28 Mart 2023 Salı

KEMİK MUCİZESİ

    

          

                                  KEMİK MUCİZESİ

       SELİM GÜRBÜZER

        Bilindiği üzere kemik oluşumu kemik hücresi ve bu hücrelerin arasını dolduran esas maddenin birleşiminden meydana gelmekte. Ancak şu da var ki kemiği oluşturan tüm hücrelerin ömrü 25 ila 30 yıl bir süreyle sınırlıdır.  Yine de vücudumuzda var olan hücrelere nispeten en uzun ömürlüsü kemik hücreleridir dersek yeridir.

       Malumunuz kemikler histolojik yönden;

      -Kemik hücreleri,

      -Esas madde (ara madde)  olarak kategorize edilirken ayrıca kendi içerisinde osteoblast,      osteocyte ve osteoclast olarak da kategorize edilir. Kemiğin ara maddesi olarak bilinen Substantia ossea fundamentals (esas madde) ise ossea veya osein isim olarak karşılık bulup esas madde esasen yapı bakımdan kollajen lifler ve interfibriller olarak kategorize edilir. Bunlardan mesela fibriller yapı gösteren maddeler kollagen lifler olarak addedilirken, fibrillerin arasını dolduran ara maddeler de interfibriller (ara madde)  olarak addedilir. Ve bu söz konusu ara maddeler protein, mukopolisakkarit kompleksi, lipit, enzim ve glikojen gibi bileşenlerin oluşturduğu yapı ve tesviye edilmiş bir yapı üzerine oturmuş madeni tuzların meydana getirdiği sert ve dayanıklı maddelerden teşekkül eder.

        Besbelli ki kemikler yaratılış gayesine uygun değişik boy ve şekillerde, aynı zamanda her birine etten kas giydirilmiş olarak halk edilmişlerdir. Yani bu demektir ki kemiklerin yapısına baktığımızda üzerleri adeta etten giydirilmiş elbise olmanın ötesinde yine her birinin birbirinden ayrı ayrı değişik şekillerde dairevi, yassı, silindirik (içi boş boru) olarak donatıldıklarını görürüz. Baksanıza Yüce Allah (c.c) kemikleri birbirleriyle ilişkilendirmek içinde mafsallarla donatıp böylece bu sayede vücudumuzdaki baş, el, kol, ayak ve parmak kemiklerine ait eklemlerimiz bir anda hareket manevrası kazanabiliyor. Hele bilhassa bunlar arasında kol ve bacak kemiklerinin gövdeye bağlı kalaraktan tam hareketli eklemlerle birlikte manevrası kazanması bunu teyit eden bir durumdur. Şöyle ki; kol kemiğinin ucu kürek kemiğinin bitiminde bir oyuğa eklemlendiğinden dolayıdır iki kemikten birinin girintisi diğerinin çıkıntısına eklemlenip böylece eklemlenmiş monteli bu yapı sayesinde kollarımızı kendi isteğimiz doğrultusunda rahatlıkla sağa-sola, aşağı-yukarı hareket ettirebiliyoruz. Hele bilhassa dirsek, bilek ve parmak eklemlerin her biri üzerine düşen görevi yerine getirdiğinde omuzumuzu bile yerinden oynatabiliyoruz. Hakeza uyluk kemiğin yuvarlak olan baş kısmı kalça kemiğinin uç bölümüne denk gelen derin bir oyuğun içerisine eklemlenmesiyle birlikte yürümemiz sağlanmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla bir yandan kollarımız kürek kemiğine kaynaklandığı yerden dirsek, bilek ve parmak eklemlerine bağlanırken,  diğer yandansa ayaklarımız lif yapısında güçlü kirişlerle desteklenip kalça, diz, topuk ve ayak parmaklarımızla birlikte bağlantı köprü oluşturulmakta. Böylece bu köprü bağlantılar eşliğinde hareket kabiliyeti kazanırız.  Bu arada eklemlerimizin bakımı da ihmal edilmemiş olduğu şundan besbelli ki; eklemler son derece planlı bir şekilde sürtünme ve aşınmayı önlemek için çağımızın en gelişmiş yağ makinelerine taş çıkartırcasına otomatik olarak yağlanmış donanımdadır.  Öyle ki eklemlerimizin yağlanma ihtiyacı önceden belirlenmiş olup bizim elimizin erişemediği noktalarda kendi kendine otomatik olarak yürütülmekte. Aynı zamanda bu durum bize şah damarımızdan daha yakın olan ilahi gücün varlığını hatırlatır. Nitekim Yüce Allah (c.c) yaratılışımızdaki kemik mucizesini “Alaka’yı da “mudğa” yaptık ve bu “mudğa”yı, üzerini et ile kaplayacağımız kemiklere dönüştürdük. Nihayet onu, başka bir yaratıp inşa ettik. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir! (değil mi)”  diye beyan buyurmak suretiyle bu gerçeğe işaret etmiştir. Zira insan nüvesinin oluşumuna yönelik başlangıçta atılan suyun çıkış noktası da kemikler oluşturup bu durum Kur’an’da “İnsan, fışkıran bir sıvıdan yaratılmıştır/ kadın erkek çiftinin bel nahiyesinden” (Tarık suresi, 6)  diye beyan buyrulan ayette geçen fışkıran veya atılan suyun sulb ve teraibden çıktığı kelamıyla ifade edilir.  Ve bir kısım ilim ehli zat bu ifadeden maksadın bel kemiği ve göğüs kafesi kemiği arasından çıktığı manasında,  yani o çıkan suyun erkeğin belinden, kadının leğen kemiğinden çıkmakta olduğu manasında tefsir etmişlerdir. Hakeza eklemlerimizin her daim özel bir sıvı ile karşılanıp yağlanması da bir bambaşka mucizevi hadisenin varlığını ortaya koyan bir durumdur bu.  

                                                             KEMİK YAPISI

        Kemikler, canlıya vücut şekli veren sert ve dayanıklı yapıda üniteler olup, aynı zamanda elastiki özelliğe sahiptirler. Ayrıca gelişme, büyüme ve ortama adapte olabilme gibi pek çok hayati fonksiyonları yürütme kabiliyeti gösterirler. Aslında tüm kemiklerin yapı ve gelişme durumları incelendiği zaman rezorbsiyon (yıkım) ve rejenerasyon (yapım) içerisinde oldukları görülür.

        Şurası muhakkak bir yandan kemiğin bünyesinde yıpranmış ve fonksiyon yapamaz halde olan dokular osteoclastlar (özel kemik elemanları) tarafından rezorbe (yıkılır) edilirken, diğer yandan da osteoblast ve osteocyt gibi yapıcı ünitelerce yıkıntı materyali kullanılmak suretiyle yenileri yapılır. Derken yapım ve yıkım dengesinin yapım lehine işlemesi kemiğin büyüme, uzama ve yenilenmesi açısından bir avantaj teşkil eder. İşte bu tür fonksiyonlar nedeniyle kemiklere hayati öneme haiz canlı üniteler nazarıyla bakılmaktadır.

         Kemikler dışarıdan görüldüğü kadarıyla kompakt bir madde değil, tam aksine içe doğru uzanan kanalcıklar, boşluklar ve sünger gibi gözlerin bulunduğu, hatta madde tasarrufunun en iyi şekilde ayarlanıp kendisinden beklenilenin çok üstünde performansın sergilendiği kompleks bir yapıdır.

                                        KEMİKLERİN KİMYASAL BİLEŞİMLERİ

       Kemikler kimyasal yönden organik ve anorganik madde içerirler. Zaten kemik ağırlığının %30-33’ü organik, % 67-70’i inorganiktir. Dolayısıyla kemiğin sertliğini, üzerine bir yük bindiğinde, binen ağırlığı taşıyabilme gücünü anorganik maddeler tayin etmekte, elastiki oluşunu ise organik maddeler belirlemektedir.

         Organik maddelerin esas yapısını protein-mukopolisakkarit kompleksi, lipit, enzim, glycojen gibi bileşikler oluşturur. Bu yüzden mucopolisakkaritler kondroitin sülfirik asit bileşimi göstermektedir. Protein ağırlıklı bileşikler ise kollajen ve galatine (jelâtin) dönüşebilecek nitelikte ossein orosomucoid ve osseo albuminoid’den oluşurlar. Şayet herhangi bir kemiği bir asit eriği içerisinde bekletirsek kemikte bulunan organik maddeler eriyerek ayrıştırılmış olur. İşte bu şekilde ayrışma işlemleri sonucu kemikte bulunan kalsiyum bileşiklerinin arındırılması veya giderilmesi işlemi (kalsuyumsazlıştırma) dekalsifikasyon olarak karşılık bulur. Nitekim dekalsifikasyona uğramış uş bir kemik inorganik maddelerden yoksun halde sertliğini kaybetmiş, bükülebilir ve yumuşak konuma geçmiş bir yapıya dönüşür.

          Eğer bir kemiği ateşte yakacak olursak bu işlemin sonunda kemik ilk şeklini muhafaza edecektir,  ama bu kez elastikiyetini ve dayanıklılığını kaybedip, kolaylıkla kırılabilir veya parçalanabilir hale gelmesi kaçınılmaz olacaktır. İşte bu yüzden bir kemiği yakmak suretiyle içerisindeki organik maddelerden arındırma işlemi kalsinasyon diye tarif edilir. Keza bir başka uygulamayla kemikler uygun ısı ve nem etkisi altında bırakılıp kurutma ya da kaynatma gibi işlemler sonucu içerisindeki organik maddeler ayrıştırılırsa bu işlem maserasyon adını alır. Mesela toprak altında kalan kemiğin suya maruz kalmasıyla birlikte yumuşama (masere) görülmesi bunun tipik bir örneğini teşkil eder.

      Anorganik maddeler genellikle kalsiyum tuzlarından oluşurlar. Esasen kemikler organik maddeden yapılmış bir yatak ve kafes içerisinde madeni tuzların oluşturması ile hâsıl olmuş sert yapılardır.                                      

     Bilindiği üzere kemik yapımız fibriller kemik ve lamelli kemik şeklinde iki temel yapı üzerine iskeletimiz bina edilmiştir. Ve bu iki temel yapıyı A ve B şıkkı olarak ele aldığımızda:

    A-Fibriller kemiğe embriyonal hayatta da rastlandığı için embriyonal kemik dokusu diye de tanımlandığını görürüz. Ancak böyle tanımlansa da bebek dünyaya geldikten sonra durum vaziyet değişip 3-4 yaşına geldiğinde fibril kemik dokusunun lamelli kemik dokusuna dönüştüğü görülür. Ama yine de bir kısım yetişkin insanların vücudunda istisnai kabilden de olsa fibril kemik yapısı görülüp konumlandığı bölgeleri şöyle sıralayabiliriz de:

      -Kiriş, kas ve kas bağların kemiğe tutunduğu yerler. Örnek: Tuberositas iliaka (tümseksi bir yapı olup kuyruk sokumuna tutunur), Spina iliaca anterior inferior (ilium kemiğinin alt çıkıntı kısmı ), Spina iliaca anterior superior (ilium kemiğinin üst çıkıntı kısmı),  Krista iliaka (ilium kemiğinin üst kenarının ön bölümü) ve Spina iliaca posterior(ilium kemiğinin arka kenarı).

     - Sadece kafatasında görülen dikişimsi eklemler (Sutura).

      -Dental alveolus duvarları. Zira üst çene kemiğinin alt kısmında bulunan yan yana dizilmiş çukurcuklar olup, malum buralar diş köklerinin tutunma yerleridir.

      -Dişin sement tabakası (subtantia ossea).

     B-Kollagen lifler ise malum birbirine paralel bir dizilme ve liflerin arasını dolduran yapıştırıcı bir maddeyle birlikte 4-10 mikron kalınlığında lameller olarak tanımlanır. Adından da anlaşıldığı üzere lamel içerisinde kollagen lifleri birbirine bağlayan yan liflerin demet varı varlığı söz konusudur.  Hele bilhassa kemiklerin sıkı ve kompakt olduğu yerlerde kalın ve dayanıklı havers sütunlu ünitelerin varlığı da söz konusu olup,   bu söz konusu sütunların 3-10 kadar lamelden teşekkül ettiği belirlenmiştir. Ve her bir havers sütunu ortasında ise havers kanalı mevcuttur. Ayrıca haversian kanal sisteminin yan yana ve üst üste sıralanması suretiyle sıkı kompakt doku oluşur. Bu arada havers kanallarını enine birleştiren noktada walkman kanalları mevcut olup, bu kanallar havers kanalıyla bağlantı kurabiliyor. Dahası walkman kanalları bir taraftan havers kanallarına açılıp geçiş sağlarken, diğer taraftan Cavum medullare denen ilik kanayla da bağlantı kurmayı ihmal etmez.  olur. Anlaşılan o ki; gerek havers kanalları ve gerekse walkman kanalları, kan damarları ve sinirlerin gelip geçtiği yer olarak görev yapmaktalar.

         Lameller ve lamelleri oluşturan kollagen liflerin araları kalsiyum tuzu ve ossein (esas madde) ile donatılmıştır. Esas madde (substantia ossea) içerisinde ise osteosit'in (kemik dokuyu oluşturan kemik hücreler) bulunduğu lakünler vardır.

        Lamellerin birkaç tanesi kemik yüzeyleriyle birleşerek kiriş, mertek ve bölme şeklinde uzantılar meydana getirirler. Osteonlardan başka lamel içeren kemikler bulunduğu yer veya konuma göre; dış esaslı lameller (general lameller), iç esaslı lameller (bazik lameller), ara lameller (interstisyel lameller) ve özel lameller (havers lameller) olarak diye isimlendirilirler.

       Dış lameller

       Kemiklerin dış yüzüne paralel konumda olan ve periosteum'un (kemik zarın) altında bulunan lamellerdir. Bunlarla periosteum arasında birbirinden diğerine uzanan Sharpey lifleri vardır.

       İç lameller

       Kemiklerin içerisinde bulunup, Cavum medullare (ilik boşluğu) denilen boşluğun duvarlarına paralel konumda olan lamellerdir.

      Ara lameller

       Havers kanalları arasında kalan üç köşeli boşluklar halinde görülen lamellerdir.

       Özel lameller

       Bilindiği üzere havers kanallarında konumlanan lameller;  havers veya özel lameller sistemi olarak ifade edilir. Dolayısıyla herhangi bir kemikten kesit yapıp incelediğimizde dış yüzeyin daha kompakt sıkı bir yapı gösterdiği, kemiğin iç kısmı ise gözenekli ve boşluklu bir görünümde olduğunu görürüz.

      Kemiğin dış yüzeyi kompakt yapmış ya da dayanıklı hal almış kısım ise Substantia ossea compacta (kompakt kemikolarak ifade edilir. Dahası kompakt kemik lamelli kemik olup havers sütunlarından (osteon) meydana gelmiştir. Ayrıca bir kemik ne kadar kuvvet altında kalıyorsa kompakt doku o nisbette kalın ve dayanıklılık kazanır.  Şayet kemik iç kısımları gözenekli ve boşluklu olursa bu kemik yapısı süngerimsi demektir. İşte kemiğin süngerimsi görünümlü bu kısmına Substantia ossea Spongiosa (süngerimsi kemik) ismi denmesi bu yüzdendir. Genellikle gözenekleri birbirinden ayıran duvarları birkaç lamina içeren bölmeler oluşturmaktadır. Hatta bölmeler dal ve kollara ayrılıp buluştukları noktada ağ oluştururlar. Aynı zamanda sünger görünümlü bu gözeneklerin içi kırmızı kemik iliği (Medulla ossium Rubra) ile doldurulmuş olup,  nihayetinde kan damarları bu gözeneklere açılmaktadır. Böylece süngerimsi kemik doku kısa kübik kemiklerin iç bölmelerini oluştururken uzun kemiklerin uçlarını da (epifizlerini) doldurur. Kemik bölmelerin sayısı, sıklık, yön, kalınlık,  üzerine gelen kuvvet veya ağırlığın gidiş yönünü ise trajektör denen çizgiler belirler Derken bu çizgiler sayesinde lameller çekme ve itme kuvvetleri yönünden sıralanmış olurlar.

        Kemik gelişim safhaları

        Kemik oluşumu henüz fibrillerin oluşmadığı dönem içerisinde önce hiyalin kıkırdak dokuyla start alır, sonra da mezenşim bağ dokusuyla yol alır. Derken bağ doku olgunlaşma öncesi iç kıkırdak dokusu, yani matriks  (osteoid doku)  yapı üzerine madeni tuzların sirayet etmesiyle birlikte Desmal ossification ve Endochondral ossification dönüşümler şeklinde kemikleşme süreci kendini gösterir.  Böylece arada kıkırdak safhası olmaksızın bağ dokunun böylesi kemiğe dönüşecek olan süreç ‘Desmal ossifikasyon’  denen kemikleşme süreci olarak anlam kazanmış olur.  Malum bağ dokusunun kemikleşme sürecinin akabinde osteoblast safhasına geçiş yapılıp bu safhada ilk evvela proteinlerden meydana gelen organik kollagen içerikli osteoid sıvı madde salgılanıp söz konusu bu kollagen sıvı maddeden kollagen lifler teşekkül eder. Ardından kemiğin ara madde olarak oluşan matriksle birlikte kemikleşme noktası (Punctum ossification-P.calcification) veya kemikleşme merkezi (Centrium ossificationis)  denen nokta şeklinde tuzlanmış bir yapı ortaya çıkar. Derken nokta şeklinde belirginleşen bu yapı git gide dalga dalga merkezden çevreye genişleyerekten osteoblast denen genç kemik hücrelerinin olgunlaşmasıyla birlikte osteosit yapıda kemikleşme süreci tamamlanmış olur. 

         Öyle anlaşılıyor ki; söz konusu sürecin başlangıcında desmal kemikleşme bir ağ biçiminde veya kemik materyalinden oluşmuş bir doku görünümünde olup zaman içerisinde bu doku yapısı lamelli kemik yapısına geçiş yapar.  Buradan da lamellerin oluşturduğu bölmelerin boşluklarına açılan kan damarlarından beslenen kırmızı kemik iliği denen bir muhtevayla süngerimsi spongioz kemik dokusu oluşumu gerçekleşir.  

        Bilindiği üzere desmal kemikleşme (İntramembranöz kemikleşme-Primer ossification) denen safha daha çok kafatası kemiklerin squama parçalarında, yüz kemikleri ve klavicikula köprücük kemiklerin oluşumunda görülen bir safhadır. Dolayısıyla kıkırdağımsı diyebileceğimiz sürecinin bu ilk safhasındaki taslağın kemikleşme hadisesi endochondral ossification  (endokondral kemikleşmei)  olarak adından söz ettirip bu süreç perichondrial ossification ve endochondral ossification şeklinde iki kategoride kendinin gösterir.  Böylece bu süreç içerisinde kıkırdağın üzerini örten bağ doku yapı perikonral kemikleşme olarak anlam kazanırken kıkırdağın içerisinde başlayan kemikleşmiş yapı ise endokondral kemikleşme olarak anlam kazanır. Kelimenin tam anlamıyla bu süreçte perikondriumun bağ dokusu hücreleri gelişimini osteoblast haline dönüşerek tamamlarken bu süreçte osteoblast kemik hücreleri de osteoid ve kollagen lifleri üretip, üretilen yapıların üzerine madeni tuzların sirayet etmesiyle de kemik dokusu meydana gelir.

                                                             KEMİK HÜCRELERİ

       Evet,  öyle anlaşılıyor ki gerek kemik hücreleri, gerekse kıkırdağımsı kemik hücreler insan vücudunun iskelet çatısını oluşturan iki ana hücreler olarak dikkat çekmekteler.  Öyle ki bağ doku hücreleri bu noktada vücutta ki tüm kemik yapıların bağlantısını sağlayan kolon ya da kiriş görevi ifa ederken adale hücreleri de eklemlerimizi hareketlendiren lif bağlarını oluşturmakla görev ifa eden hücreler olarak karşımıza çıkmakta.  Madem öyle karşımıza çıkan bu hücrelerin bir kısmının fonksiyonları neymiş bir görelim:

     Osteoblastlar

     Osteoblast; primer kemik dokusunu meydana getiren, yani kemik yapıcı ana hücre demektir (osteon: kemik, blast: yapıcı–meydana getirme). Dahası osteoblastlar bununla da yetinmez,   kemik matriksinin organik maddesini sentezlediği gibi gerektiğinde kemik ara maddesini oluşturan yan yana dizilmiş üniteler olarak da işlev görür.  Hatta osteoblastlar ana maddeyi meydana getirdikten sonra ara madde içerisinde Lacuna ossium denilen boşluklarda konumplanıp osteosit (kemik dokuyu oluşturan dinlenme hücreleri) dönüşüm kabiliyeti sergilerler.

    Osteositler

    Osteoblast denilen genç kemik hücrelerinin olgunlaşmasıyla oluşan yassı hücreler olup ince protoplazmik uzantılarıyla dikkat çeker.  Böylece protoplazmik uzantılar vasıtasıyla komşu osteositlerle birleşip aralarındaki hücre zarı kaybolacak derecede tek hücre haline gelen çok çekirdekli kütlesi denen ısyncytia yapı oluştururlar. Derken osteosiler bu yapısal dönüşüm sayesinde lakün adı verilen boşluklarda gelişim kaydederler.

      Osteoklastslar

      Kemik matriksini yok edecek derecede kemik dokusunu ortadan kaldırma özelliği ile bir çeşit kemik hücresi olarak dikkat çeker. Osteoklastlar aynı zamanda kemik hücreleri kemik iliği stromal hücreleri veya mezenkimal kök hücrelerinde gelişen yapıdadırlar Aynı zamanda kemiklerin proliferasyon (çoğalma-yenilenme) sahalarında bol miktarda görülen, kenarları girinti çıkıntılı yapıda hücrelerdir. Osteokastslar yıpranmış kemik bölümlerinde çıkardığı enzimlerle o bölgeyi eriterek gitgide büyüyen boşluklara dönüşüp kovuk oluştururlar da. Sonrasında ise kemik gözeleri taşıyan osteoplast lakünalarında yeni kemik maddesi teşekkülü gerçekleşir. Derken bu arada osteoklastların erittiği kemik bölgeleri osteoblastik aktivite ile yenilenmiş olur.                                                    

       Kollajen Lifler

       Osteoblastların meydana getirdiği bir protein olan kollajenden oluşmuş liflerdir. Kollajen lifler kaynatıldıkları zaman glutin denen kaynaştırıcı kemik tutkalı elde edilebiliyor.  Bu arada üzerine madeni tuzların ilavesiyle birlikte kollajen lifler sertlik kazanmış olur. Nitekim kollagen liflerin kendi doğal mecrasında yapıca demet teşkil etmesi, sert olması gibi özelliklerini göz önünde bulundurduğumuzda inşaat sektöründe demir bağlantılarının nasıl yapılacağını gösteren bir yapı modeline örnek bile teşkil edebiliyor.

       Substantia ossea, ossein

       Kemik dokusunda hücrelerin arasındaki sahaları dolduran ve içerisinde kollajen liflerin ve madeni tuzların bulunduğu bir ortamdır. Substantia ossea (ossein) kimyasal yapısı protein mukopolisakkarit kompleksi ve diğer organik maddelerden oluşmuştur. Substantia ossea yapı ve terkibinde bulunan madeni tuzlar dışında kollaojen lifler arasında kemiğin organik maddesine matriks (osteoid) denir. Söz konusu bu kemik yatağı (osteoid) artık madeni tuzların yerleşmesine de uygun bir yer teşkil eder. Derken madeni tuzların varlığıyla birlikte kemik teşekkül eder.

                                          KEMİK METABOLİZMASI

       İnsan vücudunda irili ufaklı ortalama 213 adet kemik belirlenmiş olup, bunlar organik ve inorganik maddelerin oluşturduğu bir sistem olarak adından söz ettirirler. Kemikler aynı zamanda vücudun kalsiyum deposudurlar. Dolayısıyla kan ve kemik dokusu arasında devamlı bir madde alışverişi yaşanmaktadır. Nitekim bu noktada kemiklerin dayanıklılık kazanmasına yönelik madeni tuzları kandan alıp beslenmesi bunun en bariz örneğini teşkil eder. Yani bu demektir ki tabiatta buharlaşma sonucu açığa çıkan mineral tuzlar bir şekilde insan bedenine girdikten sonra kana aktarılıp, böylece kemik metabolizmamız bu arada hissesine düşen payı da almış olur. Tabiî ki bu olaylar pek çok faktörlerin etkisi altında olmaktadır. Aşağıda özet olarak sunmaya çalıştığımız bu faktörleri şöyle sıralayabiliriz:

          -Kan serumunda  %10 miligram kalsiyum, %3,5 miligram fosfor bulunmaktadır. Vücutta Ca ve P madde miktarı sabit olup, bu sabit sayı her ikisinin çarpımından (Ca x P veya 10x3,5=35) elde edilmektedir. Şüphesiz kalsiyum ve fosfor miktarının kanda sabit kalmasını sağlayan paratiroid hormonudur. Bu hormon direk fosfor üzerine etki edip fosforun böbrek tubuluslarından (borucuklarından)  kana geri emilmesine engel olarak gerçekleştirir. Dolayısıyla bunun sonucunda kanda fosfor seviyesi düşer, Kalsiyum ise kemiklerden kana mobilize olarak geçer. Şayet çeşitli nedenlerle kanda fosfor miktarı düşerse Ca x P çarpımı sabit olduğundan kalsiyum miktarı artacak demektir, ya da kanda kalsiyum azalırsa bu sefer tam aksine fosfor çoğalacaktır.  Dolayısıyla bu durumda kalsiyum miktarının çoğalması için kemikler üzerinden kana kalsiyumun transferi gerekecektir.        

         Kalsiyum ve fosfor metabolizmasında D12 vitamini etken faktör olup kalsiyumun sindirim kanalından kana karışmasını artırdığı gibi böbrek vasıtasıyla da fosforun dışarı atılma işlemini hızlandırır. Ayrıca kalsiyumun kemik matriksine oturmasını sağlar.

         Genital bez hormonları anabolizan etki gösterip protein yapımını artırdıkları gibi kemik matriksin aktivitesini artırırlar.  Derken kemik yapımının oluşumunu hızlandırmış olurlar.

        - Tiroid bezi bazal metabolizmayı artırarak kemiklerin gelişip büyümelerine yardımcı olur. Fakat tiroit hormonu fazla salgılandığında negatif etki yapar.

          -Hipofiz hormonu gelişip büyümeyi sağlar. Dolayısıyla hormon eksikliği endokondral kemikleşmeyi ve epifiz kıkırdağının olgunlaşmasını geciktirir. Hormonun fazlalığı ise kemiklerin fazla uzamasına ve irileşmesine neden olur.

            -Pankreas hormonu (insülin) kemiklerin gelişip büyümelerine ve karbonhidratlardan protein yapımına yardımcı olur.

         Kemiklerin kalınlaşması perikondriumda  (kıkırdak zarı) oluşan yeni kemik tabakalarının üst üste eklenmesi ile olur. Kemik taslağının dış yüzünde kabuklaşma meydana gelir ki buna perikondral kemikleşme denmektedir.  Şöyle ki; kemiğin gelişmesi ile birlikte perikondrium periosteuma (kemik zarına) dönüşür. Aslında perikondral doku kemikte ilk zaman spongioz (kemik cipsi) bir manzara gösterir. Derken ileri ki aşamalarda dokunun içerisinde boşluklar,  havers ve wolkman kanallar oluştuktan sonra mezenkimal bağ dokusunda havers sütunlarının oluşmasıyla birlikte kompakt kemiği oluşturur.

          Hiyalin en çok görünen kıkırdak tip olup Yunanca cam manasına gelen hyalos’tan türemiş bir sözcüktür.  Belli ki ışığı hafif geçirme matrisi özelliğinden bu ismi almıştır. Bu arada hiyalin kıkırdağın farklılaşmasıyla teşekkül eden kemikleşme faaliyeti son bulmaz, bundan sonraki aşamada adından endokondral kemikleşme (Enchondral ossification) olarak söz ettirir. Yani kısa ve kübik kemiklerin iç kısmı veya uzun kemiklerin diafiz ve epifiz (kemikleşme noktaları üzerinde)  kısımların kemikleşmesi endochondral ossification (kıkırdak kemik taslağı) hadisenin gerçeklemesiyle mümkün hale gelir. Kelimenin tam anlamıyla hiyalin kıkırdak hücrelerinin çoğalması proliferasyon ismini alıp hipofiz ve genital bezlerin kontrolünde kemiğin uzunlamasına büyümesi gerçekleşmiş olur. Böylece proliferasyonla birlikte kıkırdak vaktinden evvel kemikleşirse boy kısalığı (pluitary dwarfısım-cücelik) nükseder, geciktiğinde ise aşırı büyümeye (gigantism-dev cüsselilik) neden bir durum nükseder.  

        Chondroclast kıkırdak dokusunu tahrip eden bir hücre olup,  kemiğin içerisinde boşluk oluşturur. Derken oluşan boşluk kemik spikülü (Trabekula) ağıyla donatılır.      

        Hâsıl-ı kelam insan kemiklerinin kemikleşmesi intrauterin hayatta başlar,  24-25 yaşında son bulmaktadır.

                        KEMİKLERDE ANATOMİK VE FİZYOLOJİK OLAYLAR

        Vücudumuz öyle anlaşılıyor ki;  kemikler üzerine inşa edilmiş durumdadır. Bu yüzden kemiksi yapıya iskelet denip, kemik üyelerinin her biri vücuda bir bambaşka güzellik kattığı gibi organlarımızın koruyuculuğunu da üstlenmiş olurlar. Genel itibariyle iskelet sistemimiz başgövde, kol ve bacak olmak üzere üç ana eksen üzerine kurulmuştur. Şüphesiz bu iskeletin kolon ve kirişlerini kemikler oluşturup, içi kadar dış kısımda inceleme konusudur. Zira bir yandan osteoblastik aktiviteyle kemik oluşumu gerçekleşirken,  öte yandan şekil yönünden de interstisyel lameller haline dönüşürler. Derken osteonlarda yıpranmış olanlar eski osteonların yerini alırlar. Bu arada osteoklast hücreler ise yeni kemik dokusu oluştururlar.

        Kemiklerin görev ve fonksiyonları:

        -Vücudumuzun şeklini ve biçimini tayin ederler.

        -Destek dokusu görevi yaparlar.

        -Kaldıraç kolu görevi yaparlar.

        -Hayati organlarımız için kapalı kutu muhafaza görevi yapar. Örnek olarak göğüs kafesi bunun tipik bir örneğini teşkil eder. 

         -Alt ve üst ekstremiteler için dayanak sistemleri meydana getirirler. Örnek olarak üst extremiteler için omuz, alt extremiteler içinse pelvis iskeleti bunun tipik örneğini teşkil eder.

         -Kalsiyum ve fosfor mineralleri için depo görevi yaparlar.

         -Adına kırmızı kemik iliği denen Medulla ossium rubra’nın gelişme, barınma ve görev yapmasını sağlar.

         Vücudumuzun iskeletini oluşturan kemikler genel itibariyle şu 4 başlıkta tasnif edilir:

        -Ossa longa (uzun kemikler)

        -Ossa breve (Kısa ve kübik kemik)

        -Ossa plana (Yassı kemikler)

        -Ossa pneumatica (Havalı kemikler)

        1-Ossa Longa (uzun kemikler)

       Bunlar ekstremitelerin esasını teşkil eden kemiklerdir. Hatta ekstremitelerin hareket kazanmasında kaldıraç kolu görevi yaparlar. Ayrıca uzun kemikler iki uç ve bir gövdeden ibarettir. Bilindiği üzere omurga, göğüs kafesi, kaburga kemiği ve kalça kemikleri gövdeyi oluşturan ekstremitelerdir. Nitekim omurga 33 omur kemiğin ardışık sayıda bir matematiksel plan dâhilinde dizilmesiyle oluşan yapıdır bu.  Hatta bu kemikler kıkırdak disklerle birbirlerinden ayrılmış vaziyette sıralanmışlardır. İşte bu kıkırdak yapılar sayesinde hem omurgamızı hareket ettirebiliyoruz hem de vücudumuzun en hassas organı sayılan omurun her hangi bir travmaya karşı korumaya alındığına şahit olmaktayız. Hakeza omurganın en sonundaki omur kuyruk sokumu kemiği olarak bilinir ki, özellikle oturmamızda en büyük rol oynayan bir vazifesi söz konusudur.

      Uzun kemiklerin gövde kısma diafiz, uç kısmına epifiz denmekte. Epifiz ve diafiz arasında kalan genişleme gösteren kısma da metafiz denir. Metafiz ile epifiz arasında daha henüz kemikleşmemiş, yani kıkırdaktan ibaret olan çizgiye ise epifiz çizgisi denir. Şayet epifiz çizgisi kemikleşirse kemiklerin boyca büyümeleri sona ermiş olur. Bu arada uzun kemiklerin bir kısmında kondrositlerin aktivitesi ile hâsıl olan boşluğun devamı uzun bir boşluk bulunur. Bu boşluk başlangıçta gayrı muntazam olup daha sonra kanal şeklinde kavum medullare isimli boşluğa dönüşür. Tabii bu boşluk boşuna değildir. Zira cavum medullare, medulla ossium flavanın (sarı kemik iliğinin) geçmesi için ayarlanmıştır.

        2-Ossa Breve (kısa kemikler)

        Kısa kemikler el, ayak bileği bölgelerinde ve columna vertabralis (omurga) kısımlarında bulunan kemiklerdir. Zira el ayası parmaklarımızı beş parçaya ayrılırken bu paylaşımda başparmak bir yöne doğru, diğer dört parmakta başka bir yöne doğru en elverişli konumda dizilmişlerdir. Belli ki bu parmakları amir konumunda başparmak idare etmektedir. İşte bu baş parmak (lider) sayesinde kısa kemikler bulundukları konumlarda daha ince ve elastiki bir şekilde hareket edip bir maksada yönelik misyon üstlenmiş olurlar. Örnek mi? Mesela bacak kemikleri bu noktada ayak parmağı ile ilişkilendirilip yürümeye veya koşmaya yönelik bir eylem ifa etmesi bu durumun tipik bir örneğini teşkil eder.  

        Kısa kemikler küçük olması veya çok sayıda eklemlerle birleşmişliği onlara elastiki yay, kenar ve kubbe tarzında görünüm kazandırır.  İşte bu kubbemsi yapı sayesinde gerektiğinde omurga eksenimiz statik halde kalmakta,  gerektiğinde ise yük taşımada dinamik  (hareket hali)   hale gelebiliyor.

       3-Ossa Plana (yassı kemikler)

       Yassı kemikler kapalı boşlukların donatılmasına yararlar. Bu yüzden kafatası boşluğunu (cavum cranii) çevreleyen kemikler squama olarak ifade edilip, bunlar içerisinde squama occipitalis ve squama frontalis tipik örneklerini teşkil eder.

       Yassı kemikler, biri dışta diğeri iç tarafta olmak üzere kompakt yapılı iki kemik lamina ila bu iki lamina arasında bulunan spongioz kemik tabakalarından oluşurlar.

    Mesela kafatası kemiğinin Lamina externa ve Lamina interna’nın arasında bulunan süngerimsi spongioz tabakaya diploe denmektedir. Böylece bunların varlığı sayesinde beynin ihtiyacı olan ısı derecesi sağlanmış olur.

        4-Ossa Pneumatica (havalı kemikler)

        Ossa pneumaticum denen havalı gözeleri olan kemik kafatası ve yüz kemiklerde olduğu gibi iç duvarları mukoza dokusuyla döşelidir.  Dolayısıyla bu sümüksü doku sayesinde geniş veya dar bir kanalla sinus boşluğuna açılan kemiklerin (cavum nasi’ye) daha hafif olması ve konuşma esnasında sesin rezonansı (tınlaşım) ayarlanmış olur.  Bu arada boyun kemiklerin iç kısmı da omurilikle takviye edilip, dairevi girinti ve çıkıntılarıyla dikkat çekmektedir.  Öyle ki bu kemikler 7 omurdan meydana gelecek şekilde tanzim edilmiştir. Boynun alt bölümü ise sırt kısmında yer alan 14 omurilik son omur ile birleştirilmiştir. Son omur malum olduğu üzere 12 omurdan ibaret olup,  kuyruk kemiği ile birleşik hale getirilmiştir. Belli ki söz konusu bu omurlar gerek kaburga, gerek omuz, gerek bacak, gerek sağrı, gerekse uyruk kemiklerini tutmak için inşa edilmiştir. 

                         KEMİKLERİ SARIP SARMALAYAN BAĞ DOKU YAPILAR

       Periosteum

       Kemiklerin üzerini dıştan sarıp sarmalayan bağ dokusu tabakasına periosteum denip stratum fibrosum ve kambiyum denen iki zar tabakadan oluşmuştur.

      Genellikle eklem kapsülü olarak bilinen membrana fibrosa  kollogen lif demetlerinden ve bunları birbirine bağlayan elastik liflerden teşekkül eden bir tabaka olmanın yanı sıra   ayrıca hem damar, hem de sinir bakımdan zenginlerdir. Kemik ve periost arasında bulunan lifler ise Sharpey lifleri olarak bilinir.

      Kambiyum tabakası daha çok mezenkimal kök ve endotelyal kök hücrelerin bulunduğu bir tabaka olarak dikkat çekmektedir. Hatta bu tabaka içerisine paralel dizilmiş osteoblast denilen hücrelerin yanı sıra kollogen yapılı demetler, elastik fibriller ve damar ağlarıyla da göze çarpmaktadır.  İşte içerisinde osteoblast hücrelerin bulunduğu bu göze çarpan kısım osteogen tabaka diye isim almakla birlikte, ama şu bir gerçek gelişmesini tamamlamamış olan kemikler de osteogen tabaka (kemik yapıcı tabaka) bulunmaz.

        Hâsılı; periostem tabakası kemiğin yapım ve yıkımında, kalınlaşmasında,  beslenmesinde ve duyu yönünden hassasiyetini sağlamada rol üstlenen çok önemli bir tabaka olarak dikkat çeken bir yapıdır.

         Endosteum

         Kemiklerin iç boşluklarını saran ince bağ doku yapılı bir zar olup,  aynı zamanda kemik iliğinde mevcut olan fibrillerin boşluk duvarlarına kadar uzanabilen ince bir zar tabakadır. Ayrıca endosteum kemik duvarı cavum medullare ve spongioz duvarına nispeten çok ince bir yapı gösterirler. Keza endosteum’un, tıpkı periosteum’de (elyaf doku) olduğu gibi kemik duvarlarıyla temas eden yüzeylerinde osteoblastlar da vardır.

                                                          KEMİK İLİĞİ

        Moleküler biyolojinin ortaya koyduğu genetik bilgilere baktığımızda genetik şifreleri adeta bilgi cihazı dediğimiz bar koddan geçirerek yazgıya çeviren tek hücrenin kemik iliği hücresi olduğu görülecektir. Nitekim genetik laboratuarlarda kemik iliği hücreleri alınarak başka ortamda tekrardan üretilebiliyor. Hatta asıl şifreler açılabilse, belki de bir insan yazgısı kayda geçirilebilir pekâlâ.  Nitekim eğe kemiği kaburga kemiklerini oluşturan uzun kemikler olarak bilinir.  r. Nasıl ki; karbon ve azot artı (+) değerli iken toprak ölü (cansız) olup, eksi (-)değerdeyken de bir anda toprak canlılık kazanıyorsa, hakeza genetik şifreleri yazgıya geçirebilen kemik hücreleri de ‘ol’ emri olmaksızın cansız halde pasif konumdadır. O halde Âdemin kaburga kemiğinden hayat bulan Havva neden yaratılmasın ki. Allah her şeye kadirdir çünkü. Amenna ve saddakna demekten başka çaremiz yok zaten. İşte bu gerçeklerden hareketle yazgı hükmünde kemik iliğimiz kemik iç boşluklarında damar ve sinirlerle donatılmış yumuşak yapıda olup vücudumuzda medulla ossium flava ve medulla ossium rubra diye iki türlü yapı göstermektedir.

      Medulla ossium flava (sarı kemik iliği)

      Medulla ossium uzun kemiklerin içerisinde cavum medullare denilen boşluklara yerleşmiş sarı sıvı renkteki kemik iliği olup, yapı veya terkip bakımdan bağ dokusu iskeletine oturmuş yağ dokusu veya yağ dokusu içerisine gömülmüş damar ve sinirlerden teşekkül eder. Böylece bu konumuyla kemiğin beslenmesine destek olmuş olurlar.

     Medulla ossium rubra (kırmızı kemik iliği)

     Medulla ossium rubra spongioz yapıda kemiklerin gözlerinde bulunan kırmızı kemik iliğidir. Renginin kırmızı olması kan ve kan yapıcı organlarla yakından alakalı bir durumdur.

Bu arada kapiller damarlar gözeneklere açılır. Gözeneklerin içerisi yüksek bağ dokusu elemanlarıyla donatılıp, ayrıca eritrositleri oluşturacak eritrosit seriler veya miyelositer seriler oluşturacak miyeloid elemanlara ait kan hücreleri bulunur.

                                                KAFATASI KEMİKLERİ

        Kafa iskeletinin bütünü

        Kafa iskeleti neurocranium (kafatası) ve Splanchnocranium (yüz) kemiklerinin birleşip bir bütün oluşturmasıyla ortaya çıkmaktadır.

         Neurocranium kemikleri birbirine ekli 22 farklı kemik grubundan meydana gelmiş olup,  adından bağrında cerebellum(beyincik), cerebrum(beyin) ve cavum cranii'yi (kafa boşluğunu)  barındıran kemikler olarak söz ettirir. Düşünebiliyor musunuz beyin, göz, kulak, burun ve ağız gibi çok mühim organları muhafaza etmek kafatası kemiklerinin sorumluluğuna verilmiş.  Biz kafatası kemiklerini tek tek anlatmaya kalkışsak belki de bu konu çok su götürüp ciltler dolusu esere ihtiyaç olacaktır. Dolayısıyla şimdilik kafatası kemiklerini genel itibariyle iki kısımdan oluştuğunu belirtmekle yetinip kısaca şöyle bahsedebiliriz. Şöyle ki bu kısımlar:

         Basis Cranii

         Kitle bakımdan daha kalınca olup,  bu kısım kafatası kaidesinin  (Basic cranii) yapısını oluşturmaktadır. .

          Os frontal kemik (alın kemik)

         Frontal kemik; kafatası boşluğunu sağlı sollu çevreleyen parieatal (yan) ve kauk şeklinde yassılaşmış plakanın adıdır. Bu yüzden foramen ovalenin arkasındaki bu geniş kavisli plakaya squama occipitalis denmektedir. Yani bir anlamda kafatası boşluğunun ön duvarını yapan ve yüz kemikleri ile yakın ilişkisi olan bir kemiktir. Frontal kemiğin öne bakan dış yüzü hafif konveks, iç yüzü konkav, üst kısmı yukarıya ve arkaya doğru yönelmiş squama frontalis kafatasının yapısına uygun varyasyonlar gösterir. Bazı dazlak insanlarda dış yüzün (Facies externa) orta kısmı, sağlı sollu geniş kabartı gösterir(Tuber frontale). Aslında bu kabartılar alnın en çıkıntılı yerleridir. Squama frontalisin arka tarafı ise dişli olup burada bulunan parietal kemiklerin ön kenarları ile eklem yaparlar. Bu nedenle eklem yapılan kısma sutura coronalis denmektedir.

      Squama frontalisin dış yüzü (facies externa)  ise konkav, girintili ve çıkıntılı olup, iç yüzün tam ortasında ise arka kısma doğru (sagittal suturun lambdoid bölgesine yakın) uzanan bir oluk vardır. Hatta oluk öne ve aşağıya doğru kör delik ihtiva eder. İşte söz konusu kör delik ileri yaşlarda beyin sıvısı ile dolar veya dış mekanik etki sonucunda beyin zarının zedelenmesine neden olur.

        Os Parietal (çeper kemik)

        Parietal kemik, 4 kenarlı, 4 köşeli olup kafatası boşluğunu yanlardan kapatan bir özellik taşıyıp, aynı zamanda kafatasının genişliğini tayin eder. Bazı insanlarda bu kemik 4 kenar yerine 3 kenarlı olabiliyor. Parietal kemiğin arkaya doğru uzanan kısmın içerisinde ise beyin sinirlerin geçtiği ışınsal oluklar görülür. Dolayısıyla bu oluklar kazada zedelenirse felç yapabiliyor.

      Os occipitale (artkafa kemiği-ense)

      Oksipital kemik, kafatası iskeletinin arka ve alt kısmında bulunur. Kafatası oksipital kemik sayesinde omurga üzerine oturur. Oksipital kemik 4 parçadan oluşmuştur. Bu parçaların birleştiği yerde foramen magnum denen boyun deliğinin yanı sıra buraya açılan yutak (farinks) vardır. Farinks omurganın pürtüklü bir doku parçasıdır.

        Os Temporale (şakak kemiği)

        Kafatası boşluğunu yandan ve alttan kapatan bir kemiktir. Aynı zamanda çift kemikler diye de bilinen temporal kemik yukarıda parietal kemikle(duvar kemiği) birleşir de. Hatta Sphenoid kemikle(temel kemik) komşuluk yaptığı gibi bunun özel bir çıkıntısı sayılan zygomaticum(elmacık) ve temporomandibularis denilen eklemle de komşudur. Bu yüzden Temporal kemik 3 ayrı parçadan oluşup birçok bakımlardan diğer kemiklerden daha komplikedir. Şöyle ki;

       -Temporal kemiğin içerisinde işitme ve denge sağlayan organların bulunması,

       -Beyni besleyen en mühim arterin bu kemiğin içerisinden geçmesi,

       -Çeşitli sinir ganglionlarına zemin teşkil etmesi gibi unsurlar temporal kemiğe komplike özellik katmaktadır.

      Os Sphenoidale (kelebek kemik)

     Sphenoid kemik basis cranii’in ortasında bulunan en karizmatik kemiklerdin biridir. Zaten karizmatik oluşu şundan besbellidir ki etrafındaki kemiklere bir kama gibi sokulmuş kelebek bir yapıdadır.  Aynı zamanda çoğu yüz kemikleri ile birleşip hem eklem yapan, hem de ön çukurların (fossaların) oluşumuna katkı veren özellikte bir yapıdır.

                                                YÜZ KEMİKLERİ  (Splanchnocranium)  

       Splanchnocranium solunum ve sindirim sisteminin başlangıcında yer alan organların boşluk kısımlarını çevreleyen, aynı zamanda bazı kanal, çukurluk ve boşlukları oluşturan kemiklerdir. Dolayısıyla yüz iskeleti şekil itibariyle üçgen prizmaya benzeyip, ön, yan ve arka yüzü vardır. Bu yüzden yüz iskeleti bütünü ile neurocranium’un (merkezi sinir sistemin oturduğu kemikler) ön-alt kısmın arasında boşluk ve kanallar meydana getirmiştir. Bugünkü bilgilere göre iskeletimizin en tepe noktası diyebileceğimiz alanı kapsayan kemiklerin 8 tanesi kafa, 12 tanesi yüz, geri kalan 32 tanesi diş tarzında konumlandırılmış olup, söz konusu kemiklerin oluşturdukları bu yapıya yüz iskeleti (splanchnocranium) denmektedir. Bu arada yüz iskeleti tek ve çift olmak üzere 16 kemikten teşekkül etmiştir. Bunlar Os ethmoidale (kalbur kemik), Os maxilla, mandibula, Os palatinum, Os lacrimale, Os nasale, Vomer (sapan kemiği), Concha nasalis inferior (alt nazal konka), Os zygomaticum, Os hiyoideum diye sıralanırlar. Mesela bu kemiklerden maxilla ve Os ethmoidale (kalbursu kemik), içerisinde boşluk veya odacıkların bulunduğu havalı kemiklerdendir. Diğerlerinin içlerinde ise alveolit şeklinde çukurluklar görülür.

         Maxilla (üst çene kemiği)

         Mandibuladan sonra en büyük kemik olup yüz iskeletinin orta kısmında bulunur. Burun boşluğu, ağız boşluğu ve ortada iki yatay lamina kemik ile birlikte sert bir damak meydana getirir. Maxilla kemik aynı zamanda aşağıya doğru kavisler yapıp, bu kavisin alt kısmında diş köklerinin oturmasına özgü çukurluklar (alveolit dentalis) vardır.

         Mandibula kemik (alt çene kemiği)

         Tek kemiklerden olup yüz iskeletinin alt yapısını teşkil ederler. Adı üzerinde alt çene yapıda bir kemik, bu yüzden sağlam temelli, aynı zamanda baş iskeletinin yegâne tek hareketli kemiğidir dersek de yeridir. Malum diğer bütün kafa ve yüz kemikleri sabittir, yani manevra dışıdırlar. Ancak yine de eklemler vasıtasıyla veya splanchnocranium’un (yüz iskeletinin) birer üyeleri olarak işlevlik gösterebiliyorlar.

        Bu arada Mandibula iki bölümden (Corpus mandibula ve Famous mandibula) oluşup, bu iki kısım birbirleriyle açı yaparak birleşmişlerdir. Mandibula kemiğin üst kenarlarında diş köklerinin yerleşmesi için çukurluklar görülür.

         Os palatinum (damak kemiği)

          Burun boşluğu tabanı ve yan duvarlarının arka kısmını oluşturan os palatinnum çift kemiklerden olmanın yanı sıra esas itibariyle 2 lamina’lıdır. Hatta bu laminalar “L” harfi şeklinde birleşmiş durumdadır. Laminanın üst yüzü ise burun boşluğuna bakar. Genellikle L şeklindeki laminanın ön kenarları dişli olup, arka kenarları ise konkav haldedir. Fakat bazı insanlarda kartal burunluluk (L harfi) deforme olmuş olabiliyor.

         Os lacrimale (gözyaşı kemiği)

          Lâkrimal kemik küçük ince çift kemiklerden olup iki yüzü ve dörtkenarı vardır. Dış yüzün göz çukuruna (orbita) bakan tarafın ön yarısında bir oluk vardır. Dolayısıyla bu kanal sayesinde gözyaşın fazlası burun boşluğuna akabiliyor.

          Os nasale (Nazal kemik)

          Os nasale yassı ve dörtgenimsi iki küçük burun kemiklerdendir. Kemik şekil bakımdan daha çok trapeze benzer. Üst kenarlar kalın dişli olup,  bu dişler alın kemiği ile birleşmeyi kolaylaştırmaktadır. Alt kenarlar ise aynen üst gibi olup, bunlar burun kıkırdakları ile birleşir.  Böylece ön yüz kemiğin içerisinden aşağıya doğru veya foramen nasale denilen deliklere açılan bir oluk oluştururlar. Oluğun içerisinde ise sinir uzantısı vardır.

         Vomer Kemik (sapan kemiği)

         Yüzün iki tek kemiğinden biri olan vomer; düz, geniş ve dörtgen lam görünümünde bir kemiktir. Yani vomerin ön, alt ve arka olmak üzere dörtkenarı vardır.  Dolayısıyla vomer kenar boyunca uzanan bir olukla iki dudağa (Os palatinum kemik-dudak kemik) ayrılmıştır.  Bu arada vomer’in ön kenarı dar olup, bu kısım burun boşluğunun kıkırdak bölmesi ile birleşir. Hatta buralardan sinirler de geçer.

         Os zigomatikum (elmacık kemiği)

         Zygomatik kemik yüzde bulunduğu konum itibariyle diğer kemiklerle bağlantı şeklinde yer almıştır. Zygomatik kemik, kemer ve boyunduruk anlamına gelip,  yassı yanaklarda çıkıntı yapan bir tali bir özelliği vardır. Aynı zamanda kemiğin 3 çıkıntısı var olup yukarıya doğru uzanan frontalis kemiğinin (alın kemiği) zigomatik çıkıntısıyla birleştiği yerde orbita (göz çukuru) duvarın ön kısmını oluşturur.

        Os hiyoideum (dil kemiği)

       Os hiyoideum kemik ağız döşemesinin altında ve gırtlak denen larynx’in üst tarafında yer alıp ve burası doğrudan yüz kemikleri ile ilgisi olmasa da ancak köken bakımdan onlarla ilişkili bir kemiktir. Bir başka ifadeyle alt çenenin alt kısmında bulunan küçük bir kemik olup yutak kavislerin taslak kısımlarından ve kafatasında oynar ekleme sahip iki kemik haldedir.      

         Velhasıl-ı kelam; kemiklerimizi bir damla nutfeden şekillendiren Allah’a sonsuz Hamd senalar olsun ki ömür boyu yıkılmadan ayakta kalabilmekteyiz. Bir gün ecel kapımızı çalıp toprağa karışsak bile çürümüş bedenimiz elbet dirilecektir. Çünkü Yüce Allah (c.c); “İnsan zannetmesin ki biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getiremeyiz.  Doğrusu biz onun parmak uçlarını bile tesviye etmeye hazırız.. Dönüp dolaşıp varılacak, durulacak yer Rabbinedir… (Kıyame 1-15)” diye beyan buyurmaktadır.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html&filter_name=selim+gurbuzer

27 Mart 2023 Pazartesi

KAS SİSTEMİ MUCİZESİ


                          KAS SİSTEMİ MUCİZESİ

           SELİM GÜRBÜZER

           İskelet yapımızı ve organlarımızın bir kısmını sarıp sarmalayan hiç kuşkusuz kas yapısıdır.  Sadece sarıp sarmalamak mı, bunun yanı sıra beyinden gönderilen mesajların omurilik içerisinden aşağılara doğru yol kat edip motor nöron hücrelere taşınmasıyla birlikte kas kasılmasını bir anda başlatabiliyor.  Nitekim kasın kasılıp gevşemesi bunun en bariz göstergesini teşkil eder.  Bu arada kasın kasılmasında gelen uyarılara karşı duyarlılık gösteren sarkoplazma içinde konumlanmış adına protein telcikler denen myofibrillerin oynadığı rolünde çok büyük katkısı vardır.  Zira bu söz konusu telciklerin hücre zarı adından sarkolemma olarak söz ettirirken telciklerin sitoplazması da adından sarkoplazma olarak söz ettirir.  Adından söz ettiren bu yapı silindirik ve a iğ-mekik yapıdadır.  Konum olarak da kasları meydana getiren lif hücrelerine bağlı ince iğ yapılı liflerin birleştiği orta kısımda yer alırlar. Bulundukları konumda kendilerine herhangi bir uyarı gelmediği sürece kasılma moduna geçmezler. Ta ki herhangi bir uyarıyla karşılaşırlar ancak o zaman kasılma şeklinde duyarlılık gösterirler. Yeter ki uyarılmış olsunlar bir anda aktif konuma geçmesi an meselesidir diyebiliriz. Öyle ki kas dokusuna gelen uyarıların duyu lifleri vasıtasıyla ön boynuzda yer alan motor hücrelerine aktarılması neticesinde kas lifinin kasılıp gevşemesi gerçekleşir.  Derken sürekli yer çekimine bağlı olarak kasılıp gevşeyen kaslarımız bizlerde güç gösterisi olarak kendini gösterir. Tabii güç gösteriminin de bir sınırı vardır elbet,  bu durumda kasın kasılma sonrası bu kadarı da yeter dercesine kendini rölantiye alıp tekrar dinlenme moduna alabiliyor. Ve bu durum kasın gevşemesi olarak addedilir. Üstelik tüm bu işlemler içinde belirli moleküllerin varlığına da ihtiyaç vardır. O moleküller kalsiyum, magnezyum ve ATP’den başkası değildir.  Şu bir gerçek bu söz konusu kasılıp gevşemeler için gerekli olan enerji verici moleküller olmasaydı ne tutunacak bir dermanımı kendimizde bulabilirdik ne de yürüyecek halimiz kalırdı. Bundan da öte kasın kasılıp gevşemesi enerji gerektiren bir hadise olması hasebiyle ATP yetersizliğinde kaslarda rigor mortis denen ölüm katılığı gibi kaskatı kesilmesi bir durum ortaya çıkacaktı. Neyse ki kas yapımız eklemlere bağlayan kirişlerle (lif dokusu) desteklenmişte bu sayede kramp varı kas katı kesilmeyip kollarımız, bileklerimiz ve hareket eder halde işlev görebilmekte. 

        Bilindiği üzere kas sistemimiz; isteğimiz dışında kendiliğinden kasılıp gevşeyen düz kaslar, isteğimizin doğrultusunda çalışan çizgili iskelet kaslar ve kalp kası olmak üzere üç ana başlıkta incelenir. İsteğimize bağlı çalışan kaslar somatik sinir sistemine ait olan motor nöronlar ile kas hücreleri arasında kas-sinir kavşağını oluşturan sinaptik bağlantılar sayesinde işlerlik kazanaraktan kasılıp gevşemeler vuku bulmakta. Böylece beyin ve omurilikten çıkış yapan motor nöronlar ve piramidal sisteme ait hücreler eşliğinde kemiklerin hareket ettirilmesinde gerekli olan mekanik gücü iskelet kası sağlamış olur. Düşünsenize insan daha 50-55 günlük ceninken adale kaslarımız belirgin hale gelmekte.  Belli ki cenin anne karnında iken bile bebeğin hareket manevrasına yardımcı olacak sistem daha ilk evrelerde ihmal edilmemiş.  Dolayısıyla kasların ilk hareket öğretisi bu sistemle anlam kazanır. Hakeza yine ağzımıza aldığımız besinler isteğimiz dâhilinde işleme tabi tutulup çene kasları ve dişlerin öğütücü mekanizması sayesinde yutulabilir hale gelebiliyor. Bilhassa iki çene kemiğimiz birbirine son derece kuvvetli çene ve yüz kasları ile tutunarak güç oluşturmaktadır. Öyle ki sara nöbeti geçiren hastalarda çene kaslarının bir anda kenetlenmesiyle birlikte çeneyi açmakta çok zorluk yaşanabiliyor. Mesela gülmek, kızmak, göz kırpmak gibi eylemler bile kasların kasılıp gevşemesiyle ortaya çıkmaktadır. 

        İsteğimizin dışında çalışan düz kaslar ise malum yavaş ve uzun süreli olmak üzere kasılıp gevşemesi otonom sinir sistemi tarafından kontrolü sağlanıp yine beynin başka bir bölümünde odaklanmış ekstra piramidal sisteme tabii hücreler sayesinde otomatik hareket edebiliyor. Dikkat edin otomasyondan bahsediyoruz. Niye derseniz, çünkü öğrenme aşamasını tamamlayan kaslar meleke kazanıp otomatik işleyen bir makine misali bilinç dışı hareket eder hale gelebiliyor.  Örnek mi?  İşte mide ve bağırsaklar gibi tüm sindirim sistemine ait organların, kan damarlarının, idrar kesesinin ve diğer iç organlarının otomatik olarak kendiliğinden hacim değişikliğe uğramaları bunun birer bariz göstergelerini teşkil eder. Üstelik kendiliğinden otomasyon kazanmış bu yapıda iskelet kaslarında ki gibi fazla enerji harcanmaz da. Tıpkı bu yeni doğan bir çocuğun emekleme zamanında çokça enerji sarf edip, ta ki yürüme aşamasına geldiğinde eskisi kadar güç sarf etmeksizin hareket ettiği duruma benzemektedir.  Anlaşılan kasın kasılma boyutunu haberdar eden bilgiler omurilikte iki kanala ayrılıp iş bölümün gereği birini alfa hücreleri, diğerini ise gamma hücreleri üstlenmiş olurlar.  Yani alfa hücreleri kasılma ile ilgili fonksiyon yürütürken, gamma hücreleri de kas lifinin gevşemesine yönelik faaliyette bulunur. Hakeza kalp kası da tıpkı düz kas gibi istem dışı çalışıp sistol (kasılma) ve diyastol (gevşeme) evrelerini içeren bir kap döngüsü ile her kalp atımında ritmik olarak tekrarlanarak kendini gösterir. Ayrıca sempatik ve parasempatik sinirlerden müteşekkil otonom sinir sistemi ile hormonal sistem kalbin hızına ve kasılma kuvvetine etki etmek içinde vardır. Öyle ki bu sistemler kalp çalışmasını kontrol ederek panik atak durumlarında kaç ya da mücadele et şeklinde adrenalin etkiyle kasılma şiddeti yükseltirken bunun tam aksi durumda ise dinlen ya da sindir moduna geç denen parasempatik sinir etkisiyle de kalp hızı indirgenerek düşürülmüş olur. Bu demektir ki sinir hücrelerinin yapısında bulunan dendrit ve dendrite bağlı akson dalları kas lifiyle diyaloğa geçmesi sonucunda kas ritimlerinin atım tekrarlanmaları hareket etmesi pekâlâ sağlanabiliyor. Bu arada akson ve dendrit arasındaki ara bağlantıya sinaps denmekte olup, söz konusu bu bağlantı sayesinde kaslar bir anda aktif hale gelebiliyor. Fakat bazen canlıların dış duyu organları vasıtasıyla alınan veriler, bazense eklem ya da kaslardan gelen sinyallerin oluşturduğu iç geri tepme bağlantıları sekteye uğrayabiliyor. Bu durum ister istemez kas sisteminde birtakım arızalara neden olmaktadır. Hatta kaslarla ilgili arızalara şöyle göz attığımızda ilginç klinik vakalarla karşılaşırız. Şöyle ki;

     Myastenia gravisi (MG)

     Bilindiği üzere adalelerimizin toplam sayısı 529 olup, bunlardan 14 tanesi sadece göz kapaklarını hareket ettirmekle görevlidir.  Myastenia gravisi sendromun başlıca özelliği yüz kası ve bütün diğer çizgili kaslarda gözlenen aşırı yorgunluğa bağlı olarak zafiyet göstermesidir. Özellikle bu tip vakalarda yüz çehresi ve göz kaslarında düşme, çift görme, monoton bir ses tonunun oluşması, çiğneme ve yutmada güçleşme, dudaklarda açıklık veya sarkıklık gibi durumlar görülür. Ayrıca hastalığın seyrinde timus bezinin kontrolü altında fazlaca antikor salgılanır. Bu bakımdan myastenia hastalarda timus bezinde büyüme, yani hiperplazi görülebiliyor.

         Miyotom

         Malum olduğu üzere kaslara gelen uyarılar neticesinde kasılıp gevşemeler meydana gelmekte.  Ama bu olaya sadece kasılıp gevşemedir deyip geçiştiremeyiz. Bikere kaslarda kasılıp gevşeme mekanizmasının işlerlik kazanması için elin bilek mafsalından ön kola bağlayan kaslar birbirine zıt yönde etki edecek her iki mekanizmanın da tam takır devreye girmesi gerekir ki kasılma ve gevşemeler işlerlik kazanabilsin. Nitekim birinci grup kaslar gevşemeyi sağlarken, bir diğeri kasılmayı gerçekleştirmektedir. İşte karşılıklı iki gruptan gelen sinyaller sinir sisteminde anında karşılık bulup, böylece kas dengemiz sağlanmış olur. Zira kasılma gevşeme işlemleri kas hücreleri içerisindeki kasılıp gevşeyebilen miyofilament lifler aracılığıyla vuku bulmakta. Aksi durumda malum kas lifi tümörü denen miyotomun nüksetmesiyle birlikte kasın gevşeme güçlüğü vuku bulacaktır. Öyle ki   butip durumlarda gece uyku hali  ya da istirahat anında bile  hasta kendini felçli hissedip tüm günü neredeyse stres içerisinde  geçecektir.

         Müsküler hipertrofi

           Bilindiği üzere aşırı güç sarfiyatı gerektiren çalışmalar kasların büyümesine ve gelişmesine yol açıp, bu durum kas liflerinin her birinin çapça büyümesine neden olur ki buna hipertrofi denmektedir.  Esasen tariften de anlaşıldığı üzere hipertrofi durumlarında;

    -Kas dokuda kasıp gevşemeyi sağlayan protein iplikçi yapıda miyofibriller miktarca artış kaydeder,

    -Değişik etken maddelerde artış görülür,

       -ATP ve glikojen gibi enerji sağlayan etken unsurlar devreye girer.

       Derken tüm bu bileşenler eşliğinde birlikte kasın hareket gücü artış kaydedip bu arada besleyici mekanizma da güçlenmiş olur.

     Spinal Musküler atrofi (SMA-omurilik kaynaklı kas erimesi)

        Muskuler atrofi diye de bilinen bu vaka kasın kullanılamaması (kontraksiyon) veya zayıf kontraksiyon (kasılma) göstermesi şeklinde tezahür eder. Mesela suda yüzerken omurilik ön boynuz ve motor hücresi hastalıklarına bağlı olarak spinal musküler atrofi ve musküler distrofi gibi sendromlar ve kramp girmesi görülebiliyor. Hatta bacakların alçıya konup hareketsiz bırakılması ya da bir kasın kısa bir zaman diliminde bile olsa kullanılmaması durumlarında da atrofi (doku küçülmesi) nüksedebiliyor.  Hakeza bir kas siniri denerve (sinir kesisi) edilirse,  yani alınırsa derhal atrofinin teşekkülüne neden olacaktır. Şayet 3-4 ay içerisinde sinirle olan rekonversiyon, (bağlantısı) kurulursa kas  tekrardan normal fonksiyonunu kazanabiliyor.

         Kontraktür (kas sertliği)

      Kontraktür inadım inat diyebileceğimiz kasların kısılmasından dolayı klinikte kasın pasif gerilmeye karşı gösterdiği direnç hali olarak adalenin tutulmasıyla birlikte eklemlerde oluşan anormal postür alınması şeklinde hareket kısıtlılığı tarzında kendini gösterir. Bu durum daha çokta kaslara destek olan doku veya fibröz eklemlerde meydana gelmektedir. Keza ektremitelerin alçıda kalması veya herhangi bir sebebe bağlı olarak kas boyunun kısalması gibi durumlarda da kontraktür ortaya çıkabiliyor. Mesela kırılan bir kemik iyileşse de kısalması söz konusu olabiliyor. Hatta bu durumla birlikte kaslarında kısalıp kasılma kuvvetinin azaldığı gözlemlenmiştir. Nitekim uyluk kemiği kırıldığı zaman tedavi edilse bile eskisi kadar bacak kaslarında direnç sağlanmayabiliyor. Öyle ki normalinde 1,5 ton ağırlıktaki bir yükü tutabilen uyluk kemiği bu tür arızı durumlarda bir bakıyorsun tutma gücü 300 kilograma kadar düşebiliyor.

    Peki, bu tip vaklar nasıl teşhis edilir derseniz bikere nöroloji uzmanına kas kasılma ilgili şikâyetler için başvuran hastalar için öncelikle diz kapağına çekiçle vurularak kasların çalışıp çalışmadığına bakılarak teşhis edilebiliyor. Şayet diz kapağına çekiç vurulduğunda kaslar iki ucundan çekilip gerilmiyorsa veya uyarıcı etkiye karış uyluk kasları harekete geçip ayak ileri doğru fırlamıyorsa reflekslerin çalışmadığı anlamına gelmektedir. Hakeza fizyolojik kontraktür denemeler için verilen elektriksel uyartıların etkisiyle uzun süre lokal ve iletilmeyen kasılmalar ortaya çıktığı tespit edilmiştir. Hatta elektromiyografi (EMG) ile yapılan testler neticesinde duyu alamama ölçümleri elde edilebiliyor.  İşte elde edilen bu tür bulgulardan hareketle vücut mekanizmadaki bozuklukların bir kısmı kontraksiyon ya da buna bağlı kasılmayı sağlayan bozuk yapıdan ileri gelebileceği düşünülür.

        Mesela bir insan gücünün üstünde iş yaptığı zaman:

      - Rigor  (kas katılığı) ve tremor (titreme).

      -Lenf birikmesi ve hacminin artması,

        -Asetil kolin, epinefrin, Ca, K, Cl gibi extracellular (hücre dışı) izotonik bileşikler toplanması,

  -Kontraktür oluşması,

  -Fibröz dokularda bozukluklar,

        -Kemik boylarındaki kısalmalar gibi arızaların teşekkül edebiliyor.

       Anlaşılan refleks olayı iyi planlanmış bir şah eser olup vücudumuzda her an cereyan edebiliyor.  Zaten refleks hadisesi olmasaydı ansızın karşılaşacağımız olaylar karşısında ne yapacağımıza karar verene kadar atalarımızın deyimiyle Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş olacaktı ki, “ölen ölür kalan sağlar bizim” demekten başka hiçbir teselli dayanağımız kalmayacaktı. Bu yüzden refleks hadisesi düşünmeksizin aniden ortaya çıkan tepki varı davranışlar olarak tanımlanır.

         Tabes Dorsalis

         Sifiliz denen frengi hastalığının ilerlemiş evresinde sinir tutulumu kaynaklı dengesizliğin bacakta yol açtığı arızalar genelde Tabes Dorsalis olarak bilinir. Bilhassa bu tür arızalarda hastanın omurilikten gelen uyarıların hızı kesilip yavaşlaması neticesinde ister istemez yürürken adımların gereğinden fazla ileriye fırlatmasına neden olmaktadır. Hatta bu tür hastalar ayağını yere indirirken de topuğuna basarak indirirler. Yani hasta adımını atarken gözleriyle kontrol ederek yürümek zorunda kalır. Dolayısıyla bu noktada farkındalığı sağlayacak iletişim kanallarının işlev halde olması çok mühim bir hadisedir. Aksi halde bir insan yürürken adımını nasıl attığının farkında olamayacaktır. Anlaşılan o ki yürüme ile ilgili tüm bilgiler bize sinir merkezleri ile bağlantılı ayak ve bacaklarımızdaki kas ve eklemlerde kendi etkisini gösterir.  Böylece kaslarda ve eklemlerde vuku bulan tüm etkilenmeler beyincik tarafından değerlendirilip karşılık bulduktan sonra hareket kabiliyetimiz belli bir nizama girmiş olur. Hatta stresli olduğumuz anlarımız bile direk olarak beyincik tarafından değerlendirmeye alınmakta. Böylece farkına varmaksızın istirahat halinde bile segmental bir omurga innervasyon mekanizmayla kaslarda gerginliğin hissedilmesi denen kas tonusu bir stres durum yaşanmış olur.

       Parkinson

       Parkinson; gerek beyne ait ekstra piramidal sistemin bozulması, gerekse negatif geri tepme bağlantıların gecikmesi sonucu kaslarda devamlı titremelerin gözlemlendiği bir hastalıktır. Parkinson hastalara dışarıdan bakıldığında parmaklarının titrediğini görürüz.  Öyle anlaşılıyor ki; Parkinson yarı kararlı (metastabilite) hassas denge denen kontrol etme gücünün yitirilmesiyle ortaya çıkan bir pozitif geri tepme durumudur. Yani bu durum mevcut sistemin rayından çıkması anlamında arızi bir durumdur.

       Takma kol

       Wiener'in 1961 yılında bir kongrede takma kol ile ilgili sunduğu sunum takma kolla hayatını idame edecek hastaların gözlerinin parlamasına yetecek türdendi. Şöyle ki; takma kol diğer kopmuş bir kolun canlı olan kas kısmına bağlanmak suretiyle beyinden gelen sinyallere duyarlı hale getirilir. Böylece takma kolun hareket edebileceği noktasına gelinmiştir. Demek ki beyinden gönderilen sinyaller eşliğinde insan-mekanik ortak ilişkisi gerçekleşebiliyormuş.

       İşte mekanik protezle hayatını geçirmek zorunda kalan insanları görünce ister istemez kaslarımızın kıymetini bir kez daha idrak etmiş oluruz. Zira organların hareketi kaslar sayesinde mümkün olmaktadır.  Dolayısıyla bu iş için vücudumuzda düz ve şeklinde kas sistemi oluşturulmuştur. Ve bu sistem içerisinde yer alan iskelet kasları (çizgili kaslar)  tendonlar aracılığıyla kemiklere bağlanmış olup,  mikroskobik incelemesinde çizgili bir görünümde oldukları gözlemlenmiştir.

         Nasıl ki organları harekete geçiren kas dokusuysa,  kasları da harekete geçiren motor nörondan gelen uyarılardır. Sinir sistemine ait motor nöronlar bilindiği üzere beyin ve omurilikten çıkış yaparlar. Sinir hücreleri mikroskobik incelendiğinde yan yana çizgiler halinde açık ve koyu renk bantlardan meydana geldiği görülecektir.  Söz konusu A ve I diye adlandırılan bantların yapısında miyozin (kalın lif) ve aktin proteinler var olup,  birlikte aktomiyozin madde oluştururlar.  İşte bu çıkışla birlikte kas hücreleri arasında sinir–kas kavşağı denen snapslardaki impuls iletimi sayesinde kasa gelen uyarı kasılmanın başlatılmasını tetiklemiş olur.  Dahası snapslarda impuls iletiminde asetilkolin nörotransmitter madde olarak kullanılıp böylece kasılmayı sağlayan bir dizi olaylar bu madde sayesinde gerçekleşmektedir. Nitekim antrenman yapmaya başladığımızda kaslarımız derhal çalışmaya başlayıp vücudumuzun ısınmış olması bunun tipik örneğini teşkil eder. Hakeza titremede öyledir. Bu yüzden bilim adamları sinir sisteminden hareketle titremeyi başlatan hadisenin beynin alt kısmında bir noktada yer aldığını belirtirler. Hatta bu bölgeye yakın diyebileceğimiz kısımda vücudu aşırı sıcaktan koruyan bir başka noktanın varlığından söz edilmektedir. Hele vücutta sıcaklık artmaya bir görsün, derhal bu stratejik üs noktadan salınan sinyaller eşliğinde derimiz daha fazla kan akışına sahne olmaktadır.  Böylece bu hadiseyle birlikte terleyip serinlemiş oluruz.

         Peki, onca istemli ya da istemsiz işleyen bir sistemi için gerekli olan enerji nereden ve nasıl elde ediliyor derseniz, belli ki kasılma anında harcanan enerji mevcut kas deposunda stok edilen glikozun kullanılmasıyla elde edilmekte. Bu demektir ki gerek istem dışı, gerekse isteğe bağlı hareket eden kasların harcadığı güç sarfiyatı neticesinde oksijen azaldıkça laktik asit birikimi artış kaydedip akabinde kas yorgunluğu olarak karşımıza çıkabiliyor. Dolayısıyla bu durumda dinlenme moduna geçip dışardan soluduğumuz oksijenin kana karışıp laktik asitle birleşmesiyle birlikte enerjiye dönüşüp yeniden güç tazelemiş oluruz,  hatta bu arda açığa çıkan enerjinin fazlası da kas hücrelerinde depolanmış olur.  

        Kaslar bir yandan esnek yaratıldığından herhangi bir uyarma karşısında harekete geçebiliyorken,  öte yandan uyarılar durduğunda tekrar eski halini alabiliyor. Şayet kas sürekli uyarılıp gevşemesine fırsat verilmezse tıpkı ölen bir insanın kaskatı kesilmesi gibi durumla karşı karşıya kalınabiliyor. Mesela pazı kasları kasılıp gevşemesine rağmen sürekli uyarılmalara maruz kalındığında kas katı kesilmesi bunun en tipik misalini teşkil eder. Bu arada ceset demişken şunu belirtmekte yarar var. Şöyle ki; ölüm halinde oksijenden mahrum kalan kaslar fazla miktarda laktik asit birikimi neticesinde kas dokusu katılaşmış olmakta.   Tabii bu durum canlı için söz konusu değildir.  Çünkü canlılık denen hadise kasların karşılıklı birbirine zıt reflekslerin devreye girmesi neticesinde kasılıp gevşemelere oluşmakta.  Nitekim iskelet (çizgili) kasların bir takım karşılıklı etkileşimleri eşliğinde kasılıp gevşemeler nüksedip bu sayede hareket kabiliyeti ve canlılık belirtisi olarak iri ve diri olmaktayız. 

         Malum düz kaslar isteğimiz dışında çalışırlar. Diğerlerinde olduğu gibi düz kaslarda iğ şeklinde hücrelerden meydana gelir. Örneğin yemek borusu, mide ve bağırsak gibi iç organlarımızda yer alan kaslar düz kaslardandır. Peki, ya kalp kası nasıldır?  Kalp madem vücudun motoru, o halde ona hasta bir kas tasarımı olmalıdır. Zaten öyle de olup kalp kası çizgili ve isteğimiz dışında çalışan bir yapıdadır.  Dolayısıyla bu yönüyle diğerlerinden ayrı tutulmuş gözüküyor. Şöyle ki köken itibariyle çizgili kas olup düz kas gibi çalışmaktadır. Şayet kalp kası otomatik olarak isteğimiz dışında çalışıyor olmasaydı dışarıdan bir elin devreye girip aralıksız bir şekilde çalıştırması gerekecekti. İyi ki de bizim inisiyatifimize bırakılmamış, aksi takdirde en küçük bir ihmalde hayatımıza mal olacaktı. Dahası kalp kasımız kendine özgü otomatik kesintisiz elektrik güç kaynağı ile çalışmakla bizi çok büyük dertten kurtarmış olmaktadır.  Zira kalbin sinir odağı bölümünden çıkan elektriksi sinyaller kalbi fazlasıyla çalıştırmaya yetiyor artıyor da.  Tabiî ki elektrik kablolarında olduğu gibi kalp hastası hastalarda kalbe bağlı elektrik sinyalleri arıza verebiliyor. Neyse ki bu gibi durumlarda vücuda kalbin doğal atım mekanizmasını ayarlayan pacemaker cihazı takılarak kalbin kasılıp gevşemesi sağlanabiliyor.

          Velhasıl-ı kelam öyle anlaşılıyor ki; kas sistemi sadece insanoğluna özgü bir sistem değil aynı zamanda diğer canlılarında yapısını oluşturan bir sistemdir. Nitekim yassı ve yuvarlak solucanlarda düz kasın varlığı görülürken yumuşakçalarda da ilk kez çizgili kasların varlığı görülüp vücut hareketleri boyuna ve halka kısımların kasılmasıyla birlikte eklemli segmentler hareket ettirilmiş olur. Her ne kadar kas sisteminin istemli ve istemsiz çalışmasından haberdar olmasak da sonuçta kas sistemi belli bir düzen içerisinde her an ve her salise yorulmadan yolunu yol bilip yüklenmiş olduğu misyonu yerine getiriyor ya, bu bizim için çok büyük bir nimet olmasına yeter artar da.  

               Vesselam.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer

18 Mart 2023 Cumartesi

KOP TİPİSİ IŞIĞI: OSMAN OKUTMUŞ


KOP TİPİSİ IŞIĞI: OSMAN OKUTMUŞ 
 Her insan fani olmasına fani ama kimi unutulur gider, kimi hafızalarda yer eder, kimi de tarihin sayfalarında insanlıkla birlikte yaşar. Unutulanlarsa malum kimi zulümleriyle, kimi yolsuzluklarıyla, kimi de iğrençlikleriyle lanetlenir hep. Hiç kuşkusuz unutulmayanların unutulanlardan en belirgin farkı ilimleriyle, eserleriyle, hizmetleriyle yâd ediliş olmalarıdır. Öyle eminim ki Osman Okutmuş’ta ahlakı, dürüstlüğü ve âlicenap karakteriyle unutulmayıp yâd edilecek isimler arasında olacak hep. Hele onu yakından tanıyanlara öyle bir mesuliyet düşüyor ki o da ‘Kop Tipisi’ başlığı altında yazdığı yazılarla bir memleket sevdalısı nasıl olur bu özelliğini gelecek nesillere sürekli olarak tanıtmak olmalıdır. Nasıl tanıtmayalım ki, Rusların sıcak denizlere inme hayalini, keza Ermenilerinde Büyük Ermenistan hayaline set çekecek bu büyük direniş destanını onun kaleminden öğrendik. Her ne kadar onun fani varlığı toprağın bağrındaysa da, ruhu ebedi âlemde. Madem öyle bize Kar Beyaz Kop Tipisi Gönül Abidesinden geriye kalan o memleket aşkını yaşatıp kendimize görev telakki etmek düşer. Evet, O unutulmaması gereken büyük şahsiyetlerdendir. Bilhassa tevekkülü, ağır başlılığı, yozlaşmış şehir kültüründen uzak vakar duruşu Osman Okutmuş’ta ziyadesiyle en belirginleşmiş bir karakter örneğidir. Nitekim O hiçbir zaman bir yerlere şirin görünmek için çaba sarf etmediği gibi yozlaşmış şehir kültürünün her türlü üçkâğıtçılık, alavere ve dalaveresine tevessül etmezdi. Dahası onda tezahür eden dürüstlük, açık samimiyet, yüreklilik ve mütevazılık sıradan hasletler değil bilakis üzerine sinmiş en tabii haleti ruhiye halidir. Zaten kendisinde açık açık tezahür eden bu karakteristik mizacından dolayıdır ki karşılaştığı her kim olursa ona güvenir ve bir babacan ağabey olarak hürmet gösterirdi. İcabında iltifat ettiği kimseler de olurdu ama hiç kimse de kalkıp 'yağ çekiyor' diyemezdi. Yediden yetmişe hemen herkese samimi davrandığı için muhatabını da kendisi gibi görürdü. Hatta tenkit ettiği kimselerde olurdu ama ‘ya bu adam bana düşmanlık ediyor’ diye aklının ucundan bile geçirmezdi. Dolayısıyla tenkit edişinde temel amacının bağcıyı dövmek değil doğruyu bulmak olduğu her halinden besbelliydi. İşte bu yüzden kim çıkar da 'Osman Okutmuş şu makama veya mevkie gelmek için böyle davranıyor dese, buna kargalar bile güler asla pirim vermezdi. Hani ‘ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz’ bir atasözümüz var ya, nitekim kendisine 12 Eylül ihtilali müteakip Belediye Başkanlığı için ısrar edildiğinde o adeta elinin tersiyle itip kalemiyle hizmet etmeyi tercih etmiş nevi şahsına münhasır bir şahsiyettir. Her şeyden önce o gösterişi sevmezdi. Hiç kimseye yaranma derdi olmadığı gibi iman gösterisi yapma ihtiyacı da duymazdı. Hiç bir şeyin Allah’tan gizlenemeyeceğini bildiği içindir beşer planında riyakâr davranmazdı. Hele bilhassa memleket sevdası hemşerilerimizin şunu iyi bilmesi gerekir ki yaşadığımız şu çağda kendine dürüstlük, itidal, ağır başlılık, iyi niyetlilik noktasında örnek model olabilecek bir şahsiyet arayacaksa pek uzaklara uzanmasına gerek yoktur, o bizim zaten yanı başımızda o’na bakması kâfi. O halde bizim asıl derdimiz o’nun kar beyaz karakteristik meziyetlerini örnek alıp yaşamak ve yaşatmak olmalıdır. İşte bu noktada yeri gelmişken yetkililere şu çağrıyı yapmakta fayda var: Geliniz, böylesi donanımlı abidevi şahsiyet için tez elden kolları sıvayıp adına yakışır hem müze inşa edile hem de mezarı ziyaretgâh hale getirile. İnşa edilmeli ki gelecek nesiller onun ‘Kar Beyaz Kop Tipisi’ ışığından istifade edebilsin. Neden böyle bir çağrıda bulunma ihtiyacı hissettiğimi hiç kuşkusuz gençlik çağında bizatihi yakından tanımam hasebiyledir. Tâ lise çağlarında iken rahmetlinin matbaasında ‘Kop Tipisi’ yazılarını kurşun yapımı puntolarla Bayburt Postası Gazetesi sütunlarına dizmiş bulunmam, o’nu yakından tanıma fırsatı bulmama neden olmuş, böylece kendime bir Kar Beyaz Türk mizacı olarak örnek almam benim için büyük bir şeref nişanı oldu diyebilirim. Ancak bu şerefin kendi iç dünyamda oluşturduğu sorumluluğu, ona duyduğum engin hürmet ve hayranlığımı ömrüm boyunca ifade etsem kalemimin bile gücü yetmeyeceği muhakkak. Şayet bu gün gelinen noktada her yıl memleketimizde Dede Korkut şenlikleri düzenleniyorsa, yetmedi Bayburt Aşkale arasında ki 6 bin 335 hektarlık alan ‘Kop dağı Müdafaası Tarihi ve Milli Parkı’ olarak ilan ediliyorsa bunu o’nun kırk yıllık gazetecilik hayatında şehitler katında yazdığı Kop Tipisi başlığıyla kalemine döktüğü makalelerinin gücünden biliyorum. Öyle ya, her yıl düzenlenen törenlerle Çanakkale ve Kut’ül Amare şehitleri Türkiye çapında anılırda Mareşal Fevzi çakmak’ın ‘Bayburt savunması ikinci Plevne’dir’ dediği Kop şehitlerimiz niye garip kalsın ki. Allaha şükürler olsun ki Hacı Osman Okutmuş’un yıllar öncesinde gösterdiği bu çaba ve gayretin bugün meyvelerini toplamış durumdayız. Madem öyle gerek üniversite düzeyinde gerekse Bayburt’umuzun tüm kamu kurum ve sivil kuruluşları el ele gönül gönüle verip adına layık çalışmalar başlatmalı. Böylece hem Kar Beyaz Kop Tipisi abidevi şahsiyete karşı görevimizi ifa etmiş oluruz hem de Marco Polo’nun ‘Bayburt dünyanın en uğrak yerlerinden biridir’ dediği Dede Korkut diyarını gerçek manada uğrak mekân turizm cenneti haline getirmiş oluruz. Şu da var ki, böylesine sanatı, tefekkürü, mizacı, mücadelesi ve bütünüyle ilgi çekici bu denli geniş çaplı, çok yönlü bir insanı kaleme almak hem zordur, hem de ortaya yazı değil, eser koymak gerekir. Kaldı ki, onun hakkında yazılacak her yazı, eksik ve sınırlı kalmaya mahkûm da. Bakınız, o sadece Bayburt’la sınırlı kalmamış, NATO Genel Sekreterince Anadolu Gazetecilik ödülünü de almaya layık görülmüş bir gazetecimizdir. İşte bu nedenledir ki ömrünün çoğunu kalemine sarf etmiş böylesi bir şahsiyetin ancak yazı dizgilerinin puntosu olabildiysek ne mutlu bize, bu bizim için en büyük kazanç olur elbet. Doğrusu bu günkü gelişmiş matbaacılık sektöründe klasik kalan kurşun dökümü puntolarla tekrardan yazılarını dizilemeyi ne kadarda çok isterdim. Hiç olmazsa bu şekilde ruhaniyetinin canlı müzesi olmuş olurdum. Elbette ki hükmü ilahi gereği ‘Bütün nefisler ölümü tadacaktır...’ Olsun ervahı yaşıyor ya. Saçtığı kar beyaz ışığın sönmeyeceğine inancımız tam da. Hâsıl-ı kelam yüreğimiz dağlanıyor. Dün seviyesine ulaşmak imkânsızdı, bugün ise hatıralarına ve o aklımızdan çıkmayan kar beyaz sohbetlerine ulaşmak imkânsız. Bu yüzden şaşkınız, çaresiziz. Sanki dün bugünmüş gibi gözümüzde canlanıyor. Biliyoruz ki ruhun bundan haberdar; şimdilik samimi gözyaşlarımız ve Allah’ın sonsuz rahmet niyazlarımızdan başka sana bir şey sunamıyoruz. Oysa Hacı Osman Okutmuş ağabeyimiz çok daha fazlasına layık bir gönül abidesidir. Şimdilik başka ne diyebilirim ki, o bize ehtiyar (ihtiyar) derdi, bizde Hacım derdik. Madem öyle, kar beyaz ruhun şad ola. Vesselam. 
 SELİM GÜRBÜZER
 https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer