İSLÂM VE EKONOMİ
SELİM GÜRBÜZER
Ekonomi, insanın
insanla olan alışverişlerinin yanı sıra insan tabiat ilişkilerinden doğan bir
bilim dalıdır. İktisadi bilimler diye de ifade edilen ekonomi bilimi, tüm
sosyal hayatın tümünü kapsayan bir alandır.
Bu yönüyle baktığımızda diğer sosyal bilimlere oranla önemi çok daha
fazladır. Bilhassa önemine binaen kâr
faktörü ekonomik faaliyetlerin ruhunu oluşturur. Ancak İslam’da helal yoldan
kâr etmek esastır, asla haram ya da faiz yoluyla elde edilen kazanç kabul
görmez.
Ekonomik
faaliyetlerin özünde kıt kaynaklardan azami ölçüde nasıl yararlanılır
düşüncesi, sınırsız istek ve arzular
yatmaktadır. Zaten kaynaklar sonsuz olsaydı ekonomiden bahsetmeye gerek
kalmayacaktı. Dolayısıyla bilim adamlarının insan tabiat ilişkisinden doğan
ekonomik faaliyetleri enine boyuna tartışılmaları gayet tabiidir. Derken bu tartışmalar eşliğinde toplum
yararına ya da zararına iktisadi modeller sahne alabiliyor. Tabii bizim tercihimiz
toplum yararına ve İslam'ın öngördüğü emek sermaye barışıklığını esas alan
iktisadi modelden yanadır.
Her ne kadar ekonomi
denilince üretim, tüketim, mübadele ve para faaliyetleri gibi unsurlar akla
gelse de sosyalizm, liberalizm ve diğer birçok fikri akımlar bu unsurlar üzerinde
mutabık kalmış değiller, her biri ayrı telden çalan görüşler ortaya
koymaktalar. Nitekim kapitalizm'in ekonomiye bakışıyla Marksizm’in bakışı farklıdır, birbirine taban tabana zıt kulvarda
yürüyorlar. Zaten zıt olmasalar da bir şey fark etmeyecek. Şöyle iktisadi düşünceler tarihine bir
baktığımızda tüm beşeri iktisadi sistemlerin topluma sundukları reçetelerin
uzun ömürlü olmadıkları, saman alevi misali uçuşup savrulduklarını
görürüz. Elbette olaylara karşı
yaklaşımları materyalist pencereden olunca savrulmalarına şaşmamak gerekir. Kaldı
ki bugüne kadar insanı dışlayan hiçbir sistemin uzun soluklu olmadığının en
canlı şahidi tarihin hafızası şahit, bilmem başka şahit aramaya gerek var
mı?
Peki ya İslâm! Malum,
insan odaklı bir yaklaşım sergileyen bir dindir. İnsan sadece İslâmiyet’te
eşref-i mahlûkattır. Müberra dinimizin hareket noktası insandır. Elbette ki
böylesine insana değer veren bir din’in kıyamete kadar nurunun sönmemesinden doğal
daha ne durum olabilir ki. Gerçekten de İslâm’ın insanı merkeze alıp cümle
âleme eşref-i mahlûkat ilan etmiş olması mühim bir hadisedir. İşte bu ilanın
mana ve ruhuna uygun insana birtakım sorumluluklar yüklenmişte. Öyle ki; İslâm
tâ baştan insana ekonomik kaynakları israf
etmemek kaydıyla tabiatı işlemeyi öğütlemiştir. Böylece bu hüküm sayesinde
hem tabiatın ölçüsüz kullanımının önüne geçilmiş olunur, hem de maddi
ihtiraslara set çekilmiş olur. İyi ki de
böyle bir dine mensubuz, yoksa bizde
tıpkı ideolojilerin düştüğü nefsin kölesi ve tabiata mahkûm olmuşluğun
göstergesi bir tabloda yer alacaktık. Hadi
gel de şimdi İslâmiyet’i sosyal hayatımıza ölçü alma, ne mümkün, öyle bir ölçü
ki; dünya metasını insanın peşinden
koşturan bir ölçüdür. Yeter ki Allah'a abd olunsun köleler sultan olurda. Nasıl
ki dünya köleliği maddeye esir kılıyorsa,
Allah’a kul olmakla da tüm sahte mabutlara karşı insan kendini hür hissedebiliyor.
Hatta sadece hissetmekle kalmayıp tüm sahte mabutlara karşı Akif misali “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım”
tarzı meydan okur da. Hele şu ideolojileri kendine ölçü alıp ta dünya metasının
peşinden koşanların hallerine bir bakın hemen hepsi maddenin esiri olmuşlar
bile. Hayatlarının büyük bir bölümü tutsak halde geçmek te. Malum, cahiliye
dönemi insanı kendi elleriyle yonttukları taşın esiriydiler, günümüz materyalistleri
ise paranın, maddenin kölesidirler.
Kölelikten
kurtulmanın yolu Allah’a abd olmakla mümkün. Bakın, İslâm, ferde mülkiyet hakkı
tanımakla güçlü bireyler olmanın yolunu açmıştır. Keza bununla birlikte kanaat
şuuru da verilir Zira “Aza kanaat etmeyen
çoğu bulamaz” temel düsturumuzdur. İşte bu temel düsturumuz arz talep arasında
dengeyi koruduğu gibi israf çarkları bir anda verim ekonomisine dönüşürde. Böylece
İslam’ın belirlediği haram ve helâl kriterler eşliğinde toplumlar huzura
kavuşmuş olur. Hele ekonomiye vahyin
soluğu karışmaya dursun, bak o zaman o ekonomi yoksulların, yetimlerin umut
ışığı olur da. Evet, kanaatkârlıksa İslam’da var, helal lokmaysa İslam’da
var, meşru hayat yaşmaksa İslam’da var.
Peki, ya çağdaşlıktan dem vuranlarda ne
var? Ne olacak ki, bakın çağdaş
ekonomiden söz eden çevrelere, ellerine
tutuşturulmuş müsvedde ve suni reçetelerle kitlelere ne kanaat bilinci
aşılayabiliyorlar, ne helal lokma yedirebiliyorlar, ne de meşru hayat
sunabiliyorlar. Bir kere kendilerine hayırları yok ki başkalarına da hayırları
dokunsun. İşte İslam’ın farkı bu noktada
ortaya çıkıyor. Fark o kadar açık ve net ki;
İslam, toplumu oluşturan her bireye kendi kişisel egolarını tatmin etsin
diye eşyanın har vurulup harman savrulmasına izin vermez. Bireyler ancak belirlenmiş
ölçüler çerçevesinde tabiatı işleme hak ve hukukuna sahip olabiliyor. Ne mutlu
bizlere ki eşyanın bile hukukunu tayin eden bir dinimiz var, ne kadar şükretsek
azdır. İşte Hakullah budur. Madem öyle,
eşyanın hakkını gözetmek bize düşer. Hakeza
kul hakkı da öyledir. Hani ikide bir vicdan vurgusu yaparız ya, zaten vicdan muhasebesi melekesi hak hukuku
gözetmek için vardır. Kaldı ki, İslâmiyet, insanlığı sadece vicdanıyla baş
başa bırakmamış eşyaya esir olmadan eşyanın hakkını, kula kul olmadan kulun
hakkını koruyun diye ferman buyurmuşta. A’dan Z’ye her şeye nizami ölçülere
bağlamış bile. Yeter ki, o ilahi
ölçülere uyulsun cümle âlem maddenin, paranın, patronların, diktatörlerin vs.
kölesi olmaktan kurtulur da.
İnsan, İslâmiyet’i
kabul etmekle sadece ibadete yönelmez, hayatı boyunca rızk peşinde koştuğu tüm
faaliyetlerinde dinin emrettiği ölçülere uygun davranma hassasiyetini ruhunda
hisseder. Böylece haramlardan uzak durma ve helâl dairesi içerisinde hareket
etme gibi sübjektif unsurlar ekonomik faaliyetlerde en önemli kriter olur. Şayet
bir mümin helal lokma, helal kazanç, tüyü bitmemiş yetimin hakkından vs.
bahsediyorsa, biliniz ki bu duygu selini İslam’a borçludur. Zaten dünya
üzerinde bu duygu selini sadece İslam’ın o engin soluğu verebiliyor. Dedik ya beşeri ideolojilerin ekseriyeti kendine
hayrı yok ki, insanlara hayrı dokunsun. Yine
de bizim için meşru daire içerisinde üretim faaliyeti sergileyebilen hangi beşeri
sistem varsa, ancak o kabul görür, diğerleri asla. Meşru daireden neyi kastettiğimiz belli: “Allah
(c.c) ticareti helâl, faizi haram kıldı” düsturudur. Dolayısıyla ortada
ticaret var, faiz yoksa beşeride olsa meşru addederiz. Bu düstur aynı zamanda ekonomiye
bakışımızın temel göstergesidir.
Ahlâkî değerleri
hiçe sayan ideolojik akımlar değil insanlığa ekonomik refah sunmayı yeryüzünü
maddi ihtiraslar uğruna kana boyamışlarda. İşte ahlaki değerlerden yoksunluğun
sonu kan ve gözyaşıdır, başka bir şey beklemek abesle iştigal olurdu. Dedik ya İslâm’ın
farkı bu noktada ortaya çıkıyor. İslam öyle mükemmel bir din ki, insanlık maddi
ihtiraslar uğruna zıvanadan çıkmasın diye iktisadi hayatı sadece maddi
boyutuyla ele almaz, iktisadi hayata sübjektif ruhta üfler. Böylece İslam
toplumunda üretim ve tüketim faaliyetleri sübjektif ilkelerle birlikte
yürütülür. Bunda temel amaç maddi ve manevi sosyal refah dengenin sağlanmasıdır. Bir başka ifadeyle ekonomi sırf maddi yönüyle
ele alınacak bir faaliyet değil, diğer sübjektif bağlantılarla da köprü
kurularak anlam kazanabilen bir faaliyettir. Nitekim ekonominin siyasi, sosyal,
ahlâkî ve kültürel öğeleriyle ilgili bağlantılarını ilk kez İbn-i Haldun ortaya
koymuş bile. Bu sayede ekonomiyi bağlantılarıyla birlikte değerlendirdiğimizde
mutlak anlamda mal ve mülkün Allah’ın olduğunu idrak etmiş oluruz. Yunus bu
yüzden “Malda yalan, mülkte yalan, var birazda sen oyalan” diye
inlemiştir. Besbelli ki, insanın mutlak mal ve mülk üzerinde ki rolü sadece
kendisine verilen emanete aracılık yapıp kullanma hakkına sahip olmasıdır.
Ancak bu hakkı kullanırken eşyanın hak ve hukukuna riayet etme şartı aranır. Yani,
bir takım kaide ve kurallara uyması istenir. Madem öyle, mutlak manada hak ve
hukuk Allah’ın olduğu içindir kula emanete sahip çıkmak düşer. Asla emanete
hıyanet etmek kula yaraşmaz. Mümin önce Allah’ın
hakkına riayet edecek, sonra mahlûkata dönüp sırasıyla insan, hayvan, bitki ve
en nihayet eşyanın hak ve hukukunu gözetecek. İşte ölçü bu, bize zaten başkaların
öçlüsü gerekmez, vahyin tek başına kuşatıcılığı yeter artar da.
Hiç kuşkusuz İslâm tüm
çağları aydınlatan tek yüce dindir. Kur’an bir yandan geçmişte yaşanmış haberlere
dikkat çekip geçmişten ibret almamızı sağlarken gelecek içinde hükümler ortaya
koyup bize ışık olmakta. Bakın; İslamiyet bir güneş misali ilk doğduğunda cahiliye
adetlerine son vermişse, madem öyle bugün ve gelecekte de bitmek tükenmek bilmeyen
bu ışık kaynağını rehber bilip önümüze çıkacak olan tüm sahte putlara göğüs
gerip diriliş muştumuzu gerçekleştirebiliriz pekâlâ. Yeter ki inancımız tam
olsun, bak o zaman hem madde âleminde, hem de mana âleminde varız demektir.
Zaten İlâhi hükümler insanın yokluk içinde var olması ya da varlık içinde var
olması için vardır. Dahası Murâd-ı ilâhinin belirlediği bir varoluştur bu. İşte
bu varoluş gayesi uğruna her kavme peygamber gelmişte. Malum İslamiyet’in diğer semavi dinlerden en
belirgin farkı belirli bir kavme değil tüm insanlığa inmiş olmasıdır, yani muhatabı
tüm insanlıktır. Anlaşılan o ki, insanlığın
görüp görebileceği en son kâmil din İslamiyet’tir. Her kim ki, en son mükemmel bu
dinin gereklerine yerine getirir, biliniz ki hem fert bazında, hem toplum
bazında, hem de devlet bazında gerçek anlamda huzura ermiş olacaktır. O halde
bize düşen İslam ekonomisinin temel ilkelerini gerek devlet ekseninde olsun,
gerek toplum ekseninde olsun, gerekse birey bazında olsun bir bütün olarak
insanlığın hafızasına sunmak olmalıdır. Ancak şu da bir gerçek; beşeri
münasebetlerin ve sosyal vakıaların hızla geliştiği şu modern çağda ortaya
çıkan her meselenin çözümü noktasında Kuran’dan hüküm çıkarmak çokta kolay
olmayabiliyor. Bir kere Kur’an kaynak
hükmünde kitap, ansiklopedi değildir. Dolayısıyla her okuduğumuz ayetlere
ansiklopedik bilgi gözüyle bakamayız. Kaldı ki kaynak ansiklopediye muhtaç değildir,
ansiklopedi kaynağa muhtaçtır. Bu yüzden her yeni keşif, her elde edilen bilgi, kaynaktan beslendiği
ölçüde ilham alıp ayrıntılaşır. İşte Kuran’ın her daim ışık kaynak olması her çağ
insanının idrak algısınca çözümlenip anlam kazansın diyedir. Böylece ayeti
celililerin kod açılımlarının elastiki özelliği sayesinde her devrin idrak
seviyesi dogmalaşmaktan kurtulur da. Besbelli ki ayetlerden ayrıntı bilgiler
üretmek insanın kendi çabası ve gayreti ölçüsü oranında vuku bulabiliyor. Bilgiye
ulaşmak define aramak gibidir, kılı kırk yarmadan bilgi ortaya çıkmaz. İyi ki de Kur’an’dan hüküm çıkarabilen ilmiyle
amil olmuş bilge zatlarımız var, onların gayretleriyle birbirinden eşsiz
değerde çağları aşan külliyatlar ortaya çıkabiliyor. Ve devasa külliyatlar nesilden
nesile aktarılır da. Hiç kuşkusuz ana kaynaktan
hüküm çıkarmak, ya da yazılı eserler ortaya koymak tefekkür ehli insanların ihtisas
alanıdır. Bize ise ihtisas alanlarından bin bir emekle ortaya konulmuş bilgi
külliyatlarını okumak ve tatbik etmek düşer. Ne kadar çok okursak o kadar
bilinç sahibi olmak mümkün. Aksi takdirde her karşılaşacağımız meseleler
karşısında bocalayabiliriz. O halde bilinçli
olmaya çabalayalım ki, ifrat ve tefrite kaçmadan ekonomi ve sosyal hayatın her
alanına hâkim olabilelim. Kaldı ki, bilgi toplumunda bilgili olmaya mecburuz da. Malum, hem sosyal hayat, hem de ekonomi faaliyetler
değişkenlik üzere yoluna devam eder. Bilhassa
bu hususta ekonomi ihtisas alanı daha çok değişkenlik arz eder. Bu yüzden ekonomiyi
değişmez kanunlar alanı olarak değerlendiremeyiz. Bakın, madde her zaman ölçülmeye muhtaçtır, bir
bakmışsın bugün okka usulü ölçüm, yarın el terazisi ölçüm, bir başka gün kantar ölçüm, diğer başka gün hassas
terazisi gibi ölçümlerle karşılaşıp günümüze kadar uzanmış görürüz. Derken bir
sabah uyandığımızda artık elektronik ölçü aletlerle veriler elde ettiğimizi görürüz.
Sürekli tekerrür eden bu değişkenlik bize insanlığın bir takım aşamalardan geçtiğini
ve tarihi gelişim evrelerine paralel ekonomik göstergelerinde her çağda
değişebileceğini gösteriyor. Hatta ekonomik göstergeler bir kimyasal maddenin
ölçümündeki gibi hassas kesin veriler vermeyebiliyor, bu yüzden verilerin
güncellenmesine ihtiyaç duyulur da. Bu
demektir ki ekonomiyi bir düşünme
biçimi, bir bakış, bir yaşama tekniği aracı olarak görmek gerekir.
İşte görüyorsunuz
ekonomi deyip geçmemek gerekir. Tabiatı işlemekten başlayıp iç ve dış pazarlara
uzanan bir süreçtir. Dolayısıyla bu sürecin halkasını oluşturan her ekonomik
birim tek başına ekonomi demek değildir, zincirin bütünü ekonomidir. Bir başka ifadeyle
maddeyi keşfetmek ve hammaddeyi işlemek aynı şeyler değil. Hakeza işlenilmiş madde
ve ekonomik verilerde aynı değildir. Her biri kendi içerisinde apayrı birim
olup ekonomik faaliyetlerin unsurları kapsamında değerlendirilen
faaliyetlerdir. Düşünsenize bu
faaliyetlerin ta başlangıç hammadde aşamasından tutun da en son maddenin
işlenip piyasaya sürülmesi aşamasına kadar ki her ayrıntı halkası aynı
akışkanlıkta seyretmeyebiliyor, her halkada tam uyumluluk ya da tam tersi
kopuşlar söz konusu olabiliyor. Belli ki üretim faaliyetleri değişkenlik arz
edip bir süreç yaşanmakta ve bunun sonucu olarak her ekonomik faaliyet
karşımıza karmaşık bir tablo olarak yansımakta. Dahası ekonomik göstergeler her
zaman gerçeği yansıtmayabiliyor. Bu yüzden iktisadi alanda ekonomik göstergeler
tek başına temel kriter addedilmez. Zaten tek başına kriter sayılsaydı üretim
faaliyetlerini okuma farklılıkları, değişik tahmin ve yorumlarda bulunma gibi
daha bir sürü ekonomi dilini çözümlemeye yönelik çabalarla yüzleşmezdik. Bilhassa üretim faaliyetlerinde görülen inişli
çıkışlı eğriler, piyasalarda ki
dalgalanmalar bu ekonomi dilinin anlaşılmasını zorunlu kılmaktadır. Hele öyle zamanlar olur ki ekonomik krizlerle
karşı karşıya kaldığımızda tüm iktisatçılar çaresiz kalıp işin içinden
çıkamayabiliyorlar, sanıldığın aksine ekonomi öyle kolay anlaşılır bir alan
değil, icabında en son çıkış yolu olarak denize düşen yılana sarılır misali
bilinenden hareketle bilinmeyeni bulma yöntemine başvurmak zorunda
kalınabiliyor. Besbelli ki ekonomi göstergelerden yüzde yüz kesin neticeler
beklemek eşyanın tabiatına aykırı bir durum. Meğer ekonomi alanı
göstergelere bağlı kalarak yürütülecek bir alan değilmiş, azami gayret, azami
tedbir ve azami dikkat gerektiren bir alan olduğu gayet açık ve net. İslam toplumunda tüm bu gayretler “Tedbiri
alıp takdiri Allah’a bırakmak” diye ifadelendirilir. Tevekkül güzel bir duygu elbet, ama İslam’da tedbirle
taçlandırılmış tevekkül esastır. Bunu Kur’an ayetlerinin sadece ibadete yönelik
ayetler olmadığından biliyoruz elbet, sosyal hayatın her yönüne hitap eden bir
kitaptır. Ve Allah (c.c) insanı yeryüzünün halifesi ilan ettiğinden biliyoruz.
Yüce Allah insanın fıtratına sosyal ve iktisadi hayatı dizayn edecek kodları
yüklemişte. İşte bu gerçeklerden hareketle bir mümin yan gelip yatmakla, ya da
uzlete çekilip ekonomi ve sosyal hayattan kendini soyutlayamaz. Bu yolda
‘El kârda, gönül Yar’da olmak”
vardır. Hakeza “Hiç ölmeyecekmiş dünyaya
yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmak” esastır. Madem öyle bir mümin ekonomi
ve sosyal hayata dâhil olduğunda ibadet bilinciyle katılmalıdır. Yani, bir
mümin sosyal hayata ve tabiata müdahale ettiğinde meşru daire içerisinde
müdahale etmesi gerekir. Şayet bu müdahale toplumu dizayn etmeye yönelik bir
müdahaleyse asla ve asla toplum içinde kültür farklılıklarını tek tipleştirmeye
yönelik bir müdahale olmaması gerekir. Zira Kur’an; “Renklerinizin, dillerinizin
farklı olmasında hikmetler var” beyan
buyurmakta. Farklılıklar toplumun ilerlemesi için zaruridir. Bir kere
yaratılış kanunu gereği insanlar farklı kabiliyette yaratılmışlardır. Bu yüzden
realite tam eşitlik kabul etmez, tam eşitlik olsaydı beş parmağın beşi bir
olması icab ederdi. Yaratılış kanunların gereği kimimiz daha akıllı, kimimiz
daha güçlü, kimimiz daha zengin yaratılmışız. Bakmayın siz Marksistlerin öyle tam eşitlikten
dem vurmalarına, bu ütopiktir, bu ütopik görüşün hiçbir kıymeti harbiyesi
yoktur. Düşünsenize tüm toplumu işçi
kategorisine tabii tutmak hangi akıl ve mantığa sığar ki, akla ziyan bir görüş
olduğu muhakkak. İnsanlık ilk yaratılışından bu güne kabiliyetleri veya
liyakatleri ölçüsünce toplumda yerini almış hep, tarihte hiçbir zaman tam eşit
ya da tek düze toplum modeli sahne almamıştır. İlla eşitlikten söz edilecekse, öncelikle
insanın rengine biçimine bakmaksızın herkese imkân ve fırsat eşitliği tanıyan
bir eşitlikten söz etmek daha akla ve vicdana sığacak tavır olur. Hiç kuşkusuz
Yüce Allah’ın kullarını farklı kabiliyetlerde ve fıtratlarda yaratmış
olması, doğan her insana imkân ve fırsat
eşitliği vermeye yönelik bir yaratılıştır. Değim yerindeyse hizmette yarışa yönelik
yaratılış kodlamasıdır(fıtrattır). Asla kodlamalarda eksiklik söz konusu değil,
eksiklik varsa bizlerde var, Allah'ın lütfettiği nimetleri imkân ve fırsata
dönüştürememe eksikliğidir bu. Yani, doğuştan bize bahşedilen liyakat kodlarını
geliştiremeyişimiz eksikliktir.
Peki, bunca
eksikliklerimiz ortadayken insanların hissiyatlarını harekete geçirip ucuz
hamaset kokan sözde eşitlikten dem vuranlara ne demeli. Bakın onların pozitif bilim yuvaları
addettikleri üniversitelerde bile insan kaynakları, halkla ilişkiler, iletişim
gibi dersler eşit toplum oluşturmaya yönelik okutulmuyor, tam aksine insan
kabiliyetlerini ortaya çıkarmaya yönelik okutulmakta. Şayet farklılıklara itiraz edilecekse bu
itiraz öncelikle pozitif addettikleri bilimler olmalıydı. Bu ne yaman
çelişkidir ki; itirazları hep ilahi kaynaklara olmuştur. Onlar itiraz ede
dursunlar mümine uyanık olmak düşer, bu yüzden mümin olana iç gözü kapalı ideolojiler
rehber olamaz. Evet, mümin feraset sahibidir. Bakın Allah Resulü iç gözü kapalı maddenin esiri olmuş
çevreleri bu hususta; “Müminin
ferasetinden sakının” beyanıyla uyarmış ta. İşte bu feraset sayesinde insan
kaynakları, halkla ilişkiler, kişisel gelişim, iletişim gibi ders kitaplarında yer
alan insan yeteneklerini keşfetmeye yönelik öğretilerin yaratılış kodlarına
ters düşmediğini idrak ederiz. Dahası üniversitelerde okutulan bu dersler insan
kabiliyetlerini ortaya çıkarmak için vardır. Belki komünistler rahatsız olacaklar ama gerçeği söylemekte fayda var;
bu okutulan ders müfredatı tam eşitliğin ‘eşitsizlik’ olduğunu dile getiren derslerdir. Onlar farketmesede biz
ferasetimizle farklılıkların zenginlik olduğunu çoktan fark ettik bile. Kaldı
ki Allah’ın mülkünü eşitlemeye kalkışmak kimin haddine. Yine bir kez daha söylemekte fayda var;
İslam’da mutlak mülk Allah’ındır, insanların sahip oldukları mülk sadece
emanete sahip çıkma anlamında bir mülktür. Edindiğimiz malların emanet olduğu o
kadar net ki, öldüğümüzde kara toprağa götüremiyoruz. Sonuçta dünya malı
dünyada kalmaktadır. Hatta dünyanın kendisi de bir emanet mülk, kıyamet
koptuğunda bu mülkte son bulacak. Böylece dünya fani, ahret beka yurdu gerçeğini
ve gerçek mülk sahibinin Allah olduğunu idrak etmiş olacağız. Evet, beşeri planda edinilen mülk sadece gölge
mesabesinde bir mülktür, baki olan Allah'tır. Öyle ki, Allah (c.c) mülkünden devlete, özel sektöre ve bireylere istifade
hakkı vermiştir. Ancak unutmamamız gereken bir husus var ki, mülk üzerinde istifade
savurganca kullanılsın diye verilmiş değildir, bilakis mülkün hakkını yerine
getirmek için verilmiş bir ihsandır. Yeter ki Allah’ın hakkı yerine getirilsin,
bu mülk miras yoluyla nesilden nesile
aktarılır da. Nitekim miras hakkı mülkün devam ettirilmesine yönelik bir haktır. Meşru miras malına sahip çıkmak bir
anlamda gerçek mülk sahibi Allah tarafından verilen emanete sahip çıkmak
demektir.
Şu da muhakkak, dinimizde kamu yararını ihlal
etmemek kaydıyla özel mülkiyet edinme hakkı caizdir. Keza devlet mülkiyeti de öyledir, ancak
devletten kendi mülkü üzerinde yürüteceği tüm iktisadi faaliyetlerde tebaanın
hayrını gözetmek şartı aranır, sonuçta devlet halkı için vardır. Anlaşılan o
ki; ister devlet, ister birey, ister
özel sektör olsun fark etmez tüm sektörler helal daire içerisinde yürütecekleri
tüm ekonomik faaliyetler hiçbir şekilde engellenmez, hatta helal kazanç kapıları
ardına kadar açılır da. İslam’da asla kapitalizmde olduğu gibi sınırsız kazanç
ve ihtiraslar kabul görmez. Nitekim
İslam’da zekât müessesesi sadece fakirlere yardım etmek ya da malın kirini
temizlemeye yönelik bir vecibe değil, bunun
yanı sıra tekelci oluşumlara, sınırsız kazanç ve ihtiraslara son vermeye yönelikte
bir dini vecibedir. Böylece çok yönlü
zekât müessesesi sayesinde zenginin malında fakirinde hakkı olduğunu, kirlenen malın ancak zekâtla temizleneceğini ve
sosyal adaletin sağlanmasında zekâtın denge denge unsuru bir ibadet olduğunu
fark ederiz. Kelimenin tam anlamıyla
zekât, hem dini bir vecibe, hem ekonomik faaliyet, hem de sosyal adalet
müessesesidir.
Peki ya faiz! Malum, zekâtın tam zıddı bir
aksiyondur, yani ekonomik sosyal huzursuzluğun baş çıbanıdır. Bu yüzden Allah
(c.c) kullarına ticareti helal, faizi
haram kılmakla sosyo ekonomik hayatı bu ölçüye göre tanzim etmelerini
emretmiştir. Dahası paradan para
kazanmayı haram kılmakla kullarını üretime ve yatırıma teşvik etmiştir. Madem
öyle, faiz sistemi için kula kul olmanın
adı dersek yeridir. Malum faiz sistemi, girişimcinin yatırım duygusunu
körelttiği gibi, bedavadan para kazanmaya alışmış bir takım rant çevrelerin tekelleşmesini,
kartelleşmesini, holdingleşmesini, tröstleşmesini sağlamaktadır. Bu yüzden İslam
da sadece toplumun tebaanın hayrına olacak girişimlere destek vardır. Zira “halka hizmet hakka hizmettir” sözü bu maksat içindir. İslam’da tekelleşme,
kara para, ihtikâr, karaborsa ve faiz gibi birçok toplum dengesini sarsacak
ekonomik faaliyetlere geçit verilmediği gibi yasak kapsamında değerlendirilir. İslam’da
ne 'bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler'
başıboş mantığını ilke edinmiş kapitalist modele, ne devleti putlaştıran
faşist modele, ne de birey mülkiyetini yok
sayan komünist modele geçit vardır. İslam’ın duruşu gayet açık ve net; ister
devlet sektörü, ister toplum sektörü,
ister özel sektör, isterse birey tek başına ekonomik faaliyet yürütüyor olsun
tüm sektörler ilahi hükümlerin mana ve ruhuna sadık oldukları sürece kabül
görürler. Yeter ki gerçek mülk sahibinin Allah olduğu bilinciyle üretim
yapılsın tüm sektörler baş tacı edilir de. Düşünsenize “ben siftah yaptım, diğer alışverişi de yan komşumdan al” diyen bir
anlayışın hâkim olduğu bir ekonomi modelinin hayata geçtiğini, elbette böyle
bir modelde topyekûn suni putların hegemonyasından kurtulmak vardır, hepimiz
kardeş oluruz da. Ve Allah’a (c.c) kul olmakla gerçek hürriyete kavuşuruz da.
Zaten tüm insanlığa kardeşlik nasıldır duygusunu öğretip yaşatan sadece
İslam’dır. İslamiyet dairesine katılan her insan İslami öğretiler sayesinde
aynı atadan, yani Âdem (a.s.) ve Havva’dan geldiğinin idrakiyle kardeşlik bilincine
varır da. Hatta bilinçle yetinmez; zengin, yoksul, halife, çoban vs. her kesim aynı
safta omuz omuza namaza durur da. Bilhassa İslami atmosferin remzi
diyebileceğimiz Ramazan hilali zengin ve fakiri aynı sofrada buluşturan bir iftar
çadırı vazifesi görürken Kâbe’de dünyadaki tüm Müslümanlara etrafında çokluğu
birlikte buluşturan kutsal mekân görevi ifa eder bile. İşte bu ve buna benzer
örneklerden hareketle İslamiyet için; halifeyi dilenciye eşit kılan bir
sistemin adıdır deriz. Hakeza, üstünlük ne zenginlikte, ne fiziki güzellikte,
ne makamda, ne de mevkide, üstünlük
Peygamberimizin (s.a.v) beyan buyurduğu
takva hakikatinde gizlidir deriz. Maalesef takva gerçeğinden bihaber beşeri
sistemler insanı birkaç patrona, putlaştırılmış
devlete, politbüro üyelerin kontrolünde
topluma kurban etmekte hiçbir sakınca görmemekteler. Nasıl bir vicdansa
tekelcilik, kara borsa, faiz gibi faaliyetler özgürlük kılıfı altında meşru
gösterilip insanların kanı emilme pahasına sömürülür de. İşte bu içimizi
sızlatan tablolara bir bir şahit oldukça Müslüman olmak ne büyük nimetmiş
demekten kendimizi alamayız. Nitekim müminler İslami bilinçle insanı Allah’ın
mukaddes emaneti olarak gördüklerinden dünyanın neresinde insana yönelik zulüm
ve sömürü varsa tahammül gösteremez, sabrı taştığında tepkisini ortaya koyar
da. Kaldı ki Müslümanlar bu insani hassasiyetlerini yitirmeksizin gerçek mülk
sahibinin Allah olduğu bilinciyle hareket ettikleri müddetçe hâkimi mutlak para
anlayışı bu topraklarda yer bulamayacaktır. Mümin olan şunu iyi bilir ki; bireyin,
kurumların, toplumlar ve devletlerin
edindiği mülk emanet mülktür, geçicidir. Bu yüzden bu ulvi yolda geçici olana
talip olunmaz, daha çok baki olana talip
olunur.
Devlet başkanının
idari mekanizmanın en tepe noktasında bulunuyor olması demek onun ‘astığım
astık, kestiğim kestik’ manasında bir başkanlık değildir. Ulu’l-emr’de olsa, ilahi hükümlere riayet
etmekle mükelleftir. Kaldı ki “Güç benimse kanunda benim” anlayışı orta çağ
zihniyeti bir sığ düşüncedir.
Peki, ya tebaa! Malum,
tebaa da idare edilen konumda olması hasebiyle yöneticisine itaat
etmekle mükelleftir. Yeter ki, Ulu’l-emr
Allah ve Resulünün yolu üzere hareket etsin bu itaat vacip olur da. Nitekim Hz.
Ebubekir Sıddık’ın (r.a.): “Allah’a ve
Peygamberine itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Onların yolundan ayrılırsam
sizden baş eğmenizi istemeye hakkım yoktur” diye beyan buyurması bunu teyit
ediyor. Ancak söz konusu günümüz dünyası olunca geldiğimiz noktada hem idarecilerde
hem de tebaada Allah ve Resulü hakikatlerine bağlılıkta aşınmalar (yozlaşmalar) söz konusu olduğundan itaat
edenle itaat arasında nasıl bir tavır takınılacağı hususunda doğrusu
şaşkınız. Değneğin her iki ucu da kirli
dersek yeridir. Öyle ki, her iki tarafta da maddi ihtiraslar, sorumsuzluk,
gösteriş varı tutkular vs. zirve yapmış durumda. Maalesef manevi sefalet çağımızın içinden
çıkamadığı kronik bir hastalıktır. Tüketim çılgınlığı almış başını gidiyor, her geçen gün etrafımızı saran bir alev olmaya
devam ediyor da. Ah şöyle bir titreyip kendimize bir dönebilsek vahşi
kapitalizmin içimize attığı tüketim çılgınlığından kurtulmak an meselesidir.
Bunun için öncelikle Kur’an’ın çağrısına icabet etmemiz lazım gelir. Bakın
Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de: “Ey
İnsanlar! Yerdeki şeylerden, helal ve temiz olmak şartıyla, yeyin...” beyanı tüketim çılgınlığına kapılmamaya
yönelik bir çağrıdır. İşte bu çağrıdan hareketle İslam’da özel mülkiyete yer
var, ama bu izin belirli kaide ve kurallara bağlanmıştır. Şöyle ki;
—Malın üretiminde
üretici neyi satabiliyorsa onu üretme esasına dikkat edilmesi,
— Kazanılan malın
nisap miktarını aşmışsa zekâtını ödeme şartı,
—Kamu yararının
gözetilmesi,
— Kazanılan malın helal
yoldan kazanma şartı,
— Kullanılan mülkün israf
edilmemesi,
—Miras hukukuna riayet edilmesi gibi bir dizi
kurallar getirilmiştir. Elbette ki bu kuralları yerine getiren özel sektör baş
tacı edilir de. Bakın Peygamberimiz (s.a.v.) bu hususta: “Kimseye ait olmayan bir toprağı elde eden bir kişi, üç yıl mülkiyetinde
kıldığı halde onu uygun olarak işlememişse mülkiyet hakkını yitirecektir”
beyan buyurmuştur. İşte görüyorsunuz Peygamberimiz (s.a.v.) tüm insanlığa ekonomik kayıpların önüne
geçmenin mesajını verirken, vahşi kapitalist modelden beslenip mülkü tekeline
geçiren burjuva patronları ise kendilerini malın tanrısı gibi görüyorlar. Onlar
kendilerini ilah sana dursunlar bakın İslamiyet’te servetin bütün toplum
kesimlerine yayılması esastır. Nitekim
Kur’an-ı Muciz'ül Beyan: “Tâ ki o
mallar, yalnız zenginler arasında dolaşır olmasın” beyan buyurmakta. Evet, bu ayette sermayenin
tekelleşmesine izin verilmeyip servetin tabana yayılması vurgusu vardır. Hatta İslam’da tekelleşmenin önüne geçmek
için de ayrıca gelir getiren makine, banknot,
çek, ticari gelir, kira vs. hepsi zekâta tabi tutulur. Böylece zekâtla birlikte toplum refahı
sağlanır. Zira mal, sadece seçkin zümreye tahsis edilmiş bir eder (getiri)
değildir, unutmayalım ki o malda tüm tüyü bitmemiş yetimlerinde hakkı vardır. Dahası
dinimiz emek sermaye ilişkisinin denge içerisinde yürütülmesini murad
etmektedir. Yani, ne sermayenin emeği egemenlik altına almasını, ne de
sermayenin ortadan kalkmasını onaylar. Bilakis herkesimin imkân ve kabiliyetleri
ölçüsünce ekonomik katılımını öngörür. Hatta Peygamberimizin “İşçinin
alın teri kurumadan hakkını veriniz” beyanı işçi işveren arasında buzları
eriten bir ferman olmanın ötesinde emek sermaye arasında dengeyi sağlamaya
yönelik bir hadistir. Hakeza “En iyi kazanç, işine özen gösteren ve
işverene saygı ile bakan işçinin elde ettiğidir” hadisi- şerifi de bu meyanda söylenilmiş bir beyandır.
İslam’da değil insana, üretim araçlarına da bir başka açıdan değer
verilir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, İslam’da eşyanın bile hukuku var. Aynen
öyle de İslam’da üretim araçlarının atıl bırakılması hoş karşılanmaz. Tam bir
çevre duyarlılığıyla tabiatı çöp yığınına döndürülmesine müsaade edilmez. İşlenmiş
maddeden arta kalan artık maddede olsa ekonomiye kazandırılması esastır.
Kâinatta her ne yaratılmışsa, biliniz ki her yaratılan çöp değildir, mutlaka
fayda yönü vardır. Dolayısıyla artık maddeleri çöp diye atıp çevreyi
kirletemeyiz, değerlendirilmesi gerekmektedir, bu gübre olur, enerji olur, ekmek paparası olur, şu olur, bu
olur mutlaka verim ekonomisine dönüşmesi lazım gelir. Hakeza insan kaynakları
da öyledir. İnsanların liyakatleri ölçüsünce
değerlendirilip kabiliyetlerinin açığa çıkarılması gerekir. Zaten “İşi
ehline veriniz” ölçüsü bunun içindir. Aksi takdirde işin ehli olan insanları
kendi ellerimizle toprağa gömmüş oluruz, ya da beyin göçü denen hadiseyle yaban
ellere teslim etmiş oluruz.
Gerçekten verim
ekonomisine ihtiyaç hissediyorsak, sadece yatırımlara hız kazandırmak yetmez
bunun yanı sıra faizsiz bir sisteme de ihtiyaç vardır. Faizin olmadığı bir
ekonomi modelinde iş, ekmek, adalet birlikteliği gerçekleşir de. Hiç kuşkusuz
“Allah (c.c) ticareti helâl,
faizi haram kıldı” ilahi düsturu bunun için vardır. Hatta İslam’da manevi
değerlere kayıtsız kalmamak kaydıyla sivil katılımcı modele uygun ticari
ortaklık, kooperatifçilik gibi tüm girişimler meşru addedilir de. Dahası vahşi
rekabete fırsat vermeksizin hizmette yarışı esas alan serbest piyasa ekonomi
modelini de kendimize yakın buluruz.
Kelimenin tam anlamıyla ister adına karma ekonomi, ister devlet
ekonomisi, isterse serbest piyasa ekonomisi denilsin halka zulmedip sömürmedikçe,
insanı eşyanın kölesi yapmadıkça, karaborsa ve faize bulaşılmadıkça tüm
modellere kapımızı açarız da. Elbette ki, ihracat ve ithalat uygulamaları da buna
dâhildir. Çünkü etik olan her ne varsa İslam’ın
kabulüdür. Yeter ki ekonomik modeller
İslami kurallarla taban tabana zıt düşmesinler. Kaldı ki günümüzde öyle
uygulamalar var ki, ilk kaynağı zaten biziz. Nasıl mı? İşte Hz. Ömer'in (r.a.) halifeliği
döneminde Müslümanlarla ticaret yapan ülkelerden ilk gümrük vergisi alma
uygulaması bunun tipik misalini teşkil eder. Öyle ki, yeni uygulama olmasından olsa gerek
bu dönemde Ebu Musa el Eş’ari (r.a) söz konusu ülkelerden vergi almaya
kalkıştığında büyük bir dirençle karşılaşmış bile. Tabii Ebu Musa el Eş’ari (r.a) durum vaziyeti Hz. Ömer'e (r.a) bildirmek
zorunda kalınca Hz. Ömer'de Müslümanlardan alınan vergiye karşılık gelen bir
harcın harbilerden de alınması yönünde nihai karar alır da. Ve alınan kararla birlikte
söz konusu gümrük harcı %10 olarak belirlenir.
Derken sonraki uygulamalarda bu vergi Müslümanlardan %2,5, gayrimüslimlerden %5 olarak belirlenip uygulanabilir
kural hale gelir. İşte görüyorsunuz
gümrük uygulaması ya da gümrük vergisi uygulaması ilk kez Hz. Ömer (r.a.)
devrine ait bir kural olarak karşımıza çıkmaktadır.
Velhasıl; İslam’da hem
maddi, hem de manevi temeller üzerine inşa edilmiş verim ekonomisi esastır. Asla
israf ekonomisi faaliyetler İslam’da kabul görmez.
Vesselam.