9 Şubat 2018 Cuma

VAKTAKİ BİR ZAMAN PAPA 16. BENEDİKTUS’UN BİZİ DÜŞÜNDÜREN ZİYARETİ


             PAPA 16. BENEDİKTUS’UN BİZİ DÜŞÜNDÜREN ZİYARETİ

                                                                                                           SELİM GÜRBÜZER


          Slavlar hakkında hem siyasi teşkilat hem de devlet kurma yönünden yeteneksiz ırk dersek yeridir. Esclave (slav) köle demektir zaten. Düşünebiliyormusunuz Slavlar adına uygun davranıp tarihin belli dönemlerinde Türk ve Cermen idaresi altında yaşayarak ancak varlıklarını koruyabilmişlerdir. Yinede devletsiz himaye altında yaşamalarına rağmen ileriki dönemlerde coğrafyanın getirdiği bir takım avantajları kullanaraktan iyi bir konuma gelebilmişlerdir. Bilhassa Rus Prenslerinin Bizans’tan hem Ortodoks Hıristiyanlığını, hem kültür yazıtlarını kapmaları hem de bu arada Altınordu Hanlığının parçalanmasıyla birlikte kuvvet kazanacaklardır.  Hele bir kuvvet kazanmaya görsünler hemen doğu ve güneye doğru yelken açaraktan eski Türk ülkelerini istila edecek fırsatını yakalarlar bile. Derken bizim açımızdan Moskof çizmesi altında yaşamanın getirdiği sancılarla baş başa kalma bir durum ortaya çıkar.  Hatta bu arada Slavlaşan bir kısım Türkler, Balkanlarda Bulgar devleti kurar kurmasına da bu da bir başka yeni sıkıntılara kapı aralayacaktır. 
          Hele ki Çarlık Rusyası gücüne güç kattıkça Çarlarda o ölçüde sıcak denizlere inme ülküsü şuuru ile hareket edeceklerdir. İcabında ülküleriyle de yetinmezler kendilerini Moskof Patriğinin eliyle taçlandırırlarda. Böylece giydikleri tacın İsa’nın tacı olduğunu,  dolayısıyla İsa’nın temsilcisi olduklarını ilan etmekte beis görmeyeceklerdir. Tabii hal vaziyet böyle olunca,  Moskof Patriğinin’de canına minnet Hıristiyanlığa öncülük etmenin Çarların hakkı olduğu savını devamlı işleyecekdir.  
            Ne diyelim işte görüyorsunuz Patrik, cihan hâkimiyeti yolunda Çar'ları Hıristiyan âleme böyle takdim ederken bizde maalesef Lozan koridorlarında boza pişirip misakı milli sınırları içerisinde kalmayı zafer olarak addetmişiz. Yetmedi hilafetin ilgası kararını alaraktan İstanbul’un artık İslam âlemine yönelik birleştirici dini merkez özelliğini kendi elimizle boğmuş oluruz. Yetmedi Ortodoks patrikhanesinin statü kazanmasına ses çıkarmayıp gönüllerini hoş tutmuşuz da Bu durumda bağımsızlığına kavuşan tüm Ortodoks milletler Fener Rum Patrikhanesinden ayrılıp milli Patrikhanelerini kurar hale gelmişlerdir. Şimdi gel de tüm bu olup bitenler karşısında eseflenme.  Düşünsenize bir zamanlar Katolik baskılar karşısında soluğu Osmanlı şemsiyesi altında alıp dini ayinlerini özgürce yapar hale gelen Ortodokslar, bir bakıyorsun Osmanlı hasta yatağına düştüğünde ahde vefasızlık bir tutum içerisine girebiliyorlar Kaldı ki onlar Alman Protestanlarını bağrımıza basıp kucaklayışımızı da unutmuş gözüküyorlar.  
            Aslında Hıristiyan Papalık başlangıçta maddeperest Roma’ya karşı dini hassasiyetle kurulmuş müesseseydi. Ne zamann ki kilise otoritesine güvenerekten dünyevi olan her şeye müdahale eder hale gelir işte o zaman toplumun tüm kesimlerin tepkisini çekeceklerdir. Zira kilisenin bu tutumu Avrupa’nın sefalet bataklığı içerisine düşmesine yol açan bir durumdu. Öyle ki Avrupa o yıllarda kilisenin bu tutumu yüzünden karanlık ortaçağını yaşayacaktır. Bilim hak getire,  bilimden söz eden derhal giyotine kurban giderdi.  Tabii Giyotine kurban verilenler çoğaldıkça o ölçüde de yeni arayışlarda beraberinde gelecektir. Neyse ki batı daha öncesinde bize karşı düzenlediği Haçlı seferlerle cephede İslam medeniyetiyle yüzleşme imkânı bulmuşlardı. Böylece bizden aldığı aşılar ortaçağ karanlığından çıkmalarına yetecektir. Derken kilise ile olan çatışmadan akıl galip çıkıp Rönesans doğacaktır. Ancak Avrupa bu kez pozitif aklın esiri olacaktır.  Yani ruh köklerinden yoksunluk batı insanını ruhi bunalıma sürükleyecektir.  İşte bu noktada ruhi bunalıma düşmüş batı toplumu şimdilerde kurtuluşu yeniden Papalık müessesinde görecektir.  Öyle ki Papalığa sadece dini lider sıfatı gözüyle değil aynı zamanda devlet başkanı bir merci gözüyle bakılır artık. Nitekim bu durumu İstanbul Fener Rum Patriğinin Papayı davet ettiği yıllarda tüm çıplaklığıyla gördük bile. Zaten o günleri yaşayanlar çok iyi bildiği gibi görünürde nazik davetmiş gibi gözüken hadise Türk kamuoyu nezdinde kuşku uyandıran hadise olarak karşılık bulacaktır. Bu durumda elbette ki Türk Dışişlerimiz kamuoyunun bu endişelerini dikkate alamazlıktan gelemezdi. Öyle ya bizim devlet anlayışımız gereği devlet başkanı sıfatı taşıyan bir kişi ancak devlet düzeyinde çağrılmasını gerektirirdi. Dolayısıyla böyle bir durumda sessiz kalmak Fener patriğinin ekümenik iddialarını onaylamak anlamına gelirdi ki,  Allah’tan Hariciyemiz kamuoyunun hassasiyetine ters bir tutum içerisine girmedi. Hiç kuşkusuz böyle durumlarda kılı kırk yarıp kırk düşünmek zorundaydık.  Olayı bütünüyle baktığımızda ise bu meselede kim bilir belki de Patrikhane konumuna güç katmak amacıyla Papayı davet etmiş olabileceği gibi bir taşta iki kuş vurmanın hesabıyla Ortodoks ve Katolik âleminin birlikteliğine yönelik bir amaçta gütmüş olabilir. İşte bu yüzden her ihtimali düşünerek hareket etmeye mecburuz da. Hele ki günümüzde kim dost kim düşman belli değil artık. Tarihten bugüne baktığımızda sureti haktan görünüp de bizi arkadan hançerleyenlerin haddi hesabı yoktur dersek haddimizi aşmış sayılmayız. Şimdi gel de tüm bu yaşananlardan sonra Papanın gelişinden kuşkulanma. Kaldı ki bizi asıl düşündüren bir başka husus ise Papa 16. Benediktus’un Türkiye ziyaretinin evvelinde Batı ve İslam dünyası arasında mevcut husumetin zirveye ulaştığı noktada gerçekleşmiş olmasıydı. Zaten Time dergisinin bu meseleyi kapak konusu yapması endişe etmekte haklılığımızı ortaya koyuyordu da.  Nitekim Papanın daha önce İslam Dinine yönelik sarf ettiği sözlerin hesaba kattığımızda,  o malum derginin Papa 16. Benedictus’un ilk kez Müslüman ülkeye gittiği algısını ballandıra ballandıra habire zihinlere işlemesi ve dünya gündemine taşıması bize pek de hayra alamet bir ziyaret gözükmemesi normal bir durumdur.  Kaldı ki Avrupa’da bile Papa’nın daha öncesinden İslam karşıtı dile getirdiği sözler tasvip görmezken biz nasıl olurda ansızın böyle bir ziyaret kararı karşısında endişe duymayalım ki.  Derken bu endişeler eşliğinde yediden yetmişe hemen herkes artık bu ziyaretin İslam âleminde nasıl karşılanacağı merak konusu olur da. Malum bu endişelerin bir öncesi var birde sonrası var. Öncesinde Salman Rüşdü’nin Şeytan ayetleri kitabı skandalı var, sonrasında ise Danimarka krizi patlak vermişti ki doğrudan Peygamberimizi hedef alan bir çirkin hadiseydi.   İşte Danimarka krizinin gerginliği daha henüz soğumamışken birde bunun üstüne kendisinin papalığa gelmesi endişelerimizi daha da artıracaktır.  Hele ki Peygamberimize yönelik hakaret içeren cümleleri de düşündüğümüzde öyle yenilir yutulur cinsten unutulacak sıradan hadiseler değildi elbet. Hiç kuşkusuz böyle portre çizmiş bir insanın Papalık rütbesiyle topraklarımıza adım atıyor olacak olması Müslümanlarca hoş karşılanmasını beklemek hayal olurdu.  
           Artık olan olmuştu bikere, bu noktadan sonra iç ve dış kamuoyu Papanın Türkiye’ye ziyaretine çevirmişti ki;  o yıllarda bir de baktık ki tüm beklentilerin aksine sanki eski papa gitmiş, yerini başka bir papa almıştı. Yani bu kez bambaşka bir portreyle karşılaştık.  Değim yerindeyse her bakımdan kemale ermiş, sempatik tavırlara bürünmüş yeni bir Vatikan lideri vardı karşımızda.  Tabii,  bu gördüklerimiz bir oyun mu yoksa geçmişte sarf ettiği sözlerinden pişmanlık duyup özür dileme görüntüsü mü veriyor pek bilinmez ama iç ve dış kamuoyunu şaşırtan vaka olduğu muhakkak.   
        Öyle ya,  bayram değil seyran değil,  Vatikan ne oldu da 180 derecelik ani bir dönüşle, ülkemize yaptığı ziyaretle Müslümanlarla Hıristiyanların sıcak temas içerisine girercesine göz kırpabiliyor, doğrusu şaşmamak elde değildi. Hiç kuşkusuz Sultanahmet camisinde Papanın saygı duruşu bir tutum sergilemesi de bizi şaşırtacak cinsten bir hadisedir. Görünen manzaranın arka planını bilmesek de sonuçta daha öncesinden kamuoyunda birikmiş olumsuz havanın dağılmasına yeten örnek bir tutum diyebiliriz. Ama yine de ihtiyatı elden bırakmamak gerekti.  Zira o yıllarda zihinler hala pek berrak sayılmazdı.  Nasıl berrak olsun ki, bikere Papanın yanında en yakın danışmanlarından biri vardı ki,  o isim Ortadoğu ilişkileriyle alakadar Henry Kissinger'den başkası değildi elbet. Ki,  bu adam bir zamanlar Nazi soykırımından kaçmış Musevi bir ailenin çocuğudur. Tabii Papanın bir diğer başka danışmanı daha vardı ki, o da medeniyetler çatışması teziyle isim yapmış şu meşhur Bernard Levis'ti elbet.  İşte tüm bu örnekler hala ortada orta da dururken Papa hakkında nasıl ihtiyatlı olabilirdik ki.  Malum, nice Papalar, nice Hıristiyan misyonerler bizim olan diyarlardan gelip geçmişler ve bu geçişlerin çoğu da beli bir planın yürürlüğe konuluşu geçişlerdi. Bize ait olan topraklarda önce ellerinde İncil sonra tüfeklerle geldikleri bir sır değil artık. Ardından bıraktıkları içi boş kilise taş bir kule ve bronzla yaptıkları karalama kampanyalarda işin cabasıydı elbet. Öyle anlaşılıyor ki yaptıkları tahribatların izleri öyle kolay kolay silinecek gibi gözükmüyor.  Hele bir de buna içimizde yıllar boyu batının Truva atı olarak sızmış FETÖ ihanet çetesinin Papa ile kol kola girip dinler arası diyalog çağrısıyla altımızı oyan planın 15 Temmuz darbe girişimiyle ayyuka çıkması o çağrıların ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz.
            Evet,  her ne kadar Papa o yıllarda Ortodoks ve Katolik dünyası arasında konsensüs sağlanmasına hizmet olsun diye topraklarımıza ayak basmış olsa da,  halk değimiyle ağzıyla kuş tutsa bile sırf geçmişte İslam âlemine yönelik sarf ettiği o çirkin sözlerden dolayı yaptığı bu ziyaret Müslümanlara pek inandırıcı gelmeyecektir. Bize sadece tarihler 2013’ü gösterdiğinde Papa’nın görevinden istifa etmesi inandırıcı gelecektir. Çünkü kendi içinde patlak veren bir hadisedir bu.  Umarız bundan sonraki adımlarda bu kez oyun kuran biz oluruz. Nitekim bugünlerde Fırat Kalkan ve Zeytin Dalı harekâtımızla ezanlarımız, salalarımız Suriye’de, Şam’da,  Bağdat’ta,   yankılanıp batı dünyasını tedirgin etmiş durumda.  Varsın birazda onlar bizden endeşelene dursunlar. Kaygı duysunlar ki,  bizimle oyun oynanamayacağını bilsinler. 
          Velhasıl;  onların bir hesabı varsa,  Yüce Allah’ında Müslümanların lehine değişmez hesabı vardır. 

         
Vesselam. 
http://www.bayburtpostasi.com.tr/vaktaki-bir-zaman-papa-16-benediktus-un-bizi-dusunduren-ziyareti-makale,7531.html 

3 Şubat 2018 Cumartesi

ÎLÂY-I KELÎMETULLAH DAVASI



           ÎLÂY-I KELÎMETULLAH DAVASI
                                                                   
                                                                                                          SELİM GÜRBÜZER

           
             Îlây-ı Kelîmetullah’ın anlamı  ‘Allah adını yüceltmek’ demektir. Hele bir insan iç ve dış dünyasını Lafza-i Celâl (Allah lafzını)  zikriyle cilalamaya dursun bir anda eşrefi mahlûkat olarak yücelir de. Hele birde Îlây-ı Kelîmetullah’ın mana ve ruhundan uzak kala dursun, Allah korusun esfeli safilin mertebesine düşmesi an meselesidir.   Öyle ya, kalp Allah’ı zikretmezse iç ve dış âlem Allah’ın nurundan yoksun kalacaktır. Hele ki yaşadığımız şu fani dünyada maneviyattan uzaklaşıp maddeleştikçe Allah’ın zikrinden gafil kalınabiliyor. Ama her şeye rağmen yinede ümitsizliğe kapılmamak lazım gelir,  olur ya Allah adını hayatta birkez olsun canı gönülden andığımızda işte o anımız kurtuluşumuz olurda.  Şayet hayatta bir kez değil de bir ömür boyu Îlây-ı Kelîmetullah’ın mana ve ruhuna sadık kaldığımızda, biliniz ki Allah’ın huzuruna sıratı müstakim üzere varacağız demektir. Böylece  “Velinin kerameti müminin istikametidir” sözü ruz-i mahşerde tecelli etmiş olur.  Hem nasıl tecelli etmesin ki,  melun şeytan kesin kes gayret edip istikamet üzere yaşayan müminin ferasetinden kaçmakta, gaflet içerisinde olandansa kaçmamakta. O halde neydik edip Allah yolunda gayret edip şeytanı ferasetimizle kaçırmak gerekir.
             Madem beşer planında Îlây-ı Kelîmetullah’ın mana ve ruhuna uygun gayret edildiğinde melun şeytanı iç ve dış dünyamızdan söküp atılabiliyor,  o halde devlet bazında da iç ve dış mihraklı şeytani ihanet odaklarını aynı azim ve kararlılıkla gayret ederekten söküp atabiliriz pekâlâ. Yeter ki davamız ulviyet kazansın gerisi gelir elbet. Malum İslam öncesi ve İslam sonrası mefkûrelerimiz söz konusuydu. Birincisinde, yani İslâm öncesi Türklükte ‘Cihan hâkimiyeti mefkûresi’ uğruna savaşmak varken,  ikincisinde yani İslam sonrası Türklükte ‘Îlây-ı Kelîmetullah için Nizam-ı âlem mefkûresi’ uğruna savaşmak vardı. Anlaşılan o ki; İslam öncesi cihan hâkimiyeti mefkûremizle aslında bir kuru cihangir dava gütmüş oluyorduk. Oysa asıl arzu edilen davaya İslam sonrası Îlây-ı Kelîmetullah için Nizam-ı âlem mefkûremizle kavuşmuş olduk.  Çünkü iç ve dış şeytani odakların planlarını böylesi cihat karakteri kazanan mefkûremizle ancak alt edebildik. Zaten Allah adını tüm cihanda yaymak davası gütmeseydik ne mümkün ki cihana bir güneş gibi doğup İslam’ın adalet kılıcı bir payeyle şereflenebilelim.
              Hiç kuşkusuz böylesi bir şeref tablosunda yer almamızda Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin Türk’ün ruhuna üflediği nefes çok mühimdir. Öyle ki bu nefes Orta Asya’dan bizi alıp Anadolu’ya,  Anadolu’dan bizi alıp Balkanlara, Balkanlar’dan da bizi alıp Îlây-ı Kelîmetullah uğruna Nizam-ı âlem’e doğru kanatlandırmıştır. Böylece gazadan gazaya, seferden sefere, cepheden cepheye koştukça yeryüzünde ‘Allah adını yüceltmek’ kadar ulvi bir dava olmadığının idrakine varmış olduk. Besbelliydi ki bu koşu sıradan bir koşu değildi, bilakis Allah Resulünün beyan buyurduğu “Yeryüzünde Allah diyen bulundukça kıyamet kopmayacaktır”  hadis-i şerifin sırrınca gayret sarf edilen bir koşuydu bu. Ve bu koşuda durmak yok çileyi göğüslemek vardı. Malum, çile çekmeden asla zafer gerçekleşmiyor. Ceddimiz dün nasıl ki büyük çilelere göğsünü gerip Haçlı ittifakı karşısında tek yürek olup büyük zaferler elde etmişse bugünde aynı duygular eşliğinde Mehmetçiğimiz cümle şer ittifaklara karşı Fırat Kalkan ve Zeytin Dalı harekâtıyla göğsünü siper edip yeni bir tarihi destan yazmakta.  Tarih yazmaya mecburuz da. Zira düşman dün olduğu gibi bugünde hiç boş durmuyor. İnsan haklarıymış, özgürlükmüş, adaletmiş bunların hepsi birer işin kılıfı. Şüphesiz şimdiye kadar yakıp yıkıp döktüklerini ört bas için kullandıkları palavra sözlerdir. Baksanıza adamlar yakıp yıkmakta ve zulmetmekte sınır tanımıyorlar hala. Her defasında başka isimler ve kılıflar altında üzerimize gelmekler. Nasıl mı? İşte Çeçenistan, işte Bosna, işte Filistin, işte Mısır, İşte Irak, işte Suriye’de yaptıkları zulüm çeşitlerinden sadece birkaçı,  daha nice sayısını bilmediğimiz yüz karası zulüm örneklerinin gırlasını yaşattılar bize hep. Düşünsenize yeryüzünde tüm milletler güya kendi kaderlerini kendileri belirlesin maksadıyla Birleşmiş Milletler diye bir örgüt kuruluyor,  ama gel gör ki ortada sadece adı var şanı yok bir örgüttür. Yani birkaç beyandan öte herhangi bir hamle yaptıkları yok.  Hadi her defasında balkondan seyretmelerine alıştık diyelim,  peki ya dünyada nerede it-kopuk-ihanet ve terör örgüt sürüsü odaklar varsa hemen hepsi koro halde soluğu Avrupa’da alıp yuvalandıklarında sessiz kalınmasına ne demeli. Besbelli ki ortada bir plan var ve o şer plan gereği Avrupa topraklarında damızlık olarak besiye alınmaları söz konusudur.
              Her neyse Avrupa kendine yakışanı yapa dursun biz bu arada tarihten bugüne ne yapmışız ona bir bakalım. Bilindiği üzere Söğüt’te alev alan Îlây-ı Kelîmetullah davamız Türk’ün Alp’ini alperen hüviyetine kavuşturmakla kalmamış Viyana kapılarına kadar dayandırmışta. Îlây-ı Kelîmetullah davası o kadar kutsi bir davadır ki, Osmanlı’da her kim olursa olsun Kelime-i şehâdet getiren derhal tüm hukuki ve siyasi haklarına kavuşur da.  Daha da yetmedi devletin en üst kademelerinde yükselme imkânı da sağlanıyordu. Nitekim etnik kökeni farklı pek çok vezir-i azamın devlet kademelerinde yer alması bunun göstergesi zaten.  Düşünsenize Hıristiyanlar kendi dindaş ve ırkdaşlarından bile adalet ve hürriyeti esirgemişken biz tam aksine hiçbir ırk ayrımı yapmaksızın mevki ve makam verebiliyoruz. Hele tarihler 1848’i gösterdiğinde Ruslar Macar ihtilalinden istifade Hıristiyan Macarları kılıçtan geçirirken o yıllarda binlerce mülteciyi bağrına basan tek devlet yine Osmanlı olmuştur.  İşte İslam’ın merhamet ve adalet kılıcı budur.  Düşünsenize tam sekiz asır önce Müslümanlar İspanya’ya kadar uzanan halkada adaletle hükmederken düşüşe geçtiğimizde ahde vefa hak getire,  gelinen noktada İspanya’da tek bir Müslüman’a hayatta bırakmayacak şekilde İslam medeniyetini linç etmişlerdir. İşte aramazdaki fark budur.  
         Peki ya biz geldiğimiz noktada ne yaptık? Malum, yükselişimizin en tepe noktasında rehavete kapılıp heyecanımızı yitirince en son geldiğimiz nokta Sakarya’dır. İşte bu nedenle Necip Fazıl “Sakarya ayağa kalk”  demekten kendini alamayacaktır. Aslında üstadın dillendirdiği bu şiir olmanın bir şiir olmanın ötesinde ahvalimizi özetleyen diriliş feryadımızdır. Hani dünden bugüne nasıl ki oluklar çift akıp birinden nur diğerinden kir aktıysa bugünde, yarında yatağında öyle akacaktır elbet. Madem öyle, bir an evvel aslımıza ve özümüze dönüp  “Ayağa kalk Sakarya”  diyerekten haykırma zamanıdır. Sakarya ruhu ayağa kalkmalı ki; anaların gözyaşları sel olmasın, yine Sakarya ruhu ayağa kalmalı ki yürekleri dağlanan babaların, bacıların ve kardeşlerin feryatları gök kubbeyi çınlatmasın. Bundan daha da ötesi Sakarya ruhu ayağa kalkmalı ki; mazlumların ve yetimlerin ahı figanı yüce makamları incitmesin.
             Şu da bir gerçek; zulüm ne kadar azarsa azsın asla payidar olamaz,  er geç mazlumun ahını dindirecek bir ‘Hızır’ ortaya çıkabiliyor. Yine adımız gibi biz biliyoruz ki; zalimin zulmü varsa mazlumunda Allah’ı var. Ancak bu demek değildir ki sebeplere yapışmayalım, Yüce Allah (c.c)  illa ki bulutu yağmura vesile kıldığı gibi mazlum içinde pek çok merhamet abidesi vesileler halk edip un ahını dindirmekte. Bakınız Yüce Allah ‘Mazluma umut zalime korku salmak için’ Osmanlıyı üç kıtada cihangir devlet kıldı.  Niye derseniz,  sebebi gayet net açık ortada;  Osmanlı Rıza-i Bari üzere hareket ettiği içindir yeryüzüne hakim kıldı.. Hiç kuşku yoktur ki temel gaye Rıza-i Bari olunca gayrimüslim azınlıklar bile kendi krallarından görmediği insani muameleyi Osmanlının şemsiyesi altında görmüşlerdir. Zaten Osmanlı’nın mayası sevgiyle yoğrulmuş, nasıl zulmedebilirdi ki. İşte Söğüt’te Osman Gazi ve Şeyh Edebali’nin birlikte toprağa ektiği ulu çınar tohumu ilahi adaletin tecellisi için yeşerip hep var oldu.  Öyle ki bu ulu çınarın gölgesi altında Orhan Gazi, Yıldırım Bayezid, Murat Hüdavendigar,  Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman gibi nice padişahlarımız gölgelenip üç kıtaya Allah’ın adaletini hâkim kılmak için uzandılar. İyi ki de tutundukları bu ulu çınarın dallarından serpilen bin bir türlü lezzette ki meyvelerle insanlığa soluk oldular.  Malum insanlığa soluk aldıran bu leziz meyveler olgunlaştıkça “Ordu-Medrese-Tekke” üçlü teşkilatlanmamız bize medeniyet kazandırdı.  Fakat sonrasında bu soylu ağaca her ne haller oluyorsa bir baktık yapraklar yavaş yavaş solmaya yüz tutup artık uluçınar dallarından meyve vermez oldu. Öyle ki ne artık medreselerimizden, ne dergâhlarımızdan,  ne de ordumuzdan söz eder olduk. Osmanlı alafrangalaşmaya başlamıştı çünkü. Zaten alafrangalaştıkça da Sakarya’da kala kaldık. Neyse ki eski ihtişamımızdan çok şeyler kaybetmemize rağmen şimdilerde, yeniden Sakarya’dan başlayacak bir diriliş ruhu hamlesi içerisine girmiş bulunuyoruz.  İşte Aliya İzzet Begoviç’in; “Türkiye bir ayağa kalkarsa, dünya ayağa kalkar” sözlerindeki o müthiş tespit, batı âlemini içten içe kuşkulandırmaya yetiyor.  Oysa korkunun ecele faydası yok,   vahşi batı şunu iyi bilsin ki; Allah ismi yeryüzünde anıldıkça kıyamet kopmayacaktır. Zira Esma-i İlahiye tüm varlıkları kuşattığı gibi tüm insanlık İsmi Azam’ın tecellisi yüzü suyu hürmetine hayatını idame edebiliyor. Madem öyle, ‘Allah’ adını sıkça kalbimizde anıp Esmâ’ül Hüsna’nın mânâ ve ruhuna mazhar olmak gerekir. Buna mecburuz da.  Çünkü Resûlullah (s.a.v.)  “Bedende bir et parçası vardır, düzelirse bedenin hepsi düzelir, bozulursa beden hepten bozulur. Dikkat edin o da kalptir”  diye beyan buyurmuştur.  Hakeza Şah-ı Hazne (k.s.)’de buyurulan hadis-i şerifin ışığında; “Kalp’te yetmiş küsur şube vardır. Nefsinde yetmiş küsur başı vardır. Kalp kuvvet bulursa hararetinden nefs başlarını geriye çeker. Kalpte zikir yoksa nefsin başları hücum eder” demek suretiyle kalbin ancak ‘İlây-i Kelimetullah’ zikriyle dirileceğini belirtmiştir.  Hakeza Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdûlhakim el Hüseyni (k.s.)’de bu manada hadis-i şerifte geçen et parçasının mecâzi olduğunu vurgulayaraktan,  kalbin ruhani yüreğe bağlı bir hakikati camia olduğunu ve et parçasının aynası olduğunu beyan etmişlerdir.  Öyle anlaşılıyor ki;  ruhun ayinesi kalp, kalbin ayinesi yürek, kalbin vasıtası ise akl-ı selimdir.  Hiç kuşku yoktur ki asıl marifet kalbi çalıştırıp çalıştıramamakta gizli. Şayet kalbi “Lafza-i Celâl” zikriyle donatırsak işte asıl o zaman ‘İlây-i Kelimetullah davası’  iç ve dış dünyamızda etkisini gösterip âlem nizam bulacaktır. Aksi halde gaflet deryası içerisinde karanlığa mahkûm kalıp ışığa hasret kalırız. O halde Evliyaullah’ın öğütlerine kulak vermekte fayda var, bakın ne diyorlar:  kalbin iki yüzü olduğunu ve birinci yüzünün cesede baktığını, ikinci yüzünün de ruha baktığını beyan buyurmuşlardır. Keza yine bedenin arşı “kalp”  ruhun arşı da “Âlem-i emr”’ olduğunu belirtmişlerdir.
                Evet, Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de; “Gerçek müminler Allah anıldığı zaman kalpleri titrer” (Enfal- 2) beyan buyurmakta. İşte bu gerçekler ışığında Peygamberimiz (s.a.v.) “Allah’ım korkmayan kalpten sana sığınırım” niyazında bulunup kalbin önemini ortaya koymuştur. Demek oluyor ki; kalpler ancak Îlây-ı Kelîmetullah ışığıyla, yani Allah adını yüceltmekle aydınlanabiliyor. Îlây-ı Kelîmetullah öyle ulvi bir davadır ki hiçbir dünya metası bu davaya sıdk ile teslim olanları satın alamaz. Nitekim  “Onlar ticaretle meşgul olsa dahi Allah’ın zikrinden alıkoyamaz” ilahi kelam bunun teyididir.  Öyle ki sıdk ile Allahın ipine sarılmış o gönül erleri Allah Teâlâ’nın beyan buyurduğu; “Onların ticaretleri, alışverişleri, Allah’ı hatırlamalarına mani olmaz” (Sûre-i Nur 37) ayetinde ki o ince mana doğrultusunda hareket edecektir. Misal mi? İşte bir gün Şah-ı Nakşibend (k.s.) Mina pazarındayken bir genç dikkatini çeker o an.  O genç nasıl dikkat çekmesin ki, o esnada elli bin altın civarında alış veriş yapıyordu ki,  Şah-ı Nakşibendî (k.s.) o gencin kalbine nazar ettiğinde kalbi “Allah, Allah...” diye atıyordu, yani bir an olsun Allah’ın zikrinden gafil kalmıyordu. Tabii bu durumda Şah-ı Nakşibendî (k.s.)  “Maşallah el kârda gönül yâr’da”  demekten kendini alamaz da.  Şah-ı Nakşibend (k.s.) yine bir başka günde Kâbe’nin eşiğinde aksakallı ağlamakta olan bir yaşlı ihtiyar dikkatini çeker. Öyle ya, Kâbe’nin eşiğinde ne için ağlanır? Elbette ki Allah için ağlanır. Ama ne var ki Şah-ı Nakşibend (k.s.) ağlamakta olan ihtiyarın kalbine nazar ettiğinde, birde ne görsün Allah’tan gayri (dünyalık) şeyler istiyor. İşte bu misalden de anlaşıldığı üzere her şey göründüğü gibi olmayabiliyor.  Murad edilen o dur ki,  zahirimizin  (dışımızın) halkla, batınımızın (içimizin) Hakk’la olmasıdır.  Ki, arifler her müminde olması arzu edilen bu hale “Halvet der encümen” demişlerdir.  Dahası bu kutlu yolda hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmak esastır.
             Malumunuz kalple tasdik dil ile ikrar eylemek ilmi tevhid’dir. İlmi tevhid üzere yaşamak ise ameli tevhid olarak anlam kazanır.  Zaten bir insanda tevhid bilinci oluşmaya görsün Îlây-ı Kelîmetullah davası son nefesimizde ‘Kelime-i Şehadet’ ikrarıyla taçlandırılır da.  Böylece Kelime-i Şahadet getirerek çenesini kapayan mümine cennetin kapıları üç dişli anahtarla açılır. Hiç kuşkusuz cennet kapılarını açan bu üç dişli anahtar (Üç Tuğlar); ihlâs, teslimiyet ve muhabbet tuğlarından başkası değildir. Ne diyelim işte görüyorsunuz Tevhid sancağı böyle bir meşale, hem bizi bu dünyada üç kıtaya kanatlandırıyor hem de öteki dünyada cennete uçuruyor. Nasıl ötelere uçurmasın ki,  her şeyden önce İhlâs, Allah’a kullukta samimiyetin ifadesidir. Teslimiyet, tevhid sancağına şeksiz şüphesiz râm olmak demektir. Muhabbet’te tevhid meşalesine can-ı gönülden bağlanmak demek. Bakın Resulü Ekrem (s.a.v.) bu hususta ne buyuruyor: “Benim ve benden önceki enbiyanın söyledikleri en hayırlı kelime; Lâilahe İllallah’tır. Bilesiniz ki; yedi kat gök ve yedi kat yerin terazinin bir kefesine, Kelime-i Tevhid’de bir kefesine konsa bu kelime ağır gelir.” Gerçektende kelime-i tevhidin önemi şuradan belli ki Evliyaullah’ın bir kısmı saliklerine bu zikri başta değil de, belirli aşamalardan geçirdikten sonra vermekteler. Yani başta Lafza-i celal ve letaif zikri verilip akabinde vücut zikirle tam kıvama geldikten sonra ancak  “Nefy-i İsbat” zikri talimatı veriliyor. Bir başka ifadeyle kalp Lafza-i Celal zikirle alevlenerekten tüm vücuda letaif zikriyle yayılmanın akabinde âlem-i emirle bağlantılı letaifler asıllarına döndükten sonra Kelime-i Tevhid ( Nefy-i isbat) dersi verilebiliyor. Yani kıvama gelen salike zikrin en yücesi Kelime-i Tevhid zikri uygulanır.
               Evet,  Hak yolunda bir salik, önce Lafza-i Celâl (Allah Lafzı)  zikrini kalpte talim eyler, akabinde vücudun altı noktasında letaiflere (kalp, ruh,  sır, hafi,  ahfa, nefs-i natıka) geçiş yaparak zikr eyler.  Böylece zikir letaiflerde etkisini gösterdikten sonra tüm vücuda dağılır. Derken o vücut adeta kimya ve altın olup artık zikirleşir de. İşte tüm bu aşamalardan sonra en nihayet zikirlerin en efdalı tevhid zikri, yani nefy-i isbat dersi verilir. Böylece salikin seyr-i süluk idmanı tamamlanmış olur.  Besbelli ki seyr-i süluk idmanı bir ömür boyu Îlây-ı Kelîmetullah’ın mana ve ruhuna sadık kalmakla tamamlanabiliyor. Yeter ki bu süreçte niyet hayır, akıbet hayrolur elbet. Madem öyle, samimiyetle Lafza-i Celal zikrine devam etmeli ki kalp kirlenmişlikten arınabilsin.  Nitekim Resulü Ekrem (s.a.v): “Kul günah işlediği zaman, bu onun kalbinde siyah bir nokta olur” beyan buyurmakla kirlenmeye karşı en etken ilacın kalbi zikirle paklandırmak olduğunu vurgulamakta.  İşte Îlây-ı Kelîmetullah (Allah adını yüceltmek)  tamda kalbi pak kılmak için vardır. Ancak bunu yaparken sözde değil özde yapmalı ki kalp huzura erebilsin.  Kalp huzura erdiğinde biliniz ki Lafza-i Celal zikri âlem-i emirle bağlantılı letaiflere sirayet edip Nefy-i isbat  (kelime-i tevhid) zikri bir hayal değil hakikatın kendisi olacaktır. Böylece zikirden murad edilen maksat hâsıl olup Kur ‘an-ı Kerim’de belirtilen Îlây-ı Kelîmetullah’ın mana ve ruhuna uygun: “(Öyle) adamlar (vardırlar ki) onları ne bir ticaret ne bir alışveriş, Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoyamaz” (Nur 24 -27)  ayet-i celilenin müjdesine erişilir.  İşte Allah Resulü (s.a.v.)’de bu ayeti celile’den hareketle bu yüce makama erişmiş insanı şöyle müjdeler; “Kıyamet gününde kulların en büyük derecesi Allah’ı çokça ananlardır.”  Ne diyelim ne mutlu o insana ki,  ömrü boyunca sürdürdüğü seyr-i süluk idmanı sayesinde Îlây-ı Kelîmetullah’ın mana ve ruhuna sadık kalarak huzura ermekte.  Sadece Nefy-i isbat zikriyle huzura eren insan mı,  hiç kuşkusuz minarelerde okunan Ezan-ı Muhammedi’yelerle tüm kâinat her saniye tevhid zikrinden nasibini almakta. Bakın Şair ne de güzel dile getiriyor :  “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli” diye.  Gerçekten de dünyanın her yerinde okunan Ezân-ı Muhammedî’yeler sayesinde ‘Îlây-ı Kelîmetullah’ meşalesi ebediyen sönmez de. Nitekim Yüce Allah (c.c.) Habib’i için İnşirah Suresinin dördüncü ayetinde; “Senin ismini (şarkta, garbda yer kürenin her yerinde) yükseltirim”  beyan buyurmakla bu gerçeği işaret etmiştir.  Nasıl mı? İşte bilimsel çalışmalar ortada,  garba (batıya) doğru bir tül derecesi (111,1 km) gidilince namaz vakitleri dört dakika gecikmekte. Bu demektir ki her 28 kilometre gidişte aynı vaktin ezanı birer dakika aralıklarla tekrar okunmakta. Böylece yeryüzünün tamamı bir saniye olsun Ezân-ı Muhammedîyeden yoksun kalmaz.
           Şurası muhakkak; Îlây-ı Kelîmetullah mana ve ruhundan uzak kalmak perişanlık ve zeval doğurmakta. Böylesi bir ulvi davayı mutlaka kalbimize işlemeliyiz. Zira Resûlullah (s.a.v.) şöyle beyan buyurmakta: “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza değil kalplerinize ve amellerinize bakar.”  Hakeza yine Allah Resulü (s.a.v.), bir hadis-i şeriflerinde ise; “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır, kâfirin niyeti ise amellerinden şerlidir”  beyan buyurarak niyetimizi halis kılmamıza dikkat çekmiştir.
       Velhasıl;  kalbimizi  ‘Îlây-ı Kelîmetullah’ nuruyla aydınlatmadıkça felah bulamayız.   
        Vesselam.