26 Mart 2022 Cumartesi

DÖLLENME BASİT BİR HADİSE Mİ?


 

DÖLLENME BASİT BİR HADİSE Mİ?

               SELİM GÜRBÜZER

            İlginçtir döllenmeyi (ilkah) sıradan bir işmiş gibi gören kendini bilim adamı sanan bir takım aklıevvel adamlar maalesef bakteriler, kamçılılar (flagellate) algler, mantarlar, sporlar, yosunlar ve eğrelti otlarının üreme faaliyetlerine de iptidai gözle bakmışlardır. Oysaki üreme faaliyetlerine analitik gözle bakmak yerine ilkellik olarak yaftalamak bu işin bilimle bağdaşır hiç bir yanı yoktur elbet. Mesela bazı bitki örneklerinde tohumlama hadisesi iyi analiz edildiğinde erkek tohumun saldığı kimyasal salgılar sayesinde dişi tohum hücrelerini bulduğu gözlemlenmiştir ki, en basitinden bu tür örnekler bile tek başına döllenmenin gelişi güzel rastgele olamayacağının delili olarak göstermeye ziyadesiyle yeter artar da.  Düşünsenize birde tohumu olmayan bir eğrelti otunun yapraklarında spor kesesi içerisinde konumlanmış sperm,  su filmi boyunca ortama malik asit gibi bir takım kimyasal uyarıcılar salgılayan archegonia’ya hareket ederek bir anda kendisinin tanınmasına yetip böylece diploit zigottan bir sporofit gelişebiliyor. Derken böylesi bir döllenme hadisesi sayesinde bünyesinde hem erkek hem de dişi spor keseleri bulunduran bir eğrelti otundan kısa sürede kendi köklerini ve gövdesini geliştiren bağımsız bir bitki meydana gelmiş olur.   Dolayısıyla şimdi tamda bu noktada bu işin sıradan basitmiş gibi hafife alanlara sormak gerektir,  Allah aşkına bunun neresinde iptidai (ilkellik) üreme durumu söz konusudur?  Hakeza bir başka üreme faaliyeti örneklerine baktığımızda suda yaşayan birçok canlıların döllenmesi beden dışında gerçekleşebilirken, karada yaşayan canlıların büyük çoğunluğunun ise beden içerisinde yani dişinin nem ortamı yumurta kanallarında gerçekleştiğini görmekteyiz. Dolayısıyla bu tip üreme örneklerde bize gösteriyor ki,  tıpkı eğrelti otunda olduğu gibi nasıl ki ortamda yeterli miktarda nem varsa gametofit döllenir ve diploid bir sporofite dönüşerekten sporların üreme hadisesi gerçekleşebiliyorsa,   aynen öyle de bu tip üreme örneklerinde kendine özgü bir nem ortamına ihtiyaç hâsıl olaraktan üremesi söz konusudur.

            Üreme hadisesine genel çerçevede baktığımızda çoğunlukla üreme hücrelerinin hayati temel programı esasen sperm ve yumurta hücresine dayanır. Nasıl ki bir tohumun programında büyük bir koca ağaç kodluysa aynen öyle de sperm ve yumurta hücrelerinin içerisinde de gelmiş geçmiş tüm ebeveynlerin karakteristik genetik kod özeliklerinden tutunda gelecek kuşaklara aktarılacak olan karakteristik genetik kod özelliklerde kodludur. Bilindiği üzere kadınlarda ergenlik çağına gelmişliğin göstergesi hayız hali (menstruatıon)  olup, bu durum rahim duvarının yıkılmasıyla vuku bulmaktadır. Dolayısıyla buluğ çağına erişmiş bir kızın (püberte-erinlik)  adet hali 28 günlük dönemin ortasına denk gelip genellikle on dördüncü güne gelindiğinde yaklaşık 50’ye yakın yumurta hücrelerinden bir tanesinin bölünme sürecine girdiği gözlemlenir. Böylece bölünme süreciyle birlikte meydana gelen dört yumurta hücreleri içerisinden döllenme kabiliyetine sahip sadece bir tanesi yumurtalıklardan atılımı gerçekleşebilmekte. Yani bu demektir ki dört tanesinin atılmasına üreme faaliyeti programı gereği izin verilmez.  Yukarıda da dedik ya, üreme faaliyeti basite alınacak bir iş değil,  tamamen programlanmış bir iş olduğu şundan besbellidir ki şayet yumurtaların dördününde atılmasına izin verilmiş program olsaydı her hamilelik dönemi dört çocuk doğacak demektir ki vay o annenin haline.  Programa  ol” emrini veren ilahi güç gelişmiş olan dört yumurta hücresinden sadece bir tanesine döllenip olgunlaşma kabiliyeti vermiştir.  Yine de Yüce Allah dilerse programın dışında birden fazla yumurta hücresinin yumurta kanalına geçişiyle birlikte her birinin farklı spermler tarafından döllenip ikiz, üçüz, dördüz denen çokuz bebeklerin doğmasını halk etmekte. Hatta alışılmışın dışında buna benzer bir durumu zigot aşamasında da gerçekleştiğini görebiliyoruz.  Nitekim zigot bölünme esnasında bir zar içerisinde birleşemeyecek şekilde ikiye üçe veya dörde ayrılarak gelişirse bu sefer hakiki çokuz üreme hadisesi vuku bulur ki,  işte bu tür çokuz hadiselerin ardından hem kız, hem erkek, hepsi kız ya da hepsi erkek çocuklar dünyaya gelecek demektir. Şayet yumurtalıklardan yumurtanın atılmayla başlayan bu süreçte döllenme gerçekleşirse hayız halinin kesilmesiyle birlikte gebelik boyunca kanama hali de görülmeyecek demektir. 

       Düşünsenize 3 ila 5 mikrometre çapında baş, boyun ve kuyruk kısımdan ibaret spermatozoit hücreleri sayesinde çapı yaklaşık 100 mikrometre olan oositi döllemesiyle birlikte içerisinde tüm insan profilinin (genotipinin) sığdırıldığı bir zigot oluşumu gerçekleşebiliyor. Malumunuz kadının ayda bir yumurta hücresinin yumurtalığından döl yatağı boynuzlarına kadar uzanan yumurtalık kanalına bırakılması gerekir ki döllenme hadisesi vuku bulabilsin.  Öyle ki bu söz konusu yumurta hücresi döl yatağı borusunun başlangıcında kanal boyu taşınır bir haldeyken bu süreç içerisinde şayet cinsel ilişki olmuşsa vajinaya bırakılan sperm hücreleri rahim ve döl yatağı kanalından ilerleyerek ovumun (yumurta hücresinin)  etrafını çepeçevre kuşatacaklar demektir. Ancak çepeçevre saran onca sperm arasından sadece bir tanesine dölleme nasip olacaktır. Böylece sperm ovumun içerisinde eriyip kaynaşaraktan zigota dönüşecektir. Akabinde embriyolojik süreç başlayacaktır.

           İşte görüyorsunuz,  döllenme hadisesinde nerden nerelere gelinen noktalarda en nihai hedef vuslat olacaktır.  Başlangıçta gamet hücreleri (eşey hücreleri)  bir araya gelmeden önce erkek spermatozoon hücrelerinin kendi içinde spermatogenezis olarak gelişim kaydedip üretilirken dişi oosit hücrelerinin de kendi içinde oogenezis olarak gelişim kaydedip üretildiğine şahit olmaktayız.  Sonrasında ise malum kendi kaynağında gelişim kaydedip olgunlaşan sperm ve yumurta hücreleri bulundukları mekânlardan döllenme için yola koyulduklarını şahit oluruz. Tıpkı oğlan ve kız çocukların olgunlaşıp buluğ çağına geldiklerinde ana ocaklarından çıkıp gelin güvey olma hadisesinin ta kendisi bir durumdur.  Değim yerindeyse kendi öz yurdundan göç edenlerin kar tipi demeden uzun bir yolculuğa çıkmanın akabinde vuslata ermek ya da döllenme (fertilizasyon) denen ilkah hadisesinin gerçekleştiği bir durumdur. Bu hadisede belki kafamızı kurcalayacak olan şu sual akla gelebilir; hadi sperm hücrelerinin hareketli olması dolayısıyla onun yolculuğunu bir noktada anlayabiliyoruz, ama söz konusu yumurta hücreleri olunca hareketsiz olmaları hasebiyle doğrusu kendi yolculuğunu nasıl gerçekleştirdiğini anlamakta zorluk çekebiliyoruz.  Biraz üzerinde kafa yorduğumuzda her ne kadar yumurta hücreleri sperm hücreleri kadar hareketli olmasalar da her yumurtlama döneminde bir folikül olgunlaşarak değim yerindeyse yumurta hücresinin kız evinden çıkmasını sağlayıp serbest bıraktığın görürüz.  Düşünsenize tek bir yumurta hücresini sarıp sarmalayan onu besleyip koruyan folikül yapı bir noktadan sonra beslediği yumurta hücresini bizatihi salgıladığı östrojen hormonu ve takım enzimlerin etkisiyle yuvadan uğurlayabiliyor. Nitekim salgılanan sıvının hem yumuşatıcı hem basınç etkisi sayesinde yumurta hücresini yerinden kımıldatmaya ve karın boşluğuna uğurlamaya ziyadesiyle gücü yeter de.  Tabii bu yolculuk burada sona ermez, dahası var. Şöyle ki; bu uğurlayış sırasında yumurta hücresine bir başka yardım eli uzatılır ki, bu el fallop tüpünün (kendisine yumurta kanalı denilen)  en dıştaki parçası konumunda hem yumurtaları yakalamak hem de kanalize etmekle görevli ve kendisine infundibulum denen huni şeklinde parça uçtur bu. Böylece yumurta kanalının en uçtaki bu parçacık el sayesinde yumurtalıktan periton boşluğuna bir oosit salınmasıyla birlikte fimbriaların kirpikleri yumurtayı Falllop tüpüne süpürür. Derken sürüklenen yumurta hücresi tünel içerisinde ta ki oğlan evinden yola çıkan damadın (sperm hücreleri) gerdek gecesinde gelin güvey olana kadar bekletilir. Ancak o bekleme süresi içerisinde gelin ile güvey birbirlerine kavuştuklarında şayet döllenme şartları oluşmadıysa döllenme gerçekleşmeyebilir de. Bu durumda ister istemez döllenmeyen yumurta hücresi kendiliğinden eriyip yok olacaktır.

          Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik derken yuva kurmak için yola çıkılan bu yolda damat (güvey)  adaylarının yumurta hücrelerine nazaran tek avantajlı yanları kuyruklu ve hareketli olmalarıdır. Yine de bu demek değildir ki yolculuk çok rahat geçecek,  zira bu yolculukta testislerin arka epididimis kısmında istirahate çekilmiş olan sperm hücrelerini  (damat adaylarını) zorlu şartlarda çetin bir sınav beklemekte. Öyle ki milyonlarca sperm hücresi bu çetin yolculuk öncesinde bir yandan beyindeki hipofiz bezinden folikül stimüle edici hormonla (FSH) aktif hale gelirken diğer yandan luteinizan hormonun  (LH)  tetiklediği testeron hormonu salgısıyla da olgunlaşmaları sağlanır. Yani bu ön hazırlıklar tamamlanmadan öyle bulundukları mekânlarından kolay kolay ayrılmak yok elbet. Kaldı ki, buda yetmez yola çıktıklarında kurda kuşa yem olmamak içinde mutlaka yolculuk boyunca gerek lojistik bakımdan gerekse iaşe bakımdan destek alacağı mekanizmalara da ihtiyaç hâsıl olacaktır.  Nitekim kendilerine bu hususta üç koldan ilk evvela seminal veziküllerden salınan sıvılar yardım elini uzatıp destek çıkacaklardır.  Bu bezin salgıladığı fruktoz şekeri sefere çıkan milyonlarca sperm hücresinin hem beslenmesini hem de enerji tazelemesini sağlayacaktır. İkinci yardım eli prostat bezinden gelip, bu bezin temel özelliği akışkan olmasıdır. Dolayısıyla bu akışkanlık konukların hareket manevralarına güç katacaktır. Üçüncü yardım elini uzatacak olan ise prostat bezinin hemen altında konumlanan Bulboüretral bezi (bir diğer adı Cowper bezi) ise salgıladığı sıvı sayesinde sperm hücrelerinin hacim itibarı ile yapısı daha da genişlemiş olacaktır.  İşte bu üç salgı bezi belli başlı merkezlerden gerekli desteği alaraktan gelişimini ve donanımını tamamladıktan sonra sperm hücreleri nihayetinde vajinaya boşaltılır kıvama gelir.  Ancak konuk olduğu vajinal ortamda pek alışık olmadıkları ortam olması hasebiyle pek emin bir mekânda sayılmaz. Zira vajinal mekânın asidik değeri spermler için öldürücü nitelikte olabiliyor. Neyse ki yolculuk esnasında uğradığı üç merkezden kendilerine iştirak eden bir başka merkezin saldığı sıvı salgısının pH değerinin bazik olması  (pH 7,2)  adeta Hızır gibi imdatlarına yetişip vajinal mekanın ortamını nötr hale gelmesini beraberinde getirecektir. Derken bu bazik sıvı desteği sayesinde tehlikede atlatılmış olur. Tabii tehlikenin giderilmesiyle her şey bitmiş sayılmaz, birde spermlerin yumurta hücresini bulma noktasında hangi yöne gideceği meselesi vardır.  Neyse ki önlerinde ki bu meselede de yumurta hücresini bulma noktasında bu kez karşı taraftan gelen yumurta hücresinin saldığı bir koku maddesi Hızır gibi imdatlarına yetişecektir. Öyle ki bu söz konusu koku salgısı sperm hücreleri üzerinde kemotaksis etki yapıp yol almalarına rehberlik edecektir.  Daha da olmadı bir yandan da takviye kuvveti diyebileceğimiz yumurta kanalından gelen bir sıvının spermler üzerinde reotaksis etki yapıp vuslat anı için yüzmelerinin önü açılacaktır.  Spermler yüze dursun, şu da var ki yumurtaya doğru yüzüp gelebilen milyonlarca sperm hücresinden sadece 500 ila 1000 civarında sperm hücresi ancak yumurta hücresiyle buluşabiliyor. Buluşanların da malum bu yolculardan ancak bir tek sperm hücresine vuslat nasip olabiliyor. Bikere her şeyden önce bir yumurta hücresinin döllenebilmesi için kendinde eksik kalan genetik şifrelerini tamamlayacak ya da etrafına üşüşüp kümelenen sperm hücreleri arasından kendi genetik kartının şifrelerini açacak olan sadece bir tanesiyle uyumlu spermle gerdeğe girmesi gerekir ki döllenme ve üreme gerçekleşebilsin. Aslında bu durum normal biyolojik kurallar çerçevesinde analiz edildiğinde döllenmenin hiçte öyle basit bir şekilde pekte kolay gerçekleşemeyeceğini göstermektedir.  Vuslatın gerçekleşmesi için belli ki, ilahi ferman gereği, yumurta hücresinin yolculuğun başlangıcından itibaren yaklaşık iki yüz elli milyon sperm hücrelerinden sadece bir tanesine kendi eksik kartlarını tamamlattıracak bir gizli ‘Ol’ emre ihtiyaç vardır.  Nitekim Fussilet suresinde İlahi hitap bizlere bu hususta:

       “,,.hiçbir dişi gebe kalamaz ve doğurmaz” diye beyan buyurulmak suretiyle  “Ol” emrin iznine tabi olarak  gebe kalınabileceğine işaret edilmekte. Gerçekten de Yüce Rabbimizin ‘Ol’ deyince oldurur,  “Olma” deyince oldurmaz hükmüyle bir şey ya vücut bulur ya da vücut bulmaz,  buna müminler olarak inancımız tamdır. Hiç kuşku yoktur ki,  bir incir çekirdeği tohumunda dallarıyla, gövdesiyle meyvesiyle birlikte bir ağacı kodlayan Yüce Allah,  elbette ki sperm hücresi içerisinde insana ait karakterleri içeren programı da  “Ol” emriyle bir damlacığa kodlayanda yegâne tek Yaratıcı kudret sahibidir. Madem öyle, böylesi müthiş bu mucizevî olayı sorgulamak bize asla yaraşmaz,  bize sadece “Amenna ve Saddakna” demek yaraşır.  Hem biz kimiz ki sorgulamak lüksümüz olsun, sonuçta bizler Benî Âdem’den bir yaratığız.  Baksanıza Ovaryum hücresi bir insanda bulunması gereken 60.000 civarında genetik karakterin yarısını taşıyan bir amolegen genidir, yani ovaryum mayoz bölünmeyle ortaya çıkan bir ünite olup, mevcut 46 kromozom içerisinde 23 kromozoma indirgenmiş kod olarak  “Ol” emrin gereğini yapmakla kendini adamış durumda.  Hakeza babadan gelen meni hücreleri de her ne kadar bizim gözümüzde kalabalık orduları andırır birbirine iç içe geçmiş karışık kuruşuk kartlar gibi gelse de aslında her bir sperm hücresi  “Ol” emriyle dişi yumurta hücresinin kilidini açacak kart olmaya adamış adaylardır. Dolayısıyla bu noktada hücre âleminde her bir fert emre amade bir şekilde ferman başım üzerine derken bizim sorgulamamız abesle iştigal olur.  Üstelik ortada sorgulanacak bir durumda yoktur, bilakis ortada apaçık bir şekilde yukarıda da belirttiğimiz üzere yolculuğun başında annede gelen bir ovaryum (yumurta) hücresine karşılık babadan gelen yaklaşık 250.000.000 meni hücresi karşılık gelen bir mucizevi hadise vardır. Hele yolculuk ilerledikçe böylesi mucizevi bir hadisenin daha da ilginç kılan yanı vardır ki, o da malum 250.000.000 spermden ancak 500 ila 1000 civarında sperm hücresinin yumurta hücresini çepeçevre kuşatıyor olmasıdır. Belli ki her bir nefer Yücelerden emir almış olsalar gerek ki yeni bir canlının doğumuna vesile olmak için burada mevzilenmiş durumdalardır.  Her bir nefer mevzilene dursunlar,  böylesi mucizevi hadisede akıllara durgunluk verecek asıl olay yumurta hücresinin onca sperm hücresi neferi arasında kendi genetik kartını açacak olan tek bir sperm hücreyi nasıl tanıyıp da onunla döllenmeyi gerçekleştirdiği çok ilginçlik durum oluşturacaktır. Ancak burada unutmayalım ki onca sperm arasından seçilmiş tek sperm hücrenin de hemen vuslatı bir çırpıda da kolay olmayacaktır,  hemen önünde duran bariyeri de geçmek zorundadır. Bu bariyer tıpkı evlenecek çiftlerden erkeğin gerdek gecesinde kızlık zarı bariyerini de aşması gerektiği bir durumu da hatırlatan bir hadisedir. Öyle ya, bu söz konusu bariyerlerde aşılması gerekir ki gelin güvey olmaktan çıkıp anne baba olunabile. Bu durum hücre bazında düşündüğümüzde öncelikle bu iş için yumurta hücresi tarafından spermi kendisine cezbettirecek fertilizin madde salgılaması gerekir ki sperm hücresinin akrozom kısmında antifertilizin denen asidik bir protein salgılayabilsin. İcabında bu da yetmez karşılıklı salgılar salınmalı ki sperm hücresi yumurta hücresinin zona pellusida denen jelimsi örtü zarına tutunup geçiş izni alabilsin. Dikkat edin izin dedik, nedeni farklı türe ait yabancı (ajan) spermleri ayıklamaya yönelik önlem içindir. Böylece bu kontrol mekanizmaları sayesinde döllenmenin akabinde embriyonun belli aşamalar kat ederekten gelişimi neticesinde insan insan olarak, hayvan hayvan olarak dünyaya adımını atıp gözünü açmış olmakta.

         Evet,  yumurta hücresinin cazibesine kapılan sperm hücresi nice önüne çıkan tüm bariyerleri aştıktan sonra kendisini eş olarak seçen yumurta hücresinin izniyle akrozom kısmını çatlatıp ancak o zaman açığa çıkardığı enzimin zarı eritmesiyle vuslatını gerçekleştirebilmektedir. İşte vuslat bu noktada biyolojide karşılıklı kromozomların kaynaşıp birleşmesi manasına gelen “fertilizasyon” kavramı olarak anlam kazanır da.  Halk dilinde ise bu kavram malum döllenme olarak dillendirilir.  Her neyse böylesi bir mucizevi hadise ne şekilde ifade edilirse edilsin döllenme hadisesinde görünen o ki kapıdan içeri öyle elini kollunu sallayarak geçilmemekte, bilakis kapılar “Ol” emriyle izne tabi seçilmiş olana açılmakta.  Her gelene kapıların açılmadığı şundan besbellidir ki geçiş izni olana kapı açılıp içeriye alınır alınmaz   (vuslat sonrası)  derhal zarın yapısı değişerekten kapının tekrardan dışarda kalan spermlerin yüzüne kapatılıyor olmasıdır.  Dedik ya,  değim yerindeyse kızlık zarı geçiş izni alan tek sperme özgü bir hücre duvarıdır,  diğerleri içinse kapalı hücre zarından başka bir anlam ifade etmeyen bir duvardır. İşte tüm bu anlatılanlardan sonra birileri halen döllenme hadisesinde bu akıl almaz mucizevi bilmeceyi hafife ala dursun,  bizim için önemli olan Allah-ü Teâlâ’nın yumurta hücresinin genetik kodların çözümlemesinin ancak “Benim irademle” olabileceğini şu ayetle ortaya koyması çok önem arz eden bir husus olacaktır, gerisi teferruattır elbet. Bakınız Yüce Allah (c.c) bu hususta ne beyan buyuruyorlar:

       -“Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi O’na aittir O’nun bilgisi dışında hiçbir şey kabuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Onlara: Bana koştuğunuz ortaklar nere de diye seslendiği gün: Sana buna dair bizden hiçbir şahit olmadığını arz ederiz derler.” (Fussilet suresi(41) 47.ayet).        

         Döllenme hadisesinden sonra malum anne karnında embriyolojik süreç başlayacaktır.  Yani yumurta ve sperm hücrelerinin birleşmesiyle oluşan zigotun çift sarmallı DNA molekül haline gelmesiyle birlikte arka arkaya mitoz bölünmeler eşliğinde hücre sayısının artmasına bağlı olarak embriyolojik süreç vuku bulacaktır. Bu süreçte embriyonun oluşumunun başlangıcında hücrelerin tümü oval yapıdadır.  Dahası bu sürecin başlangıcında ovum ve spermatozoit çekirdeklerinin birleşmesiyle meydana gelen zigotun takriben 30 saat sonrasında ikiye bölünüp 3 gün sonrasında ise morula denilen yumağa dönüşmüş bir hal ve vaziyette diğer embriyolojik safhalara adım atılmış olunacaktır. Derken zigotun ardı ardına bölünme evreleri geçirmesi sonucunda dört gün sonrasında doğacak olan çocuğun embriyo denen ilk taslağı şekillenerekten rahim boşluğuna düşmüş olunacaktır. Zigot aynı zamanda bir insan bedeninde bulunan yaklaşık 60 trilyon hücrenin özeti diyebileceğimiz ve embriyo oluşumuna geçit teşkil eden ilk nüve oluşumun ta kendisi bir hücredir. Öyle ya, nasıl ki bir tohum tanesinde bir ağaç gizliyse, aynen öyle de bir zigotta 60 trilyonluk hücrelerden meydana gelen bir insan kodludur. Zigot oluşumuyla birlikte oluşan embriyo ise yarı anneden gelen yarı da babadan gelen kromozomlarla şekillenip karakteristik özellik kazanan ve çocuk oluşumuna geçit teşkil eden ilk canlı taslağı oluşumunun ta kendisi bir hücredir. Bilindiği üzere insan genomuna kodlanmış 46 kromozomlardan ikisi cinsiyet kromozomları olup bunlardan X kromozomu dişilik özelliği taşırken, Y kromozomu ise erkeklik özelliği taşır.  Öyle ki cinsiyet geni olarak bilinen Amelogenin geni erkeklerde XY şeklinde temsil edilirken, kadınlarda da XX şeklinde temsil edilir. Nitekim erkek ve yumurta hücresine ait kromozomlar bölünme safhasında iki allel cinsiyet geni olarak geçiş yaparlar. Bu durumda sperm hücreleri yarı X,  yarı Y geni üzerine bina edilmiş olunacaktır. Kelimenin tam anlamıyla sperm hücreleri yarı yarıya dişi ve yarı yarıya erkek karakteristik bir yapıya sahip bir gen olarak sahne almış olacaktır.  Ve bu karakteristik özelliğini döllenme hadisesinde kendini gösterir de, Nasıl mı?   Şayet sperm hücresi ovaryum hücresini dölleme esnasında bünyesinde kodlu olan X geni daha baskın bir durumda ise bu demektir ki çocuk kız doğacaktır, yok eğer döllenme esnasında Y geni baskın durumdaysa çocuk erkek doğacak demektir.  Nitekim anne karnında doğacak olan çocuk şayet erkekse cinsiyet organları daha altı haftalık ceninken bile teşekkül etmeye başlayıp küçücük bir kabartı şeklinde kendini belli edecektir. Hatta ultrasonda cinsiyet yönünden erkek bebeğin olduğuna dair ilk işaret belirgin çıkıntı şeklinde kendini gösterir bile. Hakeza kız çocuk ise üç çizgi şeklinde kendini gösterir. Ultrasonda ister minik kabartı ister üç çizgi şeklinde çocuğun cinsiyeti belirlene dursun,  sonuçta her iki cins içinde geçerlilik arz eden husus yaklaşık beş aylık embriyolojik gelişim sürecinde cinsiyet taslağı tamamlanmış halde anne karnında bir zaman sonra diliminde dünyaya geleceğini muştuluyor olması çok önem arz edecek bir husustur.  Öyle ki anne rahminde ki cenin beşinci ayına geldiğinde cinsiyet gelişimini tamamlamasıyla birlikte doğacak olan çocuğun erkek mi yoksa kız mı olacağı noktasında tüm tereddütlere mahal bırakmayacak şekilde kendi cinsiyetini muştulayıp dünyaya geleceğinin işaret fişeğini ateşler de. Ve bu hususta Yüce Allah (c.c) şöyle beyan buyurur da: “Allah bilir, rahimlerde ne varsa.” (Lokman 34), “Şimdi gördünüz mü rahimlerde döktüğünüz meniyi? Onu insan biçiminde siz mi yaratıyorsunuz, yoksa Biz miyiz yaratan?” (Vakıa 58, 59).

        Velhasıl-ı kelam, ayet-i kerimelerden de anlaşıldığı üzere döllenme hadisesinin sıradan basit bir iş olmadığı,  bilakis mucizevi bir hadise olduğu anlaşılmaktadır.

         Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dollenme-basit-bir-hadise-mi-5648-kose-yazisi

18 Mart 2022 Cuma

BİR NEFES SIHHAT OKSİJEN MUCİZESİ


 

BİR NEFES SIHHAT OKSİJEN MUCİZESİ

        SELİM GÜRBÜZER

        Plastitler, alg ve bitki hücrelerinde bulunan aynı zamanda hücrenin görevine uygun renk ve şekil kazanan çift zarlı temel organellerdir. Nitekim bu temel organellerden mesela kromoplastlar bitkilere farklı renkler kazandırması yönüyle en dikkat çekici örneğini teşkil eden plastitler türüdür. Hem nasıl dikkat çekmesin ki,  bikere lökoplastlar gibi renksiz değillerdir, elbette ki dikkat çekeceklerdir. Hem ayrıca kromoplastların bir diğer plastit gruplarından lökoplastlar  (beyaz kloroplastlar)  ve kloroplastlar gibi fotosentez yapan ökaryot türleri de mevcut olup bunlar turuncu, sarı, kırmızı renkte kromoplastlar olarak kategorize edilirler.

         Peki ya, kloroplastlar? Malumunuz kloroplastlar ise bitki hücreleri içerisinde değim yerindeyse yeşil renkte ışığı emen düğmeler şeklinde glikoz imal etmek için konumlanmış plastitlerdir. Zira fotosentez olayında kloroplast içerisinde yer alan klorofil maddesinin ışığı absorbe etmesiyle (tutma eylemi) tutulan ışık bir bakıyorsun kimyasal enerjiye dönüştüğü gibi ayrıca ATP taşıyıcı enerji olarak açığa çıkar da. Yetmedi enerjinin haricinde bu arada bitkiler fotosentez sayesinde oksijen üretmişte olurlar. Nasıl mı? Bitkiler malumunuz yaprakları marifetiyle atmosferden aldıkları on binde üç oranında (% 0,03) 6 molekül karbondioksit gazını ve kökleriyle aldıkları 6 molekül suyu güneş ışığı yardımıyla bünyelerinde var olan klorofille özümleyerek glikoz (besin) ve 6 molekül oksijen üreterek bu işi gerçekleştirmiş olurlar. Böylece su ve karbondioksitin birlikte sentezlenmesi sayesinde karbonhidrata grubundan glikoz nimetine mazhar oluruz. Sadece bu nimete insanlar mı mazhar olur?  Hiç kuşkusuz bizim dışımızda mesela tek hücreli yeşil bitki olarak bilinen fitoplanktonlar da kendi payına düşen güneş ışığından istifade ederekten CO2, H2O,  besi elementlerini  (azot, fosfor, kükürt vs.) oksijene ve organik maddelere dönüştürüp hem kendisi için nimet edinmiş olur hem de bulunduğu  okyanus, deniz ile tatlı su ekosistemindeki tüm canlılara oksijen üreten can nimet olur.

           Kelimenin tam anlamıyla anlaşılan o ki, fotosentez sayesinde üretilen oksijen gerek karada gerekse denizde yaşayan tüm canlılar için hayat kaynağı olmakta. Nitekim karada yaşayan canlılar olarak başta insan olmak üzere diğer pek çok canlılar soludukları temiz hava sayesinde  (oksijen) yedikleri gıdaları vücutlarında gıdaları yavaş yanma mekanizmalarıyla yakıp dışarıya karbondioksit vermek suretiyle hayat bulmaktalar. Tıpkı bu sobada yanan yakıtın yanması sonucu bacadan tütsü halde dışarıya dumanın atılması gibi bir durumdur bu. İyi ki de yediğimiz gıdalar vücut iklimimiz de yakılıp karbondioksit olarak dışarı atmaktayız. Aksi halde karbondioksit birikiminin vücuda vereceği zarar ciddi sonuçlar doğuracaktır. Şu bir gerçek karbondioksiti vücutta yeteri kadar dengede tutan akciğerden başkası değildir.  Bu demektir ki, canlı cansız âlemde her varlık yaratılış gayesi doğrultusunda bir kendi aralarında karşılıklı “al gülüm ver gülüm” misali tıpkı fotosentez olayında olduğu gibi biri diğerine karbondioksit ikram ederken diğeri de oksijen sağlayarak ikramda bulunmakta. İyi ki de yaratılan varlıklara arasında karşılıklı ikramlar söz konusu, bu sayede birbirlerine karşılıklı can simidi olunmakta.  Düşünsenize bir an oksijensiz kaldığımızı düşünelim,  bu durumda beyin oksijensizliğe ancak 4 dakika dayanabilmekte. Sonrası malum beyin ölümü, akabinde ölüm kaçınılmaz alın yazımız olarak karşımıza çıkar.  Hakeza rızıklandığımız gıdalar için de oksijen çok önemli maddedir. Oksijen molekülleri olmaksızın istediğiniz kadar yiyip içelim asla dışardan vücudumuza aldığınız besinlerin hiçbir bir kıymet değeri olmayacaktır.  İlla ki aldığımız besinler oksijenle yakılması gerekir ki vücut içerisinde metabolizma faaliyetleri start alabilsin. Hem oksijen öyle mucizevi bir elementtir ki, herhangi bir maddeyle reaksiyona girdiğinde hızlıca bileşik oluşturabiliyor da. Nitekim herhangi bir elmayı kestiğimizde bir süre sonra kahverengimsi renk hal alması ya da demirin oksitlenerek pas tutması bunun tipik misallerini teşkil eder.  Bu tipik misallerin ötesinde oksijenin vücutta sergilediği yakım ve yıkım faaliyetleri sayesinde karbondioksit oluşumu gerçekleşmekte.  Gerçekten de bizler Allah’a iman etmiş kullar olarak bizim irademizin dışında vücut şehrimizde cereyan eden bu muazzam işleyen sistem karşısında “Bu ne güzel karşılıklı döngü ve yardımlaşmadır” demekten kendimizi alamayız da.

           Evet, yanma olayı tabiat ile canlılar arasında karşılıklı bir döngü planı içerisinde gerçekleşen bir yardımlaşma hadisesidir. Nasıl mı? Hiç kuşkusuz havadan aldığımız oksijenin vücudumuzda besin kaynağı herhangi bir maddeyle reaksiyona girmesiyle vuku bulan bir nefes sıhhat hadisenin adı bir mucizedir bu.  Bakınız, Yüce Allah Kur’an’da:

         -“Gökte rızkınız ve size vaad olunan şeyler vardır” (Zâriyât, 22),

         -“Ya da  (bütün mahlûkatı) önce hiç yoktan yaratan, sonra onu iade edecek(öldükten sonra yeniden dirilecek) olan (mı İlahlığa daha layıktır? Düşünün ve anlayıp görün ki, yaratılışı ilkten başlatan, sonra onu sürekli yenileyip duran?) Ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı (gerçek Rabbinizdir, yoksa put ve tağut cinsinden aciz şeyler mi?) Allah ile beraber başka bir ilah mı? De ki: “Eğer doğru söylüyor iseniz, kesin burhanınızı getirin” (Neml, 64),

         -“Yeryüzünde ne varsa tamamını sizin için yaratan, sonra göğe yönelerek onları, yedi gök olarak tamamlayıp düzene koyan O’dur ve O, her şeyi hakkıyla bilmektedir” (Bakara, 29)  diye beyan buyurduğu ayet-i celileriyle bu gerçeğe işaret etmiş bile.  

          İşte yukarıda zikredilen ayet-i celilelerin mana ve ruhuna baktığımızda gerek aydınlık güneşimiz, gerek rahmet yağmurumuz, gerek her nefes alış verişimizde soluduğumuz hava atmosferimiz gerekse oksijen depomuz bitkiler karşımıza hayat kaynağı nimetler olarak çıktığını görürüz. Hiç kuşkusuz bu nimetlerin en başında, yani fotosentezin fitilini ateşleyecek nimet olarak en başta aydınlık kaynağımız güneş gelir elbet.  Ancak her şeyde olduğu gibi hiç kuşkusuz güneşte kendi başına buyruk değildir, yani her şeyde ölçü tayin edildiği gibi güneş sistemi içinde bir ölçü tayin edilerekten kendine has ayarlanmış kütlesi,  kendine has ayarlanmış hacmi ve enerjisi söz konusudur. Zira güneşin merkez katmanlarında 564 milyon ton hidrojen hammaddesi 560 milyon ton helyuma dönüşüp ısı ve ışık oluşturmakta.  Düşünebiliyor musunuz atmosferin üst katmanlarında % 21 oranında bulunan oksijen tıpkı azot gibi güneşten gelen kısa dalga boylu zarar verici mor ötesi ışın ve X ışınlarını emerekten yeryüzüne filtre edilmiş halde inivermekte. İşte gök kubbeden dalga dalga halinde inen güneş ışınları bir bakıyorsun bitki hücreleri içerisinde konumlanmış klorofil maddelerinin gösterdikleri üstün performanslarıyla kimyasal enerjiye çevrildiğinde ister istemez bu olay karşısında Yaradanımızın huzurunda “Senin verdiğin nimetlere sonsuz şükürler olsun” dedirttirecek türden hayat kaynağı olabiliyor. Hem nasıl hayat kaynağı olmasın ki, baksanıza ışık ve klorofilin karşılıklı olarak el yordamıyla karbonhidrat sentezini gerçekleştirmeleriyle birlikte serbest olarak açığa çıkardıkları oksijenin canlıların soluklanmasına sunulmak manasına  “…olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” olunmakta. Öyle ki bir nefes sıhhat hayat kaynağı oluşumunda fotosentez zincirinin halkalarında bir yandan su molekülü oluşumu için elzem olan hidrojen alınımı gerçekleşirken diğer yandan da solunum için elzem olan oksijen salınımı gerçekleşmekte. Tabii bu arada karbondioksit molekülleri de boş durmayıp suyla olan bağını kestikten sonra bilhassa besinleri yakmakla vazifeli oksijen için alıcı rol konumu görevi üstlenerekten karbonhidrat bileşiği üretimini gerçekleştirmektedir. Derken karbonhidrat bileşiği hem bitkilerin beslenmesine yönelik hayat kaynağı olur hem de diğer canlılar için gerekli olan protein, yağ ve nişastaya ayrışaraktan hayat kaynağı olur.  Fotosentezde rol oynayan tüm hayati öneme haiz unsurların hayat kaynağı oldukları molekül ağırlıklarından belli ediyor zaten. Nitekim bir maddenin molekül ağırlığı kendisini oluşturan atomların ağırlıklarının total miktarı kadarıyla değer kazanmakta. İşte Yüce Allah’ın halk ettiği bu fotosentez kanununun ilk halkasında karbon atom ağırlığının 12, oksijenin 16, hidrojen atom ağırlığının 12 olduğuna göre; neticesinde meydana gelecek olan total glikoz atom ağırlığının  (6 x 12) + (12 x 1) + (6 x 6) = 180 gram olarak değer kazandığı görülecektir. Ezcümle anlaşılan o ki;  karbondioksitin bir şekilde suyla olan izdivacı neticesinde glikoz ve oksijen üretimi vuku bulmakta. Ve bu üretilen besinin % 40 pasta dilimine denk düşen kısmın büyük bir bölümünü ise karbon oluşturmaktadır. Derken bu oluşan pastadan pay edilmek üzere tüm canlılara gıda,  meyve ve sebze ikram edilmesinin yanı sıra bu arada tabiat severlere de bakmasına doyamayacakları yeşil bir manzara temaşası sunulmakta.  Hele ki bu harikulade manzaranın oluşumunda aktif olarak rol oynayan bir madde var ki, o mikroskobun başında bulunan botanikçilerin yakından bildiği bitkilere yeşil renk katkısı sunan kloroplastlardan başkası değildir elbet.  Öyle ki bu madde sayesinde hava ve suyun özünde bulunan en temel üç elementimiz olan karbon, hidrojen ve oksijeni sentezlemesiyle hayat buluruz da. Yetmedi hayata dair son derece etki gücü olarak serbest olarak saldıkları oksijenle hem doğa hem de atmosfer temiz havaya bürünüp bu sayede teneffüsümüz sağlanır da. Şimdi gel de buram buram soluduğumuz bir nefes sıhhat manzara karşısında hayretler içerisinde kalma. Hatta bugün gelinen noktada insanoğlu sadece solumakla kalmayıp soluduğu havadan oksijen ayırt edebilmek için giriştiği bin bir türlü zahmete katlanaraktan ayırımsal damıtma işlemlerini gerçekleştirip sonrada bu koşuşturma içerisinde yüzünü birde dönüp bitkilerin 6CO2 + 6H2O → (C6H12O6) + 6O2 kanunuyla bu işi kendi keşfettiklerinin kat be kat üstünde gayet çok rahat bir şekilde ustalıkla yaptıklarını müşahede ettiklerinde de hayretlerini gizleyemediklerini   gözlemekteyiz.

      Atmosferin en önemli gazlarından olan oksijenin doğuşu bundan 2000 milyon sene öncesine dayandığı tahmin ediliyor. Genel olarak yeryüzünde oksijen değişik şekillerde sahne almaktadır. Hatta bulunduğu alana göre de isim almaktadır. Nitekim oksijen litosferde oksit halde bulunması hasebiyle maden oksidi olarak addedilir, hidrosferde su olarak addedilir, atmosferde ise moleküler oksijen olarak addedilir. Kur’an’da oksijen isimlendirmesi var mı derseniz, malumunuz Allah-ü Teâlâ’nın bu hususta nüzul eylediği: “Ki O, size yeşil ağaçtan bir ateş kılıp çıkarandır. Ondan ateş yakarsın” (Yasin, 80) ve  Şimdi bana (yeşil bir ağaçtan) yakmakta olduğunuz ateşi söyleyiniz onun ağacını siz mi yarattınız. Yoksa onu yaratan biz miyiz?” (Vâkıa,71–72)  ayet-i celileri hepimize ziyadesiyle fikir verecektir elbet. Nitekim fikir edindiğimiz ayet-i celilerin mana ve ruhuna baktığımızda oksijeni bilhassa bitkilerin ürettiğine işaret edilmenin yanı sıra oksijensiz yanma olayının gerçekleşemeyeceği de bildirilmekte.  Her ne kadar oksijen ayet-i celilerde isim olarak geçmese de sonuçta oksijen deposu bitki dokusu olmalı ki yanma olayı gerçekleşip karbondioksit elde edilebilsin. Kaldı ki ayette geçen  ‘ateş’ ibaresi yeşil ağaçtan çıkan oksijen manasına bir ibaredir. Öyle ya, ateş (oksijen) olmaksızın karbon içerikli kömür nasıl karbondioksite dönüşebilsin ki.  Hem ateş olmadan ne yemek pişirilebilir ne de savunma sanayi aletleri veya zirai aletler yapılabilir. İlla ki, karbondioksit olmalı ki;

      -Bitkiler yeşerebilsin,

      -Bitkiler yeşermeli ki hayvanlar beslenebilsin,  

      -Hayvanlar beslenmeli ki insanlar etinden, sütünden ve derisinden yararlanmış olabilsin.

       İşte görüyorsunuz mevzubahis ettiğimiz atomlardan sadece tek başına karbon atomunu mercek altına aldığımızda bile bu karbon molekülünün nelere mührünü vurduğunu ve trofik zincir içerisinde fonksiyonunun ne olduğunu az çok hepimiz fen derslerinde görmüşüzdür elbet.  Besbelli ki yaşadığımız hayatımıza soluk olabilecek nitelikte bir dizi birbirine bağlı muazzam bir trofik olarak tabir edilen beslenme ağı zinciri söz konusudur.  Nitekim M. Hamdi Yazır yukarıda ayet mealinde geçen ateş ibaresinin sadece yanmakta olan odun veya kömür manasına gelebilecek anlamıyla sınırlı tutmayıp buna ilaveten sürtünme ve dokunmayla oluşan elektrik manasına gelebilecek bir ibare olduğuna da vurgu yapmıştır. Birde meseleye biyolojik açıdan baktığımızda ise hem nasıl ki fotosentezle besin maddeleri üretilebiliyorsa, icabında fotosentezin tam tersi bir yöntem diyebileceğimiz aerobik (oksijenli) solunum yoluyla da besin maddeleri oksijenle yakılıp açığa karbondioksit, su ve bir miktarda enerji ortaya çıkabiliyor pekâlâ. Anlaşılan o ki, bitkiler her sabah güneşin doğuşuyla birlikte fotosentezi aracı kılarak ilahi mektubun gereği hummalı bir faaliyete geçip ürettikleri meyveleri bizlere takdim etmekle mahirdirler. Kelimenin tam anlamıyla bitkiler gece karbondioksit, gündüz de oksijen üretmekle mahirdirler. Böylece gece gündüz demeden bilfiil üretim yapmaları sayesinde zaman zaman kendimizi tabiatın kollarına attığımızda ormanların oksijen deposu haline geldiklerini müşahede etmiş oluruz. Hatta müşahede etmenin ötesinde bu arada konuk olduğumuz dünyamızın oksijen ve su dengesinin bitip tükenmeksizin bir nefes sıhhat mucizevî hadise olduğunu idrak etmiş oluruz da.  İşte bu nedenledir ki Fatih Sultan Mehmet; “Ormanlarımdan bir yaş dal kesenin, Başını keserim” demekten kendini alamamıştır. Bir başka ifadeyle yaş kesen baş kesendir demek istemiştir. Bundan daha da öte Adı Güzel Kendisi Güzel Yüce Peygamberimiz (s.a.v); “Yarın kıyamet kopacağını bilseniz bile ağaç dikiniz”  emri her şeyi anlatmaya yetiyor zaten.    

         Hakikat şudur ki; yeşil bitkiler güneş ışığını en iyi bir şekilde işleyebilecek düzeyde biyomotorlardır. Güneş ışığı eşliğinde yaşadığımız hayat ise bir noktada yeşilden mora kadar yedi tayf üzerine kurulu renkler manzumesidir. Bu yüzden tüm canlıların güneş ışığına mest olduklarını görürüz. Malum olduğu üzere beyaz ışık esas itibariyle kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi lacivert ve mor ışınlarının karışımından müteşekkil bir ışık tayfıdır. Peki, bu ışıklar hangi mekanizmayla seçilip bize sunulur derseniz, besbelli ki güneşten gelen ışınlar bitkiler tarafından absorbe edilerekten bir mercek misali süzülüp uzun dalga boyunda turuncu-kırmızı ışınlar ve daha kısa dalga boylu mavi-mor ötesi ışınları olarak seçim gerçekleşir. Nitekim böylesi bir seçimin deneyimsi uygulamasını beyaz ışığın cam prizmadan geçirildiğinde de bu durumu gözlemleyebiliyoruz pekâlâ. Keza yağmur sonrasında gökyüzünde beliren gök kuşağı da bir başka gözlemimize ışık tutacak tipik ışık tayfı seçiciliğini doğrulayan örneğimizdir. İşte bu örneklerden hareketle mesela bir yaprak tarafından orta boy dalga ışınlar yansıtıldığında klorofil maddesi bitkinin bulunduğu kısımda bizim ışık penceremizden yeşil renk olarak algılanacaktır. Zira bitkiye yeşil renk veren klorofil maddesi bu işe soyunurken ilk önce kendisine gelen kırmızı ve mavi ışığı kuvvetle absorbe edip kendisinde bulunan yeşil rengin çok az bir bölümünü yansıtmak suretiyle gerçekleştirmektedir. Nitekim bilim adamları bu doğrultuda yaptığı çalışmalar neticesinde mesela okyanuslarda var olan bir nevi bitki türü olarak addedilen alglerin (diatomlar) kara bitkilerinden daha büyük misli derecede fotosentezde aktif rol oynadıklarını belirlemişlerdir. Ayrıca yerden 80 kilometre uzaklıkta yer alan strosfer tabakasının bünyesinde taşıdığı azot gazı sayesinde güneşten gelen mor ötesi zararlı ışınlar filtre edilip korunmaya alındığımız da tespit edilmiştir. Bu demektir ki tabiatta kanun halinde var olan bu söz konusu filtreleme işlemleri olmasaydı yaşadığımız hayatımız bize zindan olacaktı.

         Atmosferde mevcut gaz oranların belirli oranlarda bulunması mucize-î rabbaniyedir. Mesela azotun % 78 ve oksijenin % 21 oranında atmosferde sabit değerde bulunması belli bir ilahi planın işleyişine yönelik amaç içindir. Kesinlikle bu oranlar tesadüfen tayin edilmiş rakamlar değil. Nasıl olsun ki, baksanıza bu sabit değerler sayesinde dünyamızı bir baştanbaşa kadar kaplayan gerek bitkiler, gerekse hayvan ve insan toplulukları hayat bulmaktalardır. Maazallah bir anda mevcut denge ayarının hedefinden şaşması her şeyin allak bullak olması demektir. Düşünsenize oksijenin atmosferde iki katı oranda fazla olduğunu bir anda varsayalım,  işte o zaman yeryüzünde hafif ateş kıvılcımı yakmakla hem solduğumuz havayı hem de yeryüzünü cehenneme çevirmemiz an meselesidir diyebiliriz. Ya da tam aksine oksijen % 21 değil de yarısı kadar düşük değerde olsaydı nefessizlikten acaba halimiz nice olurdu, Bikere nefes almak için denge ayarında oksijenin varlığına ihtiyaç olduğu şart gözüküyor. Tabii bu ön şart sadece azot ve oksijen dengesine has bir durum değil,  buna karbonda dâhil elbet.  Bu yüzden karbondioksit gazının varlık nedenini görmezden gelemeyiz. Zira bu gazın varlık sebebi de incelemeye değer bir husustur. Nitekim dünyamızda karbon döngüsü öyle muazzam öyle ayarlanmış ki;  atmosferin dış tabakalarına gelen kozmik ışınlar burada birtakım kimyasal reaksiyonlarla yüksüz parçacıklara (nötron) dönüşerekten azotla birleşip radyoaktif karbon (C14 izotopuna) hale gelebiliyor. Ki, bu karbon izotopu da oksijenle birleşerekten radyoaktif karbondioksit gazına dönüşmekte, derken hava akımları yardımıyla bu söz konusu gaz molekülleri atmosferin en alt katmanlarına hızla difüze olurlar da. Böylece birçok canlı ve cansız varlıkların kimyasal bileşenlerini birbirine bağlayan karbon dengesi sağlanmış olur. Öyle ki,  şeker 6 karbon atomuna, gliserin 3 karbon atomuna, keza protein yapımında önemli rol oynayan amino asitlerde karbon atomuna bağlı faaliyet gösterirler. Tüm bu var oluşumlardan anlaşılan o ki, canlının en temel maddesi karbon atomu olduğu anlaşılmaktadır.

       Bu arada sakın ola ki şimşek çakması da neyin nesidir deyip es geçmeyelim,  çünkü bir şimşek çakmasında canlılar için nice nimetler gizlidir. Bu demektir ki yeryüzünde rızıklandığımız gibi gökyüzünden de rızıklanmaktayız. Nitekim gökyüzünde çakan şimşeklerle birlikte bir bakıyorsun havanın nemi kimyasal reaksiyona girip bitkiler için olmazsa olmaz vazgeçilmez diyebileceğimiz azot bileşiklerinin (doğal gübre) oluşumu vuku bulmakta.  Zira Rabbü’l âlemin bu hususta Kur’an’da nüzul eyledi ayetlerde şöyle beyan buyurmakta:

      -“Göğü ve yeri, rızkınıza iki hazine gibi hazırlayan, oradan yağmuru, buradan bitkileri çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca sema ve zemini iki itaatkâr haznedar hükmüne kim getirebilir? Öyle ise, şükür Ona mahsustur” (Yunus, 31),

       -“Yere girenleri ve ondan çıkanları, gökten inenlerle oraya yükselenleri Allah bilir.” (Hadid, 4)         

         Evet, sizlerde fen derslerinde görmüşsünüzdür karbondioksit sadece atmosferde yüksüz parçacıklardan ibaret olarak konumlanmış değil elbet. Yeryüzünü kaplayan bir kısım bitkiler sonbaharda yapraklarının tel tel dökülmesiyle toprağa karışaraktan bünyesinde barındırdığı tüm elemanlarının çürüyüp açığa karbondioksit gazı çıkarmak için vardırlar. Düşünsenize bitkinin ölüsü bile dirisi gibi bir anlam ifade etmektedir. Hem nasıl ki toprak ananın bağrına serpilen bitki tohumları zamanla toprakta neşvünema bulup varoluş dirilişine geçiyorsa, aynen öyle de insanoğlu da vakti saati gediğinden bir kuş misali bu konuk olduğu dünyada göç edip haşirde dirilmek üzere var olacak demektir. Nasıl mı? Hani Peygamberimizin karşısına dikilip de; ‘Şu çürümüş un ufak olmuş kemikler mi dirilecek’ diyen iman etmeyen müşrikler vardı ya,  aynen öylede gelinen noktada maalesef bu günde müşrikleri aratmayacak şekilde bilim adamı maskesi altında yaratılışı inkâr edenler aynı teraneyi sürdürmektelerdir. İster günümüzde hakikat güneşine karşı kör sağır ateistler olsun,  isterse İslam’ın doğuşu yıllarında fenni ilimlerinden yoksun müşrikler olsun,  ha o gün gözünü kapatmışlar ha bugün hiç fark etmez,  sonuçta gelinen noktada fenni ilimlerin doruk yaptığı dünyamızda bile çürümüş ve ufalmış denileni kemiklerin laboratuvar ortamında yakaraktan analize tabi tutulup karbon haline geldiklerini gördükleri halde yine yaratılışı inkâr ettiklerini görmekteyiz. Hakeza bitkilerde metabolik faaliyetler sonucu gaz haline dönüşmüş karbondioksitin fotosentez hadisesiyle birlikte glikoz ve oksijen üretildiğine şahit oldukları halde yine inadım inat yaratılış inkâr etmektelerdir. Ne diyelim, onlar bildiklerini okuya dursunlar, bizden söylemesi, tüm bilimsel veriler kendi hal lisanıyla  Allah’ diye haykırmakta zaten. 

         Vesselam.

 https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/bir-nefes-sihhat-oksijen-mucizesi-5402-kose-yazisi

İNSAN TOPRAKTAN MI YARATILDI?


 

       İNSAN TOPRAKTAN MI YARATILDI?

     SELİM GÜRBÜZER        

           İnsan vücudunda yer alan demir atomu ile kâinatın en uzak yıldızında konumlanan demir atomu hemen hemen aynıdırlar. Madem hamurumuz bir,  madem mayamız bir, hem madem kâinat tek bütün olarak yaratılıp sonrasında çeşitlenmiş hale bürünmüş,  o halde bu noktada insana kâinatın özü gözüyle baksak yeridir.  Bakınız Mevlana bu hususta ne diyor: “Topraktan geldik toprağa gideceğiz.  Mühim olan çamurlaşmamak.

           Her ne kadar Mevlana’nın bu güzel veciz sözü bazı çevreler için hiç bir anlam ifade etmese de, bu malum çevreler bir takım gerçeklerden nereye kadar kaçılabilir ki.  Kaçsalar da çamurlaşmış olacaklardır zaten. Yine malumunuz cansız sanılan toprak nasıl olur da can vermeye vesile olur sorusu öteden beri beşeri sınıf içerisinde bilhassa Allah’a inanmayanlar açısından zihnini hep kurcalayan ve bir o kadar da derinden derine düşündüren bir soru olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki bu soru bugün de, yarında hatta kıyametin kopacağı güne dek bu tip insanların zihnini daha da çok meşgul edecek gibi görünüyor. Onlar nasıl olur tarzında düşüne dursun, inananlar olarak bizim için esas olan Allah’a tam bir teslimiyet içerisinde topraktan yaratıldık toprağa döneceğimize olan inancımızdan zerre miskal dahi taviz vermemek çok mühimdir. Öyle ki Allah’a tam bir teslimiyet haleti ruhiye içerisinde bir bitki çekirdeğini ölü ve karanlık toprağın bağrında filizlendiren Yaratıcı Güç’ün,  hiç şüphe yoktur ki bu dünyadan göç edip toprağa karıştığımızda da ruz-i mahşerde diriliş muştusuyla birlikte yeniden naçiz bedenimizle ruhumuzu buluşturacağına inancımız tamdır. Zira iman zerre miskal şüphe kaldırmaz. Kaldı ki insanı insan yapan asıl ruhtur.  Belli ki, Albert Einstein “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır” sözünü boşa söylememiş. Dolayısıyla yaratılan elementlerden ister azot,  ister oksijen,  isterse karbondioksit olsun her bir element canlıların can simidi görev yapan maddeler olarak dikkat çekmektelerdir. Hele oksijen sayesinde üzerindeki yoğunluğu hafifleyen bir azot gazı vardır ki, üstlendiği misyon itibariyle soluduğumuz havayı berrak bir hale getirip güzelleştirmenin yanı sıra bitkiler içinde doğal bir gübre oluşturabiliyor. Bakmayın siz onun öyle renksiz kokusuz,  tatsız ve atıl bir gazmış gibi duruşuna, aslında kazın ayağı hiçte öyle değil.  Hele bir havadan toprağa, topraktan da azotu bağlayan bakteriler üzerinden faaliyete geçmeye bir görsün hemen pasif halden aktif bir şekilde topraktan filizlenecek olan bitkilere besleyici gübre olmasıyla birlikte tüm canlılara bin bir çeşit lezzette gıdalar oluşunda katkı payını ve varlığını hissettirebiliyor.

       Bilindiği üzere toprağın bağrında eksi (-) yüklü değere sahip karbon ve azot molekülleri vardır. DNA’da ise eksi (-) azot,  karbon, fosfor, hidrojen ve oksijenden kurulu merdivenimsin bir molekül yapı söz konusudur. Şimdi diyebilirsiniz ki DNA ile toprağın ne ilgisi vardır ki,  merak bu ya toprağı incelediğimizde oksijen, fosfor, hidrojen moleküllerinin eksi (-) değerli karbon ve azotla birleştiğinde tam da insan bedenini oluşturan bileşikler olduğunun ilgisi görülecektir. Bu durum bize Yüce Allah’ın (c.c)  DNA şifrelerine ‘Ol’ kelamıyla emreylediğinde bu söz konusu bileşiklerin Hz. Adem (a.s)’ın topraktan yaratıldığını gösteren mucizevi hadisenin bileşenleri olabileceğini düşündürtmeye yetmiştir de diyebiliriz.  Nitekim Yüce Allah (c.c)  yaratılış hususunda şöyle beyan buyuruyor; “Allah nezdinde İsa’nın durumu Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı sonra ona  Ol’ dedi ve o da oluverdi” (Al-i İmran suresi 59. Ayet). Yine Yüce Allah bir ayeti celile de; “Şimdi sor onlara: “Yaradılışça kendileri mi daha çetin, yoksa “Bizim yarattıklarımız mı? Biz kendilerini yapışkan cıvık bir çamurdan yarattık” (37.Saffat suresi 11. ayet) diye beyan buyurduğu gibi Kur’an’da zikrolunan diğer ayetlerde ise topraktan halk olduktan sonra anne karnında geçirdiğimiz yaratılış öykümüzü aşama aşama şöyle idrakimize sunar da:

      -“ Gerçek şu ki biz insanı çamurdan alınmış bir özden yaratıyoruz” (Mü’minun suresi, ayet 12), 

     -“Sonra onun sağlam korunaklı nutfe haline getiriyoruz” (Mü’minun suresi, ayet 13),

     -“Ardından nutfeyi (döllenmiş yumurtaya) (rahimde asılıp beslenen embriyoya) çeviriyor, alakayı şekilsiz et (görünümünde) yapıyor, bu etten kemikler yaratıyor, daha sonrada kemiklere adale giydiriyoruz; nihayet onu bambaşka bir vakit halinde inşa ediyoruz. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah çok yücedir” (Mü’minun suresi, ayet 14).

          İşte Necip Fazıl yukarıda bahsi geçen yaratılışla ilgili ayetlerden ilham almış olsa gerek ki, iç dünyasında kopan sonsuzluğa vurgun bir halet-i ruhiye içerisinde bu hususu ‘Bir adam Yaratmak’ adlı eseriyle varlığın ve yokluğun öyküsünü kendince  ‘hayat-ölüm-kader’ çizgisi ekseninde irdeleyebilmiştir. Tabii irdelemek iyi hoşta, bu arada asıl irdelenmesi gereken bir husus daha vardır ki,  o da malum insanın topraktan nasıl yaratıldığının biyolojik yönden irdelenmesinin gerektiği hususudur. Hele yukarıda bahsi geçen ayetlere birde bu gözle, yani biyolojik pencereden bakılmaya çalışıldığında Hz. Âdem’in yaratılışında eksi (-) değerli azot ve karbon molekülünü taşıyan toprakla DNA arasında çok yakından ilgi bağının olduğu görülecektir. Nitekim bir bitki için doğurgan toprak neyse,  bir çocuk içinde anne rahmi doğurgan toprak olarak anlam ifade eder.  Hele bir tohum toprağa düşmeye görsün bir bakıyorsun toprağın bağrına gömülüp bir anda neşvünema buluyorsa bir blastula da aynen bir tohum misali rahme tutunup (gömülüp) 16.cı güne geldiğinde üç extraembriyonal kesenin (amnion-vitellus-allontios) oluşumuyla insan taslağı denen embriyo şeklinde gelişim kaydedip dünyaya nur topu çocuk olarak gelebiliyor. Öyle ki anne karnında embriyoyu oluşturan keseler bir yandan insan organlarının oluşturan yapılara dönüşürken diğer yandan da vitellüs kesesi allontois sayesinde sıvı kan ve lökosit, eritrosit ve trombosit gibi kan hücrelerine dönüşebiliyor. Derken bu söz konusu değişim ve dönüşüm aşamalarında aktif rol oynayan extraembriyonal keselerden vitellüs’ün ceninin beşinci haftasına kadar hem embriyonun kan hücrelerini hem de cinsiyet hücrelerini ürettikten sonra görevini karaciğere devredip köreldiğini,  allontois’in ise ikinci ayın sonunda köreldiğini ve böylece körelmeyle birlikte görevlerini nihayete erdirmiş olurlar. Bu arada trofoblast hücreleri tarafından oluşturulan saçaklar da kökleriyle rahmin içine kanca atıp anne karnındaki ceninin hayat bulmasında, besin ve gaz alışverişi temininde aktif görev üstlenmiş olurlar. Ki,  Allah Teâlâ bu hususta; “Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde bir yaratılıştan öbür yaratılışlara halk edip duruyor” (Zümer,6) diye beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle ceninin üç katmanla çepeçevre sarıldığına işaret ediyor. Zira bu üç katman amniyon zarının dış kısmını içine alan karyon ve rahim duvarından başkası değildir. Ki, amniyon ve karyon zarları cenini çepeçevre sarıp onu korumakla yükümlüdür. Keza amnion sıvısının 31 santigrat derecelik sabit sıcaklıkta olması cenini belli bir ısı ayarında tutmanın yanı sıra sıvı içerisinde rahatça yüzmesini de sağlar. Derken böylesi ideal sıvı ortamı sayesinde doğumun gerçekleşmesi kolay hale gelir. İşte görüyorsunuz başlangıçta cansız gibi görünen hücreler Yüce Allah’ın  ‘Ol’ emri doğrultusunda canlılık kazanıp anne karnında embriyolojik gelişmeyle birlikte dünyaya nur topu bebek olarak gelmektelerdir. Kelimenin tam anlamıyla başlangıçta su iken bir anda ete kemiğe bürünmüş bir canlı olarak dünyaya gelmiş olmaktayız.  Ve Yüce Allah (c.c) bu hususta şöyle beyan buyurur da: “İnkâr edenle, gökler ve yer bitişik iken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yaratığımız görmezler mi? Hala inanmayacaklar mı?” (Enbiya, 30).  İşte bu gerçeği inkâr eden ateistlerin görmedikleri şundan besbellidir ki hala bugün olmuş gelinen noktada inadım inat ileri sürdükleri  canlı canlıdan çıkar’ tezinden geri adım atmış değillerdir. Ama şu da var ki ateistler yaratılış gerçeğini ne kadar inkâr ederseler etsinler, şunu iyi bilinsinler ki yaratılışla ilgili bu ayetler camilerde ve evlerde hatim olarak, okullarda, medreselerde ve üniversitelerde ders müfredatı olarak okunmaya devam ettiği sürece bu dünyada düştükleri şüphe girdabından çıkamayıp tedirginlikten rahat uyuyamayacaklardır.  Oysa onların şüphe girdabında göremedikleri şu bir gerçek vardır ki; Yüce Allah’ın birçok ayette geçen  “Ol”  emri ibaresi hücre yönetimi için ferman niteliğinde bir buyruk olduğu gibi hücre içerisinde birçok kimyasal reaksiyonların, protein sentezi ve enzimlerin işleyişini de kapsayan bir buyruk fermandır. Onlar şüphe girdabında boğularaktan bu gerçekleri bilmezlikten gelseler de hücreler kendilerine yüklenmiş “Ol”  kodunu biliyor ya, bu kod onlara düğün bayram olurda.  Ki,  bu noktada hücre içi faaliyetlerde  “Haktan gelen ferman başım gözüm üstüne” diyen,  aynı zamanda hücre içi hiyerarşik düzenin işleyişinin komite kademesinin en tepe noktasında bulunup ne yapacağını bilen DNA vardır. Nitekim yaratılışla ilgili tüm bilgiler “Ol” emriyle DNA'ya kodlanmış olduğundan tüm hücresel faaliyetler DNA’nın başkanlığında işlevlik kazanmaktadır. Bu demektir ki, canlının en temel birimi olan hücre içi hiyerarşik düzenin koordinasyonunda birinci derecede sorumlu DNA olup, bu kademenin ikinci alt basamağında ise DNA’dan gelen talimatları gerekli yerlere iletmekle yükümlü mRNA (haberci RNA) vardır. Bunun altında da gelen mesajları uygulayıcısı olarak protein sentezinde görev yapan ribozom ve biyolojik katalizör olarak rol alan enzim dünyası vardır.  Öyle ya,  madem ortada hücre içerisinde böylesi muazzam bir hiyerarşik bir düzenin varlığı söz konusu,  o halde bu kurulu düzen hakkında günlük hayattan örnekler vermemiz gerekir ki böylesi mükemmel bir düzenin nasıl işlediğini daha iyi anlayabilmiş olalım. Nasıl mı? Mesela nasıl ki bir buhar makinesiyle çalışan bir lokomotif mühendisin programladığı bir plan dâhilinde hızlandıkça yavaşlayan ya da yavaşladıkça hızlanan (negatif geri tepme-feed back)  bir ayar sistemi söz konusuysa, aynı şekilde yaratılan canlı cansız her varlığın işleyişinde de külli iradenin cüzi irade üzerinde yaradılış ayarları söz konusudur. Nitekim canlı âlemin en küçük varlıklarından bakteri ya da virüs genomunda bile bir bakıyorsun baskılayıcı proteini bağlayan ve aynı zamanda hemen yanı başında genin transkripsiyonunu kontrol eden operatör gen vardır. Üstelik operatör gende kendi başına buyruk değildir,  o da  “Ol” emri doğrultusunda tüm hücre içi faaliyetleri idare etmekle vazife almış bir amirdir. Hakeza operatör genin kontrolündeki yapısal işlev gören genlerde öyle olup amirinden gelen talimatların dışında kendi başına asla buyruk kesilmezler, mutlaka vazifelerini operatör genin kontrolünde yürütmek durumundadırlar. Birde hiyerarşik bir yapılanma içerisinde meseleye bütünüyle baktığımızda operatör genin yönetiminde belli bir görev dağılımı çerçevesinde bir araya gelen genler topluluğu adeta bir şemsiye altında ‘operon genler’ olarak vazife yüklendiklerini görürüz. Bu demektir ki genler topluğu operatör genden gelen talimatlar doğrultusunda hareket etmektedirler,  İşte bu noktada hücre içerisinde silsile varı şeklinde cereyan eden talimatlar harfi harfine uyulup karşılık bulmalı ki idari amir pozisyonunda bulunan regülatör genin direktifleri doğrultusunda protein yapımı gerçekleşebilsin.  Böylece alt birim genler üst amirlerin talimatları doğrultusunda pasif halden eylemli gen haline gelmiş olurlar.  Aksi halde, yani gelen talimatların dışına çıkıldığında eylemsiz halde kala kalacaklardır.

           Öyle anlaşılıyor ki, omurgalı ya da omurgasız olsun hiç fark etmez yaratılan her varlığın biyolojik fonksiyonlarının işleyiş sisteminde başıboşluğa asla yer yoktur, her şey bir plan dâhilinde her daim kontrol altında işlevsellik kazanmaktadır.  Aksi halde kalp, mide, kan, dalak gibi nice dokular içerisinde görev almış hücreler mesken tuttukları organlara işlerlik kazandıramayacaktır. Kelimenin tam anlamıyla genler arası koordinasyonda strüktürel genlerin (yapısal genlerin)  bir operatör gene bağlı kalarak, operatör genlerinde bir başka düzenleyici gene bağlı kalarak gerçekleşen böylesi müthiş bir sistem karşısında adeta dilimiz tutulup ‘Allah” demekten başka diyecek bir kelam bulamıyoruz desek yeridir.  Ama gel gör ki, bizler böylesi mükemmel bir hiyerarşik düzen karşısında dilimiz tutulup hayretler içerisinde kalırken, birileri de malum tam aksine “tesadüfi düzen” deme pişkinliğini gösterebiliyor. Hele bilhassa ateistler Hava annemizin Âdem’in eğe kemiğinden yaratılış mucizesine bile bir türlü akıl sır erdiremezler de. Oysa moleküler biyolojinin ortaya koyduğu verilerden hareketle genetik dünyasına daldığımızda genetik şifreleri bir barkot cihazından geçirircesine kendini okutturup yazgıya çeviren tek hücrenin  kemik iliği hücresi” olduğu görülecektir. Nitekim bilim dünyasında hızlı gelişmelerle birlikte bu gün gelinen noktada artık genetik laboratuvarlarda kemik iliği hücreleri alınarak başka ortamda tekrardan üretilebiliyor. Bu demek oluyor ki yaratılışla asıl şifreler açılabilse bir insan yazgısının kayda alınabileceğini gösteriyor.  Zira eğe kemiği insan kaburga kemiklerini içermektedir. Nasıl ki karbon ve azot artı (+) değerli iken toprak ölü (cansız) halde oluyorsa aynen öyle de eksi (-) değerli iken de bir anda toprak canlılık kazanabiliyor. İşte buna benzer konumda genetik şifreleri yazgıya geçirebilecek donanımla donatılmış kemik hücreleri de ‘Ol’ emriyle diriliş moduna geçebileceği gibi yine “Ol” emriyle cansız halde, yani ölü kemikler olarak nötr kalabiliyor.  Ta ki kıyamet günü dirileceğimiz zaman “Ol” emri gelir ancak o zaman dirilişe geçebilmekteyiz.  Dolayısıyla bu noktada Âdem (a.s)’ın kaburga kemiğinden  “Ol” fermanıyla Havva anamızın hayat bulmasına şaşmamak gerekir.  Hiç şüphe yoktur ki Allah (c.c)  her şeyi yaratmaya kadirdir.  Öyle ya, madem Allah (c.c)  kudret sahibidir, o halde Adem  (a.s) ve Havva anamızın yaratılış mucizesi karşısında “Amenna ve Saddakna” demek düşer bize.  

        Hani Mevlana’ca sıkça  Topraktan geldik toprağa gideceğiz deriz ya hep,  gerçekten de Termodinamiğin ikinci kanunu bu sözün doğruluğunu teyid eden bir kanundur. Nasıl mı?  Malumunuz bu kanun;  evrende tüm yaratılmış varlıkların zamanla bozulmaya doğru yüz tutacağını, en nihayetinde tüm canlı canız varlıkların mutlak sonla buluşacağını bildiriyor bize. Hakeza fizikte geçen meşhur entropi kanunu da bu yöne işaret etmekte olup başlangıçtaki evrende var olan mevcut nizami sistemin zaman içerisinde orijinalliğini yitirip dağınık veya plansız bir gayri nizama dönüşeceğini bildirmekte bize.  Böylece entropi kanunun bir gereği olarak sistem git gide bozulmaya yüz tuttukça entropisini artırıp bunun neticesinde kıyametin kopması kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkacaktır.  Nitekim Sir Arthur Eddington,  entropi gerçeğinden hareketle termodinamiğin ikinci kanununu evrenin en büyük metafizik kanunu olarak nitelemiştir.  Değim yerindeyse tabiat kanunları bu noktada bizim için  Topraktan geldik toprağa gideceğiz” sözünü birinci elden kendi hal lisanıyla dile getiren en canlı şahitlerimizdir dersek yeridir.  Toprağın bir özelliği daha vardır ki bozulmuş olanı bağrına basıp koruma altına alabiliyor. Zira evlerde kullandığımız toprak hattı hem elektrik cihazlarını korumaya yönelik hattır hem de elektrikli ev aletlerini kullanan insanı da korumaya yönelik toprak hattıdır. Farzımuhal oldu ya,  çamaşır makinesinde elektrik kaçağı var diyelim,  bu durumda hiç endişelenmeye gerek yoktur, şayet toprak hattı varsa çarpmayıp elektrik akımı direk toprağa akacaktır. Şayet bir insanın vücudunda fazladan elektrik yüklüyse yine bu durumda da hiç endişelenmeye gerek yoktur,  yalın ayakla toprak üzerinde birkaç kez dolaşıldığında o insanın vücudunda fazladan olan elektriği toprağa boşaltmış olacaktır.  İşte bu noktada düşünsenize, şayet statik elektrik vücudumuzda hep kalıcı halde kalmış olsaydı elektronik şoklarla kim bilir halimiz nice olurdu,  iyi ki de toprak ana var da bu sayede vücudumuzda fazladan olan elektriği boşaltmış olmaktayız. Dolayısıyla toprağa çok şey borçluyuz. Elektrikçiler çok iyi bilir ki,  nötr yıldız noktasına ve toprağa bağlı olması hasebiyle yüksüzdür ve nötrün sıfır volt potansiyelliyi sayesinde faz ister pozitif ister negatif halde olsun hiç fark etmez arada potansiyel fark oluşacağından devreden akım olarak geçecektir.  Örnek mi? İşte sıfır elektrik nötr halde televizyon, priz, lamba gibi yıldız noktalarda potansiyeli alıcı olarak konumlanırken faz da bu konumlanmadan istifadeyle gerektiğinde tüm devreleriyle birlikte akım olarak sahne alarak işlevlik kazanır. Derken nötr ve faz arasında oluşan potansiyel farkından oluşumundan doğan elektriklenmeyle birlikte toprak hattı adeta bizim hayat sigortamız olur.  Madem öyle,  toprak hattı deyip geçmemek gerekir. Zira o bizim hem yaşarken hem de ölürken beraber olacağımız toprak hattımızdır.  Nitekim toprağın bağrında yer alan A ve B mukopolisakkaritler ve ona ait kristallerin insan kanında anti-AB serumuyla birlikte reaksiyona girip aglütinasyona (çökme) uğraması kanımızın toprakla doğrudan ilişkili olabileceğinin kuvvetle ihtimal dahilinde bir göstergedir.

        Velhasıl-ı kelam Havva’nın yaratılış sırrı işte bu derin moleküler biyolojinin ince şifrelerinde kodludur.

         Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/insan-topraktan-mi-yaratildi-5630-kose-yazisi

 

13 Mart 2022 Pazar

DAĞLAR DÜNYANIN DÖNDÜĞÜNÜN ŞAHİDİDİR

 


DAĞLAR DÜNYANIN DÖNDÜĞÜNÜN ŞAHİDİDİR

             SELİM GÜRBÜZER

        Camid:  statik manasına gelen durağan ve hareketsizlik demektir. Ancak şu da var ki; görünürde durağan ve hareketsiz sandığımız dağ, taş, toprak vs. türden varlıklar aslında dünya ile birlikte hareket halindedirler.  Nitekim maddenin en küçük birimi atom çekirdeği etrafında pervane olan elektronların döner halde var oluşu çıplak gözle göremediğimiz bir hareketliliğin tipik örneğini teşkil eder zaten. Hiç kuşkusuz gözle görülür canlılığı ve hareketliliği de sadece nebatat âleminde (bitki âleminde), hayvanat âleminde  (hayvan âleminde) ve tüm beşeriyet âleminde ( insanlık âleminde)  görmekteyiz.

         Konuk olduğumuz dünyamız görünürde her ne kadar hareketsiz veya sabitmiş gibi görünse de aslında kazın ayağı hiçte öyle değilmiş meğer. Baksanıza bir zamanlar tüm insanlık, Batlamyus teorisini baş tacı yapıp ısrarla dünyanın sabit, güneşin ise onun etrafında dönmekte olduğu zannına kapılmış bile. Ne diyelim,  işte görüyorsunuz tüm insanlık bir zamanlar Batlamyus’un öğretilerine kapıla dursun,  oysaki asırlar öncesinden Kuranı Kerim’de bu husus:

        - “Güneş ve ayın hareketleri bir hesaba göredir” (Rahman, 5),

        -“Ne güneş aya yetişip çatışır, ne de gece gündüzü geçer. Her bir ayrı ayrı yörüngelerde yürürler” (Yasin, 40)  diye beyan buyrulan ayetlerle dünyanın güneşin etrafından döndüğünü ve belli bir hesaba göre yörüngelerinde hareket ettiğini haber vermekteydi. Amma velakin, gel gör ki insanoğlu bu ayetlere kulak vermek yerine epey bir zamandır içi boş teorilere kulak kabartaraktan oyalanıp ömürlerini heba etmeyi yeğlemişlerdir. Ta ki Batıda aklı başında biri, yani Galileo çıkıverdi, işte o zaman ancak bu içi boş teorilerin yerle yeksan olacağı günlerin eşiğine gelinebildi. Malumunuz Doğuda ise Galileo’dan 7–8 yüzyıl önce ancak bir kısım İslam âlimleri güneşin etrafında dünyanın dönüyor olduğunu dillendirebilmişlerdir. Neyse ki İslam âlimlerinin Galileo’ya göre avantajlı durumları söz konusuydu.  En azından önlerinde kendilerine rehber olarak alacakları Yüce Allah’ın kelamı vardı. Buna rağmen yine de eksik bilgilenmeler Müslüman toplumlar içinde sıkıntılı bir durumdu. Derken keşfedilen teknolojik gelişmeler sayesinde eksik olan sıkıntılar zaman içerisinde bir bir aşılıp sadece dünyanın değil güneşin de belli bir hesaba dayalı kendine has hareket manevrasıyla seyr-i âlem eylediği kanaati hâsıl olmuştur. Nasıl mı?  Dünya bu seyr-i âlem manevrasını üç aşamalı olarak gerçekleştirdiği, mesela birinci manevrasını kendi ekseni etrafında dönmesiyle, ikincisini ise Vega yıldızına doğru seyri âlem eylemesiyle gerçekleştirdiğinin belirlenmesiyle kanaat hâsıl olmuştur.  Keza tüm bu seyr-i âlem manevralar sadece dünya veya güneşe özgü kılınmış değildir, tüm bu manevra alanlarına gezegenler, kuyruklu yıldızlar, meteorlar gibi nice gök cisimleri de dâhildirler elbet.

           Evet, yukarıda mevzubahis ettiğimiz tüm zamanların gelişme evrelerinden elde edilen veriler ışığında öyle anlaşılıyor ki, geçte olsa en nihayet gelinen noktada döngü âlem hususunda sadece yanılan Klaudyos Batlamyus ve onun izinin izi sürenler değilmiş, neredeyse hemen hemen tüm insanlık yanılmış gözüküyor.  Hatta tüm insanlık gözü önünde hareketsiz sandığı dağları bile yerinde çakılı sabit halde sanmıştır. Dedik ya, dünya döndükçe dağlar da bu eksen üzerinde birlikte dönmekteymiş meğer. Neyse ki Yüce Allah (c.c)  Kur’an’da mealen dünya ile birlikte dağlarında hareketli olduğunu haber vermesiyle geçte olsa uyanabilmişiz. Bu demektir ki uyuyan ve durağanlaşan dağlar değilmiş,  tam aksine Kur’an ayetlerinden bihaber olacak kadar gözü kapalı durağanlaşanın ta kendisi biz aciz kullarmışız. Kelimenin tam anlamıyla dur durak bilmeyen bu döngü âleme bakar kör kalmışız. İşte Yüce Allah (c.c) ezeli ilmiyle kullarının basiretsizlik halini Kur’an’da mealen şöyle duyurur da:

       -“Sen dağları görür de onları camid (hareketsiz, cansız) sanırsın. Oysa onlar bulut gibi yürümektedirler. Bu her şeyi sapa sağlam yapan Allah’ın sanatıdır. O yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır” (Neml suresi ayet 88),

      -“Dağları(nı) sapa sağlam dikti” (Naziat,32). 

       Gerçekten de yukarıda zikredilen ayet-i celilerden de anlaşıldığı üzere esen rüzgârlar genellikle batıdan doğuya doğru esmekte, dolayısıyla bulutlarda bu istikamet üzere seyri âlem eylemektedirler. Madem öyle,  bu gözlenen tespit bile tek başına dünyanın dönüşünü ispatlamaya yeter, artar da. Tek kelimeyle evrende muhteşem bir döngü âlem söz konusudur.

        Yer kürenin ilk yaratılışı tıpkı anne karnında ki yaratılışı gibidir. Şöyle ki; Büyük patlama denen Big Bang hadisesiyle birlikte kızgın alev bir küre halinde oluşan dünyamız, bir takım aşamalar kaydedip soğuması sonucunda dağlar gün yüzüne çıkıvermiştir. Öyle ki kızgın alev küre görünümü içeren dünyamızın soğumasının milyon kere rakamlarla ifade edilebilecek bir sürecin akabinde ağır madenler yerin merkezinde, hafif madenlerinse yer kabuğunun dışında yer almak üzere bugünkü konumunu almıştır. Dahası birçok bilim adamının kanaati odur ki; ister adına büyük patlama hadisesi densin, ister büyük bir tufan hadisesi densin hiç fark etmez, sonuçta bu tür yaşanan hadiselerin sonrası kıtaların kayıp çarpışmasıyla dağların ortaya çıktığıdır. Burada bilim adamlarının ileri sürdükleri tezlerinden de anlaşılan odur ki dağlar ansızın ortaya çıkmış değil,  bilakis dünyanın oluşumunda ortada ilahi kudretin tabiata  “Ol” emri doğrultusunda bir dokunuşla nizam verilip sahne almışlığı söz konusudur. Ama her nedense insanoğlu o gün bugündür yaşanan Büyük Tufan hadisesi sonrası sahne alan dağları durağan zannetmiştir hep. Oysaki durağan sanılan dağlar meğer hem kolon hem de kiriş görevi ifa ederekten dünyamızın seyr-i âlemini dengede tutmaktalarmış.  

            Peki, dağlar seyir halindeki dünyamızın kolonları ve kirişleri olarak mı sadece görev üstlenmiş durumdalardır,  elbette ki bu görevinin yanı sıra arz kabuğunun merkezine ilerledikçe silisyum ve magnezyumca zengin ağır madenlerin bulunduğu sima tabakalarını da dengede tutma misyonu yüklenmiş durumdalardır. Zira Yüce Allah (c.c) Kur’an’da denge âlem hususunda “Gökten uygun ölçüde su indirir, onu arzda tutarız. Kuşkusuz bizim onu gidermeye de gücümüz yeter (Müminin,18) diye beyan buyurmaktadır.  Kaldı ki bu hususta Alman jeofizikçi Alfred Lothar Wegener bizatihi 1917 yılında ortaya koyduğu teorisinde yer kabuğunu oluşturan kütlenin (Sial)   sıcak ve akıcı magma sıvısı (Sima) üzerinde hem yatay hem de düşey iki ana eksen üzerinde yüzdüğünden söz etmişlerdir.  Tabii bu söz ettiği açıklama iyi hoşta, fakat insanı bu arada düşündüren acaba hareket halinde bu yüzen gemi nasıl oluyor da rotadan çıkmıyor doğrusu akıl havsalamızın almayacağı bir durumdur bu.  Her ne kadar bu durum insanoğlunun öteden beri aklını kurcalasa da sonuçta unutmayalım ki bu gemiyi ‘ol’ deyip yaratan Yüce Yaradanımız (c.c), yine bu geminin dümeninin kontrolünü tutacak bir güç kumandasını da beraberinde yaratıp öyle yüzdürecektir elbet. Nitekim de bir bakıyorsun bu yüzen geminin güç kumandasının dağların omuzları üzerinde olduğunu görmekteyiz. Zira Rabbü’l âlemin beyan buyurduğu; “Yeryüzünde onları sarsmasın (süratle dönen Dünya’nın dengesi bozulmasın) diye, sabit dağlar yarattık ve doğrusu gidebilsinler diye (karada, denizde ve havada) geniş yollar açtıkDağlar arasından da maksatlarına ulaşsınlar diye bol bol yollar açtık” (Enbiya suresi, 31 ayet) ayetiyle bu durumu teyit ediyor zaten. Şöyle ki; dağlar devasa ağırlıkta özelliklerinden dolayı yeryüzü hareketlerini gerektiğinde frenlemekte, gerektiğinde fay kırılmalarının ve sarsılmaların önüne de geçebiliyor.  Bir başka ifadeyle bu demektir ki dağlar dünyamıza direk (sütun) veya kolon görevi yaparaktan arz üzerinde oluşabilecek her türden sarsıntılara karşı dünyanın denge ayarını sağlamakta. Malumunuz yer kabuğunun alt tabakası olarak bilinen simanın üstünde uzantılar halinde sial tabakası vardır. Özellikle bu tabaka silis ve alüminyumca zengin maddeleri bünyesinde taşıyan simaya çakılı vaziyette bir tabakadır. İşte bu çakılı hali sayesinde yerküreyle kıtalar birbirine bağlanabiliyor. Belli ki söz konusu bağlantı olmasa konuk olduğumuz dünya her an ve her saniye depremlerden, çalkantılardan başını asla alamayacaktı. Rabbü’l âlemin bu nedenledir ki nüzul eylediği bir ayet-i celilesinde; “ (Dünya kendi etrafında saatte 1670 km; Güneş’in etrafında ise saatte 108 bin km hızla dönerken)  Sizi sarsıntıya uğratmasın diye, yer (küre)de (balans –ağırlık kurşunu- gibi)  sağlam dağlar bıraktı; (ayrıca ulaşımda yararlanmanız için) ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki hidayet olunur (yolunuzu bulur)sunuz  (bunları meydan getirmiştir)” (Nahl suresi, 15) diye beyan buyurmuştur. Hele hele bir kısım patlamaya hazır ya da patlamış yanar dağlarda vardır ki, şayet iç bünyesinde patlamaya hazır volkan kaynamaları olmasa hiç kuşkusuz ki dünyamız yine ikide bir zıp zıp her an, her salise depremlerden başını alamayacaktı. Besbelli ki yanardağlar bir nevi yerin altında kaynayan kazan misali hararet giderici görev üstlenerekten yer kabuğunun sükûnetini sağlamaktalardır. Hatta bu arada yanardağ lavları sayesinde insanoğlu da değişik türden kayalaşmış madenleri üretimde kullanmak üzere ekonomik yönden değerlendirme şansı yakalamış olur da. Nitekim durağan ve cansız sandığımız dağlar, taşlar, topraklar bir bakıyorsun aynı zamanda katma değer nimetler olarak karşımıza çıkabiliyor. Madem öyle,   şimdi tam da zamanı bizi dünya gemisi içerisinde dengede tutan Rabbimize ne kadar şükretsek azdır dersek yeridir. Zira “O gün herkes, yanında bir sürücü ve birde şahitle beraber gelir” (Kâf, 21) ayetin sırrı bunu gerektirir.     

          Velhasıl-ı kelam; şairin dediği gibi ‘Dünya döner, devran döner, sonunda her şey aslına döner.’      

     Vesselam.

SU AB-I HAYATTIR


 

SU AB-I HAYATTIR

       SELİM GÜRBÜZER

       Hiç kuşkusuz su ab-ı hayattır. Bikere her canlının kana kanasıya su içmesi ab-ı hayat bir nimet olduğunu teyit ediyor zaten. Hele Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da suyun petrolden daha pahalı biçilmez bir nimet olduğunu düşündüğümüzde kendiliğinden gerçekten de ab-ı hayat bir memba olduğu ortaya çıkmış olur. Hele birde suyun hem yeryüzündeki ısı sıcaklığını sabit ve dengede tutacak derecede sahasında özgül ısıya sahip yegâne tek kaynak memba olması yönüyle hem de vücudumuzun 2/3’sini oluşturması yönüyle de baktığımızda önemi daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkmış olur.  Hatta daha da yetmedi bizatihi ısı dengesini dünyanın hemen her sathında eşit ayarda tutacak derecede şimdiye kadar böylesi özgül ısı skalasına sahip herhangi bir maddenin keşfedilmemiş olması bile önemini ortaya koymaya yeten bir durumdur. Nitekim su yoğunluğu ölçüldüğünde +4 santigrat dereceye endekslendiği görülecektir. Bu demektir ki suyun üst kısımları soğumaya yüz tutmuş olsa da altta kalan kısımları 4 santigrat derecenin altına düşmeyecektir. İşte böylesi su endeksi denkleminde kışın buz tabakalarının altında yüzen canlıların suyun yüzeyindeki don olaylarından herhangi bir surette etkilenmeksizin normal hayatlarını sürdürebiliyor olmaları yaratılış mucizesini ortaya koyan mühim bir hadisedir. Yüce Allah (c.c),  besbellidir ki halk ettiği sıvılar arasında bunu en iyi icra edecek ve aynı zamanda ısı dengesini ayarlayacak misyonu suyun omuzlarına yüklemiştir. Malumunuz bilhassa yazın o güneşin yakıp kavurucu sıcaklıklarına maruz kalan deniz yüzeyindeki suyun buharlaşmasıyla birlikte atmosfere yükselen su molekülleri yoğunlaşaraktan gök kubbede süblimleşip tüm canlılar için hem serinletici bulut şemsiyesi olmakta hem de süblimleşme halinin şimşek çakmaları eşliğinde yağışa dönüşüp tüm yeryüzü sathı için bereket ve rahmet kaynağı olmaktadır.  Böylece gök kubbede oluşan bulutlar sayesinde dünyamızın ısı dengesi sağlandığı gibi bu arada insanoğlu da yağan rahmet yağmurundan kendisi için ab-ı hayat olarak addettiği can suyuna kavuşaraktan istifade etmiş olur.  

            Şu bir gerçek hayatiyetin sürdürebilirliği açısından dünyamızın tabii olduğu güneş sistemi içerisinde kendisine en uygun koordinat aralıklar içerisinde yörüngesinde sapmaksızın döngüsünü deva ettirmesinin elzem şart olduğu gibi yine hayatın sürdürebilirliği açısından güneşten gelen kararlı ışınların dünya gezegenimiz üzerinde hiçbir şekilde kesintiye uğramaması da en elzem şarttır. Bilindiği üzere hayatın başlangıcında güneşin kararsız ultraviyole ışınlarına maruz kalan ilkel türden canlılar söz konusu zararlı ışınlardan korunmak adına adeta su altına saklanarak hayatını idame ettirmeye çalışıyorlardı. Ta ki bu durum atmosferde ozon tabakasının oluşumuna dek sürdü de diyebiliriz. Kuvvetle ihtimaldir ki ozon tabakasının oluşumuyla birlikte hayat denen iksir sudan karaya doğru kayıp ivme kazanmış olmasıdır. Nitekim bu kuvvetli ihtimal durumu güçlendirecek dayanağımız ise hiç kuşkusuz Kur’an’da “Kâfir olanlar görmezler mi ki gerçekten de göklerle yer birdi de biz onları ayırdık ve her şeyi, sudan yarattık, hala mı inanmazlar?” (Enbiya, 30) diye beyan buyrulan ayette geçen hayatın ilk evvela sudan halk edildiğine dair işaret edilen husustur.  Kur’an’da yine ab-ı hayat suyun varlığına dayanak teşkil eden hususta ise Yüce Allah (c.c) ; “Sudan insanı yaratan ve onu bir soy ve hısımlık sahibi kılan O’dur. Senin Rabbin her şeye kadirdir.” (Furkan, 54) diye beyan buyurmak suretiyle işaret etmekte.

        Evet, hayata dair işaret edilen ayetlerin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere su gerçekten de ab-ı hayattır. Ancak şu da var ki, su gibi bir ab-ı hayat bir nimeti sadece laf olsun babından önemini ortaya koymak yetmez,  moleküler yönden de analizini yapıp önemini ortaya koymak gerekir. Nitekim meseleye bilimsel yönden baktığımızda bu noktada suyun bileşimi nedir sorusu ister istemez insan aklını kurcalayan bir husus olacaktır.  Bakınız her ne kadar teorik olarak 2 hidrojen atomuyla bir oksijen atomunun birleşmesinden su (H2O) molekülünün meydana geldiğini biliyor olsak da pratikte bir bakıyorsunuz ikisini bir araya getirdiğimizde hiçte su molekülünü meydana getirmenin kolay olmadığı gözlemleriz. Derken acaba ne yapmalı ki, tabiatta var olduğu şekliyle su oluşturulabilsin sorusu aklımıza düşmekte? Elbette ki bu sorunun cevabı bizatihi suyu oluşturan bileşenlerin yapısında gizli. Madem öyle, hem oksijeni hem de hidrojeni ilk etapta laboratuvar şartlarında bir şekilde reaksiyona girdirmek gerekir ki işin sırrı çözülebilsin.  Ama nasıl?  Hiç kuşkusuz bu iş için hafif bir kıvılcım ya da bir ateş çakmakla veya dışarıdan verilecek olan bir katalizör enerjiyle hemen her iki molekülünde kimyasal reaksiyona girmesine yetecektir. Böylece laboratuvar şartlarında analize tabii tutulacak olan her iki maddenin de kimyasal reaksiyona girdirilmesiyle birlikte işin mahiyetinin de anlaşılmasını beraberinde getirecektir. Bu demek oluyor ki, kimyasal reaksiyona girecek olan ister suyu oluşturan moleküller olsun ister bir başka maddeyi oluşturacak daha başka farklı moleküller olsun hiç fark etmez sonuçta elde edilecek maddenin birleştirilme veya ayrıştırılma işlemlerini gerçekleştirebilmek için mutlaka dışarıdan bir aktivasyon enerjisine tabii tutmak gerekir ki işin sırrı çözülebilsin. Hem nasıl ki nur topu bir çocuğun sağ salim dünyaya gelmesi için anne karnında belirli aşamalar geçirildikten sonra doğum hadisesi gerçekleşiyorsa, aynen öyle de ab-ı hayat suyunda meydana gelmesi içinde bir takım aşamalardan geçmesi gerekmektedir. Dahası tıpkı bu durum dünyaya gelmekte olan nur topu bebeğin embriyonik tüm gelişim evrelerine benzer bir şekilde aynen ab-ı hayat can suyunun oluşumu içinde bir takım aşamalardan geçme zorunluluğu söz konusudur. Ancak her oluşum bilindiği üzere hemen öyle birden bire oluşuvermiyor, illa ki ab-ı hayat için ilk etapta aktivasyon enerjisinin devreye girmesi ön şart olarak karşımıza çıkmakta. Bu enerji olmadan ne kimyasal reaksiyon başlatmak mümkün ne de başlatılmış olan reaksiyonun hızlandırılması mümkün. Mesela birçok hayati olaylarda kimyasal reaksiyonların cereyan edebilmesi için canlıyı meydana getiren hücrelerin arasına katalizör görevi üstlenmiş enzimler konumlandırılmıştır. İşte bu enzim örneğinden hareketle aslında su için de canlı cansız hemen her varlık için başlı başına bir katalizör rolü üstlenmiş önemli bir ab-ı hayat kaynağıdır diyebiliriz. Hele bilhassa canlı hücrelerin yapısını her yönüyle incelendiğinde su moleküllerinin bulunmadığı, yani açıkta kalan hemen hemen hiçbir hücre yok gibidir dersek yeridir. Zira susuz hayat asla düşünülemez. Hem kaldı ki canlı hücreler içerisinde büyük oranlarda su olmalı ki; ATP (Adenozin trifosfat)  molekülleriyle kontak kurulabilsin. Nitekim su molekülleriyle reaksiyona giren ATP molekülünün ikinci ve üçüncü fosfat bağlarının koptuğu gözlemlenmiştir.  Dolayısıyla bir fosfat grubunu kaybeden ATP,  ADP (Adenizon difosfat) molekülü adını alır.  Şayet ADP molekülü de bir fosfat grubu kaybına uğrarsa nihayetinde tek fosfatlı AMP (Adenozin monofosfat) adını alır. Bu arada unutmayalım ki katalizörlük görevi sadece suya has bir özellik değil elbet,  bir takım protein içeren maddelerde pekâlâ katalizör görevi ifa edebilir durumdadırlar.  Örnek mi? İşte bu misyonu yüklenmiş enzimler bunun en bariz örneğini teşkil eder. Zaten bir kısım protein molekülleri böylesi bir görev ifa ettiği içindir ki kendilerinden her daim enzim olarak söz ettirmişlerdir.

       Amerika’da özellikle Vincent Joseph Schaefer tarafından yapılan bir çalışmayla su zerreleri molekül bakımdan ne kadar çok küçük çapta, ne kadar saf ve temiz olursa bir o kadar da eksi (-) 40 santigrat derece altında donmadıklarını gözlemlemiştir. Böylece kendisi General Electric Araştırma Laboratuvarında bir araştırmacı gözüyle Schaefer Berkshire Dağlarındaki bulutları kuru buzla tohumlayaraktan yapısını değiştirir de.  Bu demektir ki su taneciklerini sıfır santigrat derecede donmasının arkasında yatan ana neden unsur su zerrelerinin kirli olmasının yanı sıra aynı zamanda su zerrelerinin büyük çapta olmasıyla alakalı bir durumdur. Bilindiği üzere su buharının atmosferde difüzyon sonucu yoğunlaşmasıyla birlikte bulutlar oluşmaktadır. Ancak bu yoğunlaşma sıradan bir yoğunlaşma değil, tam aksine bu iş için tam tekmil yoğunlaştırıcı çekirdeklere de ihtiyaç vardır. Ve bu ihtiyacı büyük ölçüde okyanus tuzları ile kirli su zerreciklerinin karşıladığı belirlenmiştir. Söz konusu tuz ve kirli zerrecikler bir şekilde atmosferde su buharına karışmak suretiyle bulut taneciklerini (çekirdekle- katı cisimler) üretmiş olurlar.  Derken bulutlaşan zerreler önce donma çekirdeği (yoğunlaşma çekirdekleri)  etrafında yoğunlaşmaya başlar, sonrasında ise yoğunlaşan bulut damlacıklarının (buz kristallerinin) kendi aralarında çarpışması sonucu daha da büyüyen zerrelere dönüşerekten dünyamız için rahmet yağmuru olurlar. Öyle ki rahmet yağmurları yeryüzüne yaklaştıkça havanın kaldırma kuvveti sayesinde denge kazanıp bir uçağın piste inişini andırır bir şekilde yumuşak iniş yaparak yağışını gerçekleştirirler. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta “Gökten bir ölçüye göre su indiren O’dur. Biz onunla ölü bir beldeye hayat verdik, işte sizde böyle tekrar çıkarılacaksınız” (Zuhruf suresi-ayet 11) diye beyan buyurmaktadır.

         Malumunuz yeryüzü sıcaklığı 0 santigrat veya 0 santigrat sıcaklığın altında ise kar tanecikleri şeklinde düşecektir. Keza havanın kaldırma kuvveti olmasa hızla yere düşen yağmur damlaları tüm bitkileri tırpanlayacaktı. Tabii bu arada hiç kuşkusuz bizim çatılarda, camlarda bundan payını alıp incinecektik. Yani bu demek oluyor ki; yağmurun inişine ince bir ayar çekilip limit hızı denen terminal matematiksel hesap söz konusudur. Bu yüzden Fizikçiler tabiatta cereyan eden bu olayı denge hız formülü ile izah etmeye çalışmışlardır.  Bilindiği üzere normal şartlarda tüm cisimler yer çekim kuvveti etkisiyle hız kazanıp düşerlerken su damlacıkların bu kuralı sanki iptal edercesine tam aksine sabit hızla iniş sergilemeleriyle dikkatleri üzerine çekmekte. Hem de pür dikkate şayan bir şekilde aklı karaya vurdururcasına insanı hayrette bırakmakta. Bu yüzden yukarıda da zikrettiğimiz gibi Rabbü’l Âlemin; “O gökten yağmuru bir ölçüye göre indirir” (Zuhruf, 11) diye beyan buyurmaktadır.

       Evet,  hiç şüphe yoktur ki yeryüzüne inen yağmur ölü bir belde bile olsa oraya hayat verebiliyor. Nasıl ki toprak yağmurla hayat buluyorsa aynen öyle de kıyamet günü gelip çattığında da Rabbü’l âleminin  Dirilin, kalkın’ emri fermanıyla Sur üflendiğinde yeniden diriliş bulacağımız muhakkak. Nitekim Yüce Allah kulları için nüzul eylediği ayetlerinde bu üfürüşü kullarına şöyle bildirir;

        -“Sonra Sur’a ikinci kez üfürülür, birde bakarsın ki herkes kabrinden kalkmış ne olacağını bekliyor” (Zümer 68), 

         -“Hepinize ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir. O zaman size: Ey İnsan işte bu, senin yan çizip kaçmakta olduğun şeydir” ” (Kâf, 19),

        - “O gün herkes, yanında bir sürücü ve birde şahitle beraber gelir” (Kâf, 21),

        -“Celalim hakkı için (denir) sen bundan bir gaflette idin. Şimdi senden perdeni açtık, artık bu gün gözün keskindir”  (Kâf, 22).

        Hâsıl-ı kelam kıyamet günü ‘Haydi olun (kün)’ emri ile tüm beşer saniye geçmeksizin bir su misali dirilecektir elbet. Çünkü su ve su zerreleri birer ab-ı hayattır.

          Vesselam.

 https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/su-ab-i-hayattir-5434-kose-yazisi