24 Haziran 2022 Cuma

HÜCRE İÇİNDE TEKNE TURU


 

                     HÜCRE İÇİNDE TEKNE TURU

      SELİM GÜRBÜZER

         Değişik türden canlıların hücre yapılarının içinde tekne turu yapıp kromozom sayısını incelediğimizde türden türe değişkenlik gösterdiğini pekâlâ görebiliyoruz. Örnek mi?  Mesela insan genomunun birçok canlı türünden farklı olarak sayıca 46 kromozomlu olması bunun en tipik örneğini teşkil eder. Ve bu sayı eşey hücreleri yoluyla yarı yarıya pay edilip 23’ü anneden,  23”ü de babadan gelmek suretiyle sabit sayıda 46 kromozomlu vücut hücreleri oluşmuş olur.  Dikkat edin sabit sayıda dedik, zira insan vücut genomunu oluşturan 46 kromozomlu yapının ne bir eksik ne bir fazlalığa evrilmesi asla söz konusu değildir. Belli ki her yaratılan canlı türünde olduğu gibi insanın yaratılışında da kromozom sayısı bakımdan belirli ölçü tayin edilmiştir. Rastgele tayin olmadığı gayet net bir şekilde ortada. Öyle ki, insan genomunu oluşturan cinsiyet hücrelerinin şayet kromozom sayıları mayoz bölünmeyle yarıya indirgenmemiş olsaydı 46 kromozoma sahip erkek ve dişi bireylerin birleşmesinden  (44+XY) + (44+XX) = 88 + XXXY = 92 kromozomlu canlı oluşumunun ortaya çıkması gerekirdi. İşte bu gibi durumlara meydan vermemek için belli ki; Yüce Yaradan yarattığı her tür canlıya ta baştan bir ölçü tayin etmiştir. Dolayısıyla insan genomuna yönelik dışardan herhangi bir müdahaleyle ne kadar oynanırsa oynansın 92 kromozomlu bir canlı oluşumunun vuku bulması asla mümkün değildir. Hadi vuku bulduğunu varsaysak bile ikinci bir kuşak nesilde mevcudun iki katı diyebileceğimiz 184 sayıda kromozomlu bir tabloyla karşı karşıya kalınırdı ki;  bu durum başlı başına insan genomunun sonunu getiren bir felaket tablosu olurdu. Derken böylesi bir felaket tablo karşısında ne bir sağlıklı bir bebeğin dünyaya gelmesinden söz edebilirdik ne de her hangi bir neslin kuşaklar boyu sürdürebilirliğinden. 

         Malumunuz günümüzde hızla gelişen teknolojiyle birlikte laboratuvar analiz çalışmalarıyla gelinen noktada hücre bölünmeleri çok yakından izlenebildiği gibi hücre bölünmeleriyle start alan kromatin ve kromonemanın oluşturduğu çok sayıda iplikten oluşan kromozomların keşfini de beraberinde getirmiştir. Tabii böylesi iplik ağıyla örülmüş kromozom dünyasının keşfi iyi hoşta bu sözü edilen iplikler acaba nasıl meydana gelmiştir sorusunun cevabını bulmak için de bir başka dalga boyunda tekne turuna ihtiyaç vardır. Tabii bunun içinde yine yola çıkıp günümüzün ileri düzeyde gelişmiş laboratuvar teknik metotlarının ortaya koyduğu doneleri de kendimize pusula yapmak gerekir ki bu amaç doğrultusunda yola çıktığımız hücre içi tekne turundan maksat hâsıl olsun. Nitekim laboratuvar analiz çalışmalarıyla belirlenen verilere baktığımızda her bir hücrenin kromozomundaki kromonemaların arka arkaya uzunlamasına birkaç kez bölünmesini gösterir tablo  “endomitoz” olayı olarak karşılık bulduğunu görürüz.  Öyle ki bu tabloda endomitoz hadisesi bölünmeler eşliğinde meydana gelen ipliklerle birlikte bant oluşturarak kendini gösterecektir. Değim yerindeyse söz konusu bant oluşumu iplik paketinden oluşan politen kromozomların kromonema ipliklerinde kromatinlerin birbiri ardı sıra dizilimi şeklinde sahne alınmış olur.  Hele ki günümüzde genetik analizör cihazlarla kayıt altına alınan ve kromozom haritalarında yerleri gösterilen gen ve bant dizilimleri adeta sahnelip gözlemlenebildiği gibi bu bant diziliminde her bir şahsa ait lokus allellerinin diğer şahıslara ait lokus alelleriyle birebir karşılaştırılması yapılabiliyor da. Böylece bu yapılan birebir karşılaştırmalar sayesinde interbantların lokus haritaları çıkarılıp çok rahatlıkla her bir bireye ait lokus alleller tespit edilebildiği gibi nesep davalarında çocuğun ebeveynlerinin kim olduğu çok rahatlıkla belirlenip bir rapor halinde ilgili mahkemelere sunulmakta bile. Hele bilhassa Adli Tıp veya Kriminal laboratuvarlarda DNA izolasyon analiz çalışmaları ve PCR işlemleri sayesinde STR denilen kısa tekrar gen bölgelerini temsilen DNA üzerindeki fiziksel özel konumunu gösteren pik şeklinde lokus alellerin birebir karşılaştırmaları eşliğinde kimlik tespit işlemleri neticelendirilmiş olunmakta. İşte kimliklendirmeye yönelik çalışmalarla ortaya konan pik görüntülerin haricinde birde farklı branşta ki genetik çalışma alanlarında gözlemlenen lamba fırçası şeklinde görünüm sergileyen dev kromozomların varlığından da söz edilir ki,  bu sözü edilen kromozomlar politen kromozomlardan daha uzun olup dört kromatit halde sahne alırlar. Hani her devasa oluşumun bir büyüleyici yanı olduğu gibi cüceleşme yanı da olur denir ya hep,  aynen öyle de lamba fırçası kromozomların da diploten oluşumundan sonra küçülme eğilim içerisine girdiği gözlemlenmiştir. Her neyse kromozomlar ister devasa görüntü versin ister cüce görüntü, sonuçta kaynağında spiral halkalar şeklinde görüntü veren kromozomlar metafaz ve anafaz safhasındayken sıcak su, asit buharı, alkolik çözeltiler ya da potasyum siyanür türü maddelerle muamele edildiğinde bu kez irili ve küçüklü pikler şeklinde görüntü verecektir. İşte bu tür cihaz görüntüleri eşliğinde veya cihaz çıktısı olarak gözlemleyebileceğimiz her hangi bir şahsa ait DNA profilinin gen bölgelerinde bir büyük bir küçük olacak şekilde kromozomu temsilen dizilim gösteren her bir pik görüntüsü (lokus alleli) aslında kaynağındaki kromonema görüntülerinden başkası değildir. Hele PCR ve denatürason işlemlerinden sonra genetik okuyucu cihazlara yürütmek için konulan DNA örneklerinin ekran görüntülerine göz atıp monotörden kromonemaların yapısında yer alan küçücük spirallerin döngü sayısının (kıvrım sayısının) kısa tekrarlı diziler halde artış kaydettiklerini izledikçe büyük spirallere dik bir şekilde uzandıklarını gözlemlemiş oluruz da. Böylece bu sayede büyük spirallerin döngü sayısının da mayoz bölünmenin profaz safhasında kromonema üzerinde sıralanan genlerin düğüm benzeri kısımlarında tekrarlanan polimeraz zincir reaksiyonun DNA replikasyonunu olarak görüntü vermiş olduğunu fark etmiş oluruz.    

           Görüldüğü üzere sırf canlının temelini hücreler oluşturmaktadır demekle hücre içi tekne turumuzu tamamlamış saylımayız.  Bikere hücre içi turumuzdan beklenen hedefe varmak için mutlaka “Bir ben vardır bende,  benden içeru”  diyen Yunus misali hücre içerisinin daha da dip dalgalarına yelken açmamız gerekiyor. Neyse ki artık gelinen noktada günümüz teknolojik laboratuvar uygulamaları sayesinde hücre âleminin derinliklerine artık girilebiliyor. Öyle ya, madem gelişmişlik yönünden iyi bir noktadayız,  o halde daha ne duruyoruz tez elden hücrenin başkenti diyebileceğimiz çekirdeğin içerisine günümüz gelişen laboratuvar teknik metotlarını da en iyi bir şekilde kullanaraktan yelkenler fora deyip girmeli ki hücre yapılarının merkezden nasıl idare edildiğini daha da yakından gözlemleyebilmiş olabilelim. Hatta derya-i umman olarak nitelediğimiz hücre âleminin merkezinin de merkezine, çekirdeğinin de çekirdekçiğine dalıp tekne turumuzu devam ettirmeli ki hücre yapılarının beyni mesabesinden sayılan DNA’nın sırrına vakıf olabilelim. Nitekim tekne turumuzu devam ettirdiğimizde ilk etapta DNA’nın merdivenimsin spiral yapısını yakından gözlemlemiş oluruz da. Hele günümüz gelişen laboratuvar teknik uygulamaları sayesinde turladığımız hücre sarayının her bir durağında soluklayıp konakladığımızda biyolojik hayatın derin bir yapı üzerine kurulu bir yapının nasıl düzenli bir şekilde işlerlik kazandığını, hücrenin tüm elemanlarının hiç şaşırmadan rotasını nasıl belirleyip ne şekilde seyri âlem eylediklerini yakından gözlemleme fırsatı da bulmuş oluruz.  Hücrenin derinliklerinde yetmedi sadece bir iki durak değil daha birkaç durak daha dalıp seyri âlem eylediğimizde rotamızın varacağı nokta yaratılış gerçeğini daha da yakinen idrak etmek olacaktır.  Derken hücre âlem deryasına dalmaktan elde edilecek en güzel ecir   “Allah” adını anmak olacaktır.

           Gerçekten de tekne turuyla hücre âleminin engin deryalarına daldığımız her bir durakta neler yok ki, mesela durakların birinde nükleik asitlerle yüzleştiğimizde, Deoksiribonükleik asit (DNA) ve Ribonükleik asitin (RNA) bünyesinde taşıdıkları iki tip şeker molekülüne göre  (riboz ve deoksiriboz) 5 C’lu (beş karbonlu) şeker moleküllü bir yapıda olduğunu gözlemlemiş oluruz.  Ancak her iki molekül arasındaki ayırımını yapabilmek için her ikisine daha da yakından baktığımızda ribozun aynı karbon atomuna karşılık gelen OH (hidroksil)  grubu yerine deoksiribozun bir hidrojen molekülününe (H) karşılık geldiğini görürüz.

           Aslında nükleik asitlerin hidrolizle ayrıştırılmasıyla birlikte 5’C’lu şekerli oluşumunun yanı sıra fosforik asit ve organik bazlarla da bir bütünlük arz eden iki esas molekül olarak sahne aldıklarını görürüz. Böylece organik bazlar pürin ve pirimidinler olarak karşımıza çıkıvermiş olurlar. Öyle ki,  pirimidinler bir halkada sıralanan 4 C ve 2 N atomundan meydana gelmiş bir temel iskelet yapıyla karşımıza çıkarken,  pürinler de çift halka şeklinde karşımıza çıkar. Öyle ki çift halkadan biri pirimidinlerle aynı olup ikinci halkası ise 2 N ve 1 C atomlu yapıdan ibaret bir halkadır. Derken bu temel iskelet yapının serbest temel bileşenlerine çeşitli atomların bağlanmasının ardından tıpkı sofilerin zikir halkasıyla özdeş diyebileceğimiz pürin ve pirimidin tarzında halka kurulmuş olunur.  Ve bu halkada yer alan adenin, guanin bazları “pürin baz” olarak addedilirken, stozin, timin ve urasil bazlar ise “primidin baz” olarak addedilirler. Yani bu demektir ki, nükleik asitler nükleotidlerin kondansasyonu ile meydana gelmiş olup bu sayede nükleik asitler yapılarında bulunan şeker molekülleri ve organik baz durumuna göre halka kurulumu gerçekleşmiş olur.  Netice itibariyle DNA’yı oluşturan ve yapısında deoksiriboz şekeri bulunan nükleotidler “Deoksiribonukleotid” olarak addedilirken, RNA’yı oluşturan ve yapısında riboz şekeri bulunan nükleotidler ise “Ribonükleotid olarak addedilirler. Bu arada nükleotitler yapılarında bulunan organik baz durumuna göre de adenin, guanin, stozin ve urasil olarak adlandırılırlar. Değim yerindeyse  “Adı güzel ismi güzel Muhammed aşkına” nükleotidleri yapısına göre şeker tadında bir isimlendirme yaptığımızda bunun adı Fen bilimlerinde    “deoksiribonükleotit”  olarak karşılık bulurken “Topraktan geldik toprağa döneceğiz aşkına” toprağın bağrındaki azot içerikli organik baz içeriğine göre toprak tadında isimlendirme yaptığımızda bunun adı bu kez  adenin nükleotid” olarak karşılık bulur.  Madem hem şeker tadında hem de toprak tadında DNA bu denli beynelmilel Tıbbi isimlerle anılmakta, o halde hücrenin ana kumandan merkezine doğru rotamızı çevirip tekne turuyla dalış yapalım ki DNA’nın meşhurluğu neymiş yakından bir görmüş olalım:           

            Replikasyonlu Tekne Turu

           DNA hem kimyasal özellikleri bakımdan hem de dölden döle hücre içerisinde sabit özgül ağırlığını sürdürmesi bakımdan hayati öneme haiz bir moleküldür. Belli ki DNA gerek gerek nitelik, gerekse nicelik bakımdan kaynağındakine benzer bir şekilde kopyalanaraktan çoğalmak mecburiyetindedir. Aksi halde dölden döle ve kuşaktan kuşağa yolculuğunu sürdüremeyeceği muhakkak. Dolayısıyla bu durumda DNA’nın kendine özgü proteinleriyle birleşmesinden oluşan kromozomlar,  hücre bölünme ve çoğalma aşamalarında kendi orijinal formunu korumak adına bir uçtan diğer uca doğru boylu boyunca kendine eş bulmak için yola koyulur da.  Derken yolculuğun başlangıcında DNA üzerinde saklı tutulan türe ve canlıya ait kalıtsal bilgiler kopyalanaraktan ikileşmeler vuku bulur ki bu durum biyoloji bilim dalında replikasyon (kopyalanma),  duplikasyon (ikileşme)  ve reduplikasyon (ikileme, çift olma) olarak kavramlaştırılır. Öyle ki,  replikasyon olayının başlangıcında zayıf hidrojen bağları adeta açılıp kapanan fermuarı gibi işlev görüp böylece pürin ve pirimidin uçlarının açık halde serbest kalmasını sağlar.  Peki, iyi hoşta,  pürin ve pirimidin neden kollarını açmış halde serbest halde kalır derseniz, sebebi gayet basit ve açık.  Çünkü hücrenin hammadde deposundan hareket etmek için yola çıkan nükleotidleri kendi pürin ve pirimidin uçlarına tutundurup kendi koduna uygun bir kodla eşleştirmek içindir elbet.  Malum bu sayede fermuarın açılan kollarından ayrılan her bir nükleotid eşlerinin yerine hücrenin hammadde deposundan gelen yeni nükleotitlerle birebir eşleşmeler neticesinde ikili dizilim ortaya çıkar ki,  bu ikinci dizilim birinci dizilimin tamamlayıcısı anlamına gelen komplementer gen dizilimi olarak isim alır. Hatta yolculuğun ikinci aşamasında vuku bulan bu türden ikileşmeler (çoğalmalar) semikonservatif (yarı saklı)  dizilim olarak da tanımlanır. Tanımdan da anlaşıldığı üzere semikonservatif ikileşmeyle birlikte meydana gelen her bir çift iplikli DNA sarmalındaki halkalardan birinin kendi orijinal sarmal halkasından geldiği, diğerinin ise yeni sentezlenmiş olduğudur. Böylece fermuar misali açılıp kapanan dizilimler eşliğinde DNA sarmalının eski koluna yeni bir kol takılmış olur ki, böylece kol takılmasıyla birlikte replikasyon süreci tamamlanmış olur. Tabii bu tip ikileşmelerden farklı olarak bir başka ikileşmelerden söz edilir ki, bunlar konservatif (saklı)  ve dispersif (parçalı) yapıda replikasyon dizilimlerinin oluşabileceğinden söz eden tezler olarak gündemde yerini alırlar. Nitekim eski sarmal nükleotid diziliminin aynı kalması şartıyla yepyeni bir çift sarmal dizilimin oluşacağından söz eden tez “konservatif (saklı) replikasyon (ikileşme)” olarak adından söz ettirmektedir. Hakeza orijinal ata zincirin kopyalanması esnasında nükseden kırılmalarla iki yeni çift sarmal dizilim içerisinde dağılan parçalar halinde eski veya yenisinden yeni bir DNA halkasının oluşacağından söz eden tez ise “dispersif (parçalı)  replikasyon (ikileşme)”  olarak adından söz ettirir. Tabii bu tür olası ihtimali tezler ileri sürmek iyi hoşta yine de önümüzde tıpkı üç bilinmeyenli denklem misali en karmaşık ve en zayıf tezler gibi durmakta.  Her neyse genel kabul tezleri baz alsak bile tekne turumuza devam ettiğimizde aslında DNA replikasyonu denen hadise bize bir noktada şunu gösteriyor ki; DNA sarmalının iki yakasının nasıl açılıp nasıl kopyalandığı tam aydınlatılmış bir husus gibi gözükmüyor. Belli ki bu mesele daha çok su götürecek gibi gözüken bir araştırma konusu olarak önümüzde durmakta.   Araştırma konusu olduğu şundan besbellidir ki bir bakıyorsun A. Kornberg ve arkadaşları DNA’nın sentezlemesinde rol oynayan enzim ve enzim benzeri maddelerin meydana çıkabileceğini ümit ederek, söz konusu maddelere ilaveten üç fosfatlı nükleotit trifosfat bileşiğini de aynı deney tüp içerisine koyaraktan bu işe girişmişler de. Derken bu tür girişimler bir noktada meyve verip her nükleotit biriminin canlı hücrelerdeki nükleotit biriminin pentoz, bir nükleosit oluşturmak için 1 numaralı karbon vasıtasıyla azotlu bağlanırken pentozun da 5 numaralı karbon atomu vasıtasıyla fosforik asite bağlanmaları neticesinde uzayıp sonunda bir nükleotid kadar boyu kadar DNA molekülleri oluşturulabildiği gözlemlenebilmiştir. Öyle ki giriştikleri her denekte bilhassa DNA’nın kendisini eşlemesini katalizleyen enzim olarakta E. Coli (koli basili)  canlı hücre kullanılmıştır.  Zira bu söz konusu bakterinin her 20 dakikada bir bölünerek hızla DNA meydana getirdiği gözlemlenmiştir.

                 Rekombinasonlu Tekne Turu

       Bilindiği üzere canlıların genetik özelliğini tayin eden molekül DNA’dır. Elbette ki DNA bu özelliklerini yönetici konumda mensub olduğu canlı türüne katarken, bu arada bir takım işlemleri de devreye koymak zorundadır. Bu yüzden rekombinasyon’u tanımlarken soyaçekim kanununun bir gereği olarak iki ayrı kanaldan gelen DNA moleküllerinin birleşerek birbirlerine kattıkları yeni tip kalıtsal bir yapının adı olarak tarif ederiz. Dahası böylesi bir tanımlamanın muhatabı durumunda olan anne ve babalardan gelen soyaçekim karakterlerin bir araya gelmesiyle oluşan yeni genotipin (kalıtsal yapının) adı manasına gelen bir tanımlamadır bu.  Ancak bu tanımlamadan hareketle bu demek değildir ki DNA rekombinasyon işlemleri oldubittiye getirilip sırf ben yaptım tarzında cereyan etmektedir. Bilakis tüm bu işlemler bir başlatıcı protein molekülünün öncülüğünde alev almasıyla birlikte rekombinasyon hadisesi vuku bulmaktadır.

        Malum bakteriyofajlar çok özel olarak bakteriyi tanıyıp enfekte ederekten bakteriyi yiyen manasına gelen virüsler demek olup asla canlı değillerdir.  Ancak canlılık kazanıp çoğalabilmesi için bir bakteriye ihtiyaç duyarlar ki, işte bu noktada rekombinasyon hadisesinin devreye girmesi lazım gelir. Nasıl mı? Mesela rekombinasyon hadisesi için en basitinden örnek verecek olursak,  bikere genetik karakter bakımdan biraz akrabalık yönünden zayıf iki farklı bakteriyofaj suşunun aynı konak bakteriyi enfekte etmesinde sıkça karşılaştığımız hadise bunun en tipik örneğini teşkil eder zaten. Nitekim bir virüs ve bir konak hücrenin virüs partiküllerinin multipl enfeksiyona uğraması neticesinde rekombinasyon vuku bulabiliyor. Keza birbirine çok yakın iki yakın mikroorganizmanın genetik materyal kodları bir arada bulunduklarında da rekombinasyon gerçekleşmekte. Hatta mikro seviyedeki bir canlı türün DNA kodunda yer alan genlerden bir kısmının diğer mikro seviyede ki canlı türün DNA koduna transferi bile söz konusu olabiliyor. İşte tüm bu anlatılardan ve hücre içerisinde cereyan eden bir takım mikro düzeyde canlı türlerinin genetik kod örneklerinden çıkaracağımız ders şudur ki;   bakteri genetiği öyle alelade basite alınabilecek türden bir dünya değildir. Bilakis böylesi bir genetik dünyanın oluşması için bikere her şeyden önce bir bakteri hücresinin diğer bir bakteri hücresiyle temasını sağlayacak DNA transformasyon araçlarından transdüksiyon ve konjugasyon gibi daha birçok genetik aktarımı yapacak araçların devreye girmesi gerekir ki rekombinasyon olayı gerçekleşebilsin. Hem kaldı ki biz istesek de istemesek de hücre içerisinde bu tür genetik rekombinasyon araçları devreye girip bir program dâhilinde her an, her salise yaşanmakta da zaten.  Zira önceden planlanmış program gereği rekombinasyon sayesinde çokluk içerisinde birliktelik diyebileceğimiz türden ortaya çeşitlilik doğmuş olur. Ancak bu demek değildir ki ortaya çıkan bu çeşitlilikle birlikte genlerin orijinal kayıtları dışında yeni bir tür meydana getirmesi denen bir hadise vuku bulacaktır. Tam aksine aynı neslin, aynı türün başka bir türe veya başka bir nesle dönüşmeyecek şekilde devamlılığını sürdürecek türden bir çeşitlik hadisesi vuku bulacaktır. Maalesef gel gör ki bu gerçeklere rağmen, bir bakıyorsun evrimciler, en basitinden rekombinasyon hadisesinde bile sanki mal bulmuş mağribi gibi kendilerine pay çıkarıp evrime delil olarak sunma işgüzarlığında bulunabiliyorlar. Hiç boşa heveslenmesinler,  basit bir hadisede olsa onlara asla zırnık bir pay çıkmaz. Çünkü canlıların yaratılışından bugüne rekombinasyon hadisesiyle ne orijinalinden farklı bir tür ortaya çıktı, ne de farklı bir canlı yaratık,  zaten çıkmaz da. 

         Her neyse evrimciler hayali deliller peşinde koşa dursunlar, şu bir gerçek bir yerde alıcı varsa muhakkak verici de var demektir.  Nitekim alıcı ve verici kavramlar sadece bilim literatüründe kullanılan kavramlar değil,  atalarımızın “Veren el, alan elden üstündür” şeklinde dile getirdikleri atasözüyle de sosyal hayata geçmiş kavramlardır.  Biyolojik hayatta da mesela iki bakteri arasında fiziksel temas ya da bir aracı olmaksızın gerçekleşen gen transferi olayında verici konumdaki hücre reseptörleri  donör” olarak kavramlaşırken, alıcı konumdaki hücre reseptörleri ise   resipient” olarak kavramlaşmış durumdadır. Madem alıcı ve verici reseptörler kavramlaşmış durumda, o halde sakın ola ki iki bakteri arasında resipient ve donör ilişkisini al gülüm ver gülüm” tarzında sıradan bir iletişim ilişkisi olarak algılamayalım.  Tam aksine nizami bir iletişim sisteminin göstergesi diyebileceğimiz sinyal transdüksiyonunda yer alan bir protein maharetine dayalı bir iletişim ilişkisi olarak algılamamız gerekir. Çünkü transdüksiyonla sağlanan iletişim sadece iki bakteri arasında cereyan eden sıradan bir iletişim ilişkisi değil aynı zamanda çeşitli bağırsak bakterileri, pseudomonas, bacillus, staphylococcus ve vibrio türü mikro canlıların dünyasında da görülen sistemsel bir sinyalizasyona dayalı bir iletişim ilişkisidir bu.    

         Bu arada hazır sözü alıcı ve verici ilişkilerden açmışken bu konuyla ilgili biyolojik tanımları ve kavramları maddeler halinde özetle şöyle sıralamakta fayda vardır elbet.   Şöyle ki;

        -Bilindiği üzere bakteriyi enfekte eden virüs diye bilinen bakteriyofajların litik ya da lizogenik şeklinde hayat döngüleri olabiliyor, bazılarında ise her ikisi birden olup virionun çoğalmasının hemen akabinde konak hücrenin parçalanmana ve ölümüne yol açan durum vuku bulmakta. Nasıl mı?  Mesela T4 gibi öldürücü fajlar bunun en tipik örneğini teşkil ederler. Hele bakteriyofajlar her iki koldan hayat döngüsünü başlatmaya bir görsün hemen otonom olarak çoğalıp, sonrasında virionun çoğaldığı konak bakteri hücresini parçalayıp eritmesiyle birlikte sonu ölümle sonuçlanacak bir vukuat hadisesi bulur ki,   böylesi mikro canlı açısından neticelenen acı sonlanma “virülan bakteriyofaj”  hadisesi olarak karşılık bulur.  Bu arada açığa çıkan virionlar,  konak hücreye yaşattıkları acı sonlanmanın akabinde kendilerine yeni bir konak bulmaları gerekir ki yeniden çoğalıp parçalayıcı ve öldürücü etkisini sürdürebilsin.     

           -Bir virüs bir şekilde bakteriye dokunup RNA’sını da içeri enjekte ettiğinde adeta bakterinin rengine bürünüp özdeşleşebiliyor. Dolayısıyla böylesi transdüksiyon olayında (sinyal iletiminde) rol oynayan alıcı hücre (bakteri) lizogen konumda bulunurken, verici hücrenin (virüsün) genleri de kendine yeni karakteristik genetik kazanım edinmiş konumda bulunur. Bu bir bakıma bakteriyofaj aracılığıyla birlikte kromozom çoğalması diyebileceğimiz bir renge bürünmek şeklinde kazanım demektir.  İşte böylesi bakterinin virüs RNA’sına bürünmesi şeklinde ortaya çıkan bu kazanımın adı   bakteri lizogenik döngü olarak anlam kazanır. Ancak bu tür döngü kazanımda yukarıda ki ilk maddede bahsettiğimiz şekliyle konak hücrenin parçalanmasına neden olunmaz. İşte bu nedenledir ki böylesi birbirinde öldürücü şekilde parçalanmaya veya erimeye yol açmaksızın vuku bulan bu ve buna benzer şekilde lizogenik olabilen fajlar ılımlı fajlar manasına “temperate phage” döngü olarak tanımlanırlar. Hatta yine bu ve buna benzer gen naklinde viral genom konak genoma enjekte olduğunda zararsız bir şekilde eşleşip profaj olarak bakteri kromozomuna sokularaktan fajlanması gibi durumlarda  lizogenik” döngü olarak tanımlanır. Dahası böylesi tanımlamalar eşliğinde özetle şunu diyebiliriz ki bir başka konuk bakterinin bazı genetik özelliklerini bakteriyofaj yoluyla elde ettiği bu tür gen kazanımları “faj konversiyonu” veya “lizojenik konversiyon” olarak anlam kazanmış olur.  Tanımlamalardan da anlaşıldığı üzere yeter ki konak hücre sağlık sıhhati yerinde olsun virüs bir şekilde sessiz sedasız bir şekilde hayatiyetini sürdürecek demektir. Ta ki konak hücrenin sağlık sıhhat şartları bozulmaya yüz tutar işte o zaman pusuya yatıp fırsat kollayan endojen fajlar (profajlar)  hemen puslu havadan istifadeyle tıpkı insanlığın yakın dönemde geçirmiş olduğu pandemi dönemlerini hatırlatır diyebileceğimiz bir refleksle konak hücre parçalanmasıyla birlikte ölümüne yol açarda.          

       -İki bakteri arasında fiziksel bir birleşme veya bir bakteriyofaj aracılığı olmaksızın gerçekleşen genetik madde aktarımı genetik bilim dalında  transformasyon kavramıyla ifade edilir. Dikkat edin kavramın sözlük anlamından da anlaşıldığı üzere genetik madde aktarımında veren el  donörolarak addedilirken, alıcı el ise  resipient olarak addedilir.

        -İki bakteri arasında stoplazmik köprü vasıtasıyla birinden diğerine genetik madde transfer etme olayı “konjugasyon” diye tanımlanıp, konjugasyonda rol oynayan verici bakteri hücresi  erkek (F + (fertil)” olarak addedilirken, alıcı konumda F faktörü taşımayan bakteri hücresi de  dişi  (F bakteri hücre)” olarak addedilir. Ayrıca erkek bakterilerde bakteri kromozomundan farklı olarak adına seks faktörü denen F (fertilite=döllenme) faktörü daha vardır ki,  tıpkı Koli Basili E.coli bakterisinde olduğu gibi verici özelliği ile bu faktör sayesinde bakteri kaynaşması vuku bulmakta. Nitekim erkek ve dişi bakteriler aynı ortamda bulunduklarında erkek bakteriden dişiye gen aktarılırken F faktörünün devreye girmeli ki bakteri kaynaşması vuku bulmuş olsun. Zira DNA aktarımında F faktörünün bir hücreden diğerine geçişi seks pilusların (fimbriumların)  aracılığıyla gerçekleşmektedir.        

          -Kromozomlardan apayrı madde olarak değerlendirilen ve içerisinde bulunduğu bakteriye bazı özellikler katma özelliği el dikkat çeken bir diğer kromozomdan ayrı DNA parçaları faktörüne  “plazmid” denip, konak organizmanın kromozom DNA’sıyla sentezlenip bütünleştiğinde “epizom” olarak anlam kazanır. Nitekim bunda F- faktörü plazmid oluşumunun tipik bir örneğini teşkil edip epizomlar olarak otonom çoğalabildikleri gibi kromozoma entegre olarak da çoğalmaktalar.

        -Ebeveynlerin kromozomlarında bir takım değişikliklere paralel annelik ve babalık yönünden geçiş yapan DNA lokus allellerinin çocukta bir baz ileri ya da geri şeklinde bir takım değişikliklerin tezahür etmesi genetik bilim dalında “mutasyon”  kavramışla karşılık bulur. Nitekim mutasyonlar genellikle ani değişiklikler olarak karşımıza çıkıp canlı organizmanın yapısında değişikliğe yol açan mutajenik etkilerin başında daha çok çevresel ve kimyasal faktörlerin yanı sıra ultraviyole veya iyonize olmuş ışınlar gibi bir dizi etken unsurlar gelmektedir. İşte bu nedenledir ki bir dizi etken unsurların etkisiyle oluşan mikroorganizmanın genetik yapısında dışa yansıyan fenotipik değişiklikler   ”modifikasyon” olarak addedilip anlam kazanır. Bir başka ifadeyle bir mikroorganizma üzerinde oluşabilecek bir kısım arızi değişikliklerin kahır ekseriyeti yukarıda sıraladığımız etken unsurların oluşturduğu bir takım kırılmalara bağlı olarak tezahür etmekte. Her ne kadar sonradan nüksetmiş değişiklikler canlı için zararlı değişiklikler olarak karşımıza çıksa da şu da bir gerçek çok nadirde olsa faydalı mutagenik değişikliklerin olabileceği durumlar da söz konusu olabiliyor. Nasıl mı? Mesela bir bakteri düşünün ki o bakterinin işine yarayacak faydalı türden mutasyon oluşumu vuku bulabileceği gibi bakteri bünyesinde antimikrobik madde karşıtı dirençli mutantların teşekkül etmesiyle birlikte antibiyotiğe karşı daha az hassaslığı da söz konusu durum vuku bulmakta. Hatta mutasyon hadisesiyle birlikte bir bakıyorsun sırf bakterinin kendine özgü pigment, spor, kirpik gibi genetik karakteristik özellikleri bir anda pigmentsiz, sporsuz ve kirpiksiz mutant durumlar ortaya çıkabiliyor. Hatta ve hatta bir kısım mikroorganizmaların kromozomunda bulunan lokus allellerinin spontan veya mutagen etkilere eğilim göstermesi de genler üzerinde ani değişikliklerin ortaya çıkmasına yol açabilmekte. Öyle ki bu tip değişikliklerde bilhassa hücre çeperinin yapısında mutasyon kaynaklı bir arızi durum ortaya çıktığında ister istemez bakteri kolonisinin morfolojisinde, antijenik yapısında veya virulansı üzerinde birtakım değişmelerin görülmesi kaçınılmaz hal alabiliyor. Örnek mi?  Mesela Diplococcus pneumoniae kapsüllü veya kapsül durumuna göre tiplere ayrılıp bunların kapsül oluşturma yeteneğini kaybetmeyen türlerinin mutant suşları deney hayvanları üzerinde hastalığa neden olan patojenik virülans bir durum oluştururken, kapsül oluşturma yeteneğini kaybeden R yabanıl ve Vestigial mutant soylarının ise tam aksine avirulantlık durumu oluşturur.

        Escherichia colinin bazı bakteriofajları ve mikro DNA virüslerin (Parvovirüsü) DNA’sı tek zincirlidir. Orta büyüklükte virüsler (Reoviruslar) ve bazı bitki virüslerin genetik maddesi ise çift sarmallı parçalı yapıda bir RNA’dır. Fakat bakterilerde belirleyici özellikte genetik karakter DNA olup, haploittirler, yani n kromozomludur. Aynı zamanda bakterilerde konstitutif enzim diye tanımlan enzimler adına uygun davranıp bir şeyler oluşturmak üzere konuşlanmışlardır. Nitekim glikozun kullanılması ile ilgili enzimler de böyledir.

        -Ortamda sadece indükleyicilerin varlığında (substrat) sentezlenen enzimlere “indüklenebilen enzimler” diye tarif edilir.

        -Kolay ve çabuk kullanılabilen maddelerin ortamda bulunmasıyla birlikte bakterilerin metabolizmasına yönelik gerekli enzim sentezinin önüne geçilmesi olayı “katabolit represyon”  kavramıyla ifade edilir. Keza yine birtakım biyokimyasal olaylar sonucu hücre içerisinde yeterli derecede ürün sentezi için gerekli enzim yapımının baskılanması işlemi de  son ürün baskısı”  kavramıyla izah edilir. Zira bakterilerde enzim sentezi ile ilgili genlerin fonksiyon görmesi bir regülâsyona tabiidir. Fakat bu regülâsyon ancak bir takım genlerin kontrolü altında işlem görebiliyor. Nitekim bakteri ya da virüs genomunda herhangi bir biyolojik faaliyet için repressör (baskılayıcı) proteinleri bağlayan hemen yanı başındaki genin transkripsiyonunu kontrol eden, yetmedi DNA üzerinde ard arda dizilen genlerin önü sıra koşan enzimlerin fonksiyon görüp görmeyeceğini kontrol eden “operatör gen” bulunmaktadır. İşte bu tanımdan da anlaşılan o dur ki;  DNA direktiflerinin mRNA vasıtasıyla ilgili yerlere ulaştırılması operatör genin öncülüğünde start almaktadır. Dolayısıyla genetik bilim dalında tek bir promotörün himayesi altında bir gen kümesi içeren ve operatör gen kontrolündeki enzim sentezi ile alakalı genlerden oluşan küme görünümü birime “operon” adı verilmektedir. Operon genin dışında veya DNA molekülünün bir başka kısmında ise düzenleyici (regülatör) gen bulunur ki, bu tip genlere regülatör gen denir.  Hatta bunlar operon genin fonksiyon kazanmasında bile düzenleyici rol üstlenirler. Dahası birtakım enzimlerin sentezi regülâsyona tabii veya endeksli olduğu gibi bizatihi DNA ve RNA’da regülâsyona tabiidir. Anlaşılan protein sentezi için lüzumlu olan genetik şifreyi veya yazılımı DNA’dan ribozomlara götürüp, bu iş için özel protein enzim yapımını sağlayan RNA moleküllerinin oynadığı rol çok önem arz etmektedir. Bu arada protein sentezi esnasında birden fazla ribozomun mRNA üzerinde bağlanmasının akabinde oluşan yapı  polizom” kavramıyla ifade edilir.

·                          -DNA molekülü bir eksen etrafında minare merdiveni şeklinde heliks teşkil eden 2 spiral halkadan meydana gelir. Dolayısıyla minare görünümlü merdivenimsi spiral halkayı teşkil eden nükleik asitlere “nükleotit” denmektedir. Malum nükleotidin yapı elamanlarını ise fosforik asit, deoksiriboz ve dörtlü azot baz içeren; “adenin, guanin, timin ve sitozin “oluşturmaktadır. Derken DNA çift sarmal halka yapı içerisinde konumlanmış yapı elamanlarının spiral merdivenimsi basamaklarının bir halkasını  (ipliğini) “pürin molekülleri” (adenin ve guanin bazları) oluştururken, diğer halkasını ise “pirimidin molekülleri” (sitozin ve timin bazları) oluşturmaktadır. Bu arada unutmayalım ki bir takım oluşumlar da mesela bakteri DNA moleküllerinde adenin yerine 6-amino pürin yer alırken, bazı bakteriyofaj oluşumlarında sitozin yerine 5-hidroksi metil stozin yer alır.

·                          -Azot, mikroorganizmaların protein yapısında bulunabildiği gibi özellikle nükleik asitler, pürin ve pirimidinlerin yanı sıra çeşitli enzimlerin dünyasında da önemli konumda bulunurlar. Önemi şundan besbellidir ki bir takım bakteriler bilhassa bitki köklerinde nodüller halinde azot fiksasyonu görevi ifa etmek için vardır.  İyi ki de varlar, genellikle baklagillerin köklerinde yaşayan havadaki azotu toprak altında tutan ismiyle müsemma azot bakterileri sayesinde azotlu bileşiklere dönüşümü vuku bulabiliyor. Ki; bu tip bakteriler yonca, bezelye ve fasulye gibi baklagillerin köklerinde her daim hazır aktif halde bu iş için konuşlanmışlardır. Hem pasif halde konumlanmış olsalar ne mümkün ki havadaki azot toprak içerisine alınaraktan azot bileşik oluşturulabilsin,  ya da ne mümkün ki toprağa bağlanmış eriyik azottan mahrum kalan herhangi bitkinin doğup büyümesi gerçekleşebilsin. Hele bilhassa nadasa bırakılmayan tarlaların besleyici özelliğini kaybetmesi azotsuzluğa delalet sayılıp, işte bu yüzdendir ki çiftçiler belirli aralıklarla kendi belirledikleri mevsimsel dönemlerde tarlayı değişik ürünlerle tohumlarını ekmeyi yeğlerler. Neyse ki artık teknolojik gelişmeler eşliğinde atmosferden suni bileşik azot elde etme yolları keşfedilmesiyle birlikte problem gibi görünen bu mesele aşılabilmiştir. Bu arada açlık korkusu da bu uygulama sayesinde tarihe karışmış oldu.

·                           İşte yukarıda maddeler halinde sırladığımız tanımlamalar eşliğinde hücre içerisinde yaptığımız tekne turunda görüldüğü üzere sırf olumlu manzaralarla karşılaşmış olmuyoruz, hiç kuşkusuz istenmeyen kazaların yol açtığı bir takım olumsuz manzaralarla da karşılaşmaktayız.  Ama bu demek değildir ki bu olumsuz karşılaştığımız manzaralar süreklilik arz edecek ya da büsbütün bir başka türden bir manzaraya dönüşecek. Tam aksine her şey aslına dönmektedir.

·                           Vesselam.

 https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/hucre-icinde-tekne-turu-5901-kose-yazisi

      

                                    

 

20 Haziran 2022 Pazartesi

KROMOZOM DÜNYASI


 

KROMOZOM DÜNYASI

            SELİM GÜRBÜZER

 Hücrenin temel yapıtaşlarını oluşturan kromozomlar genetik özelliklerini nesiller boyu dölden döle beraberinde taşır hep.  Şöyle ki canlının temellerini ovaryum denen yumurta hücresi ile spermatozoon denen erkek üreme hücresinin bir araya gelip diploit (2n) zigot oluşturmasıyla atılmakta.  Temeli atılan zigotla birlikte dokuları ve organları oluşturacak olan milyonlarca hücre toplulukları bu kez birbiri ardı sıra bölünmeler eşliğinde embriyolojik bir yapı ortaya çıkarır. Düşünsenize böylesi bir yapı içerisinde milyonlar rakamlarla ifade edilecek sayıda hücre oluşumları milim sapmaksızın adrese teslim bir şekilde kendisinin konumlayacağı mekânlarda doku ve organ oluşumunu gerçekleştirebiliyorlar. Nitekim embriyo oluşumunun ardından fetüs safhasına geçişle birlikte canlı oluşumunun tüm uzuvları tamamlanmış olur.  

 İşte görüyorsunuz insanoğlu anne rahminde hücre safhasından embriyolojik safhaya, embriyolojik safhasından fetüs ve cenin safhasına geçişler yaptığında tüm bunlardan hiçbir şekilde haberdar olmaksızın dokuz aylık bir sürecin sonunda kendini dünyaya atıvermiş olmakta. Ta ki insanoğlu dünyaya adım atıp sonrasında akil baliğ olur, işte o zaman ya birilerinin anlatımıyla ya da embriyoloji kitaplarında ne olup bittiğini öğrenmek suretiyle ancak anne karnında ki geçirmiş olduğu safhalardan haberdar olabiliyor. Merak bu ya,  hele birde insanoğlu embriyolojik safhanın başlangıcı olan hücre âleminin temellerini oluşturan kromozom dünyasının derinliklerine dalıp izini iz sürdükçe vücut azalarının nasıl meydana geldiğinden de haberdar olmuş olur.  Madem işin içinde kendi vücut azalarımızı tanıyıp durum vaziyetten haberdar olmak var,  o halde daha ne duruyoruz derhal hücre âleminde olan biteni daha iyi kavramak açısından anatomik kaynak taramalara hız verip kromozom dünyasına atacağımız ilk adımda ilk önce hücrenin bölünme safhalarından başlayaraktan kromozom dünyasının izini sürmek gerektir. Hiç kuşkusuz kromozom dünyasının izini sürerken de bizim kendi vücut yapımızı kavramamız açısından metafaz ve anafaz safhaları bu iş için en ideal safhalar olacaktır.  Nitekim bu söz konusu safhaların izini sürdüğümüzde adeta bir binayı oluşturan kiriş ve kolonlar gibi birbirlerine kenetlenmiş V şeklinde ki kromozomlarla karşılaşmamız an meselesidir diyebiliriz.  Derken V şeklindeki kromozomları birbirine bağlayan sentromer (kinetokor) denen çekme kancasına benzer yuvarlağımsı yapılarla birlikte vücut binasının inşa edildiğini görürüz. Öyle ki söz konusu inşa yapısı 1 ya da 2 boğumlu kollarıyla kendini gösterip bunlardan birincisi primer boğum olarak adından söz ettirirken, diğeri de sekonder boğum olarak adından söz ettirir. Malumunuz primer boğum hemen hemen tüm kromozomlarda çengel kolon görevi ifa ederken sekonder boğumda bazı kromozomlarda uca yakın kısımlarında çengel kolon görevi ifa etmiş olur. Böylece kromozom morfolojisi bir noktada sekonder boğumların uzun veya kısa oluşuna göre anlam kazanmış olur. Hatta bu anlam bütünlüğü içerisinde kromozomların yuvarlak halka şeklindeki bölümleri biyoloji literatüründe uydu yapılar olarak tanımlanırken kromozomların içinde kendine yer edinecek kadar kısalmış ve dahi kalınlaşmış kromatin ipliksi yapılarda kromonema olarak tanımlanır.  Bu arada kromozomun birer kromonema içeren yarımları ise kromatid olarak ad alır.  Malum iki kromatitin bir araya gelmesiyle de kromozom oluşur.

         Aslında kromozomlar bünyesinde barındırdığı sentromerin aldığı pozisyona göre de kategorize edilmekte. Şöyle ki sentromeri ortada olan kromozomlara ‘metasentrik’ denirken, sentromeri bir uca yakın olan kromozomlara da  submetasentrik’  denir. Ve sentromerleri tümüyle bir uçta bulunanlara ise  akrosentrik’  (telosentrik)  denip böylece kromozomlar sentromerin bulunduğu pozisyona göre bu isimlerle de kategorize edilmiş olurlar. Bu şekilde kategorize edildikleri şundan besbellidir ki mesela kromozomlar metafaz safhasında çekirdek zarının erimesinin akabinde bir yıldız doğmuş gibisine bir sentromer yıldız oluşumuyla birlikte iğ ipliklerine takılıp kutuplarda sentromer sayesinde kollarını açmış iki kromatid kardeş hücre şeklinde, yani 23 kromozom olacak şekilde kutuplara doğru çekilmiş halde pozisyon almış olurlar.  

        İnsan vücudu yukarıda bahsettiğimiz üzere başlangıçta esasen sperm hücresiyle yumurta hücresinin birleşiminden meydana gelen tek bir zigot hücreden halk olmuştur. Ki; 13 yaşına gelen genç bir kızın yumurtaları yumurta kanallarından ilerleyerekten uterusa doğru geçiş yapar. Hakeza ergenlik yaşına ayak basmış bir erkeğin testisleri (erkek organ) de tıpkı kız çocuğunun yumurtalıklarında olduğu gibi benzer işlev görüp sperma üretmek için seferber olur. Malumunuz döllenme olayı evlenecek çiftlerin izdivacıyla gerçekleştiğinde döllenen dişi yumurta hücresi döl yatağına (rahim duvarına) yapışıp burada embriyonik gelişim safhalarına geçiş yapılır. Böylece zigotun kendi içinde birbiri ardınca bölünmeler eşliğinde embriyolojik gelişimini tamamlayıp doğacak olan nur topu bebeğin taslağı hükmünde fetüs safhasına geçiş yapılır. Düşünsenize nerden nereye diyebileceğimiz noktada, ana rahminde yaklaşık 4 ila 6 milimetre uzunluğunda bir aylık embriyon safhasındaki bir canlı taslağı uzuvlarına kavuşmuş halde fetüs safhasına geçiş yapıp 9 aylık sürecin sonunda dünyaya nur topu bebek olarak gelivermiş olmakta.  Öyle ki anne karnında iken embriyo göbek bağı kanalıyla tüm ihtiyaçları giderilecek şekilde muhafaza altına alınıp doğuma ramak kala diyeceğimiz noktada çocuğun vücudu 1 ila 2 trilyon arası hücreye ulaşacak seviyelerde tamamlanmış olur.  Derken doğum sonrasında da hücre faaliyetleri hız kesmeyip dünyada yaşadığı sürece beden hücreleri sürekli olarak kendi kendini yenileyip gelişimini devam ettirir de. Nitekim göbek bağı kesilen bir bebeğin artık embriyon ve fetüs safhalarındaki geçirdiği hayat serüveniyle ilişkisi kesilip bu kez konuk olacağı dünyada hem ruhen hem de bedenen ilişkisini devam ettirecek yeni bir gelişim evresi devreye girecektir. Öyle ki Kur’an’ın tâ günümüz 1400 yıl öncesinden müjdelediği insanın bir damla sudan yaratılış mucizesi dünyada son nefesine kadar içeceği ab-ı hayat su ile müsemma bir mucizevi bir hayatla buluşmuş olunur.  

Hücre bölünmesi bilindiği üzere mitoz ve mayoz bölünme başlıkları altında iki kategoride cereyan eder. Mitoz esasen bölünen hücrenin yaklaşık 20 ila 30 çeşit atom kullanımı sonucu aynı özellikte iki kardeş hücre verme olayıdır.  İşte bu tariften de anlaşıldığı üzere enteresan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu fark ederiz.  Düşünebiliyor musunuz mitoz bölünmeyle hem hücre bölünme safhaları gerçekleşir hem de kendisiyle aynı birebir iki hücre üretimi gerçekleşmiş olur. Üstelik iki hücre oluşumu başlangıçtaki 46 kromozomluk sayısını koruyacak şekilde konumlanarak çoğalıp yoluna devam edecektir.  

Peki, mayoz bölünme nasıl gerçekleşir? Malum bu bölünme şekli eşeysel yolla çoğalan canlıların somatik hücrelerin bünyesinde değil, gamet hücreleri içerisinde gerçekleşen bir üreme biçimidir. Dahası mitoz bölünme şeklinden en belirgin farkı başlangıçtaki 46 kromozomlu ana hücreden meydana gelen iki yavru hücrenin 23 kromozoma indirgendiği bir bölünmenin vuku bulmasıdır. Derken böylesi bir bölünme sayesinde iki yavru hücrenin birleşmesiyle oluşan zigottan insan soyunun devamı gerçekleşir. Öyle ki homolog (eş) kromozomların aynı lokuslarında sperm ve yumurtadaki genler karşılıklı olarak kendine eş seçip böylece döllenmiş yumurtadan 2n kromozomlu zigot oluşumu vuku bulur. Hatta mayoz bölünmeden beklenen maksat hâsıl olup bu arada yarı anneden yarı babadan gelen allel genlerin vücut bulup bu arada doğacak olan çocuğun cinsini belirleyen cinsiyet geni denen amelogenin geni de sahne almış olur. Nasıl mı?  Mesela, eğer yumurtadan gelen X kromozomu spermanın X kromozomu ile birleşirse doğacak bebek kız olacak demektir, yok eğer X kromozomu erkeğin Y kromozomu ile birleşirse doğacak olan bebek erkek olacak demektir. Ayrıca bilimsel çalışmalar sonucu asit ortamda X, bazik ortamda ise Y kromozom ihtiva eden spermaların daha aktif olduğu belirlenmiştir. Zaten ilahi irade ve yaratıcı güç doğacak çocuğun hangi cinsten olmasını murad etmişse o ortamın şartları da beraberinde yaratılmış olmakta.   Bu durumda ortam şartlarının tamamlanmasıyla birlikte doğacak olan çocuğun cinsiyet ayırımı yapmaksızın 9 aylık sürecin akabinde ister kız ister erkek doğmuş olsun hiç fark etmez, bu noktada Allah’a hamd edip amenna ve saddakna demek düşer bize.  Hem nasıl tasdik etmeyelim ki, sağlıklı doğduğumuza şükretmek yetmez mi?  Düşünsenize ortada doğum öncesi anne karnında öyle mükemmel matematik program işlemekte ki dünyaya sağ salim gelebiliyoruz. Ortada böyle mükemmel program olmasa hak getire, kim bilir halimiz nice olurdu,  hatta halimizin nice olmasına bile fırsat kalmadan hiç şüphesiz insan ortada ne insan nesli kalırdı ne de yaratık. Gerçekten de insan nesli yaratılışından kıyamete dek öyle mükemmel programlanmış ki; insanın yaratılış fıtratı gereği zaten programsızlığı kabul etmez de.  Ki; insanın azalarını oluşturan tüm hücrelerin şifre kodları nesilden nesile muhafaza edilerek devam ettiriliyor. Nitekim bu süreci mayoz bölünmenin safhalarına tek tek baktığımızda net bir şekilde görmek pekâlâ mümkün.  Madem öyle bu söz konusu safhalar neymiş bir izleyip görelim:

      1-) Profaz: Bu safha en uzun safhalardan olup kat ettiği safhalar şu isimler eşliğinde anlam kazanır;

      - Leptoten:

      Bu safhada kromozomlar çok ince ve narin iplikçikler halinde olup belli belirsiz yapıdadırlar. Daha çok cisimcikler olarak kendilerini gösterirler.

      - Zigoten:

      Bu safhada erkek ve dişiden gelen eş kromozom çiftlerinin belirginleşmesi yönünde eğilim gösterirler. Hatta her kromozom çiftinden dört kromatid belirip dörtlü yapı halde birbirlerine tutunurlar.

      -Pakiten:

      Bu safhada eş kromozomların çiftleşme süreçleri tamamlanır. Safhanın tamamlanması akabinde ise eş kromozomlar uzunlamasına ortadan ayrılıp her eş kromozomdan dört kromatit teşekkül etmiş olur. Böylece oluşan kromatitler kendilerine yeni bir yurt edinerek konumlanmış olurlar.

       - Diploten:

       Bu safhada çiftleşmiş kromozomlar birbirinden ayrılarak karşılıklı gen değişiminde bulunacakları noktada birbirlerine bağlanırlar.

       2-)Metafaz I: Bu safhada kromozomlar hücrenin ekvator kısmında dizilim gösterirler. Derken bu dizilimde her bir eş kromozom çifti metafaz safhasında sentromer vasıtasıyla iğ ipliklerine takılıp bu sayede kutuplara doğru çekilişi gerçekleşir.  

      3-)Anafaz:

      Bu safhada kutuplara çekilen kromozomlar üzerinde adeta fay yarıklarını andırır kırılmalar başlar, ama ayrılan kromozomlar ilk yapılarını muhafaza edemezler. Çünkü buluşma noktalarında kromozom parçaları değişimi gerçekleşip meydana gelen gamet hücrelerinin her birinden ise yeni hücre oluşumları teşekkül etmiş olur.

       4-)Telofaz I ve sonraki II. Mayoz bölünme Safhası:

       Kromozomların karşılıklı kutuplarda zirve yaptığı safhadır. Nitekim Telofaz I safhasının I. Mayoz aşama süreci tamamlanır tamamlanmaz hemen akabinde ortaya yepyeni iki yavru hücre teşekkülü meydan gelmiş olur.  

        II. Mayoz aşamasında ise malum kısa süren bir profaz safhasıyla start alıp devamında Metafaz II’ye geçiş yapılır. Geçiş yapılan bu safhanın ekvator kısmında dizilen her bir kromozomun sentromerleriyle birlikte bölününce devamı aşamada bu kez adına eş yavru kromozomlar denen kromatitleri oluştururlar. Böylece oluşan kromatitler karşılıklı kutuplara çekildiğinde önce anafaz II safhasına sonrasında da telofaz safhasına geçiş yapılır. Derken mayoz yapılanmasıyla başlayan normal sayıda kromozomlu eşeysel hücre oluşumunun yarı sayısı kadar kromozomlu bir yapılanmaya evrilip 4 yeni hücre oluşumu vuku bulmuş olur. Bir başka ifadeyle II. Mayozun sonunda her cinse ait cinsiyet ana hücrelerinden erkek için 4 adet spermatid oluşurken, dişi içinde ovumla birlikte ikinci kutup cisimciği taslağı meydana gelmiş olur. Taslak hücrelerin olgunlaşıp gelişecekleri yer hiç kuşkusuz cinsiyet organları olup,  sperm veya yumurta birikimi ait oldukları haznelerde veya kanallarda depolanırlar. Şöyle ki; erkekte spermatogonium (meni) seminifer tüpler içerisinde birikirken, dişi de ise oogonium (yumurta ana hücresi) dişinin yumurtalıklarında birikim gerçekleşir. Ta ki erkek ve dişi bireylerin bir araya geleceği vuslat gününe kadar bu iki hücreden sadır olacak çocuğun program kodları yaklaşık 20 ila 25 yıl ebeveynlerin vücudunda beklemeye alınırlar. İşte özetle sunmaya çalıştığımız bu söz konusu eşey hücrelerinin ait oldukları bireylerin üreme organlarında geçirmiş oldukları bölünme ve çoğalma evreleri aynı zamanda tasavvufi hayatta da aşama aşama gerçekleşen “Hamdım-yandım-piştim” evrelerini bize hatırlatan bir durumdur bu.

        Genellikle her nükleolusta bu özel bölgeye sahip iki kromozom vardır. Bir başka ifadeyle insan genomunda kromozomlar çift halde bulunurlar. Dolayısıyla hâlihazırda mevcut kromozom serisinden bir başka seride kromozom meydana gelebilmesi için yoğun bir faaliyete gerek vardır.  Ki; hücre içerisinde dur durak bilmeyen kromozom faaliyetleri her an her salise işlemekte zaten. Derken bu yoğun ve hummalı çalışmaların neticesinde tek yumurta ikizleri hariç tıpa tıp birbirlerine benzemeyen tipte,  kendine özgü parmak izi ve kendine özgü DNA profili mührü ile anne karnından dünyaya nur topu bir bebek doğuvermiş olur. İşte böylesi kutlu doğuma mührünü vuran hücre çekirdeğinde bulunan cisimcik veya çekirdekçik anlamında bu tip kromozomlara “nükleolar kromozom” denmektedir. Şayet döllenmiş bir yumurta normal bölünmenin aksine erken bir evrede yarım bölünmeyle gelişme kayd edip tek bir yumurtaya dönüşürse doğacak çocuklar biliniz ki dış görünüş itibariyle birbirine benzer “tek yumurta ikizler” olacak demektir. Yok, eğer ikizler ayrı ayrı yumurtalardan embriyolojik gelişimini tamamlarsa doğacak olan çocuklar biliniz ki dış görünüş itibariyle çokta birbirine tıpa tıp benzemeyen “çift yumurta ikizler” olacak demektir. Böylece her iki durumda da ortak payda doğmuş olduklarında hayata merhaba diyecek olmalarıdır.    

          İlginçtir kromozom içerisinde yer alan genler değişik kombinasyonlarla, değişik atraksiyonlarda bulunaraktan yer değiştirebiliyor da. Tabiî ki bu tip kombinasyon ve atraksiyonlar aynı zamanda değişik tipte karakterlerin ortaya çıkması demektir. Aslında bu tip atraksiyonlara nadirde rastlansa sonuçta nükseden atraksiyonlar genetik olabileceği gibi dış kaynaklı atraksiyonlar şeklinde de olabiliyor.  Hatta kromozomlar çeşitli kimyasal maddeler, X ve ultraviyole ışınları gibi bir takım dış kaynaklı etken unsurlara maruz bırakıldığında kromozomlar üzerindeki allel genlerin enine kopmasına neden olabildiği gibi kromozom üzerinde kopan parçaların yerine bir başka kopmuş kromozom parçalarının yapışması da söz konusu olabiliyor.  Dikkat edin kopmuş olan yere yapışır dedik, bu demektir ki kromozomun sağlam olan kısmına veya ucuna yapışmaz manasına yapışma hadisesidir bu. Zira ökaryotik linear kromozomların uçlarında bulunan, aynı zamanda herhangi bir gen kodlamayan özelleşmiş heterokromatin yapılar denen telomerlerin bir takım polarite oluşumlara karşı adeta kendi önlemini alaraktan kromozomların rastgele çift zincir DNA kırılmalarından ve nükleolitik parçalanmalarından koruyabiliyor. Yetmedi icabında istenmeyen kromozom uçlarının birleşmesinden diyebileceğimiz kromozom parçalarının yapışmasını engelleyici tavırda sergileyebilmekteler. Ancak şu da var ki gelip geçici türden arızi kopmalara bağlı olarak, yani genler üzerinde istisnai diyebileceğimiz türden değişikliklerin olması da söz konusu olabilmektedir ki, bu durum biyoloji bilim dalında mutasyon hadisesi olarak karşılık bulur.  Hiç kuşkusuz istisnai türden değişiklikler orijinalliğin dışında yeni bir yaratık ya da yeni bir tür orta koyamayacaktır.  Fakat bu konuda gel gör ki bir takım dogma kafalar bu gerçeği ters yüz edip bugün olmuş gelinen noktada çeşitli kimyasal maddelerin, X ve ultraviyole ışınları gibi dış kaynaklı faktörler nedeniyle kromozomlar üzerinde mutagenik oluşumları tetiklediği bir takım sonradan nüksetmiş değişiklikleri evrime delil olarak sunmanın peşindedirler halen. Oysaki burada söz konusu değişiklik bir karakteristik değişiklik olmayıp, tam aksine genetik karttaki bir noktayı bertaraf etme operasyonudur. Nitekim bu tür arızi değişiklerin bugüne kadar bir canlıdan başka bir canlıya dönüşüm şeklinde bir vaka tezahür etmemiştir. Maalesef bu gerçeklere rağmen göz göre göre aklını evrimle bozmuş bu zavallılar akşam yatıp sabah uyandıklarında huylu huyundan vazgeçmez misali hep kendi bildiklerini okumaya devam etmekle kafa dağıtmaktalar.

           İcabında hücre içerisinde çok büyük yapıda, hem nükleusun hem de hücrenin büyümesine neden olan devasa nitelikte kromozomlar da görülebiliyor. Ki,  bu tip kromozomlar biyoloji bilim dalında “dev kromozomlar” olarak karşılık bulup aynı zamanda bu tip kromozomlar politen kromozom ve lamba fırçası kromozomlar olarak da 2 başlık altında kategorize edilirler:     

         - Lamba fırçası şeklindeki dev kromozomlar politen kromozomlara nispeten daha uzun olup, en çok omurgalı ve omurgasız hayvanlarda daha henüz döllenecek duruma gelmemiş dişi gamet hücrelerin oositlerinde veya mayoz bölünmenin diploten safhasında görülürler.  Aynı zamanda lamba fırçası dev kromozomlar 4 kromatid ve bir nükleotid eksen üzerine konumlanıp,  diploten safhası sonrası küçülme eğilimi gösterirler.

         -Politen kromozomlar daha çok çift kanatlılar denen böcek takımından diptera adlı sinek larvalarının trake, tükürük ve yağ hücrelerinde bulunurlar. Bu tip kromozomların büyüklüğü normal somatik hücrelerden daha iri olduğu gözlemlenmiştir. Nasıl mı?  Mesela meyve sineği veya sirke sineği olarak bilinen drosophila melanogaster böceğinde politen haldeki dördüncü kromozomu normal haldeki aynı kromozomdan 100 kat daha büyüktür. Dolayısıyla bu manada politen çok iplikli anlamına gelip, laboratuvar analiz çalışmaları sonucu politenlerin çok sayıda iplikten meydana geldiği belirlenmiştir. Aynı zamanda bu ipliklerin kromozom zincirini oluşturan nükleotidler olduğu tespit edilmiştir. Hakeza mayoz bölünmenin profaz safhasında görülen gen bölgeleri üzerinde düğüm benzeri oluşumlar da nükleotid oluşturmak için vardırlar. İyi ki de varlar, bu sayede genlerin kromozom zinciri üzerinde konumlandığını fark edivermiş olduk.

         Şurası muhakkak hücre bölünmesi olmaksızın veya çekirdek zarı erimeksizin de normal şartlarda bir hücrenin kromozomunda kaba ve şekilsiz bir granül materyal içeren kromatin iplikleri yapıda kromonemalar bile ardı sıra bölünmeler geçirebiliyor. Dolayısıyla kromonemaların (kromatin iplikleri) uzunlamasına bu şekilde ardı sıra defalarca bölünebilme kabiliyeti gösterebilme hadisesi  “endomitoz”  olarak karşılık bulmuş olur.  Derken endomitoz hadisesiyle birlikte meydana gelen iplikler birbirlerinden ayrılmayıp birlikte bantlar oluştururlar da. Malum bant oluşumlarda çeşit çeşittir, nitekim iki bant arasında kalan kısımlar  interbant diye addedilirken, hâlihazırdaki kromozoma eşit çapta veya yuvarlakça görünümde olan cisimcik tarzı uydu bantlarda  satellit” olarak addedilir.  Ve bu cisimcik tarzı uydu bantlar flament denilen iplikle kromozoma bağlanıp, böylece sekonder boğum kromozom kalınlığında satellit ihtiva eden bu tip kromozomlar “sat kromozomlar”  olarak isimlendirilirken, kromozomun uç kısımları da “telomer kromozom” olarak isimlendirilir.

          Belki aklımızdan şu geçebilir; kromozom dünyasında isimlendirme şart mıdır, şart olmasa da adını koymalı ki en azından herhangi bireye ait gerek kromozom sayısı hakkında, gerek şekli ve büyüklüğü hakkında tüm detaylarıyla birlikte karyotipi ortaya konulabilsin. Nitekim her bireyin karyotipini belirlemeye yönelik çalışmalarda mesela o bireyin kromozomlarının metafaz ve anafaz safhasında iken sıcak su, asit buharı, alkolik çözelti ve potasyum siyanür gibi maddelerle muamele edildiğinde, kromozom yapısının spiral şeklinde olduğu görülecektir. İşte böylesine büyük veya küçük spiral görünümlü yapılar kromozom zinciri biçiminde sahne aldıklarında karyotipi belirlenip sayılarla rakamlarla ya da pik görüntülerle isimlendirilmiş olur da.  Nitekim karyotipin belirlenmesinde her bir pikin döngü sayısı çok önemli işaret taşları olup isimlendirmede mesela bir pik görüntüsünde büyük spirallerin dönüm sayısı 10–30 arası aralık bandında bir değerle isimlendirme yapılırken küçük spirallerin döngü (kıvrım sayımı) sayısı da büyük spirallere nispeten daha fazlaca olacaktır.

          Hele bilhassa kimliklendirmeye yönelik çalışmalarda gen bölgelerinin isimlendirilmesi çok daha önem arz etmektedir.  Hiç kuşkusuz bu isimlendirmenin asıl işaret taşları yukarıda da belirttiğimiz üzere bir kromozom içerisinde birbiri ardınca dizilim gösteren genlerden başkası değildir elbet. Ne diyelim,  işte yukarıda anlatılanlardan da fark etmişsinizdir ya,  ister kimliklendirme çalışmalarında ister dişi birey olsun, ister erkek birey olsun hiç fark etmez sonuçta tüm hücrelere damgasını vuran asıl ana etken unsur genlerdir. Bir başka ifadeyle canlının tüm özelliklerine büyük ölçüde katkı yapan ana unsur gen olmaktadır.  Öyle ki; genler tüm canlıların karakteristik özelliklerini bünyesinde barındıran tek soyağacı kütüğüdür. Öyle ki böylesi soyağacı kütüğü içerisine bir bireye ait kodlanmış tüm bilgiler DNA belleğinde kayıt altına alınaraktan saklı tutulmasaydı ne çocuğun annesi ve babasının kim olduğunu belirlenebilirdi ne de çoğun karakteristik özellikleri ortaya konulabilirdi.  Belli ki gen âlemine yön veren İlahi güç böyle murad etmektedir.  İşte İlahi kaynaklı bu muradın gereği olarak kromozomlar protein yapısında genetik bilgileri depolarında saklı tutarlar da. Hatta sadece depolarda değil daha garantili bir yöntemle tüm genetik bilgiler lüzumu halinde kullanılmak üzere DNA veri tabanında kayıt altına alınır. Mesela tek bir sinir hücresi nörona takriben 50 bin sayfalık devasa bir külliyat sığdırılmış durumda olmanın yanı sıra hemen her bilgi veri tabanında saklı tutulabiliyor da. Belli ki sinir hücreleri bu amaç doğrultusunda tüm üniteleri binlerce giriş çıkış kabloları ile donatılmıştır.  Bu arada belirtmekte fayda var; bu tip kayıt işlemleri tek bir kromozom için sınırlı kalmayıp, diğer kromozomları da kapsayacak kapasitede bilgi ağı donanımı söz konusudur. Öyle ya, mademki vücudumuzdaki tüm hücrelerimizde kodlu olan kromozom sayısı 10.000 gen sayıda kapasiteyle donatılmış,  o halde sadece tek bir kromozom için bilgi bellek sayısının yapılacak olan bir hesaplama neticesinde 10.000x10.000 = 1.000.000.000 (1 milyar)  gibi bir rakamı bulacak demektir.

         Velhasıl-ı kelam; hücre âlem içerisinde anlaşılan o ki, bilgi enformasyonda en büyük pay sahibi kromozom dünyasına ve kromozom dünyasının başkanlığını yapan DNA’ya ait şeref olarak karşımıza çıkmaktadır.

          Vesselam.   

          https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/kromozom-dunyasi-5884-kose-yazisi

 

 

18 Haziran 2022 Cumartesi

HÜCREDEN ALLAH’A


 

           HÜCREDEN ALLAH’A

         SELİM GÜRBÜZER

         Evrimciler canlı oluşumunun tesadüfi bir eser olarak ortaya çıkan bir hücre oluşumuyla start aldığını söyleye dursunlar, oysa ki hücrenin bizatihi kendi varlığı evrimciler için ciddi bir problem teşkil etmektedir.  Onlara göre cansız maddeler ya kimyasal reaksiyonlara girerek ya da şimşek çakması gibi olağan üstü tabiat olayların etkisiyle ortaya çıkan bir takım karışımların sonucunda hücre meydana gelmiş güya.  Oysa bu güne kadar cansız maddelerin canlıyı meydana getirecek herhangi bir bilimsel deney gerçekleştirilememiştir. Her ne kadar Alman bilgini Ernst Haeckell; “Bana su, kimyasal madde ve kâfi derecede zaman verilirse insan yaratabilirim” anlamında maksadını aşan sözler sarf etse de bugünkü bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu gerçekler bu tür maksadı aşan çıkışların kuru bir gürültüden öteye geçemeyecek çıkışlar olmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir. Bikere canlı cansız varlıkların yaratılışından bugüne tabiata ve insana yön verme bakımdan tabiat insanı değil, bilakis insan tabiatı yönlendirip peşine takıp sürükleye gelmiştir hep. Öyle ki insanoğlu tabiatı işleyerek kendine ekonomik alan oluşturduğu gibi ekonominin temelinde yatan pek çok maddi elemanları avucunda tutarak adeta onunla istediği şekilde oyun oynamasını bilmiştir. Yani öyle anlaşılıyor ki; oyun kurucu maddi elemanlar ve eşyanın tabiatı değil, bizatihi insandır.  Nitekim maddi elemanların oyun kuramadığı şundan besbellidir ki canlılığın yapı taşları sayılan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri bir araya getirdiğimizde ortaya yeni bir canlı türü ortaya çıkmayacağı gibi beklenin tam aksine atıl durumda çöp yığınlarını andıran üst üste birikmiş atom bileşenleri kümesi bir durum ortaya çıkacaktır.

             Malumunuz maddenin en küçük temel birimi atomdur. Atomun yapısı incelendikçe bırakın atomun dış yüzünü atomun kendi içinde bile elektron, proton ve nötron denen en küçük temel yapıların varlığı tespit edilmiştir. Nitekim bu temel yapının merkezinde bulunan proton ve nötron taneciklerine nükleon denip, bu söz konusu tanecikler birbirlerine sıkı sıkıya bağlı durumdalardır. Öyle ki, bu sıkı sıkıya bağlılık Mevlevi dervişlerini aratmayacak bir şekilde elektronların nükleon etrafında say yaptığı pervane oluş bağlılığıdır.  Bir başka ifadeyle atomun tüm elemanlarıyla birlikte kendi hal lisanıyla manevi zikir halkasını oluşturduğu bir pervane oluştur bu. Şayet atomu zahiri yönüyle ele alırsak hakkında maddenin temelini oluşturan bir yapıdır deriz, yok eğer manevi yönüyle ele alırsak hakkında ister istemez zerreden küreye halka oluşturup kendi hal lisanıyla  ‘Allah’ diyen bir yapıdır deriz.

          Peki, atomların işi gücü yok, sadece zikretmek midir işi gücü? Elbette ki kurulu halkasında zikir eylemenin yanı sıra “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya,  yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış” düsturunca hareket eden bir döngü âlem iş gücüdür bu. Hele birkaç dervişane atom bir araya gelmeye bir görsün,  bir bakmışsın birlikten kuvvet doğar misali bin bir türlü mamul madde (kimyasal madde) üretebiliyorlar da. Sadece kimyasal madde mi üretirler, hiç kuşkusuz canlı üretiminde de başı çeken en temel aktif elemandırlar. Yani bu demektir ki canlının en küçük temel birimi olan hücre yapısının oluşumunda bile birinci derecede etken unsur atom ve atom bileşenlerinin varlığını görüyoruz. Öyle ya, mademki yaratılışta hamurumuz hammadde toprakla yoğrulmuş, o halde hücrenin temellerini de atomların oluşturması son derece gayet tabii bir durumdur. Çünkü toprak tüm element ve mineralleri bağrında taşıyan biricik toprak anamızdır. Dolayısıyla bizim madde ile olan gönül bağımız materyalistler gibi sırf elle tutulur, gözle görebileceğimiz türden ruhsuz varlıklar olarak değil,  bilakis yoktan da vardan da öte Yaratıcı bir var tarafından maddeye ruh üflenmesiyle alakalı gönül yanması bağ bir tutkudur bu. İşte ateistlere bu noktada bizim itirazımız maddenin bu görünen yüzüne bu denli niye değer verdiklerine değil,  tam aksine bizim itirazımız madde ve hücrenin yaratılışını inkâr edip kendi kendine tesadüfen meydana geldiğini iddia etmelerinedir. Oysaki vücut sarayımızda gözlemlediğimiz son derece mükemmel donatılmış hücre yapımızın tesadüfen oluştuğunu iddia etmek doğrusu körü körüne akla ziyan bir tutumdur.  Hani eskiden günümüzde ki gibi son derece ileri düzeyde laboratuvar teknik ve cihazlar olmadığından hücrenin tüm ayrıntılarına vakıf olunamamasını bir derece anlayabiliyoruz. Nitekim bu yüzdendir ki o yıllarda hücreye basit bir protoplazma gözüyle bakılmıştır hep.  Ama şimdi gelinen noktada elektron mikroskopların keşfiyle birlikte hücrenin içerisinde ne var ne yok ayırt edebilecek bir dünyada yaşıyoruz artık.  İşte böylesi bir gelişmişlik içerisinde bile hala hücre oluşumuna tesadüfi eser gözüyle bakılıyorsa pes doğrusu. Baksanıza artık günümüz dünyasında bilimsel çalışmalar hız kazandıkça ve vücut sarayımızı oluşturan hücre içerisinde kodlanmış daha nice bilmediğimiz hücre elamanları birbiri ardınca gün yüzüne çıktıkça yaratılış mucizesi karşısında  “Allah” demekten kendimizi alamayacağımız muhakkak.  Hele hücrenin içerisinde ki sır perdeleri aralandıkça bizler bu noktada adeta amino asit, protein ve kromozomlarla hemhal olup en son perdede DNA ve RNA molekülleriyle ünsiyet kurmuş oluruz da. Böylece bu ünsiyet bağıyla birlikte canlının temellerini oluşturan hücreler bu kez günümüzün son derece gelişmiş teknolojik cihazlarıyla adeta taramadan geçirilip didik didik etmek suretiyle GEN dünyasıyla gerçek anlamda tanışıvermiş oluruz. Yetmedi, Gen dünyasını da taramadan geçirip didik didik ettiğimizde genlerin belirli bir plan dâhilinde kısa tekrarlı dizilimleriyle birlikte Deoksiriboz Nükleik Asidi (DNA’yı)  nasıl oluşturduğu gerçeği ile de yüzleşmiş oluruz.  İşte sizde görüyorsunuz ya, hücre elemanlarının her birini didik didik edip her defasında ortaya çıkan en ince esrarlı ayrıntılar karşısında bizler “Allah” demekten kendimizi alamazken, yaratılış gerçeğini inkâr eden evrimciler ise tam aksine ateizme kol kanat gerip evrim ideolojisini insanlara kurtuluş reçetesi olarak göstermekten imtina etmezler hep. Belli ki böylesi bir zihniyetin gerçekler karşısında görmedim, duymadım şeklinde aklından zoru vardır. 

         Her neyse birileri kıt aklıyla hücrenin tesadüfi eseri ortaya çıkmasından dem vura dursun bizim açımızdan hücre deyince şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki; insan yumurtasının döllenmesinin akabinde tek bir hücreye dönüştüğünü, ardından hücrenin bölünerekten çoğalmış hücreleriyle dokuları ve organları oluşturduğu, doku ve organlarında tüm vücudu oluşturan en temel mükemmel yaratılış eserinin adıdır. Dolayısıyla sadece isim olarak hücre deyip basite almamak gerekir. Zaten istesek de basite alamayız,  hele hücrenin yapısını derinlemesine incelediğimiz de hücrenin birinci halkasını çekirdek oluştururken, ikinci halkasını çekirdeğin içerisinde bulunan kromozomların oluşturduğunu gözlemleriz. Üçüncü halkasını da malum kromozomların kutup kısımlarında yer alan heliks şeklinde nükleik asit merdivenleri oluşturur ki, bu halka hepimizin yakından tanıdığı Deoxyribose Nücleic Acid (DNA) molekülünden başkası değildir elbet. Derken, DNA’ların bir araya gelmesiyle kromozomların oluştuğu, kromozomlardan sonra çekirdek ve en nihayetinde çekirdekle birlikte cümbür cemaat hücrenin ana can damarlarını oluşturan bir yapıyla yüzleşmiş oluruz.  Yetmedi hücrenin daha da derinliklerine indiğimizde elementlerin birtakım vücut organlarının hücre yapılarında birtakım görevlerde bulundukları,  bazılarında hiç bulunmadıkları, bazılarında ise asıl canlıya hayatiyet kazandıran atomlar, element ve kompleks kimyevi bileşikler şeklinde üçlü sacayağı oluşturduklarını gözlemlemiş oluruz. Hatta bu söz konusu bileşikleri iki grup altında mercek altına alıp gözlemleyeceğimiz verilere baktığımızda insan vücudunun Yaratıcı güç tarafından karbon, oksijen, hidrojen ve azot olmak üzere dört ana temel madde üzerine bina edildiğini müşahede etmiş bile oluruz. Hele bu söz konusu elementler arasında nevi şahsına münhasır nitelikte diyebileceğimiz dikkat çeken gözde bir element vardır ki; o da hepimizin yakından tanıdığı hem kendisiyle hem de diğer elementlerle kardeşlik bağı kurma kabiliyette ve atom numarası 6 olan kimyasal elementin ta kendisi karbon atomudur bu. Öyle ki karbon atomu bağ kuracağı bir yapıyla hemen ünsiyet kurmakla mahir bir elementtir. Hatta azot, hidrojen ve oksijen gibi en temel elementlerde buna dâhil olup onlarla da ortak güçlü bir bağ oluşturma kabiliyetine haiz uzman elemanlardır. Ne diyelim, sizde görüyorsunuz ya kendinize dost örnek mi arıyorsunuz,  işte atom dünyasının kendi aralarında kurdukları dostluk bağlar bunun en çarpıcı örneklerini teşkil edip önümüzde sergilenmiş durumda zaten.

          Evet, atom dünyasının dost kalbi olan karbonun sırf atom olmanın ötesinde aynı zamanda Rabbü’l Âleminin canlı âleme ikram ettiği son derece hayati öneme haiz ametal kimyasal bir elementtir.  Bilindiği üzere elementler:

-Temel elementler (O2, H2, N, K, Na),

         -İz elementler (K, Mn, I,  Al, Zn, Si, Bor, Flor vs.)  olarak iki ana başlık altında tasnif edilirken,  bileşikler ise:

-Organik bileşikler

         -Anorganik bileşikler (Mesela H2O en mühim anorganik bileşik olup tampon, eritici, ısıyı muhafaza ve buzun alttaki ısıyı sabit tutan) olarak iki ana başlık altında tasnif edilir. Malumunuz bileşikler yüksek sıcaklıklarda parçalara ayrılması hasebiyle madde ile sıcaklık arasında doğrudan bir ilişkisi söz konusudur.  Nitekim aşırı sıcaklıkta bileşikleri bir arada tutan kuvvetler belli bir noktadan sonra herhangi bir fonksiyon icra edemez hale gelebiliyor. Hele sıcaklık değerleri sınırı aşmaya bir görsün,   mesela bu söz konusu sınır 500 - 600 arası santigrat derece bir sıcaklık sınırını aşan bir sınırsa vay o canlının haline,  artık bu noktadan sonra ne mümkündür ki o canlı hayatta sağ salim kalabilsin. Zira yüksek sıcaklıkta proteinler bozularak birçok biyolojik olayların kontrol dışında kalmasına yol açmaktadır. Hiç kuşkusuz had hudut ilkesi soğukluk içinde geçerlilik arz eden bir kuraldır. Ancak bir takım istisnai kabilden kural dışı bazı örneklerde vardır ki, mesela basil bakteri sporlarının -200 santigrat derece civarlarında aylarca yaşayabildiği gözlemlenmiştir. Neyse ki meseleyi genel kurallar çerçevesinde düşündüğümüzde şu bir gerçek çok aşırı sıcaklıklarda hiçbir atom aktivasyon enerjisi gösteremediği gibi kimyasal reaksiyon oluşturamadığı ya da bunun tam tersi aşırı termal soğukluğun  -50 veya -100 santigrat derecelerde seyrettiği bumbuz ortamlarda aktivasyon enerjisi oluşturmayacakları bilinen bir gerçeklik kurallar bütünüdür.  Aktivasyon olmayınca da ne atomlara birbirleriyle karşılaşması mümkün hale gelir ne de reaksiyon oluşturmaları mümkündür.  Öyle ki atomlar arası ilişkilerde bir bakıyorsun hem aşırı sıcaklık hem de aşırı donma durumlarında tüm reaksiyonlar durma noktasına gelebiliyor.

        Her neyse konumuz bağlamından koparmadan kaldığımız yerden devam edecek olursak malum organik bileşikler de kendi aralarında:

        -Nükleik asitler,

        -Nükleik asit haricinde kalan bileşikler,  

        -Karbonhidrat ve karbonhidrat türevleri,

        -Lipit ve lipit türevleri şeklinde alt gruplar olarak tasnif edilirler.

        Bilhassa sıraladığımız alt grupların ikinci sırasında yer alan nükleik asit haricinde kalan bileşikler genel itibariyle hücrelerin onarılması ve gelişmesinde önemli yapı taşı olup bunlar da yapılarına göre “protein ve protein türevleri” şeklinde tasnif edilirler.  Proteinler malum hücre yapılarına katılma, fonksiyonel görev üstlenme ve enerji oluşturma yönünde aktif rol oynayan moleküllerdir.

          İşte yukarda sıraladığımız gerek atom bazında gerekse bileşik bazında molekül, element ve bileşik türünden akla gelen her ne karışım varsa hepsini devasa büyüklükte buhar kazanlar içerisine atıp canlı oluşumuna yönelik elde ne var ne yok tüm metotlar devreye sokulsa da asla ve kat’a bir canlı modeli ortaya konulamayacaktır. Hem siz kim canlı yaratmak kim,  sizin haddinize mi düşmüş canlı yaratmak, bikere sil baştan canlı yaratmak fiili yaratıcı güce has bir keyfiyettir. Maalesef yaratmak fiilinin Allah’a mahsus sıfat olduğu bu güruha defalarca söylenilmesine rağmen huylu huyundan vazgeçmez misali hadlerini aşıp bugüne dek hep yaratıcılığa soyunmuş pozisyon almışlardır.   Hiç boşa heves etmesinler, değil insan yaratmak,  en küçük bakteri ve virüsü bile yoktan var edip yaratmaya güç yetiremeyeceklerdir.  Hem nasıl güç yetirebilsinler ki,  baksanıza maddenin en küçük temel birimi atomlar bile Yüce Allah’ın “Ol”  emri olmaksızın yerinden kıpırdayamaz haldedirler. Zira her kıpırdayış  “Ol” deyince oluverip kıpırdamakta, bunun dışında kendi kendine oluvermek zaten eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Dolayısıyla bir şeyi yaratmak kulun bileceği ve yapacağı bir iş değil,  tamamen halikın ezeli ilmiyle bileceği ve yaratacağı bir iştir. İşte görüyorsunuz mikro âlemin hem element bazında konumu var hem bileşik bazında özel yeri vardır. Öyle ki canlının en küçük temel birimi olarak addedilen hücrenin element bazında incelendiğimizde kimyasal yapısını oksijen, hidrojen, karbon, azot, kükürt ve potasyum gibi atomlardan oluşan “temel elementler” ile mangan, iyot, alüminyum, çinko ve silisyum gibi atomların oluşturduğu “iz elementler” dünyasının varlığını müşahede etmiş oluruz. Hakeza hücreleri bileşikler yönünde incelendiğimizde ise bu kez organik ve inorganik bileşiklerden oluşan bir dünya ile yüzleşmiş oluruz.  Örnek mi?  İşte susuzluğumuzu gidermek için içtiğimiz su inorganik bileşikler dünyasının en önemli göze çarpan ab-ı hayat elemanı olarak örnek teşkil ederken,  nükleik asit ile nükleik asitlerin dışında kalan protein, protein türevleri, karbonhidrat ve karbonhidrat türevleri, lipit ve lipit türevleri ise organik bileşiklerin en gözde örneğini teşkil ederler.  

          Malumunuz canlı organizmaların en önemli temel bileşenlerinden proteinler analiz edildiğinde gerek hücre içerisinde fonksiyonel oluşlarıyla gerekse enerji oluşturmalarıyla hayati derecede öneme haiz bileşikler olarak konumlandıkları görülecektir.  Peki,  tüm bunlar iyi hoşta,  böylesi hayati öneme haiz proteinlerin arka planda yatan birinci derecede en temel itici güç nedir derseniz, hiç kuşkusuz 20 harfli bir alfabe ile yazılmış,  nitrojen, karbon ve oksijenden oluşmuş, ayrıca dipeptit, tripeptit, polipeptit gibi değişken yan zincir guruplarından müteşekkil amino asitlerden başkası değildir elbet. Tabii buradaki alfabetik harf ifadesinden kastımız proteinlerin fibröz (lifler) ve globüler (küresel)  şeklinde iki farklı yapı taşına veya alt tipe ayrılan yazılım programının ta kendisi bir misyon üstlenmeleridir. Nitekim fibrin yapıdaki proteinlerin omuz verdikleri misyona bir bakıyorsun hücreyi dayanıklı kılacak zarların oluşumunda yapı taşı görevi ifa ettiklerini pekâlâ görebiliyoruz.  Hatta bu söz konusu yapı proteinlerinin dayanıklılık özelliğini sosyal hayatta ayakkabıcı sektöründe kösele olarak kullanılan hayvan derisinin lifsel protein dayanıklılığında da bu özelliğini gayet net bir şekilde görebilmekteyiz. Globüler proteinler ise malumunuz enzimatik proteinler olarak misyon üstlenirler. Ve bu tip proteinler lifli olmadığı için, yani küre şeklinde olmaları hasebiyle yapı malzemesi olarak kullanılmazlar, ancak globüler protein moleküllerinin hücrenin sıvı ortamında daha yüzer ve daha reaksiyon oluşturabilecek özelliğinden dolayı laboratuvar ortamında çok rahatlıkla kimyasal deneylerde kullanılabilmekte. Ezcümle protein dünyasından anlaşılan o dur ki;  yapı bakımdan proteinler; alfa amino asitler veya bunun türevlerini kapsarken bileşik proteinler de bir basit proteinin diğer bir madde ile enzime bağlı prostetik grup halinde birleşmesiyle ortaya çıkan bileşikleri kapsayan bir yapıdır.  Enzimler de malum genellikle kısa veya globüler tipte protein molekülleri kapsamında ortaya çıkan bir yapıdır.

         Şu bir gerçek; organik bileşiklerden nükleon protein teşekkül ederken, nükleik asit veya bir birkaç proteinin birleşmesiyle de “DNA ve RNA nükleik asitler” oluşumu teşekkül etmekte. Şöyle ki prostetik grup olarak bilinen nükleik asitler bir nükleon protein bir baz ile beş karbonlu pentoz bileşiklerindeki bir nükleotide tekabül edip, bir nükleotide karşılık gelen fosfat grubu ile birleştiğinde nükleotid yapıya bürünmüş bir halde ortaya çıkmış olurlar. Derken bir yandan nükleotidlerin kondenzasyon polimerizasyonuyla “nükleik asit”  oluşumu vuku bulurken,  diğer yandan oluşan nükleik asitin proteinle birleşmesiyle de  nükleon protein” oluşumu vuku bulmuş olur.

          Evet,  proteinler aminoasit adı verilen küçük moleküllerin kendine özgü bir tertip üzere dizilmesiyle meydana gelen dev moleküler yapılar olup, esas itibariyle daha dikkat çeken yanı ise canlı hücrelerin temel yapı taşını oluşturmasıdır.  Dolayısıyla bu yapı taşlarına ait tek bir amino asidin eksikliği veya zincir halkasına takılan fazladan amino asit eklenmesi gibi durumlarda canlıya ait hücre programının sekteye uğramasına ziyadesiyle yetip bir anda protein sentezinin tercümesini anlamsız kılması an meselesidir diyebiliriz. Hakeza zincirde bir amino asidin yer değiştirmesiyle de protein sentezini anlamsız kılar.  İşte bu noktada proteinlerin temel yapı taşı hükmünde olan amino asitler protein yapımında anlamsızlık girdabına düşmemek için başlangıçta duruş pozisyonunu tesadüfi olarak belirlemeyip, tam aksine protein sentezi işlemlerinde ne gerektiriyorsa gerektiği kadarıyla duruş sergilerler.  Zaten gerek maddi âlemde gerekse canlı âlemde tesadüfler denen bir zincirin varlığına hiçbir zaman denk gelinmemiştir,  olsa olsa tevafuk denen zincirin varlığı söz konusu olmuştur. Bu hususlarda mesela en basitinden 50 amino asitlik bir proteinin tesadüfen meydana gelme ihtimali 1/1065 oranında bir rakama tekabül etmektedir ki bunun anlamı 1 rakamının yanına 65 sıfır eklediğimizde çıkan rakamı da artık siz hesap edin, böylece bu hesaplamalarınızla tesadüfen bir şeyin imkânsızlığını bizatihi görmüş olursunuz.  Madem öyle şimdi tamda bu noktada evrimcilere ve ateistlere sormak gerekir, tesadüf bunun neresinde?  Hadi soru sormaktan vazgeçtik diyelim, ayrıca onların uykularını kaçıracak bir bilinen gerçek daha vardır ki, o da 20 çeşit amino grup asitten her birinin ‘sol elli  olması gerektiği gerçeğidir. Belki de bu gerçekle karşılaştıklarında sol elde nerden çıktı diyebilirler.  Onlar gerçekler karşısında şaşa dursunlar, bilindiği üzere kimyasal bakımdan bir amino asitin sağ elli ve sol elli iki cinsi söz konusudur. Aralarında en bariz fark ise zıt yönlü olmalarıdır. Dahası en basitten en karmaşığa kadar seyreden pek çok biyokimyasal olayların protein yapısına sol elli aminoasitler iştirak etmektedir. Değil pek çok biyokimyasal reaksiyonlarda, biyokimyasal reaksiyonların bir tanesinde bile sağ elli amino asidin dâhil olması demek proteinin hiçbir fonksiyon icra edemeyeceği anlamına gelmektedir. Anlaşılan o dur ki;  proteinler asla amino asitlerin tesadüfen bir araya gelmesiyle oluşmuş değillerdir, bilakis 20 çeşit amino asitten her birinin sol-elli olması dolayısıyla protein teşekkül etmektedir. Kaldı ki canlının gelişmesinde bir tek protein molekülünün hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Baksanıza en küçük bakteri olarak bilinen Mycoplasma Hominis H 39’da bile 600 çeşit protein olduğu belirlenmiştir. O halde hücreyi bir bütün olarak görmek mecburiyetimiz var. Çünkü hücre sadece proteinlerden ibaret olmayıp, bunun yanı sıra nükleik asitler, karbonhidratlar, lipitler, vitaminler, iyonlar vs. birçok kimyasal maddelerin belli oranlarda iştirakiyle hücre yapısına takviye kuvvet olarak renk katmaktalardır.

        Proteinler; fibriler ve globüler (küresel) protein olmak üzere iki şekilde bulunurlar. Fibril yapıdaki proteinler çekme ve gerilme olaylarına karşı dayanıklılığı temsil edip özellikle bu anlamda hücre zarlarını meydana getirmekle mahirlerdir. Bu nedenle fibriler proteinler yapı proteini olarak adından söz ettirirler hep. Nitekim hayvan derisi (kösele) dayanıklılık açısından lifsel proteinlerin tipik misalini teşkil eder.

             Globuler proteinler ise enzimatik proteinlerdir. Dahası bunlar zincir halde veya dümdüz lifler halinde görünüm arz etmeyip daha çok başka moleküllerin sentezinde iş gören montaj ve demontaja yarayan aletleri andırır görünümü sergileyen yapıdadırlar. Dahası bu yapısıyla katalizör görevi yaptıkları anlaşılıp, bu yüzden enzim bakımdan kısa, moleküller bakımdan da globuler (nispeten küre)  tip protein olarak bilinirler.

     Yapı bakımdan proteinler “basit protein ve bileşik proteinler” diye de tasnif edilip, aynı zamanda bunlar asit ve asit türevlerini de kapsayan bileşiklerdir. Malum bileşik proteinler bir basit proteinin diğer bir madde ile prostatik grup halinde birleşmesiyle ortaya çıkar. Dolayısıyla proteinlerdeki prostatik gruplar çok çeşitlilik arz eder. Örneğin:

 -Nükleoproteinlerde prostatik grup nükleik asitlerdir,

 -Gluko ve mukoproteinlerde prostatik grup karbonhidratlardır,

    -Fosfoproteinlerde prostatik grup fosforik asittir,

 -Lipoproteinler de yağ asitleridir,

    -Kromoproteinlerden hemoglobin ise demirli porfisik kompleks prostatik grup olarak iş görür.

      Bu arada şunu belirtmekte yine fayda var,  malum materyalistler her şeyde olduğu gibi protein sentezinin de tesadüf eseri meydana geldiğinden dem vurmaktalar habire.  Oysa proteinlerin tesadüfen meydana gelmesi imkânsız gibi bir şeydir.  Çünkü bu konuda Evrimci biyolog Frank B. Salisbury şakınlığını gizleyemeyip şöyle der: “Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerebilir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit bulunduğu hatırlanırsa,  1000 nükleotidlik bir dizi 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bu rakam ise, aklın kavrama sınırının ötesindedir” (Bkz. Frank B. Salisbury “Doubts about The Modern synhetic Theory of Evolution” s 336).  Dahası bu ifadelerden anlaşılan o dur ki ortaya farklı bir şekilde çıkabilecek 4 üstü bin (1000) sayıda bir dizilim,  küçük bir logaritma hesabı sonucunda 10 üzeri 620 sayı demektir bu. Yani 1’in yanında 12 tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken,  620 tane sıfırlı bir rakam ise gerçekten de aklın kavranması mümkün olmayan bir sayıdır dersek yeridir.  

          İşte yukarıda sözünü ettiğimiz hücre içindeki tüm bu olan bitenler ve aklın sınırlarını zorlayan rakamlar bize gösteriyor ki; hiçbir şey rastgele ve tesadüfen oluşmuyor, hemen her şey belli bir plan dâhilinde zincirlemesine gerçekleşen bir tür protein tercüme faaliyeti olarak cereyan etmekte. Böylece mikro düzeyde gerçekleştiğini sandığımız hadisenin, aslında büyük bir âlemi dolduracak harikulade işleyiş olduğu anlaşılıyor.  Zaten olan biteni anladığımızda mükemmel yaratılmış mikro ve makro âlem karşısında “Amenna ve saddakna” demekten kendimizi alamamış oluruz. Böylece bu sayede Yüce Allah’ın azametini ruhumuzun derinlerinde hissedip kurtuluşu İslam’da aramış oluruz.

              Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/hucreden-allaha-5862-kose-yazisi