Yine, bir
bakıyorsun tavşan kanguruları olarak bilinen Poltoroo’da serinletici yelpaze
görevi sağlarken, mesela ağaca tırmanan hayvanlarda ise ağacın gövdesine sarılma
işlevi kazandırmakta, hatta bazı hayvan türlerinde kuyruk silah olup düşmanını
yanıltma aleti olabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla evrimcilerin insanın atası
diye ilan ettikleri maymunların kuyruklarının zamanla körelerek insanda kuyruk
sokumu halinde oluştuğunu söylemek büyük bir yanılgıdır. Kaldı ki maymun
kuyruğu sayesinde fındık tanesinden küçük yiyecekleri bile toplayabiliyor, yani
bu demektir ki kuyruk gerektiğinde parmak görevi de yapmaktadır. Hakeza yukarıda sıraladığımız unsurlardan bir
bakıyorsun apandisitin bir takım maymunlarda olmadığı, işi yaramaz dedikleri
kör bağırsağın ameliyatla alındığında bakterilerin ürediği gözlemlenmiştir.
Fosiller evrimi destekliyor mu?
Yaşayan canlılar arasında bir takım benzerliklerin ve bir takım
farklılıkların olabileceğinin fosiller içinde geçerliliğini sürdürmesi
evrimcileri sükûtu hayale uğratır nitelikte bir durumdur. Üstelik jeolojik devirlere ait fosiller
incelendiğinde ciddi manada canlılar arasında sistematik boşluklar göze
çarpmaktadır. Öyle ya, madem canlılar arasında sürekli dönüşüm ve evrimleşmenin
tekrarlandığından söz ediliyor, o halde sistematik sınıflandırmaya tabii
tutulan tüm canlılar arasında hiçbir şekilde boşluklar bırakmaksızın değişime
uğradığını gösteren fosil kayıtları ortaya konulması gerekmez miydi? Ama gel gör
ki, görünen köy kılavuz istemez misali eldeki mevcut fosillere bir bakıyorsun hepsinin
kendi yaratılış zaman dilimlerinde birden bire sahne aldıklarını göstermekte.
Kaldı ki ortada fosiller arasında geçiş formlarının varlığını gösterecek herhangi
bir delil de yoktur zaten. Ne diyelim, evrimcilik
bu ya, hem canlı âleminin ölçülemeyecek derecede zengin ve karmaşıklığından
bahsediliyor olunacak hem de fosil kayıtlarındaki derin boşlukların varlığı
görmezlikten gelinecek. Peki, bu durumda dönüp adama sormazlar mı “Bu
ne perhiz bu ne lahana turşusu” diye?
Evet, Evrimciler habire
evrimi kurtarmak adına onca çabalamalarına rağmen bir türlü bir punduna getirip
de fosil kayıtların sunduğu boşlukları örtbas edememişlerdir. Hem nasıl örtbas
edebilsinler ki, bikere bu boşluklardan mesela prekambriyen katmanlarında
konumlanan tek hücreli mikroorganizmalar ile kambriyen katmanlarında konumlanan
çok sayıda kompleks yapıda bulunan deniz omurgasızları arasında
doldurulamayacak derecede çok büyük boşlukların varlığı söz konusu olup
aralarında herhangi bir metazoa geçiş formunun varlığına asla denk
gelinememiştir. Madem denk gelinememiş,
o halde kambriyen fosillerinin atalarını prekambriyen (kambriyen öncesi)
kayaçlarda aramak boşa kürek çekmek olacaktır. Keza omurgasızlar ile
omurgalılar arasında da aynı bağlantıyı kurmaya kalkışmak boşa kürek çekmek
olacaktır. Öyle ya, en azından boşa kürek çekmemek için balıkların ataları
olduğu iddia ettikleri omurgasızlar arasında ki geçiş fosil formlarını da ortaya
koymaları gerekmez miydi? Ne mümkün ki
ortaya koyabilsinler, baksanıza bugüne dek
tek bir geçiş formu fosili dahi olsun bulunamamıştır. Yetmedi saçmalardan
seçmeler misali yine evrimciler bir bakıyorsun kurbağanın balıklardan türediği iddiasında
bulunabiliyorlar. Oysaki şimdiye kadar tek bir tane olsun balık yüzgeçlerinin
kurbağanın ayağına dönüştüğünü gösteren herhangi bir fosil geçiş formu izine
rastlanılmamıştır. Üstüne üstük insanoğlunun en eski form olarak bildiği balık
türlerinden Crossopterygii (saçak yüzgeçli balık) balığında olduğu gibi Coelacanth’lar
da aynen evrimciler tarafından balıklar ile tetrapod’lar arasında epey bir
zaman geçiş formu olarak ilan edilmiştir. İlan edildi ne oldu, Madagaskar
yakınlarında bulunan Coelacanth cinsi bir balığın canlı bulunması heveslerini
kursaklarında bırakmaya ziyadesiyle yetmiştir. Böylece bulunan Coelacanth cinsi
balığın milyonlar yıl öncesi balığın aynısı olduğu ortaya çıkmasıyla birlikte
evrimciler bir kez daha sükûtu hayale uğramışlardır. Şimdi bu durumda şayet
evrimciler akıllarını başlarına almayıp da hala balıkların kurbağaya
dönüştükleri iddiasını sürdüreceklerse pes doğrusu. Bu iddialarını nereye kadar
sürdürebilecekler bilinmez ama şu bir gerçek ne yapıp edip bir şekilde balıklara
nasıl ayak ilave edilebilirliği telaşına kapılacakları malum. Elbette ki zırva tevil götürmez gerçeğinden
hareketle bu iş balıkla sınırla kalmayıp, bu kez kurbağaların sürüngenlere ve
oradan memelilere kadar evrimleştiği iddiasına kadar bu işi götüreceklerdir. Nitekim bir bakıyorsun evrimciler hızını
alamayıp Arkeopteriks fosilinin ağzındaki diş ve bir kısım özellikleri bakımdan
sürüngenleri çağrıştırması, tüy ve kanat
vs. bakımdan da kuşlara benzemesi dolayısıyla hemen bu yaratığı sürüngenlerle
kuşlar arasında ara forum ilan etme pişkinliğini gösterebilmişlerdir. Oysaki Arkeopteriks denen yaratık sonradan
anlaşıldı ki yarı sürüngen bir yaratık değilmiş, meğer tam tamına yüzde yüz bir kuşmuş. Hem
kaldı ki günümüz kuşların ağzında dişin olmaması geçmiş jeolojik
devirlerde yaşamış olan kuşlarınkinde diş olmayacağı anlamına gelmez. Hadi diş durumundan vazgeçtik diyelim şayet
Arkeopteriks bir geçiş formu ise o zaman pul ve tüy, ya da kol ve kanat
arasında tedrici olarak kademe kademe değişiklerin varlığını gösteren ortada bir
fosil delilinin olması gerekmez miydi? Kaldı
ki nesli tükenmiş varsayılan canlıların hala hayatta olanlarına da şahit olmaktayız.
Evrimciler buna rağmen nesli tükenmişler için indeks fosiller (başlangıç
fosiller) tanımı geliştirmişler. Ama gel gör ki nesli tükenmiş sandıkları
varlıkların birçoğunun yaşadığı ortaya çıkınca çark etmek zorunda kalmışlardır.
Öyle anlaşılıyor ki, sedimant
denilen çökelmiş tortullar ve
fosillerin çoğu kısa bir zaman periyodunda oluşmaktadır. Jeolojik katmanların
her ne kadar uzun bir zaman diliminde meydana gelindiği söylense de büyük tufan
hadisesinin ortaya koyduğu sonuçlar itibariyle hiçte öyle olmadığı
anlaşılmaktadır. Maalesef evrimcilerin yaş tayini metotlarıyla da pek araları
yoktur. Onlar için sınırları belirlenmiş herhangi rakamsal sayı ile
karşılamaktansa ölçümden uzak ucu bucağı görünmeyen zaman tüneliyle karşılaşmak
daha yeğdir. Böylece onlar için her şeyin muamma olduğu üstü sır perdeleriyle
örtülmüş yalan ve dolanların arkasına gizlenmek çok daha kolay olacaktır. Onlar ucu bucağı görünen zaman tünelinden kaça
dursunlar, oysaki bir şekilde fosilleşme
denen hadise belirli bir zaman ölçeğinde kendine yol bulup sıkı bir gömülme ve
kalıplaşmayla birlikte kemikler yerin katmanlarında muhafaza halde
bulunabileceği gibi taşlaşma, donma ve kömürleşmeyle de fosilleşme
gerçekleşebiliyor. Derken belirli bir zaman diliminde ortaya çıkan toplu
dinazor mezarlarından çıkan fosiller, bitki fosiline ait yataklar (kömür
rezervleri), kurbağa yatakları, memeli kalıntılarına ait yataklar evrimcilerin
uykularını kaçırmıştır diyebiliriz. Hiç kuşkusuz en kapsamlı fosil yatakları
deniz omurgasızların bulunduğu yataklar olup bu yüzden deniz omurgasız
fosilleri yaş tayininde indeks fosil olarak tercih edilmekte. Bu demektir ki
gerek jeolojik katmanlar, gerek volkanik, metamorfik ve sedimant kayaçlar, gerek kum taşları, kil taşları (şeyl), çakıl taşları (konglomeralar), kireç taşları ve dolomit
taşları, gerekse evaporitler, kömür,
petrol, metaller vs. belirsiz bir zaman diliminde değil, bilakis ölçülebilir
bir zaman diliminde ortaya çıkmışlardır.
Zira fosillerin belirli jeolojik zaman dilimi sütunu katmanında yer
aldıkları şundan besbellidir ki; 135
milyon öncesine ait karides, 25 milyon öncesi at nalı yengeci, 22 milyon yıl
öncesine ait kurbağa, 320 milyon yıl öncesine ait hamam böceği, 135 milyon yıl öncesine ait ıstakoz ve 60 milyon öncesine ait yengeç türünden
fosiller tıpkı bugün ki yaşayanların aynısı olarak karşımıza çıkmaktalar.
İnsanın orjini gerçekten maymun mu?
Evrim teorisi insanı ruhi yönünü görmezden
gelip ete kemiğe bürünmüş bir eşya gibi görmekteler. Düşünsenize Evrimciler,
Yüce Allah’ın eşrefi mahlûkat ilan
ettiği insanı hayvan mertebesine indirmekten yüksünmezler de. Şayet onların
lafına kanarsak aşağı yapılı varlıkların aşama aşama evrimleşerek en
nihayetinde insan olarak türemişiz biz. Sadece biz mi? Buna kuyruksuz maymunlarda
(apes) dâhil, günümüzden takriben 3 milyon önce ortak bir
atadan birlikte türemişiz güya. Böylece
fosil hominoidler; kuyruksuz maymun ya
da insan olarak addedilirken hominoidler ise yarı insanlar olarak addedilirler.
Oysaki bu tür tanımlamalarla insanı
insanlıktan çıkarmış oldukları bu arada kendilerini de hayvanlaştırmış
oluyorlar. Hem kaldı ki ortak atayı gösteren herhangi bir fosil kayıtta ortada yok
gözüküyor. Bu gerçeğe rağmen hala inadım
inat dercesine kuyruksuz anlamına gelen “pithecus” ekiyle ifade edilen
Dryopitherus, Oreopithecus,
Limnopithecus, Kenyapithecus gibi bulup buluşturabilecekleri ne
kadar kuyruksuz nesli tükenmiş türden maymun benzeri fosil türleri varsa “işte
bunlar bizim atamızdır” diyecek kadar pişkinlik gösterebiliyorlar. Örnek mi? İşte Ramapithecus’un (uzun kollu maymunun) kesici ön diş ve köpek dişleri günümüz
kuyruksuz maymunlardan orangutan ve şempanzelerinkinden küçük olması hasebiyle
hemen bunu insanla da ilişkilendirip örnek delil diye sunmaları bunun tipik
örneğini teşkil eder zaten. Düşünsenize
bu hangi akla hizmet etmekse Ramapithecus’un diş yapısı üzerinden hareketle
insanı veya kuyruksuz maymunları temsil eden ata olarak takdim edebiliyorlar. Oysaki
her canlının dişlerine ait yapısal özellikleri beslenme alışkanlıkları ve
beslenme kaynaklarıyla doğrudan paralellik arz ettiğini unutmuş gözüküyorlar. Evrimciler yine günümüzden 2 ila 3 milyon arası
bir zaman dilimi öncesinde yaşadığı, dik yürüyen, aynı zamanda birtakım
aletleri kullanıldığı söylenilen ve güney maymunu olarak sunulan Australopithecus
fosili içinde ata misyonu yüklemişlerdir. Ne var ki fosilleri bulan Lois
Leaky’in oğlu Richard Leakey bu fosilin uzun kollu ve kısa bacaklı olup dik
yürüyen değil, tam aksine eğik yürüyen bir varlık olduğunu dile getirerekten şimşekleri
üzerine çekmiştir. Böylece beyin
yönünden kuyruklu maymuna benzeyen bu varlığın tıpkı Ramapithecus gibi nesli
tükenmiş bir maymun olduğu gerçeği evrimcilerin hesaplarını bir anda alt üs etmeye
yetmiştir zaten. Australopithecus’un
el, bilek, ayak, omuz, topuk ve leğen kemikleri üzerinde yapılan çalışmalar
neticesinde bu söz konusu yaratığın insan gibi dik yürüyemeyen ve aynı zamanda
iki ayaklı olmayan, özellikle iskelet yapısının bugün yaşayan formlardan orangutana benzerlik gösterdiği
belirlenmiştir. Öyle anlaşılıyor ki;
delil diye sunulan yaratık ne insana ait geçiş formu ne de ileri yapılı
maymunlara ait bir geçiş formudur.
Homo
erectus’a ait; Heidelberg adamı,
Meganthropus, Java adamı ve Neanderthal adamı dedikleri adam tiplemeleri
neyin nesidir?
Bilindiği üzere
evrimciler bir takım fosilleri Homo erectus adı altında tasniflemişlerdir. Bunlar Heidelberg adamı, Meganthropus, Java
adamı ve Pekin adamı olarak nitelendirilir. Evrimciler insan tiplemelerini kendi
kafalarına göre kategorize ede dursunlar, oysaki Java adamını bulan Dubois bile
insan benzetmesi bir yaratık olarak gösterilmesine gönlü razı olmamıştır. Peki ya, şu Pekin adamı gösterimine ne
demeli? Evlere şenlik, ona atfedilen
kemiklerin ikinci dünya harbinden sonra kayıplara uğradığından söz edilmesi bir
yana aslında Pekin adamı denen ucube yaratığın önce aslı kaybolmuş, sonrasında
ise sadece alçıdan yapılmış modelleriyle ayakta kalınmaya çalışılan hayali bir
sahte adam hikâyesinden başka bir şey değildir. Homo Heidelberg insanı dedikleri
adama ait delil diye sundukları materyal ise sadece büyük bir çene kemiği
parçasıdır. Meganthropus insanı dedikler
adama ait sundukları delil ise malum 2 alt çene kemiği ve 4 dişten ibaret
parçalardır. Parçaların bulunması neyse
de, evrimcilerin bundan asıl
beklentileri etraftan birkaç topladıkları parça delillerle Homo erectus’un
evrimleşerek Homo sapiens’in (insan) türediğine kitleleri inandırabilmektir. Tabii kitleler bunu şayet yutarsa, bu kez evrimcilerin pek yakında Homo
sapiens’ten de ‘Homo supremus’ (superman) türeyecek şeklinde bir tez ileri sürdüklerinde
de kanmaları an meselesidir diyebiliriz. Ki, evrimciler bir gün bir sabah
uyandıklarında kandıracakları kitlelere ‘Süpermen
adam’ türeyecek derse de şaşmamak gerekir. Hani atalarımız körle yatan şaşı
kalkar demişler ya, hiç yüksünmeden bunlar
sakat bir insanı bile geçiş ata formu olarak gösterebilmişlerdir. Nitekim
Neandarthal insan diye takdim ettikleri adamın yarı dik yürümesi ve insana
benzemesi hasebiyle hemen delil olarak balıklamasına dalmışlardır. Oysa
Neandarthal dedikleri adam bizim gibi tamamen dik yürüyen bir insan olup, eğik
kalması ise D vitamini eksikliğine bağlı kemiklerin iltihaplı ve sakat
olmasından kaynaklanan bir durumdur. Gerçekte de zaten tıpkı bizim gibi ölüsünü
defneden, yazı yazabilen ve hatta dini inancı olan insanın ta kendisi bir
adamdır o.
Tüm bu iddiaları bir kenara koyup bir
de ara geçiş formu ilan edilen şu Avustralya’da Homo erectus’a ait
kafataslarının bulunmasıyla birlikte bulunan materyallerden çok daha öncesinde
günümüz insanın hemen hemen aynısı tiplerin yaşayıp var oldukları
belirlenmiştir. Üstelik bulunan kafatası içerisindeki beyin hacminin 900 ila 1100
c.c. arası ölçekte günümüz insanında farklılık arz etmesi bile Homo erectus’un
ara geçiş form bir ata olduğu iddiasını tek başına çürütmeye yeter artar da.
Anlaşılan o ki; gerek insan ve gerekse ileri yapılı maymunların ataları diye
sunulan geçiş formların farklı devirlerde değil bilakis aynı devirlerde
beraberce yeryüzüne çıktıkları daha akla yatkın bir görüş olarak ağır
basmaktadır.
At
serilerinin evrimle ilişkisi olup olmadığını nasıl açıklanabilir?
Jeolojik devirlerden günümüze kadar 8
farklı at tipi ortaya çıkmıştır. Üstelik bunlar farklı devirlerde ve
birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla Evrimciler hayal
dünyalarında tasarladıklarını gerçek tasarımlarmışçasına çizim haline
getirdikleri at serilerinin kaburga sayılarına baktığımızda küçükten büyüğe
doğru bir artış ya da tam tersi bir azalış kayd etmediği belirlenmiştir. Dahası
bu at serileri incelendiğinde kaburga sayılarının inişli çıkışlı rakamlar
üzerine seyrettiği göze çarpacaktır. Nitekim kaburga sayılarının gerçekte şu
şekilde tasniflendiğini görürüz:
-Eohippus: Kaburga sayısı 18 çift.
-Orohippus: Kaburga sayısı 15
çift.
-Plıohıppus: Kaburga sayısı 19
çift.
-Eoous Scotts: Kaburga sayısı 16
çift.
Ne
diyelim, işte sizlerde bu tasniften de görüldüğü üzere şayet her bir at serisinin
biri diğerinden türemiş olsaydı bikere kaburga sayılarının küçükten büyüye bir
tertip üzere gelişim kaydetmesi gerekirdi. Hele ki miyosen devrinde yaşamış
olan 2 metrelik boyuyla ün salmış Moropus at fosilinin hem o devirde yaşamış
Merychippus atından, hem de günümüzde yaşayan atlardan büyük olması dolayısıyla
evrimleşme basamaklarını veya sıralamasını bir anda alt üst etmeye yetmiştir. Hem kaldı ki at serilerine ait her bir formun
ansızın yeryüzünde görüldükleri fosil kayıtları ispatlamaktadır zaten.
Evrimciler hayal dünyalarında ileri
sürdükleri bir başka iddiaları da, güya 50
milyon önce yaşamış dört tırnaklı bir canlıdan tek tırnaklı ata doğru kademeli
bir evrimleşmenin gerçekleştiği iddiasıdır. Hatta iddialarını pekiştirmek
içinde at serilerinin ortak atasının güya Eosen devrine ait Eohippus cinsi (Hyracotherium) köpek benzeri bir canlı
türü olduğunu ileri sürmeyi de ihmal etmezler. Oysa ata diye sunulan Eohippus, bugün
Afrika’da yaşayan atla yakından uzaktan zerre miskal alakası olmayan Hyrax cinsi
hayvanın ta kendisinden başkası değildir. Kaldı ki Pettigrew’e göre günümüzdeki
tek tırnaklı at’ın bundan 120 yıl önce, yani mezozoik dönemde yaşamış
olduğunu, atası olduğu iddia edilen dört
tırnaklıların ise Eosen devrinde ortaya çıkmış ve nesilleri tükenmiş olduğunu
belirterek evrimcilerin hevesini kursaklarında bırakmıştır. Tabii Evrimcilik bu
ya, bu gerçekler karşısında hiç tınmayıp
bu kez atın toynaklarındaki çıkıntıların lüzumsuz çıkıntılar olarak takdim
ederekten hedef şaşırtacaklardır. Oysaki yapılan çalışmalarla lüzumsuz
atfettikleri çıkıntılar atın ayağında mevcut birçok kasların tutunacağı dayanak
noktaları olduğu ortaya çıkmıştır.
Zürafanın boynunun uzun olması
evrimle ilgisi var mı?
Lamarck; canlılar yaşadıkları ömür süreci
içerisinde çevre şartlarının etkisiyle dışardan birtakım kazanımlar elde
etmesiyle birlikte biriken kazanımların evrimleşmeye uğrayaraktan bir sonraki
kuşağa aktarıldığı tezini ileri sürmüştür. Tabii işi zürafaların ceylan türü
hayvanlardan türedi noktasına getirecek ya,
çevre şartlarının etkisini misal olarak zürafaların boyunlarının
uzamasına bağlayacaktır. Yani Lamarck evrimleşmenin ilk aşamasında zürafaların kısacık
boyunlarıyla yüksek ağaçların yemişlerinden gıdalanmak için uzatayım derken
uzamalar birike birike zaman içerisinde boyunlarının uzayıverdiği noktasına işi
taşımıştır. Öyle ya, madem evrime delil
olarak boyun uzamasını bu noktalara taşımış durumda, o halde sormak gerekir acaba
aynı durumda keçinin boynu neden uzamamış haldedir. Anlaşılan çevre şartları filan
bunların hepsi işin kılıfı, illa evrimleşmeyi destekleyecek bir delil ortaya
konmak isteniyorsa bunun yolu her hangi bir canlı türünden bir başka türden
canlıya dönüşümünü ve evrimleşmesini gösterecek ara geçit fosil formların bariz
bir şekilde ortaya koyulmasından geçmekte. Amma velakin gel gör ki bugüne kadar
çeşitli ebatlarda kısa boyunluktan uzun boyluluğa kademe kademe uzayan bir tane
olsun ara geçit zürafa fosil formuna rastlanılmamıştır.
Hakeza uzamanın tam aksine kısalma içinde
evrimleşme asla söz konusu değildir. Nitekim Weismann adında bir doktor
farelerin kuyrukları üzerinde 20 nesillik diyebileceğimiz cerrahi operasyonla
kuyruklarını keserekten denemelere girişmiş de. Peki, girişti de ne oldu, onca denemelerin neticesinde içlerinden bir
tane olsun bir türlü kuyruksuz fare türememiştir. Hem kaldı ki böyle bir denemeye de gerek
yoktur, Çünkü İslam’la müşerref olan Müslümanlar zaten 1400 yılı aşkındır
sünnet olmaktalar, o gün bugündür sünnetli bir nesil türememiştir. Mesela yine Çinliler
buna benzer bir uygulamayla ayaklar küçücük olsun diye kendi insanına demir
ayakkabı giydirmişler giydirmesine ama belli bir sınıra kadar ancak
küçültebilmişlerdir, sonuçta genetik kodlarda ayak küçülmesine yönelik herhangi
kalıcı bir değişiklik olmamıştır.
Denilmektedir
ki cansız atomlar ve moleküller tesadüfen bir araya gelerek sırasıyla
proteinleri, RNA’yı, DNA’yı, en nihayetinde
canlı türlerini oluşturmuştur güya. Ne dersiniz bu doğru bir iddia mıdır?
İşte böylesi iddiaların temel dayanağının
olmadığı şundan besbellidir ki, basitten çok karmaşık bir yapıya ilerleyen bir
süreçten bahsetmek fizikte entropi kanununu ile taban tabana zıt bir durumu
ortaya koymakta. Ki, aslında bu durum evrimcilerin fizik kanunlarını bile görmezlikten
geldiklerinin bir göstergesidir. Bilindiği üzere entropi kanunu mevcut sistemlerin
evrimcilerin iddialarının tam aksine hayat iksirinin mükemmele doğru değil
bozulmaya doğru yüz tuttuğunu gözler önüne sermekte. Hakeza termodinamiğin
ikinci kanunu da evrimin savunduğu tezin tam tersi olarak hemen her şeyin
mükemmel karmaşık bir yapıdan bozulmaya doğru yüz tutmuş basit bir yapıya doğru
ilerlediğine vurgu yapan bir kanundur. Dolayısıyla düzensizliğin gırla gittiği böylesi
bir hengâme içerisinde evrimleşme hadisesinden bahsetmek abesle iştigal bir
tutum olacaktır.
Evrim
konusu tek taraflı olarak neden medyada popüler durumda?
Hani
bir zamanlar adından sıkça söz ettiren dünyaca ünlü şu DISCOVER dergisi vardı
ya, ön kapağında “Darwin yargılanıyor” yazılı
başlıkla çıktığında birçok ülkede tartışmalara yol açıp alaylı bir şekilde sorgulanmış
da. Tabii dünya evrimle alay ederken bizim yerli evrimcilerde sorgulamak yerine
tam aksine “İşte sudan karaya geçiş!”
tarzında daha da işi farklı boyutlara taşıyıp allandırıp pullandıracaklardır.
Öyle ki, yerli evrimcilerimizin anlatmalarına bakarsak nasıl olmuşsa ansızın
balıklar bir sabah uyandıklarında kendilerini karada bulmuşlar, akabinde nasıl
olmuşsa yüzgeçlerin yerini ayaklar, solungaçların yerini de nasıl olmuşsa
akciğer almış güya. Oysa azıcık aklı başında olan bir insan şunu gayet net bir
şekilde çok iyi bilir ki balık sudan karaya çıktığında 1-2 dakikaya kalmaz
hemen oracıkta ölüverir. Öyle ya, şimdi böylesi anlık bir zaman diliminde
ölümle burun buruna kalan bir balık nasıl oluyorsa evrimleşme geçirebiliyor, doğrusu
şaşmamak elde değil. Söylemlerine yine bakarsak dört adet ayakları olan ve aynı
zamanda kıllı memeli bir hayvanın yiyecek bulmak adına denize girmesiyle
birlikte arka ayaklar yok olup, ön ayaklar ise yüzgece dönüşmüş, kıllar ise
yerini yumuşak bir deriye bırakarak dev bir balina vücuda gelmiş güya. Ne diyelim işte sizler de görüyorsunuz ya, bu ve buna benzer hayali geçiş hikâyeleri o
kadar çok ki, mesela karadan havaya geçişi pek çok sözde bilim adamını medya
dünyasında bülbül gibi konuşturaraktan kitleleri yalan yanlış bilgilerle
etkilemek pekâlâ mümkün. Nitekim bu güne kadar ‘yarı balık- yarı sürüngen’
ya da ‘yarı sürüngen-yarı kuş’ türler arasında ara geçit fosil formlar çıkmamasına
rağmen sanki varmış gibisine bunu sözde bir bilim adamlarının ağzından yazılı
ve görsel medyada söyletilmek suretiyle gerçekten de işin şekli şemalı bir anda
değişip kitlelere inandırıcı gelebiliyor da. Dolayısıyla bu tür kara
propagandaları hafife alıp yabana atmamak gerekir. Her ne kadar iç ve dış
basında zaman zaman büyük puntolarla evrime delil diye sunulan birçok manşet
haberlerin daha üzerinden bir gün geçmeden aslı astarı olmadığı ortaya çıksa da
kitleler üzerinde izi kalıp iş işten geçmiş olmakta. Maalesef asparagas ve günü
kurtarmaya yönelik yalan haberlerle kitlelerin zihinlerini bulandıranlar daha
çok kendilerini çağdaş aydın olarak lanse eden bir takım aklı evveller
tarafından yürütülmektedir. Nitekim 1996
yılında Milliyet yayınlarında yayınlanan bir kitapta bir taraftan Darwin'e
övgüler dizen bir yayın anlayış sürerken diğer yandan da dine karşı fütursuzca
hakaret yağdırmayı ihmal etmeyen materyalist bir zihniyetin varlığı söz
konusudur.Kendi ifadeleriyle; Tanrı’nın rolünü devre dışı bırakıp materyalist
tezleriyle insanlığı aydınlatacağını sanıyorlar güya. Belli ki materyalizm
akımı bunu bu şekilde lanse etmeyi gerektiriyor. Zaten Karl Marx’ın yazdığı 'Das Kapital' kitabı materyalizmi
meşale haline getirip bayraklaştırmak için vardır. Hatta Karl Marx bunla da kalmayıp Lassalle’ya
yazdığı bir mektupta diyalektik materyalizmin bir gereği olarak sınıf
mücadelesinde evrimi kendine ilham kaynağı olarak esas aldığını dile getirmiş
de. Hatta Engels’te bu hususta benzer
bir söylemlerde bulunaraktan “Bizim görüşlerimizin tarihi temelini oluşturan
“Türlerin kökeni” adlı eser işte budur” demekten kendini alamamış bir
teorisyendir. Öyle ki yazdığı ‘Ütopik
Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm’ adlı kitabında; “Tabiat metafizik olarak
değil, diyalektik olarak yürümektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce
Darwin ismi çok zikredilmelidir. Darwin
metafizik tabiat görüşüne en ağır darbeyi indirdi” diye belirttiği ifadelerle materyalist evrime
ayrıcalık bir şekilde bariz yer verilmiştir. Ne diyelim materyalist akımların bir hesabı
varsa, Yüce Allah’ında hiç şüphe yoktur ki ilahi kanunları ve mutlak değişmez hesabı
vardır elbet. Nitekim Yüce Allah (c.c) “Gerçek şu ki biz onlara melekler
indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık yine
onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar” (En’am,
111) diye beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmekte zaten.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/evrim-ters-kose-6153-kose-yazisi