11 Şubat 2023 Cumartesi

SOLUNUM MUCİZESİ

                         SOLUNUM MUCİZESİ                                       

          SELİM GÜRBÜZER

         Her nefes solunumla anlam kazanır. Bu yüzden tüm canlılar solunum cihazıyla donatılmıştır. Biryandan suda yaşayan canlılar deri ve solungaçlarıyla solunum yaparken, diğer yandan da böcekler trake ve trakeidler vasıtasıyla solunum gerçekleştirirler. Karada yaşayan canlılar ise akciğerle solunum yapıp, özellikle solunum organları burun, yutak, soluk borusu (trache) ve akciğer hepsi bir arada birbirine bağımlı bir bütün olarak işlev kazanmakta. Yani soluk borusu, ağız ve burun yoluyla aldığı havaya aracılık yapması sonucunda iki kanala ayrılıp ana bronşları oluştururlar.  Hatta ana bronşların akciğer içerisinde daha küçük kılcal dalcıklara ayrılmasıyla birlikte havanın tüm akciğer içerisine nüfuzu sağlanır. Böylece bronşlar alveol adını alan milyonlarca yuvarlak minicik keseciklerde (hava odacıkları) sonlanır, ama bu arada hava akımı durmayıp yoluna devam eder. Şöyle ki hava akımı akciğer içerisinde dolaşan kan damarlarına geçerek tüm bedenimizi kuşatan hücrelere hayat verirler. Bundan daha da öte nefes borusu yoluyla akciğere gelen hava akımı tüm yolları aştıktan sonra alveollerde gaz değişimi işlemleri tamamlanmakta. Derken kalpte ferahlık oluşur. Anlaşılan birbirine zincirlemesine bağımlı bu sistemin parçalarından herhangi biri çekildiğinde solunum işlevinin gerçekleşmediği görülecek. Dahası canlı vücutlarda öylesine mükemmel solunum sistemi kurulmuş ki, bu konuda ciltler dolusu eser yazılsa da yeteri kadar bu sistemi anlatmaya güç yetmeyecektir. Dolayısıyla Tıp dünyası hastaları tedavi ederken zincirin her halkası için yeni üniteler kurup, ihtisaslaşma yoluna gitmek zorunda kalmışlardır. Kelimenin tam anlamıyla insan vücudu mükemmel donanıma sahip büyük bir âlemin özü mesabesinde yaratılmış olup, derya-i umman niteliğinde şehrimiz söz konusudur.

      Solunum aynı zamanda fotosentez olayının tersi bir istikamette cerayan eden bir olayın adıdır. Yani fotosentez sonucu oluşan glikozun oksijenle reaksiyona girip yavaş yanma sonucu karbondioksit (CO2),  su (H2O) ve enerjinin açığa çıkmasıyla gerçekleşen olaya verilen bir hadisedir. İşte bu hadise sayesinde fotosentetik bakteriler hem ışık enerjisinin yardımıyla organik madde üretebiliyorlar hem de oksijen vasıtasıyla hayatlarını sürdürmekteler. Böylece bu tip oksijenli ortamda yaşayabilen anlamında canlılara aerob bakteriler denirken karanlıkta yaşayabilen mikro canlılara ise anaerob bakteriler denmekte. Kâinatta hiçbir şey lüzumsuz değil, belli ki görünüş itibariyle etrafımızda birçok gereksiz sandığımız kirli objeler bile bir anda aerobik veya aneorobik gibi temizleyici veya ayrıştırıcılar sayesinde lüzumlu varlıklara dönüşebiliyor.

      İnsanlar nasıl ki havadan oksijen alıp dışarı karbondioksit veriyorlarsa, bitkilerde tam aksine karbondioksit alıp dışarıya oksijen salmaktalar. Bir başka ifadeyle bitkiler fotosentez sayesinde oksijen üretmekte. Bu arada fotosentez nasıl gerçekleşiyor derseniz, hiç kuşkusuz bir yandan havadan aldıkları karbondioksiti diğer yandan kökleriyle aldıkları suyu güneş ışığının eşliğinde yapraklarındaki klorofille sentezleyip besin ve oksijen üretmekledir elbet. Böylece üretilen oksijeni soluyan insan ve diğer canlılar beslendiği gıdaları yavaş yanma denilen hadiseyle dışarı karbondioksit vermiş olurlar. Derken bu sayede oluşan bileşimler su ve güneş ışığı yardımıyla karbondioksit ve nişastaya dönüşmüş olurlar. Kaldı ki yavaş yanma olayı sadece canlı âlemle sınırlı değil,  tabiatta da tüm hızıyla vuku bulabilen n bir hadisedir. Nitekim havada ki oksijenin odun, kömür, doğal gaz gibi yanıcı maddelerle reaksiyona girip yanma olayının vuku bulması bunun tipik örneğini teşkil eder.

       Peki,  Kur’an da oksijen var mı derseniz, bikere Allah Teâlâ Kur’an’da: “Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsın” (Yasin, 80)  diye beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle havadaki oksijenin bitkilerin ürettiğine işaret etmekte. Yani Yüce Allah (c.c)  beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle gayet net bir şekilde oksijen olmadan yanma olayının gerçekleşemeyeceğine işaret etmekte.

        Evet, ayet-i kerimenin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere ateş yeşil ağaçtan çıkan oksijen demektir. Böylece her nefes aldığımızda kılcal damarlarımızda turlayan kanla hava arasında gaz alış-verişi gerçekleşmekte, akabinde kandaki karbondioksit havaya, oksijen ise kana karışmak suretiyle yanma olayı vuku bulmakta. İşte bu noktada Kanuni Sultan Süleyman’ın hasta yatağında “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” diye o söylediği sözün sırrı oksijenin nefes alış verişimizde ki etkisinde gizlidir. Nasıl ki oksijen dünya hayatımızda bize bir nefes sıhhat olup iri ve diri olmamıza vesile oluyorsa ahirette de kurumuş kemikler iri ve diri olmamıza aracı olacaklardır. Malumunuz Peygamberimiz (s.a.v)’e inanmak istemeyen müşrikler hep birlikte: ‘Şu çürümüş un ufak olmuş kemikler mi dirilecek’ diye itiraz etmişlerdi. Oysaki o günün müşrikleri bugünkü teknolojik gelişmelerin ortaya koyduğu veriler ışığında o ufalmış dedikleri kemikleri yandığında veya karbon haline dönüştüklerini görmüş olsalardı kim bilir ne halden hale gireceklerdi. Yetmedi bugün gelinen noktada biyolojinin ortaya koyduğu bitkilerin gaz haline gelmiş karbondioksitin fotosentez kanunu ile nasıl özümleyip glikoz ve oksijen ürettiğine şahit olduklarında hiç kuşku yoktur ki yine renkten renge girip apışıp kalacaklardı. Böylece glikozun (şeker) canlı varlığa geçerek hayat verdiğini görüp ‘Allah’ demekten başka çareleri kalmayacaktı.

      Solunum

      Şöyle kendimize dönüp vücut iklimimizde ne olup bittiğine baktığımızda,  boğazımıza iki giriş kapısının konumlandığını görürüz. Belli ki bu kapılardan biri ses için konuşlandırılmış olanlarından gırtlağa akciğere ulaşacak kadar bir yol güzergâhı belirlenmiş gözükürken, diğerine de besinlerin giriş kapısı olarak mideye kadar bir yol güzergâhının belirlenmiş olduğu gözükmekte. Başka ne diyelim,  hepimizin biyoloji derslerinde de öğrendiğimiz kadarıyla sonuçta boğazımıza yerleştirilen iki giriş kapısının varlığı bile solunum faaliyetinin sıradan bir iş olmadığının göstergesidir bu. Öyle ki vücuda alınan hemen her besinin yakılarak enerjiye dönüştürülmesi için öncesinde gerekli oksijen alınıp hücre içerisinde yavaş yanma olayı gerçekleşmekte, sonrasında ise karbondioksitin dışarı atılmasından ibaret bir mucizevi hadise gerçekleşmektedir. İyi ki de her nefes alışverişimizde havayı solumaktayız,  baksanıza bu sayede kana karışan oksijen yediğimiz gıdalarla reaksiyona girerek karbondioksite dönüşüp göğüs kafesi içerisindeki kubbemsi diyafram adale aracılığıyla akciğere gönderilmekte ve ordanda nefes yoluyla dışarı verilmektedir.  Bu demektir ki yanan sadece gönül yanması değil,  ortada bariz bir şekilde besin yanması denen hadise de söz konusudur. Kelimenin tam anlamıyla solunum faaliyeti denen hadisede dışardan alınan havanın vücut içerisine giriş kapıları diyebileceğimiz ağız ve burundan başlayacak bir yolculuk söz konusudur. İlginçtir bu yolculuğun ilk başlarında burun duvarlarımızda bulunan kıllar süs olsun diye konumlandırılmış değillerdir,  bilakis giriş kapısında soluduğumuz hava içerisindeki tozları yutmak suretiyle çok önemli kontrol memurluğu ve süzme (filtre) işini gerçekleştirmek için konumlandırılmışlardır. Böylece soluduğumuz hava burun içerisinde kıvrımlardan geçerken nemlendirilmiş ve toz topraktan arınmış şekilde yutağa konuk olunmakta. Tabii yolculuk burada bitmez, devamında yani soluduğumuz hava yolculuğunun ikinci durağında yutaktan nefes borusuna uzanan 25 cm boyunda, 2,5 cm çapında olan nefes borusu üzerinde halka tüylerle karşılaşmak vardır. Öyle ki yolda karşılaştığımız bu halka tüyler sıradan tüyler olmayıp, bilakis nefes borusu içerisine kaçma ihtimali bulunan tüm yabancı maddelerin dışarı atılması için emniyet sigortalarımız olarak karşımıza çıkmakta. Ve bu hayat sigortalarımız nefes borusunun, dördüncü omur hizasında iki kola ayrılıp sayıca fazla bronş denen bu kolların her biri akciğerler içerisine dal budak salaraktan vazife üstlendikleri görülür. Derken incecik bronşçuk denilen bu dallar alveol adlı küçük kesecikler içerisinde son bulur.  Bu arada göğüs boşluğunun her iki tarafında bulunan akciğerin sağ kısım üç, soldaki ise iki parçadan oluştuğu gözlenmiştir. Malum sol akciğerdeki üçüncü lobun yerini ise kalp alır. Böylece kalbin sol kulakcığına gelen kirli kan bu sayede akciğere transfer edilmiş olur. Dolayısıyla içerisi her an ve her salise havayla dolup boşalan alveollerin etrafı kılcal damarlarla kuşatıldığından usul usul dolaşan kan kılcal damarlar vasıtasıyla akciğerin bütününe dağılacak halde işlerlik kazanmış olurlar. Hatta derin bir nefes aldığımızda alveollerimiz havayla dolmasıyla birlikte kılcal damarlarda bulunan kanla hava arasında bir gaz alışverişi cerayan eder. Yani kandaki karbondioksit havaya, havadaki oksijen de kana geçmiş olur. Belli ki bu gaz alışverişleri esnasında muazzam fizik ve kimya kanunları işlemektedir.

         Görüldüğü üzere solunum ve nefes yoluyla vücuda giren hava kanı temizlemekle kalmayıp vücut ısısı veya enerjisinin temininde de vazife görmekte. Ayrıca dışarı çıkarken de nefes borusunun kenarındaki ses tellerini titreştirmek suretiyle ses oluşur. İşte bu hava cıva diye sandığımız,  yani şuursuz sandığımız hava sirkülasyonu solumaya katkı yaptığı gibi ses olarak da yankı yapabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla tüm bu yaşanan hadiseler bize ne kadar hayret verici bir mucizevi tablonun varlığını göstermektedir. Ama ne yazık ki evrimciler kâinatta tüm canlıların oluşumunu güya denizden karaya çıkış tarzında genç dimağlara sunmaktalar habire. Evrimciler her ne kadar bildiklerini okusalar da ortada kara için ayrı deniz için birbirinden bağımsız mükemmel bir yaratılış donanım söz konusudur, dolayısıyla evrimcilerin canlıların deniz solunumundan karasal solunuma geçiş yaptıkları iddiası hep havada kalacaktır. Biz biliyoruz ki balıkların solungaçları olması dolayısıyla karaya çıktıklarında 1-2 dakikaya kalmadan nefeslerinin tükenip öldüğünü,  tıpkı bizim su içerisinde boğulmamız gibi onlarda kara havası ile boğulmaktalar.  Çünkü balıklar bizim gibi akciğerleri olmadığından önce suyu ağzına alıp sonra suda erimiş oksijeni solungaçlarından geçirmek zorundadırlar. Yani önce suyu ağızlarıyla yutmaktalar, sonrasında ise suyun içerisindeki erimiş oksijeni çekip solungaç kapakları vasıtasıyla karbondioksiti dışarı atmaktalar. Şayet balıklar hem akciğere hem de solungaçlara sahip olsalardı gerek karada olsun gerekse deniz de olsun hiç fark etmez her iki ortamda da yaşayabileceklerdi. Nitekim böyleleri de var.  Mesela memeli deniz hayvanlar bunun tipik misalini teşkil ederler. Keza balıklardan sürüngenlere, sürüngenlerden kuşlara geçiş diye yutturulmaya çalışılan birçok hayal mahsulü evrim masalı örnekler en başta solunum vizesine takıldığı gün gibi aşikâr gözükmekte.

         Her neyse genel olarak solunum olayına baktığımızda tüm oksidasyon ve redüksiyon olaylarını içeren reaksiyonlar dizisi olduğu görülür. Bu dizilim:

       -Aerobik solunum,

       -Anaerobik solunum diye iki ana başlıkta kategorize edilir de.

       Bu arada belirtmekte fayda va ; “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözü günümüz insanını daha çok aerobik salonlarına yönlendirse de bu söz sadece spora teşvik için söylenilmiş değil,  bu sözde daha çok hayata güzel bakmaya veya pozitif bir enerji ile yaklaşmaya çağrı sezilmekte. Yani bu güzel sözün içeriğinde bolca oksijenle havalandırılmış beynimizi kullanarak olumlu düşüncelerle programlamaya davet vardır. Madem öyle, daha çok beyin dünyamızı gerek pozitif enerji ile gerekse temiz bir çevrede bolca oksijenle depolayarak zinde tutmakta fayda var. Ki, böyle yaparsak gerçek manada aerobik solunum anlam kazanmış olacaktır.

         Oksidasyon sonucu açığa çıkan bir diğer önemli bir madde ise karbondioksittir. Az miktarda da olsa vücudun karbondioksite ihtiyacı vardır, fakat sınırı aşmamak kaydıyla. Aksi halde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu yüzden vücut için zararlı karbondioksit alyuvarlar akciğerlere taşınıp temizlenmiş halde nefesimizle dışarı atıveririz.

        Aerobik (oksijenli) solunum:

        -Glikolizis: Sitoplâzmada cereyan edip, mutlak oksijenin varlığı glikolizis olayının olmazsa olmaz şartı olarak tezahür etmektedir.

        -Krebs çemberi: TCA çemberi (trikarboniksitrik asit çemberi) sayesinde mitokondri içerisinde oksijen olayı gerçekleşmektedir.

        -Son oksidasyon safhası ise  (ETS) CO2 + H2O ve 38 ATP şeklinde son bulmaktadır.

       Bir biyolojik fabrika düşününüz ki; toprağın derinliklerinde çamurlu su emiyor, havadan zehirli gaz (karbondioksit) absorbe ediyor. Bunların yapımında ise foton denen enerjiyi kullanıyor. Derken bir anda fabrikanın çarkları çalışmaya başlıyor. Bu çalışmanın neticesinde ilk elden glikoz oluşturuluyor. Böylece biyolojik hayat güç tazelemiş oluyor. Tabiî ki fotosentez sonucunda glikozun elde edimesiyle olay burada noktalanmıyor, devamında başka döngülerin başlaması için yeni kapılar aralanıyor.  En nihayet glikolizis bu noktadan sonra glikozun sırasıyla Fruktoz-1,6 difosfata dönüşümü, Fruktoz-1,6 difosfatın 3 karbonlu iki madde dönüşümü ve pürivik asit oluşumu gibi safhalara ilerleyişi cereyan edip, şöyle formüle edilir.

        Birinci safha:

        -Glikozun 6 karbonlu ATP ve Heksokinazın fosforilize olmasıyla birlikte Glikoz–6-P teşekkül etmektedir.                                                    

         -Glikozun 6 P Fosfo Gliko İzomeraz katalizörlüğü ile Fruktoz–6-P’a dönüşür.

         -Fruktoz- 6-P’ın Fosfofruktokinaz yardımıyla fosforilize olup, ATP Fruktoz–1,6-difosfat oluşur.                                              

          İkinci safha

          Havadaki karbondioksit yaprağın stomalarında kloroplasta konuk olduğunda stroma alanında bulunan sıvıda bir takım enzimlerin etkisiyle orada 5 karbonlu bileşiklere bağlanıp 6 karbonlu kararsız bir ara madde teşekkül etmektedir. Böylece teşekkül eden bu ara maddenin parçalanmasıyla birlikte 3 karbonlu iki molekül fosfogliserik aside (PGA) dönüşerek ikinci safhanın temeli atılmış olur. Her ne kadar bu safhada bir ATP’lik enerji harcanmış olsa da, bu arada oluşan iki molekülün birer fosfat grubu kazanması kayda değer bir olay olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada kazançlı çıkan hiç şüphesiz iki moleküllü PGA’dır. Şöyle ki;           

            -Fruktoz- 1,6-P’ın Aldolaz katalizörlüğü ile 3PGA aldolaz ve Dihidroksiaseton fosfata dönüşür.

          -3PGA 1. karbona inozitol Trifosfat(Ip)’in ilavesi ve NAD+nin redüksiyonun katkısı ile 1,3 difosfogliserik asite dönüşür.

          -1,3 difosfogliserik asit, Fosfogliserat kinaz ve ADP yardımıyla 3PGA’e dönüşür.

          -3PGA, Fosfogliser mutaz katalizörlüğü ile 2PGA asite dönüşür.

          -2PGA’dan H2O çıkması sonucunda Enolaz etkinliği ile PEP’e dönüşür.

          - PEP, ADP ve Pürivik kinaz yardımıyla Pürivik asit + ATP oluşur.

          Anaerobik (oksijensiz) solunum:   

          -Fakültatif anaerobik solunum,

          -Obligat anaerobik solunum diye iki ana kategoride incelenir. Şöyle ki;

             Fermantasyon olayı özellikle anaerobik mikroorganizmaların enerji oluşumunu sağlayan temel solunum şeklidir. Nitekim bu organizmalardan bazıları oksijen içeren ortamlarda yaşayamazlar. Bu yüzden bunlara obligat anaerobik organizmalar denir.            Bir takım organizmalar daha vardır ki bira mayasında olduğu gibi oksijenli ve oksijensiz ortamlarda yaşayabiliyor. Bu yüzden bunlara fakültatif anaerobik organizmalar denmektedir. Zira bu tip solunumun fermantasyonunda son ürün olarak laktik asit oluştuğu gözlemlenmiştir.

         Fermantasyon olayı ile glikolozis arasında ki farklar:

-Fermantasyon olayı glikolizis olayında olduğu gibi glikoz pürivik asite kadar parçalanır. Ancak reaksiyon bir kademe daha ileri giderek pürivikasit etenol ve CO2’e dönüşmektedir.

                  -Glikolizis olayı sonunda ATP oluşumu vukubulurken, fermantasyonda (mayalanma) ATP oluşumu vukubulmaz

         -Glikolizisin tüm reaksiyonları sitoplazmada cereyan ederken bu safhada oksijene ihtiyaç duymazlar.  

         Krebs çemberi

         Aerobik şartlarda glikozisin son üçüncüsü olan pürivik asit dekarboksilasyona uğrayıp CoA ile birlikte Asetil CoA’yı oluşturur. Böylece Asetil CoA glikolizis ile birlikte krebs çemberinin birbirine bağlayan bir anahtar rolü oynamaktadır. Nitekim krebs çemberi ve elektron taşınım sistemleri için ortamda oksijen gerekli olup, bu olaylar mitokondriyal alanda cerayan etmektedir. Zira ilk evvela sitrik asit oluşumu gerçekleşmekte, akabinde okzaloasetik asidin yenilenmesi vuku bulur. Şöyle ki sitrik asidin oluşumunda;

         - Krebs çemberinde ilk reaksiyon Asetil CoA’nın okzaloasetik asitle kondanse olarak sitrik asidi oluşturmasıyla birlikte CoA’nın serbest kalması gerçekleşmektedir. Yani;

          Asetil CoA + oksaloasetik asit  → Sitrik asit + CoA şeklinde vuku bulmakta. Madem öyle,  okzaloasetik asidin yenilenmesi olayını iki madde halde özetlediğimizde:

 a-Asetil CoA + oksalo asetik asit kondense olup, Sitrik asit + CoA serbest kaldığı,

          b- Krebs çemberinde ilk üç asidin (sitrik, sisk akonitik ve bunun dehidrasyonu ile izositrik asit) Akonitaz enzimi vasıtasıyla kataliz edildiği görülür.

Sitrik asitle başlayan oksidasyon aşamalarını ise dört alt başlıkta şöyle özetleyebiliriz:

Birinci oksidasyon aşaması

Sitrik asidin hidrasyonu ile sisakonitik asit (CAA-cis akonitik asit) dehidrasyonu izositrik asit oluşur, derken İzositrik dehidrogenaz NADP yardımıyla Oksalo süksinik asite dönüşmüş olunur.

        İkinci oksidasyon aşaması

       Oksalo süksinik asitin dekarboksilazıyla da α keto glutarik asit meydana gelirken, α keto glutarik asitin oksidasyonuyla da süksinil CoA meydana gelir.

         Üçüncü oksidasyon aşaması

         Süksinil CoA Guanozin P ve inozitol Trifosfat(Ip) yardımıyla Süksinik asit oluşur.

                  Süksinik asit ise oksitlenerek bir ferro flavonoid protein olan süksinik dehidrogenaz enziminin yardımıyla Fumarik asit meydana gelir.

         Dördüncü oksidasyon aşaması

         Fumarik asit hidrasyonla malik asite dönüşür. Malik asit ise malik asit dehidrogenaz enzimi katalizörlüğü ile oksaloasetata dönüşür. Derken oksaloasetatın yenilenmesiyle birlikte bu döngü tamamlanmış olmaktadır.  Anlaşılan o ki, dört ana başlıkta cereyan eden oksidasyon aşamalarını kapsayan reaksiyonlar sonunda okzaloasetik asit yeniden oluşup, bu olaylar esnasında 2 CO2 molekülü ve 8 H atomu aktif hale gelebiliyor.

         Yağlar

         Bilindiği üzere yağlarda solunuma bağlı olarak yakılıp enerjiye dönüştürülmektedir. Dolayısıyla yağ konusuna değinmekte fayda var. Şöyle ki;          

        Katı ve sıvı yağlardan oluşan gliserolün 3OH grubunda esterleştiğinde bunlara trigliserit adı verilir. Bu arada lipitler de katı ve sıvı yağların besin depo maddesi bakımdan önem arz etmektedir. Mumlar ve kütikula işlev üstlenirken fosfo ve glikolipitler de membran yapısında önemli işlev üstlenirler. Dahası mumlar hidrojence zengin oksijence fakir uzun zincirli karbon bileşikler olarak işlev görmekteler. Fosfatidik asit ise bitkilerde lesitin, sefalin, fosfatidil gliserol ve fosfatidilinositol gibi maddelerin öncüsü olarak işlev görür. Genellikle katı yağlar;

1-     Doymuş yağ asitleri

        a-Palmitik asit

        b-Stearik asit

       2-Doymamış yağ asitleri şeklinde tasnif edilip, küçük tohumların ana depo besini yağ, büyük tohumlarınkini ise karbonhidratlar oluşturmaktadır.

        Bitkisel yağlar daha çok;

         -Endüstride,

        - Margarin yapımında,

        - Boya vs. yapımında kullanılan ürünlerdir.

    Bitkilerde yağ sentezi 3 ana bölümde incelenip;

    -Gliserol oluşumu,

      -Yağ asidi sentezi,

      -Gliserol ve yağ asitlerinin birleşmesi şeklinde cereyan eder.

           Şurası muhakkak; yağ sentezinin yapı taşı olan gliserolun ana birimini α-gliserofosfat oluşturup, böylece yağ katabolizması ester bağlarını koparabilen lipaz enzimlerinin etkinliği ile gerçekleşmektedir. Bu yüzden bütün aminoasitler Glutamik asitten menşe almaktadır.

     Bitkilerde yağ asitlerinin oksitlenmesi için 2 yoldan oluşmakta. Şöyle ki;

     1-β-oksidasyon metabolik yolu,

     2-α-oksidasyon yolu. 

        Solunum ile Fotosentez arasında ki fark:

        - Fotosentezle güneş enerjisi kimyasal enerjiye dönüşürken solunumda ise kimyasal enerji serbest enerjiye dönüşmekte.

        - Fotosentezde organik madde yapımı söz konusu iken solunumda ise parçalanma söz konusudur.

        - Fotosentezde reaksiyon sonucunda oksijen açığa çıkarken solunumda ise CO2 ve H2O açığa çıkmaktadır.

        - Fotosentez ışık ortamında cereyan ederken solunumda ise hem karanlık hem de ışık ortamlarında cereyan eder.

        - Fotosentez ototrof canlılarda vuku bulurken solunumda ise hem ototrof hem de hetetrof canlılarda gerçekleşir.

        - Fotosentez olayı esnasında H2O ve CO2 kullanılırken solunumda ise glikoz ve oksijen kullanılır.

          Ayrıca canlı sistemde anlaşılan o ki, oksidatif fosforlaysan yoluyla da enerji elde edilebiliyor.  Nitekim reaksiyona giren bir takım maddelerin fosfor bağı halinde enerjiyi bağlamaları olayına fosforilasyon denmektedir.  Dolayısıyla canlı metabolizmasında iş gören fosfor bağları iki tipte mütalaa edilir. Bunlar:

         -Enerjice fakir fosfor bağları. Örnek- Glikoz–1-fosfat

         - Enerjice zengin fosfor bağları. Örnek- ATP ile ADP

         Solunumu etkileyen faktörler:

         -Sıcaklık,

         - Nem,

         - Oksijen,

         - CO2

         - Işık,

         -İnorganik tuzlar,

         -Mekanik uyartılar,

         -Yaralanma,

        - Bitkinin tipi ve yaşı.

       Velhasıl-ı kelam;  madde madde sıraladığımız bir dizi solunumla ilgili özelliklere baktığımızda her birinin mucize-i rabbaniye olduğu görülmektedir.

           Vesselam.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer

 

10 Şubat 2023 Cuma

KALP MUCİZESİ

                                     KALP MUCİZESİ

        SELİM GÜRBÜZER

        İnsanoğlunda kalple ilgili ilk emareler anne karnında daha dört santimlik iken tezahür etmeye başlar. Hatta kalp başlangıçta içi boş bölmeler haldeyken sonradan bölmeler arasında açılıp kapanan kapakçıklar da teşekkül eder. Derken vücuda damarlar yoluyla kanı pompalayacak donanıma erişir.  Kalp olgunlaşıp erişe dursun, besbelli ki damar ağı kalpten önce yaratılmış gözüküyor. Öyle ya önce şebeke ağı tüm vücuda döşenmeli ki, kanın pompalanma işlemleri yerli yerinde devreye girebilsin. Tabii bu da kâfi gelmeyebilir, hemen ardından kirli kanın filtre edilmesi ve artık maddelerin atılma işlemi için kalpten böbreğe açılan bölümlerinde bu iş için devreye girmesi gerekir ki dolaşım sistemi tam tekmil işler hale gelebilsin. En nihayetinde ise akciğer organımız olarak sahne alacaktır. Anlaşılan o ki,  ilk aşamada akciğerin tam manasıyla işler hale gelene dek anne karnında embriyo halde çocuğun vücut dolaşımında biriken kirli kanı mevcut bölmeler filtreleyip temiz hale getirmekte.  Böylece embriyoyu oluşturan tüm hücreler mevcut bölmelerin minicik keselerine dolacak olan oksijen sayesinde hayat bulmuş olur. Neyse ki anne karnında dokuz aylık bir sürecin ardından dünyaya gelen bebek doğrudan hava akımıyla temas eder etmez akciğerleri biranda aktif hale gelip böylece keseciklere gerek kalmamış olur. Şayet akciğerden yoksun bir halde dünyaya gelmiş olsaydık damarlarımızda her an her salise hiç duraksamaksızın dolaşan kanımız filtresiz dolanımını sürdürmenin neticesinde hayatımız oksijensizlikten kararıp ölümle burun buruna gelmiş olurduk.  Her ne kadar anne karnında dolaşım ağımız anne karnında başka, dünyada bir bambaşka işlese de sonuçta her iki durumda da kalbin önderliğinde her şey yoluna girmekte.    Nitekim embriyo halde bir çocuğun kalbi emme tulumba idmanı anne karnında başlayıp, dünya hayatıyla birlikte mükemmellik kazanan bir yaratılış mucizesi olarak karşımıza çıkmakta. Düşünsenize ta anne karnındayken tüm fizibilite çalışmalar, tüm ön hazırlıklar ne zaman ki tamamlanıp tüm üniteler devreye girecek hale gelir işte o zaman dokuz aylık bir sürecin ardından dünyaya mükemmel dolaşım bir şebeke sistemi ağıyla donatılmış bir şekilde adım atılmış olunur. Öyle ki dünyaya gelindiğinde kalbin önderliğinde devreye sokulan bu mükemmel donanımının en ufacık emme tulumba sisteminde ki basınç mekanizmasını sekteye uğratacak en ufak bir arızi bir durum görülmez de.

        Evet, vücudumuzun sol memenin altından motor gücü olarak konumlanmış kalbimiz ab-ı hayat su misali kanı dokulara ve organlara pompalamakla mükellef bir merkezi organ olduğu anlaşılmakta. Nitekim dolaşıma sokulan kan, kalbin kasılıp gevşemesi sayesinde kapalı bir devre içerisinde damarlar vasıtasıyla tüm vücudumuz hayat bulmakta.  Öyle ki kalbin önderliğinde emme basma tulumba diyebileceğimiz bir sistemle birlikte bir yandan kanın çıkışının hemen ardından kalp kapakçıkları otomatik sistem dâhilinde kapanabildiği gibi bir yandan da kanın dokulardan kalbe dönüşünde de otomatik sistem dâhilinde açılabiliyor da. Böylece bu otomatik açılıp kapanan emme basma tulumba sistemi sayesinde kalp matematik program dâhilinde dakikada bir 60 ila 80 aralığında bir hız ritmiyle atmış olur.  Bunun anlamı yılda 40 milyon defa atım demektir. Belli ki kalp atımlarıyla birlikte ne kadar koşacağımız, ne kadar yürüyeceğimiz gibi daha pek çok yapılacak olan nice aktiviteler en ince ayrıntısına kadar hesap edilmiş durumdadır. Kalp aynı zamanda organizma için gerekli gaz maddelerini taşıttıran, arter sistemiyle kanı dokulara sevk ettiren, dokular arasındaki madde alışverişi emme basma mekanizmasıyla sağlayan bir sistemin adıdır. Bu öyle mükemmel donatılmış bir sistemdir ki, adına uygun bir şekilde davranıp insanoğlunun kendi eliyle yaptığı tulumbalara taş çıkartacak derecede hem de etten donatılmış bir güç kaynağın adı bir sistemdir. Baksanıza venöz  (toplardamarlar) üzerinde düşük basınç oluşturmasından tutunda artık maddelerin venözlere geçmesini sağlamak ve emme-basma tulumba misali bir dizi titreşim hareketiyle kirli kanı kendisine çekme gibi pek çok faaliyetleri üstlenmiş bir donanımızdır.

         Peki, emme basma tulumba sistemi venözlere sadece kanın aktarılması için mi devreye sokulmakta? Elbette ki sadece bu iş için değil yine aynı metotla tüm damarlarda dolaşan kana da enjektör pistonunda olduğu gibi basınç uygulanmanın yanı sıra her nefes alışımızda havayla temas sağlanıp akciğere pompalanma işlemlerinin gerçekleşmesi içinde devreye girmekte. Hatta işin içinde kalp ve akciğer arasında gerçekleşen küçük kan dolaşımın gereği olarak akciğere gelen kanın temizlenmenin yanı sıra kalbe dönüşü sağlanıp yeniden aort atar damar kanalıyla arter sistemine göndermek de vardır. Böylece kalp vücutta dolaşan kanı tekrar kendisinde (kalpte) toplanması için emme basma tulumba sisteminin yaptığı vakumlama  ve pompalama  gibi tüm işlevleri  kendisine bağlı ünitelerin  işlerlik kazanmasıyla birlikte bir bütün olarak  yerine getirmiş olur. Aslında otomatik olarak işleyen bu mükemmel donanımlı vakumlama veya emme basma tulumba sistemlerinin yürüttüğü işlevlerinin önemini dört madde halinde şöyle de özetleyebiliriz:

       -Gaz (O2), besin maddeleri ve vitamin gibi faydalı katı maddeler kalbin pompalamasıyla birlikte arter sistemini takiben kılcal damarlardan dolaştırılıp dokulara iletilir. Böylece kan dokularla temasını kılcal damar ağıyla sağlamış olur. Aksi halde kılcal damar ağı vasıtasıyla kanımız vücudun tüm noktalarına iletilmeseydi hayatımız son bulacaktı. Hatta Allah korusun, beynimiz 10 saniye kansız kala kalsa bitkisel hayata dönmemiz an meselesi olacaktı diyebiliriz.

      -Atardamarların doku aralarına dağılarak oluşturdukları kılcal damar ağı bir zaman sonra tekrar birleşir birleşmesine ama bu noktadan sonra kılcallarda dolaşan kanın dokularla içli dışlı olmanın neticesinde artık kan kirlenmiş hale gelmekte. Böylece dokulara zarar verecek seviyeye gelmiş olan katı ve sıvı artıkların bir damar şebekesi içerisinde taşınması icap edecektir. Neyse ki bu işin üstesinden gelen toplardamar ağının devreye girmesiyle birlikte bu mesele halledilmiş olur. Nitekim kalbin ven basıncını düşürmesi sayesinde kirli kan kolayca toplardamar sistemine (venöz) geçip yeniden kalbe dönüş gerçekleşir.  Hatta toplardamarlar çok ince duvarlı olduklarından akan kanın geriye kaçmaması için aksi istikamete açılan kapakçıklar emre amade vaziyette tetikte bekler. Derken vücuda zararlı olan bu kirli kan geriye tepmeyecek şekilde akciğerde CO2 olarak dışarı atılıp yerine oksijen alınarak tekrar kalp tarafından özel bir basınç sistemi uygulamasıyla vücudumuzu kuşatan yaklaşık 60 milyar sayıda hücre yapılarına sevk edilirler. İşte bu özel basınç sistemine fizikte hemodinamik sistem denmektedir. Öyle ki; hemodinamik sistemin iyi işleyebilmesi için damar cidarların pürüzsüz olmasının yanı sıra kapalı devre sisteminin tam takır çalışır halde olmasını gerektirmekte.

        -Kalp akciğerden dönen temizlenmiş kanı tekrar arter sistemine aktararak vücut dolaşımının devamını sağlar. Yani böbreklere giden kan, bünyesinde var olan zararlı maddeleri orada süzdürse de dolaşım sonlanmaz, yine dolaşım boylu boyunca bir su misali yatağında akıp gitmeye devam eder.

        -Organizmanın değişik ortam ve şartlarda atım sayısı, kan hacmi (atım hacmi) veya kalp debisini ayarlamak (azaltma veya çoğaltma) ve bu yolla gerekli ihtiyacı karşılayacak dolaşım düzenini kurmak kalbe has bir özelliktir.  Fakat kalbinde gücü bir yere kadar gücü vardır,   dolayısıyla takviye destek olarak onunla birlikte diğer unsurlarında sağlıklı olması icap eder. Mesela kan seviyesinin yükselmesi veya düşmesi vücuttaki dolaşım sistemin bütünüyle negatif yönden etkilenmesi demektir. Dolayısıyla bu durumda uyumluluk çok büyük önem arz etmektedir.

      İşte yukarıda madde madde sıraladığımız kalbin asıl biricik görevi kan metabolizmasının yanı sıra solunum ve boşaltım sistemini birlikte dengede tutmak veya bir düzen içerisinde yürütme olduğu sonucu ortaya çıkmakta. Zira kalbin bu işleri yapabilmesi için geniş adaptasyon kabiliyetine haiz mükemmel bir damar ağının yanı sıra kusursuz bir şekilde işleyen kalp kaslarının teçhiz edilmesine, aynı zamanda bu yapının ileri derecede fonksiyonel olmasına ihtiyacı vardır. Ama nasıl? Şöyle ki,   damarları canlandıran vazomotor sinirlerin maharetiyle elbet. Bir başka ifadeyle damarları çepeçevre saran kas tabakasını oluşturan kas lifleri elektromotor kuvvet diyebileceğimiz aracılar ağı sinir sistemine doğrudan bağlanarak iç ve dış tesirlerin etki derecesine göre genişleyip daralabiliyor. Derken kalbin motor konumunda olması hasebiyle gerektiğinde kendini yavaşlatan gerektiğinde ise hızlandıran bir sistem olarak karşımıza çıkmakta. Ve bu sistem hepimizin sıkça duyduğu otonom sinir sisteminden başkası değildir. Dahası bu sistem sempatik ve vagus sistem adı altında faaliyetlerini yürütmektedir. Zira sempatik sistem heyecan, korku, öfke durumlarında kalp ritmini hızlandırırken, diğeri de üzüntü ve psikolojik problemlerin yaşandığı durumlara bağlı olarak kalbi yavaşlatıcı ve sakinleştirmektedir. Mesela enfeksiyon durumlarında damarlar genişleyebilirken uyku gibi relaks durumlarda daralabiliyor. Bu demek oluyor ki vücutta tüm mevcut kaslar beyinden gelen bir sinir  (vagus) başkanlığında parasempatik sinir sistemi  (yavaşlatıcı sinir sistemi) start alıp bu sistemin ikinci ayağı olan sempatik (hızlandırıcı sistem) ve omurga çevresinde var olan kendine özgü gangliyonlar tarafından uyarılmaktadır. Fakat kalp kasları bundan istisnadır. Çünkü ilahi kudret kalbin hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymadan bile kalp içerisinde halk ettiği minicik sinir düğümler kanalıyla kasların ritmik hareketini otomatik olarak ayarlamıştır. Sadece kalp bu iki sistemin (sempatik ve parasempatik) hipotalamus vasıtasıyla gönderdiği mesajlardan etkilenir, dolayısıyla bunların kalbe doğrudan bir katkısı yoktur.  Hatta kalbe yansıyan bir takım dış etkenler maddi ve manevi nedenlere bağlı olarak bir anda iç bünyemizin sözcülüğüne dönüşebiliyor. Hakeza ateşli hastalıklarda kalbin fazla çalışması, heyecanlı anlarda çarpması ve neşeli durumlarda stresten uzak huzurlu olmamız gibi davranış biçimlerimizin her biri içimizin fotoğrafını ortaya koyan unsurlardır. Öyle ki kalp birtakım maddi ve manevi sebeplerden dolayı ortaya çıkan sonuçlar bakımdan zararlı veya kazançlı çıksa da her halükarda formundan yine de herhangi bir şey kayba uğramaz.  Belli ki sol memenin altında yer alan gönül aynamız damar ve sinirlerle donatılarak iyi bir şekilde korunmaya alınmıştır. Korunması da gerekir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v);  “İnsanda bir et parçası (kalp) vardır, o iyi olursa bütün vücut iyi olur” diye buyurmakta. O halde kalbimiz hem manen hem de madden iyi beslemek gerekir. Aksi halde ruhi ve asabi faktörler damarları kuşatan sinirlere menfi yönden tesir edip damar hastalıklarına yol açacaktır.

        Kalbin tepe tarafından bulunan ön yarısı ventrikülün kaide kısmının arka yarısı atomlardan meydana gelmiştir. Kalp her insanın kendi yumruğu büyüklükte olup, ağırlığı erkekte 325 gr, kadında 275 gram kadardır. Hacmi belirli ölçüde değişip genellikle ortalama 14-15 cm uzunluğunda, 12-13 cm genişliğinde ve 6-8 cm kalınlığındadır. Yine de kalp boyutları kan emilimi sırasında (inspirasyon) veya pompalama  (ekspirasyon) esnasında değişebiliyor. Zira kalp kanı emerken kasılıp, bu kasılma esnasında kalbin yanlarında bulunan perikard (kalp zarı) ve pleura (akciğer zarı) ise ona komşuluk eder. Kalbin arkasında bulunan özofagus ise sola kaymıştır. Bu arada kalbin yukarıda ve arkada akciğerlerden ve kalpten çıkan damarlar bir ağ meydana getirirler. Ayrıca kalp thorax’ın (akciğer-göğüs) oluşturduğu boşlukta konumlanmıştır. Bazı insanlarda kalp nadiren de olsa 2/3 si sağ tarafta bulunabiliyor. Mesela astenik tip denilen uzun boylu ve dar göğüslü kimselerde kalp daha dik durumdadır. Piknik tiplerde (kısa boylu ve geniş vücutlu) ise malum diğerlerine göre kalp daha yatık durumdadır. Her neyse ister yatık ister dik olsun sonuçta kalp yumruk büyüklüğünde olmanın ötesinde kendisine bağlı damarlar ve elektronik sistemiyle bütünlük arz etmektedir. Nitekim bir insanın kalbini sökmeye kalkıştığımızda vücuda dağılan en ince parçalara kadar neredeyse tüm vücuda müdahale etmiş sayılırız. Anlaşılan kalbe bağlı kan damarlarını birbirine ilave ettiğimizde 150.000 kilometrelik yol mesafelik bir durum söz konusudur.  Ki, bunun anlamı kılcal damarları da uç uca eklediğimizde dünyayı dört tur yapmak demektir. Buradan hareketle kalbi yumruk büyüklüğünde et parçası diye tarif edip işin içinden biranda sıyrılamıyoruz. Bilakis kalp kâinatın özü mesabesinde bir âlem olduğunu fark ederiz.

        Bilindiği üzere kalbe ait faaliyetlerin tespiti veya teşhisinde 4 metot vardır, bunlar:

        -Dinlenme yöntemi,

        -Perkolasyon yöntemi,

  -Radyografik yöntemi,

  -Elektrokardiyografi yöntemi diye tasnif edilir.

                                           Dinlenme yöntemi

        Kalp aslında kendinde var olan gücün onda bir oranında faaliyetini sürdürmektedir. Belli ki, geriye kalan dokuzunu olağan üstü durumlar için bir köşede bekletilmektedir. Özellikle olağan üstü durumlardan doğan arızalar neticesinde kalp kasları dermansız kalınca ister istemez vücuda ne kan gönderilebiliyor ne de geri emilmesi sağlanabiliyor. Ki, bu durum kalp yetmezliği olarak tarif edilir. Yani kalp damarlarının esnekliğini yitirmesi, kalp damarlarının daralması ve kalp dokusunun gıdadan yoksun kalmasına bağlı damar sertliğinin bir neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır.  Bu yüzden enerjimizi iktisatlı kullanmak çok önem arz etmektedir. O halde güç tazelemek için dinlenmekte gerekir. Zira dinlenme devresinde kalbin sesleri normal ritimde seyredip, daha çok valvuler denen kalp kapaklarının kapanması hastalıklarında nükseden bu sesler birinci ve ikinci kalp sesleri olarak isim alırlar. Hatta bu sesler eşliğinde kalp kapakların veya ostiumların durumları hakkında bilgi edinilir. Normal olmayan ritimlerin alışkanlık olarak fazla dinlenmesi halinde hekimlerin hastalığın tanımını teşhis etmede yanıltabiliyor.

        Aslında bileğimizdeki atar damar üzerine elimizi koyarak kalbin ne kadar çarptığını belirleyebiliriz. Çünkü kalp isteğimiz dışında ve sürekli olarak çalışan bir organımızdır. Hatta bu organımız bize zarar vermeyecek şekilde çalışırken dinlenir de. Özellikle her kasılıp gevşemesinden sonra yarım saniyelik bir mola da verir. Nitekim uyanıkken dakikada zaman zaman 80 ritme çıkan kalp atışlarımız,  uykuda iken 50–55 dakikaya kadar düşüp, ama asla faaliyetini tamamen durdurmazlar. Zaten kalbin durması ölüm demektir.  Beyin ise kalpten farklı olarak ancak uyku moduna geçtiğinde dinlenerek kendi iç ayarını yapma şansını elde edebiliyor. Sonuçta kalpte bir can sayılır, onun da elbet dinlenmeye hakkı var. Dile kolay her atışta 1/10 litre kan pompalamakta olup bunun anlamı bir günde 10.000 litre kanı vücuda transfer etmek demektir.  Bu aynı zamanda bir insan ömür sürecinde takriben 250.000 ton litre kanın vücudun en ücra köşelerine kadar ulaştırma işlemi demektir. Neredeyse bu hizmet 6000 nüfuslu bir beldenin bir yıllık su şebekesinin faaliyetine denk düşmektedir dersek yeridir.

                                                 Perkolasyon yöntemi

            Perkolasyon ile kalbin büyüklüğü hakkında bilgi sahibi olabiliriz.  İçerisi kanla dolu olduğu için parmakla kalbin bulunduğu göğüs boşluğuna vurulursa mat bir ses verir. Bu sesi anlamak için önce içi hava dolu organımız akciğerimizin bulunduğu kısma vurgu uygulamalı ki titremeli bir ses alınabilsin. Nitekim perikard (kalp torbası)’ın iltihaplanması durumunda sürtünme olayı gerçekleşeceğinden ister istemez doktor bu sürtünmeden kaynaklanan sesleri çok kolay duyabilecektir.

                                                   Elektrokardiyografi yöntemi (EKG)

    Bilindiği üzere kalp kasılma refleksi elektrik akımının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki;  kalp hücrelerinin iç yüzeyleri negatif, dış yüzeyleri ise pozitif yüklü olup bu bir anlamda kalp hücrelerinin pil veya şarj görevi yaptığına işaret teşkil eder. Dolayısıyla hücre zarında herhangi bir kısa devre hadisesi yaşandığında ister istemez elektrik yükleri yer değiştirip iç yüzeyler pozitif, dış yüzeyler negatif hale dönüşmüş olur. İşte bu tip dönüşümler kalbin bütünüyle kasılmasını beraberinde getirir ki bu olay depolarizasyon olarak anlam kazanır. Kasılma işlemleri tamamlandığında ise hücreler tekrar kendi orijinal yük moduna geçmiş olurlar.  Ayrıca kalbin kasılmasıyla ilgili kendine özgü bir şarj sisteminin varlığı da söz konusudur. Yani bu demektir ki kalbin sağ kulakçığında birinci pil olarak konumlanan sinüs düğümü hücre toplulukları kalbin kasılmasına katkı sağlayıp böylece ilk elden verilen sinyaller eşliğinde kasılıp gevşemeler vuku bulmakta. Hatta bu arada sinüs düğümünden iletilen elektrik sinyaller sayesinde kalb damarlarının tıkanıp tıkanmadığının ipuçlarını EKG ile teşhis edilebiliyor.  Ki,  bunun hekimlikteki pratik adı kalp elektrosu (EKG- elektro kardiyografi ) olup, kalp hastalıklarının teşhisinde en güvenilir bir metotların başında gelmektedir. Bu metot daha çok damar tıkanıkları ve kalp beslenmesi yetersizliğinden kaynaklanan hastalıkların teşhisinde  %100 doğruluk derecesinde diyebileceğimiz kalp elektro kardiyografini ekran veya kâğıt üzerinde dökümünü verip böylece kalp ameliyatları bu veriler ışığında gerçekleşmektedir. Hazır kalp ameliyatlarından söz etmişken bunun birde manevi operasyonundan söz etmek de gerekir. Malumunuz, Allah Resulü Taif dönüşü semadaki melekler, dağ, taş, toprak, kâinat ve vicdan sahibi her insan Allah Resulüne yapılan muameleden incinmişti. Her şeyden öte Kâinatın efendisi Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) üzülmüştü. Öyle ki dönüşte üzüntüden hane-i saadetine gitmemek durumunda kalıp Kâbe’nin Hatim denen kısmında yatıp uyumuştu.  Yani yorgun ve bitap düşmüştü. Dile kolay acımasız eller tarafından taşlanmıştı. Üstelik kan revan içinde kalmıştı. Neyse ki uykudayken Allah-ü Teâla, Cebrail’i göndererek Habibi’nin yorgunluğunu üzerinden alacak seyahat için uyandırılır. Hatta yola koyulmadan önce Cibril Emin, Efendimiz (s.a.v)’in göğsünü yarıp zemzemle yıkanır da. Sonrası malum,  Burak adı verilen bir binekle Kudüs’e varılır ardından Miraç hadisesi gerçekleşir.  İşte Miraç öncesi göğsün yarılıp kalbin çıkması hadisesi bir mucizenin ötesinde, sanki gelecekte kalp ameliyatının yapılacağına işaret bir durumda söz konusudur. Kelimenin tam anlamıyla zemzemle yıkamanın manevi manası olabileceğini düşündürdüğü gibi günümüze ışık tutacak ameliyat öncesi hastayı narkozla bayıltılma işlemlerini ve de ameliyat sonrası enfeksiyon riskine karşı pansuman tekniklerini ilham olan maddi manasını da düşündürmektedir elbet.

                                                         Kalp tabakaları

      Kalp duvarı üç tabakadan teşekkül edip dıştan içeriye doğru sırasıyla perikardium, myokardium ve endokardium olarak tasnif edilirler.

                                           Epikardium (perikardium-kalp duvarının dış katmanı)

      Esasen kalp perikard denilen adeta bir gelinlik içerisinde narin ve zarif bir zar içerisinde durmaktadır.  Bu zarın diğer organlardan farkı etrafına temas etmeden gayet kolayca kalp çarpıntısını gerçekleştiriyor olmasıdır. Çünkü epikardiumun dış yüzü bir sıra mezotel hücrelerden oluşmuş gevşek mezoderm tabakasıyla döşelidir. Ve döşeli olan bu iki zar arasında akışkan bir sıvı vardır ki, işte o sıvı kalbin kendisinin ürettiği sıvıdan başkası değildir. Şayet bu sıvı fazlaca salınırsa iki zar arasında basınç yapacağından dolayıdır kalbin yorgun düşmesine neden olacaktır. Yok, eğer bu sıvı az miktarda salınırsa kalbin sefillere uğrayıp viran olacağı muhakkak. Dolayısıyla kalbi yaratan ilahi irade-i güç en ince ayrıntı noktalarına kadar hataya meydan vermeyecek bir programla donatmıştır. Bu arada pericardium tabakası miyokardiyum tabakasına kan damarları, sinir ve kalbin yüzeyinde yağın depolandığı alan subepikardiyal vasıtasıyla bağlanarak vücuda yayılır. Öte yandan diğer dallarıyla kalbin göğüs boşluğunda tespitini sağlar. Bilhassa kalbe koruyuculuk misyon üstlenmiş epitel hücrelerinden oluşmuş perikard (kalp zarı),  belli ki kalbin an sürekli çalışır halde olması için adeta etten duvar olup zırh olmayı görev bilmiştir hep. Nitekim kediler ve memelilerde epikardium tabakası çıkarıldığında kalpte büyüme görülmüştür. Esasen perikardiumu içten örtülmesini sağlayan mezotel karakterde kollagen lifler, elastik lifler, fibroplastlar ve makrofajlardan yapılmış bir bağ dokusudur. Zira kalp zarı iltihaplarında makrofajlar (monositler) tabii bağışıklık yapan koruyucu unsurlar olarak rol üstlenmişlerdir.   

                                              Miyokardiyum (kalp kası-yürek kası)

      Miyokardiyum kalp duvarının en kalını bir tabakası olup dış ve iç yüzlüdür. Dış yüz perikard, iç yüz ise endokard ile örtülüdür. Perikard ve endokard hücreleri birbirlerine sıkı bir şekilde kenetlenmiş durumdalardır. Miyokard ise kalbin esas fonksiyonu ile ilgili kas tabakasıdır. Kalp içerisinde ki ses ritminin teşekkülüne,  kapakçıların açılıp kapanması esnasında meydana gelen titreşimlere, kalp boyunca yayılan titreşimlere ve dinlenme sırasında kalbin genel durumu hakkındaki bilgiye halk dilinde kalp kası denen miyokard sayesinde erişiriz.

     Miyokard arasındaki boşluklarda özel intracellular sıvıdan arda kalan artık maddeler büyük oranda miyozin bulundurarak depolanırlar. Her kapalı boşlukta lokal enerji kaynağı olan miyozinin parçalanmasıyla bolca ATP sentez edilir. Bu ağ şeklindeki kas liflerinin (miyozin) birleşme bölgelerinde (diskus interkalaris) bir ritmik halinde sistol (gevşeme) ve diastolun (kasılma) gerçekleşmesini destekler.

                                                   Endokardium (kalp iç zarı)

      Endokardium atrium ventrikülün içini döşeyen parlak ince bir membrandır. Özellikle sol atriumda daha kalın, ventriküllerde ise daha incedir. Kulakçıklardaki odacıklar diye bilinen atrium içerisindeyken beyaz renkte görünürken ventrikül içerisinde incemsi olduğundan kalp kasının renginde, yani kırmızı renk görünümdedir. Bu arada unutmayalım ki damarlarla birlikte kalbi birlikte ilişkilendirdiğimizde endokardiumun 3 lamina (tabaka)  oluşumu üzerine kurulu olduğunu görürüz. Bunlar:

      -Endotel tabaka,

      -Subendothelial tabaka,

      -Subendokardiyal tabaka olarak addedilirler.                                    

                                                          Kalp Hastalıkları

      Damarları sadece etten yapılmış birer boru olarak düşünürsek yanılırız. Bilakis son derece mükemmel damar iç kısmının gayet pürüzsüz bir şekilde akışkan bir endotel tabakası ile kaplı olduğu, ortasının kas liflerinin oluşturduğu kas tabakası içerdiğini, en dışının ise damara adeta can veren damarcıklar ve sinirlerin yer aldığını idrak etmiş oluruz. Tabii sırf idrak etmek yetmez,  böylesi mükemmel donanımlı kusursuz boru hattının işleyişine halel getirmemek için beslenmemizden tutunda moral ve motivasyonumuza kadar ne yapılacaksa gereğini yerine getirmek gerekir.  Allah korusun damarlarımız bir tıkanmaya görsün,  bu durumda ister istemez merkezi organımız kalbi doğrudan doğruya olumsuz etkileyecektir. Bu arada şunu da unutmamak gerekir ki vücudumuzun hemen her karesi damar ağıyla donatılmış olmasına rağmen kalp kapakçıkları bundan istisnadır. Ancak damar yoktur diye sakın ola ki kendi kendimize gözden kaçmış veya unutulmuş demiş olmayalım, çünkü unutmak beşere has bir sıfattır,  dolayısıyla yaratılış mucizesinin gereği şayet kapakçıklarda damar ağı olsaydı her açılıp kapanmalarında aşınmaya uğrayıp sık sık arızalanmaları çok kolay olacaktı.  İşte görüyorsunuz buna meydan vermemek için ta yaratılış kodlarımızda gerçek anlamda değme teknik sinyalizasyon sistemlerine taş çıkartacak otomatik açılır ve kapanan mucizevi koruyucu kapakçıklar bu şekilde halk edilip kodlanmıştır. Öyle ya, gerçekten de inceden inceye düşündüğümüzde kapakçıkların her halükarda elastiki ve dayanıklı yapıda olması gerekir ki koruyuculuk vazifesini görebilsin.  Ancak bu demek değildir ki, orijinal yaratılışındaki mükemmeliyetini hiç aksatmadan ilelebet devam ettirecektir, yok öyle bir şey elbet,  icabında zaman içerisinde bir şekilde kapakçıkların enfeksiyona uğraması neticesinde özellikle mafsal ağrıları ve kalp romatizması gibi kendini hissettiren birçok kalp kapakçığı türünden hastalıklar gün yüzüne çıkabiliyor.  Hatta streptokok bakteri türevleri de kalp kapakçığı arızalarına neden olmakta. Hele kalp kapakçıkları ciddi manada hasar görmüşse hasta için artık açık kalp ameliyatı kaçınılmazdır. Netice itibariyle kapakçıkların romatizma geçirmesi kalp yetmezliklerine kadar götürebiliyor. Zaten kalp yetmezliği ile birlikte kalbin pompalama fonksiyonunu yitireceğinden ister istemez bu durum akciğerlerde, kanda ve bacaklarda sıvı birikerekten ödem oluşturup birtakım şişkinliklere yol açabiliyor.  Madem öyle,   her ne kadar başlangıçta kalp kapakçıkları orijinalinde etten duvar olarak yaratılmış olsalar da sonuçta her fani gibi kapakçıklar içinde çöküş alın yazısıdır.  Zira kalp kasları da ya hep ya hiç kanuna tabiidirler.  Yani kalp kasları diyastol ve sistol dengesi içerisinde çalıştığı sürece kalp çalışır, yok eğer dengesini yitirip çalışmazsa kalp ve kalbe bağlı tüm üniteler hükmünü yitirip faaliyetleri duracak demektir bu. Bir başka ifadeyle kalp kasılıp gevşedikçe ona paralel olarak tıpkı göz kapaklarımızın açılıp kapanmasında olduğu gibi kapakçıklarda açılıp kapanmaktadır, dolayısıyla açılıp kapanmaların son bulması kalp ritminin altüst olması anlamına gelip,  aynı zamanda adım adım hayata veda etmek olacaktır.

         Aortun çıkış yerinde koroner adı verilen iki küçük damarın bir takım nedenlerle tıkanması halinde göğüs anjini nüksedebiliyor iken, sıkışması durumunda ise kalp spazmı (enfarktüs) meydana gelmektedir. Yani bu demektir ki damarların büzüşmesiyle açığa çıkan kalp hastalıkları kalp spazmı olarak karşılık bulmakta. Öyle ki kalp spazmı geçirenlerde ansızın yere çakılmalar, terleme, yorgunluk tarif edilemez derecede can çekilmesine benzer krizi tetikleyen birtakım arızi haller vuku bulmakta. Bilindiği üzere damarın büzüşmesine bağlı olarak daralmanın aşırı boyutlara taşınması veya tıkanma sonucunda kalp enfarktüsü denen kriz bir durum oluşur ki, Allah korusun ölümle karşı karşıya kalmak riski doğabiliyor. Bilhassa bu tür kriz geçiren hastalar için hiç kuşkusuz moral en iyi tedavi yöntemidir. Çünkü en ufak üzüntüyü kalp kaldıramamaktadır.

        Bilindiği üzere kalbe ait özel damar sistemi içerisinde kalp hücrelerine kan servis eden iki adet damara koroner damar denmektedir. Bu sistem herhangi bir kalp damarının kiriz geçirmesi durumunda emniyet supabı görevi yapmaktadır. Dolayısıyla koroner sisteme rağmen damar sertliği insanlara özgü bir hastalık olup özellikle atardamarlarda rastlanan bir arızadır.  Damarların içerisinde irili ufaklı kabarcıkların (aterom plakları) görülmesi damar sertliğine işarettir zaten. Yani aterom plakçıkların içerisinde kolesterin maddesinin birikmesiyle birlikte pıhtılaşmaya yol açmaktadır.  Bu durum aynı zamanda damarın beslendiği doku bölgesinin oksijensiz kalması demektir ki, daha çok kendisini kalp yetmezliği veya nefes darlıkları şeklinde gösterip, ileri aşamalarda felç olmaya kadar götürebiliyor. Dolayısıyla damar hastalıklarında gerektiğinde damarın yenilenmesini bile gerektirebilir. Hem nasıl ki elektrik sinyal taşımacılığının göz bebeği olan sinüs düğümünün arızalanmasıyla birlikte yedek olarak A-V düğümü devreye giriyorsa, aynen öyle de ayağımıza yedek olarak konulan safen ven denilen bacağımızın en büyük yüzeysel toplardamarları da adeta bu günler için muhafaza altına alınmıştır. Sanki lüzumu halinde bunu alın ihtiyacınızı görün denilmiş.  Şayet damar tıkanmadığı halde damar eklenirse kaş yapım derken göz çıkarma durumu ortaya çıkabilir.  Hatta kişiyi ölümün eşiğine bile getirme söz konusu olacaktır. Gerçek anlamda tıkanmış damara damar eklendiğinde ise hiç kuşkusuz ameliyat başarılı olacaktır.

       Tansiyona bağlı kalp arızaları kan basıncı hastalıkları olarak nitelendiği gibi ruhsal bozukluklarda öyledir.  Özellikle kalp nevrozu denilen hastalıkların sinirlerle doğrudan ilgisi var diyebiliriz. Nitekim kan basıncının düşmesiyle birlikte ani kalp şoku tezahür edebiliyor. Kalp hastalıkları her ne sebeple olursa olsun üzüntüden uzak kalmakta fayda var. Bu yüzden Müslüman ülkeler bu yönden şanslı sayılırlar. Çünkü beş vakit abdest alarak damarlara jimnastik etki yaptırmanın yanı sıra tevekkül hali de onları iri ve diri tutmaktadır.  Hem nasıl iri ve duru tutmasın ki, bikere maneviyatın doğrudan kalple an köprü bağı vardır. Dolayısıyla kalbe sadece et parçası gözüyle bakamayız. Nitekim “Müminin ferasetinden sakınınız! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar” (Tirmizi, Tefsir’ul Kur’an,16, Suyâtîel Camu’ssağir,1, 24) hadis-i şerifi bunu doğruluyor zaten. Feraset aynı zamanda bir gönül yanmasıdır. Gönlü sevgi ile dolu olanlar kalben huzur doludurlar.   Huzursuzluk kalpteki ritim bozukluklarını tetikleyip ekstra sistol denilen kalp duraklamasına neden olması an meselesidir diyebiliriz. Halk dilinde malum buna çarpıntı denmekte. Özellikle böbrek rahatsızları, ateşli hastalıklar, akciğer hastalıkları ve kronik bronşit çarpıntıya yol açabilecek etken unsurlardır.

        Velhasıl-ı kelam; kalp kanımızı sağ kulakçık, sağ karıncık, sol kulakçık ve sol karıncık diye anılan dört odacıklı bir yapı içerisinde atar, toplar ve kılcal damarlar yoluyla vücudun en ücra noktalarına kadar dolaşımını yaptıran mükemmel şahika eserin ta kendisi motor gücümüzdür.

          Vesselam.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html

 

 

4 Şubat 2023 Cumartesi

KAN DOLAŞIMI MUCİZESİ


 KAN DOLAŞIMI MUCİZESİ

         SELİM GÜRBÜZER

         Malumunuz cenin anne karnında bir iki aylık dönemine girdiğinde dolaşım sistemiyle ilgili ilk emareler daha on dokuz günlükken oluşmaya başlayıp, bu arada cenin teşekkülü yaklaşık yarım santimken bile kendi öz kan dolaşımına kavuşmuş olur. Belli ki dolaşım sistemi cenin için son derece hayati öneme haiz bir yapı olarak damar ve kalpten önce teşekkül etmiş gözüküyor. Baksanıza kirli kanın atılma işlemleri de bir iki aylık aşamada başlamış gözüküp bu süreç içerisinde anneyle bebek arasında donatılmış damar ağları üzerinden plasentayla kontak kurulur da. Böylece bu sayede besin oksijen ve diğer maddelerin alışverişinde kirlenen kan anne karnında özel muameleye tabii tutularaktan temizlenip ve özellikli bu durum doğuma kadar sürer de. Derken dünyaya gelen bebek dışarda temiz havayla doğrudan temasa geçer geçmez akciğerler biranda işlerlik kazanmaya da başlar. Kelimenin tam anlamıyla dolaşım denen hadise anne karnında başlayan ve dünya hayatıyla birlikte gelişim kaydeden mucizevi dolaşım şebekesinin ta kendisi bir sistemin adıdır dersek yeridir.

        Düşünsenize vücudumuz da on bin kilometreyi bulan uzunlukta bir dolaşım şebekesi hattıyla donatılmış bir halde dünyaya gelmişiz,  belli ki bu söz konusu dolaşım hattının var oluş nedeni daha çok vücut şehrine kan nakli ve taşımacılık işlemlerini koordineli bir şekilde dağıtımını yürütmek için kurulan bir şebeke ağıdır bu. Öyle ki dolaşıma giren kanın bu şebekenin başından itibaren pompalanmasından tutunda dağıtımına kadar bir dizi süreçlerden süzüle süzüle vücudun hemen her zerre karesine kadar ulaşamadığı tek bir nokta yoktur diyebiliriz. Malumunuz vücuttaki kan dolaşım sisteminin karargâh merkezi kalp olması hasebiyle göğüs boşluğunun sol tarafında tıpkı kendini otomatiğe bağlamış bir şebeke sistemi gibi çalışıp ve bu sayede dakikada 70 defa ataraktan mucizevi bir şekilde kan pompalanması gerçekleşmiş olur.  Dahası kalp hakkında morfolojik olarak sert bir kasla birbirinden ayrılan iki bölümden meydana gelen etten yapılmış emme basma tulumba diyebileceğimiz toplam dört gözenekli odacıklardan donatılmış merkezi santral şebekesidir dersek yeridir. İşte bu morfolojik tanımdan da anlaşıldığı üzere kalp kası diğer kas hücreleri gibi yan yana dizilerek meydana gelen bir doku parçası değildir, tam aksine tek başına da manevra yapabilen sert doku yapısından ibaret bir organımızdır. İşte bu yapı içerisinde kanın pompalanması kalp kasının otomatik olarak kasılma ve gevşeme manevraları eşliğinde damarlardan tüm vücuda yayılabiliyor. Ayrıca kalbin her iki yakasında altlı üstlü,  sağlı sollu iki odacık daha vardır. Malumunuz kanın toplandığı kısma yani üsteki odacığa atrium (kulakçık) denirken,  kanın pompalanmasını sağlayan kısma yani alttaki odacığa ise ventrikül (karıncık) denmektedir. Yetmedi bu odacıklar arasında yukarıdan aşağıya doğru açılıp kapanan mükemmel yapıda donatılmış kapakçıklar da vardır.  İyi ki de bu kapakçıklar var da, bu sayede temiz ve kirli kan birbirine karışmayıp kalbin sağ cenahı daha çok vücuttan gelen oksijen bakımdan fakir kirli kanın dolaşımı için, sol cenahı da daha çok akciğerlerden gelen oksijence zengin temiz kanın dolaşımı için donatılmış durumda. Belli ki insanoğlu bu söz konusu kalp kapakçıklarından ilham olmuş olsa gerek ki her hidroelektrik santrali inşasında baraj kapakları yapmayı ihmal etmemiş gözüküyor. İyi ki de ihmal edilmemiş, baksanıza muhtemel sel baskınların ardından su taşkınların yol açacağı durumlarda bu kapaklar can simidi görevi yapmaktadır adeta. Hem nasıl ki barajlarda biriken su arıtma tesislerinden donatılmış su boruları eşliğinde evimizin musluklarından temiz içecek hale gelebiliyorsa aynen vücutta ki şebeke sisteminde yer alan kanın tüm dokularda dolaşımını tamamlayıp kıvrım kıvrım akan bir su misali sağ kulakçıktan kalbe döndüğünde yeniden akciğere pompalanmak suretiyle temiz berrak akar hale gelmekte.  Ta ki, buradan devri daimini sürdürme aşamasında sağ kulakçıkla sağ karıncık arasındaki kapakçık kapalı kalıp kulakçık tamamen kanla dolar hale gelir, işte o zaman kapak açılıp buradan sağ karıncığa geçiş yapmış olur. Derken kanın doğal akışı içerisinde sağ kulakçıktan sağ karıncığa pompalanan kirli kan sağ karıncıktan çıkış yapan akciğer atardamarına (pulmoner arter damara) pompalanıp iletilmesi neticesinde kalpten çıkış yapan kirlenmiş kanın akış seyri akciğere gelerek buradan ilerleyerekten kılcallara (kılcal borulara)  kaymış olur.  Ve bu esnada karbondioksit kandan arındırılırken oksijende akciğer alveollerinden kana nakledilmiş olur. Yani bu demektir ki akciğer alveollerinde konaklayan kan tıpkı barajlarda su arıtma tesislerinin gördüğü muameleye benzer işleme tabii tutularaktan kandaki karbondioksiti dışarı atılıp yerine oksijen alınmak suretiyle arınma işlemi gerçekleştirilmiş olur. Derken akciğerde temizlenmiş olan kan akciğer toplardamarı (pulmoner ven) vasıtasıyla önce kalbin sol kulakçığına, sonra kalbin sol karıncığına geçip nihayetinde en büyük damar (aort damar)  kapağının ayaklarında ki papiller kasın incecik perdelerinin (teller) titreşimi marifetiyle vücuda dağılmış olur. İşte bu noktada kalp atışı denilen olay, sağlı sollu kulakçık ve karıncıkların ardı sıra dolup boşalmaları esnasında kasılmalar ve itilmeler neticesinde vuku bulmakta. Allah korusun kan akışı sırasında emme basma-tulumba kuvvetler topluluğu arasındaki vuku bulan kasılma ve gevşeme ritminde herhangi bir aksama olsa buna paralel olarak ister istemez kan dolaşımı akışkanlığını yitirip kalp krizinin yaşanması an meselesidir diyebiliriz.  Malumunuz yetişkin bir insanın kalbi,  kan dolaşımdaki kanın normal akışı içerisinde mükemmel uyumluluğu sayesinde ancak dakikada 70 ila 80 defa atıp ritim kazanıp ve bu otomatik olarak koordinasyon merkezlerinin birinci ritmi aortun tabanında, ikincisi kulakçık duvarında, üçüncüsü de karıncık uzantıların ağ demetinde yer alaraktan yankı bulup devam eder. Seyrinde devam eden bu ritim sistol ve diyastol evrelerini kapsayan bir kalp döngüsü içerisinde her kalp atımında tekrarlanıp durur da. Üstelik bu kalp atımı sinir sisteminden bağımsız olarak kendine özgü uyarı iletim sistemi ya da aklımıza gelebilecek bir diğer fiziki ve ruhi faaliyetler eşliğinde kendi kalp kasının sahip olduğu özel uyarı merkezlerinden yankılanan elektromanyetik dalgalar eşliğinde bu iş cereyan ettiği düşünülmektedir. Bilim adamları düşüne dursunlar sonuçta günlük hayatta kurulan tesislerde olduğu gibi kalbi baraj ya da kalbi hidroelektrik santrali sayesinde vücuttaki kan dolaşımı kalp kasının ritim kazanması denen hadisede sistol (kasılma) ve diastol (gevşeme)  evrelerini içeren bir kap döngüsü ile her kalp atımında ritmik olarak tekrarlanması bu şekilde gerçekleşmiş olur.

         Öyle anlaşılıyor ki, kan damarlarını vücut şehrin su kanalları olarak işlev görmekte.  Ama şunu da unutmamak gerekir ki; bu damarlar ne bir plastik boruyla, ne de elektrik kablosuyla karıştırmamak gerekir, insanlığın kendi elleriyle ürettiği borularla asla kıyas götürmez bir şekilde yaratılış mayamızda var olan tamamen kendine özgü mükemmel donatılmış borulardır. Dolayısıyla herhangi bir kan damarından enine kesit alıp incelediğimizde, damar sisteminin de kalp gibi iç içe dokulardan örülü üç tabakadan meydana geldiği görülecektir. Nitekim en içte bir sıcacık epitel tabakası, onun üstünde damarın asıl kalınlığını meydana getiren kas tabakası yer alır ki,  işte bu iki tabakanın kasılıp gevşemesiyle birlikte kanın akış şiddeti ayarlanmış olur. Fakat kan damarlarında mevcut esnekliğin kaybolması halinde damar sertliği meydana gelir ki, bu durum ister istemez birtakım kalp hastalıklarına yol açacaktır. Ayrıca damar sisteminin tedrici olarak aktivitesini yitirmesi ihtiyarlığın bariz alametleri olarak görülebiliyor.

         Aslında dolaşım sistemi sadece bugün değil, geçmişte birçok bilim adamlarının ilgisini çeken bir husustur. Bakınız Aristo; kanın karaciğerde teşekkül ettiğini, oradan kalbe gidip damarlar yoluyla vücuda yayıldığı şeklinde görüş bildirirken, Erasistratus da toplardamarlarla atar damarların farkını ortaya koyan bir isim olarak;  “Ana damarlar bir çeşit hava veya ruh taşımaktadır” şeklinde görüş bildirmiştir.  Galen de tam aksine; “Arterler hava değil kan taşımaktadır, dolayısıyla kan merkezi karaciğerdir” şeklinde başka boyuttan bakarak bir görüş bildirmiştir. Hakeza William Harvey ise bugünün bilgilerine yakın bir yaklaşımla kan dolaşımının kalp çırpınışları eşliğinde kalbin sol tarafından arterler vasıtasıyla vücudun en uç bölgelerine yayıldığını, böylece toplardamarlar yoluyla sağ tarafa dönüş yaptığından söz etmiştir. Hatta Harvey görüş bildirmekle kalmayıp kalbin bir saat içerisinde dört bin defa çarptığını, vücuttaki topyekûn kan miktarından daha fazlasını pompaladığını göstermeye çalışmış çalışmasına ama o yıllarda mikroskoptan yoksun olması hasebiyle maalesef kendisi de ömrü yetmediği için kanın atar damar ve toplardamar ağının geçtiği kılcal damarları görememiştir. Olsun yine de böyle kanalların olabileceğini düşünmesi ileriki yıllarda pek çok bilim adamına ufuk penceresi açmasına yetmiştir. Nitekim Marcello Malpighi bu düğümü William Harvey’in ölümünden birkaç yıl sonra kurbağalarla yaptığı deneyler sonucunda kılcal damarlar ağının varlığını ispatlayarak bu meseleyi bir çırpıda halledivermiştir.

          İşte gelinen noktada bu tür çalışmalar sayesinde kalbin sol karıncığından çıkan temiz kanın bütün vücudu dolaştıktan sonra kirlenmiş halde kalbin sağ kulakçığa dönme süreci büyük kan dolaşımı olarak addedilirken, kalbin sağ karıncığından çıkan kirli kanın akciğerde temizlenip kalbin sol kulakçığına gelmesiyle tamamlanan süreç ise küçük kan dolaşımı olarak addedilir. Öyle ki kalbin sol karıncığından büyük atardamara (aort) geçmesinin akabinde atardamarlar tarafından pompalanan kan,  vücudun kılcal damarlara kadar yayılıp, oralarda gerekli oksijen ve gıda alışveriş işlemlerinin tamamlanmasıyla birlikte kirlenmiş halde toplardamara geçmekle dolaşımını sürdürmekte. Akabinde toplardamarlar boyunca ilerleyen kan önce kalbin sağ kulakçığına sonra sağ kulakçıktan sağ karıncığa geçiş yaparaktan tekrar kalbe dönmüş olunur. Bu arada kalpte boş durmayıp kirlenmiş kanı temizlenmesi için ilgili atardamar kanalıyla akciğere pompalayarak devridaimini sürdürmüş olur. Derken akciğere pompalanan kan oksijenle pırıl pırıl temizlenmiş halde önce kalbin sol kulakçığına sonra sol karıncığa aktarılıp böylece kan sıvısı vücudumuzun en ücralarında her salise ölene dek dolaşımda varlığını sürdürmüş olur.  Anlaşılan; ne kalpsiz kan ne de kansız kalp birbirinden ayrı bağımsız bir sistem olarak düşünülemez,  tam aksine et tırnaktan ayrılmaz misali birlikte kan deveranını yürütmüş olurlar.  Madem kalp ve kan el ele gönül gönülle verip ortaya mükemmel bir dolaşım sistemi koymuş durumdalar, o halde bakalım ortaya koydukları belli başlı görevleri neymiş bir görelim. Gerçekten de bu belli başlı görevlerine şöyle bir göz gezdirdiğimizde:

-Kılcal damarlar vasıtasıyla tüm doku hücrelerine gerekli olan besin maddeleri, madenleri ve hormonları ulaştırmak,

      -Besinlerin yavaş yanma denilen bir olayla yakılması sonucunda enerjiye dönüştürülmesini sağlayacak olan oksijeni hücrelere ulaştırmak.

       -Hücrelerde biriken CO2 (karbondioksit) ve artıkları hem böbreklere hem de akciğerlere nakletmek.

-Vücuda hariçten girip hastalığa yol açan mikroplara karşı savunma hattı oluşturmak,

       -Vücudun iç kısımlarındaki fazla sıcaklığı yüzeye taşıyarak normal vücut sıcaklığı korumasını sağlamak gibi bir dizi faaliyetlerde bulunduklarını görürüz.

  Kan damarlarında mevcut esnekliğin kaybolması halinde damar sertliği meydana gelir ki bu durum daha çok yaşlılarda görülür. Hatta bu tip arızi durumlar damar duvarlarında yağ ve aşırı derecede kalsiyum birikmesi neticesinde ortaya çıkar.

  Belli ki kalbin kanı pompalaması boşuna bir iş değilmiş,  işte sizde görüyorsunuz ya, kalbin aort damarından pompalan kan bel kemiği boyunca vücutta kılcal damarlar aracılığıyla bütün dokulara ulaşılması sonucunda kandaki oksijenin doku ve organlardaki hücrelere kadar taşınmasının yanı sıra besin alışverişi de gerçekleşmiş olur. Tabii ki bu gaz alışverişi öylesine sıradan al gülüm ver gülüm cinsinden bir ahbap çavuş ilişkisi değildir, bilakis atar ve toplardamarlar arasında yer alan her bir kılcal damar çeperinden süzülmek suretiyle kandaki besin ve oksijen ihtiyaç miktarınca dokulara adil bir şekilde pay edilerek gerçekleştirilen bir alışveriş sistemi ilişkisidir bu. Üstüne üstük kılcal damarlar marifetiyle kan ve doku arasında gerçekleşen madde alışverişi esnasında doku hücrelerinde biriken artık maddeler ve karbondioksit çöpe atılıp israf edilmez de.  Tam aksine kılcal damarlarla dokular arasında filtrasyon ve difüzyon gibi madde taşınması mekanizmaları şeklinde ağlar oluşturulup tıpkı tıbbi atık olarak akciğerde solunum yoluyla temizlenmesi için tekrardan kalbe dönüşleri sağlanır. Böylece sıfır atık sisteminden maksat hâsıl olmuş olur da. Tabii bizde bu arada tıbbi atık sıfır atık derken atardamarların besin ve oksijen taşımasına karşılık toplardamarların da artık madde ve karbondioksit taşınma işlemlerini günümüz taşımacılık sektörüne taş çıkartacak derecede nakliyecilik işlemlerini de başarılı bir şekilde yürüttüklerini de idrak etmiş oluruz. Kelimenin tam anlamıyla böylesi mükemmel donatılmış taşımacılık sisteminde atardamarlar oksijen bakımdan zengin temiz kanın nakliyesini gerçekleştirirken toplardamarlarda karbondioksit bakımdan kirlenmiş kanın nakliyesini gerçekleştirmiş olur.  .

  Malumunuz yukarıda da belirttiğimiz üzere kalple akciğerler arasında cereyan eden apayrı bir dolaşım sistemi daha vardır ki,  hepinizin bildiği gibi bu dolaşım sistemi küçük kan dolaşımı olarak adından söz ettirir hep.  İyi ki de küçük kan dolaşımı sistemi var da bu sayede kanı toplardamar yoluyla kalbe gelen kirli kan akciğerlerde temizlenip tekrar kalbe dönmüş olmakta. Bakmayın siz öyle onun adının başına konan küçük ibaresine,  adı küçük ama gel gör ki kan dolaşımını 18 saniyelik kısa bir zaman dilimi bir sürede bu işi gerçekleştiriliyor olması boyundan çok büyük işler çıkarması hasebiyle aslında cürmünün üstünde büyüklüğünü göstermeye yetmiştir.   Hakeza kanın kalpten beyine ve beyinden tekrar kalbe dönüşünün 8 saniyede gerçekleşiyor olması ve yine kanın vücudun tamamında 23 saniyelik kısa bir sürede deveranının tamamlıyor olması da hacimce küçük görünse de muhtevası büyük türden kayda değer mucizevi işlerdir. 

  Birde meseleye mucizevi hadiseler yönüyle değil de sistem arızaları yönüyle baktığımızda mesela aortun (atardamarın) çıkış yerinde koroner adı verilen küçük bir atardamar daha vardır ki, bu damar herhangi bir sebeple tıkanması halinde göğüs anjinine (ağırsına)  neden olurken, sıkışması halinde ise kalp spazmı ya da kan pıhtılaşmasına neden olacaktır. Hatta sık sık tekrarlanan kalp enfarktüsü de ölüme yol açabiliyor.  Bilindiği üzere kan damarlarda dolaşırken damar çeperlerine muayyen aralıklarla uygulanan basınç hadisesi Tıp dilinde tansiyon olarak karşılık bulur.  Normalinde bir insanda kan basıncı 12 ila 14 mm cıva basıncı arasında olması gerekir ki tansiyon dengesi sağlanabilsin. Nitekim Yüce Allah yaratılış kodlarımıza tansiyon dengemizi bu sınırlar içerisinde kodlamıştır. Kelimenin tam anlamıyla yaratılış kodlarımızdaki tansiyonumuz,  Yaratıcı güç tarafından ayarlanmış göstergelerdir. Dolayısıyla dünyaya gelip gelişme çağlarında kan basıncının normalin üzerine çıkması durumunda damarların büzüşmesine neden olan birtakım olaylara kapı aralanması kaçınılmaz bir hal alacaktır. Yani damarların iç çeperinin sertleşmesiyle birlikte hipertansiyon (yüksek tansiyon) oluşacaktır. Daha doğrusu genel anlamda tansiyonu tanımlayacak olursak kalpten dokuya basınç yapıldığında büyük tansiyon olarak tanılanırken dokudan kalbe basınç yapıldığında da küçük tansiyon olarak tanımlanır. Elbette ki birinci tanımdan da anlaşılan o ki, kalbin en çok yorulmasına neden olan yüksek tansiyon, kanın doku vasıtasıyla yaptığı basınç türüdür. İkinci tanımdan da anlaşılan o ki şayet böbrekler kanı iyi filtre edemiyorsa, damarlar büzüşmüşse küçük tansiyonun yükselmesi kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla büyük tansiyonun yüksek olması fazla kafaya takılacak durum olmasa da, asıl düşündüren küçük tansiyonun 100 mmHg sınırını geçmesi olayı olup, bu vücut için kırmızı alarm demek olacaktır. Ve bu kırmızı alarmdan en çok etkilenecek olan da böbrek ve damarlarımız olacaktır. Her ne sebeple olursa olsun sonuçta yüksek tansiyon böbrek ve damarları yiyip bitiren bir hastalıktır. Tansiyonun normalin altına düşmesi halinde ise damarların genişlemesine paralel hipotansiyon (düşük tansiyon) nüksedecektir. Hipotansiyon ister istemez kalbin hızlı atmasıyla birlikte kalp kasının gücünü kaybetmesine neden olup çarpıntıya yol açacaktır. Dolayısıyla yetişkinlerde 120 mmHg basınca denk düşen tansiyon normal olarak kabul görür. Şayet bir insanın tansiyonu normalin dışında seyrederse yemek yerken bile stres oluşturup mide damarlarının büzüşmesine yol açacaktır.  Böylece o insanın strese bağlı olarak karışışına ülser olarak çıkacaktır. Öyle anlaşılıyor ki dolaşım sisteminin kısa bir süreliğine de olsa çalışmaması demek hayatımızı bir anda karartan bir takım tabloya dönüşebiliyor.  Madem öyle,   hayatımızı fazla stresle karatmadan en iyisi mi birazda işin moral ve motivasyon yönünden kalbimizin sesini duyup dinlemeye çalışalım ki kararan hayatımız gül bahçesine dönüşebilsin. O halde işe atomdan gezegene gezegenlerden insanlara indirgeyerek meseleye manevi boyut takabiliriz pekâlâ. Şöyle ki,   atomun merkezi çekirdek, gezegenlerin merkezide güneştir. Zira gezegenler güneş etrafında dönerler. İnsan vücudunun merkezi ise kalptir. Kalpte Allah adı zikirle mana kazanırsa asıl o zaman vücut şehrimiz bir anlam kazanacaktır. Nitekim güneşin etrafında dönen gezegenler misali semazenlerin de belli bir ahenk içerisinde dönüşleri de ötelere akıp giden yolculuk bakımdan anlam kazanmakta. Böylece atomun çekirdeği etrafında deveran olan elektronlar hem Mevlana’yı hatırlatıyor hem de dervişlerin Mevla’ya giden yolda semah halkasını ispatlıyor.  Sadece semah mı,  elbette ki Hünkâr Hacı Bektaşi Velinin cem halkası da öyle olup anlam yüklü bir deveran hadisesidir.

         Kalp sayesinde göz, kulak gibi organlarımız dünyada olan biteni görür,  işitir ve hisseder. Dikkat ederseniz bilhassa hisseder dedik, çünkü bazen öyle durumlar olur ki hislerimiz galebe çaldığında gözyaşımıza sahip olamayız, bunun bir sebebi olmalı elbet. Belli ki dökülen gözyaşımız kalp önderliğinde vuku bulun hissi bir duygu salınımı olarak tezahür olurken,  akıl melekemizde reseptörlerden (bağlayıcılardan) aldığı bu hissi uyarıları beyin merkezinde yorumlayıp değerlendirmekle ilgili organların nezdinde varlığını göstermekte. Yani birincisinde hissetmek vardır ikincisinde akl etmek vardır. Ki, gönlümüzün dile gelmesi kalp sayesinde gerçekleşmekte zaten.  Hele Kur’an ayetlerini derinlemesine anlamaya ceht ettiğimizde Yüce Allah'ın (c.c)  insan kalbini muhatap kabul ettiği görülecektir. Nitekim vahyi ancak kalp hissedip idrak etmekte. Böylece hem kalben hem de dille ‘Amenna ve saddakna' der ve Mevla’ya abd oluruz da. Bakın Dr. Haluk Nurbaki,  Yüce Allah’ın Kuran’da “Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş,  gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır”(Bakara, 17)  diye beyan buyurduğu ayet-i celileyi: Allah-ü Teâlâ; sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. O’nu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim anlamına gelebilecek şekilde yorumlayarak mealen dile getirmiştir. Gerçekten de Rabbü’l Âleminin (c.c)  Ben yere göğe sığmam Mümin kulumun kalbine sığarım” diye beyan buyurduğu hadis-i kutsinin de bu manaya gelebileceğini pekâlâ düşünebiliriz.

              Vesselam.

 https://www.bayburtpostasi.com.tr/edebiyat/selim-gurbuzer-in-ilk-kitabi-gunes-dogudan-dogar-h22102.html