9 Nisan 2020 Perşembe

AB-I HAYAT TASAVVUF

AB-I HAYAT TASAVVUF
              SELİM GÜRBÜZER
             Malumunuz birtakım aklı evveller hemen her şeye at gözlüğünden bakmayı alışkanlık edindiklerinden, yok neymiş efendim Kur’an, Hadis ve Asr-ı saadette mezheb mi vardı, tarikat mı vardı, akaid mi vardı,  fıkıh mı vardı gibisine söylemlerle dinin temel direklerini yok saymaktalar. Oysa bu temel direklerin dinimizde isimcek zikredilmemesi yok olduğu anlamına gelmez. Bikere evsaf (nitelik)  ve keyfiyet olarak var olması kâfidir. Hani yeri geldiğinde suret önemli değil siret önemlidir deriz ya hep, aynen öyle de asr-ı saadette suretten ziyade siret daha çok hâkim bir değerdir. Öyle ki, her bir sahabenin hayatına baktığımızda işin şekli şemailiyle oyalanmak yerine işin özü, evsafı ve siretiyle hemhal olduklarını görüyoruz. Dahası onlar için kemmiyetten ziyade keyfiyet daha çok önemli husustur.  Nitekim bu keyfiyet bir hayat biçimi olarak ortaya konup hicretin ikinci asra dek sürdürülür de.  Malumunuz Hicri ikinci asra gelindiğinde siretler bu kez ete kemiğe bürünmüş halde suretler olarak gün yüzüne çıkacaktır. Böylece fakihler fıkıh sahasında, hadisçiler hadis alanında, ehli tasavvuf erbabı da tasavvuf alanında İslam’a hadim (hizmetkâr) ekoller olarak boy göstereceklerdir.
            İyi ki de bu ekoller gün yüzüne çıkıverdiler,  malum İslam’ın bütününü tek çatı altında sahabe gibi sırtlanmak pek kolay olmayacağından gün yüzüne çıkan ekoller sayesinde ihtisaslaşmaya gidilmiş oldu. Her ne kadar dışarıdan bakıldığında sanki bu durum parçalanmışlık ve bölünmüşlük hissi uyandırsa da,  aslında işin özüne bakıldığında tıpkı bu durum bir vücudu oluşturan azalar bütünlüğünün aynısı olduğu görülecektir. Sonuçta İslam’a hizmet etmek temel gaye olduktan sonra ayrı ayrı branşlar altında faaliyet göstermenin hiçbir mahzur yönü olmasa gerektir.  Nitekim temel gaye İslam’a hizmet etmek olunca bir bakıyorsun Zahiri ilimler yoluyla ibadet, muamelat, ukubat gibi konularda Ümmet-i Muhammed’e ışık olunurken, Bâtıni ilim tasavvuf yoluyla da ahlaken ışık olunmakta. Birincisinde dışımız nizama sokulurken ikincisinde ise iç dünyamız nizama sokulur.  İşte bu nedenle her iki aydınlık meşalemizi de etle tırnak misali birbirinden ayrı gayrı görmeyiz. Hem nasıl ayrı gayri görebiliriz ki, iç ve dış bir araya geldiğinde bize ab-ı hayat olacak marifet ve hakikat ilmi doğar da. Düşünsenize namazı zahiri usul ve kaidelerine göre kılıyor olsak da şayet aklımız bir yerlerde habire gezinip duruyorsa o kılınan namaz bize nasıl Miraç olsun ki.  Her alanda olduğu gibi namazda da iç ve dışın uyumluluk göstermesi şarttır. Malumunuz dış huzur namazın farzlarına, vaciplerine sünnetlerine riayet etmekle vuku bulurken,  iç huzur ise Allah’ın huzurunda ancak tadili erkân hal üzere olmakla vuku bulabiliyor. İşte görüyorsunuz namazda bile zahiri ve batini haller söz konusudur. Zira İslam’da ‘ilim ve hal’in birlikteliği, yani ilmihallik esastır. 
        Anlaşılan o ki,  Müberra Dinimizde ilimsiz amelin ve amelsiz ilmin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Hakeza bu durum şeriat ve tasavvuf içinde geçerli akçe kuraldır. Nitekim bu hususta Şahabeddin Sühreverdî ve Bayezid-ı Bistami gibi arif zatlar  “Her kim şeriatı tutup tarikatı bırakırsa fasık, her kim de tarikatı tutup şeriatı bırakırsa zındıklıktır” diye buyurmuşlardır. Yok,  eğer birileri çıkıp ‘Ben arif sözü falan filan anlamam’ diyorsa, biliniz ki o insan Kur’an ve hadislerin zahiri, iş’arat ve batıni manalarının olabileceğinden bihaber olarak kendi kafasına göre hareket edecek demektir.  Oysa biz biliyoruz ki, Kur’an ve hadislerden anlam çıkarmak her babayiğidin harcı değildir. Kaldı ki değil zahiri ve Rabbani âlimler,  bizatihi Allah Resulü tarafından gökteki yıldızlar gibidirler övgüsüne mazhar olmuş sahabe-i Kiram bile Kur’an ve hadis konularında kendi kafasına göre buyruk kesilmemişlerdir. Tam aksine sırasıyla kitap, sünnet icma-i ümmet ve kıyası fukaha kaynaklara başvuraraktan Edille-i şer’iyye usulünce hareket etmişlerdir. Ki, Kur’an’ın zahiri manası avam içindir, işarat manası Ulema içindir, batıni manası ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimler içindir hakaik manası ise sadece Allah Resulüne has bir keyfiyettir. Anlaşılan bizler avam olarak Kur’an’ın ancak sırf zahiri manasına vakıf olabiliyoruz, yine de çıplak manasını anlamak için bile kılı kırk yarmamız gerektiğini de unutmamız gerekir. Düşünsenize Kur’an’ın sırf zahirinden anlam çıkarmak için kılı kırk yarmak gerekirken birde Kur’an’ın işarat ve batınından anlam çıkarmak için çaba sarf eden ulema ve evliyanın durumunu bir düşünün, kim bilir kaç ciltler dolusu kaynaklar tarandıktan sonra anlam çıkarmış oluyorlardır. Dile kolay, bir günlük değil, iki günlük değil, bir yıllık değil, on yıllık değil diyebiliriz ki ömrün tamamını Kur’an ve hadislerin Ümmet-i Muhammed’in hayatında fikren, zikren ve kalben yer etmesi için var olmuşlardır. 
           Şimdi bu gerçeklerden hareketle sorarım bir günlük, bir yıllık, on yıllık çalışan kafalara,  acaba sizler Kur’an’ın anlamlandırılmasında ve yaşanmasında kafa yapısı olarak işin hangi kısmındasınız. Sizler işin edebiyatıyla oyalana durun, şunu iyi bilin ki,  iki de bir söylem olarak Kur’an ahlakı dediğiniz şey tasavvufun ta kendisi ahlaktır.   Ki,  tasavvuf kal değil,  haldir, o hali yaşamadan güzel ahlak ortaya çıkmayacağı çok net ortadadır.  Üstelik tasavvufi ab-ı hayat toplum hayatına sonradan girmiş bir hayat tarzı da değildir,  bugüne kadar toplum hayatında yer edinmeye çalışan ne kadar ekol gelip geçmişse bunların içerisinde hiç şüphe yoktur ki en köklüsü tasavvufi ekol olmuştur.  Nitekim bu gün olmuş halen pek çok ehlisünnet tarikatların kökleri Peygamberimize kadar uzandığı içindir varlıklarını sürdürebiliyorlar. Çünkü bugüne kadar varlıklarını sürdürüyor olmalarını Kur’an’ı tatbiki olarak yaşamalarına ve ehlisünnet çizgi üzere yol kat etmelerine borçludurlar.  Delil mi?  Tarih bunun en büyük canlı şahidi zaten. Şimdi gel de her bir ehlisünnet tarikatını Kur’an’ı yaşayan hadim ekoller olarak görmemek ne mümkün. Hem görmekte ne, onların her biri bizim baş tacımız da. Onların yolları öyle bir kutlu yoldur ki,  izini iz sürdükleri ilk Pir’i ve ilk Mürebbisi Allah Resulünden başkası değildir.  Ta ki,  Allah Resulü dar-ı bekaya göç eder, işte o zaman mürebbilik vazifesini sırasıyla Sahabe ve Tabiûn neslinden sonra Peygamberimizin varisi hükmünde Rabbani âlimler üstlenecektir. Bakmayın siz öyle, sözde hocaların Rabbani âlimleri görmezden gelip isimlerinden bahsetmeyip teğet geçmelerine,  oysa asıl teğet geçilmesi gereken kendileridirler. Hem Rabbani âlimleri görmezden geliyorlar da sanki başları göğe mi eriyor, onları bilen biliyor, seven sevmiş, seçen seçmişte zaten. Örnek mi? İşte İmam-ı Şafii ve İmam-ı Azam gibi imamlarımız onları her yönüyle biliyor ya, bu yetmez mi. Dikkat edin cami imamı demiyoruz,  mezheb imamı diyoruz. Düşünsenize İmam-ı Şafii bekârlık zamanlarında bile şeyhine hal ve ahvalini arzı endam ederek kıymet bilmiş bir imamız, o teğet geçmemişken biz nasıl olurda birkaç sözde hocaların ağzına bakıp da görmezden gelebiliriz ki.  Hakeza Süfyan-ı Sevri gibi bir âlim zat, bir bakıyorsun İmam-ı Azam'dan fıkıh dersi almakla yetinmeyip birde bunun üstüne tasavvuf dersi almakla bu kutsi yola sıcak baktığını pekâlâ müşahede edebiliyoruz.  Peki, bütün bu örnekleri üst üste koyduğumuz da bunlar ne anlama geliyor derseniz, her şey gayet açık bir şekilde ortada,  bu demektir ki bir insan mezheb imamı da olsa, zahiri âlimde olsa tasavvufi ilme kayıtsız kalamıyor, her halükarda bu kutsi yoldan istifade etme cihetine kayabiliyor.  Buna mecbur da,  çünkü tasavvuf ilmi tüm şer’i ilimlere de ab-ı hayat kaynaktır.  Malum, midenin ihtiyacı bir şekilde ekmek su ile giderilebiliyor ama ruhun öyle değil, mutlaka tasavvufi ab-ı hayat deryasına dalmak gerekir ki ruhun ihtiyacı olan manevi gıda karşılanmış olsun. Hakeza tüm şer’i ilimler Tasavvufi Kevser havuzundan kane kane doyasıya beslenmeli ki kuru meşe odunu olmaktan kurtulup ab-ı hayatla buluşabilsinler.  Nasıl ki,  bir bahçenin bakımında gerektiği şekilde gübresi, suyu verilmezse, o bahçeden verim alınamıyorsa, aynen öyle de bir insanda tasavvufi ab-ı hayat yaşamaksızın ne iştigal ettiği ilimden haz alabilir ne de ibadetinden haz alabilir.  Hatta bu kutsi yolun öncüsü Peygamberimiz (s.a.v)’in güzel ahlakıyla boyanmakta mümkün olmayabiliyor. Bikere Peygamberimiz (s.a.v)’in güzel ahlakıyla boyanmak öyle sırf kitap okumakla, sırf kulaktan dolma bilgiler edinmekle,  sırf bir doktorun gözetiminde psikoterapi seanslarından geçmekle melekiyet kesb edecek haslet değil elbet. İlla ki tasavvufi bir terbiyeden geçmek gerekir ki, Peygamber ahlakıyla boyanabilinsin. Yeter ki, bir insan tasavvufi hayata talip olsun bu arada çokbilmişlik ve kitap yüklü merkep olmaktan kendini an be an kurtarması mümkündür diyebiliriz.  Şayet bu kutsi yola talip olmayıp çokbilmişlerin safına kendini atmakla er ya da geç onu kaçınılmaz hazin bir akıbet bekliyor olacaktır. Nitekim bu mesele Kur’an’da Ebû Hâris ve Bel’am bin Baûra gibi çokbilmişlerin nezdinde ibretlik örnek olsun diye şöyle beyan buyrulur da: “Tevrat’ın hükümleriyle yükümlü tutulup da onun hükümlerini yaşamayanların durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin haline benzer. Allah’ın ayetlerini yalanlayan bir toplumun durumu ne acıdır. Allah, zalim bir toplumu hak yola ulaştırmaz.”(Cum’a suresi, 5. ayet )
         Evet, bu ayette açıkça çokbilmişlik handikabından kurtulmak için teoriden pratiğe geçmeye çağrı vardır.  Öyle ya, madem ilmin kaynağı Allah, o halde iştigal edilen ilme ruh katmak gerektir. Ki, ruhsuz ilim kurumuş meşe ağacı gibidir, asla meyve vermeyecektir, meyve vermesi için mutlaka gübreye, suya, güneşe ihtiyaç vardır. İşte bu noktada tasavvuf pek çok zahiri ilimlerin gübresi, suyu ve güneşi olur da. Yukarıda da belirttik ya,  tasavvufi ahlak varsa, ancak o zaman ilim kuru meşe odunu olmaktan çıkıp anlam kazanabiliyor,  aksi halde o ilim söylem olmaktan öte hiç bir anlam ifade etmeyecektir. Bakınız Seyda Hz.lerinin hayatına yediden yetmişe hemen herkesin gönlünde taht kurması sırf medrese ilmini bitirmiş olmasından kaynaklanan bir gönül yakınlaşması değildir, bizatihi kendisinin ta çocuk yaşlarda hem medrese âlimlerin (mollaların) rahle-i tedrisatından hem de babasının dizinin dibinde tasavvufi terbiyeden geçmenin neticesinden doğan bir Gönül Sultanlığı yakınlaşmasıdır bu.  Nitekim ağaç yaşken eğilir misali hem zahiren hem de batınen yetişmenin mahsulü olarak Yüce Allah o’nu Silsile-i Şerife’nin otuz sekizinci basamağında "Eşşeyh Es Seyyid Muhammed Raşid El Hüseyni" ismiyle Sadatlar kervanına dâhil etmekle şereflendirir. Böylece Seyda Hazretleri (k.s), bu şereflenme sayesinde bir yandan maddi veraset bakımından Peygamberimizin (s.a.v.)’in otuzuncu göbekten torunu olma hasebiyle, diğer yandan manevi veraset bakımından da otuz sekizinci durakta altun silsilede yerini almak suretiyle gönüllerde taht kurmuş olur da.  Nasıl taht kurmasın ki, o’nu gören adeta kendini gönül aynasında görüp dirilişe geçiyordu da. Hiç şüphesiz o’nun gönülleri fethetmesinde etken unsur sadece baba ve anne tarafından ''Seyyid''  evladı olması değildi, bunun yanı sıra medrese ilmiyle donanımlı olması da çok büyük etken unsurdur. Ancak ne var ki, Seyda Hz.lerinin ilmi yönünü bilen yok denecek kadar azdır dersek yeridir.  Çünkü insanların kafasında Hoca dendiği zaman ne kadar ayet, ne kadar hadis varsa vaaz kürsüsünden bir bir döktürüp cemaati coşturan insan akla gelmektedir hep.  Her ne kadar Seyda Hz.leri içinde Adıyamanlı Hoca diyenler olsa da,  bir bakıyorsun alışılmışın dışında sırtında cübbe, başında sarık, elinde bir demet gül, daha çok insanları irşad eder bir Hoca olarak gördük onu. Dahası O, bir mürebbi olarak anlatacaklarını vaaz kürsüsüne çıkmadan bizatihi tedris ettiği ilmini kendi nefsinde tatbik ederek aydınlık meşalesi olmuştur. Şayet O, ta çocuk yaştan beri rahle-i tedrisattan geçtiği medrese ilmini önce kendi hayatında tatbik etmeseydi asla insanları irşad edecek seviyeye ulaşamazdı. İlla ki bir terbiye edicinin elinde irşad olmak gerekir ki irşad etme konuma gelinebilsin. Gerçektende öyle değil mi,  kimi hocalar bir bakıyorsun camiden çıktıktan sonra bir bastonu birde kendisi kala kalmakta. Besbelli ki bu tip hocaların toplum üzerinde etkisi sadece bir saatlik ya da bilemedin iki saatlik bir ateşli konuşmayla sınırlıdır. Elbette ki, insanlara vaaz-ı nasihatte bulunmak gerekir, ancak vaz-ı nasihatte bulunan kişi anlattıklarını hayatında tatbik etmiyorsa söyledikleri havada kalıp asla kalplere nüfuz etmeyecektir.  İsterseniz bunu Molla Yahya Hz.lerinin Feyiz dergisine yaptığı bir röportajla bizatihi Seyda Hz.lerinin lisanından işittiği bir hikâye ile örneklendirebiliriz de. Madem öyle, bakalım Molla Yahya el Abbasiİ el Haşimi Hz.leri Seyda Hz.lerinin dilinden bu hikâyeyi nasıl aktarıyor bir görelim:
         “Bir sefer dedi, ''İki kardeş var idi, babaları vefat edince bunların ikisi de kendilerini Allah (c.c) yoluna vermek istediler. Birisi dedi ben evvela gidip okuyacağım, âlim olacağım, ondan sonra ben kendimi ibadete vereceğim. Birisi de dedi, âlim olmaya kadar acaba zaman olur mu olmaz mı, en iyisi ben şimdi gidip ibadet yapacağım, ibadetle meşgul olacağım. Birisi ibadete gitti, birisi ilme gitti. Ondan sonra ilme giden bir müddet okuduktan sonra, biraz ilim anladıktan sonra, bir gün dedi ki, ben gideyim kardeşimi göreyim, kardeşimin ahvalini durumunu öğreneyim, hangi haldedir, hangi durumdadır. Kardeşinin yanına geldi,  baktı hakikaten kardeşi çok taat ve ibadetle meşgul. Yani taat ve ibadeti, onun zayıflığından, onun simasından bellidir. Sevindi, elhamdülillah dedi. Kardeşim taat ve ibadet bu kadar yapıyor, keyfe geldi hoşuna gitti. Fakat bir de baktı ki, böyle kardeşinin sarığının ucunda siyah bir şey var, bir şey görülüyor. Allah Allah, dikkat etti, bunu farekuyruğuna benzetti. Kardeşim hayırdır, senin sarığındaki nedir bu?.. Hiç sorma dedi abi, hiç sorma, hiç bahsetme dedi. Nasıl yani dedi. Ben namaz kılarken bir fare devamlı önüme gelirdi, beni meşgul ederdi, benim hayallerimi, düşüncelerimi değiştirirdi, benim huzurumu kaçırırdı. Ben de bir gün vurdum, öldü. Ölünce ben dedim bunun vebalinden nasıl kurtarayım, en iyisi bunu sarığımın altına koyayım ki, vebalinden kurtarayım. Onun âlim olan abisi dedi ki: Senin o kadar namazın hep fasıktır, hep bozuktur. İşte Seyda’mız ilmin değerini bu şekilde anlatırdı. İlim olmasa insan Salih ibadet yapamaz bunun için ilim çok değerli, çok önemlidir. Seyda’mız (k.s) bu şekilde söylerdi.” (Bkz. Feyz Dergisi, Ekim 1996,  Sayı 64)
          İşte Seyda Hz.lerinin iki kardeş üzerinden vermiş olduğu bu hikâyeden de anlaşılan o ki, ilim bu yolun olmazsa olmaz şartıdır. Nitekim Seyda Hz.leri bu bilinç doğrultusunda Baba Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’ın vefatının ardından ilk iş olarak irşatsa irşat, muhabbetse muhabbet, ilimse ilim,  hemen her alanda mührünü vurup Menzil’i insanların huzur bulacağı mekân haline getirir de.  Öyle ki, Menzil’e huzur bulmak için gelenler yeni bir hayata başlamanın heyecanıyla bugünkü standartların dışında sahabe çorbasına benzer bir çorba ve Fatıma anamızın pişirdiği ekmeğe benzer bir ekmek ikramıyla misafir edilirler de.   Düşünsenize dilleri, şiveleri, kültürleri ve renkleri farklı insanları normalde bir araya getirmek mümkün olmazken,  bu birliktelik nasıl gerçekleşiyor dediğimizde:
      -Bir bakıyorsun diller bir kelimede ittifak etmiş halde kalben ‘Allah’ dediklerini,
      -Normal şartlarda insanları ekmek kuyruğuna sokmak mümkün olmazken,   bir bakıyorsun Menzilde ekilen buğdayın değirmende un haline getirildikten sonra Fatıma anamızın ekmek hamur mayasıyla yoğrulduğu rivayet edilen fırından çıkan kepekli ekmeği sepet dağıtıcının elinden birer ikişer almak için kuyruğa büyük bir keyifle girdiklerini,  
       -Yine normal şartlarda memleketlerinde masa üzerinde ayrı ayrı tabaklarda yemeye alışmış insanların bir bakıyorsun kazanlarla hazırlanan çorbaların çanaklara boşaltılmasıyla birlikte hep birlikte diz çöküp aynı kaba kaşık çaldıklarını,
       -Büyük bir muhabbetle kaşık çaldıkları çorba bugünkü standartların dışında bulgur çorbasına benzer türden basit ve sade bir çorba olmasına rağmen yine bir bakıyorsun tahta kaşıklarla aşkını muhabbetini kataraktan büyük bir lezzetle yediklerini,
       -Yine normal şartlarda memleketlerinde lüks kanepe ve çekyat bazalar da yatmaya alışmış insanların bir bakıyorsun yatma vakti geldiğinde camiinin altında ceketini baş yastık yapıp yerde iki büklüm uzanıp üzerine aldığı tek bir battaniye ile huzur içerisinde uyuya kaldıklarını,    
      -Anlatılanlardan Menzil bir zamanlar kıraç topraklarmış, ta ki Gavs Hz.leri ve oğulları mesken tutup sondaj vurmasıyla bereket kazanan bu topraklar bir bakıyorsun ab-ı hayat topraklar olarak gelenleri bağrına bastığını,
      -Bereket kazanan bu topraklarda yine normal şartlarda insanlara memleketlerinde soğuk suyla duş aldırmak mümkün olmazken, bir bakıyorsun Gavs- Bilvanisi ve Seyda Hz.lerinin sondaj vurmasıyla çıkartılan ab-ı hayat soğuk suyla (Seyda Hz.leri dönemindeki haliyle) üstü açık dört banyonun önünde gusül abdesti için kuyruğa girdiklerini,
   -Buraya ziyaret için gelen insanlara memleketlerinde soğuk kış iklim şartlarında el ayak yıkatmak mümkün değilken, bir bakıyorsun sabah vaktinin o soğuğunda kar fırtına demeden şadırvan önünde abdest aldıklarını,
    -Yine bu insanlara memleketlerinde 2-3 saatlik uykuyla namaza kaldırmak mümkün olmazken bir bakıyorsun görevlinin ‘haydi sofi namaza’ deyişiyle birlikte derin uykusundan uyanır uyanmaz derhal Seyda Hz.lerinin arkasından namaza koyulduklarını,           
       İşte bu ve buna benzer daha pek çok ab-ı hayat örnek gözlemlerimizden çıkardığımız netice şu dur ki, Menzil kapısı ümitsizlik kapısı değil, ümitlerin yeşerdiği bir kapıdır. Öyle ki, bu kapıda soflik kavramına da bir başka anlam yüklenmiştir.  Şöyle ki,  insanların gözünde sofilik denince her nedense aklına cübbeli, şalvarlı, sarıklı insanlar akla gelmekte hep,  oysa Menzil’e gidip sofi olanlara baktığımızda kahır ekseriyetinin kıyafet değişikliğine uğramaksızın ‘Halk içinde Hakk olmak’ türünden muhabbet fedaisi insanlar olduğunu görüyoruz.  Kelimenin tam anlamıyla değişiklik kıyafetle değil daha çok huy yönünden gerçekleşmekte. Nitekim bu değişliği bariz bir şekilde insanlarla olan münasebetlerinde muhabbet ve sevgi dolu bakışlarından anlayabiliyoruz da pekâlâ. Hele sofilerle halktan bir insan tanışmaya görsün,  sofinin muhabbeti onu da alıp götürür Menzil’e. Gerçekten de sofilerin muhabbeti bir bambaşkadır, bu yüzden her biri için her muhabbet fedaileri sofiler dersek yeridir. Nasıl ki beşeri sınıf içerisinde askerler vatan savunmasıyla dikkatlerden kaçmıyorsa sofilerde muhabbet ve sevgi dolu yürekleriyle dikkatlerden kaçmaz.  Keza havas ehlinden de nasıl ki zahiri âlimler vaz-u nasihatleriyle dikkatleri üzerlerine çekiyorlarsa, Rabbani âlimler de her meşrebten insanı irşat etmeleriyle dikkat çekmekteler. Nasıl dikkat çekmesin ki,  irşat halkasına dâhil olan insanlar bir bakıyorsun muhabbet fedaisi sofi olup çıkıyor da.  Besbelli ki sofi olmalarında Rabbani âlimlerin çok büyük manevi tasarrufat etkisi söz konusudur. Ki, Sadatlardan Şah-ı Hazne (k.s)  “Muhabbet sofilerin bineğidir” derken,  sofilerin hem muhabbet fedai yönünü,  hem de tasavvufi hayat yolculuğunda  (seyr u süluk yolunda)  marifet ve hakikat basamaklarından ancak muhabbet bineği ile aşılabileceğini kast etmiştir. Yani bir başka ifadeyle aşk-ı bendi muhabbet bineği edinmeden şeriat, tarikat, marifet ve hakikat basamaklarını aşmak pek mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla bu noktada sofinin dikkat etmesi gereken husus seyr-u süluk yolunda ilerlerken binek taşı edindiği muhabbet bineğinin yularına ve üzengisine sıkı sıkıya tutunmak olmalıdır. Aksi halde basamak basamak ilerleyeceği seyr u süluk yolunda Allah muhafaza muhabbet bineğinden tepetaklak yuvarlanabilir.  Dahası bu demektir ki Aşk-ı bendi muhabbet bineğinin yularına ve üzengisine tutunmakta gevşek davranıldığında vuslat hâsıl olmayacaktır. Öyle ya, madem hedef hakikate ulaşmak o halde bu yolun gereklerini yerine getirmek gerekir. Hakikat peşinden koşanların gevşek davranma lüksü yoktur. Çünkü hakikat bir cevher gibidir şeriat ise bir deniz gibidir. Tarikat da bir vapur gibidir. Ki, o hakikat cevheri bindiği vapurun limanda demirleyeceği ve vuslata ereceği en son menzildir. Anlaşılan aşk-ı bendi vapurunu binek taşı edinmeden Menzili hakikat hedefine erişmek çok zor.  Yukarıda da belirttik ya bir insan zahiri âlim de olsa, dünyanın ansiklopedik bilgi birikime sahip bilge deha insanda olsa yüreğinde aşk-ı bendi ruh yoksa tüm edindiği bu bilgi birikimlerinin kendisine hiçbir faydası yoktur. Şu bir gerçek bilge insanlar okumuş etmişler ama okuduklarına ruh katmadıkları için Müberra dinimize olan bağlılıkları da hep şekli olmaktadır.  Ama sofiler öyle değil, yüreklerinde taşıdıkları aşk-ı bendi ruhla Müberra Dinimize olan bağlılıkları da candan yürekten olmaktadır. Tabii buradan şu anlam çıkmasın bu kutsi yol sadece muhabbet bineğinden ibarettir. Tasavvufi ab-ı hayata ulaşmak için sofiye muhabbet bineğinin yanı sıra ilimde gereklidir elbet. Her ne kadar âlimlik derecesinde ilim edinmesi gerekmese de en azında ilmihal derecesinde bilgi edinmesi elzemdir diyebiliriz. Kelimenin tam anlamıyla Menzili maksuda erişmek için en azından yolda yaya kalmamak için önünü görecek şekilde kendini ilmede adamalı ki, sıkı sıkıya tutunduğu aşk-ı bendi bineğinden uçurumdan tepetaklak aşağıya yuvarlanıp gümbürtüye gitmesin.  Malum cahil sofi ancak kendi nefsini koruyabiliyor, kendi dışında hiç kimseye faydası dokunmayacağı çok açık,  ama ilmihal bilgisine sahip bir sofi öyle değil,  kendi dışında ümmete de çok faydası dokunacaktır.  Hele birde medrese ilminden icazet almış molla sıfatına haiz bir sofi düşünün, hem kendisine ışık olur, hem de ümmete ışık olacaktır.  Örnek mi? İşte Mevlana Halidi Bağdadi Hz.leri bunun en canlı örneği. Malumunuz kendisine ‘Zülcenaheyn’, yani çift kanatlı denmesinin sebebi hem zahiri ilimlere vakıf olması hem de Bâtıni ilme haiz zat olmasına binaendir.  Öylede olması icab eder,  çünkü tek kanatla bir yere kadar uçabilirdi,  illa ki bir ikinci aşk-ı bendi kanadı daha edinmeliydi ki ötelerden ötelere tam manasıyla kanatlanıp vuslat hâsıl olabilsin.  
          Hâsıl-ı kelam,  aşk-ı bendi ab-ı hayattır.

          Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3897/ab-i-hayat-tasavvuf 

3 Nisan 2020 Cuma

GÜNDÜZ GAZETESİNİN AYDINLIK YÜZÜ: AZİZ BAL

GÜNDÜZ GAZETESİNİN AYDINLIK YÜZÜ: AZİZ BAL                                                                                                                                                                                                                                     
    SELİM GÜRBÜZER
         Şöyle geçmişe dönüp Ülkü yolunun gazetelerine, dergilerine baktığımızda hep hafızamıza unutulmaz isimler olarak Osman Yüksel Serdengeçti, S. Ahmet Arvasi, Taha Akyol, Abdurrahim Karakoç, Erol Güngör, Ayhan Tuğcugil, Cemil Meriç, Necip Fazıl Kısakürek, Orhan Türkdoğan, Nejdet Sevinç,  Galip Erdem, Nuri Güngör, Lütfi Şahsuvaroğlu gibi isimler gelir elbet. Her nedense onca birbirinden değerli isimlerin arkasında köşe yazılarının redaksiyonunda, gazetenin sayfa düzenlenmesinde çok büyük emeği olan editörlerimiz, muhabirlerimizin pek isimleri bilinmez. Öyle ya,  bir zamanlar Ülkü Yolu harekâtının sesi Hergün Gazetesinin Türk–İslam köşe yazarı kimdir diye sual edildiğinde milyonlarca insanın aklına düşecek tek isim olarak S. Ahmet Arvasi bilinir de,  ama o köşe yazısını derleyip toparlayıp redaksiyonuna yaptıktan sonra vizyona sokan isim kimdir diye sual edildiğinde ise o editörü bilecek insanların sayısının bilen bir elin parmaklarını geçmeyeceği muhakkak. Kim bilir kimdi,  hayatta mıdır bilinmez ama bildiğimiz tek şey Türk-İslam yazılarının yayına girmeden önce göz nurunu akıttığı,  adeta zihin fırtınası yapıp estetiklik kazandıran isimsiz kahramanlar kütüğüne adını yazdırmış olmasıdır. Nasıl ki, ehli sünnet yolunda senedi itibariyle “Ahrette âlimlerin mürekkebi şehit kanlarından ağır basacak”  zayıf hadis görünse de manası itibariyle doğru olarak kabul görmesinden hareketle diyebiliriz ki, en az o âlimler kadar bilge şahsiyetlerin mürekkeb damlalarını sayfalara aktaranlarında üstün insanlar olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Hele ki, bir de editörlerimiz kendilerine Peygamberimizin vahiy kâtiplerini örnek almışlarsa değme keyfine. Hiç kuşkusuz bu misyonla mürekkep damlalarında bir katre olmaya kendilerini adamaları bile  Allah indinde   Salih amel olarak karşılık bulacaktır.       
            Malumunuz, Gündüz Gazetesi yayın hayatına girdiğinde Muhsin Yazıcıoğlu ve sevenleriyle özdeşleşmiş Alperenlerin sesi olarak yankı buldu.  Nasıl yankı bulmasın ki, gazetenin mutfağında Ülkü Yoluna aşkla muhabbetle gönül vermiş ülkü fikir emekçilerin dokunuşları vardı.  Hiç kuşkusuz o yıllarda kıt kanaat imkânlarla gazetenin günlük olarak her gün düzenli bir şekilde yayına girmesi için ter döken isimlerden biride Aziz Bal’dı. İşte bu değerli isimle yolumun kesişmesi Gündüz Gazetesinde araştırma inceleme yazılar yazmam sayesindedir. Zaten Gündüz Gazetenin baskıya hazırlandığı binayla Büyük Birlik Partisi Genel Merkezi binası Sıhhiye’de birbirine sırt sırta vermiş yerlerde faaliyetlerini yürütüyorlardı. Bende o sıralar Beşevler’de Milli Eğitim Bakanlığı Sağlık Merkezinde Biyolog olarak çalışıyor olmam avantajıyla hemen her gün iş çıkışı Ankara Sıhhiyedeki Sağlık Bakanlığının arka sokağında BBP Genel Merkezine uğrayışlarım neticesinde beni Alperenlerin medya ayağı ile buluşturur da.  Gel zaman git zaman derken iş çıkışı ve hafta sonları bu uğrayışlar sırasında Alperenlerden kendisi aynı zamanda Dadaş diyarından hemşehrim sayılan Medya iletişim mezunu Nizam Şahin’le tanışmış olduk. Meğer Nizam Şahin arkadaşımız da o sıralar ne yapıp etsek de bir dergi çıkarabilsek bir arayış içerisinde kendisini Alperen dergisi çıkarmaya adayıp kafa yoranlardan. Bir gün bana çıkaracakları dergi için yazı yazabilir misin dediğinde,  hayır demek olmazdı. Hem nasıl hayır diyebilirdim ki,  Ülkü yoluna gönül vermiş hemen herkes İlay’ı Kelimetullah için Nizam-ı âlem ülküsü uğruna gecesini gündüzüne katıp kimi gazete çıkarmaya çalışırken, kimi dergi çıkarmaya çalışırken, kimi de parti ve ocak teşkilatları kurmaya çalışırken ‘benim işim gücüm, çocuğum var,  ben yazamam mı’ diyecektim.  Evet dediğimde, Birol Dok’un koordinatörlüğünde derginin ana konularını, yayın çizgilerini belirlemek maksadıyla dergide yazı yazacak olan yazarlarla bir araya gelerekten toplantı yapıp vira bismillah deyip kollarımızı sıvadıkta. Doğrusu Alperen Dergisinde ilk yazacağım yazının Alperenlerin gönül dünyasında etki yapacağını düşünmüyordum. Böyle düşünmeme rağmen yine de elden verdiğim yazının yayınlayacağı günü iple çekiyordum dersem yeridir.  Üstelik ilk yayınlanacak olan makalem de derginin ismiyle müsemma ‘Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi ve Alperenleri’  başlıklı bir yazıyla okurların önüne çıkacaktır.  Neyse ki mahcup olurum korkusu başıma gelmedi,    tam aksine yayınlanan makalem dikkat çekmiş olsa gerek ki,  Gündüz Gazetesinin hem yönetiminde hem de köşe yazarı olarak görev yapan Remzi Çayır’la tanıştığımda benden her hafta Gündüz Gazetesine yazı yazmamı istedi.  Hadi o yıllarda Nizam Şahin genç tığ delikanlı olması hasebiyle icabında ona ben yazamam demek kolay olabilirdi pekâlâ,  ama söz konusu Remzi Çayır olunca yok demek ne mümkün. Ki, Remzi Çayır bu davanın çilesini yıllar öncesinden çekmiş, birde üstüne üstük Yusufiye’de mapus yatmışta bir ağabeyimiz, elbette ki yok demekle abesle iştigal olurdu.   Derken Gündüz Gazetesi içinde teşbihte hata olmasın hemen kollarımı sıvayıp ‘Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’ başlıklı yazıyla Gündüz okuyucularının gönül dünyasına girmeye çalıştım. Sağ olsunlar Alperen okuyucuları bizi bağırlarına bastılar da. Sadece okurlar mı, her hafta yazımı elden Gündüz Gazetesine götürdüğümde muhabirinden, dizgicisine, yazarından yöneticisine kadar hemen herkes beni Gündüz ailesinden biriymiş gibi onlar da bağırlarına bastılar.  İşte gönül bağı kurduğum bu insanları yazımı vermek için her gittiğimde onların her birini Muhsin Başkana muhabbet duymanın hatırına çorbada benimde bir tuzum olsun düşüncesiyle, değil ellerini adeta taşın altına gövdelerini koymuş bir haleti ruhiye içerisinde Alperenlerin sesi olma yönünde seferber olduklarını gördüm hep. Hele ki Gündüz çalışanlarının içerisinde canla başla hiç yerinde durmayan bir editörümüz vardı ki,  o editör alperen Aziz Bal’dan başkası değildi elbet.   Hakeza Gündüz Gazetesine her gidişimde makalemi elden teslim edeceğim isimde Aziz Bal’dı.  Çünkü hemen her şey onun kontrolünde gerçekleşiyordu. İyi ki de bu  vesileyle Aziz Bal’la tanışmışım. Yoksa böylesi buram buram yüreği dava aşkıyla yanıp tutuşan basın emekçisini tanıma şerefinden mahrum kalacaktım. Hem dava aşkı olmasa ne mümkün ki Gündüz Gazetesi ilk çıktığında on bin trajı yakalamış olsun.  Derken o günün şartlarında Alperenlerin sesi Gündüz Gazetesi yirmi bin tirajı buldu bile.  Hatta tirajının zirve yaptığı yıllarda Seyda Hz.lerinin vefatının ardından hatırasına yaklaşık on beş günlük bir yazı dizisi hazırlamıştım ki,  bu yazı dizisinin ön hazırlık çalışmalarında Aziz Bal’la sık sık bir araya gelip birbirimize olan muhabbetimiz git gide arttı da.  Derken yazı dizisine birlikte start vermiş olduk.  Sağ olsunlar bu arada Aziz Bal kardeşim bu yazı dizisine başladığımda beni büsbütün de yapayalnız bırakmayıp Alparslan Türkeş’in yol arkadaşı aynı zamanda MHP içerisinde nükseden bir takım nahoş gelişmelerden rahatsızlık duyup Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarıyla birlikte hareket eden Horasani Alperen hayranı Ahmet Er ağabeyimizden de Seyda Hz.leriyle ilgili yazı koparmayı başarıp yazı dizisine renk katmış oldu da.
         Ne diyelim,  işte görüyorsunuz görünürde yazı dizisini her ne kadar kendim hazırlamış olsam da,  arka planda bir bakıyorsun,  Ankara’dan Manisa ile kontak kurup Ahmet Er Ağabeyimizden yazı koparacak derecede yazı dizisini daha da çekici kılacak hamle işin mutfağında olan Aziz Bal’dan gelebiliyor. O yazı dizisinin şimdi yılını tam hatırlamıyorum ama tahminim tam tamına on beş gün süren Seyda Hz.lerinin anısına yazılan bir yazı dizisiydi.  On beş boyunca her gün yazının bir bölümünü elden teslim etmek için Gündüz Gazetesinin kapıdan içeri adımı atmadan önce fikri yorgunluktan bitap düşen kendimi sansam da,  içeriye girdiğimde kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, asıl bitap düşen Aziz Bal’mış meğer.  Her ne kadar kendisi bitap düştüğünü dile vurmasa da görünen köy kılavuz istemez her halinden kendini belli ediyordu zaten. Bir yandan yazının redaksiyonuyla, diğer yandan da görsel olarak yazı dizisinin ruhuna uygun hangi resimlerin sayfaya koyacağının telaşıyla habire beyin fırtınasından gözlerinin ferinin küçüldüğünü fark etmemek ne mümkün.  Düşünsenize Gündüzün orta sayfasının tamamı bu yazı dizine ayrılmıştı. Ki, uzun yazılar pek okunmayabiliyor,  yani böyle riskte söz konusuydu,  ama editörümüz Aziz Bal olunca kim demiş okunmaz,  yazı dizisi yayınlanır yayınlanmaz Gündüz Gazetesinin devamlı okuyucu müdavimleri bile okumaktan büyük keyif duyduğu gazeteyi bayilerde bulmakta güçlük çekenler oldu.  Öyle inanıyorum ki, Seyda Hz.lerinin anısına başlattığımız o yazı dizisine verdiği o emek zayi olmayıp ebediyete mal olacakta.  Çünkü Sadatlar sadece sofilerine değil, yollarına muhabbet duyup katkı sunanlarında duacısıdırlar.  Nitekim Aziz Bal’da Sadatlarla ilgili yazı dizisinin sayfa düzenlemesinde dizgisiyle, editörlüğüyle katkı sunmuştur.  Zira bu az buz sıradan bir katkıda değil,  öyle inanıyorum ki yanında götürebileceği sadaka-i cariye türünden hayır hasenat bir katkıdır bu.  Bu yüzden Sadatların kabirde ve ahrette onu yalnız bırakmayacaklarına inancım tam da.   
            Biliyorum, Aziz Bal’ı medya yönüyle anlattığımın farkındayım.  Çünkü yaşadığı ömrün sadece ben onu ancak medya karesi bölümünde tanıyabilmiş oldum Neyse ki Gönüllerde Birlik Vakfına gidip gelmelerimde hayatının son karesine yaklaştığı demlerde kendisiyle hasbıhal etme imkânı da buldum. Dile kolay karşılaşmayalı 25 yıl bir süre geçmişti ki, vakıfta 25 yılın üzerine birbirimize denk geldiğimizde şükür kavuşturana dememizle muhabbet ve kucaklaşmamız bir oldu dersem yeridir. Böylece yıllar sonra Gündüz gazetesindeki hatıraları yâd edip birlikte hasretlik gidermiş olduk.  Hatta bu arda muhabbet kucaklaşmasının akabinde görüşmediği yıllar içerisinde bana büyük bir kaza geçirdiğini, yoğun bakımdan çıktığını,  keza birkaç kez beyin ameliyatı geçirdiklerini bizatihi kendisinden öğrenmiş oldum. Aslında o kendisinden bahsetmeyi pek sevmezdi,  tabii bunu ben uzun zamandır görüşmenin gerekçesi olarak algıladım, diğer türlü düşündüğümde ise bizim eksikliğimiz olduğu besbelli.  Ahde vefa hak getire. Maalesef toplumun genel hali üç aşağı beş yukarı bu eksikliği yaşamakta.  Geçmişimizde Aziz Bal gibi nice kıymetli dostlarımızın pek çoğu   hale  hayattalar  ama ne  var ki ne arayan var ne de soran.  Meğer bizi bir araya getiren ocaklarmış,  parti binalarıymış,  dergi ve parti binalarıymış.  Yani ocak varsa, parti varsa,  kültür evlerimiz varsa bir aradayız, yoksa birbirimizden uzak bir hayatın akışına kendimizi kaptırabiliyoruz. İyi ki de Gönüllerde Birlik Vakfı var da görmediklerimizi yeniden görme fırsatı elde edebiliyoruz artık.   Bu sayede hemen her gidişimde Aziz Bal kardeşimi sık sık görür oldum da.  Her gördüğümde de ismimle değil oğlumun ismiyle, yani Alperen adıyla hitap ederek muhabbet ederdi.  Çünkü Gündüz Gazetesinde Alperen Gürbüzer ismiyle yazı yazıyordum.
           Aziz Bal’ı ilk görenler onun ciddi duruşu karşısında belki çok soğuk bir insanmış gibi algılayabilir. Oysa şöyle bir birkaç kez birlikte çay yudumlayıp masa etrafında dava arkadaşlarıyla birlikte sohbet ederken yanında bulunduğunda bu algının yerini muhabbet seli algısına bıraktığı görülecektir.  Ne de sohbetine doyum olmaz dost arkadaşmış demekten insan kendini alamaz da.  Hatta onunla son karşılaşmalarımda bir yönünü daha keşfetmiş oldum.  Öyle ki,   Gönüllerde Birlik Vakfına gittiğimde artık bir Gündüz Gazetesinde editörlük yapan Aziz Bal’ın dışında son derece kendinden emin ekonomik, sosyal, kültürel hemen her alanda fikir yürütebilecek bir birikime erişmiş bir aydın hüviyetinde Aziz Bal profili gözümden kaçmaz da. Hatta vakıfa gidiş gelişlerimde  sık sık yine  denk geldiğim  simalardan  Dr Vefa, Veysel Tekelioğlu, Süleyman Doğan, Erdoğan Cabbar A., Mahir Damatlar,  Lütfi Şahsuvaroğlu, Ersin Yılancı,  Halil İbrahim Sarı, Birol Dok, Erol Dok, Mustafa Güçlü, Ahmet Uzun, Dr. Tahir Yoldaş ve daha nice ismini hatırlayamadığım  Yusufiyeli ve Ülkü Yolu  dostlarımızın  bulunduğu  masa etrafı sohbetlerde  dinleyici olmaktan daha  ziyade   onu fikir serd eder halde   gördüm.  Bitmedi dahası var elbet,    dostlarla bir arada bulunduğumuz bu masa başı sohbet halkasına kimi çevrelerden ve değişik üniversitelerden de bir takım akademisyenler iştirak ettiğinde şayet Aziz Bal fikir teatinde bulunuyorsa onun fikirleri karşısında suspus kalıp eridiklerine de şahit oldum.  Tabii böylesi manzaraları birkaç defa onun şahsında görünce anladım ki Gündüz Gazetesi sadece Alperenlerin sesi bir gazete değil aynı zamanda entelektüel yetiştiren bir üniversite imiş.   Evet, yanlış duymadınız,  hatta belki çok iddialı bir çıkış olarak da düşünüyor olabilirsiniz, ama o masa etrafındaki fikri tartışmalara şahit olmasaydım böylesi iddiada bulunmazdım.    Düşünebiliyor musunuz Gazetenin çıkışından bugüne neredeyse 30 yıl bir süre geçmiş, bir bakıyorsun bir zamanların editöryal Aziz Bal kardeşim bu memlekette aydınım diyen geçinen nice akademisyenlere tüm entelektüel birikimiyle taş çıkartabiliyor.
             Besbelli ki arka planda görünmeyen adsız kahramanlar yıllar sonra görünür olduklarında asıl marifetin mutfak kısmında olduğu gerçeği ile yüzleşebiliyoruz.   İşin mutfak kısmında bulunmayanlar hemen her şeyi hazır önlerinde buldular.  İşte bu nedenle meseleye birde mutfak yönüyle baktığımızda önümüze konulan bin bir türlü lezzette ki taamların asıl hazırlayıcılarının el emeğini,  göz nurunu, zihin fırtınasını izah etmekten kelimeler bile aciz kalabiliyor.  Bir an kendimizi fikir mutfağında görevli olduğumuzu varsayalım gazeteye gelen her havadisi, her köşe yazısını,  dünyada olan biten her ne varsa süzgeçten geçirmek hiç kuşkusuz çok büyük özveri ve çok büyük beceri gerektiği çok açık ve net bir şekilde karşımıza çıkacaktır.  Derken bu işin, hele bilhassa mutfak kısmının her babayiğidin harcı olmadığını idrak etmiş oluruz da. Ama dedik ya,  söz konusu babayiğit Aziz Bal’sa tıpkı bir ressamın renklerle oynadığı gibi gazetede yayınlanacak olan maddi ve manevi her veri girişiyle büyük bir ustalıkla oynaya çağı muhakkak. Nitekim bunu bilhassa yukarıda bahsettiğim yazı dizisinin seyri akışında o zamanki yöntemlerle pano üzerine toplu iğnelerle yerleştirilen sayfalar üzerinde gerekli müdahaleleri ve gerekli rötuşlarını bizatihi kendim gözlemleyerek müşahede ettim. Gerçekten de sayfalara öyle bir dokunuşu vardı ki adeta harflerle, kelimelerle, dizgilerle, bir ressamın renklerle oynadığı gibi oynuyordu.  Derken mutfaktaki o dokunuş ertesi gün hazır halde önümüze geldiğinde günün yorgunluğunu üzerimizden almanın ötesinde dava aşkımızı dipdiri tutan bir menü olur da.
         Evet, Aziz Bal, bu usta editoryal dokunuşuylada alperenlerin yorgunluğunu alan isimsiz kahramanlarımızdan.  Ülkü camiasında pek çok isimsiz kahraman editörlerimiz daha vardı elbet, ama son halkada Aziz Bal alışılmışın dışında kabına sığmaz diyebileceğimiz türden bir editördü o. Onu kimi zaman masa başında kalem oynatırken, kimi zaman haber peşinde koştururken kimi zamanda tüm gazeteleri tek tek tararken gördük hep. Her gördüğümde de kendi kendime buna can mı dayanır düşünceler eşliğinde Allah yar ve yardımcısı olsun demekten kendimi alamazdım.   Onu o halde gördüğümüzde yüreğimizin dağlanmaması ne mümkün,  üstelik uğraş verdiği gazete kıt kanaat imkânlarla diğer gazetelerle yarışmak zorunda olan bir gazete.  Meğer Gündüz’ün etki gücü sadece Ülkü Yolu Alperenlerinin sesi olmak değilmiş,   kıt kanat imkânlar içerisinde sayfaların hazırlayışında onca akıtılan alın teri,  gözün feri ve el emeğinin de çok büyük bir etkisi söz konusudur. Nitekim gazete çalışanları da Aziz Bal şayet sayfalara eli değmezse adeta sayfaların renginin sarardığını,   illa ki dokunması gerektiğini söylemekten imtina etmediklerine çok defalar şahit oldum da.  Kelimenin tam anlamıyla onun dokunuşuyla gecenin karanlığı Gündüze dönüşebiliyormuş.  Aksi halde sanki gündüz gelmeyecekmiş gibi gece sayfa baskısı uzayıp gidermiş.  Aslında onun çalışma arkadaşlarının övgüsüne de ihtiyacı yoktu,  onun tek ihtiyacı takım ruhuyla çalıştıkları dava arkadaşlarıyla fırsat bulup da birlikte melemene kaşık çalıp, birde üstüne çay yudumlayabilmektir. Bu fırsatı yakaladığında bunu öpüp başına koyardı da. Övgüymüş, şuymuş, buymuş hiç umurunda bile olmazdı,  onun için varsa yoksa yarınki çıkacak olan Gündüzünün yayına girmesi çok mühimdi.
       Tan yeri ağarıp günün sabahın ilk ışıklarında Gündüzü okumaya başlayanlar her ne kadar işin mutfak kısmında ne olup bittiğinden bihaber olsalar da sonuçta Halik biliyor ya, bu yetmez mi?   Kendi açımdan ardından benim tek tesellim ise onun o çok büyük özveriyle ortaya koyduğu Alperenlik ruhunun ve azminin unutulmaz etkisidir.
     Velhasıl-ı kelam Aziz Bal, Ülkü Yolu Alperenlerinin hissiyatına tercüman olan Gündüz Gazetesinin aydınlık yüzünün adıdır.  
            Ruhu şad olsun.
             Vesselam.

  http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3882/gunduz-gazetesinin-aydinlik-yuzu-aziz-bal