30 Eylül 2016 Cuma

İSLÂM VE EKONOMİ


             İSLÂM VE EKONOMİ

                                                                                               SELİM  GÜRBÜZER

          Ekonomi, insanın insanla olan alışverişlerinin yanı sıra insan tabiat ilişkilerinden doğan bir bilim dalıdır. İktisadi bilimler diye de ifade edilen ekonomi bilimi, tüm sosyal hayatın tümünü kapsayan bir alandır.  Bu yönüyle baktığımızda diğer sosyal bilimlere oranla önemi çok daha fazladır.  Bilhassa önemine binaen kâr faktörü ekonomik faaliyetlerin ruhunu oluşturur. Ancak İslam’da helal yoldan kâr etmek esastır, asla haram ya da faiz yoluyla elde edilen kazanç kabul görmez.
       Ekonomik faaliyetlerin özünde kıt kaynaklardan azami ölçüde nasıl yararlanılır düşüncesi,  sınırsız istek ve arzular yatmaktadır. Zaten kaynaklar sonsuz olsaydı ekonomiden bahsetmeye gerek kalmayacaktı. Dolayısıyla bilim adamlarının insan tabiat ilişkisinden doğan ekonomik faaliyetleri enine boyuna tartışılmaları gayet tabiidir.  Derken bu tartışmalar eşliğinde toplum yararına ya da zararına iktisadi modeller sahne alabiliyor. Tabii bizim tercihimiz toplum yararına ve İslam'ın öngördüğü emek sermaye barışıklığını esas alan iktisadi modelden yanadır.  
          Her ne kadar ekonomi denilince üretim, tüketim, mübadele ve para faaliyetleri gibi unsurlar akla gelse de sosyalizm, liberalizm ve diğer birçok fikri akımlar bu unsurlar üzerinde mutabık kalmış değiller, her biri ayrı telden çalan görüşler ortaya koymaktalar. Nitekim kapitalizm'in ekonomiye bakışıyla Marksizm’in bakışı farklıdır,  birbirine taban tabana zıt kulvarda yürüyorlar. Zaten zıt olmasalar da bir şey fark etmeyecek.  Şöyle iktisadi düşünceler tarihine bir baktığımızda tüm beşeri iktisadi sistemlerin topluma sundukları reçetelerin uzun ömürlü olmadıkları, saman alevi misali uçuşup savrulduklarını görürüz.  Elbette olaylara karşı yaklaşımları materyalist pencereden olunca savrulmalarına şaşmamak gerekir. Kaldı ki bugüne kadar insanı dışlayan hiçbir sistemin uzun soluklu olmadığının en canlı şahidi tarihin hafızası şahit, bilmem başka şahit aramaya gerek var mı?        
       Peki ya İslâm! Malum, insan odaklı bir yaklaşım sergileyen bir dindir. İnsan sadece İslâmiyet’te eşref-i mahlûkattır. Müberra dinimizin hareket noktası insandır. Elbette ki böylesine insana değer veren bir din’in kıyamete kadar nurunun sönmemesinden doğal daha ne durum olabilir ki. Gerçekten de İslâm’ın insanı merkeze alıp cümle âleme eşref-i mahlûkat ilan etmiş olması mühim bir hadisedir. İşte bu ilanın mana ve ruhuna uygun insana birtakım sorumluluklar yüklenmişte. Öyle ki; İslâm tâ baştan insana ekonomik kaynakları israf etmemek kaydıyla tabiatı işlemeyi öğütlemiştir. Böylece bu hüküm sayesinde hem tabiatın ölçüsüz kullanımının önüne geçilmiş olunur, hem de maddi ihtiraslara set çekilmiş olur.  İyi ki de böyle bir dine mensubuz,  yoksa bizde tıpkı ideolojilerin düştüğü nefsin kölesi ve tabiata mahkûm olmuşluğun göstergesi bir tabloda yer alacaktık.  Hadi gel de şimdi İslâmiyet’i sosyal hayatımıza ölçü alma, ne mümkün, öyle bir ölçü ki;  dünya metasını insanın peşinden koşturan bir ölçüdür. Yeter ki Allah'a abd olunsun köleler sultan olurda. Nasıl ki dünya köleliği maddeye esir kılıyorsa,  Allah’a kul olmakla da tüm sahte mabutlara karşı insan kendini hür hissedebiliyor. Hatta sadece hissetmekle kalmayıp tüm sahte mabutlara karşı Akif misali “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” tarzı meydan okur da. Hele şu ideolojileri kendine ölçü alıp ta dünya metasının peşinden koşanların hallerine bir bakın hemen hepsi maddenin esiri olmuşlar bile. Hayatlarının büyük bir bölümü tutsak halde geçmek te. Malum, cahiliye dönemi insanı kendi elleriyle yonttukları taşın esiriydiler, günümüz materyalistleri ise paranın, maddenin kölesidirler.
           Kölelikten kurtulmanın yolu Allah’a abd olmakla mümkün. Bakın, İslâm, ferde mülkiyet hakkı tanımakla güçlü bireyler olmanın yolunu açmıştır. Keza bununla birlikte kanaat şuuru da verilir Zira “Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz” temel düsturumuzdur. İşte bu temel düsturumuz arz talep arasında dengeyi koruduğu gibi israf çarkları bir anda verim ekonomisine dönüşürde. Böylece İslam’ın belirlediği haram ve helâl kriterler eşliğinde toplumlar huzura kavuşmuş olur. Hele ekonomiye vahyin soluğu karışmaya dursun, bak o zaman o ekonomi yoksulların, yetimlerin umut ışığı olur da. Evet, kanaatkârlıksa İslam’da var, helal lokmaysa İslam’da var, meşru hayat yaşmaksa İslam’da var.
        Peki, ya çağdaşlıktan dem vuranlarda ne var?  Ne olacak ki, bakın çağdaş ekonomiden söz eden çevrelere,  ellerine tutuşturulmuş müsvedde ve suni reçetelerle kitlelere ne kanaat bilinci aşılayabiliyorlar, ne helal lokma yedirebiliyorlar, ne de meşru hayat sunabiliyorlar. Bir kere kendilerine hayırları yok ki başkalarına da hayırları dokunsun.   İşte İslam’ın farkı bu noktada ortaya çıkıyor. Fark o kadar açık ve net ki;  İslam, toplumu oluşturan her bireye kendi kişisel egolarını tatmin etsin diye eşyanın har vurulup harman savrulmasına izin vermez. Bireyler ancak belirlenmiş ölçüler çerçevesinde tabiatı işleme hak ve hukukuna sahip olabiliyor. Ne mutlu bizlere ki eşyanın bile hukukunu tayin eden bir dinimiz var, ne kadar şükretsek azdır.  İşte Hakullah budur. Madem öyle, eşyanın hakkını gözetmek bize düşer.  Hakeza kul hakkı da öyledir. Hani ikide bir vicdan vurgusu yaparız ya,  zaten vicdan muhasebesi melekesi hak hukuku gözetmek için vardır. Kaldı ki,  İslâmiyet, insanlığı sadece vicdanıyla baş başa bırakmamış eşyaya esir olmadan eşyanın hakkını, kula kul olmadan kulun hakkını koruyun diye ferman buyurmuşta. A’dan Z’ye her şeye nizami ölçülere bağlamış bile.  Yeter ki, o ilahi ölçülere uyulsun cümle âlem maddenin, paranın, patronların, diktatörlerin vs. kölesi olmaktan kurtulur da.
        İnsan, İslâmiyet’i kabul etmekle sadece ibadete yönelmez, hayatı boyunca rızk peşinde koştuğu tüm faaliyetlerinde dinin emrettiği ölçülere uygun davranma hassasiyetini ruhunda hisseder. Böylece haramlardan uzak durma ve helâl dairesi içerisinde hareket etme gibi sübjektif unsurlar ekonomik faaliyetlerde en önemli kriter olur. Şayet bir mümin helal lokma, helal kazanç, tüyü bitmemiş yetimin hakkından vs. bahsediyorsa, biliniz ki bu duygu selini İslam’a borçludur. Zaten dünya üzerinde bu duygu selini sadece İslam’ın o engin soluğu verebiliyor.  Dedik ya beşeri ideolojilerin ekseriyeti kendine hayrı yok ki,  insanlara hayrı dokunsun. Yine de bizim için meşru daire içerisinde üretim faaliyeti sergileyebilen hangi beşeri sistem varsa, ancak o kabul görür, diğerleri asla.  Meşru daireden neyi kastettiğimiz belli:  “Allah (c.c) ticareti helâl, faizi haram kıldı” düsturudur. Dolayısıyla ortada ticaret var, faiz yoksa beşeride olsa meşru addederiz. Bu düstur aynı zamanda ekonomiye bakışımızın temel göstergesidir.
         Ahlâkî değerleri hiçe sayan ideolojik akımlar değil insanlığa ekonomik refah sunmayı yeryüzünü maddi ihtiraslar uğruna kana boyamışlarda. İşte ahlaki değerlerden yoksunluğun sonu kan ve gözyaşıdır, başka bir şey beklemek abesle iştigal olurdu. Dedik ya İslâm’ın farkı bu noktada ortaya çıkıyor. İslam öyle mükemmel bir din ki, insanlık maddi ihtiraslar uğruna zıvanadan çıkmasın diye iktisadi hayatı sadece maddi boyutuyla ele almaz, iktisadi hayata sübjektif ruhta üfler. Böylece İslam toplumunda üretim ve tüketim faaliyetleri sübjektif ilkelerle birlikte yürütülür. Bunda temel amaç maddi ve manevi sosyal refah dengenin sağlanmasıdır.  Bir başka ifadeyle ekonomi sırf maddi yönüyle ele alınacak bir faaliyet değil, diğer sübjektif bağlantılarla da köprü kurularak anlam kazanabilen bir faaliyettir. Nitekim ekonominin siyasi, sosyal, ahlâkî ve kültürel öğeleriyle ilgili bağlantılarını ilk kez İbn-i Haldun ortaya koymuş bile. Bu sayede ekonomiyi bağlantılarıyla birlikte değerlendirdiğimizde mutlak anlamda mal ve mülkün Allah’ın olduğunu idrak etmiş oluruz. Yunus bu yüzden “Malda yalan, mülkte yalan, var birazda sen oyalan” diye inlemiştir. Besbelli ki, insanın mutlak mal ve mülk üzerinde ki rolü sadece kendisine verilen emanete aracılık yapıp kullanma hakkına sahip olmasıdır. Ancak bu hakkı kullanırken eşyanın hak ve hukukuna riayet etme şartı aranır. Yani, bir takım kaide ve kurallara uyması istenir. Madem öyle, mutlak manada hak ve hukuk Allah’ın olduğu içindir kula emanete sahip çıkmak düşer. Asla emanete hıyanet etmek kula yaraşmaz.  Mümin önce Allah’ın hakkına riayet edecek, sonra mahlûkata dönüp sırasıyla insan, hayvan, bitki ve en nihayet eşyanın hak ve hukukunu gözetecek. İşte ölçü bu, bize zaten başkaların öçlüsü gerekmez, vahyin tek başına kuşatıcılığı yeter artar da.
        Hiç kuşkusuz İslâm tüm çağları aydınlatan tek yüce dindir. Kur’an bir yandan geçmişte yaşanmış haberlere dikkat çekip geçmişten ibret almamızı sağlarken gelecek içinde hükümler ortaya koyup bize ışık olmakta. Bakın; İslamiyet bir güneş misali ilk doğduğunda cahiliye adetlerine son vermişse, madem öyle bugün ve gelecekte de bitmek tükenmek bilmeyen bu ışık kaynağını rehber bilip önümüze çıkacak olan tüm sahte putlara göğüs gerip diriliş muştumuzu gerçekleştirebiliriz pekâlâ. Yeter ki inancımız tam olsun, bak o zaman hem madde âleminde, hem de mana âleminde varız demektir. Zaten İlâhi hükümler insanın yokluk içinde var olması ya da varlık içinde var olması için vardır. Dahası Murâd-ı ilâhinin belirlediği bir varoluştur bu. İşte bu varoluş gayesi uğruna her kavme peygamber gelmişte.  Malum İslamiyet’in diğer semavi dinlerden en belirgin farkı belirli bir kavme değil tüm insanlığa inmiş olmasıdır,  yani muhatabı tüm insanlıktır. Anlaşılan o ki,  insanlığın görüp görebileceği en son kâmil din İslamiyet’tir. Her kim ki, en son mükemmel bu dinin gereklerine yerine getirir, biliniz ki hem fert bazında, hem toplum bazında, hem de devlet bazında gerçek anlamda huzura ermiş olacaktır. O halde bize düşen İslam ekonomisinin temel ilkelerini gerek devlet ekseninde olsun, gerek toplum ekseninde olsun, gerekse birey bazında olsun bir bütün olarak insanlığın hafızasına sunmak olmalıdır. Ancak şu da bir gerçek; beşeri münasebetlerin ve sosyal vakıaların hızla geliştiği şu modern çağda ortaya çıkan her meselenin çözümü noktasında Kuran’dan hüküm çıkarmak çokta kolay olmayabiliyor. Bir kere Kur’an kaynak hükmünde kitap, ansiklopedi değildir. Dolayısıyla her okuduğumuz ayetlere ansiklopedik bilgi gözüyle bakamayız. Kaldı ki kaynak ansiklopediye muhtaç değildir, ansiklopedi kaynağa muhtaçtır. Bu yüzden her yeni keşif,  her elde edilen bilgi, kaynaktan beslendiği ölçüde ilham alıp ayrıntılaşır. İşte Kuran’ın her daim ışık kaynak olması her çağ insanının idrak algısınca çözümlenip anlam kazansın diyedir. Böylece ayeti celililerin kod açılımlarının elastiki özelliği sayesinde her devrin idrak seviyesi dogmalaşmaktan kurtulur da. Besbelli ki ayetlerden ayrıntı bilgiler üretmek insanın kendi çabası ve gayreti ölçüsü oranında vuku bulabiliyor. Bilgiye ulaşmak define aramak gibidir, kılı kırk yarmadan bilgi ortaya çıkmaz.  İyi ki de Kur’an’dan hüküm çıkarabilen ilmiyle amil olmuş bilge zatlarımız var, onların gayretleriyle birbirinden eşsiz değerde çağları aşan külliyatlar ortaya çıkabiliyor. Ve devasa külliyatlar nesilden nesile aktarılır da.  Hiç kuşkusuz ana kaynaktan hüküm çıkarmak, ya da yazılı eserler ortaya koymak tefekkür ehli insanların ihtisas alanıdır. Bize ise ihtisas alanlarından bin bir emekle ortaya konulmuş bilgi külliyatlarını okumak ve tatbik etmek düşer. Ne kadar çok okursak o kadar bilinç sahibi olmak mümkün. Aksi takdirde her karşılaşacağımız meseleler karşısında bocalayabiliriz.  O halde bilinçli olmaya çabalayalım ki, ifrat ve tefrite kaçmadan ekonomi ve sosyal hayatın her alanına hâkim olabilelim.  Kaldı ki,  bilgi toplumunda bilgili olmaya mecburuz da. Malum,  hem sosyal hayat, hem de ekonomi faaliyetler değişkenlik üzere yoluna devam eder.  Bilhassa bu hususta ekonomi ihtisas alanı daha çok değişkenlik arz eder. Bu yüzden ekonomiyi değişmez kanunlar alanı olarak değerlendiremeyiz. Bakın,  madde her zaman ölçülmeye muhtaçtır, bir bakmışsın bugün okka usulü ölçüm, yarın el terazisi ölçüm,  bir başka gün kantar ölçüm, diğer başka gün hassas terazisi gibi ölçümlerle karşılaşıp günümüze kadar uzanmış görürüz. Derken bir sabah uyandığımızda artık elektronik ölçü aletlerle veriler elde ettiğimizi görürüz. Sürekli tekerrür eden bu değişkenlik bize insanlığın bir takım aşamalardan geçtiğini ve tarihi gelişim evrelerine paralel ekonomik göstergelerinde her çağda değişebileceğini gösteriyor. Hatta ekonomik göstergeler bir kimyasal maddenin ölçümündeki gibi hassas kesin veriler vermeyebiliyor, bu yüzden verilerin güncellenmesine ihtiyaç duyulur da.  Bu demektir ki ekonomiyi bir düşünme biçimi, bir bakış, bir yaşama tekniği aracı olarak görmek gerekir.  
           İşte görüyorsunuz ekonomi deyip geçmemek gerekir. Tabiatı işlemekten başlayıp iç ve dış pazarlara uzanan bir süreçtir. Dolayısıyla bu sürecin halkasını oluşturan her ekonomik birim tek başına ekonomi demek değildir, zincirin bütünü ekonomidir. Bir başka ifadeyle maddeyi keşfetmek ve hammaddeyi işlemek aynı şeyler değil. Hakeza işlenilmiş madde ve ekonomik verilerde aynı değildir. Her biri kendi içerisinde apayrı birim olup ekonomik faaliyetlerin unsurları kapsamında değerlendirilen faaliyetlerdir.  Düşünsenize bu faaliyetlerin ta başlangıç hammadde aşamasından tutun da en son maddenin işlenip piyasaya sürülmesi aşamasına kadar ki her ayrıntı halkası aynı akışkanlıkta seyretmeyebiliyor, her halkada tam uyumluluk ya da tam tersi kopuşlar söz konusu olabiliyor. Belli ki üretim faaliyetleri değişkenlik arz edip bir süreç yaşanmakta ve bunun sonucu olarak her ekonomik faaliyet karşımıza karmaşık bir tablo olarak yansımakta. Dahası ekonomik göstergeler her zaman gerçeği yansıtmayabiliyor. Bu yüzden iktisadi alanda ekonomik göstergeler tek başına temel kriter addedilmez. Zaten tek başına kriter sayılsaydı üretim faaliyetlerini okuma farklılıkları, değişik tahmin ve yorumlarda bulunma gibi daha bir sürü ekonomi dilini çözümlemeye yönelik çabalarla yüzleşmezdik.  Bilhassa üretim faaliyetlerinde görülen inişli çıkışlı eğriler,  piyasalarda ki dalgalanmalar bu ekonomi dilinin anlaşılmasını zorunlu kılmaktadır.  Hele öyle zamanlar olur ki ekonomik krizlerle karşı karşıya kaldığımızda tüm iktisatçılar çaresiz kalıp işin içinden çıkamayabiliyorlar, sanıldığın aksine ekonomi öyle kolay anlaşılır bir alan değil, icabında en son çıkış yolu olarak denize düşen yılana sarılır misali bilinenden hareketle bilinmeyeni bulma yöntemine başvurmak zorunda kalınabiliyor. Besbelli ki ekonomi göstergelerden yüzde yüz kesin neticeler beklemek eşyanın tabiatına aykırı bir durum. Meğer ekonomi alanı göstergelere bağlı kalarak yürütülecek bir alan değilmiş, azami gayret, azami tedbir ve azami dikkat gerektiren bir alan olduğu gayet açık ve net.  İslam toplumunda tüm bu gayretler  “Tedbiri alıp takdiri Allah’a bırakmak” diye ifadelendirilir.  Tevekkül güzel bir duygu elbet, ama İslam’da tedbirle taçlandırılmış tevekkül esastır. Bunu Kur’an ayetlerinin sadece ibadete yönelik ayetler olmadığından biliyoruz elbet, sosyal hayatın her yönüne hitap eden bir kitaptır. Ve Allah (c.c) insanı yeryüzünün halifesi ilan ettiğinden biliyoruz. Yüce Allah insanın fıtratına sosyal ve iktisadi hayatı dizayn edecek kodları yüklemişte. İşte bu gerçeklerden hareketle bir mümin yan gelip yatmakla, ya da uzlete çekilip ekonomi ve sosyal hayattan kendini soyutlayamaz.  Bu yolda  ‘El kârda, gönül Yar’da olmak” vardır. Hakeza “Hiç ölmeyecekmiş dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmak” esastır. Madem öyle bir mümin ekonomi ve sosyal hayata dâhil olduğunda ibadet bilinciyle katılmalıdır. Yani, bir mümin sosyal hayata ve tabiata müdahale ettiğinde meşru daire içerisinde müdahale etmesi gerekir. Şayet bu müdahale toplumu dizayn etmeye yönelik bir müdahaleyse asla ve asla toplum içinde kültür farklılıklarını tek tipleştirmeye yönelik bir müdahale olmaması gerekir. Zira Kur’an; “Renklerinizin, dillerinizin farklı olmasında hikmetler var” beyan buyurmakta. Farklılıklar toplumun ilerlemesi için zaruridir. Bir kere yaratılış kanunu gereği insanlar farklı kabiliyette yaratılmışlardır. Bu yüzden realite tam eşitlik kabul etmez, tam eşitlik olsaydı beş parmağın beşi bir olması icab ederdi. Yaratılış kanunların gereği kimimiz daha akıllı, kimimiz daha güçlü, kimimiz daha zengin yaratılmışız.  Bakmayın siz Marksistlerin öyle tam eşitlikten dem vurmalarına, bu ütopiktir, bu ütopik görüşün hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.  Düşünsenize tüm toplumu işçi kategorisine tabii tutmak hangi akıl ve mantığa sığar ki, akla ziyan bir görüş olduğu muhakkak. İnsanlık ilk yaratılışından bu güne kabiliyetleri veya liyakatleri ölçüsünce toplumda yerini almış hep, tarihte hiçbir zaman tam eşit ya da tek düze toplum modeli sahne almamıştır.  İlla eşitlikten söz edilecekse, öncelikle insanın rengine biçimine bakmaksızın herkese imkân ve fırsat eşitliği tanıyan bir eşitlikten söz etmek daha akla ve vicdana sığacak tavır olur. Hiç kuşkusuz Yüce Allah’ın kullarını farklı kabiliyetlerde ve fıtratlarda yaratmış olması,  doğan her insana imkân ve fırsat eşitliği vermeye yönelik bir yaratılıştır. Değim yerindeyse hizmette yarışa yönelik yaratılış kodlamasıdır(fıtrattır). Asla kodlamalarda eksiklik söz konusu değil, eksiklik varsa bizlerde var, Allah'ın lütfettiği nimetleri imkân ve fırsata dönüştürememe eksikliğidir bu. Yani, doğuştan bize bahşedilen liyakat kodlarını geliştiremeyişimiz eksikliktir.
           Peki, bunca eksikliklerimiz ortadayken insanların hissiyatlarını harekete geçirip ucuz hamaset kokan sözde eşitlikten dem vuranlara ne demeli.  Bakın onların pozitif bilim yuvaları addettikleri üniversitelerde bile insan kaynakları, halkla ilişkiler, iletişim gibi dersler eşit toplum oluşturmaya yönelik okutulmuyor, tam aksine insan kabiliyetlerini ortaya çıkarmaya yönelik okutulmakta.  Şayet farklılıklara itiraz edilecekse bu itiraz öncelikle pozitif addettikleri bilimler olmalıydı. Bu ne yaman çelişkidir ki; itirazları hep ilahi kaynaklara olmuştur. Onlar itiraz ede dursunlar mümine uyanık olmak düşer, bu yüzden mümin olana iç gözü kapalı ideolojiler rehber olamaz. Evet, mümin feraset sahibidir. Bakın Allah Resulü iç gözü kapalı maddenin esiri olmuş çevreleri bu hususta; “Müminin ferasetinden sakının” beyanıyla uyarmış ta. İşte bu feraset sayesinde insan kaynakları, halkla ilişkiler, kişisel gelişim, iletişim gibi ders kitaplarında yer alan insan yeteneklerini keşfetmeye yönelik öğretilerin yaratılış kodlarına ters düşmediğini idrak ederiz. Dahası üniversitelerde okutulan bu dersler insan kabiliyetlerini ortaya çıkarmak için vardır. Belki komünistler rahatsız olacaklar ama gerçeği söylemekte fayda var; bu okutulan ders müfredatı tam eşitliğin ‘eşitsizlik’ olduğunu dile getiren derslerdir. Onlar farketmesede biz ferasetimizle farklılıkların zenginlik olduğunu çoktan fark ettik bile. Kaldı ki Allah’ın mülkünü eşitlemeye kalkışmak kimin haddine.  Yine bir kez daha söylemekte fayda var; İslam’da mutlak mülk Allah’ındır, insanların sahip oldukları mülk sadece emanete sahip çıkma anlamında bir mülktür. Edindiğimiz malların emanet olduğu o kadar net ki, öldüğümüzde kara toprağa götüremiyoruz. Sonuçta dünya malı dünyada kalmaktadır. Hatta dünyanın kendisi de bir emanet mülk, kıyamet koptuğunda bu mülkte son bulacak. Böylece dünya fani, ahret beka yurdu gerçeğini ve gerçek mülk sahibinin Allah olduğunu idrak etmiş olacağız.  Evet, beşeri planda edinilen mülk sadece gölge mesabesinde bir mülktür, baki olan Allah'tır. Öyle ki, Allah (c.c)  mülkünden devlete, özel sektöre ve bireylere istifade hakkı vermiştir. Ancak unutmamamız gereken bir husus var ki, mülk üzerinde istifade savurganca kullanılsın diye verilmiş değildir, bilakis mülkün hakkını yerine getirmek için verilmiş bir ihsandır. Yeter ki Allah’ın hakkı yerine getirilsin,  bu mülk miras yoluyla nesilden nesile aktarılır da. Nitekim miras hakkı mülkün devam ettirilmesine yönelik bir haktır. Meşru miras malına sahip çıkmak bir anlamda gerçek mülk sahibi Allah tarafından verilen emanete sahip çıkmak demektir.         
           Şu da muhakkak, dinimizde kamu yararını ihlal etmemek kaydıyla özel mülkiyet edinme hakkı caizdir.  Keza devlet mülkiyeti de öyledir, ancak devletten kendi mülkü üzerinde yürüteceği tüm iktisadi faaliyetlerde tebaanın hayrını gözetmek şartı aranır, sonuçta devlet halkı için vardır. Anlaşılan o ki;  ister devlet, ister birey, ister özel sektör olsun fark etmez tüm sektörler helal daire içerisinde yürütecekleri tüm ekonomik faaliyetler hiçbir şekilde engellenmez, hatta helal kazanç kapıları ardına kadar açılır da. İslam’da asla kapitalizmde olduğu gibi sınırsız kazanç ve ihtiraslar kabul görmez.  Nitekim İslam’da zekât müessesesi sadece fakirlere yardım etmek ya da malın kirini temizlemeye yönelik bir vecibe değil,  bunun yanı sıra tekelci oluşumlara, sınırsız kazanç ve ihtiraslara son vermeye yönelikte bir dini vecibedir.  Böylece çok yönlü zekât müessesesi sayesinde zenginin malında fakirinde hakkı olduğunu,  kirlenen malın ancak zekâtla temizleneceğini ve sosyal adaletin sağlanmasında zekâtın denge denge unsuru bir ibadet olduğunu fark ederiz.  Kelimenin tam anlamıyla zekât, hem dini bir vecibe, hem ekonomik faaliyet, hem de sosyal adalet müessesesidir.
          Peki ya faiz! Malum, zekâtın tam zıddı bir aksiyondur, yani ekonomik sosyal huzursuzluğun baş çıbanıdır. Bu yüzden Allah (c.c)  kullarına ticareti helal, faizi haram kılmakla sosyo ekonomik hayatı bu ölçüye göre tanzim etmelerini emretmiştir.  Dahası paradan para kazanmayı haram kılmakla kullarını üretime ve yatırıma teşvik etmiştir.  Madem öyle, faiz sistemi için kula kul olmanın adı dersek yeridir. Malum faiz sistemi, girişimcinin yatırım duygusunu körelttiği gibi, bedavadan para kazanmaya alışmış bir takım rant çevrelerin tekelleşmesini, kartelleşmesini, holdingleşmesini, tröstleşmesini sağlamaktadır. Bu yüzden İslam da sadece toplumun tebaanın hayrına olacak girişimlere destek vardır. Zira “halka hizmet hakka hizmettir”  sözü bu maksat içindir. İslam’da tekelleşme, kara para, ihtikâr, karaborsa ve faiz gibi birçok toplum dengesini sarsacak ekonomik faaliyetlere geçit verilmediği gibi yasak kapsamında değerlendirilir.    İslam’da ne 'bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler'  başıboş mantığını ilke edinmiş kapitalist modele, ne devleti putlaştıran faşist modele,  ne de birey mülkiyetini yok sayan komünist modele geçit vardır. İslam’ın duruşu gayet açık ve net; ister devlet sektörü,  ister toplum sektörü, ister özel sektör, isterse birey tek başına ekonomik faaliyet yürütüyor olsun tüm sektörler ilahi hükümlerin mana ve ruhuna sadık oldukları sürece kabül görürler. Yeter ki gerçek mülk sahibinin Allah olduğu bilinciyle üretim yapılsın tüm sektörler baş tacı edilir de. Düşünsenize “ben siftah yaptım, diğer alışverişi de yan komşumdan al” diyen bir anlayışın hâkim olduğu bir ekonomi modelinin hayata geçtiğini, elbette böyle bir modelde topyekûn suni putların hegemonyasından kurtulmak vardır, hepimiz kardeş oluruz da. Ve Allah’a (c.c) kul olmakla gerçek hürriyete kavuşuruz da. Zaten tüm insanlığa kardeşlik nasıldır duygusunu öğretip yaşatan sadece İslam’dır. İslamiyet dairesine katılan her insan İslami öğretiler sayesinde aynı atadan, yani Âdem (a.s.) ve Havva’dan geldiğinin idrakiyle kardeşlik bilincine varır da. Hatta bilinçle yetinmez; zengin, yoksul, halife, çoban vs. her kesim aynı safta omuz omuza namaza durur da. Bilhassa İslami atmosferin remzi diyebileceğimiz Ramazan hilali zengin ve fakiri aynı sofrada buluşturan bir iftar çadırı vazifesi görürken Kâbe’de dünyadaki tüm Müslümanlara etrafında çokluğu birlikte buluşturan kutsal mekân görevi ifa eder bile. İşte bu ve buna benzer örneklerden hareketle İslamiyet için; halifeyi dilenciye eşit kılan bir sistemin adıdır deriz. Hakeza, üstünlük ne zenginlikte, ne fiziki güzellikte, ne makamda, ne de mevkide,  üstünlük Peygamberimizin (s.a.v)  beyan buyurduğu takva hakikatinde gizlidir deriz. Maalesef takva gerçeğinden bihaber beşeri sistemler insanı birkaç patrona,  putlaştırılmış devlete,  politbüro üyelerin kontrolünde topluma kurban etmekte hiçbir sakınca görmemekteler. Nasıl bir vicdansa tekelcilik, kara borsa, faiz gibi faaliyetler özgürlük kılıfı altında meşru gösterilip insanların kanı emilme pahasına sömürülür de. İşte bu içimizi sızlatan tablolara bir bir şahit oldukça Müslüman olmak ne büyük nimetmiş demekten kendimizi alamayız. Nitekim müminler İslami bilinçle insanı Allah’ın mukaddes emaneti olarak gördüklerinden dünyanın neresinde insana yönelik zulüm ve sömürü varsa tahammül gösteremez, sabrı taştığında tepkisini ortaya koyar da. Kaldı ki Müslümanlar bu insani hassasiyetlerini yitirmeksizin gerçek mülk sahibinin Allah olduğu bilinciyle hareket ettikleri müddetçe hâkimi mutlak para anlayışı bu topraklarda yer bulamayacaktır. Mümin olan şunu iyi bilir ki;  bireyin,  kurumların,  toplumlar ve devletlerin edindiği mülk emanet mülktür, geçicidir. Bu yüzden bu ulvi yolda geçici olana talip olunmaz,  daha çok baki olana talip olunur.
        Devlet başkanının idari mekanizmanın en tepe noktasında bulunuyor olması demek onun ‘astığım astık, kestiğim kestik’ manasında bir başkanlık değildir.  Ulu’l-emr’de olsa, ilahi hükümlere riayet etmekle mükelleftir.  Kaldı ki  “Güç benimse kanunda benim” anlayışı orta çağ zihniyeti bir sığ düşüncedir.
         Peki, ya tebaa!  Malum,  tebaa da idare edilen konumda olması hasebiyle yöneticisine itaat etmekle mükelleftir.  Yeter ki, Ulu’l-emr Allah ve Resulünün yolu üzere hareket etsin bu itaat vacip olur da. Nitekim Hz. Ebubekir Sıddık’ın (r.a.): “Allah’a ve Peygamberine itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Onların yolundan ayrılırsam sizden baş eğmenizi istemeye hakkım yoktur” diye beyan buyurması bunu teyit ediyor. Ancak söz konusu günümüz dünyası olunca geldiğimiz noktada hem idarecilerde hem de tebaada Allah ve Resulü hakikatlerine bağlılıkta aşınmalar (yozlaşmalar) söz konusu olduğundan itaat edenle itaat arasında nasıl bir tavır takınılacağı hususunda doğrusu şaşkınız.  Değneğin her iki ucu da kirli dersek yeridir. Öyle ki, her iki tarafta da maddi ihtiraslar, sorumsuzluk, gösteriş varı tutkular vs. zirve yapmış durumda.  Maalesef manevi sefalet çağımızın içinden çıkamadığı kronik bir hastalıktır. Tüketim çılgınlığı almış başını gidiyor,  her geçen gün etrafımızı saran bir alev olmaya devam ediyor da. Ah şöyle bir titreyip kendimize bir dönebilsek vahşi kapitalizmin içimize attığı tüketim çılgınlığından kurtulmak an meselesidir. Bunun için öncelikle Kur’an’ın çağrısına icabet etmemiz lazım gelir. Bakın Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de: “Ey İnsanlar! Yerdeki şeylerden, helal ve temiz olmak şartıyla, yeyin...”  beyanı tüketim çılgınlığına kapılmamaya yönelik bir çağrıdır. İşte bu çağrıdan hareketle İslam’da özel mülkiyete yer var, ama bu izin belirli kaide ve kurallara bağlanmıştır. Şöyle ki;
      —Malın üretiminde üretici neyi satabiliyorsa onu üretme esasına dikkat edilmesi,
      — Kazanılan malın nisap miktarını aşmışsa zekâtını ödeme şartı,
      —Kamu yararının gözetilmesi,
      — Kazanılan malın helal yoldan kazanma şartı,
      — Kullanılan mülkün israf edilmemesi,
      —Miras hukukuna riayet edilmesi gibi bir dizi kurallar getirilmiştir. Elbette ki bu kuralları yerine getiren özel sektör baş tacı edilir de. Bakın Peygamberimiz (s.a.v.) bu hususta: “Kimseye ait olmayan bir toprağı elde eden bir kişi, üç yıl mülkiyetinde kıldığı halde onu uygun olarak işlememişse mülkiyet hakkını yitirecektir” beyan buyurmuştur. İşte görüyorsunuz Peygamberimiz (s.a.v.)  tüm insanlığa ekonomik kayıpların önüne geçmenin mesajını verirken, vahşi kapitalist modelden beslenip mülkü tekeline geçiren burjuva patronları ise kendilerini malın tanrısı gibi görüyorlar. Onlar kendilerini ilah sana dursunlar bakın İslamiyet’te servetin bütün toplum kesimlerine yayılması esastır.  Nitekim Kur’an-ı Muciz'ül Beyan: “Tâ ki o mallar, yalnız zenginler arasında dolaşır olmasın” beyan buyurmakta. Evet, bu ayette sermayenin tekelleşmesine izin verilmeyip servetin tabana yayılması vurgusu vardır.  Hatta İslam’da tekelleşmenin önüne geçmek için de ayrıca gelir getiren makine, banknot,  çek, ticari gelir, kira vs. hepsi zekâta tabi tutulur.   Böylece zekâtla birlikte toplum refahı sağlanır. Zira mal, sadece seçkin zümreye tahsis edilmiş bir eder (getiri) değildir, unutmayalım ki o malda tüm tüyü bitmemiş yetimlerinde hakkı vardır. Dahası dinimiz emek sermaye ilişkisinin denge içerisinde yürütülmesini murad etmektedir. Yani, ne sermayenin emeği egemenlik altına almasını, ne de sermayenin ortadan kalkmasını onaylar. Bilakis herkesimin imkân ve kabiliyetleri ölçüsünce ekonomik katılımını öngörür. Hatta Peygamberimizin  “İşçinin alın teri kurumadan hakkını veriniz” beyanı işçi işveren arasında buzları eriten bir ferman olmanın ötesinde emek sermaye arasında dengeyi sağlamaya yönelik bir hadistir.  Hakeza    “En iyi kazanç, işine özen gösteren ve işverene saygı ile bakan işçinin elde ettiğidir”  hadisi- şerifi de bu meyanda söylenilmiş bir beyandır.
        İslam’da değil insana,  üretim araçlarına da bir başka açıdan değer verilir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, İslam’da eşyanın bile hukuku var. Aynen öyle de İslam’da üretim araçlarının atıl bırakılması hoş karşılanmaz. Tam bir çevre duyarlılığıyla tabiatı çöp yığınına döndürülmesine müsaade edilmez. İşlenmiş maddeden arta kalan artık maddede olsa ekonomiye kazandırılması esastır. Kâinatta her ne yaratılmışsa, biliniz ki her yaratılan çöp değildir, mutlaka fayda yönü vardır. Dolayısıyla artık maddeleri çöp diye atıp çevreyi kirletemeyiz, değerlendirilmesi gerekmektedir, bu gübre olur,  enerji olur, ekmek paparası olur, şu olur, bu olur mutlaka verim ekonomisine dönüşmesi lazım gelir. Hakeza insan kaynakları da öyledir.  İnsanların liyakatleri ölçüsünce değerlendirilip kabiliyetlerinin açığa çıkarılması gerekir. Zaten  “İşi ehline veriniz” ölçüsü bunun içindir. Aksi takdirde işin ehli olan insanları kendi ellerimizle toprağa gömmüş oluruz, ya da beyin göçü denen hadiseyle yaban ellere teslim etmiş oluruz.
        Gerçekten verim ekonomisine ihtiyaç hissediyorsak, sadece yatırımlara hız kazandırmak yetmez bunun yanı sıra faizsiz bir sisteme de ihtiyaç vardır. Faizin olmadığı bir ekonomi modelinde iş, ekmek, adalet birlikteliği gerçekleşir de.  Hiç kuşkusuz  “Allah (c.c) ticareti helâl, faizi haram kıldı” ilahi düsturu bunun için vardır. Hatta İslam’da manevi değerlere kayıtsız kalmamak kaydıyla sivil katılımcı modele uygun ticari ortaklık, kooperatifçilik gibi tüm girişimler meşru addedilir de. Dahası vahşi rekabete fırsat vermeksizin hizmette yarışı esas alan serbest piyasa ekonomi modelini de kendimize yakın buluruz.  Kelimenin tam anlamıyla ister adına karma ekonomi, ister devlet ekonomisi, isterse serbest piyasa ekonomisi denilsin halka zulmedip sömürmedikçe, insanı eşyanın kölesi yapmadıkça, karaborsa ve faize bulaşılmadıkça tüm modellere kapımızı açarız da. Elbette ki, ihracat ve ithalat uygulamaları da buna dâhildir.  Çünkü etik olan her ne varsa İslam’ın kabulüdür.  Yeter ki ekonomik modeller İslami kurallarla taban tabana zıt düşmesinler. Kaldı ki günümüzde öyle uygulamalar var ki, ilk kaynağı zaten biziz. Nasıl mı? İşte Hz. Ömer'in (r.a.) halifeliği döneminde Müslümanlarla ticaret yapan ülkelerden ilk gümrük vergisi alma uygulaması bunun tipik misalini teşkil eder.  Öyle ki, yeni uygulama olmasından olsa gerek bu dönemde Ebu Musa el Eş’ari (r.a) söz konusu ülkelerden vergi almaya kalkıştığında büyük bir dirençle karşılaşmış bile.  Tabii Ebu Musa el Eş’ari (r.a)  durum vaziyeti Hz. Ömer'e (r.a) bildirmek zorunda kalınca Hz. Ömer'de Müslümanlardan alınan vergiye karşılık gelen bir harcın harbilerden de alınması yönünde nihai karar alır da. Ve alınan kararla birlikte söz konusu gümrük harcı %10 olarak belirlenir. Derken sonraki uygulamalarda bu vergi Müslümanlardan %2,5,  gayrimüslimlerden %5 olarak belirlenip uygulanabilir kural hale gelir.  İşte görüyorsunuz gümrük uygulaması ya da gümrük vergisi uygulaması ilk kez Hz. Ömer (r.a.) devrine ait bir kural olarak karşımıza çıkmaktadır.
       Velhasıl; İslam’da hem maddi, hem de manevi temeller üzerine inşa edilmiş verim ekonomisi esastır. Asla israf ekonomisi faaliyetler İslam’da kabul görmez.

          Vesselam.


29 Eylül 2016 Perşembe

DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ VE İSLÂM


DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ VE İSLÂM                                                                 
                                                                                     
  SELİM GÜRBÜZER                                                                                    
           
                       Batının filozları, akıldan hareketle birbirinden ilginç sonuçlara varmışlardır. Bakın, J.J. Rousseau: “Tefekkür hali tabiata aykırı olup, insan soysuzlaşmış hayvandır” beyanında bulunurken, Montaigne ise; insan için hasta hayvan tanımlaması yapmıştır. Hakeza Marks’ta insanı proletarya sınıfının üyesi olarak kategorize edip kol ve kas gücünden ibaret görmüş. Derken her biri insanı adeta beygir gücünde hayvan ilan etmişlerdir.
            Anlaşılan akıldan hareket eden birtakım batı aydınları kendi aralarında anlaşmışçasına koro halde insanı; hayvanın seviyesine indirmekte yarışmayı marifet sanmışlardır. Yine de haksızlık etmeyelim Avrupa’da Henry Linck, Alexis Carrel gibi müspet düşünen aydınlar da var.  Nitekim Henry Linck “Dine dönüş çağrısı” yapmış bir aydındır. Hakeza Dr. A. Carrel ise insanlara “Uyanın çağrısı” yapıp hürriyete davet etmeyi ihmal etmeyen bir bilge aydın.  Peki ya bizimkiler?  Malum, İslâm tâ baştan insanı “Eşref-i mahlûkat” ilan etmiş olması hasebiyle bu hususta Mevlana ve Yunus bizim en güzide mütefekkirlerimize misal teşkil ederler. Zaten onların “Ne olursan ol yine gel” ve “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” çağrısı sayesinde insanlık gerçek hürriyetin ne demek olduğunu kavrar hale gelebiliyor.
          Besbelli ki, bir takım filozoflar beşeriyete hayvan gözüyle bakmakta ısrarlılar.  Yetmedi ahlâksızlığı, özgürlük diye takdim ediyorlar. Oysa ahlaktan mahrum hürriyet, hürriyet değil düpedüz nefsin azıya alınmasına yönelik bir hürriyet tanımıdır. Maalesef bazı aklı evveller toplumca kabul görmüş etik kuralların tarih boyunca değişmeksizin geleceğe uzandığını bilmedikleri için habire özgürlüğün sınırsız olduğundan dem vururlar. Hadi bundan vazgeçtik diyelim, bide bize küçümser edayla ‘neymiş o değişmeyen normlar’ diye sual etmezler mi. Tabii ki bu suale kayıtsız kalamayız. Onlar için her daim verilecek cevabımız var elbet. Ve cevaben; “Hiç kuşkusuz bizim değişmeyen normlarımız toplumun temel dinamiklerini oluşturan iffet, namus, ahlak, inanç gibi değerlerdir. Bu yüzden sınırsız özgürlük bizim için mukaddes değerlerin içini boşaltmaktan başka hiçbir bir anlam ifade etmeyen bir maskeli balondur”  deriz.
           Evet,  Batı aklın egemenliğini kurdu da ne oldu,  bu sefer de inanç aklın kölesi oluverdi.  Tâ ki ruh susuz kalmaya başladı, işte o zaman kölelikten daha vahim bir sonuçla karşı karşıya kaldıklarının farkına vardılar.  Ve tekrardan sil baştan arayışa koyuldular. Gerçekten de düşünce ve ruhunu esir eden her kim olursa olsun şahsiyetinden eser kalmayacağı muhakkak. Bakın, İslâmiyet’te insan Allah’a “abd” olmakla özgür bir kimliğe kavuşmakta.  Hatta bu kimlik sayesinde kâinata meydanda okuyabiliyor. Bir başka ifadeyle iman insanı sultan ettiği gibi zulme karşı baş kaldırır da.  İyi ki de bizi özgür kılan bir dine mensupmuşuz,  aksi halde salt akılla eşyanın kölesi olacaktık. Anlaşılan o ki,  hakikate ulaşmak vahye teslimiyetten geçmekte.  Bundan öte vahyin soluğu insanı bir kelebek misali Mutlak hürriyete kanatlandırır da. Nasıl kanatlandırmasın ki, şu fani dünyada her şey değişir ama değişmeyen ve eskimeyen tek şey vahiydir. İşte bir kısım aydınların İslâm’da felsefe yoktur demesi vahyin her şeyi kuşatmasından dolayıdır.  Aslında bu tespit doğru bir tespittir. Buna rağmen illa da felsefeden söz edilecekse Müslüman’ın felsefesi bellidir, o da Allah ve Resulünün hakikatleridir. Madem vahiy her şeyi kuşatmış durumda o halde felsefeyle oyalanıp boşuna bir ömrü törpülemeye gerek yok diyebiliriz. Kaldı ki birçok tabuların kökeni de felsefeye dayanmakta. Hakeza ideolojilerde öyledir. Neyse ki tarihi süreçte bize dayatılan felsefe, ideoloji ve tabular eski hızını kaybetmiş gözüküyor. Hatta artık düşünceyi mahkûm etme döngüsü miadını tamamlamış diyebiliriz. Gönül isterdi ki her bir tabunun düşünce hürriyetinin önünde çok büyük engel olduğu gerçeği çok önceden fark edilebilseydi. Zaten erken fark edilmiş olsaydı bu gün gelinen aşama çok daha farklı olacaktı.  Maalesef her şeye angaje olmak ya da tabulara mahkûm kalmak özgür düşüncenin gelişmesini geciktirmiştir.  Zaten Cemil Meriç; “Tabular, tabular, tabular her adımda şuura dur emrini veren jandarma neferleridir” derken bu gerçeğe parmak basmak istemiştir. Belli ki tarihi süreç hem tabu inşa etme, hem de tabu yıkma serüveniyle geçmiş.  Hele tarihin derinliklerine şöyle indiğimizde Sokrat’ın düşüncesinden dolayı ölüme mahkûm edildiğini görürüz.  Ölüme mahkûm edildi de ne oldu,  sonuçta bugün o düşüncesiyle yaşıyor ya, bu yetmez mi.  Tabular birer birer yıkıldıkça insanoğlu kendini çok daha hür hissedecek gibi. Gerçekten de statükocu zihniyetin bireyi ya da kurumları tabulaştırma yönündeki girişimleri özgürlüklerin hayat bulmasını engellediği gibi, bu arada toplumun inanç değerleri de bundan nasibini alıp çok büyük yara alabiliyor.  Hele toplumlar alternatifsiz kalmaya görsün,   bir bakmışsın resmi tarih, resmi ideoloji herkesimin başucu kılavuzu olabiliyor. Öyle ki, toplum bu tek tip görüşlere mahkûm kalır da.  Zavallı toplum bu durumda ne yapabilir ki, bir kere eline tutuşturmuşlar al oku diye,  o an başkaldırsa başına bin bir türlü dert açacağını biliyor, en iyisi mi susup şartların lehine dönüşeceği aydınlık günleri beklemekte çareyi arar. Zaten bir fikir toplum vicdanında kabul görmüyorsa anlayın ki o fikir, fikir değil tabudur. İşte bu noktada diyoruz ki; gerçek demokrasi fikir özgürlüğüne kota koymamaktan geçer. Kaldı ki fikirlerin serbestçe konuşulmasından endişe duyulması, ya da düşünceye karşı kota konulması hürriyetsizlik doğurmaktadır. Belli ki topluma dayatılan tek tip düşünceler katılımcı demokrasiye geçişte büyük sıkıntılara yol açmakta. Hatta bu tür dayatmalar geleceğimizi karartmaktadır. Artık tek tip düşünceyle yol alınamayacağını çok tip düşünceyle özgür ortamların yeşerebileceğini ve gelişebileceğini anlamamız gerekiyor. Bilindiği üzere Resûlullah (s.a.v.) insanlığa Medine sözleşmesiyle, farklı düşünce ve farklı kimliklere sahip topluluklarla beraber nasıl yaşanabileceğinin formülünü bizatihi kendi hayatında yaşayarak göstermiştir. Şöyle ki; Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’de gayri Müslimlerle bir arada yaşama ahdini gerçekleştirdiği zaman, Müslümanlar sayıca %10’a tekabül ediyordu. Müslümanlar bu durumda, diğer topluluklara nazaran azınlık sayılırdı. İşte bu nokta da Resûlüllah (s.a.v.) azınlık durumunda iken çoğunluğun yanında nasıl yaşanılır, nasıl beşeri münasebetler kurulabileceğinin metotlarını Medine Vesikasıyla ispatlamış bile. Hakeza Mekke’nin fethi gerçekleştiğinde ise yüzde yüz Müslümanların hâkim olduğu iklim doğmuştur. Derken Peygamberimiz (s.a.v.) bu kez inananların kendi aralarında kardeşçe nasıl hayatlarını idare edilebileceklerinin metot ve uygulamalarını vahiy ışığında tatbik etmiştir. Kelimenin tam anlamıyla temsil noktasında Mekke yüzde yüz Müslümanların, Medine ise yüzde doksan farklı kimliklere sahip topluluklarla nasıl bir arada bulunmanın veya onlarla nasıl bir arada yaşanabileceğinin bir göstergesidir. O halde bu gerçeklerden hareketle günümüzde var olan birçok çeşitliliği sosyal hayata ve siyasete yansıtmaktan korkmamak gerekiyor. Burada dikkat edilmesi gereken husus bütünü karşıt hale getirmeden bir arada karşılıklı saygı çerçevesinde yaşayabilme ortamını hazırlamayı başarabilmektir. Buna mecburuz da. Aksi takdirde dünyaya tek pencereden bakıp tekelci görüşlerin etkisinde kalmakla asıl o zaman kendi kendimizi “Sevr”e mahkûm etmiş oluruz. Dahası totaliter zihniyetin ekmeğine yağ sürüp değirmenine su taşımış oluruz da.  Malum totaliter rejimlerin çoğulcu fikirlere özgürlük tanınmadığı artık bir sır değil,  değim yerindeyse onların genlerinde yasak koyma geni her daim mevcut,  bu hastalıklı genin kökü kazınmaz da. Madem öyle,  bari onların değirmenine su taşımaktan uzak kalalım,  uzak kalmak bile gerçek hürriyet yolu mücadelesine faydalı bir hizmet olacaktır.
         Bakın, Allah (c.c.); “Dillerinizin ve renklerinizin farklı olması Allah’ın ayetlerinden” (Er-Rum 22) buyurmakta. Görüyorsunuz ferman yücelerden gelmekte, o halde Kur'an ışığında farklılıkları zenginlik olarak addetmeli. Nasıl addetmeyelim ki,  bu ayetin ışığında tek hakikat benimkidir duygusundan kurtulmamız istenmekte. Bu sayede kendi dışımızdaki insanlarla empati kurarız da. Şurası muhakkak; İslâmiyet’in özgürlüklerle problemi yoktur, nasıl problem olsun ki, yüce dinimiz fikir hürriyetini irşâd vasıtası olarak görür. Bu yüzden gerçek özgürlük insan şahsiyetinin güçlenmesinde en etken unsur olur da. 
            Bir olmak, iri olmak ve diri olmak özgürlüğün kazandırdığı güzel hasletlerdir. Zaten birlikte olmak farklılıkların bir araya geldiği bir bütünlük demek. Dolayısıyla sosyal hayatta farklı düşüncelerin varlığını sürdürebilirlik gayretini gayet tabii bir faaliyet olarak görmek gerekir. Ancak bu tabii gayret içerisinde çoğunluğun azınlığa ya da tam tersi azınlığın çoğunluğa karşı tahakküm edip fikir dayatmaya kalkıştığında iş değişir, o zaman orada ne fikir özgürlüğünden ne de demokrasiden bahsedilebilir. Hürriyet ortamını kendi tabii mecrasında sağa sola yalpa yapmadan diri tutmak gerekir ki; aklı hür, vicdanı hür nesil doğabilsin. Aslında şimdiye kadar yaşanan sıkıntıların kaynağında gerçek hürriyetin toplumdan esirgenmesi yatmaktadır.  Her ne kadar bazen topluma hürriyetin ucu gösterilmiş dönemlere denk gelsek te ne işe yarar ki, hemen saman alevi gibi yanıp sönmüştür.  Demek ki problem özgürlükte değil, problem devletin birey karşısında kendini korumaya almasında, yani bireyin devlet karşısında güçsüz konuma düşürülmesinde. İşte bu yüzden Medine Vesikasında verilen mesajı iyi anlamak gerekir. Bakın Osmanlı bu mesajı iyi anlamış olduğu o kadar belli ki, farklı kimlikteki toplulukları 600 sene kardeşçe idare edebilmiştir.  Amerika’da ilk kuruluşunda Osmanlı uygulamalarını rehber edinmiştir. Malum ABD ile Osmanlı aynı kaderi paylaşan iki süper güç devletlerdir. Nitekim bugün Amerika tıpkı Osmanlıda olduğu gibi bağrında 167 din mensup yurttaşı taşımakta, bir o kadar da farklı dil ve lehçelere sahip toplulukları özgürlük meşalesiyle bir arada tutmaya çalışmaktadır. Ancak ABD özgürlükler noktasında Osmanlı’yı örnek almış almasına ama özgürlüğü kendi coğrafyası dışında ki ülkelerden esirgemiş durumdadır. ABD özgürlüğü kendi dışındaki ülkelerden esirgeye dursun,  bizim için asıl önem addeden Resûlullah’ın (s.a.v.) gerek Medine vesikası gerekse kusva adlı devesi üzerinde yaptığı âlemşümul insan hakları beyannamesinde yerini bulan o müthiş veda konuşmasıdır. Zaten Resulullah’ın insan haklarına yönelik özgürlük uygulamalarını rehber edinseydik etnik farklılıklar bizim için bölücülük olmayıp, bilakis zenginlik olacaktı. Elbette ki alt kimliklerin veya alt birimlerin tek başına millet olmadığını bizde biliyoruz, ama varlığını görmezden gelemeyiz.  Kimlik tanımaz kurallarla bir yere varılamayacağını ve tepeden inme dayatmacı yöntemlerin kitleler üzerinde hırçınlık etkisi yaptığını idrak etmekte fayda var. Fikirlere pranga vurmakla kim ne fayda gördü ki bizde görelim. Kaldı ki dışlanmak istenilen fikriyatı engellemekle etkisiz duruma gelmez, tam aksine yer altına çekilip örgütlenmeleri sağlanmış olur. Nasıl ki bir zamanlar farklı desenlerle ilmek ilmek işlenmiş Anadolu kilimi üzerinde bağdaş kurup bir olmuşsak,  pekâlâ farklı kimliklere sahip topluluklarla yeniden tekrar bir arada kardeşçe yaşayabiliriz. Madem kilim üzerindeki farklı desenler bütünlük arz ediyor, o halde aynı vatan sathında yaşayan farklı kimlik ve kültürlere sahip topluluklara öteki görmeye hakkımız olmasa gerektir, sonuçta hepimiz ben-i âdemiz, topraktan yaratıldık toprağa gideceğiz. Bakın toprak, toprak olduğu halde her türlü insanı bağrına basmışken, pekâlâ bizde toprak ana gibi yediden yetmişe herkesi bağrımıza basabiliriz. Bir kez daha söylemekte fayda var; farklılıklar asla bölücülük değil, bilakis zenginliktir. Başkalarını cennetlik görmedikçe, kendimizi cehennemlik endişesi kaplayacağı kuşku götürmez. Hakeza başkalarını cehennemlik görmekte, kinimizin ve öfkemizin dışa yansıması anlamına gelecektir. Bu yüzden İslâm tasavvufunda, “Her geceyi Kadir bil, her gördüğünü Hızır bil” düsturu esastır. Başkalarını cehennemlik görmek düşüncesi kararmış bir ruhun yansıması olup hürriyetsizlik doğurmaktadır. Kaldı ki; insanları Hızır olarak algılamakla insan şahsiyetinden değer kaybetmez, tam aksine yücelip kelebek misali ötelere kanatlanmaya vesile olur da. Hatta Hızır algıladığımız kişilerden biri Hızır çıkarsa çokta faydasını görürüz. Hani, Arifler der ya; “Veliyi görende Velidir.”  İşte bu güzel veciz söz, müjde niteliğinde olup etrafa, çevreye ve Allah dostlarına hüsnü bakışın velayete sebep teşkil edeceğinin bir işaretidir. Belli ki, batının sözde hümanistleri bizim bitmez tükenmek bilmeyen sevgi dolu kaynaklarımızdan alması gereken birçok insanlık dersi var elbet. Ne var ki, hala Batı başkaları cehennemliktir düşüncesinden vazgeçmiş değil. Şayet bu tip maraz düşünceler rafa kaldırılmazsa biliniz ki Marksist ideoloji gibi totaliter düşünceler başkalarının öldürülmesinde hayat bulmaya devam edecek demektir. Malum, bir zamanlar Türkiye’de Marksist öğretilerden yola çıkan solcu gençler düşüncelerini namlularının üzerine kurup  ‘Devrim kanla yazılır’ sloganıyla mesajlarını dillendirmişler. Tabii Müslümanların metodolojisi böyle değil. Müminler vahyin ışığında en son rahmet Peygamberinden aldıkları feyizle “Başkalarını cennetlik görmedikçe, kendimizi cennetlik göremeyiz” düşüncesini ilke edinmişlerdir. Bu yüzden diyoruz ki, bütün insanlığın İslâm’a ihtiyacı vardır. İnsan sadece İslâmiyet’te eşrefi mahlûkattır, yani yaratılmışların en üstünüdür. İşte Mevlana’nın Kur’an ışığında insanlığa yaptığı; ‘Ne olursan ol Yine gel’ çağrısı bunun en tipik misalidir.  Gerçek manada hümanizm de budur zaten.
                                  
                                  
              BUHRANLARIN VE TEZATLARIN ÇOCUĞU BATI DÜŞÜNCESİ
                                  
            Hz. Mevlâna mesnevide özetle şöyle der: “Düşünce kınanmaz (muafaze edilmez). İnsan içi hürriyet âlemidir. Düşünceler latiftir, onlar hüküm olunamaz: “Biz görünene hükmederiz, sırları ancak Allah bilir” (hadis) buyrulmuştur. Düşünceler, içimizde oldukça adları sanları ve alametleri yoktur. Bu yüzden de onların ne kâfirlikleri ne de Müslümanlıkları hakkında hüküm verilmez. Hiçbir kadı var mıdır ki?
            —Sen içinden böyle geçirdin (yahut) gel, içinden böyle düşünmediğine yemin et desin.
            Diyemez. Çünkü kimsenin içine hükmedilemez. Düşünceler havadaki kuşlar gibidir. Cümle, ibare ve söz haline geldiği andan itibaren iyiliğine ve kötülüğüne hüküm olunabilir.
            Allah (c.c.) ise bütün âlemlerin fevkindedir ve ne içte ne de dıştadır. Hintli, Kıpçak, Anadolu ve Habeş hepsi de mezarlarında bir halde ve aynı renktedirler.
            “En güzel şekil olan insan şekli arştan da üstündür, düşünceye de sığmaz.” (Bkz. Mesnevi, C.1)
            Gerçekten de Mevlâna hürriyeti çok güzel ifade etmiş,  Mesnevi adeta insanlığa hürriyet dersi verip insanın iç dünyasını hürriyet âlemi olarak ilan etmiştir. Bundan da öte düşüncenin kınanmayacağını vurguluyor. Ancak, düşüncelerin kelime, cümle, söz, yazı haline geldiğinde hakkında yorum yapılabileceğini belirtiyor. Ayrıca bütün etnik farklılıkların toprakla aynı renge bürüneceğini ve insan faktörünün düşüncenin de ötesine taştığını bildirip gerçek hümanizmi ortaya koymuştur. Maalesef batıda insanlık tükettiği kadar değer kazanıp bu tutum hümanist tavır olarak yutturulur. Hümanizm insancıl görünen kavramdan çok bir planın parçası gibi duruyor. Sanki tarih boyunca işledikleri cinayetleri örtbas için uydurulmuş yeni bir putun bir başka servis ediliş biçimidir. Batı, ilk önce aklın kuyruğuna takıldı, sonrasında aklın hâkimiyeti altında köle olunca kaybettiği ruhun yerini dolduracak bir meta aradı. Güya aradığını hümanizmde bulacağını sandı. Vahye inanmayanlar ister istemez bir suni din peşinde koşacaklardır, bu kaçınılmaz. Batı semavi dinden kopmaya devam ettiği sürece komünizm, faşizm, hümanizmde olduğu gibi birçok suni dinler icat etmekten geri kalmayacak gibi.  Şu bir gerçek; İslamiyet tek sönmeyen ışık olarak kıyamete kadar devam edecektir.
            Kur’an; düşünce, ışık, hatta ilahi musikidir. Böyle bir mukaddes kelamdan bütün insanlığın alacağı sonsuz bereket vardır. Doğrusu ruhunun susuzluğunu gidermek için Kur’an kelamına ihtiyaç vardır. Mukaddes kelam-ı kadim önce Hıra mağarasında “oku” ayetiyle yankılanmış, Mekke’de kıvılcım alıp oradan bütün Asya’ya yayılmıştır, şimdi de bütün dünyayı aydınlatıyor. Hiç kuşkusuz kıyamete kadarda tüm âlemi susuzluktan kurtaran engin kaynak olarak devam edecek te.  Nitekim İslâm, ırk ve inanç farkı gözetmeksizin bir arada nasıl yaşanabileceğinin formülünü asırlar öncesinden ilan etmiş bile. Hatta ilan etmekle kalmamış gönül sultanlarının feyziyle desteklemiş te. Malum o gönül sultanları Mevlana’ca “Ne olursan ol yine gel” çağrısı yapan gönül mimarlarıdır.  İşte bizim insana yaklaşımımızla batıda ki sözde hümanist (sözde insaniyetçi)  yaklaşım bu noktada ayrışır. Batı hümanizmi; kaba ve yapmacık olup, tüm düşüncesini dünyanın dörtte üçünü kirlettiği kölelik sistemi üzerine kurmuştur.  Biz ise insanlık sevgimizi  “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” ekseni üzerine inşa etmişiz.
           Vahyin soluğu, sevgilinin bakışlarında pırıltı, gönüllerde heyecan bulan karşılıksız sevgidir. İşte gerçek hümanizm budur. Doğu’yu batıdan ayıran en bariz fark sevgi selidir. Yani, sevgisiz akıl batının içine düşüp te çıkamadığı bir gayya kuyudur. Oysa sevgiyle yoğrulmamış akıl neye yarar ki?  Bakın doğuda cebir’in, batı da geometrinin filiz vermesindeki gizem meramımızı anlatmaya yeter artar da. Anlaşılan biz şekilden ziyade öze önem vermişiz.
         Osmanlı tefekkürde tek tipti. Dolayısıyla düşünceye ihtiyacı yoktu, Kur’an ve sünnet Devlet-i Aliye’ye fazlasıyla yetiyordu. Osmanlı yaptığını kaleme, yazıya dökmemiş, ama teşkilatıyla, icraatıyla, fiiliyatıyla, medeniyetiyle düşüncesini ortaya koymuştur. Bir tür düşünce uygulaması göstermiştir. Osmanlı da düşünce adamına ancak sıkıntılı dönemlerde, ya da çöküş sürecinde ihtiyaç duymuştur.
       Osmanlı gevezeliği vakarına yakıştırmaz, daha çok kendine; “Ayinesi iştir, lafa bakılmaz”  düsturunu esas almıştır. Kelimenin tam anlamıyla Osmanlı, düşünce kabına sığmaz, düşüncenin ötesinde bir yerde bulunmayı yeğlemiştir. Keza insanlığa teorikten uzak pratik ahlâk dersi vermiştir. Onun için Osmanlı düşünceye mahkûm değildir. Hatta kullandığı argümanların hiçbiri düşünce taşımıyordu, sadece fikir ihtiva ediyordu. Zaten fikriyatı da zikrin gülü olarak değerlendirip irşat vasıtası olarak görmüş. Bu yüzden Cemil Meriç; “Düşünce, buhranların ve tezatların çocuğudur” deyip bu gerçeği gün yüzüne çıkarmıştır.  Avrupa, buhran ve tezat içerisinde geçirdiği dönemlerin girdabında telef olduğu içindir hem filozof yetiştirmiş, hem de felsefe üretmişlerdir. Ürettikçe de şüphe girdabından çıkamamışlardır. Doğu’da ise şüphecilikten pek eser görülmez. Peygamber nefesi ve kokusu doğu insanına fazlasıyla yetmiş artmış ta. Onun için bir tarihçi; “Peygamberler Asya’nın, yorumcular Avrupa'nındır” demiştir. Avrupa kesretten vahdete bir yol izleyemediğinden huzursuzdur. Doğu cenahında öyle değildir, gönül dünyasında vahdeti yaşamıştır hep. Nitekim Osmanlı’nın yükselişindeki sır vahdet iksirinde gizlidir. Batı filozoflarının hayatı incelendiğinde her birinin zıtlıklarla dolu ortamın ürettiği oyuncak çocuklar olduğu görülecektir. Onların kurdukları sistemler çelişkiler ağı üzerine kurulu olduğu içindir tüm insanlık ellerinde oyuncak misali har vurulup harman savrulmuşlardır. Felsefeleri adeta yalanlar zinciri ağıyla örülüdür. Çünkü her icat edilen felsefe bir öncekini yalanlayan düşünce biçiminde sahne almıştır. Böylece insanlık yalan ve uydurma reçetelerle dolandırılmıştır. Felsefe; belki aklı fethedebilir, ama gönlü asla fethedemez. Bir kere kalpler katılaşmış nasıl fethedebilir ki. Kalbi ancak vahyin soluğu fetheder. Bakın bir Yahudi örgütü olan Siyonizm’le ilintili B’nai B’rith tarikatı (İbranice ittifakın çocukları demek) kendisine güdümlü beyinleri habire köle yapmak için uğraş veriyor. Şöyle ki; bu örgüte girecek Yahudiler Tekris adı verilen bir törenle (masonluğa giriş) yemin ettirilerek daha ilk baştan beyin yıkamaya tabii tutulurlar. Derken tüm Yahudi organizasyonları bu tarikattan beslenip uluslararası arenada masonluğunda üstünde bir teşkilat olarak yerini alır. Ancak bu tür teşkilatlar gönül dünyasından bihaber hareket oldukları için tüm güç dayanakları Yahudi aklına göre şekillenmektedir. Yahudi aklı malum Kitab-ı mukaddesin dışında tamamen Yahudiliğin gizli bir geleneği diye ifade edilen Tradition Orale-Kabbala’dan başkası değildir. İşte görüyorsunuz bu dogmatik akıl birçok ülkede faili meçhul cinayetlerin planını yapıp insanlığı kana bulamakta.  Dahası akıl gönül deryasını idrak edemediği için sürekli kan dökmekten yana tavır almaktadır. Ama vahiy öyle değil, her şeyi kuşattığı gibi gönlü de yumuşatıp huzura erdirir. Maalesef vahyin soluğundan yoksun kuru mantık, bütünü kuşatamadığı için parça (cüz) halde debelenip durmaktadır. Kur’an aklı, düşünceyi fethetmekle kalmaz gönülleri de ihata eder. Dolayısıyla gerçek bilgeliğin marifet, vuslat ve aşk olduğunu Kur’an sayesinde idrak ederiz. Demek ki; kurtuluş kesret deryasından vahdete dalmakla mümkün olabiliyor. Madem öyle, huzuru vahdette aramalıdır.          
         İslâm düşüncesinin en büyük zaferi, değişmeyeni kavramasıdır. Batıda felsefe sürekli kısır bir döngü içerisinde dönüp durmaktadır. Denemedikleri bir şey kalmadı diyebiliriz. Denediler de ne oldu, bir türlü ideal olan hayat tarzına kavuşamadılar. Müslümanların denemeye ihtiyacı olmadığından İslâm tek başına değişmeyen hakikat güneşi olmuştur. Öyle ki, İslam bütün çağları kuşatan şemsi bir güneştir. İnsan, İslâmiyet’le Ahsen-i takvime (yaratılmışların üstünü) yükselirken, batının felsefe akımıyla da Esfel-i safiline (hayvandan da aşağı) inmiştir.
         Hayvan ruhu hayvani aşkla, insan ruhu ilahi aşkla dirilir. Allah aşkı var oluş sebebidir. İnsan kendi egosunda boğulmak için yaratılmamıştır,  Allah’a “abd” olmak için var olmuştur, Zaten gerçek hürriyete kavuşmak Mevla’ya abd olmaktan geçer.  Felsefeciler bugüne kadar bol bol ideoloji ürettiler de neyi hallettiler ki? Her üretilen ideoloji insanlığa barış ve huzur getiremediği gibi soluk aldıramadı da. Belli ki her ideolojinin yemişi kandır. Bizim yemişimiz ise İ’lay-ı kelimetullah için Nizam-ı âlem’dir, barış ve huzurdur. Batı inançtan boşalan yeri felsefe ve ideolojiyle doldurulmaya çalıştığı müddetçe dünyada daha çok kan akacak demektir. İdeolojiler bir vasıtalar bütünü olması gerekirken, günümüzde fikirleri, ülkeleri maşa ve alet olarak kullanan bir silah olmuştur adeta. Belki de insanlığın kurtuluşu insana deli gömlek giydirilmiş ideolojilerin tasallutundan kurtarmakla sağlanacaktır. Ne var ki, bütün izm’leri İslâm’ın yeniden medeniyet olarak doğma endişesi kapladığından kutlu doğum gecikebiliyor. Bir kere ideolojilerin metafiziği yok,  ellerine tutuşturulmuş bir sürü broşürlerle insanlığa ne verebilirler ki. Bu yüzden ideolojiler hakikatin tecelli etmemesi için güçlü direnç gösteriyorlar. Sadece direnç gösterseler gam yemeyiz, ideolocya ağlarını yalan üzerine sürdürme iradesi sergiliyorlar. Böylece yalan üzerine kurdukları sistemlerle dünyayı gözyaşına, kan gölüne çeviriyorlar. Hal vaziyet böyle olunca ister istemez ülkeleri insanlar yönetmiyor, ülke yönetimlerini darbeler ve namlular belirliyor. Peki, şu ideolojilerin peşine takılan sözde aydınlara ne demeli. Malum bu tip aydınlar ezberlediği nakaratları durmadan tekrarlamakla meşgullerdir. Kalemleri habire namlunun ucunda boy vermektedir.  Oysa evren çok sesli senfonidir. Sözde aydınların tek bildiği şey, kendi çalıp kendi dinlediği çalgıdır, Vahiyden bihaberlerdir!
       Düşünce tek tip olamaz, âlemşümuldur. Düşünce yerli olamaz, hem alınır hem verilir. Bizim düşünce algımız; vahiydir. Batı düşüncesinin felsefe üzerine kurulu olduğunu belirtmiştik. Batıda felsefe, doğuda ise aşk, sevgi, müzik ve ruha ait her şey var. İşte batı ve doğuyu birbirinden ayıran fark; doğunun fıtri olana talip olması, batının ise sonradan kazanılmış suni putları ölçü almasıdır. İlla da felsefe deniliyorsa,  bizim felsefemiz vahiy’dir. Batıda felsefe vardı da neyi halletti ki? Grek medeniyetinde düşünce gelişmiş, ama adalet hak getire gelişemedi, insanlık kan ağlıyor hala. Adalet ancak İslâmiyet’le mümkün, cahiliye dönemi katı kalpli Hz. Ömer’i adalet timsali yapan ruh bizatihi İslam’ın tılsımıdır.


            GELECEK İLİM VE TEFEKKÜRDEDİR

            Düşünce bütünü kucaklayabilirse bir anlam ifade eder. Bütünü kucaklayamayan fikirler düşünce olmaktan çıkıp zıvanalaşacaktır. Zira zırva tevil götürmez. Tek tip düşüncenin tek meşalesi gevezeliktir sadece. Düşünce, dünü yarına bağlayabiliyorsa İslâmiyet’in kabulü olacağı muhakkak.
            Bütünlükten mahrum düşünce sistemleri birbirini yalanlamakla sürekli ideoloji üretmişlerdir. Kaldı ki onlar karalama yoluyla hiçbir yere varılamayacağını idrak etmezler. Nasıl idrak etsinler ki,  batının nassı kuru akıl, ideoloji ve felsefe üzerine inşa edilmiş, İslâm’ın nassı ise Kur’an ve hadis üzerine bina edilmiştir. Aslında her ikisi de nass (prensip), ama Kur’an ve hadis bütünlük arz eder, yani dünü yarına bağlar, diğeri ise bütünden bihaberdir. Kelimenin tam anlamıyla batı düşünce sisteminin her biri ayrı bir ekol, köksüz ve gelenekten uzak görüşlerdir. Oysa yaşayan toplum; Kökü mazide olan atidir. Toplum bile bütünlük arz eder. Öyleyse, bütüncü fikirler topluma nakşedilmeli. Malum insanı hiçe sayan ideolojilerin varacağı menzil, insafsız avcıya hizmet eden durakta cirit atmak olacaktır.
            Batı, Hümanistlerden bahsederken Yunan metinlerini tercüme eden araştırmacılar olarak niteler. Dahası Rönesans’ını, hümanistler sayesinde gerçekleştirildiğinden dem vururlar. Elbette ki bunda doğruluk payı var olmasına var ama bir şey eksik, o da hümanistlerin söz konusu metinleri kimden aldıkları gerçeğidir. Bilindiği üzere Roma Yunan’ı mahvetmiş, barbarlar da Roma’yı yıkmış. Dolayısıyla hümanistler bu iki yıkılan Roma ve Yunan medeniyetine ulaştırıcı vesikaları Araplardan alıp ülkelerine taşımışlardır, şayet o kaynakları kendi ülkelerine taşımasalardı Rönesans gerçekleşip dal budak salamayacaktı. Aslında Rönesans bizim eserimiz olmalıydı.  Şöyle ki; Avrupa, orta çağında Rönesans’ını gerçekleştirirken, biz gelişme çağlarında orta çağımızı hazırlayıp inişe geçmişiz. Hatta batı, bizim klasiklerimizi tercüme edip dirilişini gerçekleştirirken, biz ise medeniyet bilincimize kaynak olan klasiklerimizi kütüphanenin tozlu raflarına kendi ellerimizle itivermişiz. Bir anlamda Avrupa’yı yeni fetihlere kanatlandıran El-Bruni, Harzemşahlar gibi nice dehalarımızın ortaya koydukları tercüme eserleridir. İşte batı bu klasikleri büyük bir aşkla okudu, okudukça da ufukları açıldı ve böylece gelişmenin merkezi oldular. Derken orta çağ zihniyetine tepki sonucu Rönesans doğmuştur. Böyle bir doğuş Grek-Romen-Hıristiyanlık sentezlemesini de beraberinde getirmiştir.
           Peki ya biz, malum bizim genlerimizde Avrupa özü yok, ama batıya göbekten yapışığız hâlâ. Bakın Japonlar, hiyeroglif alfabesini ve bir tür Şintoizm dinini değiştirmediler, ama bugün gelinen nokta itibariyle adından süper devlet olarak söz ettirebiliyorlar. Maalesef bizim yarı aydınlarımız batıyı tek örnek, tek rehber olarak görmeye devam ediyorlar habire. Onlar bir türlü Margaret Thatcher’in şu sözlerinden bile uyanmazlar. Bakın Thatcher; “Güttüğüm ekonomik politika tamamı ile Hıristiyan ilkelerine uygundur” diyor. Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere her medeniyet dine dayanarak ayakta duruyor. Bu yüzden yeniden kendine dönüş veya gelişmeye Rönesans (yeniden doğuş) diyoruz. Bu da yetmez yeniden Osmanlı ülküsünü hayata geçirmeli ve çaba sarf etmelidir. Nasıl ki, batı kendi greko-latin kültüründen güç alıp Rönesans’ını kurduysa, pekâlâ bizde kendi Nizam-ı Âlem kültürümüzden kuvvet bulup yeniden doğuşumuzu gerçekleştirebiliriz. Neden olmasın ki? O halde gün tarihi kodlarımızda mevcut gerçek hürriyetin ne demek olduğunu cümle âleme ilan etme günü deyip ötelere yelken açmalı.
            Türkiye’yi hangi hür fikir kurtarır soruları epey zamandır hep sorulup durur, hatta bu soruların karşılığını bulması açısından denemediğimiz reçete kalmadı da. Derken her ileri sürülen görüş kendi dar dünyasını tek hakikatmiş gibi sanıp karşıt fikirleri yok saydılar hep. Sadece yok saysalar gam yemeyiz, bu arada fikir dayatmasına tevessül edilip topluma aba altında sopa gösterilerek tepeden inmeci uygulamalar servis edildi de. Bu da yetmez jakoben varı tavırlarla hürriyeti zindana attılar, düşünceye de kement vurdular. Ara sırada halkla dalga geçercesine işgüzar tavırlarla insan kafasıyla düşünür, kalbiyle inanır edebiyatı yapıp ardından da düşüneni bir kaşık suda boğmuşlardır. Sonrası malum, köşeye sıkıştıklarında bizde ilim adımı yetişmiyor serzenişinden bulunmuşlardır. Bu kafayla tabiî ki, bizde düşünce adamı yetişmezdi, fikir özgürlüğü sözde değil özde verilseydi bu hale düşmezdik elbet. Kaldı ki bir rejim sadece polis kuvvetiyle ayakta kalmaz, güveni sağlayacak özgürlüğe de ihtiyaç vardır. O halde ne yapıp edip yeniden özgür dünyanın hür düşünce merkezi olmalıyız. Nasıl ki dünyaya bir zamanlar “Nizam-ı âlem ülküsü” gereği adalet götürmüşsek, bugün de pekâlâ hür tefekkürün ve Mutlak hürriyetin metotlarını insanlığa sunabiliriz.  Zira İslâm gelişme içinde hürriyeti telkin eder sürekli.
             Mutlak hürriyet Allah’tan başka tüm sahte mabutlara boyun eğmemektir. Hele çok şükür böyle bir hürriyet anlayışı fazlasıyla bizim zengin kaynaklarımızda mevcut. Ancak Asrı Saadet’te düşünce adamı yoktu, gerekte yoktu zaten. Çünkü Kur’an ve hadis fazlasıyla yetiyordu. Her şeyi birinci kaynaktan kana kana içmek varken suni şeylerle uğraşmak abesle iştigal olurdu.  Bu yüzden Ashabın hayatında ruhi bunalım görülmez, huzur vardır. Onlar bir lokma bir hırka hayatı yaşarken bile mutluydular. Sakın ola ki, sahabe örneğinden hareketle düşünceye karşıymışız gibi anlaşılmasın. Zaten istesek te düşünmeden edemeyiz. Kaldı ki bugünkü dünyamız  “Asr-ı Saadet”  döneminin uzağında bir hayat yaşıyor,  ister istemez düşünmek ve fikir üretmek zorundayız. Artık devir bir lokma bir hırka hayat devri değil, teknolojinin doruk noktalara ulaştığı devirdir. Madem durum vaziyet bu, o halde günümüz şartlarında geleceğimizi sloganda değil,  ilim ve tefekkürde aramalıdır. Hatta ilim Çin'de olsa bile arayınız düsturumuz olmalıdır.  Her şeyden öte Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan da geçen; “İnananlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, daima Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaradılışı hakkında inceden inceye düşünürler” (Al-i İmran/191) ayeti ışık kaynağımızdır.
            Velhasıl; düşünce hürriyetine bakışımızı Kâfirun Suresini mealen zikrederek şöyle bağlayabiliriz: “Ey Muhammed! Sana bir yıl bizim putlarımıza ibadet et. Biz de senin ilahına bir yıl ibadet edelim, diyen kâfirlere de ki; Ey inkâr eden kâfirler! Ben sizin tapmakta olduğunuz putlara tapmam. Siz de benim ibadet etmekte olduğum (Allah’a) ibadet edicilerden değilsiniz. Zaten ben, sizin tapmış olduklarınıza tapan değilim. Siz de (hiç bir zaman) benim ibadet etmekte olduğuma ibadet edicilerden değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana.”

           Vesselam.

28 Eylül 2016 Çarşamba

KUR’AN’DAN İLHAM ALIP ASRIN İDRAKİNİ AYDINLATMAK



              KUR’AN’DAN İLHAM ALIP ASRIN İDRAKİNİ AYDINLATMAK 

                                               SELİM  GÜRBÜZER

        Kur’an insanlığa en son nüzul olmuş kelam-ı kadimdir.  Üstelik kendinden önceki vahy olunmuş suhuf ve kitapları da bünyesinde toplayan ve aynı zamanda har asrın idrakini aydınlatan tek ışık kaynağıdır.  Yeter ki insanlar bu ışığa idrakini yöneltsin ruhunun susuzluğunu gidereceği muhakkak. Her ne kadar İbni Sebe’den Salman Rüşti'ye ve Peygamberimizi aşağılayan Danimarka karikatür krizine uzanan halkada bir takım şer odaklarının insanlığa ışığa yönelmelerinin engelleme girişimleri hız kesmese de Kur’an’ın ışığı kıyamet kadar tüm insanlığın idrakini aydınlatmaya devam edeceğine inancımız tamdır. Kur’an sadece insan idrakini mi aydınlatır,  hiç kuşkusuz kapkaranlık gönülleri de aydınlatıp ışığı gök kubbede yankı bulur da. Bu öyle bir ışıktır ki,  nüzul olduğundan bugüne durduramadıkları gibi kıyamete kadarda bu ışığı asla söndürmeye güç yetiremeyeceklerdir. Zira Allah’ın (c.c) Kur’an’da “Nurumu tamamlayacağım” diye beyan buyurduğu vaadi bunun teyididir.
         Düşünsenize Yahudiler geçmişte Hıristiyanlara yaptıklarını şimdilerde Müslümanlara yapmaktalar. Onlar yapadursunlar, bize tüm insanlığa Kuran’ımızla buluşturup soluk olmak düşer. Nitekim bir zamanlar gayrimüslimler, bizimle birlikte bir arada huzur içerisinde yaşayıp asla ve kat’a Müslümanların baskısına maruz kalmadıkları gibi mal ve can güvenlikleri de kanunnamelerimizle himaye altına alınmıştır.  Tarihe şöyle bir göz attığımızda savaşlarda esir düşenler ve eman dileyenler bir takım hukuki haklarla desteklenmenin yanı sıra yaşamaları da güvence altına alındığını görürüz hep. Hatta kurtuluş akçesi denen cizye ve fidye vs. türünden bir takım vergileri ödeme imkânı olmayanların ise bir bakıyorsun devlet bütçesinden karşılanan ödeneklerle temel haklardan mahrum edilmediklerini müşahede etmekteyiz.  Anlaşılan o ki, bu topraklarda bizimle beraber yaşayan her kim olursa olsun yediden yetmişe hemen her insana dokunuşumuzla birlikte abad olurlardı. Şefkat elimiz değil diriye ölü insana bile uzanıp medeniyet nedir tüm insanlık bizden öğrenmiş oluyordu. Öyle ki, fethettiğimiz topraklarda, yani İslam mührünün damga vurduğu her coğrafi alanda birlikte bir arada yaşadığımız gayrimüslimler memur olabildikleri gibi ticaret yapıp mal mülkte edinebiliyorlardı. Hatta oldu ya, azınlıklardan her hangi biri ölmüş olsa mali hakları asla zayi olmayıp hakkı baki kalırdı. Nasıl ki, varisi olmayan bir Müslüman’ın malı Beytü’l Mal’a (hazineye) aktarılıyorsa, aynen öyle de bir zimmînin malı da kendi dindaşlarına aktarılıyordu. Böylece Kur’an ışığında hüküm süren ulu’l-emirlerimiz yeryüzüne İslam’ın adalet kılıcını hâkim kılmanın huzuruyla devletini ve ülkesini yaşanılır bir iklim ve güvenilir bir liman haline getirmiş oluyorlardı.
         Peki, Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki gerek ticari, gerek sosyal, gerek siyasi, gerekse kültürel alanlarda yürütülen ilişkiler iyi hoşta, bu arada İsrailiyat kaynaklı haberlerin tefsirlerimize sızmasına ne demeli. İşte tarih boyunca Müslümanlarla ehl-i kitab arasında bir arada yaşamışlığımızdan olsa gerek bu tür haberler tefsirlerimize sızabiliyor. Öyle ki, Ömer Nasuhi Bilmenin tefsirinde bile bir bakıyorsun bugünkü ilmi gerçeklerle bağdaşmayacak Yunan’lı Batlamyus’un yürürlükten kalkmış teorilerine pekâlâ denk gelebiliyoruz. Bu tür teoriler tefsirlerde nasıl yer edinmiş doğrusu bizde şaşkınız. Kaldı ki, değil Batlamyus teorisini bizim kabul etmemiz,  batı dünyasından Nicolaus Copernicus bedel ödeme pahasına Batlamyus’un tam aksine dünya ve diğer gezegenlerin güneş etrafında döndüğünü ortaya koymasıyla birlikte batı dünyası da uyanmış durumda. Evet! Bir kez daha söylemekte fayda var; Batlamyus deney ve gözlemden uzak teorileriyle, yani dünyanın sabit olduğunu, dört mevsimin güneşin hareketinden kaynaklandığı şeklinde ileri sürdüğü tezleriyle dünyayı yeterince oyalayacağı kadar oyaladı zaten, dolayısıyla modası geçmiş ve çürütülmüş tezlerin sil baştan yer edinmesine fırsat vermemek gerekir. Ama gel gör ki; bu ve bunun gibi yürürlükten kalkmış teoriler bilimsel gerçek verilermişçesine bir şekilde tefsirlerde yer almış gözüküyor. Hatta Tibyan tefsirinde bir bakıyorsun Zuhre adlı bir fahişeye Allah gazab etmiş, onu taşlatmıştı (Zühre yıldızı yıldıza tahvil edilen bir kadındı) ifadeleri sanki Kur’an ayetinin bir açıklaması haberiymiş gibi yer almıştır. Oysa anlatılan hadise İsrailliyat ve Yunaniyet kaynaklı bir haberdir” (Bkz. Haricilik ve Şia Taha Akyol s.231).
         Neyse ki, başta Beydavi olmak üzere Elmalı Hamdi Yazır gibi daha birçok müfessirin yazdığı tefsir kitaplarına baktığımızda arzın yuvarlaklığına dair ifadeleri gördüğümüzde yüreklerimize su serpip  “oh be hele şükür”  diyebiliyoruz. Mesela bu minvalde yazılan Gazi Ahmed Muhtar Paşa’ya ait ‘Serair ül-Kur’an Fi Tekvin ve ifna İbadet il-Ekvan’ adlı eser de yine yüreklerimize su serpen cinsten diyebileceğimiz kaynak bir eserdir. Nitekim bu kaynak eserde Zumer Suresi ayet-5’te geçen gece ve gündüzün birbirini örtmesiyle ifadelendirilen ‘yukevvirul’ ibaresi dünyanın bir sarık misali devri âlem eylediği manasına gelebileceği vurgulanarak dünyanın yuvarlak (küremsi) oluşuna dikkatlerimiz çekilir de.  Hakeza Muslihuddin Mustafa bin Şemseddin el Karahisari’ye ait ‘Ahterî Kebir’ adlı eserde “Ardından yeri yayıp döşedi” (Nazirat, 30) diye zikredilen ayette geçen 'deha' ibaresinin deve kuşu yumurtasının (dahv-dahy) küremsi benzetimi manasında bir izahatla dikkatimiz çekilir. Ve kitabın 301. Sayfasında şöyle denilir: “Dahy, bir nesneyi yayıp döşemek. Cenâb-ı Hakk’ın; ‘Ve’l-arda ba’de zâlike dehâhâ’  kavl-i şerifi de bundandır ki, döşeyip yayıldı demektir. Deve kuşunun yumurtladığı yer de ‘Medha’n-neâme’dir.”
         İşte yukarıda belirtilen kaynak eserlerden hareketle dünyanın elips şeklinde olduğu kanaatine varırız da.  Yetmedi bu hususlarda Sabit bin Kurra, Benû Musa Kardeşler ve daha nice İslam âlimlerinin eserlerine bakıldığında da dünyanın yuvarlak olduğuna dair daha nice kayda değer bilgilerin varlığını görmek pekâlâ mümkün.  Şu bir gerçek;  Peygamberimiz (s.a.v)  ehl-i kitabla ilgili haberler hususunda ümmetini çok önceden bilgilendirmiş kutlu bir elçidir. Amma velâkin,  ümmet olarak dile getirilen uyarılardan pekte ders almış gözükmüyoruz. Besbelli ki, Ehl-i kitab bildiğimiz Yahudi ve Hıristiyanlarla karşılıklı beşeri münasebetlerimizi sürdürürken o arada bir şeyleri gözden kaçırmışız ki, birtakım asılsız uydurma haberler, görüş ve düşünceler tefsirlere sirayet edebilmiştir. Düşünsenize Ahmet İbn-i Hanbel’den rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.v)’in ümmetine yönelik söylediği “Ehl-i kitaba hiçbir şey sormayın. Kendileri sapkın olan bu adamlar sizi asla doğru yolu iletmezler. Sizler de (ehli kitaba sorduğunuz ve cevap aldığınız takdirde onları tasdik veya tekzipten dolayı) ya hak olan bir şeyi yalanlamış veya batıl olan bir şeyi doğrulamış olursunuz. Allah’a yemin ederim ki eğer Musa sağ olsaydı bana iman edip yoluma uymaktan başka çare bulamazdı” uyarılarına rağmen ümmet olarak bu gün olmuş halen gaflet uykusundan uyanamıyoruz.  Oysa rivayet edilen bu hadis-i şerifler ümmetin kulağına küpe olmalıydı. Hadi varsayalım ki küpemizi kaybedip gaflete dalsak bile ortada asıl başvuracağımız Kur’an’ımız ve hadis külliyatlarımız varken İsrailiyat haberlere merak salıp balıklamasına dalmakta neyin nesidir.  Hem kaldı ki bu tür haberlere yer verilecekse de bari hiç olmazsa Kur’an ve hadislerin mana ve ruhuna uygun bir şekilde kaynağının da İsrailiyat olduğu belirtilerekten alınsaydı en azından bu denli zarar görmezdik. Maalesef ince eleyip sık dokuyamamanın ceremesini sonunda tüm ümmet-i Muhammed çekmekte.
             Peki, iyi hoşta yukarıda anlatılanlar Peygamberimiz (s.a.v)’in “Onlar tarafından anlatılanları ne tasdik ve ne de tekzip ediniz” ve “Ben-i İsrail’den haber nakletmenizde beis yoktur” diye beyan buyurduğu hadisleriyle çelişmiyor mu?  Elbette çelişmez, bikere hadis-i şerifte geçen 'beis yoktur'  ibaresi mutlak emir manasına bir ifade değildir. Şayet emir içeren bir ifade olsaydı tüm İsrailiyat haberlerin tefsirlerimizde kaynak olarak gösterilmesi icab ederdi.  Oysa Kur’an ve hadis hiçbir kaynağa ihtiyaç duymayacak derecede iki güçlü başucu kaynağımızdır. Yeter ki, Kur’an ve hadis kaynağı içerisinden tıpkı okyanusun derinliklerinde ince çıkarırcasına bilgi çıkarmasını bilelim, bak o zaman Kur’an ve hadis dışı hiçbir haber kaynağına merak salmayız da.  O halde doğru haber kaynağımız Kur’an ve hadis üzerine yol kat etmemiz için bir bilenle de yol almak gerekir. Dahası Edille-i şer’iyye çerçevesinde kendimize istikamet tayin etmemiz icab eder. Buna mecburuz da.
         Bu arada şunu belirtmekte yarar var: İsrailiyat haberlerin tefsir kitaplarında yer almasında sırf gaflete dalışımızla sınırlandırmak doğru bir tutum olmaz. Hiç kuşkusuz bunda kassaslarında (cami vb. yerlerde halka hikâye anlatan kişiler)  dahli vardır. Nitekim aslı astarı olmayan hikâyelerin bir kısım kassaslar tarafından Edile-i şer’iyye ölçüsünün dışına taşaraktan halka ballandıra ballandıra anlatılmasından bunu anlamak mümkün.  Üstelik kıssa anlatırken de tamda tıpkı bir zamanlar adından Hoca Efendi diye söz ettiren FETÖ elabaşısı gibi duygu sömürüsü bir üslupla ve gözyaşı dökerekten Müminler galeyana getirilmek suretiyle anlatılmakta. Sadece anlatımla kalınsa belki gam yemeyiz, icabında bir bakıyorsun yazar, çizer, hatta ilim erbabının da gözünden kaçıp kitaplara bu tür haber ve kıssalar sızabiliyor.  Elbette ki, hatasız kul olmaz,  her türlü kusurdan, noksanlıktan münezzeh olan sadece Yüce Allah’tır.  Burada önemli olan ilmi çalışmalara kaynak teşkil edebilecek nitelikte alınacak olan haber ve verilerin edille-i şeriyye mihenk taşından (testinden) geçirme noktasında azami derecede hassasiyet göstermek çok önem arz etmekte.  Yeter ki, bu azami gayret ve hassasiyet esirgenmesin gayri ihtiyari oluşan ufak tefek hatalar göz ardı edilir de. İşte bu bilinç doğrultusunda İsrailiyat meselesini de:
          -İslam’a uygun olan İsrailiyat,
          -İslam’a uygun olmayan İsrailiyat
          -Tasdik ve tekzip edilmemiş İsrailiyat şeklinde üç ana başlık altında incelemekte fayda vardır.  Derken bu tasniflemeyle birlikte ilim adamları tarafından İsrailiyat kaynaklı haberler kılı kırk yararcasına ince eleyip sık dokunup öyle hüküm vermeleri gerekir.
            Bizim açımızdan ise dikkat etmemiz gerektiren husus;  Kur’an ve sünnet ışığında mihenk taşına vurulacak haberin doğruluğundan emin olmak çok mühimdir. Aksi halde Kur’an ve sünnete dayandırılmaksızın ortaya atılan her haberi doğruymuşcasına tasdik edip Allah muhafaza istikametten sapmamıza yol açabilecek bir çıkmaz bataklığa sürüklenebiliriz.  En iyisi mi biz, yol yakınken her türlü haber karşısında ihtiyatı elden bırakmayaraktan kendimizi korumaya alalım ki, bataklığa düşmekten kurtulabilelim. Kaldı ki bizi bataklığa düşmekten koruyacak hali hazırda kaynakta önümüzde duruyor zaten. Malumunuz bu koruyucu kaynak Ümmet-i Muhammed’in tümünü her türlü fitne ve bilgi kirliliğine karşı uyanık tutabilecek donanımına haiz,  aynı zamanda Edille-i şeriyyenin ana gövdesini oluşturan Kur’an ve hadisten başkası bir kaynak değil elbet.  Madem öyle, tüm Ümmeti Muhammed fert fert herhangi birimizin kılına bir zarar gelmemesi için pusulamız edille-i şeriyye kaynaklarımızın dışında her türlü bilgi ve haber kırıntısına balıklamasına dalmamak gerekir.  Dahası hakkında ne tekzip ne de tasdik edilmiş İsrailiyat haberlerin tefsirlere sızmaması için uyanık ve dikkatli olmamız icab eder.  Hatta ve hatta sadece hassas olmak yetmez, bu tür haberlerin ulu orta mevzu edilmesine de fırsat vermemek lazım gelir. Zira Peygamberimiz (s.a.v) bu hususta şöyle beyan buyurmaktalar: “Ehli Kitaptan bir şey nakletmediğinizde üzerinize bir günah terettüp etmez.”
         Malumunuz Kur'an ayetleri ayrıntılardan uzak, daha çok mesaj yüklü ayetler içerir.  Bu yüzden, Kur’an’da pek çok husus uzun uzadıya tafsilatlı anlatılmaz, özü verilir. Bu noktada sadece istisna kabilden ancak İncil ve Tevrat’a göre kıssaların biraz daha kapsamlı olarak zikredildiğinden söz edilebiliriz.  İşte tam da bu noktada şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki;  madem Kur’an’da zikredilen kıssalar ehl-i kitaba nisbeten daha ayrıntılı verilmiş, o halde İsrailiyat kaynaklı kıssa ve haberleri hiç gereği yokken durduk yere kendi öz kitaplarımızda yer vermeye ne gerek vardı ki. Kaldı ki Müberra Dinimiz ehl-i kitabın tahrif ve bozulduğunu bildirmekte de. İşte bu gerçeğe rağmen yine de bir bakıyorsun Kuran ve sünnetle taban tabana zıt İsrailiyat haberleri bir şekilde destursuz bir şekilde tefsirlerimize girebiliyor.  Neyse ki ilmiyle amil olmuş rabbani âlimler Kuran ve sünnete bağlılıklarından taviz vermeksizin dinde olmayan ne kadar dogma bilgi kirlilikleri ne kadar sonradan eklemeye çalışılan değişiklikler varsa tüm bunlara bidat olarak baktıklarından son derece titiz davranıp medreselerin ve dergâhların kapısından içeri girmesine geçit vermemişlerdir.  Hele tek bir bidatte olsa hak kapılarından içeri girmeye görsün surda bir gedik açacağı muhakkak. İşte Rabbani âlimler bu gerçeğin farkında oldukları içindir günün moda rüzgârlarına kapılmak yerine İslam’ın ana caddesinde yürüyerekten sırat-ı müstakim üzere yaşamayı yeğlemişlerdir hep.  Buna mecburlar da. Çünkü İslam’da ana caddeden sapmak ve aynı zamanda Kur’an ve hadiste olmayıp da sonradan eklenmeye çalışılan her türlü değişiklikler bidat olarak telakki edilir.  Nitekim Şahı Nakşibend Hz.lerine takip ettiği tarikatın yol ve yordamından sual edildiğinde verdiği cevap çok manidardır. Ve şöyle demişlerdir: “Bizim yolumuz sünnetleri ihya etmek bidatlerden kaçınmaktır.”  Öyle ki, İmam-ı Rabbani Hz.leri bu husustaki hassasiyetini mealen şöyle dile getirmiş de: “Bütün dünyanın bizim yolumuza bir bidat karşılığında geleceğini teklif etseler, tarikimize tek bir bidat almayız.”  
         Evet,  gerçektende bu müthiş sözler aynı zamanda kararlı bir duruşun göstergesi de. Hani büyüklerimiz etrafına öğüt verirken hep derler ya; kemmiyet (nicelik) önemli değil keyfiyet (nitelik)  önemlidir diye, aynen öyle de bizlerde büyüklerimizin izin iz bilip kuru gürültü kalabalık yığınlar olmaktansa sayıca azda olsa hayırhah kitlelerden olmayı tercih etmemiz gerekir. Zira Sultan Alparslan yıllar öncesinden “Biz bidat nedir bilmeyen temiz Müslümanlarız” demek suretiyle bizim bu dileğimizi yerine getirmiş bile. Sakın ola ki; bizim bu dileğimizden hareketle günümüz teknolojisine kapalı olduğumuz anlamı çıkarılmasın. Bikere teknolojide bidatlik söz konusu olamaz, bidat ancak ameli konularda olmakta. Nasıl mı?  Teknolojik bidatin olamayacağı şundan belli, bir kere Peygamberimiz (s.a.v) döneminde otomobilin yerine deve vardı. Yani o dönemin en üst seviyedeki teknolojik binek deveydi.  Dolayısıyla o günün şartlarında Allah Resulü deveye bindi diye bugünde deveye binilecek diye bir temel kural olamaz.  Bu yüzden teknolojik gelişmeler asla bidatin konusu olamaz diyoruz.  Kaldı ki, teknoloji de Yüce Allah’ın Sanî sıfatının tecelli dairesinin tezahürü bir gelişim hamlesidir.  Zaten Sanî ismin lügat anlamı yaratan demek, yani ortaya şahika sanat ve eser koyan demektir. Dolayısıyla insanoğlu bu sıfatın tezahürü olarak teknolojik hamlelerde bulunması gayet tabi bir durumdur. İnsanın kendi kendine ibadet değişiklikleri ihdas etmesi ise İslam’da bunun adı bidat olarak karşılık bulur. Ki, istenmeyen bir durumdur bu.
       Hiç kuşku yoktur ki;  dünyada eşi ve benzeri olmayan tek kutsal kitab Kur’an-ı Kerim’dir.  Düşünsenize sahasında eşi ve benzeri olmayan mukaddes kitabın beyanlarına muhatab olmakla şereflenmişiz ama gel gör ki İsrailiyat kaynaklı haberlere merak salabiliyoruz.  Oysa Kur’an her daim başucumuzda nur olarak parlayan tek esenlik kaynağı yıldızımızdır. Yeter ki o parlayan esenlik kaynağı ışıktan istifade etmesini bilelim, bak o zaman bir daha İsrailiyat kaynaklı haberlere ve kıssalara merak sarar mıyız?  Şayet Kur’an’dan istifade edemiyorsak yine biliniz ki o bize ait bir meseledir,  bu problemimizi ve meselemizi asla Kur’an’a mal edemeyiz.  Zira Kur'an-ı Mu’ciz-ül Beyan bir nur, bir ışık, bir sırdır. Olur ya, belki kendi kendimize, madem Kur’an bir nur, bir ışık, bir sır o halde vücut iklimimizde nuraniyet niye oluşamıyor diye de düşünüyor olabiliriz. Hatta yetmedi kendi kendimize (hâşâ) ayetlerin nuraniyeti mi ortadan kalktı da uyanışa geçemiyoruz şeklinde kuşkuya da kapılmış olabiliriz. Dedik ya, maalesef tamamen bizimle alakalı problemdir bu. Elbette ki, ayetler her zaman başımızın ucunda bir nur olarak ışıldamakta, ışıldaması kıyamete dek devam edecekte, ancak gönül penceremizi ve ilahi idrak kapımızı sürekli olarak kapalı tutmamız, Kur’an ayetleriyle uyanışa geçmemize mani olmakta. Hatta Kur'an'ı tilavet kurallarına göre çok güzel okusak bile bir bakıyorsun okuduğumuz ayetler tüm vücut iklimimizde sadece bir ses ya da bir tılsım olarak yankılanmakta. Bu demektir ki alıcılarımız zayıf olduğundan vericilerden gelen sinyallere kapalı kalabiliyoruz. Duyarsızlığımıza ve kapalılığımıza son vermek için mutlaka gönül dünyamızı ve ilahi idrak kapımızı iri ve diri tutmamıza vesile olacak Kur’an ahlakıyla boyanmış Rabbani âlimlerin rahle-i tedrisatından geçmemiz gerekmektedir.  Malum olduğu üzere irşad olmadan gönül penceresi ve ilahi idrak kapısı asla açılamıyor.  İlla ki irşad olmamız icab eder. Neydik edip başımızı gömdüğümüz kumdan çıkarıp bir Yunus misali mutlaka uyanışımıza vesile olacak kapılara yönelmemiz gerekir.
        Evet,  uyanışa ve dirilişe geçemeyişimizin arka planında gönül penceremizi ve ilahi idrak kapımızı sürekli olaraktan kapalı tutma handikabımızdan kaynaklanan bir durumdur.  Şayet dünyanın neresinde bir Müslüman zeril ve sefil bir haldeyse biliniz ki; başucumuzda nur olarak parlayan ışığa duyarsız oluşumuzun neticesinin doğurduğu sancıdır bu. Tabii ki Kur’an’ı Kerimi duvarda sürekli süs olarak asılı tutaraktan ışığından faydalanılmazsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki.  Oysa Kur’an süs olarak duvara asılsın diye nüzul olmadı, bilakis Kur’an yaşansın diye nüzul olmuştur. Nitekim Kur’an ahlakıyla boyananların yaşayışına baktığımızda, ayetlerin nurani tecellilerinin ışıldamasını onların üzerlerinde pekâlâ görebiliyoruz. Gerçektende o’nlar göründüklerinde Allah’ı hatırlatırız da.  Öyle ki, ayeti celilerin nurani tecellileri alınlarında nur halinde parıldayıp görenleri kendilerine bend ederler de.  Az gittik uz gittik derken bu arada Mehmet Akif’ İslam dünyasının bir an evvel üzerindeki kara bulutları atıp dirilişe geçmesi için şu mısralarla dile getirmekten kendini alamaz da:  
         “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
         Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı
         İnmemiştir hele Kur’an,
         Bunu hakkiyle bilin,
         Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.
        Velhasıl-ı kelam,  gafletten uyanamayışımızın (intibaha gelemeyişimizin) sebebi hem gönül penceremizi hem de ilahi diriliş kapımızı kapalı tutmamızdan ötürüdür. Unutmayalım ki, Yüce Allah’ın beyan buyurduğu veçhiyle; Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura ermekte..           
         Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/4208/kurandan-ilham-alip-asrin-idrakini-aydinlatmak