15 Şubat 2016 Pazartesi

SURİYE VE ŞAH-I HAZNE

                  


   

             SURİYE VE ŞAH-I HAZNE

      SELİM GÜRBÜZER

      Suriye tarihten bu güne nice badireler atlatmış,  nice medeniyetlere beşiklik etmiş ve nice devletlerin hâkimiyeti altında idare edilmiş bir Bilad’üş-Şam Ortadoğu ülkesidir. Dolayısıyla bizim için Bağdat neyse,  Halep neyse, İstanbul neyse, Mekke neyse, Medine neyse, Semerkand neyse Şam’da odur, hiç birini birbirinden ayrı gayri görmeyiz. İşte bu noktada, Şam’da elbette ki bu anlamda tüm İslam Âleminin kalbi ve başkentidir. Ancak köprülerin altında epey sular akıp bugüne geldiğimizde Şam’ın kalbi, artık İslam âlemi için atmıyor. Maalesef şuan egemen devletler ve yerli işbirlikçileri üzerinden kuşatılmış durumdadır. Sadece kuşatılan Şam mı? Hiç kuşkusuz ki, buna tüm Ortadoğu ülkeleri de dâhildir. Düşünebiliyor musunuz bir zamanlar tüm dünyaya ışık saçan Ortadoğu,  artık ışığa hasret ve ışığa muhtaç hale gelmiş konumda. Kökü dışarıda emperyalist devletlerin güdümünde yerli işbirlikçi yöneticiler işbaşında olduğu müddetçe Ortadoğu daha çok ışığa hasret kalacak gibi. Hele ki, Bilad’üş-Şam Suriye,  bir zaman Baba Esad tarafından inim inim inlemekte iken, şimdi de Oğul Esad yönetiminde inim inim inleyen ülkedir.  Habire ışığı karartılmaya devam etmekte olan hançer yaralı ceylan misali gelen vurmakta giden vurmakta.  
        Malumunuz bu topraklar ilk olarak hançer yarası darbeyi Âdemoğullarından Kabil’in kardeşi Habil’i katletmesiyle almıştır. Evet, yanlış duymadınız, ilk kardeşkanının akıtıldığı mekân Suriye coğrafyasının Kasiyum dağında vuku buldu. Kardeşkanı akıtıldı da ne oldu, sanki Kabil’in başı göğe mi erdi,  bilakis kıyamete dek sürecek çok kötü bir çığır açılmasının baş müsebbibi oldu. Nitekim bu kötü çığırın açtığı tahribatın etkisini tarihi süreç içerisinde nice Kabillerin türemesiyle birlikte Suriye’nin neden pek çok kereler el değiştirdiğini şimdi daha anlayabiliyoruz pekâlâ. Hiç kuşkusuz tarih sadece menfi yönden el değiştirmelere şahit olmuş değildir, müsbet yönden de el değiştirmelere şahit oldu elbet. Örnek mi?  İşte tarihin şahitlik ettiği en dikkat çekici müsbet yönden el değiştirme diyebileceğimiz ilk Feth-i Mübin harekât Hz. Ömer (r.a) döneminde Suriye coğrafyasının ilk kez İslam topraklarına dâhil etmesiyle başladı. Ve bu topraklara ilk nübüvvet nurunun değmesinde en büyük pay sahibi Saad bin Vakkas’tır. Şimdi gel de bu toprakların nübüvvet nuruyla soluk almasında temel harç vazifesi gören böylesi bir abidevi sahabemizi yâd etmeden es geçelim, ne mümkün. Hem nasıl es geçebiliriz ki? Bikere her şeyden önce O,  Allah Resulünü müşriklerin oklarına karşı kendini siper ettiği günden beri göğsünde saklı tuttuğu o nübüvvet nurunu gittiği her yere taşımakla kendine görev addeden bir sahabedir dersek yeridir. Böyle addetmeye mecbur da. Dedik ya, çünkü O, Uhud Gazvesinde göğsünü bizatihi Rasulullah (s.a.v)’e siper ettiğinde Peygamber kavlince “Ya Sa’d! Anam, babam sana feda olsun, Ha gayret oklarını atıver” talimatıyla övgüye mazhar olmuş bir sahabemizdir. Yetmedi, Peygamberimiz (s.a.v) hayatta iken başta Hendek gazası olmak üzere daha nice gazalarda bulunmayı da ihmal etmeyen sahabemizdir.  Elbette ki,  Peygamber (s.a.v)’in övgüsüne mazhar olmuş, böylesi çok yönlü donanıma sahip bir sahabemizin, Hz. Ömer (r.a) dönemine gelindiğinde İran ordusunun Başbuğu, Kadisiye zaferinin Başkahramanı ve Kisra ülkelerinin Fatihi olarak tarihe damga vurması son derece gayet tabiidir. Dile kolay, hem de ilk mührünü vuracağı seferi Irak’a olacaktır. Irak seferi sıradan bir sefer değildi elbet, bilakis karşısında konuşlanmış 40 fillik ve takriben 80 binlik orduya karşı kıyasıya verilen mücadelenin neticesinde kazanılan Feth-i Mübin seferidir bu.  Şayet Mehmet Akif o sefer şartlarında yaşamış olsaydı muhtemeldir ki,  istiklal dizelerinin satır aralarında Sa’d bin Vakkas (r.a.)’a şöyle yer verip:   
       -“Küffarın 40 fili ve 80 bin ordusu varsa, benimde Peygamber (s.a.v) övgüsüne mazhar olmuş iman dolu göğsüm gibi Sa’d bin Vakkas adlı serhaddim ve fatihim vardır” demekten kendini alamayacaktı.
            Evet, işte görüyorsunuz gerçek manada fütüvvet ruhu, yukarıda hayalende olsa mısralarda düşlediğimiz adını seve seve andığımız Başbuğ sahabemizin iman dolu göğsünde gizlidir. Nitekim göğsünde saklı tuttuğu o iman nuru, gün gelir karşısına çıkan o günkü dünyanın tam donanımlı küffar ordularını bir çırpıda ezip geçmesine yetmiştir. Öyle ki, o iman nuru kâh Irak fethinde, kâh Kadisiye de Fars ordusunu hezimete uğratarak etkisini gösterecektir. Derken Sa’d bin Vakkas, Median ve Kisra Sarayına ilk giren bir iman abidesi Başbuğ sahabemiz olarak tarihe not düştüğünde, Kisra hükümdarı ister istemez Müslümanların elde ettiği bu zafer karşısında kızını Hz. Ömer (r.anh)’a takdim etmek üzere evlendirmek jestinde bulunacaktır. Ancak Hz. Ömer (r.a) Kisra hükümdarının bu jestini kendine üstüne almaz, Hz. Hüseyin (r.a)’a layık görerek taçlandıracaktır. İyi ki de Halife Ömer (r.a) bu jesti kendine değil Hz. Hüseyin (r.anh)’a tebdil etmiş, bu sayede nur neslinin devamını sağlayacak evliliğin gerçekleşmesiyle birlikte ilerisinde takvasıyla adından söz ettirecek Zeynel Abidin adında nur topu ehlibeyt evladının dünyaya gelmesine vesile olmuş olur. Nitekim Zeynel Abidin bu topraklara takva sahibi karakteristik yönüyle şeref katar da.
        Madem öyle, bakalım bu topraklara kattığı şeref nereye kadar sürdürülür olacak onu bir görelim. Açıkçası doğrusunu söylemek gerekirse, Hz. Ömer dönemi sonrasından hem ehlibeyt nesil açısından, hem de müminler açısından işler pek parlak gitmeyecektir. Malumunuz, VIII. yüzyıla girdiğimizde, Şam ilk etapta Emevilerin başkenti olurken, sonrasında Eyyûbîlerin idaresine geçer, akabinde ise Memlüklerin hâkimiyeti altına girer. Böylece Memlukler bir anda Hicaz Su Yollarının kesiştiği mevkiinin odağında bulurlar kendilerini. Yani, bulundukları odak nokta tam da ticari yollarının buluştuğu hat üzerinde gözlerden uzak konumda bir yerdir. Derken Memlükler, ta ki buralarda başkalarınca stratejik önemi fark edilene kadar rahatça yaşayabilecek bir avantajlık konum elde etmiş olurlar.  Ancak şu da var ki, buraların stratejik önemi herkesin gözünden kaçsa da, bikere Yavuz Sultan Selim’in gözünden kaçmayacağı besbelli. Nitekim Yavuz Sultan, Osmanlının batıya doğru giden yönünü bir anda doğu yönüne çevirecek hamleyi başlatır da. Hiç kuşkusuz yerinde bir hamledir bu. Öyle ya, cihangir bir devlette olsan ardını sağlama almadan batıya yönelmişsin ne fayda,  dolayısıyla sürekli batıya doğru seferler düzenlemek anlamsız olurdu. İşte bu gerçeklerden hareketle Yavuz Sultan Selim’in öngörüsüyle kazanılan Mercidabık zaferiyle birlikte bir zamanlar adından Bilad’üş-Şam olarak söz ettiren bugünkü adıyla Lübnan, Filistin ve Ürdün topraklarının tamamını kapsayan coğrafi alan, yani Suriye’nin Osmanlı coğrafyasına dâhili gerçekleşir. Ve bu arada Memlükler ve Osmanlı arasında cereyan eden Hicaz Su Yolu çekişmesi de son bulmuş olur. Hatta bundan daha da mühim hadise tarihin akışını değiştirecek üst üste gelen bu stratejik hamlelerle birlikte İslam dünyasının Osmanlı şemsiyesinin altına girme hadisesi vuku bulur. Ama yine de pek fazla da sevindirik olmayalım, çünkü ortalık daha henüz tam manasıyla güllük gülistanlık sayılmazdı,  bir bakıyorsun hiç ummadığımız bir anda  “sinek küçük olsa bile mide bulandırır” denilen bir süreç yaşanacaktır. Bu süreci az çok tahmin etmişsinizdir, hiç kuşkusuz Osmanlı’ya karşı Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın başını çektiği neredeyse Suriye coğrafyasında elde ettiğimiz kazanımlarımızın elimizden çıkmasına neden olabilecek bir başkaldırı harekâtından başkası değildi elbet. Neyse ki,  düşündüğümüz gibi korktuğumuz başımıza gelmez, Mısır yeniden Osmanlı’nın tabiiyetine geçer de. Ancak malumunuz Osmanlının ileriki dönemlerinde hasta yatağına düşmesiyle birlikte bu birliktelik son bulacaktır. Hele bir devlet hasta yatağına düşmeye bir görsün, vefaymış, şuymuş, buymuş hak getire,  daha ruhunu teslim etmeden sadece Mısır değil daha pek çok bir sürü devletçiklerin türemesinin şartları oluşturulur da. Demek ki atalarımız hiç yoktan  “Su uyur düşman uyumaz”  diye boşa söylememişler;  hiç kuşkusuz bir bildikleri vardı ki,  çok öncesinden bu sözü söyleme ihtiyacı duymuşlar. Baksanıza Devlet-i Aliye tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte Ortadoğu’nun kalbi diyebileceğimiz Suriye’nin bir anda batılıların insafına terk edildiği bölük pörçük bir ülke hale gelmiş yüzüyle yüzleşmek durumunda kaldık bile. Derken bundan böyle bu topraklar daha çok bir damla kan bir damla petrol ekseninde bir mücadeleye sahne olacaktır. İlginçtir Suriye’de petrol olmadığı halde, Ortadoğu’da en çok başı dertte ülkeler arasında gelmekte.  Kendi kendimize bu ne iştir acaba dediğimizde biraz meselenin özüne indiğimizde, Suriye’yi önemli kılan husus Ortadoğu’nun giriş kapısı ve petrol bölge sahaları kapsam alanı içerisinde konumlanmış olmasıdır. Meğer Fransızların böylesi stratejik öneme haiz bu ülkeyi yaklaşık 25 yıl işgal altında tutmaları boşa değilmiş. Öyle ki, Suriye zar zor 1946’da bağımsızlığını elde ederek ancak Fransız boyunduruğundan kurtulabilmiştir. Tabii ki bağımsız olmakla her şey bitmiş sayılmazdı,  işte görüyorsunuz bu gün olmuş halen gelinen noktada iki yakası bir araya gelememiş, habire dış ve iç güçler tarafından ayar çekilen ülke konumundadır Suriye.
       Nasıl bu bir mantık kurgu ağıysa, Ortadoğu deyince batılıların, hele bilhassa İngiltere Kraliyet ailesinin aklına hep durmadan petrol akla gelmekte. Akıllara ziyan,  Ortadoğu’ya “bir damla kan, bir damla petrol” tarzı bir hilkat garibesi mantık zaviyeden bakmakta ne demek,  hem bu ters tutum hangi akla, hangi mantığa, hangi vicdana sığar ki?  El insaf, adamlara ne söylesek hiç kâr etmiyor da, vicdanları kararmış bikere.  Zaten vahşi batı oldum olası hep kanla beslenmiştir,  bu saatten sonrada onlardan insaflı olmalarını beklemek hayalperestlik olur zaten. Çünkü onlar için tarihten bugüne milyonlarca insanın kanına girmenin ve gözyaşlarının akıtılmasının çokta kıymeti harbiyesi yoktur, asla onca yaşanan acı trajediler umurlarında olmaz. Varsa yoksa onlar için hammadde ve petrol kaynakları çok mühimdir. Baksanıza İsrail’in Ortadoğu’ya çıbanbaşı olarak yerleştirilmesinin arka planında da bu derin çıkar ilişkileri ve aç gözlülük yatmaktadır. İşte İsrail bu noktada Ortadoğu’da bir şekilde güven içerisinde varlığını sürdürmesi gerekir ki, hammadde kaynakları üzerinde sömürgeci emellerini sürdürebilsinler. Aksi halde hammadde kaynakları üzerinde ilelebet yemlenmeleri pek mümkün olmayacaktır.
           Evet, İsrail Ortadoğu’da gelmiş geçmiş en büyük baş çıban bir terör devletidir.  Hiç boşuna kimse heveslenmesin, bu baş çıban halledilmeden Ortadoğu öyle kolay kolay huzur yok gibi gözüküyor. Yine de Müslümanlar olarak ümitsizliğe ve yeise kapılmamak en doğrusu, illa ki Allah Teâlâ bir çıkış yolu için bir sebep halk edecektir elbet, buna inancımız tam olmalı da. Aksi halde, bu inançta ümit var olmazsak olaylar karşısında eli kolu bağlı olarak seyirci kalmak durumunda kalırız hep. Mutlaka neydik edip gücümüz ölçüsünce bir şeyler yapmalı ki, umutlarımız kararmasın hep yeşerir olsun. O halde şayet bir insan idareciyse diplomasi kanallarını kullanarak, şayet zenginse maddi gücünü kullanarak,  şayet gerçek anlamda entelektüel fikir adamıysa fikriyatını kullanarak, şayet elinden hiç bir şey gelmez biriyse en azından buğz ederek katkıda bulunmalı ki, Suriye bir an evvel Esad zulmünden kurtulup özgür bir ülke hale gelebilsin.  Ancak katkı sunarken de İrak’ta daha önce denenmiş ve kurgulanmış Saddam benzeri bir operasyon yöntemlerini örnek alarak değil, bilakis bu işin üstesinde gelecek şekilde çok yönlü stratejik hamleleri kendimize örnek model alarak katkı sunmalıdır.  Diğer türlüsünde malum Saddam’ın devrilişi sırasında tüm dünyanın gözü önünde naklen izlettikleri bir takım görüntüler, meğer bir göz boyamadan ibaretmiş. Hele bu arada Saddam sonrası meseleyi enine boyuna analiz ettiğimizde dert dava Saddam değilmiş, asıl dert dava Irak pastasından pay almak olduğunu daha da iyi idrak etmiş olduk. Madem öyle,  daha ne duruyoruz Suriye’den Esad ve yönetimi gidecekse de bir daha Irak benzeri aynı oyuna düşmeyecek şekilde meselenin üzerine gitmelidir. Yerine ikame edilecek yeni yönetimin mutlaka dış güçlerin güdümünde bir yönetim değil,  tam aksine Suriye halkının kendi kaderini kendi belirleyeceği bir yönetim modelini uluslararası platformda yılamadan usanmadan azmimizden hiçbir şey kaybetmeden iyice kafalarına kazıyarak kamuoyu oluşturmalı. Ki, bu model Türkiye’nin sürekli olarak uluslararası alanda dillendirdiği bir yönetim modelidir zaten. Bizim derdimiz asla topraklarımıza toprak katmak değildir, bilakis hem bizim,  hem de Ortadoğu ülkelerinin huzur içerisinde yaşamalarına yönelik toprak bütünlüğünü sağlamak dert davamızdır. Ama gel gör ki, İslam ülkelerinin yöneticilerinin hiçbiri uluslararası platforma taşıdığımız bu önerilerimize sıcak bakmadıkları gibi pek oralı da olmuyorlar maalesef.  Onlar oralı olmaya dursunlar, Allah’tan Türkiye’mizin kuruluş iradesine sahip çıkan Menderes gibi, Özal gibi basiret ve yürek sahibi yöneticiler çıkıyor da ikide bir oralarda ne işimiz var demiyoruz. Yetmedi son hamlede Tayyip Erdoğan liderliğinde İsrail’e  'one minute' çıkışı yapıp tüm Ortadoğu mazlum halkların umudu olarak yüreklere su serpebiliyoruz. Ancak şu da var ki, bir yandan mazlumlara umut ışığı olurken, sanmayın ki yol kesen haramiler ve tiranlarda boş duruyorlar. Onlar da bizim Ortadoğu halklarının gönlünde yaktığımız her bir umut meşalelerini söndürmek için uğraş veriyorlar habire.  Baksanıza Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Bahar Kalkanı Harekâtları derken Suriye halen bu gün olmuş Esad belasından ve dış egemen güçlerin hegemonyasından yakayı kurtarmış değildir. Düşünsenize gelinen bu süreçte bir Rusya eksikti,  maalesef o da sonradan Suriye tarlasında iz sürenler kervanına katılmış durumda. Hem de katılımı iş olsun babında öylesine bir katılımda değil, tam aksine şu sıralar sahnede sinsi başaktör olarak boy gösteriyor da. Her ne kadar bugünkü Rusya’nın siyasi yapısında Çar Rusya’nın esamesi okunmasa da bir şekilde Çarları aratmayacak şekilde zulme razı tavır sergileyebiliyorlar. Şayet zulme çanak tutulan bu süreçte Rusya’nın ardından Çin’de devreye girerse şaşmamak gerekir. Hakeza bu arada zulüm tavan yapıp üçüncü dünya savaşı çıkarsa da şaşmamak gerekir. Çünkü gelinen noktada sapla saman her şey birbirine öyle karışmış bir halde ki tamamen dünya dengelerini altüst edecek türden bir keşmekeşliktir bu. Dolayısıyla her an her şey olabilir düşüncesinden hareketle madden ve manen hazırlıklı olmak zorundayız. Her neyse,  belli ki Türkiye'nin gerek Suriye mültecilere yönelik insani yardım çabaları, gerekse uluslararası arenada gösterdiği diplomasi ataklar tek başına meselenin üstesinden gelmesine yetmiyor. Yine de sakın ola ki girişimlerimiz havada diye kararlılığımızdan ve Ensari yaklaşımımızdan zerrece ödün vermek durumuna düşmeyelim. Ki, Can Türkiye’mize durmak yok,  hem sahada hem de masada her daim var olmak yaraşır. Kaldı ki “şer odaklarının bir hesabı varsa, Allah'ın da mutlaka değişmez bir hesabı vardır” umudu bizim pes etmeksizin her daim iri ve diri olmamıza yeter artar da. Zaten bunun aksini düşünmek abesle iştigal olur. Unutmayalım ki, korkaklar asla zafer anıtı dikemezler, zafer anıtını ancak cesur abidevi şahsiyetler dikebilir, bu böyle biline. Zira masada 2020 baharında Rusya’ya ateşkes kararı aldırmamız gücümüzün göstergesi bir zafer anıtı olur da.
          Malumunuz, 1967’de İsrail-Arap savaşında zaferle çıkan İsrail, Golan tepelerini işgal etmenin şımarıklığıyla Ortadoğu’ya adım adım yerleştiği günden beri Ortadoğu halklarının yüzü bir kez olsun gülmez oldu. Nasıl yüzleri gülsün ki, aldıkları bu ağır yenilginin akabinde Suriye yönetimini derinden sarsıp çatırdamalar baş gösterir de. Öyle ki,  içte yaşanan iktidar çekişmelerinin ortaya koyduğu tabloda Baas Partisinin birinci çıkmasının şımarıklığıyla Hafız Esad fırsattan istifade kendi halkına darbe yapıp 1970’de yönetime el koyacaktır.  Hafız Esad fırsatçılığı bu ya, iktidarını ayakta tutma adına daha sonraki yıllarda Müslümanların zaman zaman ayaklanma girişimlerini sert askeri tedbirlerle önlem alıp kendini sağlama almayı da ihmal etmez. Tabii bitmedi, dahası var elbet, bir yandan kendi halkına acımasızca zulmederken diğer yandan da İsrail’den gelecek muhtemel tehlikelere karşı da Hamas ve İslami Cihad örgütlerine güya destek verir görünümde sinsi bir politika gütme becerisini de sergileyecektir.  Ancak bu sinsiliği bir yere kadar devam ettirebilir dediğimiz bir anda, ABD ansızın Bağdat’a girdiğinde tüm hesaplarını boşa çıkartacaktır. Çünkü Amerika Irak’tan sonra bu kez Suriye’yi gözüne kestirecektir. Nitekim ABD'nin Suriye ile doğrudan değil de dolambaçlı yollardan ilgilenmesi, hatta Suriye politikaları ekseninde dünya ölçeğinde kendine meşruiyet kazandıracak bir kamuoyu oluşturma çabası içerisine girerekten “Ey Suriye! Ayağını denk al, sıra sana geldi” demenin ön adımlarını atar bile. Derken bu ön adım işaret taşları bir bir döşenmek suretiyle zaman içerisinde yerine oturur da.
       Hafız Esad’ın ölümüyle yerine geçen oğul Beşşar Esad’ın o yıllarda göreve gelmenin ilk taze heyecanından olsa gerek babasının izlediği politikaların tam aksine ılımlı gözüken politikalarıyla başta Türkiye olmak üzere pek çok ülke arasında yaşanan gerginlikler nihayet son bulur. Ancak ne var ki ABD'nin o yıllarda oğul Esed’in gösterdiği bu ılımlı gözüken tavrını göz ardı edip yine bildiğini okuyacaktır. Nasıl mı? Önce Basra Körfezi ve Doğu Akdeniz arasındaki bölgeyi İsrail’in güvenliğini sağlama adına  Suriye’yi yeniden çatışma alanlarının içine çekecek bir hamleyi devreye sokmak suretiyle elbet. Arap baharıymış, şuymuş buymuş sanki ABD’nin umurunda mı? Hadi diyelim ki; Sam amcanın demokratikleşme ya da terörü temizlemek buralarda bulunmak niyetinde olduğunu varsaysak bile,  Beşşar Esad o yıllarda bu anlamda Arap Baharı havasına bürünmüş modunda bir hava estiriyordu ki, bu durumda ABD’nin buraları demokratikleştirmek ve terörden arındırmak için varım demesinin bir anlam ifade etmeyeceği çok açıktır.  Belli ki ABD’nin çıkar hesaplarına kaos ortamı daha işe yaramakta.  Derken düşündüğü kaos eylem planının Oğul Bush tarafından yürürlüğe konulması gecikmez de. Nitekim Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri'nin, 2005’te Beyrut’ta patlatılan bomba imha suikasta kurban gitmesi düşünülen işgal planının parçası bir senaryo olduğunu akıllara düşürür de.  Tabii böyle bir olay karşısında Suriye bahar havasında olsa ne yazar, bikere ok yaydan çıkmıştı. Lübnan’da alev alan Şam karşıtı gösteriler bahar havasını dağıtmaya yetip Suriye orada ki 29 yıldır askeri varlığını askıya almak zorunda kalacaktır.  Ancak bu geri adım Suriye üzerinde oynanan oyunları berhava etmeye yetmeyecektir. Delil melil hak getire,  ortada en ufak şüphe uyandıracak herhangi bir delil olmamasına rağmen en nihayetinde Lübnan’da konuşturulan Suriye askerleri kovulurcasına kapı dışarı edilir de. Ne diyelim, işte görüyorsunuz Hariri dosyasında göz göre göre hedef şaşırtılacak ya,  bu iş için tamda Suriye bulunmaz bir kaftandır.  Yani, bu işte bit kemiği olarak hep Suriye parmağı aranacaktır. Tabii, hal vaziyet böyle olunca da işler ister istemez sarpa saracaktır. Ve en nihayetinde gelinen noktada Hariri olayı bahane edilerek hem Büyük Ortadoğu Projesinin devreye girmesi için adımlar atılacak,  hem de Hamas ve Hizbullah’ın ikide bir karşılarına güç olarak çıkmasını önleyecek silahsızlandırma eylem planı devreye girecektir. Böylece bu planlar tuttuğunda güya kendi akıllarınca Ortadoğu halklarının direncini kırıp çirkin emellerine kavuşmuş olacaklardır.  
           Peki, bu süreçte Türkiye ne yaptı derseniz,   hiç kuşkusuz bu süreçte de Türkiye her zaman olduğu gibi o yıllarda da her fırsatta Şam’ın uzlaşı yolunda attığı her adımın görmezden gelinemeyeceğini diplomatik kanallar vasıtasıyla dile getirerekten kendine yakışır bir tavır sergilemiştir. Ancak bizim bu samimiyetimiz ters tepecektir.  Maalesef,  Türkiye’nin tek taraflı tansiyonu düşürmeye yönelik tüm çabalar gerektiği kadar karşılık bulmayacaktır. Olsun onlar bilmese de Halik biliyor ya, bu yetmez mi? Biz zaten istesek de hiç kimseye asla kötülük düşünmeyiz.  Çünkü bikere ecdadımızdan aldığımız terbiye mazlumlardan yana bir tavır ortaya koymamızı gerektirir. Dahası Osmanlı’nın torunları olarak mazlumlar için ne adım atılacaksa onu yaparız biz. Nitekim Hariri dosyasında hak hukukun tecellisi için Gaziantep’te görüşme önerisinde bulunmamız takdire şayan diplomasi atağı bir tavırdır.  Ne var ki, bu öneriye Şam sıcak baktığı halde ABD sıcak bakmayıp her zamanki gibi muhalif bir tavır sergileyecektir. ABD böyle tavır sergiler de, BM Savcısı boş durur mu, derhal gereğini yapıp Hariri olayına karıştığı düşünülen şüpheli şahısların Viyana’da sorgulanmasına karar verecektir.  Zaten mahkemeden çıkan sonuç bizi hiç şaşırtmaz da.  Nitekim önceden tahmin edildiği şekliyle mahkeme heyetince Suriye yanlısı olarak takdim edilen dört üst rütbeli Lübnanlı Generalin tutuklanma kararı çıkacaktır. Oysa alınan bu kararla asıl olayın arka plan bağlantılarının aydınlatılmasının önüne geçilmiştir. Neyse ki çok zaman sonra Hariri suikastında Suriye’nin hiçbir dâhili olmadığı gün yüzüne çıkacaktır. Acı ama şu bir gerçek, bu senaryoya imza atıp da her kim yürürlüğe sokup uygulamışsa halen bu gün olmuş Suriye halkına çok büyük özür borçlu olduklarını unutmuş gözüküyorlar.
       İlginçtir ABD’nin Saddam’ı devirmek bahanesiyle Irak’ı işgal ettiğinde o meşhur bildiğimiz Fransa, Almanya gibi ülkeler elinden gelen her türlü desteği vermeyi esirgemezken,  Suriye söz konusu olduğunda meseleyi görmezden gelip hemen yan çizmişlerdir.  İşte bu ve buna benzer olumsuz yan çizmelerin yanı sıra birde Rusya ve Çin’in her an ciddi karşı atak verme ihtimal dâhilinde göz önüne alındığında ABD’nin her işini elini kolunu sallayarak hiçte öyle kolay yoldan halledemeyeceğini az çok tahmin edebiliyoruz. Gerçektende dünya beşten büyüktür yerinde tespit bir söylemdir. Nasıl ki beş süper gücün kendine göre plan ve çıkarları varsa,  diğer ülkelerinde kendilerine göre potansiyel bir güç oluşturmaları her an mümkün, hem neden olmasın ki?  Bakmayın siz öyle beş gücünde adlarından süper güç olarak söz edilmelerine, düşünsenize kendi aralarında en ufak bir çıkar ayrılığı çıktığında bir araya gelemedikleri artık bir sır değil. Hadi bir araya geldiklerini varsaysak bile güç dengeleri bakımdan bunu dünya geneline vurduğunda her birinin aslında rozetleri büyük ama yüreklerinin küçük güç olduğu görülecektir. Hiç kuşkusuz bu çıkar ağı ilişkisinde Fransa’nın kendine göre Lübnan’da planları ve çıkarları olduğu göz ardı edilemeyeceği muhakkak.  Zaten ABD,  bu çıkar ilişki ağında her bir devletin hangi konumda olduğunu çok iyi bildiği içindir bu doğrultuda ikna turlarına çıkmayı da ihmal etmez. Tabiatıyla ikna turları sonuç vermese de, sonuçta ABD’nin her zaman alışık olduğumuz o meşhur A, B,  C diyebileceğimiz planlarına ihtiyaç hâsıl olduğunda mutlaka uygulanmak üzere bir köşede saklı tuttuğu da herkesin malumu zaten.  Ki,  her an uygulayacakları düşünülen bu planlar arasında Suriye halkına yönelik bir takım ekonomik yaptırımlardan tutunda Suriye halkını açlığa susuzluğa mahkûm ederekten köşeye sıkıştırmakta vardır.  İşte tamda bu planların yürürlüğe gireceği safhalarda her ne oluyorsa Beşşar Esad’ın hiç umulmadık bir anda Suriye'de babasının işlediği sayısız cinayetleri aratmayacak şekilde tüm dünyanın gözü önünde zulüm operasyonlarına start verdiğine hep birlikte şahit oldukta.  Derken Beşşar Esad’ın bu haltı işlemesiyle Suriye’de planları olan ülkelere yeni bir fırsat doğacaktır.  Nasıl fırsat doğmasın ki,  Arap baharı havasına bürünmüş Esad gitmiş yerine bambaşka kılıkta kendi halkına kıyacak derecede gözü dönmüş zalim Esad gelmiştir artık. İşte Esad'ın üstlendiği bu yeni rol o gün ne umduk ne bulduk misali en çokta Türkiye’nin başını ağrıtacak kronik bir vakaya dönüşür de.  Gerçekten de beklenmedik durumdu,  meğer Beşşar Esad göründüğü gibi değilmiş, camileri bile bombalayacak kadar gözü dönmüş bir canidir o.
          Aslında son tahlilde 36 şehit verdiğimiz hadiselerden çıkaracağımız sonuç şudur ki; Suriye halkına Türkiye’den başka arka çıkıp çare olacak yeryüzünde bir başka devletin çıkmayacağıdır.  . Hiç kuşkusuz dünyada Esad zulmünden göç etmek zorunda kalan binlerce insanı Ensarca bağrına basacak olan tek ülke sadece Türkiye vardır. Üstelik bunu yaparken de her türlü zorluklara karşı göğsünü siper ederek yapmakta. Nitekim Gelinen noktada Suriye’de durum vaziyet öyle işin içinden çıkılmaz bir hal aldı ki, artık kimin eli kimin cebinde belli değil,  dünyanın tüm istihbarat örgütleri habire meseleyi kangren hale getirip sürekli kaos ortamını daha da derinleştirmek peşindeler. Bunu yaparken de kimi zaman Kobani olaylarıyla, kimi zaman kendi elleriyle büyütüp besledikleri DAEŞ, PYD ve YDP, hatta arka planda FETÖ gibi şer örgütler kanalıyla yapmaktalar. Kelimenin tam anlamıyla Suriye halen ateşten bir gömlektir. Gel de bu ateş çemberinden çık çıkabilirsen. Dedik ya, yinede her şey bitmiş sayılmaz. Mehmetçiğimizin 2020 Bahar Kalkan Harekâtı bu umutlarımızı tazeleyip güçlendiriyor da. Öyle ki, Mehmetçiğin havada karada ölümüne gerçekleştirdiği Bahar Kalkan Harekâtı bu topraklarda gözü olan tüm şer odaklarının uykularını kaçırdığı gibi, yüzyıllık planlarını bile berhava edecek nitelikte bir harekât olduğunun sinyallerini bu odakların gözünün içine sokaraktan gösteriyor da. Böylece Mehmetçiğimizin sarsılmaz iman dolu yüreği sayesinde özgür Suriye ikliminin doğuşu bir hayal değil hakikatın tâ kendisi bir doğuş olacaktır. Aynı zamanda bu doğuşla birlikte Şah-ı Hazne (k.s)'in ruhaniyetinin yeniden bu topraklarda canlı tutulacağına dair inancımızın teyid edileceğine de umut varız. Nitekim bu güzel duygular eşliğinde Suriye’yi ne Şah-ı Haznesiz,  ne de Şah-ı Hazne'yi Suriyesiz asla ayrı düşünmeyiz de. Çünkü bu topraklara can suyu olabilecek manevi anlamda diyebileceğimiz en son elde avucumuzda kalan tek şey Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s)’ın Suriye topraklarına üflediği nefesi kalmıştır. Allah korusun bu nefeste ziyan olursa Suriye’nin hali nice olur, bunu da siz bir düşünün.  Dolayısıyla eksik kalan bu nefesi yeniden canlandırıp tamamlamak gerektir dersek maksadımızı aşmış pek sayılmayız.  
         Bilindiği üzere Şah-ı Hazne (k.s) Suriye'nin Pirifâni Şeyhi olmasının ötesinde Nakşibendî Tarikatının halkasında yer alan Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)'in dizinin dibinde yetişen bir nefesidir de.  Tabii yetişti derken, tarla tapan için yetiştirilmedi elbet,  hiç kuşkusuz insanlara nefes olup irşad etmek için yetiştirildi. Üstelik zor şartlar altında yetişmiştir. Düşünsenize Şah-ı Hazne o yıllarda Nurşin’de Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’in hizmetindeyken bir ara kuraklık ve kıtlık baş göstermişte. Hatta bir gün bu bölgenin ağalarından biri, Hazret Muhammed Diyâeddin’i sofileriyle birlikte davet ettiğinde Şah-ı Hazne  (k.s)  içinden şöyle iç geçirip kendi kendine;
     "-Nihayet midemiz kırk yılda bir güzel yemek görecek"  demiş.
    Tabii bu iç geçirmenin akabinde çarıklarını yıkamış, kurutmuş ve hazırlığa koyulur bile. Ertesi gün Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s) sofileriyle birlikte davete giderken, dönüp arkasına şöyle der;
      "-Molla Ahmed (Şah-ı Hazne) burada kalsın, diğerleri benimle gelsin."
Hakeza yine bir gün Ramazan ayıymış, malum bu ayda mollalar zekât, fitre her ne varsa almak için icabında köy köyde dolaşırlarmış.   İşte mollalar bu ayın hürmetine biraz dünyalık toplamak için yola koyulduklarında Şah-ı Hazne de o sırada onlara heveslenip Hazret Muhammed Diyâeddin'den izin istemiş.  Bu durum karşısında Hazret Diyâeddin (k.s) demiş ki:
      "-Allah için sen çalış, Allah sana her şeyi verir."
       Gerçektende Şah-ı Hazne (k.s), eskiden çok fakirmiş, öyle bir zaman gelir ki, Suriye’nin ordusunu bile doyuracak hale gelir. Kaldı ki o’nun geride bırakacağı en büyük miras Gavs-ı Bilvanisî (k.s) olacaktır.
         Bakın, Seyda (k.s)  ise,  Şah-ı Hazne (k.s)  hakkında şöyle der:     
     Nasıl ki Hazret Muhammed Diyâeddin Şah-ı Hazne gibi büyük bir zat yetiştirmişse, aynen Şah-ı Hazne (k.s)’de babam Gavs-ı Bilvanisî Abdûlhakim el Hüseyni gibi büyük bir zat yetiştirmiştir.  Ve Gavs-ı Bilvanisî (k.s)  o’ndan el aldığı zaman, dergâhın ileri gelen sofileri merak edip Şah-ı Hazne'ye sorarlar;
      "-Kurban! Molla Abdûlhakim'in makamı nasıldır?" 
      Cevaben der ki;
    "-Biz kendi bulunduğumuz mertebeyi biliyoruz, ama sonrasını biz de bilmiyoruz."
    Hatta Gavs-ı Bilvanisî (k.s) daha bir günlük sofi iken, Şah-ı Hazne (k.s) halifelerinden Molla İbrahim'i çağırmış ve demiş ki;
      "- Molla Abdûlhakim'i nasıl bilirsin,  uğraşmaya değer mi?"
       Molla İbrahim cevaben;
      "-Bu adamda iş yok, gelsin gitsin, bununla pek uğraşmaya değmez"  demiş.
      Tabii Şah-ı Hazne'nin yüzü anında değişip şöyle der:
      "-Çocuklarıma dua et, onların hocasısın,  yoksa şu anda tarikattan tard olmuştun."
      Ve diğer halifesini çağırmış demiş ki;
       "- Sen ne dersin uğraşmaya değer mi?"
       Halife cevap vermiş;
      "-Aman efendim,  hiç kuşkusuz onun için elimizden geleni yapmamız lazım, bizim ona emek vermemiz icap eder, o bizim ümidimiz,  o bizim istikbalimiz,  hatta ona her şeyimizi devretmemiz lazım."
     Ve Şah-ı Hazne (k.s) bu söz üzerine bir anda yüzü aydınlanıverir.
      Gerçektende Şeyh odur ki; "Yolun başından sonunu göre."
       Ne diyelim, işte görüyorsunuz Suriye’nin nefesi Sah-ı Hazne böyle bir nefestir.
      Dahası o nefesin yetiştirdiği Gavs-ı Bilvanisî (k.s)  nefesi de şöyle der: "Biz ulaşmak istediğimiz yerlere ulaşamadık, ama hamd olsun ulaşanı ulaştırdık."
        Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’ın yetiştirdiği nefes Seyda (k.s) ise kendisine nefes olan babsı için şöyle der: "Millet, Gavs Hazretleri'nin gerçek çehresini göremedi. O'nu başında sarık, sırtında cübbe bir molla gibi gördüler. Hakikatini gören olmadı."
           Tabii tüm bu sözler bizim aklımızın alamayacağı hakikat pınarından süzülen sözlerdir.  Her ne kadar sözlerin mana ve ruhuna vakıf olamazsak da bizim için kayda değer olan onların nefeslerinin insanlar üzerindeki etkisi çok mühimdir.  Gavs-ı Bilvanisî (k.s) iyi ki de Suriye’nin nefesi Şah-ı Hazne’nin nefesinden istifade edip nefeslendi de bu sayede Nakşibendî tarikatının silsilesinde yer alan tüm nefeslerin ruhaniyetini Türkiye topraklarına taşımış oldu. Belki de o zincirin halkalarında yer alan her bir Sadatın nefesi, soluğu oralardan buralara taşınmasaydı bu altın halkanın kıyamete kadar sürecek tüm nefeslerini ziyaret etmek pek mümkün olmayacaktı. Nasıl mı?
         Malumunuz,  Abdülhâkim El Hüseyn (k.s), Şahı Nakşibendî (k.s)’ın nisbetini ve bu yolun feyzi bereketini Suriye’deki Şah-ı Hazne’nin elinden devr alıp Türkiye coğrafyasına taşıyan zattır O. Tabii bu nisbeti buralara taşımak öyle kolay olmadı. Gavs Hazretlerinin bizatihi Suriye’ye Şeyhini ziyarete gitmek için sınırda mayın tarlalarına basmayı göze alıp o’nun nefesiyle nefeslenerekten gerçekleşen bir taşınmadır bu. Derken Şeyhine olan bağlılığı ve canını feda etme pahasına da olsa o müthiş teslimiyetinin neticesinde Gavs’lık makamına erişir de. Dedik ya, şayet Gavs-ı Bilvanisi (k.s) o emaneti Suriye gibi kaygan bir zeminden Türkiye’ye getirmemiş olsaydı Şah-ı Nakşibendî yolunun bereketinden istifade etmek için Türkiye dışına gitmek zorunda kalacaktık. Allah’a şükürler olsun Gavs-ı Bilvanisi sayesinde o nisbet şimdi Türkiye topraklarında atmakta. Artık Türkiye dışına gitmeye gerek kalmaz da.
        Umut edilir ki, bu nisbet kıyamete dek Türkiye topraklarında atacak da.  Nitekim Ehli Sünnet İslami kaynaklara baktığımızda denilir ki;  ahir zamanda Hz. İsa (a.s) gökten ineceği zaman Suriye’nin merkezi Şam’da ak minareye inecek ve Mehdi aleyhi rahmeye yardım edip kötülüğün timsali Deccala karşı birlikte omuz omuza mücadele edeceklerdir. En nihayet bu mücadeleyi zaferle taçlandırılıp Yüce Allah’ın nurumu tamamlayacağım diye beyan buyurduğu o yüce adalet tüm dünyada tecelli edecek de. 
           Velhasıl-ı kelam,  o günler ne zaman gelecek bilinmez ama şu bir gerçek Ortadoğu’da yaşadığımız olayların varacağı son nokta  “Allah nurunu tamamlayacak”  noktası olacaktır. Her ne kadar zinde odaklar bunu arzu etmese de buna inancımız tamdır.
            Vesselam. 
  http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3778/suriye-ve-sah-i-hazne

14 Şubat 2016 Pazar

VELİLER HALKASININ SULTANLARINDAN S. ABDULHAKİM-EL HÜSEYNİ (K.S.)





               GAVS-I BİLVANİSİ ABDULHAKİM EL HÜSEYNİ
SELİM GÜRBÜZER

        Suriye’de yetişen son devrin evliyalarından Şeyh Ahmed el Haznevi Hz.lerinin halifelerinden olup ismi Abdulhakim'dir. Kendisi aynı zamanda ehlibeyt neslinden Peygamber torunu Hz. Hüseyin'in soyuna nisbetle Hüseyni olarak bilinecektir. Ayrıca baba tarafından dedeleri Bilvanis’li olması hasebiyle Gavs-ı Bilvanisi diye de anılır.
         Gavs-ı Azam Seyyid Abdulhakim el Hüseyni (k.s) Hicri 1322 yılın Zilhicce ayının onuncu gün, yani perşembe günü öğle ile ikindi arasında Bitlis'e bağlı Baykan ilçesinin Kermet Köyünde dünyaya teşrif etmişlerdir. Tarihler 1972 (H. 1392) yılını gösterdiğinde ise bu kutlu teşrif irşad dönemlerinin son demlerinde Ankara’da vefatıyla birlikte yerini bir başka doğuma bırakacaktır. Yani Adıyaman’ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyünde şeb-i arus’u vuku bulacaktır. 
         Madem öyle, dünyaya teşrifinden şeb-i arus gününe kadar ki hayat süreci nasıl geçmiş bir bakalım.
          Evet, sanki yediden yetmişe herkes o’nun doğumunu bekliyordu. Çünkü doğumundan bir müddet sonra babası medresede hem talebe okutmak hem de imamlık teklifi alması üzere davet edildiğinde komşu Siyanüs köye taşınacaklardır. Ne var ki babası Seyyid Muhammed (k.s)  imamlık ve talebe okutma heyecanına ve imamlık vazifesine tam doyamadan taşındığı altıncı ayında vefat edecektir. Neyse ki oğlu Abdulhakim el Hüseyni (k.s) öksüz kalmayacaktır. Dedesi bizatihi o’nu bağrına basıp himayesine alacaktır. Böylece o’nun terbiye ve yetişmesi bundan böyle dedesi Seyyid Maruf (k.s)’ın gözetiminde seyredecektir.  Zaten dedesinin rahleyi tedrisatından geçip yetiştikçe pırıl pırıl aydınlık bir çehre yüze bürünp çok değişik haller üzerinde tecelli eder de. Nitekim geriye dönüp şöyle hayat öyküsüne baktığımızda tam tamına yirmi altı senesini ilim tahsili ile geçirmiş, yetmemiş devrin en büyük âlimlerin eşiğini de aşındırıp onlardan ders almak suretiyle İslami ilimlerde epey mesafe kat edecektir.  Öyle ki bir gün Abdurrahman-i Tahi (k.s)'in halifesi Abdulkahhar Zokaydi Hz.lerinin yolu Çamtaşı (Arınç) köyüne düştüğünde bir anda Abdulhakim el Hüseyni (k.s)’ın o masum yüzüyle göz göze geldiğinde merak edip etrafındakilere şöyle der:
      -Maşallah, Allah bağışlasın bu çocuk kimindir?  Bu ne güzel bir yüzdür,  bize öyle geliyor ki bu çocuk ilerisinde büyük bir zat olacaktır. Zira bu çocukta zerre miskal bir eksiklik görmüyorum, inşallah çok halim bir zat olarak adından söz ettirecektir.
        İşte bu veciz söz üzerine başka ne diyebiliriz ki. Bizim haddimize mi hüküm vermek. Zaten onu gören gözler görmüş ve hakkını teslim etmişler de. Bize ancak o gören gözlerin hürmetine Sadatların izinde iz sürmek düşer. İnşallah bu kutlu yolun büyüklerinin izinden gidelim ki, bilhassa Gavs-ı Bilvanisi’nin neslinden gelecek olan tüm gönül sultanlarının feyiz ve bereketinden istifade edebilelim. Nasıl böyle bir arzu içerisinde bulunmayalım ki,  bakın o Gül neslin evlatlarına ta küçük yaşlarda sahip çıkılmış. Düşünsenize dedesi torununun sorumluluğunu üzerine alır almaz bu görevi tam ve eksiksiz yerine getirmek için tez elden zamanın en büyük âlim ve meşayıhı Muhammed Diyauddin Nurşin Hz.lerinin ders halkasına katacaktır. Ki, sorumluluk üstlendiği ilerisinin büyük zatı o çağlarda sekiz yaşında bir torundur. Ama bu çocuk yaşından büyük işler başaracaktır. Nitekim o yaşta pek çok medrese talebesine taş çıkarttığı gibi en nihayetinde on dört yaşına kadar böylesi büyük bir zattan ilim tahsil etmenin tadını çıkarıp feyz ve bereketine mahzar olacaktır.  Öyle ki Hocası Muhammed Diyauddin Hz.leri yetiştirdiği bu talebesi hakkında ilerisinde çok büyük bir zat olacağını müjdelemekten kendini alamaz da.  Dile kolay tam altı yıl boyunca hocasının dizinin dibinde büyük bir aşk ve vecdle ilim tahsil edip hakkını vermiş de. Hatta Abdulhâkim el Hüseyni Hz.leri Hocası Nurşin'e taşındığın da bile ilim tahsiline ara vermeyip bu kez bir başka medresede ilim tahsil edecektir.  Ancak ne var ki bir dönem tekke ve medreselerin kapatılmasıyla birlikte mollalık icazetini tamamlayamadan Siyanüs köyüne dönüşü gerçekleşecektir. Tabii Siyanüs’te de boş durmaz,  hemen yanı başındaki komşu Taruni köyünden kendisine imamlık ve talebe okutma daveti geldiğinde bu davete icabet edip gereğini yapar da. İşte davete icabet etiği o yıllarda iki şeyi bir arada yaşayacaktır, bir yandan imamlık yapıp talebe okutma sevincini yaşarken diğer yandan da kendisinin yetişmesinde çok büyük emeği olan Hocası Muhammed Diyâeddin Nurşini Hz.lerini kaybetme hüznünü yaşayacaktır.  İşte bu vefatın ardından hem eksik kalan ilim tahsilini hem de tasavvufta Seyr-u sülukunu tamamlamak için hemen arayışa koyulup Muhammed Diyauddin Nurşini'nin (k.s.) talebesi Şeyh Selim'e bağlılık isteğini bildirecektir. Ancak bu arada vefat eden Hocası Hazret Muhammed Diyâeddin Hz.leri rüyasına girer.  Ve o’na halifesi Şeyh Ahmed el Haznevi (k.s.)’e bağlanmasını işaret eder.  Hatta gördüğü rüyada Hocası, halifesi Şeyh Ahmed el Haznevi (k.s.)’e hitaben hakkında şöyle talimat verir de:
    ''Ey Şah-ı Hazne! Şunu iyi biliniz ki Seyyid Abdulhakim'in babasının bizde emeği çoktur. Bu yüzden ona gözün gibi bakıp hakkını yerine getiresin.''  
        İşte bu rüya âleminde zahir olan haller Abdulhâkim el Hüseyni (k.s.)’in Suriye'de soluğu almasına yetecektir.  Derken Suriye’nin Hazne köyünde Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s.)'in eşiğine yüz sürüp beyat edecektir.  
         İlginçtir, Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s.) daha beyatının ilk gününden itibaren ona ‘Molla Abdulhakim’ diye hitap edip o’nun ilim ve irfanını tüm mollaların huzurunda takdir eder de.  Ama o bu takdir karşısında en ufak şımarıklığa kapılmadan sanki ilim yolunda daha toy talebeymişçesine hareket edecektir. Bu arada fırsat bulduğunda sıla-i rahim yapmayı da ihmal etmez. Nitekim Türkiye ve Suriye hattı üzerinde tam on dört sene boyunca seyrüsefer yapmak suretiyle ziyaretlerini aksatmadan ilim ve tasavvuftaki derecesini artırmasını bilmiştir. Derken otuz dört yaşına geldiğinde medresede okuyan talebelere ilim öğretir hale gelir de. En nihayetinde medrese, dergâh koşuşturması derken otuz altı yaşında Şah-ı Hazne (k.s) onun halifelik icazetini verecektir.  İşte bu halifelik icazetiyle birlikte her Suriye’ye gidiş ve dönüşlerinde yol boyunca karşılaştığı hangi köy,  hangi kasaba her ne varsa irşaddan geri durmayacaktır.  Yine bu arada hiç kuşkusuz bir yandan talebe yetiştirmeyi de ihmal etmeyecektir.  Zaten Hocası Ahmed-el Haznevi (k.s.)'in vefatının ardından irşad postuna oturduğunda ise sohbetlerine çok büyük bir rağbet olduğu gözlerden kaçmayacaktır. Böylece ilgi odağı olacaktır.  Dahası akın akın dergâhına gelen insanlar onun ilim ve feyzinden istifade etmek için yarışacaklardır.  Ancak kıskançlık bu ya o’nun bu manevi tasarrufatı bazı civar kasaba ve köyler de bir takım şeyhlerin takdirine ve gıptasına mucip olurken,  maalesef bir kısım ulemanın ise kıskançlık hedefi olacaktır. Neymiş efendim kendilerine bağlı müritler Abdulhâkim el Hüseyni  (k.s.)’ın sohbetine katılıyorlarmış. Nitekim civar köylerin Şeyhlerinden biri kıskançlığını gönderdiği mektupla açığa vurur da. Bakın o şeyh mektupta ne diyor:
          ''İnsan düşünür ve kabul eder ki, yan yana koyun otlatan iki çobandan birinin bir kaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsa onları iade etmek lazımdır. O halde sende bizim sürüden ayrılanları iade etmelisin.''
            Tabii Abdulhâkim El Hüseyni Hz.leri mektubu okuduğunda tebessüm edip cevaben şöyle göndermede bulunacaktır;
          “Biz cedd-i pakimizin (Peygamber Efendimizin) ümmetine hizmeti gaye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok taraftar toplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim miras bırakmıştır. Bu ilme kim sahipse varis odur. İnşallah bu miras gerçek varislerinin eline geçer diye dua ediyoruz.”
          Anlaşılan o ki Gavs Hz.leri irşad halkasını büyüttükçe münkirlerde boş durmayacaktı.  Onlar boş durmaya versin,  o da Peygamber kavlince diyar diyar hicret ederek irşadını sürdürecektir. Elbette ki belli bir yerde sabit kalmak olmazdı, zira irşadın aksamasına yol açardı bu.  Öyleyse hicret etmek en doğrusuydu.  Nitekim Taruni ve Bilvanis köylerinden sonra Bitlis'in Narlıdere nahiyesine, oradan da Siirt'in Kozlu kasabasına bağlı Gadir köyüne yerleşecektir. Gadirden sonraki durak ise malum ismiyle müsemma Durak köyüdür zaten, Yani bugünkü adıyla Menzil’dir. Üstelik Gavs Hz.leri buraya yerleştiğinde adını Buhara adıyla anacaktır.  
          Menzil’de irşat etmeye başlayınca sohbetlerde beraberinde gelecektir. Nitekim Abdulhakim el Hüseyni (k.s.) bir sohbetlerinde tövbe hususunda şöyle buyurmuşlardır:
         “Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbenin zamanı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır. Gargarayı geçince kâfirin imanı kabul olmadığı gibi Mü'min'in tövbesi de makbul değildir. “Muhakkak Allah-u Teâlâ kulun tövbesini ruh gargaraya gelmeden önce kabul eder” (hadis). Nihayet can boğazına çıkınca ne kâfirin imanı, ne de müminin tövbesi kabul değildir.”
           İlginçtir Abdulhâkim el Hüseyni Hz.leri Menzil'de irşad dönemlerinin son döneminin yaklaştığı veya hastalanmasına ramak kala günlerde Menzilde şimdiki medfun olduğu merkadın bulunduğu yerin etrafına taşlar dizerekten defnedileceği yeri işaretleyip vasiyet eder de.  O işaret eder de vasiyet yerini bulmaz mı, hem de ileriki yıllarda sağına ve soluna medfun olacak oğullarını yanına alacak şekilde vasiyet yerini bulur. Böylece Ravza-i Mutaharra’da ki Mescid-i Nebevin mana ve ruhu Menzil-i Şerifte tecelli eder de
           Hiç kuşkusuz O, ömrü hayatı boyunca Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşu için gayret etmiş büyük bir zattı. Öyle ki bu kurtuluş heyecanı bir sohbetine şöyle yansır da: “Evliya yetiştirme mektepleri olan tarikatlar, artık iman kurtarma mektepleri haline geldi. Eskiden insanlar yıllarca gezer kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıp Müslümanların imanlarının kurtulması için çağırıyor ve talipli topluyorlar. Şah-ı Hazne (Ahmed el Haznevi (k.s.)) Ümmet-i Muhammed’in imanını kurtarmaya çalıştı. Yoksa bu zamanda tarikat meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksat iman kurtarmaktır. Tam hidayet Mehdi Aleyhirrahme zamanında olacaktır.”
        Evet, sohbetler ardı ardına geldikçe artık ayrılık vaktinin geldiğinin de işaretleri de kendini hissettiriyordu. Öyle ki en son gönül alıcı o nasihat tarzı sohbetleri mübarek lisanından sevenlerine şöyle dökülür: “İnsan fakir olmalıdır. Rabbül âlemin hep fakirlerledir. Fakirleri sever. Fakirlikten maksat nefs ve benlikten uzak olmaktır. Dünya malından dolayı fakirlik değildir. İnsanın nefs ve benliğini yenmesi lazımdır. Nefsini gören kendinde büyüklük eden kimseyi Allah-u Teâlâ sevmez. Şeytanın küfre girmesinin sebebi nefsini, kendini büyük görmesi değil miydi? İnsanın ayağı nefsin göğsünde bulunmalıdır ki, baş kaldırmaya gücü yetmesin. Nefsin düşmanlığı çok büyüktür. Firavun, Şeddat, Karun gibilerin felaketlerine nefisleri sebep oldu. Çünkü büyüklük taslayan nefisleri, büyük iddialara kalkıştılar. Kendileri boş bir dava güttüklerini, ilah olmadıklarını ve Allah-u Teâlâ’dan uzak olduklarını bildikleri halde nefislerinin ilahlık davalarına boyun eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar çok büyümüş ve kendilerine hâkim olmuştu.
        İnsan hep iyilerle bulunmalı, iyilerle arkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın menfaatı ebediyyete kadar devam eder. İşte Ashab-ı Kehf'in köpeği, köpek olması münasebetiyle haram ve necistir. Islakken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi defa yıkamak gerekir (Şafii mezhebine göre). Fakat iyilerle kaldığı için Allah-u Teâlâ onu beraber kaldığı iyilerin hürmetine cennetlik yaptı. Haram ve necis olduğu halde cennetlik oldu ve cennette iyilerle beraber bulunacaktır. Hâlbuki Nuh (a.s.)'ın oğlu Ulu'l Azam bir peygamberin oğlu olduğu halde, kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarla beraber bulunduğu için imanını kaybetti. Allah-u Teâlâ onu kâfirler topluluğundan yazdı. Peygamber oğlu olduğu halde kâfirlerle arkadaşlık yapmasından dolayı son nefeste küfür üzerine imansız gitti. Öte yandan necis olan bir köpek ise cennetlik oldu. Çünkü iyilerle beraberdi, onlardan ayrılmadı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki; İnsan her kimi seviyor ise kıyamette de onunla beraber haşrolacak, kiminle arkadaş ise haşirde de onunla arkadaş olacaktır.”
        Derken ardı ardına yaptığı o buram buram vuslat kokan sohbetlerin akabinde bir yıl kadar kaldığı Adıyaman'ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyünde hastalanır. Ve tedavisi için Diyarbakır'a götürülür. Oradan Ankara'ya nakledilir. Sonuçta hangi hastaneye nakledilirse nakledilsin gerek hastalığının başlangıcında gerekse ağırlaştığı dönemlerinde o’nu hiçbir sızı elem ve keder farz ve gece namazlarını ayakta kılmaktan alıkoymayacaktır. Düşünebiliyor musunuz hastalık halinde bile ibadetlerini tam tekmil yerine getirecek titizlikte bir haletiruhiyeye sahiplerdir.  Bu arada hasta ziyaretine gelenlere kendisinde hiçbir şey yokmuş gibi ağırlardı.  Hatta Ankara da hasta yatağında yattığı süre içerisinde kendilerini ziyaret edip dua talep eden bazı siyaset adamlarına nasihat etmekten de imtina etmezdi.  Bakın onlara hitaben; ''Halis niyetle din-i mübine, İslam dinine her kim hizmet etmek isterse Allah-u Teâlâ onu muvaffak kılsın... '' diye dua edip öyle uğurlardı.
        Artık vuslat anı gelmiştir,  ameliyata alındığı Ankara’da tedavisi cevap vermeyecektir, derken ameliyattan üç gün sonra (Hicri 1392-Miladi 25 Mayıs 1972 972) Haziran ayının ilk Perşembe günü saat beş civarında Ankara’da Rahmeti Rahmana kavuşur. Şimdi sıra da vasiyetinin yerine getirilmesindedir.  Nitekim Nûr’u naaşı Menzil köyüne götürülüp hayattayken işaretlemiş olduğu yerde defnedilir. 
        O aynı zamanda iki evli olup,  yedi oğul, altı kız evladı vardır. Hayatta iken evlatları arasında sadece bir oğlu vefat etmiştir. Kabri Şerifi hala sevenleri tarafından ziyaret akınına uğramakta, ziyaret edilmesi de gayet tabiidir. Çünkü Nakşibendî yolunun nisbetini Suriye’den Türkiye’ye taşıyan zattır o. İşte bu nedenle devr aldığı bu Nebevi ışık kıyamete kadar sönmeyen kandil hükmünde bir ışıktır. Şimdi o sönmeyen kandil ışığını önce Seyda Hz.leri  devr alıp  kemale erdirdi, sonrada  Seyda Hz.lerinin elinden   kardeşi Gavs-ı Sani Hz.leri devr alıp  bu yüce  Nakşibendiyye nisbet ışığı  bir bambaşka mana kazanır da.  
         GAVS-I BİLVANİSİ (K.S)  HAKKINDA MENAKIBLER                                           
     Seytac yayınlarından ‘Gavsı Azam Seyyid Abdülhakim el Hüseyni (k.s)’ adlı eserin sayfalarını çevirdikçe şu ilginç mana yüklü menakibler ister istemez dikkatleri çekmektedir. Menakibler bile onun ne kadar büyük bir zat olduğunu göstermeye yeter artarda. Madem öyle, menakiblere bir göz atalım. Ancak şu da var ki Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’nin kıymetini takdir etmeye elbette ki kalemin gücü yetmez, ama yinede onu yakından görüp hemhal olan sevenlerin hatıralarını görmezden gelemeyiz. Menzil kitapevi tarafından bastırılan Seytaç yayınlarından çıkan Gavsı Azam Seyyid Abdülhakim el Hüseyni adlı eserin sayfalarını çevirdikçe ilginç anekdotlarla karşılaşıyoruz. İsterseniz bunlardan birkaçına hep birlikte göz atıp onu yâd edelim. İşte onun hakkında söylenen hatıralar:
      Şeyh Abd'ül Kahhar'ın (k.s.) torunu Şeyh Fudayl (k.s.) şöyle der:
      Bir seferinde Şeyh Abd'ülhakim (k.s.) bize taziyeye gelmişti. Taziyeden sonra yola çıkmadan dedem Şeyh Abd'ül Kahhar’ın (k.s.) türbesini ziyaret ettiler. Orada murakabeye varıp, bir süre kaldılar. Ne var ki beraberindeki gelen yol arkadaşı ikide bir:
      — Kurban geç oldu, gidelim mi deyip duruyordu. Oysa Gavs Hazretleri (k.s.) murakabeye devam ediyordu. Hatta yol arkadaşı, aynı sözleri bir kaç kez tekrarlayınca, içimden bunun Şeyh'e karşı bir hürmetsizlik olduğu, dolayısıyla Şeyh'in bir noktadan sonra ona ihtarda bulunabileceği aklımdan geçti. Bir an olsun bu düşüncelerden kurtulmaya çalıştım, ama bir türlü aklımdan atamadım. İşte bu esnada Gavs Hazretleri (k.s.) murakabeden başını kaldırdıktan sonra dönüp bana dedi ki:
      — Ey Fudayl! Deden Şeyh Abd'ül Kahhar (k.s.) bizim hakkımızda çok halimdir diye buyurdu. Böylece Gavs Hazretlerinin (k.s) kalbime vakıf olduğunu anladım. Ki; onu tanımazdan on beş sene kadar Şeyhimin yanında kalan biriydim. Hiç bir kötü halimin iyiye doğru değişmediğini farkedince, kendi Şeyhimi inkâr etmemek kaydıyla Gavs Hazretlerinin (k.s.) yanına gelip, kendisine intisab ettim. Aradan bir zaman geçtikten sonra, il'de eski mürşidimle karşılaştım. Kendisini ziyaret ettiğimde bana:
     — Neden bizi bırakıp başka yere gittin? Bizden bir zarar mı gördün? Diye sordu:
     — Kurban, doğrusu sizden zarar görmediğim gibi bir istifade görmedim, dedim. Bu kez bana:
     —Nasıl yani? Dedi.
    Cevaben:
     —Size gelip teveccühünüze girip eve dönerken mutlaka bir şey çalıyordum. Hatta yörükler bazen köyün yakınından geçerken onlardan birkaç koyun veya keçiyi çalmaktan geri durmazdım. Yanınıza o kadar gelip gittiğim halde hiç bir kötü halden kendimi men edemedim. Ne zaman ki Gavs-ı Bilvanisi’nin (k.s.)  yanına gidip gelmeye başladım, işte o gün bugündür çok şükür bütün kötü fiilleri terk ettim. Üstelik eskiden çaldıklarımı sahiplerine verip helâlaşıyorum bile, dedim.
Bir başka menakıp ise;
      Gavs (k.s.) ile beraber iken: Bir kör adam geldi. Gavs Hazretleri (k.s.) ellerini kör adamın gözlerine sürdü. Adamın gözleri görmeye başladı. Sonra evine gitti. Tabii ev ahalisi:
      —Sen nasıl görebilirsin diye sorduklarında,
     Adam;
    —Vallahi benimde gözüm görüyor, artık ben de sizin gibiyim cevabını verir. Daha sonra adam ve ailesi gelip, Gavs (k.s.) Hazretlerinden tövbe alıp tarikata intisab ettiler.
     Bir hatırayı nakleden bir başka sofi ise düşüncelerini şöyle dile getirir:    
     Gavs-ı Bilvanisi’ye (k.s.)  intisap ettiğim zaman yörenin tanınmış bazı ileri gelenleri benim bu halimi taaccüb ile karşıladılar. Bana gayet sıkıntı veren bazı işler yaptılar. Ben bu hale dayanamaz oldum. Gavs’a (k.s.)  durumu izah etmek için bir arkadaşımla Gadir'e gittik.
      Yatsı namazı vakti yakındı, mübareği ziyaret ettim. Hemen benim halime tercüman olacak sohbet edip şöyle anlattı:
       —Gavs-ı Hizani (k.s.) Seyyid Taha’ya (k.s.) intisap ettiği zaman, yörenin bazı ileri gelenleri ona sıkıntı vermeye başladılar. Gavs-ı Hizani (k.s.) ise bu hale dayanamayıp, durumu gidip Seyyid Taha’ya (k.s.)  anlattı. O da:
    — İnşallah sabret iyi olur. Sen yerinde kal,  diye buyurdu. Derken bir zaman sonra Gavs-ı Hizan’ye (k.s.)  kızanlar, gelip Seyyid Taha’ya (k.s.) mürit oldular.
      Gavs’ın (k.s.)  bu sohbetinden sonra, arkadaşlarıma dedim ki:
      — Bu sohbetten maksadın ne olduğunu izah edeyim mi?  Bu durumda arkadaşım:
      — Farketmez, o zaten cevabını verdi, dedi.
      Yine de ben yaşadığım halimi zahiren Gavs’a (k.s.);
      —Kurban artık dayanamıyorum... diyerek anlatmaya başladığımda Mübarek gülümseyerek;
      —İyi olur inşallah, dedi.
       Bir başka sofide anısını şöyle anlatıyor;
      Bir gün Gadir'e gidiyordum. Ana yol ile köy arasında bir dere vardı. Arabayla geçerken tam derenin ortasında kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım dersem yeridir. Sonra içime Gavs (k.s.) Hazretlerinden himmet isteyip; "Sen bilirsin artık" diye yardım talebinde bulundum. Biraz sonra kalabalık amele grubunu taşıyan bir kamyon geldiğini görünce derin bir nefes aldım. Çünkü buralarda böyle bir kamyon geçmesi imkânsız gibi bir şeydi. Derken işçilerin çabası ile arabayı dereden çıkmış oldu.
     Yine başka bir seferinde, Gavsımızı (k.s.) ziyarete giderken, Silvan ile Diyarbakır arasında arabamda bir arıza oldu. Çaresiz bir vaziyette arabayı Gavs (k.s.) Hazretlerinden himmet isteyip orada bıraktım. Doğruca köye gidip pazar gününe kadar orada kaldım. Aslında niyetim pazartesi günü çarşı açılınca Silvan'a gidip bir tamirci bulmaktı. Derken pazartesi günü köyden ayrıldım. Yolda bir kamyoncuya el işareti yapıp kamyona bindim. Şoför yolda bana şunları söyledi:
                  — Dün buralarda çok acayip şeyler gördüm. Gece yolun kenarında bir araba gördüm.   Arabanın başında iri bir zat elinde asası ile nöbet tutuyordu. Öyle korktum ki, hemen oradan süratle uzaklaştım.
      Yine bir sofi anlatıyor:
       Gavs’ı (k.s.)  ziyaret etmek için hazırlanırken, yöremizin tanınmış ulemasından biri olan bir vaiz efendi yanıma geldi, ona dedim ki;
      — Hocam! Haydi,  beraber Gavs’a (k.s.) gidelim. Hoca şöyle dedi:
    Ben henüz kahvaltı yapmadım, müsait değilim.
Bunun üzerine kendisine:
      — Hocam Gavs (k.s.) bize, sizin istediğiniz gibi bir kahvaltı yaptırır, dedim
      Sonunda Hocayla beraber Gavs (k.s.) Hazretlerini ziyarete gittik. Ziyaret ettikten sonra,      Gavs-ı Bilvanisi (k.s.) dönüp bana:
      — Sofi, hocayı divana götür kahvaltı yapın,  zaten birazdan yanınıza geleceğim, dedi.
      Ben de emir edileni yaptım.  Öyle ki; kahvaltı olarak bize bal ve ayran ikram edildi. Tabii Hoca merak edip sordu:
    Size her gelişimizde bal ikram edilir mi?
Cevaben;
      — Hayır, efendim, bize ayran ve ekmek ikram edilir. Galiba siz geldiğiniz için bal ikram edildi, dedim.
      O an hoca efendi şöyle dedi:
      — Bak oğul, belli ki;  bu şeyh hakiki mürşittir. Çünkü ben kendime âdet edinmiştim. Her sabah kahvaltısında aç karnına bal yerdim. Yolda şu düşünceyi kurmuştum. Bu zat hakikaten büyük bir veli, ya da Gavs ise benim balımı bana ikram eder. Gerçekten de aklımdan geçirdiğimi ikram ettiği için bu zat hakikaten büyük bir velidir, büyük bir zattır.
     Biraz sonra Gavs Hazretleri (k.s.) divana gelip hoca ile beraber sohbete başladılar. Gavs (k.s.) sordu:
   —Hocam Allah (c.c.) neden dut ağacını büyük, meyvesini küçük yaratmıştır?
        Hoca:
   —Allah (c.c.)'ın kudretindendir efendim.
    Gavs (k.s.) Hz.leri:
   —Elbette ki Allah (c.c.) kadirdir, kudret sahibidir. Neden dut ağacı büyük oluyor da meyvesi küçük olsun ki?
       Hoca:
     —Allah (c.c.) kadirdir öyle yaratmıştır.
       Gavs (k.s.):
     —Peki, Allah (c.c.) öyle yarattı. Bir kişi iri meyveli bir dutu bu ağaca aşı yapsa yine aynı küçük meyve verir mi?
       Hoca:
     — Hayır, efendim, büyük meyve verir.
      Gavs (k.s.);
     —Peki, hoca hani Allah (c.c.) ile kul arasında kimse giremezdi, bu kişi aşı ile meyvenin cinsini değiştirdi. Allah (c.c.) her şeye kadirdir, dileseydi öyle yaratırdı. Böyle bir vesileyi niçin gerekli kıldı ki?
         Hoca,  bu akıl dolusu sorular karşısında Gavs'ın (k.s.) eline sarıldı:
       —Efendim beni affedin, ben yıllardır, Allah (c.c.) ile kul arasına kimse giremez derdim.  Hatta Kur'an sünnet ve müçtehit imamların içtihatları varken, mürşide ne lüzum var ki derdim. Şuanda ise aklımın aştığı bu belalara tövbe ediyorum. Ben sizin yolunuza intisap edeceğim der.  Nitekim Hoca intisab eder de.

             Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2756/gavs-i-bilvanisi-abdulhakim-el-huseyni.html

11 Şubat 2016 Perşembe

Gavs-ı Bilvanisi Abdulhakim-el Hüseyni


                                             
         
               GAVS-I BİLVANİSİ ABDULHAKİM-EL HÜSEYNİ

               SELİM GÜRBÜZER

        Suriye’de yetişen son devrin evliyalarından Şeyh Ahmed el Haznevi Hz.lerinin halifelerinden olup ismi Abdulhakim'dir. Kendisi aynı zamanda ehlibeyt neslinden Peygamber torunu Hz. Hüseyin'in soyuna nisbetle Hüseyni olarak bilinecektir. Ayrıca baba tarafından dedeleri Bilvanis’li olması hasebiyle Gavs-ı Bilvanisi diye de anılır.
         Gavs-ı Azam Seyyid Abdulhakim el Hüseyni (k.s) Hicri 1322 yılın Zilhicce ayının onuncu gün, yani perşembe günü öğle ile ikindi arasında Bitlis'e bağlı Baykan ilçesinin Kermet Köyünde dünyaya teşrif etmişlerdir. Tarihler 1972 (H. 1392) yılını gösterdiğinde ise bu kutlu teşrif irşad dönemlerinin son demlerinde Ankara’da vefatıyla birlikte yerini bir başka doğuma bırakacaktır. Yani Adıyaman’ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyünde şeb-i arus’u vuku bulacaktır. 
         Madem öyle, dünyaya teşrifinden şeb-i arus gününe kadar ki hayat süreci nasıl geçmiş bir bakalım.
          Evet, sanki yediden yetmişe herkes o’nun doğumunu bekliyordu. Çünkü doğumundan bir müddet sonra babası medresede hem talebe okutmak hem de imamlık teklifi alması üzere davet edildiğinde komşu Siyanüs köye taşınacaklardır. Ne var ki babası Seyyid Muhammed (k.s)  imamlık ve talebe okutma heyecanına ve imamlık vazifesine tam doyamadan taşındığı altıncı ayında vefat edecektir. Neyse ki oğlu Abdulhakim el Hüseyni (k.s) öksüz kalmayacaktır. Dedesi bizatihi o’nu bağrına basıp himayesine alacaktır. Böylece o’nun terbiye ve yetişmesi bundan böyle dedesi Seyyid Maruf (k.s)’ın gözetiminde seyredecektir.  Zaten dedesinin rahleyi tedrisatından geçip yetiştikçe pırıl pırıl aydınlık bir çehre yüze bürünp çok değişik haller üzerinde tecelli eder de. Nitekim geriye dönüp şöyle hayat öyküsüne baktığımızda tam tamına yirmi altı senesini ilim tahsili ile geçirmiş, yetmemiş devrin en büyük âlimlerin eşiğini de aşındırıp onlardan ders almak suretiyle İslami ilimlerde epey mesafe kat edecektir.  Öyle ki bir gün Abdurrahman-i Tahi (k.s)'in halifesi Abdulkahhar Zokaydi Hz.lerinin yolu Çamtaşı (Arınç) köyüne düştüğünde bir anda Abdulhakim el Hüseyni (k.s)’ın o masum yüzüyle göz göze geldiğinde merak edip etrafındakilere şöyle der:
      -Maşallah, Allah bağışlasın bu çocuk kimindir?  Bu ne güzel bir yüzdür,  bize öyle geliyor ki bu çocuk ilerisinde büyük bir zat olacaktır. Zira bu çocukta zerre miskal bir eksiklik görmüyorum, inşallah çok halim bir zat olarak adından söz ettirecektir.
        İşte bu veciz söz üzerine başka ne diyebiliriz ki. Bizim haddimize mi hüküm vermek. Zaten onu gören gözler görmüş ve hakkını teslim etmişler de. Bize ancak o gören gözlerin hürmetine Sadatların izinde iz sürmek düşer. İnşallah bu kutlu yolun büyüklerinin izinden gidelim ki, bilhassa Gavs-ı Bilvanisi’nin neslinden gelecek olan tüm gönül sultanlarının feyiz ve bereketinden istifade edebilelim. Nasıl böyle bir arzu içerisinde bulunmayalım ki,  bakın o Gül neslin evlatlarına ta küçük yaşlarda sahip çıkılmış. Düşünsenize dedesi torununun sorumluluğunu üzerine alır almaz bu görevi tam ve eksiksiz yerine getirmek için tez elden zamanın en büyük âlim ve meşayıhı Muhammed Diyauddin Nurşin Hz.lerinin ders halkasına katacaktır. Ki, sorumluluk üstlendiği ilerisinin büyük zatı o çağlarda sekiz yaşında bir torundur. Ama bu çocuk yaşından büyük işler başaracaktır. Nitekim o yaşta pek çok medrese talebesine taş çıkarttığı gibi en nihayetinde on dört yaşına kadar böylesi büyük bir zattan ilim tahsil etmenin tadını çıkarıp feyz ve bereketine mahzar olacaktır.  Öyle ki Hocası Muhammed Diyauddin Hz.leri yetiştirdiği bu talebesi hakkında ilerisinde çok büyük bir zat olacağını müjdelemekten kendini alamaz da.  Dile kolay tam altı yıl boyunca hocasının dizinin dibinde büyük bir aşk ve vecdle ilim tahsil edip hakkını vermiş de. Hatta Abdulhâkim el Hüseyni Hz.leri Hocası Nurşin'e taşındığın da bile ilim tahsiline ara vermeyip bu kez bir başka medresede ilim tahsil edecektir.  Ancak ne var ki bir dönem tekke ve medreselerin kapatılmasıyla birlikte mollalık icazetini tamamlayamadan Siyanüs köyüne dönüşü gerçekleşecektir. Tabii Siyanüs’te de boş durmaz,  hemen yanı başındaki komşu Taruni köyünden kendisine imamlık ve talebe okutma daveti geldiğinde bu davete icabet edip gereğini yapar da. İşte davete icabet etiği o yıllarda iki şeyi bir arada yaşayacaktır, bir yandan imamlık yapıp talebe okutma sevincini yaşarken diğer yandan da kendisinin yetişmesinde çok büyük emeği olan Hocası Muhammed Diyâeddin Nurşini Hz.lerini kaybetme hüznünü yaşayacaktır.  İşte bu vefatın ardından hem eksik kalan ilim tahsilini hem de tasavvufta Seyr-u sülukunu tamamlamak için hemen arayışa koyulup Muhammed Diyauddin Nurşini'nin (k.s.) talebesi Şeyh Selim'e bağlılık isteğini bildirecektir. Ancak bu arada vefat eden Hocası Hazret Muhammed Diyâeddin Hz.leri rüyasına girer.  Ve o’na halifesi Şeyh Ahmed el Haznevi (k.s.)’e bağlanmasını işaret eder.  Hatta gördüğü rüyada Hocası, halifesi Şeyh Ahmed el Haznevi (k.s.)’e hitaben hakkında şöyle talimat verir de:
    ''Ey Şah-ı Hazne! Şunu iyi biliniz ki Seyyid Abdulhakim'in babasının bizde emeği çoktur. Bu yüzden ona gözün gibi bakıp hakkını yerine getiresin.''  
        İşte bu rüya âleminde zahir olan haller Abdulhâkim el Hüseyni (k.s.)’in Suriye'de soluğu almasına yetecektir.  Derken Suriye’nin Hazne köyünde Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s.)'in eşiğine yüz sürüp beyat edecektir.  
         İlginçtir, Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s.) daha beyatının ilk gününden itibaren ona ‘Molla Abdulhakim’ diye hitap edip o’nun ilim ve irfanını tüm mollaların huzurunda takdir eder de.  Ama o bu takdir karşısında en ufak şımarıklığa kapılmadan sanki ilim yolunda daha toy talebeymişçesine hareket edecektir. Bu arada fırsat bulduğunda sıla-i rahim yapmayı da ihmal etmez. Nitekim Türkiye ve Suriye hattı üzerinde tam on dört sene boyunca seyrüsefer yapmak suretiyle ziyaretlerini aksatmadan ilim ve tasavvuftaki derecesini artırmasını bilmiştir. Derken otuz dört yaşına geldiğinde medresede okuyan talebelere ilim öğretir hale gelir de. En nihayetinde medrese, dergâh koşuşturması derken otuz altı yaşında Şah-ı Hazne (k.s) onun halifelik icazetini verecektir.  İşte bu halifelik icazetiyle birlikte her Suriye’ye gidiş ve dönüşlerinde yol boyunca karşılaştığı hangi köy,  hangi kasaba her ne varsa irşaddan geri durmayacaktır.  Yine bu arada hiç kuşkusuz bir yandan talebe yetiştirmeyi de ihmal etmeyecektir.  Zaten Hocası Ahmed-el Haznevi (k.s.)'in vefatının ardından irşad postuna oturduğunda ise sohbetlerine çok büyük bir rağbet olduğu gözlerden kaçmayacaktır. Böylece ilgi odağı olacaktır.  Dahası akın akın dergâhına gelen insanlar onun ilim ve feyzinden istifade etmek için yarışacaklardır.  Ancak kıskançlık bu ya o’nun bu manevi tasarrufatı bazı civar kasaba ve köyler de bir takım şeyhlerin takdirine ve gıptasına mucip olurken,  maalesef bir kısım ulemanın ise kıskançlık hedefi olacaktır. Neymiş efendim kendilerine bağlı müritler Abdulhâkim el Hüseyni  (k.s.)’ın sohbetine katılıyorlarmış. Nitekim civar köylerin Şeyhlerinden biri kıskançlığını gönderdiği mektupla açığa vurur da. Bakın o şeyh mektupta ne diyor:
          ''İnsan düşünür ve kabul eder ki, yan yana koyun otlatan iki çobandan birinin bir kaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsa onları iade etmek lazımdır. O halde sende bizim sürüden ayrılanları iade etmelisin.''
            Tabii Abdulhâkim El Hüseyni Hz.leri mektubu okuduğunda tebessüm edip cevaben şöyle göndermede bulunacaktır;
          “Biz cedd-i pakimizin (Peygamber Efendimizin) ümmetine hizmeti gaye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok taraftar toplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim miras bırakmıştır. Bu ilme kim sahipse varis odur. İnşallah bu miras gerçek varislerinin eline geçer diye dua ediyoruz.”
          Anlaşılan o ki Gavs Hz.leri irşad halkasını büyüttükçe münkirlerde boş durmayacaktı.  Onlar boş durmaya versin,  o da Peygamber kavlince diyar diyar hicret ederek irşadını sürdürecektir. Elbette ki belli bir yerde sabit kalmak olmazdı, zira irşadın aksamasına yol açardı bu.  Öyleyse hicret etmek en doğrusuydu.  Nitekim Taruni ve Bilvanis köylerinden sonra Bitlis'in Narlıdere nahiyesine, oradan da Siirt'in Kozlu kasabasına bağlı Gadir köyüne yerleşecektir. Gadirden sonraki durak ise malum ismiyle müsemma Durak köyüdür zaten, Yani bugünkü adıyla Menzil’dir. Üstelik Gavs Hz.leri buraya yerleştiğinde adını Buhara adıyla anacaktır.  
          Menzil’de irşat etmeye başlayınca sohbetlerde beraberinde gelecektir. Nitekim Abdulhakim el Hüseyni (k.s.) bir sohbetlerinde tövbe hususunda şöyle buyurmuşlardır:
         “Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbenin zamanı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır. Gargarayı geçince kâfirin imanı kabul olmadığı gibi Mü'min'in tövbesi de makbul değildir. “Muhakkak Allah-u Teâlâ kulun tövbesini ruh gargaraya gelmeden önce kabul eder” (hadis). Nihayet can boğazına çıkınca ne kâfirin imanı, ne de müminin tövbesi kabul değildir.”
           İlginçtir Abdulhâkim el Hüseyni Hz.leri Menzil'de irşad dönemlerinin son döneminin yaklaştığı veya hastalanmasına ramak kala günlerde Menzilde şimdiki medfun olduğu merkadın bulunduğu yerin etrafına taşlar dizerekten defnedileceği yeri işaretleyip vasiyet eder de.  O işaret eder de vasiyet yerini bulmaz mı, hem de ileriki yıllarda sağına ve soluna medfun olacak oğullarını yanına alacak şekilde vasiyet yerini bulur. Böylece Ravza-i Mutaharra’da ki Mescid-i Nebevin mana ve ruhu Menzil-i Şerifte tecelli eder de
           Hiç kuşkusuz O, ömrü hayatı boyunca Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşu için gayret etmiş büyük bir zattı. Öyle ki bu kurtuluş heyecanı bir sohbetine şöyle yansır da: “Evliya yetiştirme mektepleri olan tarikatlar, artık iman kurtarma mektepleri haline geldi. Eskiden insanlar yıllarca gezer kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıp Müslümanların imanlarının kurtulması için çağırıyor ve talipli topluyorlar. Şah-ı Hazne (Ahmed el Haznevi (k.s.)) Ümmet-i Muhammed’in imanını kurtarmaya çalıştı. Yoksa bu zamanda tarikat meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksat iman kurtarmaktır. Tam hidayet Mehdi Aleyhirrahme zamanında olacaktır.”
        Evet, sohbetler ardı ardına geldikçe artık ayrılık vaktinin geldiğinin de işaretleri de kendini hissettiriyordu. Öyle ki en son gönül alıcı o nasihat tarzı sohbetleri mübarek lisanından sevenlerine şöyle dökülür: “İnsan fakir olmalıdır. Rabbül âlemin hep fakirlerledir. Fakirleri sever. Fakirlikten maksat nefs ve benlikten uzak olmaktır. Dünya malından dolayı fakirlik değildir. İnsanın nefs ve benliğini yenmesi lazımdır. Nefsini gören kendinde büyüklük eden kimseyi Allah-u Teâlâ sevmez. Şeytanın küfre girmesinin sebebi nefsini, kendini büyük görmesi değil miydi? İnsanın ayağı nefsin göğsünde bulunmalıdır ki, baş kaldırmaya gücü yetmesin. Nefsin düşmanlığı çok büyüktür. Firavun, Şeddat, Karun gibilerin felaketlerine nefisleri sebep oldu. Çünkü büyüklük taslayan nefisleri, büyük iddialara kalkıştılar. Kendileri boş bir dava güttüklerini, ilah olmadıklarını ve Allah-u Teâlâ’dan uzak olduklarını bildikleri halde nefislerinin ilahlık davalarına boyun eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar çok büyümüş ve kendilerine hâkim olmuştu.
        İnsan hep iyilerle bulunmalı, iyilerle arkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın menfaatı ebediyyete kadar devam eder. İşte Ashab-ı Kehf'in köpeği, köpek olması münasebetiyle haram ve necistir. Islakken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi defa yıkamak gerekir (Şafii mezhebine göre). Fakat iyilerle kaldığı için Allah-u Teâlâ onu beraber kaldığı iyilerin hürmetine cennetlik yaptı. Haram ve necis olduğu halde cennetlik oldu ve cennette iyilerle beraber bulunacaktır. Hâlbuki Nuh (a.s.)'ın oğlu Ulu'l Azam bir peygamberin oğlu olduğu halde, kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarla beraber bulunduğu için imanını kaybetti. Allah-u Teâlâ onu kâfirler topluluğundan yazdı. Peygamber oğlu olduğu halde kâfirlerle arkadaşlık yapmasından dolayı son nefeste küfür üzerine imansız gitti. Öte yandan necis olan bir köpek ise cennetlik oldu. Çünkü iyilerle beraberdi, onlardan ayrılmadı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki; İnsan her kimi seviyor ise kıyamette de onunla beraber haşrolacak, kiminle arkadaş ise haşirde de onunla arkadaş olacaktır.”
        Derken ardı ardına yaptığı o buram buram vuslat kokan sohbetlerin akabinde bir yıl kadar kaldığı Adıyaman'ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyünde hastalanır. Ve tedavisi için Diyarbakır'a götürülür. Oradan Ankara'ya nakledilir. Sonuçta hangi hastaneye nakledilirse nakledilsin gerek hastalığının başlangıcında gerekse ağırlaştığı dönemlerinde o’nu hiçbir sızı elem ve keder farz ve gece namazlarını ayakta kılmaktan alıkoymayacaktır. Düşünebiliyor musunuz hastalık halinde bile ibadetlerini tam tekmil yerine getirecek titizlikte bir haletiruhiyeye sahiplerdir.  Bu arada hasta ziyaretine gelenlere kendisinde hiçbir şey yokmuş gibi ağırlardı.  Hatta Ankara da hasta yatağında yattığı süre içerisinde kendilerini ziyaret edip dua talep eden bazı siyaset adamlarına nasihat etmekten de imtina etmezdi.  Bakın onlara hitaben; ''Halis niyetle din-i mübine, İslam dinine her kim hizmet etmek isterse Allah-u Teâlâ onu muvaffak kılsın... '' diye dua edip öyle uğurlardı.
        Artık vuslat anı gelmiştir,  ameliyata alındığı Ankara’da tedavisi cevap vermeyecektir, derken ameliyattan üç gün sonra (Hicri 1392-Miladi 25 Mayıs 1972 972) Haziran ayının ilk Perşembe günü saat beş civarında Ankara’da Rahmeti Rahmana kavuşur. Şimdi sıra da vasiyetinin yerine getirilmesindedir.  Nitekim Nûr’u naaşı Menzil köyüne götürülüp hayattayken işaretlemiş olduğu yerde defnedilir. 
        O aynı zamanda iki evli olup,  yedi oğul, altı kız evladı vardır. Hayatta iken evlatları arasında sadece bir oğlu vefat etmiştir. Kabri Şerifi hala sevenleri tarafından ziyaret akınına uğramakta, ziyaret edilmesi de gayet tabiidir. Çünkü Nakşibendî yolunun nisbetini Suriye’den Türkiye’ye taşıyan zattır o. İşte bu nedenle devr aldığı bu Nebevi ışık kıyamete kadar sönmeyen kandil hükmünde bir ışıktır. Şimdi o sönmeyen kandil ışığını önce Seyda Hz.leri  devr alıp  kemale erdirdi, sonrada  Seyda Hz.lerinin elinden   kardeşi Gavs-ı Sani Hz.leri devr alıp  bu yüce  Nakşibendiyye nisbet ışığı  bir bambaşka mana kazanır da.  
         GAVS-I BİLVANİSİ (K.S)  HAKKINDA MENAKIBLER                                           
     Seytac yayınlarından ‘Gavsı Azam Seyyid Abdülhakim el Hüseyni (k.s)’ adlı eserin sayfalarını çevirdikçe şu ilginç mana yüklü menakibler ister istemez dikkatleri çekmektedir. Menakibler bile onun ne kadar büyük bir zat olduğunu göstermeye yeter artarda. Madem öyle, menakiblere bir göz atalım. Ancak şu da var ki Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’nin kıymetini takdir etmeye elbette ki kalemin gücü yetmez, ama yinede onu yakından görüp hemhal olan sevenlerin hatıralarını görmezden gelemeyiz. Menzil kitapevi tarafından bastırılan Seytaç yayınlarından çıkan Gavsı Azam Seyyid Abdülhakim el Hüseyni adlı eserin sayfalarını çevirdikçe ilginç anekdotlarla karşılaşıyoruz. İsterseniz bunlardan birkaçına hep birlikte göz atıp onu yâd edelim. İşte onun hakkında söylenen hatıralar:
      Şeyh Abd'ül Kahhar'ın (k.s.) torunu Şeyh Fudayl (k.s.) şöyle der:
      Bir seferinde Şeyh Abd'ülhakim (k.s.) bize taziyeye gelmişti. Taziyeden sonra yola çıkmadan dedem Şeyh Abd'ül Kahhar’ın (k.s.) türbesini ziyaret ettiler. Orada murakabeye varıp, bir süre kaldılar. Ne var ki beraberindeki gelen yol arkadaşı ikide bir:
      — Kurban geç oldu, gidelim mi deyip duruyordu. Oysa Gavs Hazretleri (k.s.) murakabeye devam ediyordu. Hatta yol arkadaşı, aynı sözleri bir kaç kez tekrarlayınca, içimden bunun Şeyh'e karşı bir hürmetsizlik olduğu, dolayısıyla Şeyh'in bir noktadan sonra ona ihtarda bulunabileceği aklımdan geçti. Bir an olsun bu düşüncelerden kurtulmaya çalıştım, ama bir türlü aklımdan atamadım. İşte bu esnada Gavs Hazretleri (k.s.) murakabeden başını kaldırdıktan sonra dönüp bana dedi ki:
      — Ey Fudayl! Deden Şeyh Abd'ül Kahhar (k.s.) bizim hakkımızda çok halimdir diye buyurdu. Böylece Gavs Hazretlerinin (k.s) kalbime vakıf olduğunu anladım. Ki; onu tanımazdan on beş sene kadar Şeyhimin yanında kalan biriydim. Hiç bir kötü halimin iyiye doğru değişmediğini farkedince, kendi Şeyhimi inkâr etmemek kaydıyla Gavs Hazretlerinin (k.s.) yanına gelip, kendisine intisab ettim. Aradan bir zaman geçtikten sonra, il'de eski mürşidimle karşılaştım. Kendisini ziyaret ettiğimde bana:
     — Neden bizi bırakıp başka yere gittin? Bizden bir zarar mı gördün? Diye sordu:
     — Kurban, doğrusu sizden zarar görmediğim gibi bir istifade görmedim, dedim. Bu kez bana:
     —Nasıl yani? Dedi.
    Cevaben:
     —Size gelip teveccühünüze girip eve dönerken mutlaka bir şey çalıyordum. Hatta yörükler bazen köyün yakınından geçerken onlardan birkaç koyun veya keçiyi çalmaktan geri durmazdım. Yanınıza o kadar gelip gittiğim halde hiç bir kötü halden kendimi men edemedim. Ne zaman ki Gavs-ı Bilvanisi’nin (k.s.)  yanına gidip gelmeye başladım, işte o gün bugündür çok şükür bütün kötü fiilleri terk ettim. Üstelik eskiden çaldıklarımı sahiplerine verip helâlaşıyorum bile, dedim.
Bir başka menakıp ise;
      Gavs (k.s.) ile beraber iken: Bir kör adam geldi. Gavs Hazretleri (k.s.) ellerini kör adamın gözlerine sürdü. Adamın gözleri görmeye başladı. Sonra evine gitti. Tabii ev ahalisi:
      —Sen nasıl görebilirsin diye sorduklarında,
     Adam;
    —Vallahi benimde gözüm görüyor, artık ben de sizin gibiyim cevabını verir. Daha sonra adam ve ailesi gelip, Gavs (k.s.) Hazretlerinden tövbe alıp tarikata intisab ettiler.
     Bir hatırayı nakleden bir başka sofi ise düşüncelerini şöyle dile getirir:    
     Gavs-ı Bilvanisi’ye (k.s.)  intisap ettiğim zaman yörenin tanınmış bazı ileri gelenleri benim bu halimi taaccüb ile karşıladılar. Bana gayet sıkıntı veren bazı işler yaptılar. Ben bu hale dayanamaz oldum. Gavs’a (k.s.)  durumu izah etmek için bir arkadaşımla Gadir'e gittik.
      Yatsı namazı vakti yakındı, mübareği ziyaret ettim. Hemen benim halime tercüman olacak sohbet edip şöyle anlattı:
       —Gavs-ı Hizani (k.s.) Seyyid Taha’ya (k.s.) intisap ettiği zaman, yörenin bazı ileri gelenleri ona sıkıntı vermeye başladılar. Gavs-ı Hizani (k.s.) ise bu hale dayanamayıp, durumu gidip Seyyid Taha’ya (k.s.)  anlattı. O da:
    — İnşallah sabret iyi olur. Sen yerinde kal,  diye buyurdu. Derken bir zaman sonra Gavs-ı Hizan’ye (k.s.)  kızanlar, gelip Seyyid Taha’ya (k.s.) mürit oldular.
      Gavs’ın (k.s.)  bu sohbetinden sonra, arkadaşlarıma dedim ki:
      — Bu sohbetten maksadın ne olduğunu izah edeyim mi?  Bu durumda arkadaşım:
      — Farketmez, o zaten cevabını verdi, dedi.
      Yine de ben yaşadığım halimi zahiren Gavs’a (k.s.);
      —Kurban artık dayanamıyorum... diyerek anlatmaya başladığımda Mübarek gülümseyerek;
      —İyi olur inşallah, dedi.
       Bir başka sofide anısını şöyle anlatıyor;
      Bir gün Gadir'e gidiyordum. Ana yol ile köy arasında bir dere vardı. Arabayla geçerken tam derenin ortasında kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım dersem yeridir. Sonra içime Gavs (k.s.) Hazretlerinden himmet isteyip; "Sen bilirsin artık" diye yardım talebinde bulundum. Biraz sonra kalabalık amele grubunu taşıyan bir kamyon geldiğini görünce derin bir nefes aldım. Çünkü buralarda böyle bir kamyon geçmesi imkânsız gibi bir şeydi. Derken işçilerin çabası ile arabayı dereden çıkmış oldu.
     Yine başka bir seferinde, Gavsımızı (k.s.) ziyarete giderken, Silvan ile Diyarbakır arasında arabamda bir arıza oldu. Çaresiz bir vaziyette arabayı Gavs (k.s.) Hazretlerinden himmet isteyip orada bıraktım. Doğruca köye gidip pazar gününe kadar orada kaldım. Aslında niyetim pazartesi günü çarşı açılınca Silvan'a gidip bir tamirci bulmaktı. Derken pazartesi günü köyden ayrıldım. Yolda bir kamyoncuya el işareti yapıp kamyona bindim. Şoför yolda bana şunları söyledi:
                  — Dün buralarda çok acayip şeyler gördüm. Gece yolun kenarında bir araba gördüm.   Arabanın başında iri bir zat elinde asası ile nöbet tutuyordu. Öyle korktum ki, hemen oradan süratle uzaklaştım.
      Yine bir sofi anlatıyor:
       Gavs’ı (k.s.)  ziyaret etmek için hazırlanırken, yöremizin tanınmış ulemasından biri olan bir vaiz efendi yanıma geldi, ona dedim ki;
      — Hocam! Haydi,  beraber Gavs’a (k.s.) gidelim. Hoca şöyle dedi:
    Ben henüz kahvaltı yapmadım, müsait değilim.
Bunun üzerine kendisine:
      — Hocam Gavs (k.s.) bize, sizin istediğiniz gibi bir kahvaltı yaptırır, dedim
      Sonunda Hocayla beraber Gavs (k.s.) Hazretlerini ziyarete gittik. Ziyaret ettikten sonra,      Gavs-ı Bilvanisi (k.s.) dönüp bana:
      — Sofi, hocayı divana götür kahvaltı yapın,  zaten birazdan yanınıza geleceğim, dedi.
      Ben de emir edileni yaptım.  Öyle ki; kahvaltı olarak bize bal ve ayran ikram edildi. Tabii Hoca merak edip sordu:
    Size her gelişimizde bal ikram edilir mi?
Cevaben;
      — Hayır, efendim, bize ayran ve ekmek ikram edilir. Galiba siz geldiğiniz için bal ikram edildi, dedim.
      O an hoca efendi şöyle dedi:
      — Bak oğul, belli ki;  bu şeyh hakiki mürşittir. Çünkü ben kendime âdet edinmiştim. Her sabah kahvaltısında aç karnına bal yerdim. Yolda şu düşünceyi kurmuştum. Bu zat hakikaten büyük bir veli, ya da Gavs ise benim balımı bana ikram eder. Gerçekten de aklımdan geçirdiğimi ikram ettiği için bu zat hakikaten büyük bir velidir, büyük bir zattır.
     Biraz sonra Gavs Hazretleri (k.s.) divana gelip hoca ile beraber sohbete başladılar. Gavs (k.s.) sordu:
   —Hocam Allah (c.c.) neden dut ağacını büyük, meyvesini küçük yaratmıştır?
        Hoca:
   —Allah (c.c.)'ın kudretindendir efendim.
    Gavs (k.s.) Hz.leri:
   —Elbette ki Allah (c.c.) kadirdir, kudret sahibidir. Neden dut ağacı büyük oluyor da meyvesi küçük olsun ki?
       Hoca:
     —Allah (c.c.) kadirdir öyle yaratmıştır.
       Gavs (k.s.):
     —Peki, Allah (c.c.) öyle yarattı. Bir kişi iri meyveli bir dutu bu ağaca aşı yapsa yine aynı küçük meyve verir mi?
       Hoca:
     — Hayır, efendim, büyük meyve verir.
      Gavs (k.s.);
     —Peki, hoca hani Allah (c.c.) ile kul arasında kimse giremezdi, bu kişi aşı ile meyvenin cinsini değiştirdi. Allah (c.c.) her şeye kadirdir, dileseydi öyle yaratırdı. Böyle bir vesileyi niçin gerekli kıldı ki?
         Hoca,  bu akıl dolusu sorular karşısında Gavs'ın (k.s.) eline sarıldı:
       —Efendim beni affedin, ben yıllardır, Allah (c.c.) ile kul arasına kimse giremez derdim.  Hatta Kur'an sünnet ve müçtehit imamların içtihatları varken, mürşide ne lüzum var ki derdim. Şuanda ise aklımın aştığı bu belalara tövbe ediyorum. Ben sizin yolunuza intisap edeceğim der.  Nitekim Hoca intisab eder de.
             Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2756/gavs-i-bilvanisi-abdulhakim-el-huseyni.html