SURİYE VE ŞAH-I HAZNE
SELİM GÜRBÜZER
Suriye tarihten bu güne nice badireler
atlatmış, nice medeniyetlere beşiklik
etmiş ve nice devletlerin hâkimiyeti altında idare edilmiş bir Bilad’üş-Şam Ortadoğu
ülkesidir. Dolayısıyla bizim için Bağdat neyse,
Halep neyse, İstanbul neyse, Mekke neyse, Medine neyse, Semerkand neyse
Şam’da odur, hiç birini birbirinden ayrı gayri görmeyiz. İşte bu noktada,
Şam’da elbette ki bu anlamda tüm İslam Âleminin kalbi ve başkentidir. Ancak
köprülerin altında epey sular akıp bugüne geldiğimizde Şam’ın kalbi, artık İslam
âlemi için atmıyor. Maalesef şuan egemen devletler ve yerli işbirlikçileri üzerinden
kuşatılmış durumdadır. Sadece kuşatılan Şam mı? Hiç kuşkusuz ki, buna tüm Ortadoğu
ülkeleri de dâhildir. Düşünebiliyor musunuz bir zamanlar tüm dünyaya ışık saçan
Ortadoğu, artık ışığa hasret ve ışığa
muhtaç hale gelmiş konumda. Kökü dışarıda emperyalist devletlerin güdümünde yerli
işbirlikçi yöneticiler işbaşında olduğu müddetçe Ortadoğu daha çok ışığa hasret
kalacak gibi. Hele ki, Bilad’üş-Şam Suriye, bir zaman Baba Esad tarafından inim inim
inlemekte iken, şimdi de Oğul Esad yönetiminde inim inim inleyen ülkedir. Habire ışığı karartılmaya devam etmekte olan
hançer yaralı ceylan misali gelen vurmakta giden vurmakta.
Malumunuz bu topraklar ilk olarak
hançer yarası darbeyi Âdemoğullarından Kabil’in kardeşi Habil’i katletmesiyle almıştır.
Evet, yanlış duymadınız, ilk kardeşkanının akıtıldığı mekân Suriye coğrafyasının
Kasiyum dağında vuku buldu. Kardeşkanı akıtıldı da ne oldu, sanki Kabil’in başı
göğe mi erdi, bilakis kıyamete dek
sürecek çok kötü bir çığır açılmasının baş müsebbibi oldu. Nitekim bu kötü
çığırın açtığı tahribatın etkisini tarihi süreç içerisinde nice Kabillerin
türemesiyle birlikte Suriye’nin neden pek çok kereler el değiştirdiğini şimdi
daha anlayabiliyoruz pekâlâ. Hiç kuşkusuz tarih sadece menfi yönden el
değiştirmelere şahit olmuş değildir, müsbet yönden de el değiştirmelere şahit
oldu elbet. Örnek mi? İşte tarihin
şahitlik ettiği en dikkat çekici müsbet yönden el değiştirme diyebileceğimiz ilk
Feth-i Mübin harekât Hz. Ömer (r.a) döneminde Suriye coğrafyasının ilk kez İslam
topraklarına dâhil etmesiyle başladı. Ve bu topraklara ilk nübüvvet nurunun
değmesinde en büyük pay sahibi Saad bin Vakkas’tır. Şimdi gel de bu toprakların
nübüvvet nuruyla soluk almasında temel harç vazifesi gören böylesi bir abidevi
sahabemizi yâd etmeden es geçelim, ne mümkün. Hem nasıl es geçebiliriz ki?
Bikere her şeyden önce O, Allah Resulünü
müşriklerin oklarına karşı kendini siper ettiği günden beri göğsünde saklı
tuttuğu o nübüvvet nurunu gittiği her yere taşımakla kendine görev addeden bir
sahabedir dersek yeridir. Böyle addetmeye mecbur da. Dedik ya, çünkü O, Uhud
Gazvesinde göğsünü bizatihi Rasulullah (s.a.v)’e siper ettiğinde Peygamber kavlince
“Ya Sa’d! Anam, babam sana feda olsun, Ha gayret oklarını atıver” talimatıyla
övgüye mazhar olmuş bir sahabemizdir. Yetmedi, Peygamberimiz (s.a.v) hayatta
iken başta Hendek gazası olmak üzere daha nice gazalarda bulunmayı da ihmal
etmeyen sahabemizdir. Elbette ki, Peygamber (s.a.v)’in övgüsüne mazhar olmuş, böylesi
çok yönlü donanıma sahip bir sahabemizin, Hz. Ömer (r.a) dönemine gelindiğinde İran
ordusunun Başbuğu, Kadisiye zaferinin Başkahramanı ve Kisra ülkelerinin Fatihi olarak
tarihe damga vurması son derece gayet tabiidir. Dile kolay, hem de ilk mührünü
vuracağı seferi Irak’a olacaktır. Irak seferi sıradan bir sefer değildi elbet, bilakis
karşısında konuşlanmış 40 fillik ve takriben 80 binlik orduya karşı kıyasıya
verilen mücadelenin neticesinde kazanılan Feth-i Mübin seferidir bu. Şayet Mehmet Akif o sefer şartlarında yaşamış
olsaydı muhtemeldir ki, istiklal
dizelerinin satır aralarında Sa’d bin Vakkas (r.a.)’a şöyle yer verip:
-“Küffarın 40 fili ve 80 bin ordusu varsa, benimde
Peygamber (s.a.v) övgüsüne mazhar olmuş iman dolu göğsüm gibi Sa’d bin Vakkas adlı
serhaddim ve fatihim vardır” demekten kendini alamayacaktı.
Evet, işte görüyorsunuz gerçek
manada fütüvvet ruhu, yukarıda hayalende olsa mısralarda düşlediğimiz adını
seve seve andığımız Başbuğ sahabemizin iman dolu göğsünde gizlidir. Nitekim göğsünde
saklı tuttuğu o iman nuru, gün gelir karşısına çıkan o günkü dünyanın tam donanımlı
küffar ordularını bir çırpıda ezip geçmesine yetmiştir. Öyle ki, o iman nuru kâh
Irak fethinde, kâh Kadisiye de Fars ordusunu hezimete uğratarak etkisini
gösterecektir. Derken Sa’d bin Vakkas, Median ve Kisra Sarayına ilk giren bir iman
abidesi Başbuğ sahabemiz olarak tarihe not düştüğünde, Kisra hükümdarı ister
istemez Müslümanların elde ettiği bu zafer karşısında kızını Hz. Ömer (r.anh)’a
takdim etmek üzere evlendirmek jestinde bulunacaktır. Ancak Hz. Ömer (r.a) Kisra
hükümdarının bu jestini kendine üstüne almaz, Hz. Hüseyin (r.a)’a layık görerek
taçlandıracaktır. İyi ki de Halife Ömer (r.a) bu jesti kendine değil Hz. Hüseyin
(r.anh)’a tebdil etmiş, bu sayede nur neslinin devamını sağlayacak evliliğin
gerçekleşmesiyle birlikte ilerisinde takvasıyla adından söz ettirecek Zeynel Abidin
adında nur topu ehlibeyt evladının dünyaya gelmesine vesile olmuş olur. Nitekim
Zeynel Abidin bu topraklara takva sahibi karakteristik yönüyle şeref katar da.
Madem
öyle, bakalım bu topraklara kattığı şeref nereye kadar sürdürülür olacak onu bir
görelim. Açıkçası doğrusunu söylemek gerekirse, Hz. Ömer dönemi sonrasından hem
ehlibeyt nesil açısından, hem de müminler açısından işler pek parlak
gitmeyecektir. Malumunuz, VIII. yüzyıla girdiğimizde, Şam ilk etapta Emevilerin
başkenti olurken, sonrasında Eyyûbîlerin idaresine geçer, akabinde ise Memlüklerin
hâkimiyeti altına girer. Böylece Memlukler bir anda Hicaz Su Yollarının kesiştiği
mevkiinin odağında bulurlar kendilerini. Yani, bulundukları odak nokta tam da
ticari yollarının buluştuğu hat üzerinde gözlerden uzak konumda bir yerdir. Derken
Memlükler, ta ki buralarda başkalarınca stratejik önemi fark edilene kadar rahatça
yaşayabilecek bir avantajlık konum elde etmiş olurlar. Ancak şu da var ki, buraların stratejik önemi herkesin
gözünden kaçsa da, bikere Yavuz Sultan Selim’in gözünden kaçmayacağı besbelli.
Nitekim Yavuz Sultan, Osmanlının batıya doğru giden yönünü bir anda doğu yönüne
çevirecek hamleyi başlatır da. Hiç kuşkusuz yerinde bir hamledir bu. Öyle ya,
cihangir bir devlette olsan ardını sağlama almadan batıya yönelmişsin ne
fayda, dolayısıyla sürekli batıya doğru
seferler düzenlemek anlamsız olurdu. İşte bu gerçeklerden hareketle Yavuz
Sultan Selim’in öngörüsüyle kazanılan Mercidabık zaferiyle birlikte bir
zamanlar adından Bilad’üş-Şam olarak söz ettiren bugünkü adıyla Lübnan,
Filistin ve Ürdün topraklarının tamamını kapsayan coğrafi alan, yani Suriye’nin
Osmanlı coğrafyasına dâhili gerçekleşir. Ve bu arada Memlükler ve Osmanlı arasında
cereyan eden Hicaz Su Yolu çekişmesi de son bulmuş olur. Hatta bundan daha da mühim
hadise tarihin akışını değiştirecek üst üste gelen bu stratejik hamlelerle birlikte
İslam dünyasının Osmanlı şemsiyesinin altına girme hadisesi vuku bulur. Ama
yine de pek fazla da sevindirik olmayalım, çünkü ortalık daha henüz tam manasıyla
güllük gülistanlık sayılmazdı, bir
bakıyorsun hiç ummadığımız bir anda “sinek
küçük olsa bile mide bulandırır” denilen bir süreç yaşanacaktır. Bu süreci az
çok tahmin etmişsinizdir, hiç kuşkusuz Osmanlı’ya karşı Mısır’da Kavalalı Mehmet
Ali Paşa'nın başını çektiği neredeyse Suriye coğrafyasında elde ettiğimiz
kazanımlarımızın elimizden çıkmasına neden olabilecek bir başkaldırı
harekâtından başkası değildi elbet. Neyse ki, düşündüğümüz gibi korktuğumuz başımıza gelmez,
Mısır yeniden Osmanlı’nın tabiiyetine geçer de. Ancak malumunuz Osmanlının ileriki
dönemlerinde hasta yatağına düşmesiyle birlikte bu birliktelik son bulacaktır. Hele
bir devlet hasta yatağına düşmeye bir görsün, vefaymış, şuymuş, buymuş hak
getire, daha ruhunu teslim etmeden sadece
Mısır değil daha pek çok bir sürü devletçiklerin türemesinin şartları oluşturulur
da. Demek ki atalarımız hiç yoktan “Su
uyur düşman uyumaz” diye boşa
söylememişler; hiç kuşkusuz bir
bildikleri vardı ki, çok öncesinden bu sözü
söyleme ihtiyacı duymuşlar. Baksanıza Devlet-i Aliye tarih sahnesinden
çekilmesiyle birlikte Ortadoğu’nun kalbi diyebileceğimiz Suriye’nin bir anda batılıların
insafına terk edildiği bölük pörçük bir ülke hale gelmiş yüzüyle yüzleşmek
durumunda kaldık bile. Derken bundan böyle bu topraklar daha çok bir damla kan
bir damla petrol ekseninde bir mücadeleye sahne olacaktır. İlginçtir Suriye’de
petrol olmadığı halde, Ortadoğu’da en çok başı dertte ülkeler arasında gelmekte.
Kendi kendimize bu ne iştir acaba
dediğimizde biraz meselenin özüne indiğimizde, Suriye’yi önemli kılan husus Ortadoğu’nun
giriş kapısı ve petrol bölge sahaları kapsam alanı içerisinde konumlanmış
olmasıdır. Meğer Fransızların böylesi stratejik öneme haiz bu ülkeyi yaklaşık
25 yıl işgal altında tutmaları boşa değilmiş. Öyle ki, Suriye zar zor 1946’da
bağımsızlığını elde ederek ancak Fransız boyunduruğundan kurtulabilmiştir. Tabii
ki bağımsız olmakla her şey bitmiş sayılmazdı,
işte görüyorsunuz bu gün olmuş halen gelinen noktada iki yakası bir
araya gelememiş, habire dış ve iç güçler tarafından ayar çekilen ülke konumundadır
Suriye.
Nasıl bu bir mantık kurgu ağıysa, Ortadoğu
deyince batılıların, hele bilhassa İngiltere Kraliyet ailesinin aklına hep
durmadan petrol akla gelmekte. Akıllara ziyan, Ortadoğu’ya “bir damla kan, bir damla
petrol” tarzı bir hilkat garibesi mantık zaviyeden bakmakta ne demek, hem bu ters tutum hangi akla, hangi mantığa,
hangi vicdana sığar ki? El insaf, adamlara
ne söylesek hiç kâr etmiyor da, vicdanları kararmış bikere. Zaten vahşi batı oldum olası hep kanla
beslenmiştir, bu saatten sonrada
onlardan insaflı olmalarını beklemek hayalperestlik olur zaten. Çünkü onlar
için tarihten bugüne milyonlarca insanın kanına girmenin ve gözyaşlarının
akıtılmasının çokta kıymeti harbiyesi yoktur, asla onca yaşanan acı trajediler umurlarında
olmaz. Varsa yoksa onlar için hammadde ve petrol kaynakları çok mühimdir. Baksanıza
İsrail’in Ortadoğu’ya çıbanbaşı olarak yerleştirilmesinin arka planında da bu
derin çıkar ilişkileri ve aç gözlülük yatmaktadır. İşte İsrail bu noktada Ortadoğu’da
bir şekilde güven içerisinde varlığını sürdürmesi gerekir ki, hammadde
kaynakları üzerinde sömürgeci emellerini sürdürebilsinler. Aksi halde hammadde kaynakları
üzerinde ilelebet yemlenmeleri pek mümkün olmayacaktır.
Evet, İsrail Ortadoğu’da gelmiş
geçmiş en büyük baş çıban bir terör devletidir. Hiç boşuna kimse heveslenmesin, bu baş çıban
halledilmeden Ortadoğu öyle kolay kolay huzur yok gibi gözüküyor. Yine de Müslümanlar
olarak ümitsizliğe ve yeise kapılmamak en doğrusu, illa ki Allah Teâlâ bir
çıkış yolu için bir sebep halk edecektir elbet, buna inancımız tam olmalı da. Aksi
halde, bu inançta ümit var olmazsak olaylar karşısında eli kolu bağlı olarak seyirci
kalmak durumunda kalırız hep. Mutlaka neydik edip gücümüz ölçüsünce bir şeyler
yapmalı ki, umutlarımız kararmasın hep yeşerir olsun. O halde şayet bir insan idareciyse
diplomasi kanallarını kullanarak, şayet zenginse maddi gücünü kullanarak, şayet gerçek anlamda entelektüel fikir adamıysa
fikriyatını kullanarak, şayet elinden hiç bir şey gelmez biriyse en azından
buğz ederek katkıda bulunmalı ki, Suriye bir an evvel Esad zulmünden kurtulup
özgür bir ülke hale gelebilsin. Ancak
katkı sunarken de İrak’ta daha önce denenmiş ve kurgulanmış Saddam benzeri bir
operasyon yöntemlerini örnek alarak değil, bilakis bu işin üstesinde gelecek
şekilde çok yönlü stratejik hamleleri kendimize örnek model alarak katkı
sunmalıdır. Diğer türlüsünde malum
Saddam’ın devrilişi sırasında tüm dünyanın gözü önünde naklen izlettikleri bir
takım görüntüler, meğer bir göz boyamadan ibaretmiş. Hele bu arada Saddam
sonrası meseleyi enine boyuna analiz ettiğimizde dert dava Saddam değilmiş, asıl
dert dava Irak pastasından pay almak olduğunu daha da iyi idrak etmiş olduk. Madem
öyle, daha ne duruyoruz Suriye’den Esad
ve yönetimi gidecekse de bir daha Irak benzeri aynı oyuna düşmeyecek şekilde
meselenin üzerine gitmelidir. Yerine ikame edilecek yeni yönetimin mutlaka dış güçlerin
güdümünde bir yönetim değil, tam aksine
Suriye halkının kendi kaderini kendi belirleyeceği bir yönetim modelini uluslararası
platformda yılamadan usanmadan azmimizden hiçbir şey kaybetmeden iyice
kafalarına kazıyarak kamuoyu oluşturmalı. Ki, bu model Türkiye’nin sürekli
olarak uluslararası alanda dillendirdiği bir yönetim modelidir zaten. Bizim
derdimiz asla topraklarımıza toprak katmak değildir, bilakis hem bizim, hem de Ortadoğu ülkelerinin huzur içerisinde yaşamalarına
yönelik toprak bütünlüğünü sağlamak dert davamızdır. Ama gel gör ki, İslam
ülkelerinin yöneticilerinin hiçbiri uluslararası platforma taşıdığımız bu önerilerimize
sıcak bakmadıkları gibi pek oralı da olmuyorlar maalesef. Onlar oralı olmaya dursunlar, Allah’tan Türkiye’mizin
kuruluş iradesine sahip çıkan Menderes gibi, Özal gibi basiret ve yürek sahibi yöneticiler
çıkıyor da ikide bir oralarda ne işimiz var demiyoruz. Yetmedi son hamlede
Tayyip Erdoğan liderliğinde İsrail’e 'one
minute' çıkışı yapıp tüm Ortadoğu mazlum halkların umudu olarak yüreklere su
serpebiliyoruz. Ancak şu da var ki, bir yandan mazlumlara umut ışığı olurken, sanmayın
ki yol kesen haramiler ve tiranlarda boş duruyorlar. Onlar da bizim Ortadoğu
halklarının gönlünde yaktığımız her bir umut meşalelerini söndürmek için uğraş
veriyorlar habire. Baksanıza Fırat
Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Bahar Kalkanı Harekâtları derken Suriye
halen bu gün olmuş Esad belasından ve dış egemen güçlerin hegemonyasından
yakayı kurtarmış değildir. Düşünsenize gelinen bu süreçte bir Rusya eksikti, maalesef o da sonradan Suriye tarlasında iz sürenler
kervanına katılmış durumda. Hem de katılımı iş olsun babında öylesine bir katılımda
değil, tam aksine şu sıralar sahnede sinsi başaktör olarak boy gösteriyor da. Her
ne kadar bugünkü Rusya’nın siyasi yapısında Çar Rusya’nın esamesi okunmasa da
bir şekilde Çarları aratmayacak şekilde zulme razı tavır sergileyebiliyorlar. Şayet
zulme çanak tutulan bu süreçte Rusya’nın ardından Çin’de devreye girerse
şaşmamak gerekir. Hakeza bu arada zulüm tavan yapıp üçüncü dünya savaşı çıkarsa
da şaşmamak gerekir. Çünkü gelinen noktada sapla saman her şey birbirine öyle karışmış
bir halde ki tamamen dünya dengelerini altüst edecek türden bir keşmekeşliktir bu.
Dolayısıyla her an her şey olabilir düşüncesinden hareketle madden ve manen
hazırlıklı olmak zorundayız. Her neyse,
belli ki Türkiye'nin gerek Suriye mültecilere yönelik insani yardım
çabaları, gerekse uluslararası arenada gösterdiği diplomasi ataklar tek başına meselenin
üstesinden gelmesine yetmiyor. Yine de sakın ola ki girişimlerimiz havada diye kararlılığımızdan
ve Ensari yaklaşımımızdan zerrece ödün vermek durumuna düşmeyelim. Ki, Can Türkiye’mize
durmak yok, hem sahada hem de masada her
daim var olmak yaraşır. Kaldı ki “şer odaklarının bir hesabı varsa, Allah'ın da
mutlaka değişmez bir hesabı vardır” umudu bizim pes etmeksizin her
daim iri ve diri olmamıza yeter artar da. Zaten bunun aksini düşünmek abesle
iştigal olur. Unutmayalım ki, korkaklar asla zafer anıtı dikemezler, zafer anıtını
ancak cesur abidevi şahsiyetler dikebilir, bu böyle biline. Zira masada 2020
baharında Rusya’ya ateşkes kararı aldırmamız gücümüzün göstergesi bir zafer anıtı
olur da.
Malumunuz, 1967’de İsrail-Arap savaşında
zaferle çıkan İsrail, Golan tepelerini işgal etmenin şımarıklığıyla Ortadoğu’ya
adım adım yerleştiği günden beri Ortadoğu halklarının yüzü bir kez olsun gülmez
oldu. Nasıl yüzleri gülsün ki, aldıkları bu ağır yenilginin akabinde Suriye
yönetimini derinden sarsıp çatırdamalar baş gösterir de. Öyle ki, içte yaşanan iktidar çekişmelerinin ortaya
koyduğu tabloda Baas Partisinin birinci çıkmasının şımarıklığıyla Hafız Esad fırsattan
istifade kendi halkına darbe yapıp 1970’de yönetime el koyacaktır. Hafız Esad fırsatçılığı bu ya, iktidarını
ayakta tutma adına daha sonraki yıllarda Müslümanların zaman zaman ayaklanma
girişimlerini sert askeri tedbirlerle önlem alıp kendini sağlama almayı da
ihmal etmez. Tabii bitmedi, dahası var elbet, bir yandan kendi halkına
acımasızca zulmederken diğer yandan da İsrail’den gelecek muhtemel tehlikelere
karşı da Hamas ve İslami Cihad örgütlerine güya destek verir görünümde sinsi bir
politika gütme becerisini de sergileyecektir. Ancak bu sinsiliği bir yere kadar devam
ettirebilir dediğimiz bir anda, ABD ansızın Bağdat’a girdiğinde tüm hesaplarını
boşa çıkartacaktır. Çünkü Amerika Irak’tan sonra bu kez Suriye’yi gözüne kestirecektir.
Nitekim ABD'nin Suriye ile doğrudan değil de dolambaçlı yollardan ilgilenmesi, hatta
Suriye politikaları ekseninde dünya ölçeğinde kendine meşruiyet kazandıracak
bir kamuoyu oluşturma çabası içerisine girerekten “Ey Suriye! Ayağını denk al,
sıra sana geldi” demenin ön adımlarını atar bile. Derken bu ön adım işaret taşları
bir bir döşenmek suretiyle zaman içerisinde yerine oturur da.
Hafız Esad’ın ölümüyle yerine geçen oğul
Beşşar Esad’ın o yıllarda göreve gelmenin ilk taze heyecanından olsa gerek
babasının izlediği politikaların tam aksine ılımlı gözüken politikalarıyla
başta Türkiye olmak üzere pek çok ülke arasında yaşanan gerginlikler nihayet
son bulur. Ancak ne var ki ABD'nin o yıllarda oğul Esed’in gösterdiği bu ılımlı
gözüken tavrını göz ardı edip yine bildiğini okuyacaktır. Nasıl mı? Önce Basra
Körfezi ve Doğu Akdeniz arasındaki bölgeyi İsrail’in güvenliğini sağlama adına Suriye’yi yeniden çatışma alanlarının içine
çekecek bir hamleyi devreye sokmak suretiyle elbet. Arap baharıymış, şuymuş
buymuş sanki ABD’nin umurunda mı? Hadi diyelim ki; Sam amcanın demokratikleşme
ya da terörü temizlemek buralarda bulunmak niyetinde olduğunu varsaysak bile, Beşşar Esad o yıllarda bu anlamda Arap Baharı havasına
bürünmüş modunda bir hava estiriyordu ki, bu durumda ABD’nin buraları
demokratikleştirmek ve terörden arındırmak için varım demesinin bir anlam ifade
etmeyeceği çok açıktır. Belli ki ABD’nin
çıkar hesaplarına kaos ortamı daha işe yaramakta. Derken düşündüğü kaos eylem planının Oğul Bush
tarafından yürürlüğe konulması gecikmez de. Nitekim Lübnan eski Başbakanı Refik
Hariri'nin, 2005’te Beyrut’ta patlatılan bomba imha suikasta kurban gitmesi
düşünülen işgal planının parçası bir senaryo olduğunu akıllara düşürür de. Tabii böyle bir olay karşısında Suriye bahar
havasında olsa ne yazar, bikere ok yaydan çıkmıştı. Lübnan’da alev alan Şam
karşıtı gösteriler bahar havasını dağıtmaya yetip Suriye orada ki 29 yıldır
askeri varlığını askıya almak zorunda kalacaktır. Ancak bu geri adım Suriye üzerinde oynanan
oyunları berhava etmeye yetmeyecektir. Delil melil hak getire, ortada en ufak şüphe uyandıracak herhangi bir
delil olmamasına rağmen en nihayetinde Lübnan’da konuşturulan Suriye askerleri
kovulurcasına kapı dışarı edilir de. Ne diyelim, işte görüyorsunuz Hariri dosyasında
göz göre göre hedef şaşırtılacak ya, bu
iş için tamda Suriye bulunmaz bir kaftandır. Yani, bu işte bit kemiği olarak hep Suriye
parmağı aranacaktır. Tabii, hal vaziyet böyle olunca da işler ister istemez
sarpa saracaktır. Ve en nihayetinde gelinen noktada Hariri olayı bahane edilerek
hem Büyük Ortadoğu Projesinin devreye girmesi için adımlar atılacak, hem de Hamas ve Hizbullah’ın ikide bir
karşılarına güç olarak çıkmasını önleyecek silahsızlandırma eylem planı devreye
girecektir. Böylece bu planlar tuttuğunda güya kendi akıllarınca Ortadoğu
halklarının direncini kırıp çirkin emellerine kavuşmuş olacaklardır.
Peki, bu süreçte Türkiye ne yaptı
derseniz, hiç kuşkusuz bu süreçte de
Türkiye her zaman olduğu gibi o yıllarda da her fırsatta Şam’ın uzlaşı yolunda
attığı her adımın görmezden gelinemeyeceğini diplomatik kanallar vasıtasıyla
dile getirerekten kendine yakışır bir tavır sergilemiştir. Ancak bizim bu
samimiyetimiz ters tepecektir. Maalesef,
Türkiye’nin tek taraflı tansiyonu
düşürmeye yönelik tüm çabalar gerektiği kadar karşılık bulmayacaktır. Olsun
onlar bilmese de Halik biliyor ya, bu yetmez mi? Biz zaten istesek de hiç
kimseye asla kötülük düşünmeyiz. Çünkü
bikere ecdadımızdan aldığımız terbiye mazlumlardan yana bir tavır ortaya
koymamızı gerektirir. Dahası Osmanlı’nın torunları olarak mazlumlar için ne adım
atılacaksa onu yaparız biz. Nitekim Hariri dosyasında hak hukukun tecellisi
için Gaziantep’te görüşme önerisinde bulunmamız takdire şayan diplomasi atağı
bir tavırdır. Ne var ki, bu öneriye Şam
sıcak baktığı halde ABD sıcak bakmayıp her zamanki gibi muhalif bir tavır
sergileyecektir. ABD böyle tavır sergiler de, BM Savcısı boş durur mu, derhal
gereğini yapıp Hariri olayına karıştığı düşünülen şüpheli şahısların Viyana’da sorgulanmasına
karar verecektir. Zaten mahkemeden çıkan
sonuç bizi hiç şaşırtmaz da. Nitekim önceden
tahmin edildiği şekliyle mahkeme heyetince Suriye yanlısı olarak takdim edilen
dört üst rütbeli Lübnanlı Generalin tutuklanma kararı çıkacaktır. Oysa alınan
bu kararla asıl olayın arka plan bağlantılarının aydınlatılmasının önüne
geçilmiştir. Neyse ki çok zaman sonra Hariri suikastında Suriye’nin hiçbir dâhili
olmadığı gün yüzüne çıkacaktır. Acı ama şu bir gerçek, bu senaryoya imza atıp da
her kim yürürlüğe sokup uygulamışsa halen bu gün olmuş Suriye halkına çok büyük
özür borçlu olduklarını unutmuş gözüküyorlar.
İlginçtir ABD’nin Saddam’ı devirmek bahanesiyle
Irak’ı işgal ettiğinde o meşhur bildiğimiz Fransa, Almanya gibi ülkeler elinden
gelen her türlü desteği vermeyi esirgemezken,
Suriye söz konusu olduğunda meseleyi görmezden gelip hemen yan
çizmişlerdir. İşte bu ve buna benzer
olumsuz yan çizmelerin yanı sıra birde Rusya ve Çin’in her an ciddi karşı atak
verme ihtimal dâhilinde göz önüne alındığında ABD’nin her işini elini kolunu
sallayarak hiçte öyle kolay yoldan halledemeyeceğini az çok tahmin edebiliyoruz.
Gerçektende dünya beşten büyüktür yerinde tespit bir söylemdir. Nasıl ki beş
süper gücün kendine göre plan ve çıkarları varsa, diğer ülkelerinde kendilerine göre potansiyel
bir güç oluşturmaları her an mümkün, hem neden olmasın ki? Bakmayın siz öyle beş gücünde adlarından
süper güç olarak söz edilmelerine, düşünsenize kendi aralarında en ufak bir
çıkar ayrılığı çıktığında bir araya gelemedikleri artık bir sır değil. Hadi bir
araya geldiklerini varsaysak bile güç dengeleri bakımdan bunu dünya geneline
vurduğunda her birinin aslında rozetleri büyük ama yüreklerinin küçük güç
olduğu görülecektir. Hiç kuşkusuz bu çıkar ağı ilişkisinde Fransa’nın kendine
göre Lübnan’da planları ve çıkarları olduğu göz ardı edilemeyeceği muhakkak. Zaten ABD, bu çıkar ilişki ağında her bir devletin hangi
konumda olduğunu çok iyi bildiği içindir bu doğrultuda ikna turlarına çıkmayı
da ihmal etmez. Tabiatıyla ikna turları sonuç vermese de, sonuçta ABD’nin her zaman
alışık olduğumuz o meşhur A, B, C
diyebileceğimiz planlarına ihtiyaç hâsıl olduğunda mutlaka uygulanmak üzere bir
köşede saklı tuttuğu da herkesin malumu zaten. Ki, her
an uygulayacakları düşünülen bu planlar arasında Suriye halkına yönelik bir
takım ekonomik yaptırımlardan tutunda Suriye halkını açlığa susuzluğa mahkûm ederekten
köşeye sıkıştırmakta vardır. İşte tamda
bu planların yürürlüğe gireceği safhalarda her ne oluyorsa Beşşar Esad’ın hiç umulmadık
bir anda Suriye'de babasının işlediği sayısız cinayetleri aratmayacak şekilde tüm
dünyanın gözü önünde zulüm operasyonlarına start verdiğine hep birlikte şahit
oldukta. Derken Beşşar Esad’ın bu haltı
işlemesiyle Suriye’de planları olan ülkelere yeni bir fırsat doğacaktır. Nasıl fırsat doğmasın ki, Arap baharı havasına bürünmüş Esad gitmiş
yerine bambaşka kılıkta kendi halkına kıyacak derecede gözü dönmüş zalim Esad
gelmiştir artık. İşte Esad'ın üstlendiği bu yeni rol o gün ne umduk ne bulduk
misali en çokta Türkiye’nin başını ağrıtacak kronik bir vakaya dönüşür de. Gerçekten de beklenmedik durumdu, meğer Beşşar Esad göründüğü gibi değilmiş,
camileri bile bombalayacak kadar gözü dönmüş bir canidir o.
Aslında son tahlilde 36 şehit
verdiğimiz hadiselerden çıkaracağımız sonuç şudur ki; Suriye halkına Türkiye’den
başka arka çıkıp çare olacak yeryüzünde bir başka devletin çıkmayacağıdır. . Hiç kuşkusuz dünyada Esad zulmünden göç
etmek zorunda kalan binlerce insanı Ensarca bağrına basacak olan tek ülke sadece
Türkiye vardır. Üstelik bunu yaparken de her türlü zorluklara karşı göğsünü
siper ederek yapmakta. Nitekim Gelinen noktada Suriye’de durum vaziyet öyle
işin içinden çıkılmaz bir hal aldı ki, artık kimin eli kimin cebinde belli
değil, dünyanın tüm istihbarat örgütleri
habire meseleyi kangren hale getirip sürekli kaos ortamını daha da
derinleştirmek peşindeler. Bunu yaparken de kimi zaman Kobani olaylarıyla, kimi
zaman kendi elleriyle büyütüp besledikleri DAEŞ, PYD ve YDP, hatta arka planda FETÖ
gibi şer örgütler kanalıyla yapmaktalar. Kelimenin tam anlamıyla Suriye halen
ateşten bir gömlektir. Gel de bu ateş çemberinden çık çıkabilirsen. Dedik ya, yinede
her şey bitmiş sayılmaz. Mehmetçiğimizin 2020 Bahar Kalkan Harekâtı bu umutlarımızı
tazeleyip güçlendiriyor da. Öyle ki, Mehmetçiğin havada karada ölümüne
gerçekleştirdiği Bahar Kalkan Harekâtı bu topraklarda gözü olan tüm şer odaklarının
uykularını kaçırdığı gibi, yüzyıllık planlarını bile berhava edecek nitelikte
bir harekât olduğunun sinyallerini bu odakların gözünün içine sokaraktan
gösteriyor da. Böylece Mehmetçiğimizin sarsılmaz iman dolu yüreği sayesinde
özgür Suriye ikliminin doğuşu bir hayal değil hakikatın tâ kendisi bir doğuş
olacaktır. Aynı zamanda bu doğuşla birlikte Şah-ı Hazne (k.s)'in ruhaniyetinin yeniden
bu topraklarda canlı tutulacağına dair inancımızın teyid edileceğine de umut
varız. Nitekim bu güzel duygular eşliğinde Suriye’yi ne Şah-ı Haznesiz, ne de Şah-ı Hazne'yi Suriyesiz asla ayrı
düşünmeyiz de. Çünkü bu topraklara can suyu olabilecek manevi anlamda
diyebileceğimiz en son elde avucumuzda kalan tek şey Şeyh Ahmed-el Haznevi
(k.s)’ın Suriye topraklarına üflediği nefesi kalmıştır. Allah korusun bu
nefeste ziyan olursa Suriye’nin hali nice olur, bunu da siz bir düşünün. Dolayısıyla eksik kalan bu nefesi yeniden
canlandırıp tamamlamak gerektir dersek maksadımızı aşmış pek sayılmayız.
Bilindiği üzere Şah-ı Hazne (k.s)
Suriye'nin Pirifâni Şeyhi olmasının ötesinde Nakşibendî Tarikatının halkasında
yer alan Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)'in dizinin dibinde yetişen bir nefesidir
de. Tabii yetişti derken, tarla tapan
için yetiştirilmedi elbet, hiç kuşkusuz insanlara
nefes olup irşad etmek için yetiştirildi. Üstelik zor şartlar altında yetişmiştir.
Düşünsenize Şah-ı Hazne o yıllarda Nurşin’de Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’in
hizmetindeyken bir ara kuraklık ve kıtlık baş göstermişte. Hatta bir gün bu
bölgenin ağalarından biri, Hazret Muhammed Diyâeddin’i sofileriyle birlikte davet
ettiğinde Şah-ı Hazne (k.s) içinden şöyle iç geçirip kendi kendine;
"-Nihayet midemiz kırk yılda bir
güzel yemek görecek" demiş.
Tabii bu iç geçirmenin akabinde çarıklarını
yıkamış, kurutmuş ve hazırlığa koyulur bile. Ertesi gün Hazret Muhammed
Diyâeddin (k.s) sofileriyle birlikte davete giderken, dönüp arkasına şöyle der;
"-Molla Ahmed (Şah-ı Hazne) burada kalsın, diğerleri benimle gelsin."
Hakeza yine bir gün Ramazan
ayıymış, malum bu ayda mollalar zekât, fitre her ne varsa almak için icabında
köy köyde dolaşırlarmış. İşte mollalar
bu ayın hürmetine biraz dünyalık toplamak için yola koyulduklarında Şah-ı Hazne
de o sırada onlara heveslenip Hazret Muhammed Diyâeddin'den izin istemiş. Bu durum karşısında Hazret Diyâeddin (k.s)
demiş ki:
"-Allah için sen çalış, Allah sana
her şeyi verir."
Gerçektende Şah-ı Hazne (k.s), eskiden
çok fakirmiş, öyle bir zaman gelir ki, Suriye’nin ordusunu bile doyuracak hale gelir.
Kaldı ki o’nun geride bırakacağı en büyük miras Gavs-ı Bilvanisî (k.s)
olacaktır.
Bakın, Seyda (k.s) ise,
Şah-ı Hazne (k.s) hakkında şöyle
der:
Nasıl ki Hazret Muhammed Diyâeddin Şah-ı
Hazne gibi büyük bir zat yetiştirmişse, aynen Şah-ı Hazne (k.s)’de babam Gavs-ı
Bilvanisî Abdûlhakim el Hüseyni gibi büyük bir zat yetiştirmiştir. Ve Gavs-ı Bilvanisî (k.s) o’ndan el aldığı zaman, dergâhın ileri gelen
sofileri merak edip Şah-ı Hazne'ye sorarlar;
"-Kurban! Molla Abdûlhakim'in makamı
nasıldır?"
Cevaben der ki;
"-Biz kendi bulunduğumuz mertebeyi
biliyoruz, ama sonrasını biz de bilmiyoruz."
Hatta Gavs-ı Bilvanisî (k.s) daha bir
günlük sofi iken, Şah-ı Hazne (k.s) halifelerinden Molla İbrahim'i çağırmış ve
demiş ki;
"- Molla Abdûlhakim'i nasıl
bilirsin, uğraşmaya değer mi?"
Molla İbrahim cevaben;
"-Bu adamda iş yok, gelsin gitsin, bununla
pek uğraşmaya değmez" demiş.
Tabii Şah-ı Hazne'nin yüzü anında değişip
şöyle der:
"-Çocuklarıma dua et, onların
hocasısın, yoksa şu anda tarikattan tard
olmuştun."
Ve diğer halifesini çağırmış demiş ki;
"- Sen ne dersin uğraşmaya değer
mi?"
Halife cevap vermiş;
"-Aman efendim, hiç kuşkusuz onun için elimizden geleni
yapmamız lazım, bizim ona emek vermemiz icap eder, o bizim ümidimiz, o bizim istikbalimiz, hatta ona her şeyimizi devretmemiz
lazım."
Ve Şah-ı Hazne (k.s) bu söz üzerine bir
anda yüzü aydınlanıverir.
Gerçektende Şeyh odur ki; "Yolun başından sonunu göre."
Ne
diyelim, işte görüyorsunuz Suriye’nin nefesi Sah-ı Hazne böyle bir nefestir.
Dahası o
nefesin yetiştirdiği Gavs-ı Bilvanisî (k.s)
nefesi de şöyle der: "Biz ulaşmak istediğimiz yerlere ulaşamadık,
ama hamd olsun ulaşanı ulaştırdık."
Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’ın yetiştirdiği nefes Seyda
(k.s) ise kendisine nefes olan babsı için şöyle der: "Millet, Gavs Hazretleri'nin gerçek çehresini göremedi. O'nu başında
sarık, sırtında cübbe bir molla gibi gördüler. Hakikatini gören olmadı."
Tabii tüm bu sözler bizim aklımızın
alamayacağı hakikat pınarından süzülen sözlerdir. Her ne kadar sözlerin mana ve ruhuna vakıf
olamazsak da bizim için kayda değer olan onların nefeslerinin insanlar
üzerindeki etkisi çok mühimdir. Gavs-ı
Bilvanisî (k.s) iyi ki de Suriye’nin nefesi Şah-ı Hazne’nin nefesinden istifade
edip nefeslendi de bu sayede Nakşibendî tarikatının silsilesinde yer alan tüm nefeslerin
ruhaniyetini Türkiye topraklarına taşımış oldu. Belki de o zincirin
halkalarında yer alan her bir Sadatın nefesi, soluğu oralardan buralara taşınmasaydı
bu altın halkanın kıyamete kadar sürecek tüm nefeslerini ziyaret etmek pek
mümkün olmayacaktı. Nasıl mı?
Malumunuz, Abdülhâkim El Hüseyn (k.s), Şahı Nakşibendî (k.s)’ın
nisbetini ve bu yolun feyzi bereketini Suriye’deki Şah-ı Hazne’nin elinden devr
alıp Türkiye coğrafyasına taşıyan zattır O. Tabii bu nisbeti buralara taşımak
öyle kolay olmadı. Gavs Hazretlerinin bizatihi Suriye’ye Şeyhini ziyarete
gitmek için sınırda mayın tarlalarına basmayı göze alıp o’nun nefesiyle
nefeslenerekten gerçekleşen bir taşınmadır bu. Derken Şeyhine olan bağlılığı ve
canını feda etme pahasına da olsa o müthiş teslimiyetinin neticesinde Gavs’lık
makamına erişir de. Dedik ya, şayet Gavs-ı Bilvanisi (k.s) o emaneti Suriye
gibi kaygan bir zeminden Türkiye’ye getirmemiş olsaydı Şah-ı Nakşibendî yolunun
bereketinden istifade etmek için Türkiye dışına gitmek zorunda kalacaktık. Allah’a
şükürler olsun Gavs-ı Bilvanisi sayesinde o nisbet şimdi Türkiye topraklarında
atmakta. Artık Türkiye dışına gitmeye gerek kalmaz da.
Umut edilir ki, bu nisbet kıyamete dek Türkiye
topraklarında atacak da. Nitekim Ehli Sünnet
İslami kaynaklara baktığımızda denilir ki;
ahir zamanda Hz. İsa (a.s) gökten ineceği zaman Suriye’nin merkezi
Şam’da ak minareye inecek ve Mehdi aleyhi rahmeye yardım edip kötülüğün timsali
Deccala karşı birlikte omuz omuza mücadele edeceklerdir. En nihayet bu
mücadeleyi zaferle taçlandırılıp Yüce Allah’ın nurumu tamamlayacağım diye beyan
buyurduğu o yüce adalet tüm dünyada tecelli edecek de.
Velhasıl-ı kelam, o günler ne zaman gelecek bilinmez ama şu bir
gerçek Ortadoğu’da yaşadığımız olayların varacağı son nokta “Allah nurunu tamamlayacak” noktası olacaktır. Her ne kadar zinde odaklar
bunu arzu etmese de buna inancımız tamdır.
Vesselam.