SOLUNUM MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Her nefes solunumla anlam kazanır. Bu
yüzden tüm canlılar solunum cihazıyla donatılmıştır. Biryandan suda yaşayan
canlılar deri ve solungaçlarıyla solunum yaparken, diğer yandan da böcekler
trake ve trakeidler vasıtasıyla solunum gerçekleştirirler. Karada yaşayan
canlılar ise akciğerle solunum yapıp, özellikle solunum organları burun, yutak,
soluk borusu (trache) ve akciğer hepsi bir arada birbirine bağımlı bir bütün
olarak işlev kazanmakta. Yani soluk borusu, ağız ve burun yoluyla aldığı havaya
aracılık yapması sonucunda iki kanala ayrılıp ana bronşları oluştururlar. Hatta ana bronşların akciğer içerisinde daha
küçük kılcal dalcıklara ayrılmasıyla birlikte havanın tüm akciğer içerisine nüfuzu
sağlanır. Böylece bronşlar alveol adını alan milyonlarca yuvarlak minicik keseciklerde
(hava odacıkları) sonlanır, ama bu
arada hava akımı durmayıp yoluna devam eder. Şöyle ki hava akımı akciğer
içerisinde dolaşan kan damarlarına geçerek tüm bedenimizi kuşatan hücrelere
hayat verirler. Bundan daha da öte nefes borusu yoluyla akciğere gelen hava akımı
tüm yolları aştıktan sonra alveollerde gaz değişimi işlemleri tamamlanmakta.
Derken kalpte ferahlık oluşur. Anlaşılan birbirine zincirlemesine bağımlı bu
sistemin parçalarından herhangi biri çekildiğinde solunum işlevinin
gerçekleşmediği görülecek. Dahası canlı vücutlarda öylesine mükemmel solunum
sistemi kurulmuş ki, bu konuda ciltler dolusu eser yazılsa da yeteri kadar bu
sistemi anlatmaya güç yetmeyecektir. Dolayısıyla Tıp dünyası hastaları tedavi
ederken zincirin her halkası için yeni üniteler kurup, ihtisaslaşma yoluna
gitmek zorunda kalmışlardır. Kelimenin tam anlamıyla insan vücudu mükemmel donanıma
sahip büyük bir âlemin özü mesabesinde yaratılmış olup, derya-i umman niteliğinde
şehrimiz söz konusudur.
Solunum aynı zamanda fotosentez olayının
tersi bir istikamette cerayan eden bir olayın adıdır. Yani fotosentez sonucu
oluşan glikozun oksijenle reaksiyona girip yavaş yanma sonucu karbondioksit (CO2), su (H2O) ve enerjinin açığa
çıkmasıyla gerçekleşen olaya verilen bir hadisedir. İşte bu hadise sayesinde fotosentetik
bakteriler hem ışık enerjisinin yardımıyla organik madde üretebiliyorlar hem de
oksijen vasıtasıyla hayatlarını sürdürmekteler. Böylece bu tip oksijenli
ortamda yaşayabilen anlamında canlılara aerob bakteriler denirken karanlıkta
yaşayabilen mikro canlılara ise anaerob bakteriler denmekte. Kâinatta
hiçbir şey lüzumsuz değil, belli ki görünüş itibariyle etrafımızda birçok gereksiz
sandığımız kirli objeler bile bir anda aerobik veya aneorobik gibi temizleyici veya
ayrıştırıcılar sayesinde lüzumlu varlıklara dönüşebiliyor.
İnsanlar nasıl ki havadan oksijen alıp
dışarı karbondioksit veriyorlarsa, bitkilerde tam aksine karbondioksit alıp
dışarıya oksijen salmaktalar. Bir başka ifadeyle bitkiler fotosentez sayesinde
oksijen üretmekte. Bu arada fotosentez nasıl gerçekleşiyor derseniz, hiç kuşkusuz
bir yandan havadan aldıkları karbondioksiti diğer yandan kökleriyle aldıkları
suyu güneş ışığının eşliğinde yapraklarındaki klorofille sentezleyip besin ve
oksijen üretmekledir elbet. Böylece üretilen oksijeni soluyan insan ve diğer
canlılar beslendiği gıdaları yavaş yanma denilen hadiseyle dışarı karbondioksit
vermiş olurlar. Derken bu sayede oluşan
bileşimler su ve güneş ışığı yardımıyla karbondioksit ve nişastaya dönüşmüş
olurlar. Kaldı ki yavaş yanma olayı sadece canlı âlemle sınırlı değil, tabiatta da tüm hızıyla vuku bulabilen n bir
hadisedir. Nitekim havada ki oksijenin odun, kömür, doğal gaz gibi yanıcı maddelerle
reaksiyona girip yanma olayının vuku bulması bunun tipik örneğini teşkil eder.
Peki, Kur’an da oksijen var mı derseniz, bikere Allah
Teâlâ Kur’an’da: “Yaş ağaçtan size ateş
çıkarandır. Ondan ateş yakarsın” (Yasin, 80) diye beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle havadaki
oksijenin bitkilerin ürettiğine işaret etmekte. Yani Yüce Allah (c.c) beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle gayet net
bir şekilde oksijen olmadan yanma olayının gerçekleşemeyeceğine işaret etmekte.
Evet, ayet-i kerimenin mana ve ruhundan
da anlaşıldığı üzere ateş yeşil ağaçtan çıkan oksijen demektir. Böylece her
nefes aldığımızda kılcal damarlarımızda turlayan kanla hava arasında gaz
alış-verişi gerçekleşmekte, akabinde kandaki karbondioksit havaya, oksijen ise
kana karışmak suretiyle yanma olayı vuku bulmakta. İşte bu noktada Kanuni
Sultan Süleyman’ın hasta yatağında “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”
diye o söylediği sözün sırrı oksijenin nefes alış verişimizde ki etkisinde
gizlidir. Nasıl ki oksijen dünya hayatımızda bize bir nefes sıhhat olup iri ve
diri olmamıza vesile oluyorsa ahirette de kurumuş kemikler iri ve diri olmamıza
aracı olacaklardır. Malumunuz Peygamberimiz (s.a.v)’e inanmak istemeyen
müşrikler hep birlikte: ‘Şu çürümüş un ufak olmuş kemikler mi dirilecek’
diye itiraz etmişlerdi. Oysaki o günün müşrikleri bugünkü teknolojik
gelişmelerin ortaya koyduğu veriler ışığında o ufalmış dedikleri kemikleri
yandığında veya karbon haline dönüştüklerini görmüş olsalardı kim bilir ne
halden hale gireceklerdi. Yetmedi bugün gelinen noktada biyolojinin ortaya
koyduğu bitkilerin gaz haline gelmiş karbondioksitin fotosentez kanunu ile
nasıl özümleyip glikoz ve oksijen ürettiğine şahit olduklarında hiç kuşku
yoktur ki yine renkten renge girip apışıp kalacaklardı. Böylece glikozun (şeker)
canlı varlığa geçerek hayat verdiğini görüp ‘Allah’ demekten başka çareleri kalmayacaktı.
Solunum
Şöyle kendimize dönüp vücut iklimimizde
ne olup bittiğine baktığımızda, boğazımıza iki giriş kapısının konumlandığını
görürüz. Belli ki bu kapılardan biri ses için konuşlandırılmış olanlarından
gırtlağa akciğere ulaşacak kadar bir yol güzergâhı belirlenmiş gözükürken, diğerine
de besinlerin giriş kapısı olarak mideye kadar bir yol güzergâhının belirlenmiş
olduğu gözükmekte. Başka ne diyelim, hepimizin biyoloji derslerinde de öğrendiğimiz
kadarıyla sonuçta boğazımıza yerleştirilen iki giriş kapısının varlığı bile
solunum faaliyetinin sıradan bir iş olmadığının göstergesidir bu. Öyle ki
vücuda alınan hemen her besinin yakılarak enerjiye dönüştürülmesi için öncesinde
gerekli oksijen alınıp hücre içerisinde yavaş yanma olayı gerçekleşmekte,
sonrasında ise karbondioksitin dışarı atılmasından ibaret bir mucizevi hadise gerçekleşmektedir.
İyi ki de her nefes alışverişimizde havayı solumaktayız, baksanıza bu sayede kana karışan oksijen
yediğimiz gıdalarla reaksiyona girerek karbondioksite dönüşüp göğüs kafesi
içerisindeki kubbemsi diyafram adale aracılığıyla akciğere gönderilmekte ve
ordanda nefes yoluyla dışarı verilmektedir.
Bu demektir ki yanan sadece gönül yanması değil, ortada bariz bir şekilde besin yanması denen
hadise de söz konusudur. Kelimenin tam anlamıyla solunum faaliyeti denen
hadisede dışardan alınan havanın vücut içerisine giriş kapıları diyebileceğimiz
ağız ve burundan başlayacak bir yolculuk söz konusudur. İlginçtir bu yolculuğun
ilk başlarında burun duvarlarımızda bulunan kıllar süs olsun diye konumlandırılmış
değillerdir, bilakis giriş kapısında
soluduğumuz hava içerisindeki tozları yutmak suretiyle çok önemli kontrol
memurluğu ve süzme (filtre) işini gerçekleştirmek için konumlandırılmışlardır. Böylece
soluduğumuz hava burun içerisinde kıvrımlardan geçerken nemlendirilmiş ve toz
topraktan arınmış şekilde yutağa konuk olunmakta. Tabii yolculuk burada bitmez,
devamında yani soluduğumuz hava yolculuğunun ikinci durağında yutaktan nefes
borusuna uzanan
Görüldüğü üzere solunum ve nefes
yoluyla vücuda giren hava kanı temizlemekle kalmayıp vücut ısısı veya
enerjisinin temininde de vazife görmekte. Ayrıca dışarı çıkarken de nefes
borusunun kenarındaki ses tellerini titreştirmek suretiyle ses oluşur. İşte bu
hava cıva diye sandığımız, yani şuursuz
sandığımız hava sirkülasyonu solumaya katkı yaptığı gibi ses olarak da yankı
yapabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla tüm bu yaşanan hadiseler bize ne kadar
hayret verici bir mucizevi tablonun varlığını göstermektedir. Ama ne yazık ki
evrimciler kâinatta tüm canlıların oluşumunu güya denizden karaya çıkış tarzında
genç dimağlara sunmaktalar habire. Evrimciler her ne kadar bildiklerini
okusalar da ortada kara için ayrı deniz için birbirinden bağımsız mükemmel bir yaratılış
donanım söz konusudur, dolayısıyla evrimcilerin canlıların deniz solunumundan
karasal solunuma geçiş yaptıkları iddiası hep havada kalacaktır. Biz biliyoruz
ki balıkların solungaçları olması dolayısıyla karaya çıktıklarında 1-2 dakikaya
kalmadan nefeslerinin tükenip öldüğünü, tıpkı
bizim su içerisinde boğulmamız gibi onlarda kara havası ile boğulmaktalar. Çünkü balıklar bizim gibi akciğerleri
olmadığından önce suyu ağzına alıp sonra suda erimiş oksijeni solungaçlarından
geçirmek zorundadırlar. Yani önce suyu ağızlarıyla yutmaktalar, sonrasında ise
suyun içerisindeki erimiş oksijeni çekip solungaç kapakları vasıtasıyla
karbondioksiti dışarı atmaktalar. Şayet balıklar hem akciğere hem de solungaçlara
sahip olsalardı gerek karada olsun gerekse deniz de olsun hiç fark etmez her
iki ortamda da yaşayabileceklerdi. Nitekim böyleleri de var. Mesela memeli deniz hayvanlar bunun tipik
misalini teşkil ederler. Keza balıklardan sürüngenlere, sürüngenlerden kuşlara geçiş
diye yutturulmaya çalışılan birçok hayal mahsulü evrim masalı örnekler en başta
solunum vizesine takıldığı gün gibi aşikâr gözükmekte.
Her neyse genel olarak solunum olayına
baktığımızda tüm oksidasyon ve redüksiyon olaylarını içeren reaksiyonlar dizisi
olduğu görülür. Bu dizilim:
-Aerobik solunum,
-Anaerobik solunum diye iki ana
başlıkta kategorize edilir de.
Bu
arada belirtmekte fayda va ; “Sağlam
kafa sağlam vücutta bulunur” sözü günümüz insanını daha çok aerobik
salonlarına yönlendirse de bu söz sadece spora teşvik için söylenilmiş değil, bu sözde daha çok hayata güzel bakmaya veya
pozitif bir enerji ile yaklaşmaya çağrı sezilmekte. Yani bu güzel sözün
içeriğinde bolca oksijenle havalandırılmış beynimizi kullanarak olumlu
düşüncelerle programlamaya davet vardır. Madem öyle, daha çok beyin dünyamızı
gerek pozitif enerji ile gerekse temiz bir çevrede bolca oksijenle depolayarak
zinde tutmakta fayda var. Ki, böyle yaparsak gerçek manada aerobik solunum
anlam kazanmış olacaktır.
Oksidasyon
sonucu açığa çıkan bir diğer önemli bir madde ise karbondioksittir. Az miktarda
da olsa vücudun karbondioksite ihtiyacı vardır, fakat sınırı aşmamak kaydıyla. Aksi
halde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu yüzden vücut için zararlı karbondioksit
alyuvarlar akciğerlere taşınıp temizlenmiş halde nefesimizle dışarı atıveririz.
Aerobik (oksijenli) solunum:
-Glikolizis:
Sitoplâzmada cereyan edip, mutlak oksijenin varlığı glikolizis olayının olmazsa
olmaz şartı olarak tezahür etmektedir.
-Krebs
çemberi: TCA çemberi (trikarboniksitrik
asit çemberi) sayesinde mitokondri içerisinde oksijen olayı gerçekleşmektedir.
-Son
oksidasyon safhası ise (ETS) CO2
+ H2O ve 38 ATP şeklinde son bulmaktadır.
Bir biyolojik fabrika düşününüz ki; toprağın derinliklerinde çamurlu su
emiyor, havadan zehirli gaz (karbondioksit) absorbe ediyor. Bunların yapımında ise
foton denen enerjiyi kullanıyor. Derken bir anda fabrikanın çarkları çalışmaya
başlıyor. Bu çalışmanın neticesinde ilk elden glikoz oluşturuluyor. Böylece
biyolojik hayat güç tazelemiş oluyor. Tabiî ki fotosentez sonucunda glikozun
elde edimesiyle olay burada noktalanmıyor, devamında başka döngülerin başlaması
için yeni kapılar aralanıyor. En nihayet
glikolizis bu noktadan sonra glikozun sırasıyla Fruktoz-1,6 difosfata
dönüşümü, Fruktoz-1,6 difosfatın 3 karbonlu iki madde dönüşümü ve pürivik asit
oluşumu gibi safhalara ilerleyişi cereyan edip, şöyle formüle edilir.
Birinci safha:
-Glikozun 6 karbonlu ATP ve Heksokinazın
fosforilize olmasıyla birlikte Glikoz–6-P teşekkül etmektedir.
-Glikozun
6 P Fosfo Gliko İzomeraz katalizörlüğü ile Fruktoz–6-P’a dönüşür.
-Fruktoz-
6-P’ın Fosfofruktokinaz yardımıyla fosforilize olup, ATP Fruktoz–1,6-difosfat oluşur.
İkinci safha
Havadaki karbondioksit yaprağın stomalarında kloroplasta konuk olduğunda
stroma alanında bulunan sıvıda bir takım enzimlerin etkisiyle orada 5 karbonlu
bileşiklere bağlanıp 6 karbonlu kararsız bir ara madde teşekkül etmektedir.
Böylece teşekkül eden bu ara maddenin parçalanmasıyla birlikte 3 karbonlu iki
molekül fosfogliserik aside (PGA) dönüşerek ikinci safhanın temeli atılmış
olur. Her ne kadar bu safhada bir ATP’lik enerji harcanmış olsa da, bu arada
oluşan iki molekülün birer fosfat grubu kazanması kayda değer bir olay olarak
karşımıza çıkmaktadır. Burada kazançlı çıkan hiç şüphesiz iki moleküllü
PGA’dır. Şöyle ki;
-Fruktoz- 1,6-P’ın Aldolaz katalizörlüğü ile 3PGA aldolaz ve
Dihidroksiaseton fosfata dönüşür.
-3PGA
1. karbona inozitol Trifosfat(Ip)’in
ilavesi ve NAD+nin redüksiyonun katkısı ile 1,3 difosfogliserik asite
dönüşür.
-1,3 difosfogliserik asit, Fosfogliserat
kinaz ve ADP yardımıyla 3PGA’e dönüşür.
-3PGA, Fosfogliser mutaz katalizörlüğü ile 2PGA asite
dönüşür.
-2PGA’dan
H2O çıkması sonucunda Enolaz etkinliği ile PEP’e dönüşür.
- PEP,
ADP ve Pürivik kinaz yardımıyla Pürivik asit + ATP oluşur.
Anaerobik (oksijensiz) solunum:
-Fakültatif anaerobik solunum,
-Obligat anaerobik solunum
diye iki ana kategoride incelenir. Şöyle ki;
Fermantasyon olayı özellikle anaerobik mikroorganizmaların
enerji oluşumunu sağlayan temel solunum şeklidir. Nitekim bu organizmalardan
bazıları oksijen içeren ortamlarda yaşayamazlar. Bu yüzden bunlara obligat
anaerobik organizmalar denir. Bir takım organizmalar daha vardır ki
bira mayasında olduğu gibi oksijenli ve oksijensiz ortamlarda yaşayabiliyor. Bu
yüzden bunlara fakültatif anaerobik organizmalar denmektedir. Zira bu
tip solunumun fermantasyonunda son ürün olarak laktik asit oluştuğu gözlemlenmiştir.
Fermantasyon
olayı ile glikolozis arasında ki farklar:
-Fermantasyon olayı glikolizis olayında
olduğu gibi glikoz pürivik asite kadar parçalanır. Ancak reaksiyon bir kademe
daha ileri giderek pürivikasit etenol ve CO2’e dönüşmektedir.
-Glikolizis olayı sonunda ATP oluşumu vukubulurken, fermantasyonda
(mayalanma) ATP oluşumu vukubulmaz
-Glikolizisin tüm reaksiyonları sitoplazmada
cereyan ederken bu safhada oksijene ihtiyaç duymazlar.
Krebs
çemberi
Aerobik
şartlarda glikozisin son üçüncüsü olan pürivik asit dekarboksilasyona uğrayıp
CoA ile birlikte Asetil CoA’yı oluşturur. Böylece Asetil CoA glikolizis ile
birlikte krebs çemberinin birbirine bağlayan bir anahtar rolü oynamaktadır. Nitekim
krebs çemberi ve elektron taşınım sistemleri için ortamda oksijen gerekli olup,
bu olaylar mitokondriyal alanda cerayan etmektedir. Zira ilk evvela sitrik asit
oluşumu gerçekleşmekte, akabinde okzaloasetik asidin yenilenmesi vuku bulur.
Şöyle ki sitrik asidin oluşumunda;
- Krebs çemberinde ilk reaksiyon
Asetil CoA’nın okzaloasetik asitle kondanse olarak sitrik asidi oluşturmasıyla birlikte
CoA’nın serbest kalması gerçekleşmektedir. Yani;
Asetil CoA + oksaloasetik asit → Sitrik asit + CoA şeklinde vuku bulmakta.
Madem öyle, okzaloasetik asidin yenilenmesi olayını iki madde halde
özetlediğimizde:
a-Asetil CoA + oksalo asetik asit kondense
olup, Sitrik asit + CoA serbest kaldığı,
b- Krebs çemberinde ilk üç
asidin (sitrik, sisk akonitik ve bunun
dehidrasyonu ile izositrik asit) Akonitaz enzimi vasıtasıyla kataliz
edildiği görülür.
Sitrik asitle başlayan oksidasyon aşamalarını ise dört alt başlıkta şöyle
özetleyebiliriz:
Birinci oksidasyon aşaması
Sitrik
asidin hidrasyonu ile sisakonitik asit (CAA-cis
akonitik asit) dehidrasyonu izositrik asit oluşur, derken İzositrik dehidrogenaz NADP yardımıyla
Oksalo süksinik asite dönüşmüş olunur.
İkinci oksidasyon aşaması
Oksalo
süksinik asitin dekarboksilazıyla da α keto glutarik asit meydana gelirken, α
keto glutarik asitin oksidasyonuyla da süksinil CoA meydana gelir.
Üçüncü oksidasyon aşaması
Süksinil CoA Guanozin P ve inozitol
Trifosfat(Ip) yardımıyla Süksinik asit oluşur.
Süksinik asit ise oksitlenerek bir ferro
flavonoid protein olan süksinik
dehidrogenaz enziminin yardımıyla Fumarik asit meydana gelir.
Dördüncü oksidasyon aşaması
Fumarik asit hidrasyonla malik asite dönüşür.
Malik asit ise malik asit dehidrogenaz
enzimi katalizörlüğü ile oksaloasetata dönüşür. Derken oksaloasetatın
yenilenmesiyle birlikte bu döngü tamamlanmış olmaktadır. Anlaşılan o ki, dört
ana başlıkta cereyan eden oksidasyon aşamalarını kapsayan reaksiyonlar sonunda
okzaloasetik asit yeniden oluşup, bu olaylar esnasında 2 CO2
molekülü ve 8 H atomu aktif hale gelebiliyor.
Yağlar
Bilindiği üzere yağlarda
solunuma bağlı olarak yakılıp enerjiye dönüştürülmektedir. Dolayısıyla yağ
konusuna değinmekte fayda var. Şöyle ki;
Katı
ve sıvı yağlardan oluşan gliserolün 3OH grubunda esterleştiğinde bunlara trigliserit
adı verilir. Bu arada lipitler de katı ve sıvı yağların besin depo maddesi
bakımdan önem arz etmektedir. Mumlar ve kütikula işlev üstlenirken fosfo ve
glikolipitler de membran yapısında önemli işlev üstlenirler. Dahası mumlar
hidrojence zengin oksijence fakir uzun zincirli karbon bileşikler olarak işlev
görmekteler. Fosfatidik asit ise bitkilerde lesitin, sefalin, fosfatidil
gliserol ve fosfatidilinositol gibi maddelerin öncüsü olarak işlev görür. Genellikle
katı yağlar;
1- Doymuş yağ asitleri
a-Palmitik asit
b-Stearik asit
2-Doymamış yağ asitleri şeklinde tasnif edilip, küçük tohumların ana
depo besini yağ, büyük tohumlarınkini ise karbonhidratlar oluşturmaktadır.
Bitkisel
yağlar daha çok;
-Endüstride,
-
Margarin yapımında,
-
Boya vs. yapımında kullanılan ürünlerdir.
Bitkilerde yağ sentezi 3 ana bölümde incelenip;
-Gliserol oluşumu,
-Yağ
asidi sentezi,
-Gliserol ve yağ asitlerinin birleşmesi
şeklinde cereyan eder.
Şurası muhakkak; yağ sentezinin yapı taşı
olan gliserolun ana birimini α-gliserofosfat oluşturup, böylece yağ
katabolizması ester bağlarını koparabilen lipaz enzimlerinin etkinliği ile gerçekleşmektedir.
Bu yüzden bütün aminoasitler Glutamik asitten menşe almaktadır.
Bitkilerde yağ asitlerinin oksitlenmesi için 2
yoldan oluşmakta. Şöyle ki;
1-β-oksidasyon metabolik yolu,
2-α-oksidasyon yolu.
Solunum ile Fotosentez arasında ki fark:
- Fotosentezle güneş enerjisi kimyasal enerjiye dönüşürken solunumda
ise kimyasal enerji serbest enerjiye dönüşmekte.
- Fotosentezde
organik madde yapımı söz konusu iken solunumda ise parçalanma söz konusudur.
- Fotosentezde reaksiyon sonucunda oksijen açığa çıkarken
solunumda ise CO2 ve H2O açığa çıkmaktadır.
- Fotosentez
ışık ortamında cereyan ederken solunumda ise hem karanlık hem de ışık
ortamlarında cereyan eder.
-
Fotosentez ototrof
canlılarda vuku bulurken solunumda ise hem ototrof hem de hetetrof canlılarda
gerçekleşir.
- Fotosentez olayı esnasında H2O ve CO2 kullanılırken
solunumda ise glikoz ve oksijen kullanılır.
Ayrıca canlı sistemde anlaşılan
o ki, oksidatif fosforlaysan
yoluyla da enerji elde edilebiliyor. Nitekim
reaksiyona giren bir takım maddelerin fosfor bağı halinde enerjiyi bağlamaları
olayına fosforilasyon denmektedir. Dolayısıyla canlı metabolizmasında iş gören
fosfor bağları iki tipte mütalaa edilir. Bunlar:
-Enerjice fakir fosfor bağları. Örnek- Glikoz–1-fosfat
- Enerjice zengin fosfor bağları. Örnek- ATP ile ADP
Solunumu etkileyen faktörler:
-Sıcaklık,
- Nem,
- Oksijen,
-
CO2
- Işık,
-İnorganik tuzlar,
-Mekanik uyartılar,
-Yaralanma,
- Bitkinin tipi ve yaşı.
Velhasıl-ı kelam; madde madde sıraladığımız bir dizi solunumla
ilgili özelliklere baktığımızda her birinin mucize-i rabbaniye olduğu
görülmektedir.
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer