6 Aralık 2017 Çarşamba

ZAFERLE DEĞİL SEFERLE YÜKÜMLÜYÜZ


    ZAFERLE DEĞİL SEFERLE YÜKÜMLÜYÜZ 
SELİM GÜRBÜZER 
        Şimdiye kadar yaşadığımız bunalımların bir hastalık seyri değil bir aşk nöbeti olduğunu idrak etmeli ki zafer peşinde değil, seferle yükümlü olduğumuzun bilincine varabilelim.  Tabii bu da yetmez,  üzerimize sinen ölü toprağı bir an evvel atıp köklerimizle buluşmalı ki yeni ufuklara kanatlanabilelim. Bunun içinde mutlaka kararlı adımlar atmak mecburiyetindeyiz. Bikere omuzlarımızda taşıdığımız tarihi misyonumuz bunu gerektiriyor. Öyle ki, bu uğurda önümüze dikenli taşlar döşense de, bin bir türlü tuzaklar kurulsa da ülkemizin meseleleriyle dertlenmek birinci önceliğimiz olmalıdır. Malum,  aşk nöbeti dertlenmek demektir.  Zaten dertlenmek gerekir ki; Ferhat olup dağları delelim, Yunus olup ‘durmak yok, yola devam’  edebilelim.  Yola devam deyip gayret edenden şeytan kaçar da.
          Allah korusun yerimizde sabit kalıp durduğumuzda haramiler derhal yattıkları pusudan kuyumuzu kazmak için çıkacaklardır. Her an boş anımızı yakalamak için fırsat kollamaktalar zaten.  Onlar pusuya yata dursun,  bize düşen yılmadan usanmadan gönül seferberliği için Yunusça yola devam etmek olmalı. Ancak bu kez durum vaziyet bambaşka gözüküyor,  yola koyulduğumuzda kimin dost kimin düşman olduğu pek anlaşılmayan bir yoldan geçiyoruz habire. Artık geçtiğimiz yollardan karşılaştığımız manzaralarda gördüğümüz mide bulandırıcı durumlar yetti gayri diyecek noktada sabrımızı zorlamakta bile. İşte o mide bulandırıcı nahoş havaları yakamızdan düşürdüğümüz zaman biliniz ki o özlediğimiz bu büyük buluşma bir hayal değil hakikat olacaktır.  Ümit varız da.  Nitekim 15 Temmuz Direniş Destanımız bu ümidimizi kavileştirmiş durumda. Hiç boşa heveslenmesinler, milli heyecanımız sönmediği müddetçe milletçe ele ele gönül gönüle verip nice destanlar yazaraktan bilgi çağının ötesine sıçrayacağımıza inancımız tamdır. İşte bu inanç doğrultusunda “Ölürüm Türkiye Sevdası”  beyaz kefenimiz olur da.
          Şu bir gerçek, sevdamızı kefenlemekle kalmayıp inişli çıkışlı çizgimizi istikamet seyrine çevirecek çözümler üretmekte de fayda var. İstikamet üzere olalım ki, gel-git halimizden fırsat kollayıp da bizi arkadan hançerlemeye kalkışmasınlar. Baksanıza aklını kiraya vermiş paralel ihanet çete artıklarının kökü daha tam manasıyla kazınmış değil. Madem öyle, istikametimizi Cennet Vatan Türkiye’mizde farklılıklarımızla bir arada birlik ve dirlik içerisinde yaşamak üzere kurgulamalı.  Birlik ve dirlik içerisinde olalım ki, ihanet çetelerinin sinsi emellerini boşa çıkartıp Rabia’mızla ‘Hep Birlikte Türkiye’ olabilelim. Zaten bugüne dek onca yaşadığımız elim hadiseler sürekli Rabia’ca  ‘sefer der vatan’  olmamız gerektiğini ortaya koyuyor da.
            Düşünsenize bir zamanlar ülkemizde topluma giydirilmeye çalışılan tek tip düşünce, tek tip insan profili dayatmasıyla zulüm yaptıkları yetmemiş gibi şimdi de kalkmışlar başka bir taktikle bizim tonumuza benzeyen cinsten adamları aramıza sızdıraraktan operasyon çekmekteler. İşte devletin kılcal damarlarına kadar sızmış yeni versiyon hain güruhların varlığı topyekûn hepimizi  ‘sefer der vatan’ olmaya mecbur kılıyor da.  Her ne kadar milletimiz 15 Temmuz’da hain çetelere gereken cevabı verse de bu demek değildir ki boş duracaklar, baksanıza hiç iflah olmuş değiller,  habire dış mihrakların değirmenine su taşımaktalar. Devletin sırlarını bile dışarıya servis etmekten en ufak hicap duymuyorlar.  Anlaşılan ihanet çetelerinin kökünü kazımadıkça sular hiç durulmayacak gibi. O halde bir yandan farklı kimlikte farklı meşrebde insanlarla bir arada kültürel zenginliğimizi artıracağız bir yandan da ihanet çetelerinin sinsi oyunlarını boşa çıkartacak hamleler için seferber olacağız. Buna mecburuz da. Unutmayalım ki devlet ve milletimiz birtakım hadiseleri unutabilir ama asla ihaneti unutmaz. Hatta 15 Temmuz İhanet Darbe girişimin üzerinden asırlar geçse de asla bu ihanet unutulmayacaktır. Unutulmaması da gayet tabiidir. Sonuçta ortada vatanımızı arkadan hançerlemek denen bir hadise yaşandı,  nasıl unutulsun ki.  Unutmayacağımız gibi hak ettikleri cezaya müstahak olacaklar da.  Asla kahpeliklerini ört bas etmeye yönelik mağdur edebiyatlarına kanıp merhamet edilmeyecektir,  zaten acırsak acınır hale düşeriz. Ki; biz bu Cennet Vatan Türkiye’mizi sokakta bulmadık,  şehit katında Rabia’mızla var olduk hep.  Elbette ki kendi içimizde bir takım açmazlarımız olabiliyor. Önemli olan küçük meseleleri büyülterek bir yerlere varamayacağımızı anlamaktır. O halde ‘Kökü mazide ati olmak’tan başka çaremiz yoktur.
          Şu da var ki, dönüşüm ve yenilenme ancak katılımcı demokrasi zeminde yeşerebiliyor. Herkes kendi fikrini dayatmacı yöntemlerle karşı tarafa dayatmaya çalışırsa gerilim doğar, Allah korusun bu kez fikirler yerine silahlar konuşur.
          Bilindiği üzere coğrafyamız çok zengin nakış kilimi üzerine kurulu bir coğrafya, yine bir o kadarda dinamik insan potansiyeline sahip doğurgan topraklardır. Madem öyle bu doğurgan topraklarda her kimlikten unsura yer var, her cinsten ihanet şebekesine yer yok deme zamanıdır. Yeter ki karşılıklı saygı çerçevesinde birbirimizi anlamaya çalışıp birliğimizi ve dirliğimizi güçlendirelim bak o zaman ‘sefer der vatan’ hüviyete kavuşuruz da.  Birbirimize karşı hoşgörülü olmakla ihanet odaklarının tekerine çomak sokacağımız muhakkak. Zira hoşgörü kültürümüz farklılıklar arasında zenginliği sağlayan tek yegâne çimentomuzdur. Bundan dolayı herkesin kendi iç dünyasında faşizan ve dayatmacı düşüncelerden arınması lazım gelir. Nitekim faşizan duygularımızı kendi iç dünyamızda söküp atmadıkça bir başkasına tavsiyede bulunma hakkımız olmaz. Laf icabı demokrat görünmek kolay elbet, önemli olan hem iç dünyamızda, hem de dışta faşizan tavırlardan kurtulup kendimize söz geçirebilmektir. Zaten kendimize söz geçirdiğimizde biliniz ki çok renkli ve çok zengin düşünce ortamının kendi ruh dünyamızda temellerini atmışız demektir Aksi halde hem kendimize hem de etrafımıza zararlı mahlûkat oluruz.
         Unutmayalım ki her türlü düşünce ve fikir ancak hür bir ortamda seyr-i âlem eylemekle mümkün.  İslam’ın doğuşu’da seyri âlem üzere doğmuş ve bu sayede özgür bir zeminde yeşermiştir. Asla baskıyla din dayatılmamıştır. Dayatmacı din öğretisi Müslümanlıkla şereflenmeye mani olabiliyor.  İşte bu yüzden İslam’ın militarizme değil İnsan-ı kâmile ihtiyacı vardır diyoruz. Geleceğimizi öfke, kin ve terör kurgusu üzerine değil tefekkür kurgusu üzerine kurmalı. Kim şiddet ortamından ne bulmuş ki, militan Müslüman anlayışı da bulsun.  Her kim ki İslam’ı şiddet ortamına çekme çabası içerisine girerse bilinsin ki bu tavır dine hizmet değil tam aksine Yüce dinimize hıyanet olacaktır. Bakın Ortadoğu’da bitmek tükenmek bilmeyen kavgaların ardında umumiyetle çatışmadan yana tavır sergileyenlerin tertiplediği dümen oyunları vardır.  Bizim coğrafyada ise kimi zaman sağ sol kavgalarını körükleyerekten her on yılda bir askerimizi kışkırtaraktan yapılan darbeler var,  kimi zaman hoş görü kılıfıyla sanki çatışmadan yana değilmiş gibi gözüküp karşımıza hıyanet odağının tertiplediği oyunlar olarak çıkabiliyor. Ki; biz onları Gezi olaylarından,  MİT Tırlarını durdurma hadisesinden, Yargı Darbesi teşebbüsünden, 15 Temmuz Darbe girişiminden biliriz.  Gerçektende önce hoşgörü kisvesi altında bize şirin gözüküp, sonrasında arkamızdan hançerleyen bu hain güruhu iyi kavradık. Madem bu ihanet şebekesini imini cimini iyi kavradık, o halde bir daha bu ihanet şebekesinin gün yüzüne çıkmaması için kökünü kurutmak hepimizin boynu borcu olmalı. Aksi halde fitne fücurlukları yeniden hortlayıp İslam’a zarar vermeye devam edeceklerdir.  
           Bu arada tüm enerjimizi sırf ihanet odaklarına sarf ederekten tüketmemekte gerekiyor.  Daha fazla oyalanmadan tez elden bu belayı başımızdan def edip pembe şafaklara seyr-i sefer eylemek gerekir. Birliğimizi ve dirliğimizi bozacak her ne akım varsa adalete teslim etmeli. Zira adalet gecikmez tez verilmeli. Neydik edip adaletin tecellisiyle ihanet şebekelerini yakamızdan düşürüp geleceğe kanatlanmalı. Birliğimizi dirliğimizi güçlü kılacak projeleri hayata geçirerek yol almalı. Bakın ceddimiz kendi devrinde farklı kültüre sahip insanlarla bir arada nasıl yaşanacağının projelerini tüm cihana ispatlayarak yol aldı.  Madem ceddimiz Osmanlı altı yüzsene bu uğurda seyri sefer eyleyerek ayakta durmayı başarabilmiş,  pekâlâ Osmanlının bakiyesi hükmünde Türkiye’de el ele gönül gönüle vererek birlik ve dirlik içerisinde ilelebet payidar kalabilir, neden olmasın ki.
            Ne ilginçtir Osmanlı dış mihrakların tertiplerinden daha çok iç entrikalarla çökertilmiştir. Ne zaman ki kendimiz olamadık, yolumuzu yol bilmeyip batının güdümüne girdik, işte o zaman düşüşümüz kaçınılmaz olmuş. Tabii ki bir yönümüzle batıya yöneleceğiz, ama batının hayat tarzına değil, teknolojisine elbet. Hele bu yönelmek Nizam-ı âlem ülküsü çerçevesinde bir yöneliş olursa, o zaman değme keyfine, yeniden tüm insanlığa mührümüzle soluk oluruz da. İşte bu noktada dünyaya açılmak zarar vermez, bilakis maddenin köleliğine son verecek ekonomik zenginliği beraberinde getiri bile.  Malum, artık kendi yağımızla kavrulur anlayışı gerilerde kaldı. Hatta bir lokma bir hırka anlayışıyla da bir adım ileri varamayacağımız besbelli.  Öyle ya hem madem günümüzde sınırları kol kuvveti ve bilek gücü çizemiyor, o halde şimdi sınır ötesi Seyr-i âlem strateji hamlelere girişmek zamanıdır. Bikere yapmamız gereken şey önce kim olduğumuzu tüm âleme ispatlamak sonrasında ise misyonumuza yakışır tarzda yerellikten evrenselliğe uzanan bir seyir takip etmek olmalıdır.
            Sakın ola ki; dünyaya açılmakla yerellikten vazgeçtiğimiz bir anlam çıkarılmasın. Tam aksine kendi değerleriyle yoğrulmuş modernliği (teknoloji ve bilgi üretimi) ön plana alan anlayıştır bu.  Şu iyi bilinsin ki seyri seferimiz hem yerellik, hem de müspet manada evrensellik ekseni üzerine kurulu bir seyri seferdir. Böylesi bir seferde yükümlülük bize ait, zafer ise Allah’a aittir. Belli ki çok uzun ve ince bir yoldayız, olsun sonuçta bu kutlu yolda Gönül erleri var oldukça kıyamete vahyin soluğundan soluklanacağız demektir.  Zira Allah’ın Habib-i tek başına yola koyuldu,  bir baktık bir iken iki, iki iken üç, üç iken dört oldu derken bugün dünyamızda milyonlarca insan artık İslam’la şereflenir hale geldi.  Bu demektir ki işin başlangıcında kemmiyet değil keyfiyet esastır, sonrası malum her ikisi de gereklidir. Hele bu hususta Türkiye çağlar üzerinden sıçrama seferine koyulurken hem doğulu, hem batılı, hem de kendisi gibi olmalı ki;  kemiyetçe ve keyfiyetçe yükselebilsin. Zira zengin coğrafyamızın bağrında kâh doğululuk, kâh batı tarzcılık ve kâh kendin kalmak gibi pek çok iz düşümlerimiz mevcut.  Belki bu iz düşümlerimiz görünürde çelişki gibi görünse de aslında Nizam-ı âlem’e giden yolda gerekli olabilecek iz düşümlerdir. Unutmayalım ki Nizam-ı âlem farklılıkları zenginliğe dönüştürebilen harekâttır. O halde sömürge olmadan misyonumuzun gereği olarak gül dalında kopmadan dünyanın o özlediği adalet için var olmalı.  
             Velhasıl; insanlık düştüğü bunalımın girdabından kurtulmak için kendine uzanacak muhabbet elleri arar durumda.  Madem öyle,  bu uğurda zaferle değil seferle yükümlülüğün zamanı geldi geçti bile.  
              Vesselam.
    http://www.bayburtpostasi.com.tr/zaferle-degil-seferle-yukumluyuz-makale,7506.html 

2 Aralık 2017 Cumartesi

ANARŞİ ÂLEM Mİ, NİZAM-I ÂLEM Mİ?


    ANARŞİ ÂLEM Mİ, NİZAM-I ÂLEM Mİ?
                                                                                                        
                                                                         SELİM GÜRBÜZER

        Bossuet anarşi ile otoriteyi şöyle karşılaştırır: “Herkesin istediğini yaptığı yerde hiç kimse istediğini yapamaz; efendinin olmadığı yerde herkes efendi; herkesin efendi olduğu yerde herkes köle.” İşte anarşi budur. “Saule, meşru iktidarın kumandasında tek insan gibi yola çıktı. Kırk bin kişiydiler ama tek vücut gibiydiler. İşte her ferdi kendi iradesinden vazgeçirip, onu hükümdarına devreden, hükümdarında birleştiren bir kavim böyle yekparedir.”  İşte otorite bu.(Bkz. Kırk Ambar. Cemil Meriç, Sh. 312)
         Evet, bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere; anarşi denilince bozgunculuk, otorite deyince de ‘Nizam' akla gelmektedir. Bir başka ifadeyle anarşi;  zihinlerde başıboşluk ve kargaşa olarak algılanırken, otorite ise özgürlüklere saygı duymak kaydıyla nizami disiplin olarak algılanmaktadır. Anarşizmin öyle algılanması gayet tabii bir durum, çünkü intizam ve disiplinden yoksun bir toplumu, şarlatanların ve anarşistlerin idare edeceği muhakkak. Nasıl ki başıbozukluk ve kargaşa ‘Anarşizm’le özdeş bir kavramsa, otorite de ‘Nizam’la özdeş bir kavramdır. Bu yüzden müspet manada otorite şart diyoruz. Yani otoriteden kastımız karşılıklı sevgi ve güvene dayalı bir otoriterliktir.  Asla korku imparatorluğunu çağrıştıracak bir otoriterlik bizim ölçümüz olamaz.
          Biz ki; bir zamanlar Devlet-i Aliye olarak yedi düvele karşı şefkat ve merhamet kollarımızı açaraktan gittiğimiz yerlere adalet götürmüş milletiz, o halde aynı ruh ve heyecanla yeniden tüm dünyanın ümidi ve ışık kaynağı olabiliriz pekâlâ. Yeter ki; Nizam-ı âlem ülküsünün bir adalet meşalesi olduğu anlaşılsın, gerisi gelir elbet. Zira tüm insanlık medeniyet nedir sorusunun cevabını Osmanlının ‘Nizam-ı âlem’  fütuhatında görmek mümkün. Bu gerçeği gördüğümüzde cümle âlemin bizim hilalimizle, hak hukuk anlayışımızla ve adalet uygulamalarımızla nizam bulan bir fütuhat olduğu gerçeği ile yüzleşiriz. Ama ne var ki geldiğimiz noktada o Nizam-ı âlem adaletimizden eser kalmadı artık, kalmayınca da bizi hem bizi biz yapan kendi öz kaynaklarımızdan uzaklaşır hale geldik, hem de tüm insanlığı bitip tükenmek bilmeyen anarşi ve buhranlarla baş başa bırakır olduk.  
          Evet,  insanlık perişan haldedir. Ve içler acısı bir tabloyla karşı karşıyadır. Zira küfür küfürle, hilal hilalle, küfür hilalle birbirinin kıyasıya kuyusunu kazar hale girmiş durumda.  Yani insanlık tam bir kaotik hal ve ‘Anarşi âlem’ hali yaşıyor. Ülkeler kendi içlerinde çatırdadığı yetmezmiş gibi, birde bunun üstüne kendi iç çatırdayış artıklar diğerlerine de sıçrayıp onları da ateş sarmalına dolamakta.  Baksanıza Avrupa daha şimdiden kendi içinde çöküş emaresi sinyaller vermeye başladı bile. Hani her inişin bir yükselişi olduğu gibi her yükselişinde bir zevali var denilir ya hep, aynen öylede Avrupa’da kredisini doldurup inişe geçmiş durumda. Öyle ki, Avrupa denilince artık zihinlerde çağdaşlık, özgürlük algısı çağrıştırmıyor, daha çok eroin, uyuşturuculuk, alkol, fuhuş ve şimdiye kadar işlemiş oldukları sayısız cinayetleriyle çağrışım yapmakta. Belli ki bu gidişat iyi bir gidişat değil, Yenidünya düzeninin kurucu patronlarının da başını ağrıtıp her tarafı kasıp kavuracak alev topu bir gidişattır bu. Bir zamanlar Osmanlıya hasta adam gözüyle bakan zinde güçler,  şimdi kendileri hasta yatağa düşecek haldeler. Zaten olayları objektif açıdan bakan aklı başında aydınlar da bizim gibi düşünüp beyaz adamın düştüğü bu halini batı medeniyetinin artık son çırpınışları olarak görmekte.  Tabii hal vaziyet böyle olunca ister istemez insanlık yeniden Osmanlı’nın Nizam-ı Âlem modelini hatırlayaraktan  “Ah! Yeni Osmanlı doğa gelse” de bizi bu hal vaziyetten kurtar” dercesine haleti ruhiye içerisinde yolunu beklemekte adeta.  Öyle anlaşılıyor ki insanlık yeniden Osmanlı’nın adaletine hasret duymakta.  Elbette ki Osmanlıyı hatırlamak ve o’nu özlemek güzel bir haslet, ancak şu da var ki geç kalınmış bir özlem duymaktır bu. Bir kere Avrupa öteden beri uygulamaya çalıştığı özgürlükçü politikalarına anarşizmin değirmenine su taşıyacak felsefeleri baş tacı edinerek işe koyulursa olacağı buydu, başka ne beklenebilirdi ki.  Sen misin Makyavelizm’i rehber kabul edip kendini ‘Hükümdar’ gören, işte böyle görürsen “Hiç kimse Şah değil, Hükümdar değil” ya da “Dünya 5’ten büyüktür”  tepkisiyle yüzleşmeye müstahak olursun. Hiç kuşkusuz kılavuzu karga olanın geleceği hazin nokta budur. Bakın, Machiavelli batıya nasıl kılavuz olmuş: “Suçlarında faydalısı, faydasızı var... Tabiatın tek kanunu var: En kuvvetlinin hakkı yalan, hıyanet, sahtekarlık dünyanın her ülkesinde geçer akçe.. Hükümdarlar da halk da kan döker. Sokakta her insan katil adayıdır... Dürüstlük özel hayatta olur, politikanın tek kuralı iktidarın menfaatidir..  İyi kalplilik felakete götürür insanı. Zulüm, yufka yüreklilikten daha az zalimdir. İç savaşları önlemek için üç beş kelle koparmak zulüm değil vazife. Halk yalnız neticeleri görür, vasıtalar ne olursa olsun hoş görülür ve alkışlanır...”  Ne diyelim,  işte görüyorsunuz bu sözler içten pazarlıklı vahşi batının gerçek yüzünü ortaya koymaya yeter artar da.
           Bilhassa içten pazarlıklı oldukları şu 15 Temmuz İhanet Darbe Girişimi sonraki gelişmelerde o kadar net kendini belli etti ki;  meğer batının bir zamanlar ‘Yenidünya düzeni’ sloganına sarılmasının arka planında yatan sis perdesinde, bugüne dek sayısız işlenen cinayetlerin örtbas etmek için bir kılıfmış.  Ama bu kılıfla ört bas edemediler, şimdi ise bir başka taktikle Türkiye’den kaçan hainlerin ürettikleri sahte deliller üzerinden saldırmaktalar. Dedik ya, meğer  ‘Yenidünya düzeni’ söylemi Makyavelizm siyaset modelini esas alan bir kılıf söylemmiş. İşte tüm dünyada bir türlü kan ve gözyaşının dinmemesinin ardında bu Makyavelist yaklaşım yatmaktadır.  Malum çıkarları uğruna çoluk çocuk, yaşlısı genci ayırmaksızın kan dökmeyi mubah gören bir yaklaşımdır. Dahası vahşi batı ruhudur bu.  Batı bu çirkin makyavelist alışkanlığından kurtulamadığı müddetçe ne kendilerine ne de insanlığa huzur getirebilir. Huzurun adresi asla Makyavelizm olamaz, bilakis Osmanlı’nın Nizam-ı âlem modeli insanlığa huzur kaynağı soluk olabilir. Madem öyle,   insanlık iki seçenekten birini seçmek durumdadır;  ya batının aldatıcı oyunlarına aldanıp kendini ‘Anarşi âlem’de bulacak, ya da Osmanlıyı yeniden keşfedip ‘Nizamı âlem’inde huzur bulacaktır.
          Komünizm, kapitalizm, faşizm vs. hepsi Avrupa’nın icadı suni ideolojilerdir. Oysa suni  “izm”lerin temelinde anarşi âlem mayası vardır. Mesela komünizmin mayası icabı insanı üretim aracı yani proletarya görüp burjuvaziye karşı kalkan olarak kullanmak vardır. Kapitalizm’in mayasında ise “Bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” mantığıyla saldım çayıra mevlam kayıra misali habire kargaşalığa çanak tutmakla işi kotarmaya çalışmak vardır.  Peki ya Faşizm’in mayasında ne var? Malum Faşizmin mayasında Mussolini’nin “Bizim doktrinimiz eylemdir”  sözleri her halinden kendini belli ediyor zaten. Kaldı ki faşizmin düşünceye de ihtiyacı yoktur,   tek ihtiyacı polisiye kuvvetlerdir.
            Allah aşkına Batı cenahından şimdiye kadar insanlığın hayrına şöyle adam akıllı bir ideoloji çıktı mı ki şimdi de çıksın.  Bu kafayla nasıl çıksın ki,  baksanıza tarihten bugüne tüm ürettikleri ‘izm’ler kan, gözyaşı ve anarşizm doğurdu hep. Üstelik bu ideolojiler ekonomik darboğazlığı ve işsizliği fırsat bilip birde bunun üstüne sanayileşmenin doğurduğu bir takım sancılardan da yararlanıp öyle ortaya çıkmışlardır. Gerçekten de sahneye çıktıklarında geçici bir süreliğine de olsa meşhur olmuşlarda. Hele insanlık zeril sefil hale bir düşmeye görsün, bir bakmışsın denize düşen yılana sarılır misali umudunu ideolojilere bağlayıp onları kurtuluş simidi görebiliyor. Besbelli ki sisli havalar kanla beslenen ideolojilerin işine yarayıp icabında kitleler nezdinde baş tacı olabiliyor. Tıpkı bir zamanlar komünizmin bir dönem bizim toprağımıza sıçrayıp baş tacı edilerekten başımıza bela olduğu gibi durum yaşanılabiliyor.  Nitekim o günleri yaşayanlar çok iyi bilir ki;  ‘Devrim kanla yazılır’ sloganı gençlerimizi avlayan kapan olmuştur. Neyse ki, komünizm Rusya’da dokuz doğurmasıyla birlikte kominizim tarihin sayalarına gömülüp tamamen paçavra hale dönüştü.  Her ne kadar solcuların elinden bu oyuncak gitse de yinede boş durmayacaklardır.  Hani derler ya çıkmamış candan ümit kesilmez diye, aynen öyle de bu kez sol tüfekler 12 Eylül sonrası kendilerini oyalayacak ‘laisizm'  oyuncağına sarılıp kurtuluş reçetesi olarak göreceklerdir.  Öyle anlaşılıyor ki solcular, başka ellerinde avuçlarında bir şey kalmayınca bir şekilde avunacak suni, sentetik bir şeyler bulabiliyorlar. Adamlar ne yapsınlar baksanıza hayatlarında vahyin soluğundan soluklanmak hiç nasip olmamış ki.  Bu durumda elbette ki suni putlara sarılacaklardır. Nizam-ı âlem ülküsünden bihaber sığ beyinler, akıllarını başlarına toplamadığı müddetçe dün olduğu gibi bugünde suni kavramların kurbanı olup anarşi âlem bataklığında habire debelenip duracaklardır. Ve bu yaşadıkları hazin durum kıyamete dek kaçınılmaz alın yazıları olacak gibide.
           Batı geçmişten ders alır mı bilinmez ama şu bir gerçek sonuçta kendilerinin ürettikleri “izm”ler dönüp dolaşıp kendilerini vurabiliyor. Bir bakmışsın Brüksel’in tam merkezinde bombalar patlayıp can evinden vurulabiliyor. Bakın, ne zaman ki Avrupa aklını başına toplayıp karşı devrim hareketlerinin üzerine şiddetle değil sosyal adalet projeleriyle gitmesini bildi, işte o zaman pek çok meselelerin üstesinden gelebilmişlerdir. Hem şiddetle kim ne bulmuş ki onlarda bulsun.  O halde Machiavelli’nin anarşiyi önlemek için üç beş kelle koparmak sözlerinin pek kıymet harbiyesi yoktur diyebiliriz.  Belli ki nizam ve asayişi sağlamanın en kalıcı çözüm yolu sosyal adalet uygulamalarına ağırlık vermekten geçmekte. Aksi halde anarşi âlem her yerde kol gezmesi kaçınılmazdır.  
         Belki anarşistin, baş kaldırdığı düzene karşı şikâyetlerinde haklı olduğu yanlar olabilir. Fakat bu haklılık ona yakıp yıkma ve kan dökme hakkı vermez,  bunun adı düpedüz anarşizm olur. Her yakıp yıktığı yer,  her akıttığı oluk oluk kanlar ona meşruiyet kazandırmayacaktır,  tam aksine alınlarına kara leke bir hüviyet olarak kazınacaktır. İnsan olmanın onuru olarak meşru yoldan hak talep etmek varken illegal yollardan hak talep etmekte neyin nesi bunu anlamış değiliz.
          Evet,  anarşist tarihin hiç bir döneminde insanlığa nizam getiremedi, getiremez de.  Kaldı ki her bir anarşist ardından sadece içi boş yaldızlı ve parlak sloganlar bırakarak bu dünyadan göç etmekte.  İşte bu noktada uyanık olmak mecburiyetimiz vardır. Hiç kuşkusuz anarşistlerin eline tutuşturulmuş sloganları boşa çıkartacak “Bir elde Kur’an, bir elde Bilgisayar” donanıma haiz nesil yetiştirerek uyanık olacağız. Bunu yapmak varken maalesef geçmişte iş bilmez iktidarlar anarşistin elindeki propaganda malzemeleri almak yerine kanı kanla yıkamak suretiyle daha da kanayan yarayı kangren hale getirmişlerdir. Öyle ki özgürlükleri kısıtlayıcı bir takım uygulamalarla meseleleri daha da çıkmaz hale sokup illegal örgütlerin değirmenine su taşımışlardır. Derken bu tip iş bilmez idareciler birliği dirliği sağlamak yerine, ayrımcı ve ötekileştirici uygulamaları yüzünden anarşi âlemle yüzleşmiş olduk. Hâlbuki iktidar olmuş bir parti ya da liderin yapacağı tek şey öncelikle anarşistin propaganda yoluyla istismar ettiği kaynaklara yasaklayıcı kurallar koymak değil,  demokratik ve nizam-ı âlem çerçevesinde bir dizi kurallarla birliği ve dirliği sağlamak olmalıydı.  Zaten adil iktidar,  adil lider o dur ki;  bu topraklarda yaşayan her insanı Allah’ın mukaddes emaneti görüp ona göre icraat sergileyendir. Kelimenin tam anlamıyla basiret sahibi bir lider, bu doğurgan topraklarda farklılıkları ayrılık değil tıpkı bir kilim üzerine işlenmiş desenler gibi zenginlik olarak görebilen demektir. Nitekim bunun ilk meyvelerini bilhassa 2002 sonrası milletiyle bütünleşen iktidarın icraatında gördükte.  Bu sayede liderinin bir işaretiyle 15 Temmuz Diriliş destanı yazdıkta.  
           Pekâlâ, bizde biliyoruz olağan üstü güvenlik önlemlerin kısa vadede işe yaradığını, ancak bizim asıl aradığımız uzun soluklu, uzun vadede işe yarayacak çözümlerdir. Her şeyden önce şu gerçeği zihnimize iyi kazımak gerekir, düşüncelere pranga vurmakla asla anarşizm önlenemez. İş bilen yöneticinin dikkat etmesi gereken husus düşüncelere pranga koymak değil, düşüncelere açıklama fırsatı tanıyıp anarşizmin elinden silahı alma becerisi göstermek olmalıdır. Zaten bu toprakların insanı öteden beri yasakçı uygulamalardan hep nefret etmiştir. Bu gün olmuş hala necip milletimiz milli şef döneminin o jandarma dipçiği ile yönettiği yılları unutmuş değil. Şayet o dönemlerde özgürlükçü sosyal adalet projelerine ağırlık verilseydi gelinen noktada anarşizm bu denli mesafe kat edemeyecekti.  O dönemlerde Jandarma dipçiği ile toplumu yönettiler de ne oldu, sonunda tıpkı Rusya’da olduğu gibi hem kendileri çöktüler,  hem de yürüttükleri despot politikalar çöktü. Bu demektir ki; faşizan ve milli şef uygulamalar asla payidar olamaz uygulamalardır. Er geç pılını pırtıların toplayıp şeflikleri sona erebiliyor. Bakın örnek aldıkları Avrupa bile epey şeflik ve kanlı ihtilallar geçirmiş bir tarihi dönem yaşadı.  Ta ki,  meselelerin üzerine kaba kuvvetle değil,  sosyal adalet uygulamalarıyla gitmiş, işte o zaman ancak özgür ülke hale gelebilmişlerdir. Çözümü sosyal adalet ve özgürlüklerde görmekle de iyi yaptılar, çünkü anarşizmin istismar kaynakları ancak bu yöntemle kurutabiliyor. Böylece elinde avucunda hiçbir istismar malzemesi kalmayan anarşist, kitleleri harekete geçirmekten aciz hale düşebiliyor.           
         Malum olduğu üzere dünyada bir tek ölüme çare yok,  her şeyin bir çaresi var elbet, o halde çıkmaz kuyularda çözüm aramayalım,  bizim çözüm reçetemiz Nizam-ı âlem’in kültür kodlarında ziyadesiyle mevcut. Bu yüzden avrupayı örnek almamıza da lüzum yoktur.  Nasıl ki, Fatih’in kendini elinde gül ile resimletmesi Nizam-ı âlem sembolü demekse, batılının elinde Roma ruhu baltasıyla kendisini heykeltıraş büst halde göstermesi de anarşi âlemi çağrıştıran bir semboldür. Batı, Roma ruhu baltasıyla nice kıydığı canları unutmuş gözükse de biz unutmuş değiliz. Dolayısıyla ikide bir kalkıp bize özgürlük dersi vermeye kalkışmasınlar,  önce giyotine verdikleri kurbanların hesabını versinler sonrasında gelip insan haklarından ve özgürlükten dem vursunlar. Onların özgürlük, eşitlik, barış,  hümanizm dedikleri şey sadece kendi coğrafi sınırları için geçerli umdelerdir. Hiç kuşkusuz kendi sınırlarının dışına çıktıklarında kazın ayağı hiçte öyle değil,   tam aksine etrafta vahşi batının akıttığı kanları görüyoruz.  Başta da dedik ya,  meğer yenidünya düzeni dedikleri ucube şey,  sayısız işledikleri vahşi cinayetleri gizlemek için söylenmiş bir kılıfmış. Dolayısıyla batılı içinde saklı tuttuğu Roma kılıfı baltasını, yani barbar ruhunu ıslah etmedikçe hiçbir zaman özgürlük, yenidünya düzeni gibi kavramlar içi boş bir balon olmaktan öte bir anlam içermeyecektir.  
         Velhasıl, insanlığın kurtuluşu Roma baltası anarşi âlemde değil, Osmanlıyı üç kıtada adalet güneşi kılan İ’lây-ı Kelimetullah için Nizam-ı âlem ülküsü gülfidanın kokusundadır. O halde gün ümit tazeleme günü deyip, Nizam-ı âlem için kolları sıvamalı.
            Vesselam.

 http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1756/anarsi-lem-mi-nizam-i-lem-mi.html

28 Kasım 2017 Salı

İMPARATORLUKTAN KÜRESELLEŞMEYE


         İMPARATORLUKTAN KÜRESELLEŞMEYE 

SELİM  GÜRBÜZER        

              Genellikle imparatorluk denilince farklı ırk ve dine mensup toplulukların belirli hanedan mensubu liderince yönetilen devlet akla gelir. Böyle bir devletin dizginlerini elinde tutan liderse imparator olarak karşılık bulur. Karşılık bulması da gayet tabii bir durumdur.  Çünkü gücünü bağlı olduğu dine dayanarak imparatorluğunu sürdürmekte. İşte Bizans hanedanının imparatorluğunu Patrikhaneye dayandırarak sürdürmesi, keza Roma Germen hanedanının da imparatorluğunu Roma kilisesine dayandırarak sürdürmesi bunun en çarpıcı örnekleridir. Malum, İngiliz Kraliçesi de Anglikan kilisesine olan bağlılığıyla imparatoriçeliğini taçlandırmakta. Tüm bunların dışında icabında batıda aynı hanedan mensubu içerisinden kendi soy kütüğüne yakın bir başka topluluğun başına geçip imparator olmakta vardır.
             Peki ya Osmanlı hanedanında durum nasıldı? Malum,  Osmanlı hanedanlığının batıdan en belirgin farkı, sistemini Müslim ve gayrimüslim ekseni üzerine kurmuş olmasıdır. Öyle ki Osmanlı farkını bir yandan maiyetine aldığı Müslim tebaayı halifelik esasına göre idare ederek, diğer yandan da maiyetine aldığı gayrimüslim tebaayı millet-i hâkime esasınca yöneterek ortaya koyacaktır. Zaten farkı fark ettirende bağrında beslediği onca milletin dinine, diline, mezhebine ve meşrebine karışmadan adil yönetmesidir.  İster adına halifelik, ister millet-i hâkime denilsin hiç fark etmez,  sonuçta Devlet-i Aliyye’nin üç kıtada altı yüzsene adalet kılıcı olarak kalış gerçeğini değiştiremeyecektir. Tâ ki Fransız ihtilaliyle tüm dünyada uluslaşma rüzgârları esmeye başlar,  işte o zaman adalet kılıcımız işlemez hale gelip artık bir arada yaşamanın hiçbir esprisi kalmaz da.  
            Hele Osmanlı düşmeye görsün bir anda toprağımızdan mantar sürüsü ulus devletler ve uluslararası paktlar türerde. Türedi de ne oldu sanayileşmenin hız kazanmasıyla birlikte uluslaşma süreci küreselleşme kıskacı altına girecektir. Derken sınırların pek önemsenmediği bir sürü bölük pörçük devletçikler ağıyla örülü bir dünya ile kala kalırız. Zaten vahşi batıdan başka bir şey beklenmezdi, çünkü onların cemaziyülevvelini çok iyi biliriz. Hani huylu huyundan vazgeçmez ya,  aynen öyle de tarihe şöyle bir göz attığımızda batı dünyasının kınında hiç durmadığı görülecektir. Bir bakmışsın sistemini toprağa bağlı feodalite üzerine kurmuş görürsün, bir bakmışsın Ümit Burnunun keşfi ve deniz aşırı ticari zenginliğinin iştah açıcılığıyla sermayeye dayalı derebeylik ve krallığın müşterekliğine dayalı bir yönetim modeline geçiş yaptığını görürsün. Yine bir bakmışsın ticari sömürgecilikten akan finansmanla burjuva sınıfı doğup hızla sisteme dâhil olduğunu görürsün. Bilhassa bu süreçte tarihler 1869’u gösterdiğinde Süveyş kanalı yoluyla doğu ve batı hattı üzerinde sömürgecilikten akan sermayenin getirdiği zenginlikle dünyamız küresel baronların ticari rekabetine sahne olur bile. Hele ileriki yıllarda birde bunun üstüne Ortadoğu’daki petrollerin kokusunu aldıklarında adeta keyiflerine diyecek yok süreçte kan ve gözyaşı üzerine kurulu bir küresel sistemin dizginlerini ellerinde tutacaklardır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz petrol kokusu böyle bir şeydir pastadan pay kapma uğruna icabında I. Dünya savaşı kopartılabiliniyor.
             Evet, I. Dünya savaşı petrol uğruna göze alınan bir savaştı. Aç gözlülük, servet hırsı budur.  Ne hazindir ki altı yüzsene adaletiyle kendilerine kol kanat geren Osmanlı’yı arkadan hançerleyecek derecede savaş çıkartılabiliyor. Zaten çıkartmasalar şaşardık, buna el mahkûm,  dünyanın en verimli petrol yatakları Osmanlı coğrafyası içerisinde yer alıyordu. Yok, efendim Araplar bizi arkadan vurmuş,  yok şuymuş, yok buymuş bunlar hep işin kılıfı, işin asıl arka planında İngiliz Lawrence oyununun gördükten sonra bizi artık kandırıp yutturamazlar elbet. İşte, İngiliz oyunu bu ya, içimizde ve dışımızda tertipledikleri bin bir türlü entrika ve kışkırtmaların neticesinde bir sabah uyandığımızda bir baktık ki asırlardır huzur içerisinde birlikte yaşadığımız topluluklar avucumuzdan uçuvermiş, yani bizden kopartılıp kendi devletlerini kurmuş gördük. Tabii bu kopuş kervanına Müslim tebaadan Lübnan civarına konuşlandırılan Suriye ve gayrimüslim tebaadan Ermenilerde katılır.
            Her neyse,  vahşi batı feodalite, derebeylik,  krallık derken bu kez kozu postuna soyunup J.J. Rousseau’nun sesine kulak verecektir. Yani otoriter karşıtı bir fikri anlayışı egemen kılmak için uluslaşma sürecine girecektir.  Her ne kadar bu süreçte Fransızlar beş cumhuriyet deneyimi yaşasa da en nihayetinde Krallık idaresine son vermesini bileceklerdir. Hiç kuşkusuz bunda Rönesans ve sanayileşmenin etki payı çok büyüktür.  Hatta 1877 Fransız ihtilalı sonrası bu değişim ve dönüşümden bütün dünyada payına düşeni alıp uluşlaşma süreci hız kazanacaktır. Yukarıda da belirttik ya batı hiçbir zaman kınında durmaz, malum öncesinde üzerimize tüfeklerle geldiler, sonra ticaret yoluyla yayıldılar, daha sonrasında kültürlerini yerleştirerek üzerimize geldiler ve en nihayetinde İsrail’i içimize çıbanbaşı olarak yerleştirip onun kontrolünde Ortadoğu’da bir sürü bölük pörçük devletler kurarak geldiler.         
             Kültürüyle ve sistemiyle üzerimize geldiklerinde maalesef Fransız modeline kendimizi kaptırmışız. Bari kaptırmışken hiç olmazsa mevcut sistemler içerisinde Osmanlı sistemine en çok benzerlik gösteren İngiliz Anglo-Sakson modeline kaptırsak fenamı olurdu.  Öyle ya,  Anglo-Sakson modeli madem ucundan kıyısından da olsa Osmanlı modeline benzerlik göstermekte, o halde ne diye Fransa’nın Napolyon kodlarına daldık ki. Napolyon kodlarına daldıkta sanki başımız göğemi erdi,  tam aksine kendimizi bir türlü sonu gelmez suni laiklik tartışmaların ortasında bulduk. Şayet Anglo-Sakson kodlarına dalsaydık kısır tartışmalardan uzak bir halde usuletle suhuletle birey devlet için değil, devlet birey için düsturunu ilke edinecektik.  Ve bu ilke doğrultusunda “sadece devlet laiktir, asla birey laik olamaz” deyip yarınlarımızı boşa heder etmeyecektik. Tabi Fransız modelini körkütük örnek alınca ister istemez sesimizde kısılıverdi. Yetmedi insanımızı kendi öz yurdunda parya durumuna düşürülüp can evinden vurdular. Tabii Osmanlı modeline daha yakın gözüken Anglosakson kodlara dalmayıp Fransız kodlara dalınca olacağı buydu.  Düşünsenize yıllardır Devlet baba bildiğimiz devletimize bile Fransız kalıp buyurgan devlet yapısıyla yüzleşiverdik. Tahmin etmişsinizdir bu tabloda yüzleştiğimiz o devletlû zevatı, malum buyurganlıkta onların eline hiç kimsenin su dökemeyeceği cinsten diyebileceğimiz Jön Türkler, İttihat Terakki ve ulusal sol zihniyetten başkası değil elbet. İşte sıraladığımız bu yüzler devletimizle milletimiz arasında derin uçurumlar açarak yarınlarımızı çaldılar.
              Hadi yarınlarımızı alınlarının akıyla çalsalar belki gam yemeyiz,  içimize yılan gibi sokulup bin bir türlü hile ve dolaplarla bizi kandırıp yarınlarımızı çaldıkları içindir hala gamlıyız ve öfkemiz dinmişte değil. İşte bu yüzden deriz ki; İslam’ın çöküşü diye bir şey yoktur, bizim bin bir türlü nice hile ve oyunlara aldanışımızdan kaynaklanan batının uyanışı söz konusudur.  Ancak Batı’nın uyanışı İslam medeniyeti sonrası bir uyanıştır. Her ne kadar tarih Hilal ve Salibin birbiriyle kıyasıya kapışmasına şahitlik yapsa da,  bu sadece görünen yüzü bir şahitliktir. Birde bunun görünmeyen bir yüzü vardı ki,  o yüzde Haçlının İslam medeniyetiyle yüzleşme gerçeği vardır.  
             Evet, her Haçlı seferi aynı zamanda medeniyet kodlarımızla yüzleşmek demektir. Ve bu yüzleşme uyanışlarını beraberinde getirecektir. Ancak bu uyanış bildiğimiz uyanış olmayacak,  tam aksine gözleri para hırsı bürümüş bir uyanış olacaktır. Yani insanlığın susuzluğunu gideremeyecek maneviyattan yoksun maddi uyanıştır bu. Madden uyandılar da ne oldu,  dünya metası uğruna birbirlerine düşeceklerdir. Nitekim Kur’an’da bu hususta mealen zikredilmiş ayette var:  “Ehli küfür İslam’a karşı ittihat eder, kendi arasında tefrikaya düşer” diye. Gerçekten de Osmanlı hazır hasta yatağına düştüğünde I. Cihan savaşıyla birbirlerine girip imparatorlukların sonu gelir de.
            Tabii ortada elde avuçta kayda değer imparatorluk kalmayınca ulus devlet fikri batının çıkarları doğrultusunda görücüye çıkacaktır. Ama bu görücü fikir pek uzun sürmez küresel söylemlerin gölgesinde kalacaktır. Ne de olsa Ortadoğu’ya İsrail çıbanbaşı devlet olarak yerleştirilmiş durumda lüzum hissedilmezde. Artık bundan böyle dünyayı beş büyük devletin kontrolünde bir küreselleşme fikri için start verilecektir. Tabii bu yeni karşılaştığımız küreselleşme dalgası bizim o bildik Osmanlının Nizam-ı âlem türü bir küreselleşme dalgası olmayacak elbet, tam aksine yaşadığımız dünyayı küresel baronların insafına terk edecek, yani devasa şirketlerin avuçlarında dünyayı cehenneme çevirecek bir küreselleşme dalgası olacaktır. Bilhassa 1980 yıllarına gelindiğinde küreselleşme dalgası tam manasıyla pik yapıp ulus devlet anlayışının pek önemi kalmaz da. Tabi küresel baronların aç gözlülüğünde biricik değer para olunca milli söylemlerin hiçbir kıymeti harbiyesi kalmayacaktır. Nitekim bunu 1999 yılında katıldığımız Helsinki Zirvesi diplomatik görüşmelerde adeta Türkiye’ye git ev ödevini yap öyle gel dercesine gösterdikleri tavırlarda görmek mümkün. Kelimenin tam anlamıyla Türkiye’ye verilmek istenen mesaj milli gömleğinizi çıkarınızda öyle gelin şeklinde bir mesajdı bu, demokrasi filan sadece işin kılıfıydı.  Doğrusu o günkü konjonktürel şartlarda demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar cilalanmış olarak sunulmuş olsa bile epey zamandır bu kavramlara hasret kaldığımız içindir kulağa hoşta geliyordu. Ama ne var ki patenti bize ait hasret çektiğimiz kavramlar üzerinden bam telimize basıp ayar çekeceklerdir. Öyle ya bir zamanlar dünyaya insanlık nedir, medeniyet nedir, özgürlük nedir dersi veren milletken,  bu kez bize Batı ders vermeye kalkışır pozisyon alır. Yinede her şeye rağmen biz hiçbir komplekse kapılmadan bu kavramlara dört elle sarıldıkta. Her ne kadar küresel aktörlerin bu kavramları insanlığın iyiliğine değilde kendi çıkarları uğruna kullansalar da biz bize yakışanı yaparaktan içi boşaltılmış bu kavramların içini doldurmaya yönelik ilk adımda Avrupa Birliği ile uyum yasaları çerçevesinde yürüttüğümüz müzakerelerle samimiyetimizi ortaya koydukta. İyi ki de samimiyetimizi ortaya koymuşuz, bu sayede kendi içimizde köşe başlarını tutmuş özünden kopmuş vesayetçi odakların manevra alanların daraltmış olduk. Samimiyetimizi ortaya koyarak çıkardığımız yasalar bizim faydamıza oldu diyebiliriz. Öyle ki bundan böyle köşe başlarını tutmuş vesayet odakları insan hakları ve demokrasi gibi kavramların hayata geçmesi noktasında ayak diretip her on yılda bir darbe yapamayacaklardır.  
            Aman Allah’ım neydi o kara kâbuslu yıllar. Seçilmişlerin hiçbir hükmü olmadığı, atanmışların ali kıran baş kesilip borusunun öttüğü yıllardı. Ta ki 2002 yılında Tayyip Erdoğan tek başına iktidara gelir, işte ilk icraat olarak Avrupa Birliği kartını kullanaraktan çıkarılan özgürlükçü yasalar heveslerini kursaklarında bırakmaya yetecektir. Derken yeniden ‘kökü mazide ati olmak’ doğrultusunda ümitler yeşerip vesayetçi zihniyetten kurtulmanın yolu açılır da. Hele ilerleyen yıllarda hükümet Avrupa Birliği uyum yasalarını tek tek yürürlüğe koydukça o nispette vesayet odaklarının beli kırılır bile. İyi ki de hükümet başlangıçta Maastricht ve Kopenhag kriterlerine vurgu yaparaktan vesayet odaklarının canına ot tıkamış. Bu sayede ülkemiz git gide küresel ölçekte inisiyatif üstlenen konuma yükseldiği gibi dünya beşten büyüktür diyecek noktaya gelir.  Derken Avrupa Birliğine ihtiyacımız kalmaz da. Artık inisiyatif ortaya koyacak noktadayız.
                  Evet,  şimdi kara kara düşünme sırası Avrupa da. Artık Avrupa’da işler tamamen sarpa sarmış durumda gözüküyor. Üstelik düştükleri kuyudan Türkiyesiz çıkmaları da pek mümkün gözükmüyor. Sanki bu kez küresel ibre Nizam-ı âlem’den yana işleyecek gibi. O halde daha ne duruyoruz, şimdi Nizam-ı âlem ibresine omuz verip çağlar üzerinden sıçrama zamanıdır.  Nizam-ı âlem ibresine ivme kazandıralım ki bir an evvel tüm insanlık manevi susuzluğunu giderebilsin.
                     Vesselam.

        

5 Kasım 2017 Pazar

KUL DEVŞİRME SİSTEMİ



            KUL DEVŞİRME SİSTEMİ
  
SELİM  GÜRBÜZER

         Fethedilen topraklardan himayemiz altına giren gayrimüslim çocuklarını sarayda eğitmek suretiyle devlet kademelerinde görev almalarına ve pek çok hizmet alanlarında topluma kazandırılmaya yönelik sistemin adıdır kul devşirme sistemi. İşte bu yüzden kul devşirme sistemini Nizam-ı âlem’e giden yolda destek donanım olarak görürüz.  Ne var ki, XX. yüzyıl tarihçilerimizin birçoğu kul devşirme sistemine önyargılı bakışla yaklaştıkları içindir Osmanlının yıkılış sebebini bile buna dayandırmışlardır.  Tabi hal vaziyet böyle olunca tarihe bakışımız kâh yerme kâh övme ekseninde seyretmektedir.  Övme ya da yerme hiç fark etmez,  sonuçta her iki durumda da tarihe tek kutuptan bakmak olur ki, bu tip bakışın hiçbir kimseye yarar getirmediği gayet net açık ortada. Yok, eğer tarihi hadiselerin arka planına inip sebep-netice ilişkisi çerçevesinde değerlendirmelerde bulunulmuş olsaydı, elbette ki asıl derdimizin bağcıyı dövmek değil üzüm yemek olduğu anlaşılacaktı. Tam aksine hamasetle meseleleri hal yoluna koyacağımızı sanmışız. Oysa hamasetle nereye kadar varabiliriz ki. Zaten hamasete kaçtıkça da kul devşirme sistemine neden bir türlü akıl sır erdiremediğimiz kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor da.
               Bilhassa yirminci asrın başlarında ulus devlet söylemlerin baskın hale gelmesiyle birlikte ister istemez kul ve devşirme sistemi hususunda maksadını aşan hamaset söylemlerde o derece artış kaydedecektir. Derken Osmanlı arşivlerinde kayıtlı olan kul devşirme sistem üzerinde ilmi ve objektif bilgi dokümanları gümbürtüye gidip yerini hamaset içeren değerlendirmelere bırakacaktır. Şayet arşivlerimizi hakkıyla tarasaydık şemsiyemiz altına aldığımız gayrimüslim çocukların Osmanlı sarayında belli bir eğitimden geçerek devletin en tepe noktalarına nasıl yükseldiklerinin sırrına vakıf olabilirdik pekâlâ. Yani kul devşirme sisteminin Nizam-ı âlem’e giden yolda en önemli stratejik bir hamle uygulaması olduğunu fark etmiş olacaktık. Hadi bu stratejik deruniliği fark edemedik diyelim, peki ya Osmanlının düşüş gerekçesini devşirmeciliğe dayandırmaya ne demeli.  Sanki düşüşümüzü devşirmelere dayandırdıkta ne oldu, başımız göğe mi erdi?  Daha da ilginç olan Fuat Köprülü, İsmail Hamdi Danişment, Ziya Gökalp ve Nihal Atsız gibi anlı şanlı kalemlerimiz bile bu koroya dâhil olup Osmanlının kul devşirme sistemine reddiye döşemişlerdir. Aslında kul devşirme sisteminin Osmanlıyı çöküşe götüren tek yegâne sebep olarak sunmakla kendi kendimizi aciz duruma sokmuş olduk, doğrusu bu durum kanımıza dokunmakta da. Nasıl dokunmasın ki,  güya kul devşirme sistemi içerisinden yetişen bir avuç devlet erkânının koskoca Devlet-i Aliyye’yi çökerttiği çok rahatlıkla fütursuzca söylenebiliyor. Hatta bu hususta bir bakıyorsun işi çığırtkanlığa döküp meseleyi damarlarımızda dolaşan kana kadar taşıyanlar olabiliyor.   Aman Allah’ım devşirme kanı nasıl bir kansa güya günü geldiğinde bir anda hainlik damarı çatlayıverdiğinde devleti içten içe çökertecek harekete dönüşebiliyormuş. Dilin kemiği yok ya, yine bir bakmışsın tarihten bugüne yaşadığımız tüm olumsuzlukların baş müsebbibi olarak devşirmeler gösterilebiliyor. Gerçekten öylemidir dersiniz, oysa buna kargalar bile güler. Bikere kul devşirme sistemine analitik bir gözle bakıp kritiğini iyi analiz edilmiş olsaydı devşirmelerin tıpkı bizim gibi Türkçe konuşan, Türk gibi düşünen, Türk gibi refleks gösteren insanlar olduğunu görecektik. Elbette ki sistem içerisinde birkaç sinsi hain çıkmış olabilir,  ama bu demek değildir ki tüm devşirmeler hain unsurlardır. Hani “istisnalar kaideyi bozmaz” diyorduk,  şimdi birden bire ne oldu da birkaç istisna kabilden örneklerden hareketle asrın en akıl dolu projesi diyebileceğimiz böylesi kul devşirme sistemini karalanabiliniyor.  El insaf, bari bize deyin ki elimizde devşirmeler hakkında öyle belgeler var ki, bulundukları dönemlerde Boşnaklık, Sırplık, Hırvatlık vs. çatısı altında örgütlenip devlete başkaldırmışlar. Hiç kuşkusuz böyle bir belge sunamayacaklardır.  Yoksa şunu mu diyeceklerdir; devşirmeler Osmanlının yükselişinde tehlike teşkil etmiyordu ama Osmanlı düşüşe geçince tehlikeli oldular.  Şu iyi bilinmeli ki,   Osmanlı yükselişten düşüşe geçmesiyle birlikte sadece kul devşirme sistemi değil hemen hemen tüm müesseseler güven kaybına uğramıştır. Hele bir devlet düşüşe geçmeye dursun, bu düşüşle birlikte sistemi ayakta tutan tüm unsurların dejenerasyona uğrayıp güven kaybına uğraması gayet tabii durumdur.  Hele birde buna tüm dünyada Fransız ihtilali müteakip dalga dalga yayılan menfi milliyetçi rüzgârlarının toprağımıza sıçradığını düşündüğümüzde çöküşümüz kaçınılmaz hal alırda. İşte bu güvensizlik ortamında imparatorluk geleneğimiz içerisinde Türkçülük cereyanı yeni bir akım olarak doğar da. Ancak bu yeni doğan akım tüm etnik unsurları bağrına basacak misyondan uzak akım olarak dikkat çeker. Keza kul devşirme sistemine bakışı da birleştiricilikten uzak bakış olacaktır. Ne diyelim,  bu tür ötekileştirici bakışlar çoğaldıkça tarihte devşirme kökenli her kim vezir olmuşsa o’nu çok rahatlıkla hainlik kategorisine sokabiliyoruz. Örnek mi? İşte devşirme kökenli Sokulu Mehmet Paşa gibi vezirlere yapılan haksız ithamlar bunun teyididir.  Oysa Veli Mahmut Paşa, Gedik Ahmet Paşa,  Arnavut devşirmesi Köprülü ailesinden gelen paşalar gibi tüm devşirme vezirler kul sistemi içinde yetişmiş, ama kendini Türk veya Osmanlı gibi hissedip devlete öyle hizmet etmişlerdir. Dolayısıyla sırf bir devlet adamının etnik kökenine bakaraktan soy sop faslı çerçevesinde hainlikle suçlamak objektif tarih anlayışıyla asla bağdaşmaz. Belki içlerinde alçak, pısırık ve hiçbir kıymet değer ifade etmeyen devlet adamı çıkmış olabilir, ama bu genele şamil kabul olmamalıydı. Her nedense birilerini kimliklerine dayanaraktan ajan kışkırtıcı görme marifetmiş gibi bir tutum içerisine girebiliyoruz. Oysa böyle bir tutum içerisine girmek acziyetin ifadesi bir eğilimdir.  Asıl er yiğit odur ki; tarihi hadiseleri değerlendirirken eteğindeki tüm taşları sebep-netice çerçevesinde ortaya döküp objektif veriler koyabilendir. Zira objektif veri ortaya koyabilmek çok büyük çaba, çok büyük emek ve yorgunluk ister. Ama gel gör ki her zaman olduğu gibi kolay olana kaçıyoruz hep.  Üstelik adına da tarihçilik diyoruz.
           Nasıl ki günümüzde her aile evlatlarını en iyi okullarda okutmak çabası içerisine girip gerektiğinde Avrupa da öğrenim görmesi için her türlü imkânlarını seferber ediyorsa, aynen öylede Osmanlı döneminde de batı insanı,  bizim o muhteşem medeniyetimizin cazibesine kapılıp o dönemlerimizin üniversite hükmünde saraylarımıza girmek için can atmışlardır. Çünkü saraylarımız saray olmanın ötesinde üniversite hükmünde külliyelerdi. İşte bu yüzdendir ki Osmanlı sarayları batılının iştahını kabartıyordu. Zira saraylarda kul devşirme sistemi çerçevesinde yetişip mezun olanlar subaşı, sancak beyi ve beylerbeyi vs. görevlere gelebiliyordular. Derken bu sistemle birlikte cihangir devlet olmuşuz da. Eğer böyle bir sistem olmasaydı farklı inanç ve etnik kökene sahip insanları 600 yıl bir arada tutmamız mümkün olmayacaktı. Yani,  Cihangir Devlet aklı işi ta baştan sağlama alarak bağrında taşıdığı unsurları dinine milliyetine bakmaksızın bu geniş coğrafyada bir arada nasıl yaşanabileceğinin formülünü kul ve devşirme sistemiyle çözüme kavuşturmasını bilmiştir.
            Ne zaman ki cihan devletimiz XX. asrın başlarında nükseden ulus devlet anlayışı söylemlerin etkisiyle tek tipe bürünür işte o zaman kul devşirme sistemine de farklı gözle bakar hale geliriz de.  Sadece devlet mi, elbette ki buna pek kıymetli tarihçilerimizde buna dâhildir. Yine de biz kıymet değer tarihçilerimizin bu husustaki ön yargılı yaklaşımlarına rağmen diğer konularla alakalı yayınladıkları eserlerine gölge düşürmeyeceği kanaatindeyiz.  Bu yüzden hüsnü niyetimizi korumak arzusundayız. Zira bu hususta sadece tarihçilerimiz yanılmış değil neredeyse tüm insanlık yanılmıştır. Sonuçta hakikat er geç gün yüzüne çıkabiliyor. Çıkınca da malum,  kazanan ön yargılı yaklaşımlar değil,  objektif tarih anlayışı ve insanlığın sağduyusu kazanmış oluyor.  
          Şu bir gerçek kul devşirme sistemi kendi mantık silsilesi içerisinde iyi düşünülmüş bir model olmanın ötesinde,  kesretten vahdete giden yolun ta kendisi de. Şayet dert dava çokluk içinde birlik olmaksa, işte bunu en iyi şekilde uygulayıcısı olan Osmanlı karşımızda duruyor ya,  bu yetmez mi? Hem de tarihin yapraklarını şöyle çevirdiğimizde Osmanlının deha aklını devşirme sisteminin içerisinde tüm heybetiyle kodlu olduğunu görecek şekilde yetecektir. Ecdadımız öyle akıl dolusu bir sistem kurmuşlar ki, zayıf insanları yetiştirmek suretiyle güç oluşturulabiliyor. Besbelli ki kul devşirme sistemi akıl gücümüzün göstergesi bir sistemdir. Nasıl akıl göstergemiz olmasın ki,  bikere kul taifesi deyince köle akla gelir ki, işte biz bu köle taifesinden devletin yararına yönetici kazandırabiliyoruz. Bakmayın siz öyle köle insanların zayıf görünmelerine, bikere eğitilmeleri hür insana nazaran çok daha kolaydır.  Eğitim hususunda hür insana hükmetmek zor ama köle insan öyle değil, hemen emre amade olacak şekilde kendini biçimlendirir.  Adı üzerinde köle, fırsat sunulduğunda konumuna konum katmak için çok çaba sarf ederekten her alanda bilinçlenecekleri muhakkak. Nitekim Mimar Sinan gibi niceleri bu kul taifesinden çıkmışlardır. Yani, kul-devşirme sistemi içerisinden nice sanatkâr,  nice dehalar, hatta sadrazamların çıkması bir kölenin neler yapabileceğinin bariz göstergeleridir.  Kelimenin tam anlamıyla böylesi müthiş sistem için başlı başına bir medeniyet projesi dersek yeridir. Bakın,  Moltke ne diyor ‘Türkler kölelikte dahi garbın idrakinden çok daha ileri düzeydedir.’
              Evet, Moltke’nin tespiti yerinde bir tespit.  İcabında bu tespit ‘abd-kul’ olmadan efendi olunamaz şeklinde de yorumlanabilir. Zira Osmanlı padişahları kendilerini efendi görmedikleri içindir Allah’a köle reayanın hizmetkârıdırlar. Nitekim her cuma selamlıkta askere ‘Gururlanma padişahım senden büyük Allah var’  tempo tutturmakla halka hizmetkâr olduklarını duyurusunu yapmaktalar.  İşte bu yüzden  ‘abd’ olmadan efendi olunamaz diyoruz.
       Malumunuz Yüce Müberra Dinimizde; ‘Kölelerinize yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydiriniz demiş ve bir günah işlerseniz günahınıza kefaret için köle azad ediniz’  düsturu esastır.  İşte bu düstur sayesinde İslam’ın ışığında Devlet-i Aliyye uygulamalarımız toplumun en aşağı tabakasında bulunması gereken köle için bile en yukarı mevkilere kadar yükselebilmesine imkân verecek şekilde tezahür etmiştir. Hani ikide bir eğitimde fırsat ve imkân eşitliğinden söz ederiz ya,  bunu asırlar öncesinde ecdadımız sistemini kurarak uygulamış ta.  Nasıl mı? İşte kurduğu sistem sayesinde bir bakıyorsun Mısırlı Ali Paşa kul sistemiyle sadrazam, Abaza olan Koca Hüsrev Paşanın yetiştirdiği otuz üç köle paşa olabiliyor. Hatta kölelerden sekizi müşavirliğe yükselmiş bile Tabii bitmedi, bu ve buna benzer daha nice örnekler verilebilir pekâlâ.
            Klasik döneminin ürettiği kul devşirme sistemi günümüz dünyası eğitim bakımdan modern karşılığı kolejler dersek yeridir. Şayet meselelere ön yargılı yaklaşacaksak saray eğitimi o devrin şartlarında neyse bugünde kolejler aynı kategoride değerlendirmeliydi. Öyle ya bir kısım Türk aydınları Osmanlının yıkılış sebeplerini tek kaynağa bağlayaraktan, yani bütün kabahati dönme ve devşirmelerin omuzlarına yüklerken, yine aynı mülahazalarla bir kısım çevrelerinde Türkiye’de pek çok kolejlerin ajan okulları olarak faaliyet gösterdiklerini yazıp çizdiklerinde neden  sus pus olduklarını bir  değil bin düşünmelerinde fayda var elbet.  
           Aslında köleliğin kaynağı biz değiliz, çok eski kavimlere dayanır, yani bu çarpık düzeni kucağımızda bulduk ama bize sadece ıslah etmek düştü. Düşünsenize bir zamanlar İsrail oğulları tarafından savaşlarda ele geçen esirler işkenceyle öldürülmeye maruz kalırlardı. Mısırlılar da köleyi maddi servetlerini artırmakta vasıta olarak kullanırlardı. Hakeza İran’da toprak sahipleri halkı köle gibi görürlerdi. Yunanlılarda ise değil köleler,  filozoflar bile insanlık dışı zulümler altında inlerdi hep.  Nasıl mı? İşte Aristo’nun şu sözlerinde kölenin tarifini görmek mümkün: “Ruhlu bir alet, canlı bir eşyadır. ”
           Evet, bu sözler hiç tartışmasız Yunanın köleye bakışını ortaya koyacak niteliktedir.  Dahası gerek Yunan olsun ve gerekse Roma olsun hiç fark etmez kölelik sistemini çok katı ve son derece acımasız şekilde yürütmüşlerdir. Yunanlılar sadece savaştan elde edilen esirlerden kurulu kölelik sistemiyle yetinseler pek üzerinde durmayız,  ama o kadar aç gözlüler ki ayrıca sahil memleketlere baskınlar yaparaktan da sömürgeye dayalı köle ticari ağı kurmuşlar bile. Sonuç olarak batıda kölenin hukuku yoktu diyebiliriz. Başka daha ne diyelim, işte görüyorsunuz vahşi batı bu ya, bilhassa Hz. İsa (a.s) sonrası öldürülünceye kadar her türlü işkenceye maruz kalan köleliğin yanı sıra esir pazarında alınıp satılan,  aynı zamanda bir çeşit köle alışverişine dayalı bir sistem adım adım hayatın içinde tatbik edilirde. 
        Peki ya Türkler ve Araplar?  Malum, Türkler İslam öncesi göçer-konar yapısının gereği kölelik sistemi görülmez.   Araplarda ise kabileler arası savaşlarda ele geçen esirler erkekse köle, kadınsa cariye adı altında en ağır işlerde çalıştırılırdı. Neyse ki İslamiyet’in bir güneş misali Mekke semalarında doğmasıyla birlikte kölelik müessesi hızla düzene kavuşarak insanlığın rahat nefes almasını beraberinde getirecektir. Zira İslam dini savaşın dışında herhangi bir insanı alıkoyma, kullanma, satmaya ve satın almaya dayalı sistemi tâ baştan men etmiştir. Şayet savaş esirleri Müslümanlığı kabul ederse hem cizye alınmaz, hem de köle muamelesi yapılmaz, sadece köle olarak kalır. Yok, eğer savaş esirleri Müslümanlığı kabul etmezlerse cizye ödemeye mecbur tutulur, ödeme durumu olmayanlar ise köle yapılırdı. Savaş dışında kelime-i tevhidi ikrar eden köle, köle değil bilakis hür insandır artık.  Ne diyelim,  işte köleyi sultanla eşit kılan tek din İslam budur.
             İşin özü batıda kölenin hukuku söz konusu değildir. İyi ki İslam dini bir güneş gibi insanlığın üzerine doğdu da toplumların iliklerine kadar işlemiş olan kölelik sistemi ıslah edilerek kölelere hukuk tayin edilir. Kaldı ki İslam’la birlikte ebedül ebed ölene kadar illa köle olarak kalma şartı yoktur,  bilakis belli şartlar dâhilinde azad edilmesi söz konusudur. Ayrıca dinimizde köle sahiplerine yediklerinizden, giydiklerinizden, içtiklerinizden veriniz hükmünün yanı sıra eğitim ve öğretim imkânlarının aynısını kölelerinde yararlanmasını getiren bir dizi kurallar da ön görmüştür. İşte bu nedenle Rasulullah (s.a.v) vahyin ışığında; “Kölelere karşı iyi davranmak bereket, kötülük yapmak ise şeamettir” beyan buyurmasının yanı sıra “Emriniz altında bulunanlara kötü davranan Cennete giremez” diye uyarı yapmayı da ihmal etmemiştir.  Hele İslam dini cihan sathına yayıldıkça daha ileri aşamalar da tıpkı Resulullah (s.a.v)’in kölesi Zeyd bin Harise’yi hiçbir bedel karşılığı olmaksızın azad ettiği gibi Allah için köle azad etmeye de teşvik etmiştir. Nitekim İslam tarihinde mevalinin (azatlıların) ilim sahibi, kumandan ve yönetici (devlet adamı) konumuna geldiği gerçeği batı dünyasıyla aramızdaki farkı ortaya koymaya yeter artar da.   Zaten bize de bu yakışırdı. Bir başka ifadeyle bize insanı köle yapmak değil,  tam aksine köleyi hürriyetine (azad etmeye) kavuşturmak, mevki, makam ve ilim sahibi yapmak yakışır dı, zaten öyle de oldu. Dolayısıyla ne Amerika’nın siyahîlere yaptığı zulüm, ne İngiltere’nin köle ticareti, ne de Fransa’nın 1685 tarihli ayrımcı siyahî kanunu asla bizim tarzımız olamaz, yaraşmazda. 
            Velhasıl;  İslam dini tek evrensel hakikatler kaynağıdır. Bu böyle biline.

              Vesselam.

2 Kasım 2017 Perşembe

PİRİ REİS VE DÜNYA HARİTASI

     PİRİ REİS VE DÜNYA HARİTASI 

SELİM GÜRBÜZER 

         Kim derdi ki bir gün gelip Fatih Sultan Mehmed’in talimatı doğrultusunda Karamanlı bir ailenin İstanbul’a yerleşmesiyle birlikte o aile içerisinden denizcilik ve haritacılıkta ün salmış bir oğul dünyaya gelecek. Tahmin etmişsinizdir o oğlu, asıl adı Ahmet Muhyiddin Piri Bey olan Piri Reis’den başkası değil elbet. Her ne kadar soy kökü kara ikliminden gelen bir aileye dayansa da kendisi deniz iklimi Gelibolu’da doğması hasebiyle çocuk yaşta denizciliğe merak salacaktır. Nitekim denizcilikte ilk on dört yılını amcasının gemisinde geçirmek suretiyle hem kaptanlık maharetini konuşturacak hem de denizcilik tarihine ışık tutacak ‘Kitab-ı Bahriye’  eseriyle dikkat çekecektir.
           Elbette ki tarih boyunca bize sadece Piri Reis ışık olmuş değil,  daha pek çok pirlerde ışık kaynağıdırlar. Ama gel gör ki, Osmanlıyı 600 yıl ayakta tutan pirlerimizin bilgi birikiminden bihaber haldeyiz. Kaldı ki Osmanlı da başlı başına bir ışıktır. Nasıl ışık olmasın ki,  bugün yaşadığımız küreselleşme ve globalleşme dalgasının temelinde bile Osmanlının Nizam-ı âlem stratejisinden mülhem esinlenme söz konusudur, maalesef bundan da bihaberiz. Öyle anlaşılıyor ki; küreselleşme denen hadise yeni keşfedilmiş değil, ta öteden beri bize özgü patenttir. Kim ne derse desin Osmanlının üç kıtada at koşturması asla iş olsun babından bir koşuşturma değildi,  bilakis Nizam-ı âlem uğruna bir koşuşturmaydı. Hem de bu öyle bir koşuşturmaydı ki, günümüz küreselleşme dalgasına bir şekilde etki yapmışta. Tabii günümüz küreselleşme hadisesi farklı dalga boyunda tezahür etmiştir. Nasıl mı? İşte küresel baronların (küresel güçler)  tüm insanlığı iliklerine kadar sömürmeye yönelik uygulamaları bunun bariz göstergesidir. Oysa Osmanlıda tam manasıyla adalet perspektifi doğrultusunda âleme çeki düzen verme şeklinde bir küreselleşme vardı. İyi ki cihana adaletiyle hükmeden Osmanlımız vardı, bu sayede Nizam-ı âlem davasının sınırların ötesine nizam götürme bir ülkü olduğunu idrak etmiş olduk.  Zaten değil midir ki bu ülkü;  Piri Reis’i önce korsanlıkta pişirmiş sonrasında ise amiralliğe (kaptan-ı deryalığı) giden yolda Atlantis ötesine kanatlandırmıştır.
            Evet, Nizam-ı âlem ülküsü sayesinde nice bilge pirlerimiz bulundukları dönemlerde adeta kendinden geçip ötelere kanat çırparaktan medeniyet hamlesini gerçekleştirmişlerdir. Peki ya bizler? Maalesef aynı ceddin nesli olmamıza rağmen ne böylesi ülkünün varlığından ne de Piri Reis’in dünya haritasından haberdar olduk. Tabii Osmanlı göz ardı edilirse haberdar olmamamız gayet tabiidir.  Bakın tarihimize ve ecdadımıza o kadar hor bakar hale gelmişiz ki,  bize ait her ne keşif varsa neredeyse tüm bunları uzaylılar yaptı diyecek hale gelmişiz. Ne diyelim işte görüyorsunuz ahvali durumumuz üç aşağı beş yukarı bu halde.  Her neyse asıl gelelim şu harita meselesine. Hani ikide bir Kristof Kolomb’un güya kendisi çizip de bir türlü bulunamayan haritalarından söz edilir ya hep,  oysa asıl sözü edilmesi gereken haritanın iz düşümlerini Piri Reis’in 1513 tarih itibariyle çizdiği o Amerika kıtasını gösterir haritasında aradığımızı bulabilirdik pekâlâ.  Dolayısıyla Kristof Kolomb’a atfen söylenilen haritalar bulunsa ne bulunmasa ne, sonuçta Piri Reis haritalarına geçte olsa ulaşıldı ya, bu yetmez mi?  Malum buna Piri Reise ait parçalanmış halde bulunan haritalar da dâhildir. Piri Reis haritaları eksik ya da tam parça,  sonuçta bulunan parçalarla eksik kalan kısımları tamamlanmış şekilde önümüzde duruyor ya.  Kaldı ki bu haritalar ortaya çıkmasa ne olurdu ki,  bikere Piri Reis Kitabı Bahriye eserinde: amcası Kemal Reis ile bir deniz savaşında esir aldıkları bir denizcinin Kristof Kolomb ile okyanus seyahatine üç kez katıldığını ve bu denizciden bir harita edindikleri bilgisinin tüyosunu çok önceden vermiş bile. Böylece Piri Reis’in hatıralarından hareketle amcasının esir aldığı kölesi Rodrigo ile birlikte Antilya denilen bugünkü Amerika kıtasına gittiğinin sonucuna çok rahatlıkla varabiliyoruz.  Sakın ola ki, kölenin kılavuzluğu da neymiş diye meseleyi hafife alıp sulandırma gafletine düşmeyelim. Unutmayalım ki kendisi Kristof Kolomb’la üç kez buralara seyahat etmiş bir köledir. Yani, sıradan bir köle değil o.  Nitekim bir tarihçi bu bilginin doğruluğunu teyit edecek ipuçlarını verirken;  Kristof Kolomb’un asıl buralara geliş gayesinin Hıristiyanlığı yaymak için toplayacağı altınlarla haçlı seferlerine finansman sağlamak olduğunu belirtmiştir.  Gerçektende Kristof Kolomb’un ayak bastığı toprakların yeni bir kıta olduğunu bilmediği o kadar net açık kendini belli eder ki, kıtaya ilk ayak bastığında buraların Hint adaları olduğunu zannına kapılmıştır,  neyse ki kılavuzu Rodrigo’nun yönlendirmesiyle Amerika olduğunu fark edince öyle haritası çıkarılır buraların. 
              Evet, böylesi köleye can kurban,  hem usta bir tayfa, hem de iyi bir gözlemci. Bundan daha da o’nu ilginç kılan yanı o sıralar Müslüman olduğunu sadece Christopher Columbus (Kristof Kolomb) biliyor olmasıdır. Nasıl mı? İşte Kristof Kolomb’un kendi el yazmasıyla yazılmış Amerika seyahati notları Paris’te “Biplouthegue Nationele”de yani Fransız kütüphanesinde muhafaza altına alınmış eseri bunun bariz delili zaten.  Malumunuz Fransız amirallerinden Dr. Charcot, 1928’de yayınladığı “Colomb Vu Par Un Marin-Bir Denizci Tarafından Kristof Kolomb Hakkında Görüşler” adlı eserinde, Kolomb’un kitabından şu satırları naklediyor: “Rodrigo sıradan bir tayfa değildi. Osmanlı Deniz Kuvvetlerine mensuptu. Dinini gizlemek zorundaydı.  O’nun Müslüman olduğunu benden başka bilen yoktu. Geceleri pek az uyur, devamlı harita üzerinde çalışır ve hesaplar yapardı. Bu haritanın ve tuttuğu notların birer kopyasını çıkardım. Doğrusu keşfin şerefini bir Müslüman’a kaptırmamak için açıklamadım…” 
               Elbette ki kıtanın keşfi çok mühim hadisedir, ama daha mühim olan yine Dr. Charcot’un “Colomb Vu Par Un Marin” adlı eserinde “Amerika’nın keşfi Kolomb’a ait değil Müslüman denizcilere aittir” şeklinde dile getirdiği hadisedir. Dr. Charcot sadece Kolomb’un kitabından aktarmalar yapmakla yetinmeyip işin hakkaniyetini de asıl sahiplerine teslim ederekten tarihe çok büyük not düşmüş olur. İyi ki de not düşmüş, bu sayede kıtanın keşfinde asıl Osmanlı deniz kuvvetlerinden Rodrigo’nun yönlendirmesinin çok büyük rolü olduğu gerçeğini zihinlere düşürmüş olur. 
             Hele bir kıtaya ayak basılmaya görülsün, gerisi zincirlemesine gelecektir elbet. Nitekim Kristof Kolomb’dan sonra kıtaya dört kez ayak basıp adından söz ettiren sıradaki isim Amerigo Vespucci olacaktır.  Vespucci kıtaya ilk adım attığında gördüğü manzaranın büyüsüne kapılıp buraya Yenidünya anlamına gelen Mundus Novus demekten kendini alamaz da. Keza Alman haritacı Martin Waldsee Müller’de büyük bir vefa örneği gösterip buraya Vespucci’nin adını verecektir, yani ismiyle müsemma Amerigo… Ancak yerliler bu ismi bir türlü kabullenip içine sindiremeyecektir.  Zira Amerikan ihtilalcılar bu hususta kendi ülkelerini Birleşmiş Müstemlekeler (UNİTED COLONİES) olarak isimlendirmişlerdi.  Tabii sonradan karşıt grupların ‘Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’ tanımlamaları daha ağır basmış olacak ki, Thomas Paine bu tanımlamadan hareketle bu ifadenin baş kısmında ‘Kuzey’ kelimesini çıkarıp sadece ABD adını zihinlere yerleştirecektir. Dedik ya zincirlemesine buralara ayak basma böyle bir şeydir, bir bakmışsın Columbus’un Antilya’sı, Vespucci’nin Mundus Novus’u,  Martin Waldsee Müller'in Amerika'sı derken en nihayet Thomas Paine en son mührünü vurup ABD ismi kalıcılık kazanır.  
          Tabii ki zincirlemesine keşfedilen bu kıta hangi isimle anılırsa anılsın, bizim açımızdan Piri Reisi anmak daha bir önem kazanır. Çünkü o rüzgâra göğsünü gere gere mavi sulara kendini adamış deniz feneridir. O halde bize de  “vira vira bismillah”  deyip adını mavi sulara yazmak düşer. 
            Yukarıda da belirttik ya,  Piri Reis önceleri korsanlık yaparmış. Nitekim  ‘Kitab-ı Bahriye’ adlı eserinde bahsettiği üzere korsanlık sayesinde; Kristof Kolomb’la seyahat eden esir aldıkları bir denizci vesilesiyle buralarla alakalı haritayı ele geçirdiğini, ele geçen bu haritanın yanı sıra daha pek çok haritadan yararlanarak bir dünya haritası çizdiğini beyan edecektir. Yine Piri Reisin hatıralarından anlaşıldığı üzere bu gün ABD olarak adından bahsettiğimiz kıta aslında o gün Antilya imiş.
            Öyle ya Piri Reis bu kıtayı ismiyle cismiyle keşfeder de Osmanlı’da kendisini keşfetmez mi?  Hem de nasıl, Osmanlı Padişahı II. Bayezid’in dikkatine mucip olarak keşfedilir. Derhal payitahta davet edilir edilmez kendisinden istifade edilir de. Derken bu davet üzere korsanlığı bırakıp Osmanlı’nın hizmetine amade olur. Keza amcası Kemal Reis’de Yavuz Sultan Selim döneminin gözde bilge âlimiydi. Fakat Kemal Reis vefat ettiğinde bu kez kendisi devreye girecektir. Yani 1513 yılında Avrupa ve Afrika’nın batı kıyı şeridini ve Güney Amerika’nın doğu şeridini gösteren dünya haritasını Yavuz Sultan Selim’e sunmakla amcasının yokluğunu aratmayarak devreye girer. Tarihin ivmesi 1526 yılını gösterdiğinde Kitab-ı Bahriye adlı eserini Kanuni Sultan Süleyman’a takdim edecektir. İki yıl sonrasında ise yeni bilgilerle, yani Kuzey Amerika’nın yerini belirleyecek şekilde yeniden derlemiş olduğu dünya haritasının ikincisini Kanuni Sultan Süleyman’a takdim eder.  Böylece çok büyük takdir toplar. Elbette ki; takdire şayanlığı terfi etmesine yetecektir. Malumunuz Piri Reis'in Osmanlı donanmasında terfi ettiği en son görev Mısır kaptanlığı olmuştur. Belki de idam edilmeseydi daha da terfi edecekti. Zira bir sefer esnasında kuşatmayı kaldırmak, donanmayı bırakmak hasebiyle yargılanacaktır. Her ne kadar kendisi bakımsız donanmayla denize açılmanın sakıncalarından bahsederekten savunma yapsa da bu yaptığı savunma idam edilme hükmünü kaldırmaya yetmeyecektir.
            Şu bir gerçek Piri Reis’imizin bu şekilde dünyadan göç etmesine gönlümüz razı olmasa da,  sonuçta ardından şu fani dünyanın haritasını miras bıraktı ya, bu bizim için kıymet değer göçtür diyebiliriz. Hele Osmanlının bakiyesi üzerine kurulu Türkiye Cumhuriyetine geçişte gün yüzüne çıkan o müthiş haritasıyla gerçek kıymetini daha da idrak edip gönül tahtımızda hep anarız da.  
                 Malumunuz 1929 tarihi itibariyle Topkapı Sarayı müze haline getirilirken, restorasyon çalışmaları esnasında Milli Müzeler Müdürü Halil Ethem (Eldem)’in bir an gözü Topkapı Sarayı arşivinde deve derisine işlenmiş tomar evraka ilişir. Bir de ne görsün sağ yanı kopmuş halde bir harita. Oysa bu bir Piri Reis haritasıdır. Hayretler içerisinde seyre dalacaktır Tabii seyre daldıkça iyiden iyiye incelemeye koyulur, ama işin içinden çıkamaz. Olsun paha biçilmez bu kıymetli eser bir şekilde Türk Denizciliğinde uzman olan Alman Bilim adamı Paul Kahle’ye gösterilip teşhis edilmesiyle birlikte kendini ele verecektir.  Şöyle ki; ilk Piri Reis haritasının kayıp parçalarının aranmasına hız verildiğinde, bu kez ceylan derisine işlenmiş ikinci bir harita daha bulunur. Böylece ceylan derisi haritanın birinci haritayla karşılaştırılması yapıldığında birincisinin güncelleştirmiş hali olduğu anlaşılır. Dahası bu ikinci bulunanın günümüz verilerine daha bir uyumluluk gösteren bir harita olduğu ortaya çıkar. Şimdi gel de bu haritalar karşısında hayretler içerisinde kalma, ne mümkün.  Düşünsenize ele geçen Piri Reis haritaların bugünkü verilerle neredeyse birebir örtüştüğü gibi bilhassa Amerika’nın doğu kıyılarının tam isabetli diyebileceğimiz çizimi söz konusu. Tabii bitmedi dahası var;  haritada Kristof Kolomb’un ayak bastığı toprakların profili çıkarıldığı gibi birde kenar notu diyebileceğimiz haşiyeler döşenmiş bile.  Bakın Piri Reis kenar notların birinde ne diyor: Bunu Kemal Reis’in birader zadesi diye meşhur, Hacı Mehmedin oğlu fakir piri 919 (1513) Muharremülharamında Gelibolu’da yazdı, Allah ikisini de affetsin.”  
               Hele Piri Reis haritaları temaşa edilmeye görülsün sanki karşımızda harita değil, devasa bir ansiklopedi var sanırsın. Düşünsenize kıtada canlı cansız her ne varsa hayvanlardan tutunda orada yetişen bitki türlerine ait birtakım donatımlarda yer verilmiştir. Bilhassa haritada Amerika’nın hem kuzey hem güneyini içini kapsayacak şekilde dizayn edilişi de ihmal edilmemiştir.  Hatta harita içeriğinde Antarktika kıtası ve üzerindeki dağlara da yer verildiği söylenmekte.
        Velhasıl, harita üzerinde kim ne beyanda bulunulursa bulunsun, sonuçta bizim açımızdan Piri Reis’le okyanus ötesine açılmak çok daha mühim hadisedir. Çünkü bizi asıl cezbeden Piri Reis pusulasıyla Nizam-ı âleme yelken açma sevdasıdır.

         Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1634/piri-reis-ve-dunya-haritasi.html

8 Eylül 2017 Cuma

TARİHİ SÜREÇ İÇERİSİNDE KIBRIS

         
TARİHİ SÜREÇ İÇERİSİNDE KIBRIS

SELİM GÜRBÜZER

      Kıbrıs tarih boyunca hep gözde adamızdır. Nasıl gözde olmasın ki? Şöyle tarihe bir göz attığımızda Fenikeliler, Romalılar, Cenevizlilerden tutunda İngilizlere kadar pek çok ülke durduk yere Kıbrıs’a süs olsun diye gelmiş değiller.  Ancak bizim açımızdan durum biraz farklı,  Hz. Osman hilafeti döneminde daha çok fütuhat amaçlı Şam valisi Hz. Muaviye ordusunun ayak basmasıyla gerçekleşir gönül bağımız. Keza Osmanlı dönemi de aynı amaç doğrultusunda Kıbrıs’la bağlantımız Lala Mustafa Paşa döneminden Abdülhamit’e uzanan bir zaman dilimini kapsar. Tarihler 1878’i gösterdiğinde adanın önemini ortaya koyacak en belirgin işaret İngilizlerin Sultan Abdulhamid’den adayı bir bedel karşılığında rehin alma istekleridir. Tabii adanın önemini ortaya koyan işaret taşı sadece bunla sınırlı değil, bikere her şeyden önce adanın Akdeniz havzası alanı içerisinde jeo-stratejik bir konumda yer elması da mühimdir. Yine aynı havzada pek çok medeniyete beşiklik etmesi,  okyanusları birbirine bağlayacak stratejik üst olması gibi pek çok avantajları bağrında taşıması da önemini ziyadesiyle ortaya koymaya yetiyor. Üstelik buraya gelen doğrudan kendisiyle alakalı ne bir dini, ne de kültürel bağı olmadığı halde gelmekte.  İyi ki de geliniyor, çünkü her gelen kendinden bir şeyler katıp gelmekte,  böylece Kıbrıs Akdeniz’de medeniyetlere beşiklik eden inci bir ada olarak göz kamaştırır. Nitekim Kıbrıs tarihi süreç içerisinde Asurlar Mısır, İran ve Büyük İskender’in Makedonya’sı gibi pek çok kadim milletlere beşiklik ederek kazandığı birikimle geleceğe yelken açmakta bile.  Tabii bu arada Roma’nın da hakkını yememek gerekir.  Hani tüm yollar Roma’ya çıkar sözü var ya,  aynen öyle de, tarihler 395 yılını gösterdiğinde bu gözde ada Roma’ya açılan bir başka yol güzergâhı olur da.  Tâ ki Roma kendi içinde parçalanıp Doğu ve Batı Roma olarak iki yol ayrımına girer,  ister istemez bu kez sadece Doğu Roma’nın  (Bizans'ın)  eyaleti konumda yol güzergâhı olur.
           Peki ya Müslümanlar? Yukarıda da belirttiğimiz gibi Müslümanların bu adayla ilk izdivacı 649 yılında Hz. Osman dönemine denk düşer.  Hiç kuşkusuz bu tesadüfü denk düşüş değil, bilakis Allah Resulünün halası Ümmü Haram binti Milhan Larnaka yakınlarında şehit düşmesiyle gerçekleşen tevafuku denk bir düşmedir. Böylece şehit katında tevafuk mührümüzü vurmak suretiyle yıllık 7200 dinar vergi karşılığında İslam devletine bağlı adamız olur da.  Ancak ne var ki 965 yılına gelindiğinde şehit katında anlamlandığımız adamız Bizans’ın eline geçecektir.
        Tarihin yaprakları bu kez 1191 yılına çevrildiğinde Kıbrıs’ı kuşatan İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard’ın adayı Templar (Tapınak) Şövalyelerine sattığına,  Şövalyelerin de adayı Kudüs Hâkimine devrettiğine şahit oluruz. Hiç kuşkusuz Kudüs Hâkimi bu işten kazançlı çıkacaktır. Öyle ki gücüne güç katıp ilerisinde Frank krallığını kuracaklardır. Böylece ada Haçlıların sığınacak limanı hale gelir. Nasıl mı? İşte Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs ve Suriye yönelik yıldırım hızıyla giriştiği fütuhatta kaçacak delik arayan Haçlılar, Frank kralına güvenerekten soluğu Kıbrıs’ta almalarında bunu fark ederiz. Malum, Selçuklunun da Frank Krallığıyla ilişkisi bilhassa ticari alanda yaptığı anlaşmalar çerçevesinde beşinci Haçlı seferine dek sürecektir. Hiç şüphesiz Haçlılık damarları tutmasaydı ilişkilerimiz daha da devam edecekti. Ne var ki krallığın Haçlılara kucak açan bir liman rolü üstlenmesi ilişkilere gölge düşürmeye yetmiştir. Hele ki 1362 yılı itibariyle Kıbrıs Kralı I. Pierre’nin, Papanın izni doğrultusunda donanmasını İskenderiye limanına çıkarıp Müslüman kıyımına ortak olması bardağı taşıran son damla oldu. Bam telimize dokundular da ne oldu,  I. Memluk Sultanı Baybars’ın Kral Guy de Lusignan’ı hezimete uğrattığında ‘alma mazlumun ahını çıkar aheste’ sözü 1426 yılı itibariyle yerini bulmuş oldu. Tabii bu ahın tutması zulmetme şeklinde tecelli etmez, tam aksine kral fidye karşılığında serbest bırakılır da. Hatta Yavuz Sultan Selimin 1517’de Memluklara karşı kazandığı Ridaniye zaferiyle buralarda hâkimiyeti Osmanlıya geçtiğinde bile Memluklara ödenen 800 flori (Osmanlı altını)  haraç sanki o kıyım unutulmasın babından devam ettirilir de.  Sonuçta fidye düşkünü bir millet değiliz ki, asıl bizim açımızdan Allah’ın adaletini dünyaya yaymak fidyedir. İşte Mercidabık, Ridaniye derken bu ulvi amaç doğrultusunda Mısır Akdenize açılan kapımız olur da.  Tabii açılmakla kalmayız,  II. Selim Hac yolunun emniyete alınmasının Kıbrıs’ı Osmanlı coğrafyasına kazandırmaktan geçtiğini düşünerekten Venediklilerden bu meseleyi barış yoluyla çözmek isteyecektir ama elçiler vasıtasıyla yapılan görüşmelerde bu teklif kabul görmeyecektir. Bunun üzerine donanmamızı adaya 1570 tarih itibariyle çıkardığımızda asıl fetih bu tarihte gerçekleşir. Hiç kuşkusuz bu fetih Katolik Venedikliler tarafından kapatılan Ortodoks Başpiskoposuna da çok yarayacaktır. Çünkü Başpiskopos’a bir takım yetkiler tanınaraktan Katolik baskısından sıyrılıp kilise özgürlüğüne kavuşmuş olur.  Değim yerindeyse Kıbrıs’ta adeta bahar havası esecektir. Fakat Venedikliler bu esen bahar havasını hazmedemeyeceklerdir. Zaten hazımsızlıkları el altından Haçlıları kışkırtarak kendini belli edip hıncını İnebahtı’da çıkaracaklardır.  Hem de ne hınç çıkarma, batı dünyası İnebahtı zaferinin gurur okşayıcılığıyla Rönesans'ını gerçekleştirecek mecraya doğru ilerlerken Osmanlı’da ilk yenilgisini tatmış olaraktan hızla hasta yatağa düşmüş konuma gerileyecektir. Hani şu meşhur 93 Harbi yarası var ya,  işte bu harb Osmanlının hasta yatağa düşmüş bir devlet olduğunun ilanı ve teyididir.  Zira 93 Harbi (1877–78 )  bizi hasta yatağa düşürürken Rusları da sıcak denizlere inme hevesini tetikleyecektir. Neyse ki  ‘Yunan-Rum-Rus Ortodoks’ şeytan üçgeninin ittifaka dönüşme ihtimali İngiltere’yi huzursuz eder de bu sayede heveslerine geçit verilmez. Çünkü İngiltere açısından bu ittifakın gerçekleşmesi sömürge yollarının elinden uçuvermesi demektir.  Bunun üzerine İngiltere Berlin'de yapılacak toplantıda Devlet-i Aliye ile Ruslar arasında yapılan Ayastefanos anlaşmayı revize edecek bir hamleyle Kıbrıs adasının kendilerine verilmesini deklare eder. Bunun karşılığında da Rus yayılmacılığına karşı Osmanlının korunacağı taahhüdünde bulunur. Tabii İngiltere’nin deklaresi ve taahhüdü Abdülhamid’e incitici gelip memnuniyetsizliği gözlerden kaçmaz da. Dedik ya Osmanlı hasta yatağında devlettir, yani bağrı yanık yaralı bir devlettir.  Bu yüzden, uzun süren müzakereler eşliğinde kira karşılığında ada İngilizlere verilir de. İcabında bu da yetmez,  I. Dünya savaşı koptuğunda 5 Kasım 1914 tarihi itibariyle İngiltere Kıbrıs’ı resmen ilhak ettiğini deklare edecektir.  Ada artık İngilizlerin sayılırdı. Derken İngiltere bu fiili ilhakla Ortadoğu’ya açılacak önemli bir üs edinmiş olur.  Ve  bu noktadan sonra Kıbrıs bizim için unutturulmaya çalışılan kayıp bir adadır.


Enosis ruhu
         İlginçtir İngilizlerin Lozan’da ilhak işlemine Türkiye’nin sessiz kalaraktan itiraz etmeyişi Kıbrıs'ın İngiltere'ye bağlı koloni hale gelmesini kolaylaştırmaya yetmiştir. Üstelik ilhak etmekle mesele bitmiş olmuyor,  çünkü ilerleyen zamanlarda Rumlar ve Yunanlılar işi farklı boyuta taşıyıp işi Enosis romantizme dönüştüreceklerdir. Tabii bu arada İngiltere’de Enosis romantizmden endişe duyacaktır. Burada bizim açımızdan endişe edici durumsa Kıbrıs Türklerinin onca zamandır yaşadıkları sıkıntıların nasıl giderileceği hususudur. Belli ki Rum Ortodoks Kilisesinin 1950’de ada’da organize ettiği referandumla %96 çoğunluğun Enosis romantizmi (Kıbrıs’ın Yunanistan'la birleşme hülyası, bizdeki Turancılık akımının bir değişik ideali.) yönünde oy kullanması birçok sıkıntıları beraberinde getirecektir. Nitekim referandum neticelendiğinde Enosis Romantizmi hemen etkisini gösterip EOKA terör örgütünün Stalin varı katliamları aratmayacak şekilde etrafa korku ve dehşet salacaklardır.  Böylece o güzelim ada bundan böyle bizim için kanayan yaradır artık.  İster istemez bu durumda Kıbrıs Türkleri çaresiz bir halde İngilizlerle ortak hareket etmek mecburiyeti hisseder. Zaten Anavatan Türkiye’nin durumu ortada,  elinden gelen şey sadece her fırsatta diplomatik girişimlerde bulunmaktı.  Derken bu tip girişimler tarihler 1955’i gösterdiğinde netice verip İngiltere Ankara’nın Kıbrıs konusunda müdahil olmasına tepki göstermeyeceği gibi Kıbrıs meselesini adada iki toplumun bir arada yaşama model üzerine çözme şeklinde kendini gösterir.  Ne var ki, bu teklif Rum tarafında kabul görmez. Aslında tüm bu yaşanan diplomatik trafiğin bize kazandırdığı tek bir şey vardı, unutulmaya yüz tutturulmak istenen o güzel adamızı İngilizlerin ve Rum tarafın birlikte sebep olduğu sancıya karşı Kıbrıs davasının bizimde davamız olduğunu hatırlamış olmamızdır.
             Evet, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında Zürih’te sağlanan anlaşmayla birlikte unutulmaya yüz tutmuş adamız bizim yeniden hatırlayacağımız ve üzerine titreyeceğimiz dış politika milli uğraş alanımızdır bundan böyle.  Her ne kadar Zürih anlaşmasının akabinde İngilizlerin ada’da işgali resmen sona erse de o gün bugündür Kıbrıs davası bizim omuzlarımız üzerimizde kalan çözülmeye muhtaç bir konu olurken bu arada Rumlar da İngiliz sömürgeliğinden kendilerini kurtarmış oluyorlardı.
Fatin Rüştü Zorlu farkı
       Meseleyi biraz daha detaylandıracak olursak aslında 1957 yılında Eisenhower doktriniyle birlikte İngiltere’nin bölgedeki rolünü devr alan ABD, meseleyi çözmek için kollarını sıvadığını görürüz. Amerika’nın bu uğurda ilk hamlesi Türkiye ve Yunanistan’ı NATO paktına dâhil etmek olur. Sonrasında aralarında İngiltere'nin de bulunduğu masada tarafların 19 Şubat 1959 yılında Zürih'te geçekleşen görüşmeler muvacehesinde bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuş olur. Aslında o günün şartlarında düşündüğümüzde bizim açımızdan en iyi elde edilebilecek sonuçtur diyebiliriz. Şüphesiz bu görüşmelerde özellikle Fatin Rüştü Zorlu’nun ortaya koyduğu tezlerin çok büyük etkisi söz konusudur.  Tabii Fatin Rüştü Zorlu’nun katkısı bunla sınırlı kalmaz,  yine aynı yıllarda Yunanistan’ın 8 Haziran 1959 tarihinde AET’ye başvurusundaki ince hesabı sezip hemen bu hesabı boş çıkaracak bir diplomatik atakla, Türkiye'nin üyelik girişimi hamlede bulunur.  Derken bu diplomatik atak sayesinde 10 Eylül 1959’da her iki ülkenin ortaklık görüşmelerine start verilir. Ne var ki 27 Mayıs ihtilali ülkemizin üzerine kara kâbus olarak çökecek, derken hem kendisi, hem de Menderes’in idam edilir. Düşünsenize idam edilmiş Başbakan ve Dışişleri Bakanından yoksun halde 1975 yılına gelindiğinde Türkiye gerek Kıbrıs olsun gerekse AET girişimlerinde aynı duyarlılığın sürdürülmediği görülür. Nasıl sürdürülsün ki, bikere Yunanistan 1977'de tam üyelik girişiminde bulunurken biz ise içimizde habire kazan kaynatıp zaman kaybediyorduk. Böylece tarihler 1981’i gösterdiğinde Yunanistan’ın topluluğa girmesine Türkiye sadece seyirci kalmakla yetinir. Hadi seyirci kalmak neyse de 12 Eylül darbesi lideri Kenan Evren’in Yunanistan’ın tekrardan NATO’ya girmesini sağlayan vetoyu kaldırmasına ne demeli. Bunun anlamı gayet net açık, ‘ben yiyemiyorum al sen ye’ misali kendi elimizle altın tepsiyi Yunanistan’a sunmakla onlara ikinci bir mevzi alan kazandırmış olduk.  Ne acıdır ki Yunanlılar hem Avrupa topluluğunda, hem NATO içinde bulunmakla söz sahibi konuma geldikleri gibi elde ettiği avantajla icabında Türkiye’ye karşı veto kartını kullanaraktan köşeye sıkıştıracak hamlelere girişirde. Öyle ki 1974’te Kıbrıs barış harekâtıyla kaybettiklerini bu kez masada kazanarak telafi edeceklerdir.  İşte bu noktada DP iktidarının o diplomatik deha bakanımız Fatin Rüştü Zorlu’nun yokluğunu yüreğimizde hissederiz de.  Şimdi gel de böyle bir diplomatik dehayı arama.
Ya taksim ya ölüm
       Malumunuz İngiltere İkinci Cihan harbi sonrası tası tarağı toplayacak halde Kıbrıs’tan elini ayağını çekme noktasına gelir. Böylece Kıbrıs yönetimi Rum ve Türk tarafına geçer. Bu bir anlamda ada’nın Yunanistan’ın insafına bırakılmaması anlamına gelir ama uygulamaya baktığımızda kazın ayağı hiçte öyle görünmez.  Nasıl ki İngiltere çekilmiş gözüküp ada da garantör devlet olarak iki askeri üs bulunduraraktan varlığını hissettirmişse,  aynen öyle de Yunanistan’da bağını bir şekilde sürdürmesini bilecektir. Her şeye rağmen yine de uzun bir aradan sonra Kıbrıs’ın her iki yakasının da üniter devlet olarak kabul görüyor olması önemli aşama sayılır. Şimdi önemli olan bundan sonraki aşamaların ne getireceğidir. Nedir o aşamalar diye baktığımızda bikere ada halkının yeniden Anayasa oluşturma hakları yoktur, bu yüzden tam bağımsız sayılmazlardı. İcabında kendi kaderlerini tayin etmeye kalkışmış olsalar İngiltere, Yunanistan ve Türkiye garantör devlet olmaktan doğan hakları kullanarak izin vermeyecekleri malum. Dolayısıyla Kıbrıs’ta tam üniter devletten söz etmek çok zordur. Baksanıza adanın kuzeyinde Türk tarafı istenmeyen ve dışlanır durumda iken Rumlarınsa keyfine diyecek durum ortada gözükmez, üstelik hem diplomatik kanalları kullanmakta hem de gerektiğinde şiddet kullanacak tutum sergileyeceklerdir. Rum tarafın Helenist ayarları o kadar bozuk işler ki, Türk köylerini basıp nice masum insanların canına kıyacak kadar alçaklıktan geri durmayacaklardır. Şimdi gel de buna yürek dayansın. İşte Türk kamuoyu yürekleri dağlayan bu zülfüyârımıza dokunan hadiseler karşısında ‘Ya taksim ya ölüm’  demekten kendini alamaz da. İşte Türk kamuoyunun bu çığlığı karşısında Türk hükümeti müdahale etmek ister, ama bu istek her zaman olduğu gibi BM ve ABD barikatına takılacaktır.
Al kurtul
Dedik ya Rumların değme keyfine,. 1960 tarih yılı itibariyle Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluşunun gurur okşayıcılığıyla ENOSİS çalışmalarına hız vereceklerdir. Bunun ilk işareti 1963’te gerçekleşen kanlı Noel eylemlerle kendini gösterecektir. Bu eylemle verilmek istenen mesaj bellidir;  Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamaktır dert dava.  Hiç kuşkusuz Ankara,  bu durumda Rum tarafına karşı elini kolunu bağlayıp seyirci kalamazdı, stratejik hareket edecektir. Tabii Ankara strateji belirlerde onlar boş durur mu, EOKA’cılar da hemen Yunan askerleriyle birlikte 15 Temmuz 1974’te kendilerine engel gördükleri Makarios’u bir darbeyle devirip Kıbrıs Helen Cumhuriyetini kurmaya kalkışacaklardır. İşte bu kalkışma bizim açımızdan bardağı taşıran son damla olur.  Öyle ki bu kalkışma Türk kamuoyunda ‘al kurtul’ tepkisiyle karşılık bulur. Derken Türkiye kamuoyu rüzgârını da arkasına alaraktan 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs’ta garantör devlet olmaktan doğan haklarını kullanaraktan adaya çıkarma yapmaya gerekçe teşkil edecektir.  İşte bu gerekçeyle çıkarmamızı zaferle taçlandırıp, bu sayede cunta yönetimi düştüğü gibi ardından Cenevre görüşmeleri de başlatılır. Ancak görüşmeler beklentilerimizi karşılayacak türden neticeyle sonuçlanmaz,  ister istemez Mehmetçiğin 14 Ağustos 1974’de adayı ikiye ayıracak fiili müdahalesiyle kendi çözümümüzü kendimiz neticelendirilip adına da bugünkü yeşil hatla sınırları belirlenen bağımsız Kıbrıs Türk Federe Devleti deriz.
Ver kurtul
       Kıbrıs Barış Harekâtını zaferle neticelendirmesine neticelendirdik ama Yunan lobisi boş durmayacaktır. Lobi faaliyetleri meyvesini verir de.  Nitekim ABD Türkiye’ye karşı silah ambargo uygular. Ne diyelim, işte görüyorsunuz kazınılan zaferimizi bile ağız tadıyla kutlamamıza fırsat vermiyorlar. Oysa kazanılan bu zafer Yunanistan’a da hayrı dokunur bir çıkarmaydı. Nasıl mı? İşte bu zafer sayesinde Yunanistan’da albaylar cuntasının devrilip böylece derin bir rahat nefes almış olurlar. Yetmedi ileriki yıllarda AB’ye üye olacak noktaya gelirler. Bu yüzden Yunanistan’ın başına talih kuşu kondu dersek yeridir.  Hatta yetmedi Güney Kıbrıs’ın da ileriki yıllarda AB’ye üyeliği gerçekleşir.  Tabii onlar için her şey mubah,  söz konusu Türkiye olduğunda Kuzey Kıbrıs’la garantör devlet bağımız söz konusu olduğu halde AB üyeliği noktasında hala bekleme salonundayız. Hele bir de bunun üstüne KKTC’nin kaderi statükocu Rauf Denktaş’ın içe kapanık siyasetine terk edilmişliği var ya daha da içimizi kanatan yara olur. Düşünsenize Denktaş habire işi yokuşa sürüp beş parmak dağlarını aştığımızın hülyasıyla işi kotarmaya çalışır.  Oysa hayalle pilav gemi yürüseydi Kıbrıs davası çoktan halledilmesi gerekirdi. Masaya oturmamakla Kıbrıs davası güdülemez, bilakis masaya oturup mesele hal yoluna koyulabilirdi.  Bunun dışında sadece kendi kendimize avunup kandırmış oluruz
           Malum, Kıbrıs meselesinde her iki tarafında karşılıklı bitip tükenmek bilmeyen uzlaşmazlıklar neticesinde 1983 itibariyle KKTC olarak bağımsızlığımızı ilan etmiş olduk. Ancak bu ilanımız dünya platformunda doğru dürüst karşılık bulmaz.  Üstelik Yavru Vatan Kıbrıs’a uygulanan ekonomik yaptırım ve izolasyonların ağır maliyeti üzerimize bindirilerekten Türk kamuoyunda ‘Ver kurtul’ noktasına gelen bıkkınlığın alameti sayılan mesele haline dönüşür. İlginçtir bu arada Çiller hükümetinin gerek izolasyonların kaldırılma noktasında gerekse 1995’te gümrük birliğine girme karşılığında 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ortaklık anlaşmasında yer alan; Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olmadığı hiçbir uluslararası örgüte üye olamaz maddenin gereğini yapmadığı gibi itiraz hakkından vazgeçtiğini bildirme gafletinde bulunur. Vazgeçtiğini AB’ye bildirdi de ne oldu, sonunda Rum tarafının tek başına Avrupa Birliğine üye olmanın yolunu kendi elleriyle açmış oldu.  Belki aklınızdan Kıbrıs meselesinin AB ile ne alakası var geçirebilirsiniz. Bal gibi alakası var elbet, bikere gerek 1972’de Güney Kıbrıs'ın tüm ada adına AET ile arasında imzalanan Gümrük Birliği anlaşması,  gerekse 1995’te Türkiye’nin Gümrük Birliğine alınması noktasında ki görüşmeler AB’nin Kıbrıs’la olan alakasını yeterince ortaya koyan verilerdir. İşte önemli addettiğimiz bu püf noktaları iyi analiz edip masadan alnımızın akıyla kalkabilmek esas olmalıydı, ama gel gör ki o günkü görüşmelerin satır aralarında yer alan; Güney Kıbrıs’ın ada halkının tümünü temsil ediyormuşçasına takvime bağlanmasıyla ilgili ilintili maddeye maalesef ses çıkarılmamıştır. Şimdi sormak gerek bu durum tam bir cehalet örneği değilse nedir peki bu?   Maalesef bu iş bilemezliğin neticesi olarak Murat Karayalçın ve Deniz Baykal’ın imzası bulunan belgeye dayanarak bu sancı start alır.  Yani Türkiye bu tavizi Güney Kıbrıs'ın üyeliğinin gerçekleştirildiği noktada vermiştir.  Hani taviz tavizi doğurur derler ya, gerçektende bu aşamada Kıbrıs meselesi bizim meselemiz olmaktan çıkıp AB platformuna kayar. Yetmedi 30.12.1995 tarihli resmi gazete ile yürürlüğe giren Gümrük Birliği görüşmeleri esnasında AB ve Güney Kıbrıs arasında başlayacak tam üyelik görüşmelerine sorgusuz sualsiz gözü kapalı dönemin hükümetince onay verilmesiyle neticelenecektir. Hem de hafızalarda unutulmayacak izler bırakarak neticelenir.

                        Artık Kıbrıs AB zemininde  
       Peki ya Türkiye?
      11 Aralık 1999 Helsinki zirvesiyle Türkiye’nin AB adaylığı kabul edilir edilmesine ama bu arada Kıbrıs Rum tarafının da AB’ye girmesi hususunda engel çıkarılmaması babından bir kabul edilmedir bu.  Hani derler ya minareyi yapan kılıfı hazırlarmış diye, aynen öyle de Kıbrıs Rum tarafı 2000’li yıllarda Yunanistan’ın desteğini de arkasına alarak AB ile olan ilişkilerini tek taraflı yürüterek kılıf hazırlar.  Böylece 2003 yılına gelindiğinde lehlerine alınan kararın ardından 2004’te AB’ye tam üyeliği gerçekleşir. Hadi üye olmaları neyse de sanki adanın bütününü kapsayan üyelikmişçesine Türkiye’nin garantörlük hakkının yok sayma havası içerisine gireceklerdir. Neyse ki ABD, Kıbrıs Rum tarafının bu hevesiyle adanın tamamını temsil ettiği algısına yol açacak tavırlarından rahatsızlık hissedip meseleye Annan planı çerçevesinde çözme cihetine gidecektir.  Böylece mesele önce BM zeminine taşınıp Rum tarafın heveslerini boşa çıkaracak bir gelişme yaşanır. Bu arada doğrusu başlangıçta Ankara’nın da Annan planına kuşkulu yaklaşımı gözlerden kaçmaz,  ama masada plan üzerinde görüşmelerde meseleye vakıf oldukça Rum tarafının elini zayıflatacak plan olduğunu fark ettik. Öyle ya madem tüm ada halkının hamisiyim diye ortaya çıkıyorsun, o halde işte hodri meydan Annan planı referanduma gidilsin denildiğinde el mi yaman bey mi yaman bir görelim dediğimizde daha referandumun adını duyduklarında hemen hop oturup hop kalkmakları samimiyetsizliklerini ortaya koymaya yetti. Öyle ki referandum sonuçları açıklandığında Rumların ‘hayır’, Kıbrıs Türk Halkının ‘evet’ demesiyle birlikte çözümden yana tarafın Türk tarafı, mızıkçılık yapan tarafında Rum tarafı olduğunu tüm cümle âlem görmüş oldu.  Bu arada Türk halkı olarak da geçmişte Fatin Rüştü Zorlu’nun akıl dolusu o diplomatik ataklarının meyvelerinden bir yenisini daha yaşamış olduk. Referandumda  ‘Evet’ demekle Türkiye bir yandan kendisine yöneltilen işgalci suçlamalarını bertaraf ederken diğer yandan Rum tarafın ENOSİS hayalini söndürmüş oldu. Ama şu da var ki daha her şey bitmiş sayılmazdı, sonraki aşamalarda her şey referandum kartını uluslararası arenada iyi kullanıp kullanamayacağımıza bağlı olarak şekillenecektir. Öyle ya madem çözümden yana tavır koyan biz olduk, o halde her uluslararası platformda Kıbrıs meselesi dillendirildiğinde her defasında  ‘Evet’   kartımızı hatırlatarak Rum tarafını sıkıştığı köşeden çıkmasına fırsat vermemek gerekirdi. Bilhassa bu noktada Ankara kararlılığını sürdürdükçe Kıbrıs’ta gerçek anlamda barışa katkı sunacak taraf biz olacağız demektir. Her ne kadar gelinen noktada verilen sözlerin birçoğu yerine getirilmese de, şu bir gerçek KKTC’nin artık muhatap alınıyor olması bile önemli bir gelişme sayılır. Bu noktaya gelişimizde hiç kuşkusuz Tayyip Erdoğan’ın katkısı çok büyüktür.  Gerçektende bir takım statükocu çevrelerin  ‘en iyi çözüm çözümsüzlüktür’ anlayışıyla devam etseydik Kıbrıs davasında bir arpa boyu yol kat edemezdik. İşte bu yüzden Tayyip Erdoğan baştan beri meseleye çözüm odaklı bir arayışla Kıbrıs davasını sırtlayıp ciddi manada sorumluluk üstlenmiştir. Doğrusuda buydu zaten. Hamaset politikalarından kim ne bulmuş ki bizde bulalım.  Eninde sonunda bu çözüm odaklı politikalar meyvesini verip Türkiye AB yolunda müzakere kartını alır da. Ancak Kıbrıs meselesi bu kez, Rum ve Avrupalıların isteklerine uygun bir mecrada yürütülmek istendiğinden AB’ye tam üyelik yolunda önümüze bir sürü ipe sapa gelmez başlıklarla kota konularaktan yürütülmeye çalışılır. Oysa Türkiye ne uyarılmaya ne de kapı kulu olmaya gelirdi. Zira Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Birliği kapısında bekleme meraklısı değiliz çıkışı bir bakıma dikleşmeden dik duruşumuzun bir göstergesidir. Öyle ya, adı Avrupa Birliği olmaz da Shangay olur, ya da bir başka Birlik olur, zaten bize de değişik alternatif yollar üretmek yaraşır, onlara da kendi kazdığı çukurlarda debelenmek düşer. Baksanıza daha şimdiden o çok övündükleri AB çatırdar halde.  İngiltere çekileceğini bildirdi bile. Yıllardır Türkiye’yi bekleme salonunda beklettiler de ne oldu,  şimdi kara kara düşünmek sırası artık bu kez onlar da.
            Velhasıl, uzun ince bir yoldayız. Şimdilik Ya sabır deyip 2023 hedefimize kilitlenmek zamanıdır.
             Vesselam.
http://www.bayburtpostasi.com.tr/tarihi-surec-icerisinde-kibris-makale,7468.html