29 Nisan 2017 Cumartesi

ULU HAKAN ABDÜLHAMİD HAN



     ULU HAKAN ABDÜLHAMİD HAN

SELİM GÜRBÜZER

      Yıllardır geçmişe kin beslemek ve padişahları karalamak meziyet addedilmiş, bilhassa bunlar arasında Ulu Hakan Abdulhamid’e inanılmaz iftiralar atılmıştır. Söğüt’te atılan maya tuttu tutmasına ama üç kıtaya hükmeden imparatorluğa ve padişahlara bu denli hor gözle bakmak bilmem hangi mantıkla izah edilebilir. Oysa tarihimiz 1923 ile başlamıyor öncesi var sonrası var. Dolayısıyla tarih şuurundan yoksun bir takım aklı evveller dün olduğu gibi bugünde olup biteni idrak etmekte biçareler.
          Peki ya biz?  Maalesef bizlerde tarihi olayları övgü ve yerme ekseni üzerine kurgulayarak yorumluyoruz. Bir bakıyorsun tarihi düşüşlerde kendimizi karamsarlığa sevk ederken, bir bakıyorsun tarihi yükselişlerde ise kendimizi bir anda coşkun halet-i ruhiye içerisine kaptırıyoruz.  Tabii hal vaziyet böyle olunca tarihi hadiselere bir türlü sebep netice çerçevesinde ele alamıyoruz. Belli ki yüceltmek ya da yermek kolayımıza geliyor. Öyle ya ne de olsa okullarda hazır önümüze konulmuş resmi tarih öğretileri var, ne diye durduk yere tarihi süreci analitik gözle değerlendirme çabasına girelim ki. İşte bu çarpık anlayıştır ki bizi bizden alıp önümüze konulan her ne varsa onu tarih addediyoruz.  Maalesef armut piş ağzıma düş anlayışı bizi analitik tarih bakışından yoksun kılmıştır. Sanki kendi kendimize zahmetsiz bir yol bulmuşuz, masa başı ahkâm kesmek varken analitik düşünceymiş objektif tarih anlayışıymış o da ne deyip duruyoruz. Hadi biz neyse de,  peki ya şu objektif kriterlerden bihaber kendini takım tarihçi sananlara ne demeli, habire zinde güçler tarafından ellerine tutuşturulmuş ezberletilmiş nakaratları genç beyinlere şırınga ederek yarınlarını çalmaktalar.  O halde ne yapmalı? Aslında yapılacak şey gayet basit,  bikere kökü mazide olan geleceğe ışık saçan tarihçilerimizin öğretileriyle yol alarak işe başlamalı.  
             Sultan Abdülhamid Han’da sonuçta bizim gibi bir insan, o’nunda hataları olmuş olabilir, ama büsbütün inkâra kalkışmak abesle iştigaldir elbet. Objektif tarih bilincine varmış olanlar gayet iyi bilir ki, Abdülhamid Han Osmanlı padişahları arasında en ufku geniş hakandır.  Nitekim payitahta daha oturur oturmaz çok güçlü istihbarat ağı kurmasıyla bir büyük deha hakan olduğunu gösterecektir.  Ne var ki bu ufuk sezgiliği İttihatçılar tarafından yanlış yorumlanıp istibdatçı olarak suçlayacaklardır. Onlar suçlaya dursun, Ulu Hakan kurduğu istihbarat ağıyla Osmanlı’yı tarih sahnesinde silmeye azmetmiş İngiliz-Siyonist-Ermeni ve tüm işbirlikçilere adeta saç baş yoldururcasına kendi canı pahasına bombalı suikast tertibine maruz kalacaktır. Zaten suikasta maruz kalmasa şaşardık,  çünkü Ulu Hakan tüm işbirlikçilerin üst aklı İngilizlerin tekerleğine habire çomak sokuyordu. İttihatçılar ise İngilizlerin değirmenine su taşıyıp böylesi asrın ufkunu aşmış bir padişahı eli kanlı katil, istibdatçı, cahil yaftalamasıyla ipe sapa gelmez iftiralarla yabancıların ekmeğine yağ süreceklerdir. Bakmayın siz öyle İttihatçı güruhunun özgürlükten dem vurmalarına,  kazın ayağı hiçte öyle değildi,  onların tek arzusu masaya yumruğunu vuraraktan İngilizlerin oyununu bozan adam yerine kuzu gibi sessiz etliye sütlüye dokunmayan cinsten adamı tahta oturtmaktı.  İşte tamda bu kriterlere uygun İngiliz güdümlü Mithat Paşa bulunmaz kaftandı.  Nitekim onu devreye sokmakta gecikmeyeceklerdir.  Hele bu ülkeye kin ve nefret tohumları ekilmeye dursun,  bu tohum günümüzün kanayan yarası olur da.  Derken gelinen noktada genç kuşaklar neyin doğru neyin yanlış olduğunu daha idrak etmeye fırsat bulamadan Ulu Hakanın dehalığını keşfedemeyeceklerdir.  Nasıl keşfetsinler ki,  baksanıza had hududu aşmada o kadar ileri gidildi ki, Sultan Abdulhamid’in ne gaddarlığı, ne zalimliği, ne kıskançlığı, ne kızıl sultan yaftalığı, ne de hainliği kalır. Gerçek şu ki,   ipe sapa gelmez tüm karalamalar,  ön yargılı ve art niyetli çevrelerin içlerinde taşıdıkları kin, nefret ve husumet duygularının kusulmasından başka bir şey değildir. Şayet dert dava bir günah keçisi bulmaksa hiç boşa heveslenmesinler bunun adres mahalli Ulu Hakan değildi,  bizatihi kendi adres mahallinde büyütüp besledikleri Mithat Paşa kuklasında aranmalıydı. Aramış olsaydılar, adım adım İsrail Devletinin kurulma yolunda maşa olduklarını göreceklerdi.  Bilerek ya da bilmeyerek bu işe soyunsalar da fark etmez, sonuçta Osmanlıya karşı otuz cephede savaş açılaraktan göz göre göre Devlet-i Aliye’yi Al-i Mithat yönetimiyle birlikte uçurumun eşiğine getirmişlerdir.  
            Dedik ya; tarihi objektiflikten mahrumiyetlik tarihi olaylara övme veya yerme ekseninden değerlendirmenin getirdiği mecrada karşımıza tarihi olayları analiz edebilecek kabiliyetten yoksun hafızasını yitirmiş nesil çıkardı. Maalesef genç körpe dimağlara tarih anlatımında, ya aşırı yermeyle yüreklerini kin ve öfkeyle doldurduk, ya da aşırı övmeyle tarihi şahsiyetleri dokunulmaz zırhına büründürdük. Sadece bunlarla sınırlı kalsa gam yemeyiz, elin adamının kendin hakanımıza taktığı yaftalamayı baş tacı ettik.  Nasıl mı? İşte Ermeni okullarında kışkırtıcılık yaptığı için yurt dışına sürülen Piyer Kiyar denen adamın Sultan Abdülhamid Han’a yönelik ‘Kızıl Sultan’ yaftasına sarılmak bunun en bariz göstergesi. Yetmedi Mithat Paşa ve Damat Mahmut Paşa Taif kalesinde hastalıktan değil de güya boğdurularak öldürülmesinde Abdülhamid’in parmağı olduğu yalanını hakikat sandık. Oysa bu akla ziyan bühtandı, bikere amcası Sultan Abdülaziz’in katliyle ilgili davaya bakan Yıldız Mahkemesinin kararında Mithat Paşa suçlu bulunmasına rağmen hakkındaki idam kararını sürgüne çevirecek kadar âlicenap bir örnek sergilemiştir. Ulu Hakan üstelik Mithat Paşanın kendi elleriyle anayasaya koyduğu kendi sonunu hazırlayacak maddenin aksine onu sadrazamlıktan azlederek Avrupa’ya sürgün etmiş,  hatta bir ara yurtdışında kalmasında endişe duyarak Girit’te ikamet etmesini sağlamış, derken önce Suriye sonrasın da İzmir valisi yapmıştır. Şimdi bir düşünün,  Ulu Hakan böylesi âlicenaplık örneği sergilerken Mithat Paşa ne yapıyor dersiniz. Malum, Abdülaziz’in ölümüyle ilgili soruşturmada önce İngiliz konsolosluğuna sığınmak için teşebbüs etmiş ancak konsolosluk kapalı olduğundan Fransız konsolosluğuna sığınmak istemiş, tabii himaye talebi kabul görmeyince bu kez teslim olup mahkeme huzuruna çıkmak zorunda kalmıştır. Hadi bu neyse de Ulu Hakan, Mithat Paşanın İngilizler tarafından kaçırılacağını düşünerekten bu hususta tedbirler almayı da ihmal etmez.  Ama gel gör ki kimilerince alınmak istenen bu tedbirin Taif kalesinde Mithat Paşa’nın hastalıktan mı, bir başka nedenle mi bilinmez ama ölümüyle birlikte yukarıda da belirtik ya güya Abdülhamid’in muhafızlarınca boğdurularak öldürttüğü şeklinde karşılık bulacaktır.  Ne diyelim işte görüyorsunuz Ulu Hakanın Mithat Paşayı öldürttüğü yalanı ortaya atılabiliyor. Oysa ülkesini seven bir tarihçi bu tür yaftalamalara pirim vermeyip objektif bir dil kullanması icap eder. Aksi halde bunun adı analitik tarih bir bakış açısı olmaz düpedüz düzmece yalan tarih olur. Kaldı ki yalan söyleyen tarih anlayışıyla nereye kadar varılabilir ki, er geç hakikatler ortaya çıkabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla gerçekleri çarpıtma tarih anlayışıyla bir arpa boyu yol mesafe kat edilemez. 
           Evet,  Mithat Paşa İngilizlerin sinsi oyunlarına kapılıp Talebe-i Ulûm’u tahrik etmekle Osmanlı’yı 93 Harbin  (Osmanlı Rus savaşı) eşiğine getirmiş bir kişiliktir. Ama her ne hikmetse Mithat Paşa üzerinde durulmayıp yaşanan bunca olayların müsebbibi olarak Ulu Hakan mercek altına alınmıştır. Düşünsenize Ulu Hakan Abdülhamid Han bu savaşa baştan beri karşıt görüş belirtmesine rağmen savaşın sorumlusu tutulabiliyor. Daha da yetmedi Moskof yanlısı ithamıyla yüzleşiyor. Oysa o, 93 Harbi kararını vermek mecburiyetine itilmiştir. Neyse ki Ulu Hakan harb sonrası ülkenin elden gittiğini ve ordunun ikiye parçalandığının farkına vardığı anda tüm yetkileri kendinde toplamasını bilmiştir. İşte bu noktadan sonra istibdatçı suçlamasına maruz kalacaktır. Aslında Ulu Hakan meşverete önem bir padişahımızdı, ama o dönemde ülkemiz daha henüz bu kültür iklimine hazır değildi, bu yüzden ülkenin bekası için Meclis-i Mebusan’ı kapatmak zorunda kalmıştır. Kaldı ki; Yılmaz Öztuna’nın da belirttiği üzere; Meşrutiyet 1878 Türkiye’sinin gerçekleriyle bağdaşmıyordu. Nitekim 60 kadarı gayrimüslim olan toplam 240 kişilik Meclisi Umuminin harb lehinde (93 harbi) kararı memlekete çok pahalıya mal olmuştur. Şöyle ki; Moskof’un Ayastefanos (Yeşilköy)  önlerine kadar gelmesine neden olan bir durum ortaya çıkmıştır. Böylece cihangir devlet özelliğimize gölge düşürülmüştür. Hele cihangir devlet düşmeye bir dursun, Kırım savaşı, 93 felaketi,  İttihatçı güruhu belası, Balkan musibeti ve cihan savaşı derken zincirlemesine bir dizi felaketler Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesini beraberinde getirecektir.
            Zinde güçler Ulu Hakan Abdülhamit Han'ı istibdatla itham ederken,  bakın bir İngiliz gazeteci M. de Blowitz onların tam aksi bir tespitle Abdülhamid Han’ın dilinden şu sözlerle tarihe not düşecektir:
            “.. Bir hürriyetin taşkın mevcudiyeti de büsbütün yokluğu kadar tehlikelidir! Kullanılması bilinmeyen bir memlekette hürriyet, nasıl kullanılacağını bilmeyen bir kimseye verilen silaha benzer. O kimse böyle bir silahla anasını, babasını, kardeşlerini, sonra da kendisini öldürebilir.. Her şeyden önce bir memleketin hürriyet kültürüne karşı hazırlanmış olup olmadığı tetkik edilmelidir!..
           Aslında bu ifadeler Ulu Hakanın hürriyet düşmanı olmadığının bariz göstergesidir, her şeyden önce hürriyet şuurunun oluşmadığı bir zeminde hürriyetin kendisi değil kabuğuyla oyalanmak olurdu ki, bu bizi İngilizlerin dümen suyuna girmekten başka bir işe yaramayacaktı.  Bakın yine Abdülhamid Han bu konuda şöyle der:
           “.. Bizim Jön Türkler, kuruntulara kapılmış mahlûklardır. Bizde meşruti idare ve Kanuni Esasinin ilanı demek umumi bir mücadele ve halkı birbirine saldırtacak bir muharebe ilanı demektir. Ne gariptir ki, İngilizler bu nimeti Hindistan’a bahşetmek istemedikleri halde, bizim Jön Türklerce memleketimizi bir parlamento ve Anayasa ile teçhiz için her vasıtaya müracaat edip duruyorlar…
          İşte yukarıdaki satırlar iyi analiz edildiğinde Abdülhamid Han’ın ne kadar ileri düzeyde ufuk sahibi bir bilge hakan olduğunun bariz delilidir. Maalesef güneş balçıkla sıvanamaz gerçeğine rağmen hala hakkında Kızıl Sultan denilmeye devam edilmesi büyük bir talihsizliktir. Hak getire ortada ne ölçü, ne hürmet ne de erdemlilik var, doğru olan her şeye meydan okunup kör topal karşı çıkılmıştır. Oysa o, ülkeyi İngiliz entrikalarının cenderesine sokan birçok İttihatçı güruhunu bile memleketin âli menfaati için maaşa bağlamakla kalmamış istediği yerde kalma hakkı da tanıyıp sürgün etmekle yetinmiştir. Keza kendisini öldürmeye yeltenen doktorlara da öyle yapmıştır. Şimdi soruyoruz verilen ceza mı, ödül mü siz karar verin. Ulu Hakan'ın yerinde bir başkası olsa ne maaşa bağlar, ne de sürgün ederdi,  bir çırpıda idam mekanizmasını işletip kökten meseleyi halledeceği muhakkak. İşte Ulu Hakan farkı bu. Zaten farkı fark ettiren merhametin doruğuna ulaşmışlığıdır. Kelimenin tam anlamıyla o böyle bir mizaca sahip olmakla kan dökmenin ülkeye yarar getirmeyeceğini şuurunda bir hakanımızdır. Onun için birinci derece ölçü ülkenin âli menfaatidir.  Bakın İsmet Bozdağ bu mevzuda şöyle der:
      “ Abdülhamid Han Namık Kemal’i çok seviyor. Fakat bakıyor İttihatçılar kendisine zarar verecek, maaşını vererek sürgüne gönderiyor. Yani bu kadar ince düşünebiliyor..
            Evet, Namık Kemal yurt dışında Ulu Hakan aleyhine muhalefet etmiş ama biz yinede onu vatan şairimiz ve kıymetimiz olarak biliriz. Yani farkımız bu.
         Osmanlı hasta yatağında bile kurtuluş için çareler arıyordu. İşte bu arayış içerisinde Abdülaziz Han Osmanlı’ya büyük donanma kurma yolunu açmıştır.  Ancak kurduğu donanmanın meyvelerini görmeden askeri bir darbeyle halledilip öldürülmekten kurtulamayacaktır. Belli ki; Ulu Hakan Abdülhamid Han'ın üzerinde amcasının menfur bir cinayete kurban gittiğinin etkisi olmuş ki; tahta oturduğunda doğrudan Avrupa'nın düşmanlığını kazanmamak adına donanmayı tersanede bekletmeyi uygun görmüştür. Zaten onun ömrü boyunca izlediği en mühim özelliği iç ve dış düşmanların hesaplarını altüst edecek ince stratejik politikalar izlemesidir. Bilhassa uyguladığı stratejik manevralarla Ortadoğu, Asya, Balkanlar ve Avrupa ülkeleri arasında denge kurabilmiştir. Şayet aksi bir yol izlemiş olsaydı en küçük bir kıvılcımla bütün Avrupa devletleri ortak bir cephede birlikteliği vuku bulacaktı. Ki; bu Osmanlının çöküşü demek olacaktı. İyi ki de Ulu hakan varmış. Böylesi bir deha hakana can kurban... Baksanıza o bir yandan Avrupa’daki devletlerin kendi aralarında ihtilaf içerisinde kalması için tüm diplomatik kanalları kullanırken öte yandan da İttihadı İslam çalışmalarına hız verecektir.  Anlaşılan Müslümanların dışa karşı çetin,  birbirlerine karşı mütevazı olması gerektiği ilahi düsturunun tatbikatı Ulu Hakanda fazlasıyla mevcut. Değim yerindeyse o kurdu kurda kırdırma politikasıyla Osmanlının düşüşünü 33 yıl geciktirmiş bir hakanımızdır.  Ne var ki o dış politikada başarılar kaydedip tam istediği noktaya geleceği anda, tahttan alaşağı edilecektir. Maalesef Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın hal edilişini sağlayan İttihat Terakki güruhun ülkeyi birbiri ardınca Trablusgarp (1911), Balkan (1912) ve I. Dünya Savaşına (1914) sürükleyip Devleti Aliye’nin gücünü kırmışlardır. Zira İttihatçıların imtizac-ı akvam (kavimlerin kaynaştırılması) ve ittihad-ı anasır (etnik unsurların birleştirilmesi) politikaları Osmanlının sonunu getirmiştir. Bir başka ifadeyle Ulu Hakan'ın hal edilmesinin yanı sıra koskocaman imparatorluğun çöküşünde tıpkı günümüz ulusalcı kanadın birleştirilicilikten uzak etnik ayrılık içeren söylemlerine benzer tavırların bir benzer durum yaşanmıştır. İşte o özden uzak söylemler İttihatçı eliyle Cumhuriyetin kuruluşuna da sıçramış, derken Türk olmayan her etnik unsur tehdit kapsamına girmiştir. Şimdi elli yıldır PKK ile niye başımızın dertte olduğunu daha iyi anlıyoruz. Düşünsenize akşam yatıp sabah uyandığımızda hala bölünme korkusu yaşıyorsak bunda bir bit kemiği var demektir. Hâlâ Türk kimliği dışında bağrımızda yaşayan diğer alt kimliklerin taleplerini görmezden gelebiliyoruz. Sadece kanayan yaramız etnik ayrımcılık mı, elbette ki hayır, mütedeyyin dindar kesimde öteki listesine girmekten kurtulamamıştır. Bakalım bu ayırımcılık, bölünme, yok olma ve parçalanma korkusu nereye kadar devam edecek, doğrusu merak konusu. Galiba farklılıkların ayrılık olarak telakki edilmediği ve yeniden Anadolu kilimi üzerine kardeşlik desenlerinin işlendiğini ilmek ilmek gördüğümüzde merakımız giderilmiş olacak.
          Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın politik dehasına ilave olarak Hilafet siyasetini de gözden kaçırmamak gerekir. Hilafet gücü sayesinde Siyonizm'in oyunları bertaraf edilmiştir. Şöyle ki; Filistin davasında, İngilizlere ümit bağlamış Siyonistlerin heveslerini kursağında bırakacak tek engel bariyer Ulu Hakan olmuştur.  Hatta onun hilafet siyaseti ileride İslam dünyasının kuvay-ı milliye mücadelemizde bize maddi ve manevi destek vermelerinin yolunu açacaktır. Dahası birçok devlet adamının ve Alman Devlet Prensinin “Ben siyaseti Abdülhamit’ten öğrendim” dediği bir deha olmanın ötesinde yaşadığı devrin karmaşık yapısını izlediği akıl dolusu denge politikasıyla lehimize çevirebilecek maharetin adıdır o.  Hâsılı o büyük ülkelerin kendi aralarındaki ihtilaflarından yararlanıp krizleri fırsata çeviren politikasıyla imparatorluğu 33 yıl ayakta tutmayı başarabilmiş bir diplomatik dehadır.
           Bakın,  meşhur tarihçimiz Yılmaz Öztuna o’nun denge politikasını şu ifadelerle teyit eder:
             “ II. Abdülhamit’in siyaseti Makedonya’da Hıristiyan azınlıkları, Bulgar ve Makedonyalılar ile Yunanlılar, Sırplar ve Romenleri denge halinde tutmak, daha açık tabirle; birleşmelerine ve tek cephe halinde Türklerin ve Arnavutların karşısına çıkmalarına engel olmaktı. Esasen bu kavimler arasındaki düşmanlık pek şiddetli olduğu için böyle bir siyaset gerçeklere dayanıyordu.”
          Gerçekten de Ulu Hakanın dâhiyane siyaseti o günlerde fark edilmese de II. Meşrutiyetin ilanı akabinde şu meşhur İttihatçıların ittihad-ı anasır (etnik unsurların birliği) politikasının hayal ürünü olduğu açığa çıkmasıyla fark edilecektir. Malum; İttihatçılar Fransız ihtilalı sonrası dünyada yayılmaya yüz tutmuş milliyetçilik dalgasının etkisine kapılıp Devleti Aliye’ye etnik kimlik doğrultusunda yön vermeye kalkışmaları sonucu ilk etapta Bulgarlar istiklale kavuşmuştur. Bu arada Avusturya boş durmamış Bosna-Hersek’i kazanmış, en son Girit’i kaybedip topyekûn gayri Türk anasırın ayaklanmalarına zemin hazırlanmıştır. Böylece ecdat yadigârı coğrafyamız bir bir elimizden çıkıp büyük bir dağılış gerçekleşmiştir. Hem de ne dağılış,  bir zaman üç kıtaya hükmeden imparatorluğun sonunu getirecek dağılıştır bu.  Şimdi gel de Ulu Hakanı arama.  Her ne kadar bazı aklı evveller Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın Kanun-i Esasiyi (ilk Türk anayasası) yürürlüğe koymasının arka planında yatan asıl amacın, kendi tahtını korumaya yönelik hamle olduğunu belirtseler de, bizim o’na olan müsbet bakışımız değişmeyecektir.  Nasıl bakışımız değişsin ki; Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın bizatihi kendisi Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşaya söylediği sözlere baktığımızda taht sevdalısı olmadığı ortaya çıkar:
            “ Bir hükümdar için lazım olan şey; memleketin menfaatidir. Eğer bu menfaat kanun-i Esasinin ilanında ise, o da yapılır. Fakat iyi tatbik olunur mu? Türkün menfaati mahfuz kalır mı? Burasını kestiremiyorum..
           … O sahte Islahatın başına bizzat ben geçmeliyim. İngiltere’nin dolaplarıyla düzenlerini boşa çıkarmak için yegâne çare budur. Bugün Islahat fikirleriyle sarhoş olanlar, akılları başlarına gelince devleti uçuruma sevk edebileceğini belki nihayet idrak edebileceklerdir.
        Şayet Ulu Hakan Abdülhamid Hanın düşünceleri hayata geçip o ince siyaset izlenseydi ne kiliseler kanunu yürürlüğe girip Yunan-Sırp-Bulgar birlikteliği vuku bulurdu, ne Balkan Harbi çıkardı,  ne de I. Dünya Savaşına katılırdık. Evet,  Meşrutiyet Midhat Paşa'nın zorlamalarıyla ilan edilmiş ama bunun bir İngiliz ve dış güçlerin bir tezgâhı olduğu da bir vaka. Zira bunu Ulu Hakan Abdülhamid Han tekrardan yetkileri eline aldığında meclisi niye kapattığına dair gerekçesinden bileceğiz.  İyi ki Ulu Hakan,  tüm yetkileri kendinde toplamış, böylece Tanzimat’la başlayan her hususta İngiltere’ye danışalım anlamına gelen tüm sinsi politikalara son verip bunun yerine kendi feraset kokan stratejik yerli politikalarını ikame edecektir. Ne var ki bu stratejik hamle hem kendisine, hem de ülkemize pahalıya mal olacaktır. Zira yürürlüğe koyduğu 33 yıllık denge politikasının semerelerini tam toplayacağı sırada iç ve dış mihrakların tertibiyle tahtından indirilip Osmanlının çöküş süreci hız kazanacaktır.  Aslında bu olay milli haysiyet ve istiklalimizin tahtından indirilişi olayıdır.  Meğer gerçek Hilalimizi o zaman kaybetmişiz.
           Nihayet Ulu Hakan Abdülhamid Han’a yapılan tüm haksız muamelelerden pişman olanlarda oluyor, ama bu geç kalınmış pişmanlık bize pahalıya mal olup Osmanlının hasta yatağında kalkmasına yetmeyecektir.  Nitekim niye bu hallere düştüğümüzün cevabı Şair Rıza Tevfik Ulu Hakan'a ithafen dile getirdiği:
           “.. Tarih adını andığı zaman,
             Sana hak verecek Ey Koca Sultan;
             Bizdik utanmadan iftira eden,
             Asrın en siyasi padişahına”  mısralarında pekâlâ görmek mümkün.
           İcabında o’nu ifade etmede tek başına şiirinde gücü yetmez, ardından bıraktığı eserler kendi hal lisanıyla onu her an anıyor bile. İşte Ulu Hakan Abdülhamid Han döneminden miras kalan eserlerin bir kısmını listelediğimizde;
          “ -Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mektebi Mülkiyeyi Şahane),
           -Tıp Fakültesi (Mektebi Tıbbiyeyi Şahane), yani Şişli Eftal Hastanesi ve Askeri Tıbbiyeyi de o kurmuştur. 
           -Harb Okulu (Mektebi Harbiye-i),
           -Teknik Üniversite (Yüksek Mühendis Mektebi),
          -Hukuk-Fen-Edebiyat Fakülteleri,
          -Güzel Sanatlar Akademisi,
          -Maliye ve Ticaret Okulu,
          -Yüksek Muallim Okulu,
          -Dilsiz ve Ama Mektepleri
          -Pekin’den yaptırılan camiler ve Afrika’nın en ücra köşesine kadar açılan tekkeler”  gibi bir dizi eğitim kurumlarda mührü vardır.    Yetmedi o kendi dönemi itibariyle ileri ufuk anlayışıyla gerek tiyatro, gerek ulaşım teknolojisi, gerek İstanbul’un tümünü kapsayan harita çalışmaları, gerekse tıp alanında ki atılımlarıyla göz dolduran yüce bir hakandır. Ayrıca Pasteur’un İstanbul’a davet edilmesi o’nun ne denli ilme önem verdiğinin bir göstergesidir.
        Hicaz Demir yolu projesi İngilizlerin İslam âlemi üzerindeki sömürgeci anlayışını bertaraf edebilecek nitelikte bir projedir. Hakeza GAP projesinin fikri temelleri bile cennet mekân Sultan Abdülhamid Han'a aittir. Hatta Hicaz Demir yolu Projesi ve Boğaz köprüsü formülü dâhiyane zekâsı sayesinde gerçekleşmiştir. Buna Marmaray da dâhildir elbet. Daha nice sayamadığımız birçok reformlar onun yadigârıdır.
          Velhasıl Ulu Hakan; hasta adam gözüyle bakılan Osmanlı’nın yıkılışını bekleyen birçok devlete karşı gerek sosyal, gerek iktisadi ve gerekse askeri reformlarıyla 33 yıl Devleti Aliye’yi ayakta tutup heveslerini kursaklarında bırakan nevi şahsına münhasır bir devletlûdur.
           Vesselam.
               

 http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1098/ulu-hakan-abdulhamid-han.html

22 Nisan 2017 Cumartesi

ANKARA ANKARA OLALI BÖYLE BAŞ OLMAMIŞTI



ANKARA ANKARA OLALI BÖYLE BAŞ OLMAMIŞTI

SELİM GÜRBÜZER

   Başlar baş olmalı ki ayaklar kokuşmasın.  Bir zamanlar balık baştan koktuğu içindir iki yakamız bir türlü bir araya gelememişti.  Ne şehirler şehirdi,  ne statükocü liderler liderdi, ne müesses nizam dedikleri nizamdı.
   Malum olduğu üzere, İstanbul birçok medeniyetlere beşiklik etmiş üçüncü baş Roma şehrimizdir. Nasıl üçüncü baş Roma şehir olmasın ki; Roma-Bizans-İslam medeniyetlerinin yaşandığı alan burasıdır. Kim derdi ki Osmanlı daha henüz iki yüz çadırlık bir beylikken ilk başkent nüvesinin temellerini Söğüt’te attıktan sonra bir gün gelip üçüncü Roma'ya dönüşeceğini.  Elbette ki bunu baştan kestirmek mümkün olmazdı. İşte söğütte temeli atılan bu nüve filiz verip dal budak saldıkça payitahtlarımız sırasıyla Yenişehir'e, Yenişehir'den Bursa’ya,  Bursa'dan Edirne’ye taşınmış,  derken Feth-i Mübin'in gerçekleşmesiyle birlikte İstanbul bizim kalıcı payitaht üçüncü Roma başkentimiz olmuştur.  Zaten dünyada böylesi bir dördüncü başşehir yoktur.  Bu yüzden Fatih Sultan Mehmed, bizim için başkenti devletine, devleti başkentine kavuşturan zat-ı şahane tek lider padişahımız dersek yeridir. O aynı zamanda Peygamberimizin mübarek lisanından; ‘İstanbul’u fetheden kumandan ne büyük kumandan’ övgüye mazhar olmuş Payitaht Başbuğumuzdur.  Evet, Fatih, bu hadis-i şerifin müjdesinde batıya karşı doğunun ışığı olmuştur.  Gerçekten de Fatih’in İslam mührünü İstanbul'a taşımasıyla birlikte bu şehir bir bambaşka çehre kazanır da. Öyle ki, İstanbul kısa bir zaman dilimi içerisinde tarihi, kültür ve medeniyet hamlesiyle her haliyle örnek bir başkent haline dönüşüm yaşar da.
        İstanbul sadece bizim değil,  tüm İslam dünyasının da merkezidir. Bakın Şam,  Tebriz, Basra, Bağdat, Semerkand,  Buhara Ankara’ya değil İstanbul’a aşinadır hala.  Aşinalıktan söz edilince ister istemez insanların aklına şu soru takılabiliyor; acaba şu koskoca dünyada İstanbul kadar kendine özgü, kendiliğinden başkentlik özelliği bulunan kaç şehir vardır diye.   Evet, iddiamız odur ki; İstanbul sadece müthiş güzelliği ile dikkat çeken bir şehir değil,  tüm medeniyet kodlarını bünyesinde taşıyan bir dünya başkentidir. Bir yandan gök kubbeden yedi tepeye esen rahmet rüzgârın yeliyle yedi düvele meydan okurcasına gönüllere hoş seda olurken öte yandan köklerinde mevcut olan medeniyet kodlarıyla insanlığı selamlayan bir şehir olarak dikkat çekmektedir. O bizi selamladığında her tepesinden onu seyre daldığımızda insana apayrı bir ruh katan şahika eser bir medeniyet şehri olduğunu idrak ettik bile. Bu yüzden o eşsiz güzelliğini seyretmenin bir ömre bedel olduğunu haykırsak yeridir. Zaten bu özelliği sayesinde hem Türkiye'mizin kalbi olmaya,  hem de dünyayı aydınlatan başkent bir şehir olmaya devam ediyor,  edecekte.   Besbelli ki dünyada birçok ülkeye baktığımızda birçoğu İstanbul'u örnek almış olsa gerek kendi kök kodlarının sembolü gördükleri başkentlerine dokunmamışlardır. Nitekim I. Dünya savaşının o ateşli havasından bizimle beraber aynı kaderi paylaşan Avusturya ve Macaristan imparatorlukları da mağlup düşmelerine rağmen başkentlerine dokunmamışlar, o gün bugündür Viyana hala başkenttir.
        Peki, biz ne yaptık,  bir kere sınır uçlarında kalmanın risk olduğunu düşünerekten Anadolu’nun tam ortasında bir yerde konuşlanmışız. Özellikle kimselerin dikkatini çekmeyeceği bir yer seçmişiz, sanki burayı kimseler görmesin diye tasarlanmış. Tabiatıyla gözden uzak olunca köklerimizle bağımızı yitirir olduk.  Meğer atalarımız;  gözden uzak olan gönülden de uzak olurmuş demekle haklıymışlar. Anlaşılan çokluk içinde birlik anlayışının zıddı bir ulusal söylemle Anadolu’nun orta noktasına mıhlanmanın kararını almışız. Oysa İstanbul tarihi süreç içerisinde bin yıldan fazla payitahtlık yapmış bir şehirdi, Ankara ise daha henüz yüzüncü yılını bile doldurmuş değil. Milli mücadelenin ardından kendimizi göbek taşına kilitlemişiz adeta. Ankara’nın başkent oluşu sebebinin İstanbul’un işgal edilmesiyle yakından ilgisi olduğu söylenir hep. Varsayalım ki o zamanki şartlar çerçevesinde bu görüşü bir nebze geçerli kabul etsek bile, artık günümüzde cephe ilerisi de cephe gerisi de aynı ölçüde risk teşkil eden kapsam içerisinde olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak yine de İstanbul’un nüfus potansiyeli ve coğrafi konumu Ankara’ya göre çok daha bir korunma imkânı veriyor. Zaten zaman içerisinde anlaşıldı ki;  Ankara bu konumuyla karşılaştığımız her meselede üstesinden gelemeyecek bir başkent izlenimi vermektedir. Şayet Ankara üniversiteler şehri ya da ilim ve kültür merkezi şeklinde dizayn edilmiş olsaydı bu mesele bir çırpıda çözülmüş olacaktı. Dolayısıyla çok kültürlü ve aynı zamanda tüm medeniyetlerin izlerinin bir arada görmek imkânının bulunduğu payitahtı terki diyar eyleyeli, savunma ağırlıklı konumda kalmışız. Nasıl savunma konumda kalmayalım ki,   çok renklilikten tek renkliliğe geçişişi meziyet addetmişiz. Her şeyden önce İstanbul’la Ankara arasında göze çarpan bariz fark; biri hareketliliğin göstergesi, diğeri durağanlığın simgesi olmasıdır. Yine biri tarihle buluşmanın adresi niteliğinde medeniyetlerin beşiği olması, diğeri ise tarihten uzaklaşmanın ve durağan kalma özellik arz etmesidir. Maalesef dünyada soğuk savaş döneminin sonuna kadar etliye sütlüye karışmama politikasının en iyi şekilde icra edilen hüviyete bürünmüş başkent Ankara dersek yeridir. Neyse ki Tayyip Erdoğan dönemiyle birlikte Ankara’da İstanbul ruhuyla artık hareket eder durumdadır.
   
ANKARA İSTANBUL'A ALTERNATİF OLABİLİR Mİ?
       Bir zamanlar dağdaki çoban da anlamış olsa gerek ki;   dünyadan olan bitenden haberdar olmak için ara sırada olsa şehre inmeye ihtiyaç hissetmez,  ne de olsa dünyadan bihaber durağanlığıyla meşhur içine kapanık bir başkent var niye ihtiyaç hissetsin ki, dolayısıyla dağdaki çobanın gamdan tasadan uzak sürülerinin başından ayrılmamasına şaşmamak gerekir.  Evet, çoban haklıdır, Ankara bu haliyle soğuk savaş döneminin sonuna kadar suya sabuna dokunmama politikasının en iyi şekilde uygulandığı bir başkent olarak dikkat çekmiştir. Fakat gelinen nokta itibariyle bu tutumun sürdürülebilirliği de yoktur. Özellikle etrafımızda cereyan eden etnik ve mezhebi ayrılıkların körüklediği meselelerin yanı sıra Balkanlarda, Orta doğuda, Asya'da,  Akdeniz'de ve Kafkasya'daki hareketlilik Ankara’nın umursamaz havasını bir anda silip süpürebiliyor. Derken artık bir dünya devleti olmak misyonumuza dönüş yapıp, yerimizde çakılı kalmak sevdasında ki ısrarımızdan vazgeçme noktasına geliyoruz. Ankara geçte olsa İstanbul’un misyonunu yüklenme gerektiğini fark ediyor, eskisi kadar bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın tavrı sergilemiyor ve bu anlayışı terk etme noktasına geldi nihayet. Her ne kadar eski klasik şablonlarla yetişmiş bir üst rütbeli askerimiz ‘Bizim ne işimiz var Yemende, Lübnan’da’ diye feryat etse de,  ülke çıkarları ne gerektiriyorsa onu yapmaya mecburuz, bu kaçınılmaz. Hani ne oldu o içe kapanık söz sadece söylenmekle kaldı, gördük ki askerimiz Kore’de olduğu gibi Afganistan ve Lübnan’a da pekâlâ asker gönderilebiliyormuş. Yetmedi Fırat kalkan harekâtıyla mazluma umut zalime korku salacak refleksle sınırlarımızın ötesine taşabiliyoruz artık.
        Zaten istesek de istemesek de tarih ve sınır ötesi coğrafya ile yüzleşmekten kaçamayız, şartlar zorluyor çünkü.  Üstelik her geçen gün Ankara İstanbullaşıyor da.  Bakın İstanbul bir zamanlar yetmiş iki milletin derdiyle dertlenip din ve etnisite farkı gözetmeksizin adaletle yönetirken,  Ankara ise bırakın dış dünyada akan kana duyarlı olmayı, kendi insanının meselelerine bile kayıtsız kalmıştır. Yeni başkentimizin bugüne kadar Kore’ye asker gönderme ve Kıbrıs’a barış gücü çıkarmanın haricinde gözle görülür her hangi bir manevrasına şahit olamadık. Ankara durduk yerde 85 yıllık sürecini halkı tepeden yönlendirmeye çalışıp zaman kaybetmekle dış dünyaya karşı elimizi zayıflatmıştır. Hele şükür ki, halkımız bunca tepeden yönlendirmelerle hor görülüp itilip kakışılmasına rağmen “Allah devletimize zeval vermesin”  diyecek bir gönül yürekliliğinden vazgeçmemiştir. İşte görüyorsunuz insanımız kökleriyle bağları koparılmaya çalışılsa da devletine kolay kolay devletine küsmeyen bir tavır sergileyebiliyor.  Hatta 28 Şubat post modern darbe ve 15 Temmuz FİTÖ ihanet çetesi darbe girişimiyle duyguları rencide edilse de ordumuzu Peygamber ocağı görmeye devam etmekte ısrarlı da. Tabii bu kayda değer bir erdemliliktir. Anlaşılan kök kodlarımız kolay kolay unutulmuyor. Allah korusun kök kodlarımız tırpanlanırsa ortada ne gövde,  ne dal,   ne de yaprak kalır.
         Yeni kurulan devlet Osmanlı’nın devamıydı, ama devamı olduğunun kabulü noktasında tereddüt hali yaşanması bugünkü sıkıntıların kaynağını oluşturdu. Bikere Türkiye Osmanlıdan devr aldığı dış borcu yüklenirken onu bir baba kabul ettiğine iyi bir işaretken Osmanlı devlet geleneğinin tarihi kodlarını inkâra kalkışması da bir o kadar kötüye gidişatın bir işaretiydi. Tabii bu büyük bir hataydı.  Sonradan anlaşıldı ki, kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, tarihi kodlar reddedilse bile Osmanlının torunlarıyız gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Ne var ki uzun bir süredir diplomaside masanın dışında kalmamız tarihi tecrübelerden kopmamızdan kaynaklanan bir durumdur. Neyse ki bugün diplomatik başarının masanın başında bulunmakla gerçekleşeceğini fark ettik, dahası ceddin babamızı hatırlayıp taşın altına elimizi koymayı yeniden keşfettik. Dünyada ki hızlı gelişmeler, hızlı dönüşümler bizi bu koridora kendiliğinden sürükledi bile. Artık sadece evimizin önü değil komşu bahçemizin durumu da bizi ilgilendirir anlayışı egemendir. Donuk kalmak bir yere kadarmış meğer.
İÇ GÜVENLİK KAYGISI
      Tek tip insan yetiştirmek, herkese aynı elbise giydirmek ve kültürü basitleştirmek uygulamaları tercih hatasıydı aslında. Sonradan anlaşıldı ki; tek düze uygulamalar içte sıkıntılar doğuruyor. Nasıl doğurmasın ki; geçmişte Şeyh Said’in şahsında simgeleşen Kürt olayı, Risaleyi Nur talebelerine uygulanan sıkı takip politikaları ve Türkçülere uygulanan tabutluk işkenceleri, 12 Eylül öncesi ülkücü ve devrimci refleksin tırmandırılması bunun en tipik misalleridirler. Üstelik Ankara, İstanbul gibi kültürleşemeyip siyasileştikçe her on yılda bir halk iradesi kesintiye uğruyordu. Her demokratik kesintinin ardından halk kendine yakın olanı iktidar yapıp tepkisini ortaya koysa da tek tip üniforma giydirme dayatmaları hız kesmiyordu. Birilerince habire bildik senaryolar servis edilip zaman zaman psikolojik hareketler tazelenerek ülkemizin yarınları karartılmak istense de gerek askeri vesayet simgesi 28 Şubat post-modern darbe, gerekse 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminin Başkanlık sistemiyle yerle bir olacağını, yani 16 Nisan’la birlikte tarihin çöplüğüne gömüleceklerin işaretini almış olduk
        Bu arada bir başka mesele de;  kurtuluş savaşı mitinin canlı tutulmaya çalışılma hadisesidir. Galiba bu durum yılların birikmiş korkunun eseri olsa gerek, ikide bir her yıl kurtuluş günleri düzenleme ihtiyacını hissediyoruz. Ebette ki adı üzerinde Milli Mücadele, yani kurtuluş mücadelemiz, ancak garip bir korku hali mi desek, yoksa gereksiz endişe haline kapılmak mı desek bilinmez ama kurtuluş bayramlarını kutlamayı rutin hale getirmişiz. Oysa bu tür kutlamalarla durduk yere halkımıza her defasında korku hali salıyoruz.  Bakın,  Fransa ve Paris iki kez işgale uğramış, ama hiçbir Fransız kalkıp da kurtuluş günü yâd etmez. Biz ise bu güne kadar iç ve dış güvenlik dürtüleriyle kurtuluş törenleri düzenlemeyi hüner sanmışız. Hiç olmazsa bari kurtuluş değil de diriliş desek daha bir mana yüklemiş olurduk. İlginçtir Mareşal Fevzi Çakmak’a ulaşımla ilgili yol yapılması teklifi sunulduğunda,  bakın ne demiş: “Ulaşım geldiğinde güvenliğimiz tehlikeye girer.”
         İşte sergilenen bu tavır sadece Paşanın şahsına münhasır değildi elbet, yaşanan korkuların tipik özetiydi sadece. Kaldı ki dünyanın hiçbir yerinde mantıken Zırhlı Birlikler içte konuşlandırılmaz. Bizim uçbeylerimizin adı ister tank birlikleri olsun, isterse mekanize ve motorize kuvvetler olsun hepsi sınır boylarındaydı, niye? Çünkü adı üzerinde uç kuvvetler, iç emniyeti almak için düşünülmüş bir uygulamadır. Allah aşkına şimdi soruyoruz; Ankara uç bir yer mi ki Zırhlı Birlikleri uç noktalardan orta sahaya alınmış. Tıpkı başkentimizi merkeze aldığımız garabete benzer bir mantık silsilesi sergilenmiş. Şaşmamak elde değil, belli ki iç tehdit duyarlılığı bu kararın alınmasında en önemli etken unsur olmuş. Meğer bir zamanlar kırmızıçizgilerimiz diye dillendirilen şey içte halka ayar çekmekmiş. Hal vaziyet böyle olunca dışa karşı pasif bir devlet görünümü verdik. Kelimenin tam anlamıyla içe karşı sert, dışa karşı esnek ve barışçıl görünmek temel politika addedilmiş. Derken bu tutum halkla devlet arasında güven duygusunu aşındırmaya yetmiştir.

ANKARA ANKARA OLALI BÖYLE DÖNÜŞÜM YAŞAMADI

          Ankara Ankara olalı Atatürk Menderes, Özal ve Tayyip Erdoğan'la devam eden böylesi diplomasi atağını yaşamamıştı hiç. Atatürk bir bakıyorsun Hatay’ı topraklarımıza katıyor, bir bakıyorsun Montrö Boğazlar meselesine el atıyor,  yine bir bakıyorsun İngiltere ve Fransa’ya göz kırparaktan müttefik gibi gözüküp İtalya ve Almanya’ya karşı kendimizi güvence altına alıyordu. Ne var ki İnönü çizgisinde bunları görmek mümkün değildi, bu çizgide daha çok suya sabuna dokunmamak vardır. Menderes, Özal ve Tayyip Erdoğan yönetimleri İstanbul merkezli çizginin dışa açılan penceresi olurken, İnönü, kısmen Demirel, Mesut Yılmaz ve Ecevit iktidarları da Ankara merkezli içe kapanma adresinin ana hattını temsil eder. Malum, Özal’da bürokratik görevinde ayrılıp politikaya soyunduğunda milletçe kabul gördü görmesine ama, o da ancak Ankara’nın derin güçlerini aşabildiği ölçüde dönüşüm projelerini gerçekleştirebilmiştir. Nitekim Tayyip Erdoğan’ın zaman zaman Ankara’nın bürokratik engellemelerini aşamadığı serzenişinde bulunması bu durumu teyit ediyor. Belli ki bürokrasiye genellikle değişim siyaseti izleyenler takılıyor hep. Zira bürokratların pek çoğu gerçek hayattan gelmiş insanlar değildi. Dolayısıyla siyaset bürokratik yapıya bürünmek zorunda kalıp,  Ankara nefes alamaz oluyordu.  Madem 16 Nisan 2017 refarandumuyla Başkanlık modeline geçtik o halde Ankara bir an evvel bürokrasinin o sıkıcı ve boğucu havasından kurtulmak zorundadır. Şayet yarınlarımızı heba etmek istemiyorsak, buna mecburuz da.
          Eski Türkiye’de az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, derken ‘Ankara’nın taşına bak gözlerimin yaşına bakar’ diyerek teselli olmuşuz hep. Bazı aklı evvel kendini elit sanan güruh hala eskinin kara tren türküleriyle avuna dursun,  bu ülkenin gerçek sahipleri lafla değil icraatlarıyla Ankara-Konya ve Ankara-İstanbul arası hızlı tren hattıyla gönül bağını kuruyor artık. Hızlı tren İstanbul’u daha bir cazip hale getirmesi bir yana orta noktadaki Ankara’yı kendine yakın kılıyor da.  Şu bir gerçek Ankara yakınlaştıkça bizde yakınlaşıyoruz. Elbette ki bu sevindirici bir gelişmedir. Tabii bitmedi dahası var, şöyle ki;  Türkiye’yi bir uçtan diğer uca demir ağlarla örmekle kalmayıp denizin altını da üstünü de demir ağlarla, oto yollarla örüyoruz. Hele demir ağlar, havalimanlarıyla ve otoyollarla Avrupa’yı tarihi ipek yoluyla birleştirecek hat tamamladığımızda tarihle yüzleşmemiz çok daha çabuk ve farklı insan ilişkiler ağıyla buluşmamız çok daha kolay olacaktır. Anlaşılan o ki, kültür merkezli İstanbul ile siyasi ve ticari merkezli Ankara’nın gerçek manada buluşmasına şahit olacağına inancımız boşa çıkmayacaktır. Gelinen nokta itibariyle ümit varız. Derken bu ümitle ufkumuzu ötelere yelken açmış olacağız.
         Vakit kaybetmeden bir arada yaşamak için yeniden el ele gönül gönüle verip birliği tesis etmeli ki yeniden dirilişe geçebilelim. Hem ayrımcılıktan kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Şayet Ankara silkinirse ya da asıl kaynağına dönüş yaparsa dünyanın özlediği o asıl barış rüzgârları o zaman doğabilir.  Çünkü bu ümidi her zaman milletçe sinemizde taşıyoruz.
         Velhasıl; Artık ayağa kalkma zamanı. Gün bugündür. O halde tarihi misyonumuz gereği 2023 Türkiye’sine tez yol almalı.
           Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1078/ankara-ankara-olali-boyle-bas-olmamisti.html

17 Nisan 2017 Pazartesi

BİR DEĞİŞİM ÖNDERİ ÖZAL


BİR DEĞİŞİM ÖNDERİ ÖZAL

 SELİM GÜRBÜZER

         Anadolu’nun bağrından kopup batıya da yelken açabilen bizden bir liderdir. O’nun nevi şahsına münhasırlığı; hayallerini ak ve kara ekseni üzerine kurgulamamasından, insanları sen, ben ve öteki olarak nitelendirmemesinden, her defasında hür irade, dindar ve demokrat tavır sergilemesinde kendini belli edecektir. Düşünsenize daha hayatta iken öteki âleme uğurlanacağı gün için bile Fatih Sultan Mehmet’in manevi soluğunu yüreğinde hissetmenin heyecanıyla “Beni İstanbul’a defnedin” vasiyetini ihmal etmeyecek kadar can yürek bir liderdir. Zaten bu vasiyet yerine getirildiğinde Fatih Sultan Mehmet’ten aldığı ilhamla çağ açıp çağ kapatarak tarihe not düşmüşlüğü ve kader birlikteliğinin varlığı bir kez daha teyit edilmiş olur.  İşte İlahi kader bu ya, her iki liderde ismiyle müsemma İstanbul’un İslam’ın bol olduğu toprak bağrında buluşur da. Tabii ki böyle buluşmaya can kurban, baksanıza onun naçiz bedenini toprak çürütmekten imtina eder de. Tahmin etmişsinizdir kimden söz ettiğimizi, hiç kuşkusuz Özal’dan başkası değildir elbet.
         Türk siyasi tarihi, iki ana kaynaktan beslenip tüm versiyonlarıyla birlikte günümüze dek uzanmıştır.  Malum, bu iki siyasi ana ekolün birinci kutbunu CHP,  ikinci kutbunu DP temsil eder. Aslında ikisi de İttihat Terakki kökenlidir, ama aralarında temsiliyet bakımdan bariz farklılıklar söz konusudur. Bakmayın siz öyle siyasi çizgide İsmet İnönü’den bugüne birinin sol, diğerinin sağ parti olarak göze çarpmasına,  bu iki parti arasında asıl farkı ortaya koyacak faktör solun devletçi yapıya bürünmesi, sağın ise halkla bütünleşen yönde evirilmiş olmasıdır. Kaldı ki Özal, her iki çizginin de ötesine taşıp liberalinden milliyetçisine, muhafazakârından solcusuna dört eğilimi “arım balım peteğim” amblemi altında ortak paydalarda buluşturacak yeni bir anlayışı da ortaya koyacaktır. Hatta bunla da kalmaz Türkiye’nin önüne yeni bir yol haritası koyup bir dizi reformları hayata geçirecek kaptan-ı deryalık vazife üstlenecektir. Gerçektende ömrünün sonuna dek vazifesini en iyi şekilde icra edip tarihe Türkiye’ye çağ atlatan reformcu lider olarak tarihe not düşer. Dahası Türkiye lideri olarak adından söz ettirir de.   
           Evet,  o alışılmışın dışında eski köhnemiş siyasi anlayışlara son vermenin ötesinde Türkiye’ye ufuk açan yönüyle dikkat çekecektir. Ufuk açması da gerekirdi. Zira Başbakanlığının öncesinde yaşadığı ve gördükleri vardı. Zaten Özal’ı karizmatik kılan da yaşadıkları ve gördüklerinden çıkarımlarda bulunup Türkiye’ye çağ atlatmasıdır. Şayet Türkiye’nin önünü açmaya yönelik çıkarımlarda bulunmasaydı ne doksanlı yıllardan,  ne de iki binli yıllardan bahsedecektik, söz konusu yıllar bizim için kayıp yıllar olacaktı.  Allah korusun belki de geldiğimiz noktada üçüncü dünya ülkeleri kategorisine dâhil olacaktık. İşte O, buna meydan vermemek için önce Türkiye’ye çağ açtırma yönünde düşünüp kafa yorup sonra da dünyaya açılaraktan meselenin üzerine gidecektir. İyi ki kafa yorup dünyaya açılmış bu sayede yurtdışı birikimini bürokratik kademelerde uygulayarak ilerisinde vizyon sahibi bir lider olarak karşımıza çıkmış olur.  Hani derler ya inanmak yolun yarısıdır diye. Gerçekten o vizyonuyla adım adım inandığı ilkeler doğrultusunda Türkiye’nin önünü açmasını bilmiştir.              İşte Türkiye toplumu böylesi bir vizyon sahibi lider sayesinde kapalı toplum olmaktan çıkıp açık toplum hale gelecektir. Tabii Türkiye’nin bu noktaya gelmesi hiçte kolay olmadı. Çok şükür özünde var olan inanmışlık ve azmi her türlü engel karşısında dik durmasına yetecektir. Nitekim Kartal Demirağ parti kongresinde ilk kurşunu sıkıp mikrofondan sekmesiyle birlikte eline isabet ettiğinde “Allah’ı verdiği ömrü O’nun isteğinden başka alacak yoktur” diyerek adeta öncesinde beyaz kefen giymiş hazırlığıyla hiçbir gücün tehdidine aldırmaksızın yoluna devam edeceğini göstermiştir. Statükocu kesim hariç, o’nun kararlı duruşuna, onun gösterdiği o müthiş performans ve başarı grafiğine milletçe hayranız da.  Bakın bir bayan gazetecinin gözünden kaçmamış olsa gerek ki Euromoney dergisinde yaptığı röportaj esnasında Demirel’in başarılı olduğu iktidar dönemlerin arka planında Özal’ın parmağı olduğunu fark ediyor. Ki; o yıllar Özal’ın bürokrat olduğu dönemlerdi. Düşünün ki bürokrat dönemi böyleyse iktidar dönemi hepimizin malumu.  Asla bu üstün başarı ne bir şans ne de tesadüf eseridir, bilakis tevafukun ta kendisiydi. İşte karakterinde kodlu olan bu tevafuk durum Türkiye’nin önünü açacaktır. O karakter önce bürokratik faaliyetleriyle,  12 Eylül sonrasında ise Türk siyasi hayatına damga vurmasıyla kendini gösterecektir. Derken Türkiye uzun bir aradan sonra Ankara’da ilk kez koltuğuna çakılı kalmayan, sürekli hareket halinde ve dış temasları ihmal etmeyen dinamik bir Başbakanla yüzleşecektir. Şurası muhakkak bir siyasetçi ne kadar Ankara’ya mahkûmsa biliniz ki böyle liderden Türkiye'ye pek hayır çıkmaz, malum bu tip koltuk sevdalıları toplum nezdinde itibar görmediği gibi dünyadan bihaber lider olarak yaftalanırlar.
          Hele tarihten bugüne vizyon sahibi liderlere şöyle bir baktığımızda hemen hepsi dünyaya açılan, çok okuyan, çok düşünen değişim öncüsü oldukları görülecektir. Özal’da tarihler 1952’i gösterdiğinde Amerika’ya gitme fırsatı yakalayacaktır. Fırsat bu ya,   hemen bu fırsatı çok iyi değerlendirip Türkiye’ye dönüşünde ODTÜ’de matematik dersi verecektir, daha sonraki yıllarda ise Amerika’da Dünya Bankası uzmanlığında görev yapıp Türkiye’ye dönüşünde bu kez Demirel’in baş müşaviri olur. Akabinde planlama müsteşarlığı görevi ifa eder. Böylece bunca bürokratik kademelerde edindiği tecrübelerin meyvesini şartların lehine dönüşmesiyle birlikte hem Başbakan hem de ilk sivil Cumhurbaşkanımız olduğunda toplayacaktır. Ama bu arada Cumhurbaşkanlık makamı Başbakanlık dönemindeki gibi aktif makam olmadığı besbelli ki canının sıkıldığı gözlerden kaçmayacaktır.  Ve ölümüne yakın bir zamanda aktif siyasete dönme sinyalleri verecektir. Nitekim Muhsin Yazıcıoğlu ile bu hususta köşkte istişarede bulunma ihtiyacı hisseder. Özal,  çok iyi biliyordu ki; Muhsin Başkan gönül adamı bir siyasi lider ve tıpkı kendisi gibi cesur yürekti. Bu yüzden yeniden siyasete dönmek için Muhsin Başkanla yola koyulma isteği bürümüş kendinde, ama bu düşüncenin gerçekleşmesine ömrü yetmeyecektir. Şimdi her ikisi de gönül tahtındadır: biri Fatih'in fethettiği İstanbul’da, diğeri Mehmet Akif'in Ankara’da İstiklal marşını yazdığı evle bitişik Taceddin Dergâhının yanı başında medfundur.  
              Yukarıda da işaret ettik ya,  o’nun adım adım en tepe noktasına gelmesinde en büyük etken unsur mazide yaşadıkları ve bu yaşadıklarından çıkarımlarda bulunması, müthiş tarihi hafızaya ve ileriyi görebilecek engin zekâsıyla olayları analiz edebilme kabiliyetine sahip olmasıdır. Değim yerindeyse ‘kökü mazide olan atiyiz’ anlayışında bir beyne sahipti. Zira tarihe çok büyük merakı vardı. İşte çocukluk ve gençlik yıllarında birtakım siyasi açıdan unutulmaz karelerle iç içe yaşamışlığı kendisinin tarihe merak salmasına yetecektir.  Böylece yaşadıklarıyla okuduklarını karşılaştırıp her karede yaşanan hatıralar zaman içerisinde kendisi için canlı birer tarihi vesika olacaktır.  Öyle ki tarihi hatıralarında;
         -Yaşadığı dönemler itibariyle Cumhuriyetin yılbaşı balolarıyla simgeleştiğini yakından görmüşlüğü var.
         -Ezan’ın Arapça okunduğu devirleri görmüşlüğü var.
         - Simgesel değişikliklerle devlet memurlarının kobay olarak kullanıldığı günleri görmüşlüğü var.
          -Ebeveynlerinin memur olması dolayısıyla balolara götürüldüğünü ve insanların zorla dansa kaldırıldıklarına şahit olmuşluğu vardır.
           İşte yaşadıkları ve gördükleri pek çok karenin ruhunda bıraktığı bir takım iz düşümler kendisini kötü gidişatı durdurmak için bir şeyler yapmaya sevk edecektir. Öyle ya, eli kolu bağlı kalıp seyretmek olmazdı,  bikere aklına koymuştu istese de yerinde duramazdı.  Artık bundan böyle kendince strateji belirleyip sırası geldiğinde isteyen dans eder, isteyen dans etmez anlayışının hâkim olacağı bir Türkiye inşa etmek için azmedecektir. İlginçtir namaz kılmayı bizatihi yaşadığı aile ortamında öğrenmiş değil, sadece yengesinin birkaç kez namaz kılarken görmüşlüğü vardır.  Bu yüzden okuduğu İstanbul Teknik Üniversitesinde namaz kılan gençlerin yanına bir ara sokulduğunda bana da öğretin demiş ve öyle başlamış dini hayatın ilk basamağına.  Başlamış başlamasına ama bu kez de yasaklı dönemlerde gizli gizli namazlarını kıldığında ruhunda kendini ele vermemenin sancısını ruhunda hissedecektir hep. Hele ki; arkadaşlarıyla birlikte takibe alındıklarında iç âleminde oluşan çalkantıyı bir Allah bilir, bir kendisi. Kim bilir o çağlarda ruh dünyasında daha ne gibi gelgitler yaşamıştır.  Neyse ki içindeki dalgalanmalar tasavvuf büyükleriyle karşılaştığında durulacaktır. Nitekim tasavvufi terbiye etkisini gösterir de. Malum olduğu üzere 12 Eylül sonrası Muhammed Raşid Hz.lerinin askerlerce Gökçeada’ya sürgün edildiğinde Cumhurbaşkanı Evrenden ilk talebi mecburi ikametin kaldırması olmuş ve bu yönde gösterdiği gayretle iki yıl süren sürgün hayatı kaldırılıp tekrar Menzil’e dönmesine vesile olur.
            Evet, gençliğinden Başbakanlık dönemine kadar tüm yaşadıklarından ders çıkarmasını bilen liderdir o.  Her ders çıkarışında Türkiye’nin gidişatının muhasebesini iç dünyasında yaptığında bir ara başını yerden kaldırıp ‘Ya değişecek,  ya değişecek’ diye kendi kendine söz verip öyle yola koyulacaktır. Nasıl yola koyulmasın ki,  etrafına baktıkça her alanda hantallık gırla gidiyordu, bürokrasi desen hak getire, devlet kurumları desen hakeza yine aynı,  değim yerindeyse ‘sallabaşı al maaşı yan gel yat osman’  anlayışı hâkimdi. Sadece hantallık ve statükoculuk iç politik arenada olsa gam yemeyiz, hariciye camiası da yerine çakılı devrim muhafızı gibiydi. Zira İnönü tutuculuğu dış politikaya da sirayet etmişti. Oysa Atatürk öyle değildi; bir bakıyorsun Hatay’ı topraklarımıza katıyor, bir bakıyorsun Montrö Boğazlar meselesine el atıyor,  yine bir bakıyorsun İngiltere ve Fransa’ya göz kırparaktan müttefik gibi gözüküp İtalya ve Almanya’ya karşı kendimizi güvence altına alıyordu. Ne var ki İnönü çizgisinde bunları görmek mümkün değildi, bu çizgide daha çok suya sabuna dokunmamak vardır. Maalesef gerek hariciye, gerekse dâhiliye bürokrasisi İnönü yolunun takipçileri olarak vazife ifa etmişlerdir. Bikere olaylara at gözlüğünden bakmaya alışmışlar, isteseler de değişime ayak uyduramazlar. Meseleleri hep masa başından değerlendirdiklerinden sahaya inmezler,  korkak ve ürkektirler, değişim nedir bilmezler, brifing alarak bilgilenmeyi yeğlerler.  İcabında sıkıştıklarında brifing aldıkları zinde güçlere ihtilal davetiyesi çıkarmaya da pek meraktırlar. Bu yüzden bu tip bürokratik yapılanmalar hiçbir zaman seçilmişlerin yanında yer almaz. Zaten alsalar şaşardık,  atanmış kolluk kuvvetlerin yanında konu manken olup köşe başlarını tutmak varken durduk yere niye hayatlarını riske etsinler ki. Habire Atatürkçülüğü habire koz olarak kullanıp işin kolayına kaçmaktalar. Oysa izledikleri yol asla Atatürk’ün yolu değil,  düpedüz İnönü statükoculuğudur. Dahası Atatürk ve Fatin Rüştü Zorlu’nun dış politikada anında karar verip ufuk açan anlayıştan çok uzaklardı.  Baksanıza değil midir ki Fatin Rüştü Zorlu’nun dış politikada başarılarını kıskandıkları içindir idamına sessiz kalmışlardır.  İşte görüyorsunuz nerede işe yaramaz, nerede rozetleri cüsselerinden büyük kelli felli adam varsa koro halde başımıza çöreklenmişler. Zaten işe yarar adamlar olsalar ömür boyu sloganların esiri olmazlardı. Bir zamanlar tavaf ettikleri koskoca Rusya bile dünyada esen yenilik dalgası karşısında yelkenleri indirmek zorunda kalıp glasnost perestroyka politikalarına sarılmıştır. Tabii bitmedi dahası var;  devamında demir perdede yaşanan bu değişim dünyada özgürleşme eğilimlerinin daha da artmasını tetikleyip yeni dönüşümlerin yaşanacağının habercisi olur da. İşte Avrupa Birliği, işte Amerika, işte Kanada, işte Meksika, İşte Güney Amerika'da birbiri ardına kurulan birliktelikler bunun tipik göstergesi zaten. Hakeza bir başka gelişme Japon merkezli alan uzak doğu örgütlenmeleri ve bizdeki Karadeniz işbirliği gibi daha nice değişim ve dönüşüm hamleleri de öyledir.  Her ne kadar bizim monşer hariciye değişmemekte ısrar etse de dünyanın genel gidişatı bir gün gelir onları da değiştirecektir, bu kaçınılmazdır.
          Bakmayın siz öyle ABD’nin tek başına dünya jandarmalığına soyunmasına, eninde sonunda o da çöküşün eşiğine gelecektir. Zira hiç kimse bu dünyada şah değil padişah değil, artık ABD’nin karşısına alternatif güç çıkıyor da. Şu bir gerçek yaratılış kanunları gereği her şey Habil ve Kabil kutbunda olduğu gibi iki kutup üzerine seyrediyor. Bu demektir ki; Allah nurunu tamamlayana dek hak ve batıl kavgası devam edecektir, süreç devam ediyor ve işliyor da.
          Malumunuz ülkemizde bir zamanlar refah devleti ülkü edinilmişti,  bir zaman gelmiş bireyi dışlayan sosyal devlet anlayışı popülerlik kazanmış. Çok şükür her iki anlayışta tükenmiş durumda.  Artık devlet endeksli politikalar yerine insan odaklı siyaset revaçta.  Revaçta olması da gerekir. Çünkü küreselleşmenin dorukta olduğu çağda Devlet baba geleneğinde ısrar etmek yarınlarımızı heba etmek demekti. Bu yüzden  ‘Devletin malı yemeyen domuz’ diye tabir edilen hantal anlayışına son vermek gerekirdi. İyi ki de Özal’ın bu çarpık anlayış dibe vurduracak değişim yönünde başlattığı girişimler devreye girerde insanı merkeze alan ve insanın refahına yönelik politikalar kabul görecektir.  Özal bunla da kalmaz devletin patron olamayacağı noktasında halkı ikna edebilmiştir. Derken onun çabaları netice verip devlet tek başına  ‘ekmek kapısı’ anlayışı yıkılmış olur. Gerçi Özal’ın da devletin değişik bürokratik kademelerinde hizmet vermiş olmasından olsa gerek kendi üzerine azda olsa devletçi yönlerinin sinmişliği gözlerden kaçmaz, ama yinede her şeye rağmen özelleştirme ve bireyi ön plana alan anlayış onda daha baskındır.  O’nun devlete bakışı halkın hizmetkârı devlet anlayışıdır.  İnsana bakışı da hem madden hem de manen vatan millete faydası olacak üretken kişilik sergilemesidir. Madem öyle girişimcinin önündeki engeller kaldırılmalıydı,  ama nasıl? Özal’ın kendini siyaset sahnesine attığı günü hatırlayanlar çok iyi bilir;  seçim öncesi propaganda çalışmalarında evvela köprüyü satarsın satamazsın tartışmalarıyla özelleştirmeye ışık yakmış, ardından uygulamasına geçip bu konuda kamuoyu hazır hale getirilmiştir. Derken satılan köprünün kazancıyla bir yenisi yapılıp sınırlarına haps olmuş bir ülke yerine, dünyaya açılan bir Türkiye doğmuştur.  Gerçekten de Özal’ın ortaya koyduğu her icraat halkımızın gözünü açar da.  Bu öyle bir göz açış ki;  bir sabah uyandığımızda tek kanallı siyah beyaz televizyon mahkûmiyetinden çok kanallı renkli televizyona geçişimiz gerçekleşir de.  Böylece dünyaya tek pencereden değil çoklu pencereden olayları objektif olarak değerlendirir hale geldik.  
           Hele Eski Türkiye’nin bir zamanlar geçirdiği halini bir düşünün, malum o yıllar çöp yığınlarından geçilmezdi.  Teknoloji desen hak getire, Özal’ın o değişim ve dönüşüm yönündeki reformlar hayatımıza yansımasaydı şunu iyi biliniz ki internet’ten bihaber Ecevit tarzı daktilo tuşlarına dokunmakla ömür tüketecektik. Özal adeta hem çağ kapatıp çağ açtı dersek yeridir. İşte vizyon denen şey budur. Yerellikten evrenselliğe gidişin süreci onla başladı, şayet açtığı yoldan geri dönülseydi asıl irtica tehlikesi o zaman yaşayacaktık. Zira irtica geriye dönüş demektir.  Meğer birilerinin iki de bir başörtüsünü irtica simgesi olarak takdim etmesi ülkemizi geriye götürdükleri gerçeğini örtbas için ileri sürdükleri bir kılıfmış.  Oysa ne dedelerimizin sakalı, ne de ninelerimizin eşarbı ay’a çıkmamıza engeldi, engel olan statükocu zihniyetin sırça köşklerde teknolojik gelişmelerden yoksun hayat yaşamalarıydı.  Neyse ki Özal’la birlikte değişim dönüşüm yaşandı da tencere tava çalanların maskeleri düşmüş oldu. Böylece memleketin hakiki evlatlarına, yani sarrafların önü açılmış oldu. Artık bu ülkede kuru gürültüye, yani tenekecilere yer yoktur.   Bakın,  sarraflar çarşısı sessiz, ama sermayenin asıl kazanıldığı alandır. Tenekeciler çarşısı sesli ama daha çok boşa kürek çalan alandır. Şayet dert dava çağ atlamaysa ancak sessiz devrimle atlanılacağını gördük,  gerisi sadece lafı güzaf.
           Yine bakın gelinen noktada artık Türkiye kabına sığmıyor, doludizgin ötelere kanatlanmak üzere,  baksanıza halkın gözünde parlayan ışık bunu doğruluyor. Her ne kadar bu gidişattan derin devlet klikleri ve elitist seçkinler endişelenseler de, korkunun ecele faydası yok,  değişim kaçınılmazdır, asla tencere tava çalarak değişimin önüne geçilemez. Değişimi idrak edebilmek için sarraf olmak icap eder. Hele şükür Özal devletin başına geldi de devletin yürütme erki hantallıktan çıkıp hızla karar veren organ hale gelebildi. Tabii ki iş bilenin,  kılıç kuşananın, ‘bir koyup üç alırız’ irade ortaya koyabilecek yürek işidir. Üstelik bu ifadeler milletçe üzerimize sinmiş olan ezikliğimizi almaya yetti de.  İşte bu cesur çıkış aktif dış siyaset politikayı beraberinde getirir de.  Zira ABD’ye gittiğinde başkanın karşısında ceketini ilikleyip el pençe divan duran Başbakanların tam aksine ABD Başkanına elini uzattığında ‘Buraya para talep etmeye değil, ticaret yapmaya geldim’ diyecek kadar aktif ve şahsiyetli dış politika örneği ortaya koyacaktır. Böylece kapı kapı para dilenen Türkiye portresini bir kalemde siliverecektir.  
           Evet,  Özal yürekli bir liderdi.  En kafa karıştırıcı fikirlerin bile, mesela federal devlet yapılanma hususunun konuşulmasından ve tartışılmasından korkmamalı diyebilen tek devlet adamıdır. Dikkat edin federal yapıya geçelim demiyor tartışın diyor. Tabii ilk etapta bu cümleler birçoğumuz üzerinde şok etkisi oluştursa da sonradan anlıyoruz ki;  federal yapı,  üniter yapı devlet tekniği açısından idari yapı konusudur. Aralarındaki farkı görmek bakımdan konuşulmasında ne mahzur olabilir ki. İşte Özal işaret ettiği husus konuşulsun ki pek çok kavram tabu olmaktan çıkıp gelişmemize engel olmasın. Besbelli ki üniter devlet kavramı çokça alışık olduğumuz kavram olduğu içindir,  birileri federal kavramdan görüş belirttiğinde hemen bir bakmışsın adamın ağzına kilit vurulmaya kalkışılmakta.  Dedik ya Özal her şeyin konuşulmasından yana liderdir, mizacı gereği kavramların tabu hale getirilmesinden nefret ederdi. Kaldı ki büyük coğrafyalara hükmeden devletlerin federatif yapılarına baktığımızda hiçte bölünme ve parçalanmalarla çalkalanmıyorlar. Keza Türkiye olarak üniter yapıya sahip çıkmamızda bölünme parçalanma doğurmaz. O halde üniter yapıya sahip çıkmamız federalizme lanet okumayı gerektirmez. Dolayısıyla gerek federal yapı, gerekse üniter yapı idari sistem içerisinde ele alınması gereken konulardı. Federal yapıdan söz etmek asla toprak kaybına onay vermek ya da bölünüp parçalanalım demek değildir. Zaten böyle değerlendirdiğimizde biliniz ki işin içinden çıkamayız. Düşünsenize Kenan Evren bile ahir ömründe Türkiye’nin Ankara’dan yönetilemeyeceği çizgisine gelebiliyor Hiç kimse boşa heveslenmesin,   durduk yere bölünme fobisiyle şu güzelim cennet vatan ülkemizi çaresiz, ürkek, korkak bir ülkeymiş gibi göstermeye gücü yetmeyecektir.  Kaldı ki Türkiye Fırat Kalkanı harekâtıyla lider bir ülke olduğunu yedi düvele karşı ispatlamış durumda. Yani sınır ötesine taşmakla üniter yapımıza halel gelmedi, gelmezde. Bilakis üniter yapı içerisinden mazluma umut zalime demir çelik yumruk olduk.
          Eski anlayışlar pirim etmiyor artık, küresel rüzgârların estiği dünyamızda yeni şeyler söylemek, yeni kararlara imza atmakla belirleniyor siyaset. Hani derler ya eskiye rağbet olsaydı bitpazarına nur yağar orası abad olurdu. Belli ki bu söz bir takım siyasilerin kulağına küpe olmamış olsa gerek ki meydanlarda halkı iki anahtar ya da herkese bir araba gibi vaatlerle kandırmaya çalışmışlardır. Kandırmaya çalıştılar da ne oldu, duygu sömürüsü de bir yere kadardır, onlar eski alışkanlıklarından devam ede dursunlar, Türkiye 16 Nisan 2017 yılı itibariyle sistem değişikliği yolunda, Özal’ın Başkanlık modeli hayali gerçek oluyor artık. Evvel Allahın izniyle bu değişiklikle birlikte Özal’ın “21. asır Türk asrı olacaktır” ideali vuku bulacaktır
        Özal zehirlendi mi zehirlenmedi tartışmalarına son verecek gelişme 15 Temmuz Darbe girişimi sonrasıyla FETÖ tutuklamalarıyla daha da netlik kazanır. Nitekim Oğlu Ahmet Özal babasının mezarının açılmasının arefesinde Adli Tıp Kurumu Başkanı Haluk İnce’ye bu hususu sorduğunda verdiği cevap çok ilginçtir: Zehir var zehirlenme yok.  Tabii Adli Tıp Kurumu Başkanı ve bir takım Adli Tıp çalışanlarının 15 Temmuz sonrası FETÖ soruşturmasında tutuklanmalarıyla birlikte Ahmet Özal’ın zihninde bu işte FETÖ parmağı var olduğu düşüncesini uyandırmaya yetecektir. Gerçektende Haluk İnce’nin kurum başkanlığına getirilmesiyle birlikte,  kendisi dâhil çalıştığım kurumumdan biliyorum onun döneminde Ankara Adli Tıp Grup Başkanlığına getirilen dört başkandan üçü FETÖ soruşturmasından tutuklandı. Dolayısıyla İstanbul Adli Tıp Başkanının Ahmet Özal’a cevaben sarf ettiği  “zehir var zehirlenme yoktur” sözüne şaşmamak gerekir. Neyse ki oğul Ahmet Özal bu işin peşini bırakmayacaktır, babasının en son Orta Asya ziyaretinde eşlik eden şahıslardan birinin zehir olayı ile alakalı olduğunu  ilgili yerlere ilettiğinde o şahsın maalesef yurt dışında arkasında herhangi bir iz bırakmaması bilgisine ulaşacaktır. Ahmet Özal tüm bu yaşananları ne anlama geldiğini düşündüğünde bir den aklına çok yıllar öncesinde babasıyla Yalçın Özer’in yaptığı röportaj aklına takılır. Röportajda:
- Fetullah Gülen nasıl biri?
-Korkuyorum.
-Nasıl yani?
                     -Bu korku şahsımla alakalı gözdağı korku hali değil, bu adam benden Türkiye’yi değil dünyayı istiyor, tehlikeli bir örgüttür,  işte benim korkum budur.

         Tabii Ahmet Özal bu anısını aktardıktan sonra babasına Fetullah’ın adamlarının emniyete alınması yönünde liste verilir. Rahmetli Özal bunu kabul etmeyince,  Fetullah 1991 yılında Sızıntı’da Özal’ın dediklerini yapmadığı için ağır ifadelerde bulunur. Yetmedi bunun bedelini kendince Orta Asya gezisinde zehirlenerek ödettirilir. Oysa O’nu zehirleseler ne yazar, o şimdi gönül tahtında yaşamakta, ruhu şad olsun.

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1057/bir-degisim-onderi-ozal.html