ZAFERLE DEĞİL SEFERLE YÜKÜMLÜYÜZ
SELİM GÜRBÜZER
Şimdiye kadar yaşadığımız bunalımların bir
hastalık seyri değil bir aşk nöbeti
olduğunu idrak etmeli ki zafer peşinde değil,
seferle yükümlü olduğumuzun
bilincine varabilelim. Tabii bu da yetmez,
üzerimize sinen ölü toprağı bir an evvel
atıp köklerimizle buluşmalı ki yeni ufuklara kanatlanabilelim. Bunun içinde
mutlaka kararlı adımlar atmak mecburiyetindeyiz. Bikere omuzlarımızda taşıdığımız
tarihi misyonumuz bunu gerektiriyor. Öyle ki, bu uğurda önümüze dikenli taşlar
döşense de, bin bir türlü tuzaklar kurulsa da ülkemizin meseleleriyle
dertlenmek birinci önceliğimiz olmalıdır. Malum, aşk nöbeti dertlenmek demektir. Zaten dertlenmek gerekir ki; Ferhat olup dağları
delelim, Yunus olup ‘durmak yok, yola devam’ edebilelim. Yola devam deyip gayret edenden şeytan kaçar
da.
Allah korusun yerimizde sabit kalıp durduğumuzda
haramiler derhal yattıkları pusudan kuyumuzu kazmak için çıkacaklardır. Her an
boş anımızı yakalamak için fırsat kollamaktalar zaten. Onlar pusuya yata dursun, bize düşen yılmadan usanmadan gönül seferberliği için Yunusça yola devam
etmek olmalı. Ancak bu kez durum vaziyet bambaşka gözüküyor, yola koyulduğumuzda kimin dost kimin düşman
olduğu pek anlaşılmayan bir yoldan geçiyoruz habire. Artık geçtiğimiz yollardan
karşılaştığımız manzaralarda gördüğümüz mide bulandırıcı durumlar yetti gayri
diyecek noktada sabrımızı zorlamakta bile. İşte o mide bulandırıcı nahoş
havaları yakamızdan düşürdüğümüz zaman biliniz ki o özlediğimiz bu büyük
buluşma bir hayal değil hakikat olacaktır. Ümit varız da. Nitekim 15 Temmuz Direniş Destanımız bu ümidimizi
kavileştirmiş durumda. Hiç boşa heveslenmesinler, milli heyecanımız sönmediği müddetçe
milletçe ele ele gönül gönüle verip nice destanlar yazaraktan bilgi çağının
ötesine sıçrayacağımıza inancımız tamdır. İşte bu inanç doğrultusunda “Ölürüm
Türkiye Sevdası” beyaz kefenimiz olur da.
Şu bir gerçek, sevdamızı kefenlemekle kalmayıp
inişli çıkışlı çizgimizi istikamet seyrine
çevirecek çözümler üretmekte de fayda var. İstikamet üzere olalım ki, gel-git halimizden
fırsat kollayıp da bizi arkadan hançerlemeye kalkışmasınlar. Baksanıza aklını
kiraya vermiş paralel ihanet çete artıklarının kökü daha tam manasıyla kazınmış
değil. Madem öyle, istikametimizi Cennet Vatan Türkiye’mizde farklılıklarımızla
bir arada birlik ve dirlik içerisinde yaşamak üzere kurgulamalı. Birlik ve dirlik içerisinde olalım ki, ihanet
çetelerinin sinsi emellerini boşa çıkartıp Rabia’mızla ‘Hep Birlikte Türkiye’
olabilelim. Zaten bugüne dek onca yaşadığımız elim hadiseler sürekli Rabia’ca ‘sefer der vatan’ olmamız gerektiğini ortaya koyuyor da.
Düşünsenize bir zamanlar ülkemizde topluma
giydirilmeye çalışılan tek tip düşünce, tek tip insan profili dayatmasıyla
zulüm yaptıkları yetmemiş gibi şimdi de kalkmışlar başka bir taktikle bizim
tonumuza benzeyen cinsten adamları aramıza sızdıraraktan operasyon çekmekteler.
İşte devletin kılcal damarlarına kadar sızmış yeni versiyon hain güruhların varlığı
topyekûn hepimizi ‘sefer der vatan’ olmaya mecbur kılıyor da. Her ne kadar milletimiz 15 Temmuz’da hain
çetelere gereken cevabı verse de bu demek değildir ki boş duracaklar, baksanıza
hiç iflah olmuş değiller, habire dış
mihrakların değirmenine su taşımaktalar. Devletin sırlarını bile dışarıya servis
etmekten en ufak hicap duymuyorlar. Anlaşılan
ihanet çetelerinin kökünü kazımadıkça sular hiç durulmayacak gibi. O halde bir
yandan farklı kimlikte farklı meşrebde insanlarla bir arada kültürel zenginliğimizi
artıracağız bir yandan da ihanet çetelerinin sinsi oyunlarını boşa çıkartacak
hamleler için seferber olacağız. Buna mecburuz da. Unutmayalım ki devlet ve
milletimiz birtakım hadiseleri unutabilir ama asla ihaneti unutmaz. Hatta 15
Temmuz İhanet Darbe girişimin üzerinden asırlar geçse de asla bu ihanet unutulmayacaktır.
Unutulmaması da gayet tabiidir. Sonuçta ortada vatanımızı arkadan hançerlemek
denen bir hadise yaşandı, nasıl
unutulsun ki. Unutmayacağımız gibi hak
ettikleri cezaya müstahak olacaklar da.
Asla kahpeliklerini ört bas etmeye yönelik mağdur edebiyatlarına kanıp
merhamet edilmeyecektir, zaten acırsak
acınır hale düşeriz. Ki; biz bu Cennet Vatan Türkiye’mizi sokakta
bulmadık, şehit katında Rabia’mızla var
olduk hep. Elbette ki kendi içimizde bir
takım açmazlarımız olabiliyor. Önemli olan küçük meseleleri büyülterek bir
yerlere varamayacağımızı anlamaktır. O halde ‘Kökü mazide ati olmak’tan başka
çaremiz yoktur.
Şu da var ki, dönüşüm ve yenilenme ancak
katılımcı demokrasi zeminde yeşerebiliyor. Herkes kendi fikrini dayatmacı
yöntemlerle karşı tarafa dayatmaya çalışırsa gerilim doğar, Allah korusun bu
kez fikirler yerine silahlar konuşur.
Bilindiği üzere coğrafyamız çok zengin nakış
kilimi üzerine kurulu bir coğrafya, yine bir o kadarda dinamik insan
potansiyeline sahip doğurgan topraklardır. Madem öyle bu doğurgan topraklarda her
kimlikten unsura yer var, her cinsten ihanet şebekesine yer yok deme zamanıdır.
Yeter ki karşılıklı saygı çerçevesinde birbirimizi anlamaya çalışıp birliğimizi
ve dirliğimizi güçlendirelim bak o zaman ‘sefer der vatan’ hüviyete kavuşuruz
da. Birbirimize karşı hoşgörülü olmakla
ihanet odaklarının tekerine çomak sokacağımız muhakkak. Zira hoşgörü kültürümüz
farklılıklar arasında zenginliği sağlayan tek yegâne çimentomuzdur. Bundan
dolayı herkesin kendi iç dünyasında faşizan ve dayatmacı düşüncelerden arınması
lazım gelir. Nitekim faşizan duygularımızı kendi iç dünyamızda söküp atmadıkça
bir başkasına tavsiyede bulunma hakkımız olmaz. Laf icabı demokrat görünmek
kolay elbet, önemli olan hem iç dünyamızda, hem de dışta faşizan tavırlardan
kurtulup kendimize söz geçirebilmektir. Zaten kendimize söz geçirdiğimizde
biliniz ki çok renkli ve çok zengin düşünce ortamının kendi ruh dünyamızda temellerini
atmışız demektir Aksi halde hem kendimize hem de etrafımıza zararlı mahlûkat
oluruz.
Unutmayalım ki her türlü düşünce ve fikir ancak
hür bir ortamda seyr-i âlem eylemekle
mümkün. İslam’ın doğuşu’da seyri âlem
üzere doğmuş ve bu sayede özgür bir zeminde yeşermiştir. Asla baskıyla din
dayatılmamıştır. Dayatmacı din öğretisi Müslümanlıkla şereflenmeye mani
olabiliyor. İşte bu yüzden İslam’ın
militarizme değil İnsan-ı kâmile ihtiyacı vardır diyoruz. Geleceğimizi öfke,
kin ve terör kurgusu üzerine değil tefekkür kurgusu üzerine kurmalı. Kim şiddet
ortamından ne bulmuş ki, militan Müslüman anlayışı da bulsun. Her kim ki İslam’ı şiddet ortamına çekme
çabası içerisine girerse bilinsin ki bu tavır dine hizmet değil tam aksine Yüce
dinimize hıyanet olacaktır. Bakın Ortadoğu’da bitmek tükenmek bilmeyen
kavgaların ardında umumiyetle çatışmadan yana tavır sergileyenlerin tertiplediği
dümen oyunları vardır. Bizim coğrafyada
ise kimi zaman sağ sol kavgalarını körükleyerekten her on yılda bir askerimizi
kışkırtaraktan yapılan darbeler var, kimi
zaman hoş görü kılıfıyla sanki çatışmadan yana değilmiş gibi gözüküp karşımıza
hıyanet odağının tertiplediği oyunlar olarak çıkabiliyor. Ki; biz onları Gezi
olaylarından, MİT Tırlarını durdurma
hadisesinden, Yargı Darbesi teşebbüsünden, 15 Temmuz Darbe girişiminden
biliriz. Gerçektende önce hoşgörü
kisvesi altında bize şirin gözüküp, sonrasında arkamızdan hançerleyen bu hain güruhu
iyi kavradık. Madem bu ihanet şebekesini imini cimini iyi kavradık, o halde bir
daha bu ihanet şebekesinin gün yüzüne çıkmaması için kökünü kurutmak hepimizin
boynu borcu olmalı. Aksi halde fitne fücurlukları yeniden hortlayıp İslam’a
zarar vermeye devam edeceklerdir.
Bu arada tüm enerjimizi sırf ihanet odaklarına
sarf ederekten tüketmemekte gerekiyor. Daha
fazla oyalanmadan tez elden bu belayı başımızdan def edip pembe şafaklara seyr-i sefer eylemek gerekir. Birliğimizi
ve dirliğimizi bozacak her ne akım varsa adalete teslim etmeli. Zira adalet
gecikmez tez verilmeli. Neydik edip adaletin tecellisiyle ihanet şebekelerini
yakamızdan düşürüp geleceğe kanatlanmalı. Birliğimizi dirliğimizi güçlü kılacak
projeleri hayata geçirerek yol almalı. Bakın ceddimiz kendi devrinde farklı
kültüre sahip insanlarla bir arada nasıl yaşanacağının projelerini tüm cihana ispatlayarak
yol aldı. Madem ceddimiz Osmanlı altı yüzsene
bu uğurda seyri sefer eyleyerek ayakta durmayı başarabilmiş, pekâlâ Osmanlının bakiyesi hükmünde Türkiye’de
el ele gönül gönüle vererek birlik ve dirlik içerisinde ilelebet payidar
kalabilir, neden olmasın ki.
Ne ilginçtir Osmanlı dış mihrakların tertiplerinden
daha çok iç entrikalarla çökertilmiştir. Ne zaman ki kendimiz olamadık, yolumuzu
yol bilmeyip batının güdümüne girdik, işte o zaman düşüşümüz kaçınılmaz olmuş. Tabii
ki bir yönümüzle batıya yöneleceğiz, ama batının hayat tarzına değil, teknolojisine
elbet. Hele bu yönelmek Nizam-ı âlem ülküsü çerçevesinde bir yöneliş olursa, o
zaman değme keyfine, yeniden tüm insanlığa mührümüzle soluk oluruz da. İşte bu
noktada dünyaya açılmak zarar vermez, bilakis maddenin köleliğine son verecek
ekonomik zenginliği beraberinde getiri bile. Malum, artık kendi yağımızla kavrulur anlayışı
gerilerde kaldı. Hatta bir lokma bir hırka anlayışıyla da bir adım ileri varamayacağımız
besbelli. Öyle ya hem madem günümüzde sınırları
kol kuvveti ve bilek gücü çizemiyor, o halde şimdi sınır ötesi Seyr-i âlem
strateji hamlelere girişmek zamanıdır. Bikere yapmamız gereken şey önce kim olduğumuzu
tüm âleme ispatlamak sonrasında ise misyonumuza yakışır tarzda yerellikten
evrenselliğe uzanan bir seyir takip
etmek olmalıdır.
Sakın ola ki; dünyaya açılmakla yerellikten
vazgeçtiğimiz bir anlam çıkarılmasın. Tam aksine kendi değerleriyle yoğrulmuş
modernliği (teknoloji ve bilgi üretimi)
ön plana alan anlayıştır bu. Şu iyi
bilinsin ki seyri seferimiz hem yerellik, hem de müspet manada evrensellik
ekseni üzerine kurulu bir seyri seferdir. Böylesi bir seferde yükümlülük bize
ait, zafer ise Allah’a aittir. Belli ki çok uzun ve ince bir yoldayız, olsun
sonuçta bu kutlu yolda Gönül erleri var oldukça kıyamete vahyin soluğundan
soluklanacağız demektir. Zira Allah’ın
Habib-i tek başına yola koyuldu, bir
baktık bir iken iki, iki iken üç, üç iken dört oldu derken bugün dünyamızda milyonlarca
insan artık İslam’la şereflenir hale geldi. Bu demektir ki işin başlangıcında kemmiyet değil
keyfiyet esastır, sonrası malum her ikisi de gereklidir. Hele bu hususta Türkiye
çağlar üzerinden sıçrama seferine koyulurken hem doğulu, hem batılı, hem de
kendisi gibi olmalı ki; kemiyetçe ve
keyfiyetçe yükselebilsin. Zira zengin coğrafyamızın bağrında kâh doğululuk, kâh
batı tarzcılık ve kâh kendin kalmak gibi pek çok iz düşümlerimiz mevcut. Belki bu iz düşümlerimiz görünürde çelişki
gibi görünse de aslında Nizam-ı âlem’e giden yolda gerekli olabilecek iz
düşümlerdir. Unutmayalım ki Nizam-ı âlem farklılıkları zenginliğe dönüştürebilen
harekâttır. O halde sömürge olmadan misyonumuzun gereği olarak gül dalında kopmadan
dünyanın o özlediği adalet için var olmalı.
Velhasıl; insanlık düştüğü bunalımın
girdabından kurtulmak için kendine uzanacak muhabbet elleri arar durumda. Madem öyle,
bu uğurda zaferle değil seferle yükümlülüğün zamanı geldi geçti bile.
Vesselam.
http://www.bayburtpostasi.com.tr/zaferle-degil-seferle-yukumluyuz-makale,7506.html