ULU HAKAN
ABDÜLHAMİD HAN
SELİM GÜRBÜZER
Yıllardır geçmişe kin beslemek ve
padişahları karalamak meziyet addedilmiş, bilhassa bunlar arasında Ulu Hakan
Abdulhamid’e inanılmaz iftiralar atılmıştır. Söğüt’te atılan maya tuttu
tutmasına ama üç kıtaya hükmeden imparatorluğa ve padişahlara bu denli hor
gözle bakmak bilmem hangi mantıkla izah edilebilir. Oysa tarihimiz 1923 ile
başlamıyor öncesi var sonrası var. Dolayısıyla tarih şuurundan yoksun bir takım
aklı evveller dün olduğu gibi bugünde olup biteni idrak etmekte biçareler.
Peki ya biz? Maalesef bizlerde tarihi olayları övgü ve yerme
ekseni üzerine kurgulayarak yorumluyoruz. Bir bakıyorsun tarihi düşüşlerde
kendimizi karamsarlığa sevk ederken, bir bakıyorsun tarihi yükselişlerde ise kendimizi
bir anda coşkun halet-i ruhiye içerisine kaptırıyoruz. Tabii hal vaziyet böyle olunca tarihi
hadiselere bir türlü sebep netice çerçevesinde ele alamıyoruz. Belli ki
yüceltmek ya da yermek kolayımıza geliyor. Öyle ya ne de olsa okullarda hazır önümüze
konulmuş resmi tarih öğretileri var, ne diye durduk yere tarihi süreci analitik
gözle değerlendirme çabasına girelim ki. İşte bu çarpık anlayıştır ki bizi
bizden alıp önümüze konulan her ne varsa onu tarih addediyoruz. Maalesef armut piş ağzıma düş anlayışı bizi
analitik tarih bakışından yoksun kılmıştır. Sanki kendi kendimize zahmetsiz bir
yol bulmuşuz, masa başı ahkâm kesmek varken analitik düşünceymiş objektif tarih
anlayışıymış o da ne deyip duruyoruz. Hadi biz neyse de, peki ya şu objektif kriterlerden bihaber
kendini takım tarihçi sananlara ne demeli, habire zinde güçler tarafından
ellerine tutuşturulmuş ezberletilmiş nakaratları genç beyinlere şırınga ederek yarınlarını
çalmaktalar. O halde ne yapmalı? Aslında
yapılacak şey gayet basit, bikere kökü
mazide olan geleceğe ışık saçan tarihçilerimizin öğretileriyle yol alarak işe
başlamalı.
Sultan Abdülhamid Han’da sonuçta bizim
gibi bir insan, o’nunda hataları olmuş olabilir, ama büsbütün inkâra kalkışmak
abesle iştigaldir elbet. Objektif tarih bilincine varmış olanlar gayet iyi bilir
ki, Abdülhamid Han Osmanlı padişahları arasında en ufku geniş hakandır. Nitekim payitahta daha oturur oturmaz çok
güçlü istihbarat ağı kurmasıyla bir büyük deha hakan olduğunu gösterecektir. Ne var ki bu ufuk sezgiliği İttihatçılar tarafından
yanlış yorumlanıp istibdatçı olarak suçlayacaklardır. Onlar suçlaya dursun, Ulu
Hakan kurduğu istihbarat ağıyla Osmanlı’yı tarih sahnesinde silmeye azmetmiş İngiliz-Siyonist-Ermeni
ve tüm işbirlikçilere adeta saç baş yoldururcasına kendi canı pahasına bombalı
suikast tertibine maruz kalacaktır. Zaten suikasta maruz kalmasa şaşardık, çünkü Ulu Hakan tüm işbirlikçilerin üst aklı
İngilizlerin tekerleğine habire çomak sokuyordu. İttihatçılar ise İngilizlerin
değirmenine su taşıyıp böylesi asrın ufkunu aşmış bir padişahı eli kanlı katil,
istibdatçı, cahil yaftalamasıyla ipe sapa gelmez iftiralarla yabancıların
ekmeğine yağ süreceklerdir. Bakmayın siz öyle İttihatçı güruhunun özgürlükten
dem vurmalarına, kazın ayağı hiçte öyle
değildi, onların tek arzusu masaya
yumruğunu vuraraktan İngilizlerin oyununu bozan adam yerine kuzu gibi sessiz etliye
sütlüye dokunmayan cinsten adamı tahta oturtmaktı. İşte tamda bu kriterlere uygun İngiliz güdümlü
Mithat Paşa bulunmaz kaftandı. Nitekim onu
devreye sokmakta gecikmeyeceklerdir. Hele
bu ülkeye kin ve nefret tohumları ekilmeye dursun, bu tohum günümüzün kanayan yarası olur da. Derken gelinen noktada genç kuşaklar neyin doğru
neyin yanlış olduğunu daha idrak etmeye fırsat bulamadan Ulu Hakanın dehalığını
keşfedemeyeceklerdir. Nasıl keşfetsinler
ki, baksanıza had hududu aşmada o kadar
ileri gidildi ki, Sultan Abdulhamid’in ne gaddarlığı, ne zalimliği, ne
kıskançlığı, ne kızıl sultan yaftalığı, ne de hainliği kalır. Gerçek şu ki, ipe
sapa gelmez tüm karalamalar, ön yargılı
ve art niyetli çevrelerin içlerinde taşıdıkları kin, nefret ve husumet
duygularının kusulmasından başka bir şey değildir. Şayet dert dava bir günah
keçisi bulmaksa hiç boşa heveslenmesinler bunun adres mahalli Ulu Hakan değildi,
bizatihi kendi adres mahallinde büyütüp
besledikleri Mithat Paşa kuklasında aranmalıydı. Aramış olsaydılar, adım adım
İsrail Devletinin kurulma yolunda maşa olduklarını göreceklerdi. Bilerek ya da bilmeyerek bu işe soyunsalar da
fark etmez, sonuçta Osmanlıya karşı otuz cephede savaş açılaraktan göz göre
göre Devlet-i Aliye’yi Al-i Mithat yönetimiyle birlikte uçurumun eşiğine getirmişlerdir.
Dedik ya; tarihi objektiflikten mahrumiyetlik
tarihi olaylara övme veya yerme ekseninden değerlendirmenin getirdiği mecrada
karşımıza tarihi olayları analiz edebilecek kabiliyetten yoksun hafızasını
yitirmiş nesil çıkardı. Maalesef genç körpe dimağlara tarih anlatımında, ya
aşırı yermeyle yüreklerini kin ve öfkeyle doldurduk, ya da aşırı övmeyle tarihi
şahsiyetleri dokunulmaz zırhına büründürdük. Sadece bunlarla sınırlı kalsa gam
yemeyiz, elin adamının kendin hakanımıza taktığı yaftalamayı baş tacı ettik. Nasıl mı? İşte Ermeni okullarında
kışkırtıcılık yaptığı için yurt dışına sürülen Piyer Kiyar denen adamın Sultan Abdülhamid
Han’a yönelik ‘Kızıl Sultan’ yaftasına
sarılmak bunun en bariz göstergesi. Yetmedi Mithat Paşa ve Damat Mahmut Paşa
Taif kalesinde hastalıktan değil de güya boğdurularak öldürülmesinde Abdülhamid’in
parmağı olduğu yalanını hakikat sandık. Oysa bu akla ziyan bühtandı, bikere amcası
Sultan Abdülaziz’in katliyle ilgili davaya bakan Yıldız Mahkemesinin kararında
Mithat Paşa suçlu bulunmasına rağmen hakkındaki idam kararını sürgüne çevirecek
kadar âlicenap bir örnek sergilemiştir. Ulu Hakan üstelik Mithat Paşanın kendi
elleriyle anayasaya koyduğu kendi sonunu hazırlayacak maddenin aksine onu
sadrazamlıktan azlederek Avrupa’ya sürgün etmiş, hatta bir ara yurtdışında kalmasında endişe
duyarak Girit’te ikamet etmesini sağlamış, derken önce Suriye sonrasın da İzmir
valisi yapmıştır. Şimdi bir düşünün, Ulu
Hakan böylesi âlicenaplık örneği sergilerken Mithat Paşa ne yapıyor dersiniz.
Malum, Abdülaziz’in ölümüyle ilgili soruşturmada önce İngiliz konsolosluğuna
sığınmak için teşebbüs etmiş ancak konsolosluk kapalı olduğundan Fransız konsolosluğuna
sığınmak istemiş, tabii himaye talebi kabul görmeyince bu kez teslim olup
mahkeme huzuruna çıkmak zorunda kalmıştır. Hadi bu neyse de Ulu Hakan, Mithat
Paşanın İngilizler tarafından kaçırılacağını düşünerekten bu hususta tedbirler
almayı da ihmal etmez. Ama gel gör ki
kimilerince alınmak istenen bu tedbirin Taif kalesinde Mithat Paşa’nın
hastalıktan mı, bir başka nedenle mi bilinmez ama ölümüyle birlikte yukarıda da
belirtik ya güya Abdülhamid’in muhafızlarınca boğdurularak öldürttüğü şeklinde
karşılık bulacaktır. Ne diyelim işte görüyorsunuz
Ulu Hakanın Mithat Paşayı öldürttüğü yalanı ortaya atılabiliyor. Oysa ülkesini
seven bir tarihçi bu tür yaftalamalara pirim vermeyip objektif bir dil
kullanması icap eder. Aksi halde bunun adı analitik tarih bir bakış açısı olmaz
düpedüz düzmece yalan tarih olur. Kaldı ki yalan söyleyen tarih anlayışıyla nereye
kadar varılabilir ki, er geç hakikatler ortaya çıkabiliyor. Kelimenin tam
anlamıyla gerçekleri çarpıtma tarih anlayışıyla bir arpa boyu yol mesafe kat
edilemez.
Evet, Mithat
Paşa İngilizlerin sinsi oyunlarına kapılıp Talebe-i Ulûm’u tahrik etmekle
Osmanlı’yı 93 Harbin (Osmanlı Rus
savaşı) eşiğine getirmiş bir kişiliktir. Ama her ne hikmetse Mithat Paşa
üzerinde durulmayıp yaşanan bunca olayların müsebbibi olarak Ulu Hakan mercek
altına alınmıştır. Düşünsenize Ulu Hakan Abdülhamid Han bu savaşa baştan beri karşıt
görüş belirtmesine rağmen savaşın sorumlusu tutulabiliyor. Daha da yetmedi
Moskof yanlısı ithamıyla yüzleşiyor. Oysa o, 93 Harbi kararını vermek
mecburiyetine itilmiştir. Neyse ki Ulu Hakan harb sonrası ülkenin elden
gittiğini ve ordunun ikiye parçalandığının farkına vardığı anda tüm yetkileri
kendinde toplamasını bilmiştir. İşte bu noktadan sonra istibdatçı suçlamasına
maruz kalacaktır. Aslında Ulu Hakan meşverete önem bir padişahımızdı, ama o dönemde
ülkemiz daha henüz bu kültür iklimine hazır değildi, bu yüzden ülkenin bekası
için Meclis-i Mebusan’ı kapatmak zorunda kalmıştır. Kaldı ki; Yılmaz Öztuna’nın
da belirttiği üzere; Meşrutiyet 1878 Türkiye’sinin gerçekleriyle bağdaşmıyordu.
Nitekim 60 kadarı gayrimüslim olan toplam 240 kişilik Meclisi Umuminin harb
lehinde (93 harbi) kararı memlekete
çok pahalıya mal olmuştur. Şöyle ki; Moskof’un Ayastefanos (Yeşilköy) önlerine kadar gelmesine neden olan bir durum
ortaya çıkmıştır. Böylece cihangir devlet özelliğimize gölge düşürülmüştür.
Hele cihangir devlet düşmeye bir dursun, Kırım savaşı, 93 felaketi, İttihatçı güruhu belası, Balkan musibeti ve cihan
savaşı derken zincirlemesine bir dizi felaketler Osmanlı’nın tarih sahnesinden
çekilmesini beraberinde getirecektir.
Zinde güçler Ulu Hakan Abdülhamit Han'ı istibdatla
itham ederken, bakın bir İngiliz gazeteci
M. de Blowitz onların tam aksi bir tespitle Abdülhamid Han’ın dilinden şu
sözlerle tarihe not düşecektir:
“.. Bir hürriyetin taşkın mevcudiyeti de büsbütün yokluğu kadar
tehlikelidir! Kullanılması bilinmeyen bir memlekette hürriyet, nasıl kullanılacağını
bilmeyen bir kimseye verilen silaha benzer. O kimse böyle bir silahla anasını,
babasını, kardeşlerini, sonra da kendisini öldürebilir.. Her şeyden önce bir
memleketin hürriyet kültürüne karşı hazırlanmış olup olmadığı tetkik
edilmelidir!..”
Aslında bu ifadeler Ulu Hakanın hürriyet
düşmanı olmadığının bariz göstergesidir, her şeyden önce hürriyet şuurunun
oluşmadığı bir zeminde hürriyetin kendisi değil kabuğuyla oyalanmak olurdu ki,
bu bizi İngilizlerin dümen suyuna girmekten başka bir işe yaramayacaktı. Bakın yine Abdülhamid Han bu konuda şöyle
der:
“.. Bizim Jön Türkler, kuruntulara kapılmış mahlûklardır. Bizde meşruti
idare ve Kanuni Esasinin ilanı demek umumi bir mücadele ve halkı birbirine
saldırtacak bir muharebe ilanı demektir. Ne gariptir ki, İngilizler bu nimeti
Hindistan’a bahşetmek istemedikleri halde, bizim Jön Türklerce memleketimizi
bir parlamento ve Anayasa ile teçhiz için her vasıtaya müracaat edip
duruyorlar…”
İşte yukarıdaki satırlar iyi analiz edildiğinde
Abdülhamid Han’ın ne kadar ileri düzeyde ufuk sahibi bir bilge hakan olduğunun
bariz delilidir. Maalesef güneş balçıkla sıvanamaz gerçeğine rağmen hala
hakkında Kızıl Sultan denilmeye devam edilmesi büyük bir talihsizliktir. Hak
getire ortada ne ölçü, ne hürmet ne de erdemlilik var, doğru olan her şeye
meydan okunup kör topal karşı çıkılmıştır. Oysa o, ülkeyi İngiliz
entrikalarının cenderesine sokan birçok İttihatçı güruhunu bile memleketin âli menfaati
için maaşa bağlamakla kalmamış istediği yerde kalma hakkı da tanıyıp sürgün etmekle
yetinmiştir. Keza kendisini öldürmeye yeltenen doktorlara da öyle yapmıştır.
Şimdi soruyoruz verilen ceza mı, ödül mü siz karar verin. Ulu Hakan'ın yerinde bir
başkası olsa ne maaşa bağlar, ne de sürgün ederdi, bir çırpıda idam mekanizmasını işletip kökten
meseleyi halledeceği muhakkak. İşte Ulu Hakan farkı bu. Zaten farkı fark ettiren
merhametin doruğuna ulaşmışlığıdır. Kelimenin tam anlamıyla o böyle bir mizaca
sahip olmakla kan dökmenin ülkeye yarar getirmeyeceğini şuurunda bir
hakanımızdır. Onun için birinci derece ölçü ülkenin âli menfaatidir. Bakın İsmet Bozdağ bu mevzuda şöyle der:
“ Abdülhamid
Han Namık Kemal’i çok seviyor. Fakat bakıyor İttihatçılar kendisine zarar
verecek, maaşını vererek sürgüne gönderiyor. Yani bu kadar ince düşünebiliyor..”
Evet,
Namık Kemal yurt dışında Ulu Hakan aleyhine muhalefet etmiş ama biz yinede onu vatan
şairimiz ve kıymetimiz olarak biliriz. Yani farkımız bu.
Osmanlı hasta yatağında bile kurtuluş
için çareler arıyordu. İşte bu arayış içerisinde Abdülaziz Han Osmanlı’ya büyük
donanma kurma yolunu açmıştır. Ancak
kurduğu donanmanın meyvelerini görmeden askeri bir darbeyle halledilip
öldürülmekten kurtulamayacaktır. Belli ki; Ulu Hakan Abdülhamid Han'ın üzerinde
amcasının menfur bir cinayete kurban gittiğinin etkisi olmuş ki; tahta oturduğunda
doğrudan Avrupa'nın düşmanlığını kazanmamak adına donanmayı tersanede
bekletmeyi uygun görmüştür. Zaten onun ömrü boyunca izlediği en mühim özelliği iç
ve dış düşmanların hesaplarını altüst edecek ince stratejik politikalar
izlemesidir. Bilhassa uyguladığı stratejik manevralarla Ortadoğu, Asya,
Balkanlar ve Avrupa ülkeleri arasında denge kurabilmiştir. Şayet aksi bir yol
izlemiş olsaydı en küçük bir kıvılcımla bütün Avrupa devletleri ortak bir
cephede birlikteliği vuku bulacaktı. Ki; bu Osmanlının çöküşü demek olacaktı.
İyi ki de Ulu hakan varmış. Böylesi bir deha hakana can kurban... Baksanıza o
bir yandan Avrupa’daki devletlerin kendi aralarında ihtilaf içerisinde kalması için
tüm diplomatik kanalları kullanırken öte yandan da İttihadı İslam çalışmalarına
hız verecektir. Anlaşılan Müslümanların
dışa karşı çetin, birbirlerine karşı mütevazı
olması gerektiği ilahi düsturunun tatbikatı Ulu Hakanda fazlasıyla mevcut.
Değim yerindeyse o kurdu kurda kırdırma politikasıyla Osmanlının düşüşünü 33
yıl geciktirmiş bir hakanımızdır. Ne var
ki o dış politikada başarılar kaydedip tam istediği noktaya geleceği anda,
tahttan alaşağı edilecektir. Maalesef Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın hal edilişini
sağlayan İttihat Terakki güruhun ülkeyi birbiri ardınca Trablusgarp (1911),
Balkan (1912) ve I. Dünya Savaşına (1914) sürükleyip Devleti Aliye’nin gücünü
kırmışlardır. Zira İttihatçıların imtizac-ı akvam (kavimlerin kaynaştırılması) ve ittihad-ı anasır (etnik unsurların birleştirilmesi) politikaları Osmanlının sonunu
getirmiştir. Bir başka ifadeyle Ulu Hakan'ın hal edilmesinin yanı sıra
koskocaman imparatorluğun çöküşünde tıpkı günümüz ulusalcı kanadın
birleştirilicilikten uzak etnik ayrılık içeren söylemlerine benzer tavırların bir
benzer durum yaşanmıştır. İşte o özden uzak söylemler İttihatçı eliyle
Cumhuriyetin kuruluşuna da sıçramış, derken Türk olmayan her etnik unsur tehdit
kapsamına girmiştir. Şimdi elli yıldır PKK ile niye başımızın dertte olduğunu
daha iyi anlıyoruz. Düşünsenize akşam yatıp sabah uyandığımızda hala bölünme
korkusu yaşıyorsak bunda bir bit kemiği var demektir. Hâlâ Türk kimliği dışında
bağrımızda yaşayan diğer alt kimliklerin taleplerini görmezden gelebiliyoruz.
Sadece kanayan yaramız etnik ayrımcılık mı, elbette ki hayır, mütedeyyin dindar
kesimde öteki listesine girmekten kurtulamamıştır. Bakalım bu ayırımcılık,
bölünme, yok olma ve parçalanma korkusu nereye kadar devam edecek, doğrusu
merak konusu. Galiba farklılıkların ayrılık olarak telakki edilmediği ve
yeniden Anadolu kilimi üzerine kardeşlik desenlerinin işlendiğini ilmek ilmek gördüğümüzde
merakımız giderilmiş olacak.
Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın politik
dehasına ilave olarak Hilafet siyasetini de gözden kaçırmamak gerekir. Hilafet
gücü sayesinde Siyonizm'in oyunları bertaraf edilmiştir. Şöyle ki; Filistin
davasında, İngilizlere ümit bağlamış Siyonistlerin heveslerini kursağında
bırakacak tek engel bariyer Ulu Hakan olmuştur.
Hatta onun hilafet siyaseti ileride İslam dünyasının kuvay-ı milliye
mücadelemizde bize maddi ve manevi destek vermelerinin yolunu açacaktır. Dahası
birçok devlet adamının ve Alman Devlet Prensinin “Ben siyaseti Abdülhamit’ten öğrendim” dediği bir deha olmanın
ötesinde yaşadığı devrin karmaşık yapısını izlediği akıl dolusu denge
politikasıyla lehimize çevirebilecek maharetin adıdır o. Hâsılı o büyük ülkelerin kendi aralarındaki
ihtilaflarından yararlanıp krizleri fırsata çeviren politikasıyla imparatorluğu
33 yıl ayakta tutmayı başarabilmiş bir diplomatik dehadır.
Bakın, meşhur
tarihçimiz Yılmaz Öztuna o’nun denge politikasını şu ifadelerle teyit eder:
“ II. Abdülhamit’in siyaseti Makedonya’da
Hıristiyan azınlıkları, Bulgar ve Makedonyalılar ile Yunanlılar, Sırplar ve
Romenleri denge halinde tutmak, daha açık tabirle; birleşmelerine ve tek cephe
halinde Türklerin ve Arnavutların karşısına çıkmalarına engel olmaktı. Esasen
bu kavimler arasındaki düşmanlık pek şiddetli olduğu için böyle bir siyaset
gerçeklere dayanıyordu.”
Gerçekten de Ulu Hakanın dâhiyane siyaseti
o günlerde fark edilmese de II. Meşrutiyetin ilanı akabinde şu meşhur
İttihatçıların ittihad-ı anasır (etnik
unsurların birliği) politikasının
hayal ürünü olduğu açığa çıkmasıyla fark edilecektir. Malum; İttihatçılar Fransız
ihtilalı sonrası dünyada yayılmaya yüz tutmuş milliyetçilik dalgasının etkisine
kapılıp Devleti Aliye’ye etnik kimlik doğrultusunda yön vermeye kalkışmaları
sonucu ilk etapta Bulgarlar istiklale kavuşmuştur. Bu arada Avusturya boş
durmamış Bosna-Hersek’i kazanmış, en son Girit’i kaybedip topyekûn gayri Türk
anasırın ayaklanmalarına zemin hazırlanmıştır. Böylece ecdat yadigârı
coğrafyamız bir bir elimizden çıkıp büyük bir dağılış gerçekleşmiştir. Hem de
ne dağılış, bir zaman üç kıtaya hükmeden
imparatorluğun sonunu getirecek dağılıştır bu.
Şimdi gel de Ulu Hakanı arama.
Her ne kadar bazı aklı evveller Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın Kanun-i
Esasiyi (ilk Türk anayasası) yürürlüğe
koymasının arka planında yatan asıl amacın, kendi tahtını korumaya yönelik
hamle olduğunu belirtseler de, bizim o’na olan müsbet bakışımız değişmeyecektir. Nasıl bakışımız değişsin ki; Ulu Hakan
Abdülhamid Han’ın bizatihi kendisi Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşaya söylediği
sözlere baktığımızda taht sevdalısı olmadığı ortaya çıkar:
“ Bir hükümdar için lazım olan şey; memleketin menfaatidir. Eğer bu
menfaat kanun-i Esasinin ilanında ise, o da yapılır. Fakat iyi tatbik olunur
mu? Türkün menfaati mahfuz kalır mı? Burasını kestiremiyorum..
… O sahte Islahatın
başına bizzat ben geçmeliyim. İngiltere’nin dolaplarıyla düzenlerini boşa
çıkarmak için yegâne çare budur. Bugün Islahat fikirleriyle sarhoş olanlar,
akılları başlarına gelince devleti uçuruma sevk edebileceğini belki nihayet
idrak edebileceklerdir.”
Şayet Ulu Hakan Abdülhamid Hanın
düşünceleri hayata geçip o ince siyaset izlenseydi ne kiliseler kanunu
yürürlüğe girip Yunan-Sırp-Bulgar birlikteliği vuku bulurdu, ne Balkan Harbi
çıkardı, ne de I. Dünya Savaşına
katılırdık. Evet, Meşrutiyet Midhat
Paşa'nın zorlamalarıyla ilan edilmiş ama bunun bir İngiliz ve dış güçlerin bir
tezgâhı olduğu da bir vaka. Zira bunu Ulu Hakan Abdülhamid Han tekrardan
yetkileri eline aldığında meclisi niye kapattığına dair gerekçesinden
bileceğiz. İyi ki Ulu Hakan, tüm yetkileri kendinde toplamış, böylece
Tanzimat’la başlayan her hususta İngiltere’ye danışalım anlamına gelen tüm sinsi
politikalara son verip bunun yerine kendi feraset kokan stratejik yerli
politikalarını ikame edecektir. Ne var ki bu stratejik hamle hem kendisine, hem
de ülkemize pahalıya mal olacaktır. Zira yürürlüğe koyduğu 33 yıllık denge
politikasının semerelerini tam toplayacağı sırada iç ve dış mihrakların
tertibiyle tahtından indirilip Osmanlının çöküş süreci hız kazanacaktır. Aslında bu olay milli haysiyet ve
istiklalimizin tahtından indirilişi olayıdır.
Meğer gerçek Hilalimizi o zaman kaybetmişiz.
Nihayet Ulu Hakan Abdülhamid Han’a yapılan
tüm haksız muamelelerden pişman olanlarda oluyor, ama bu geç kalınmış pişmanlık
bize pahalıya mal olup Osmanlının hasta yatağında kalkmasına
yetmeyecektir. Nitekim niye bu hallere düştüğümüzün
cevabı Şair Rıza Tevfik Ulu Hakan'a ithafen dile getirdiği:
“.. Tarih adını andığı zaman,
Sana hak verecek Ey
Koca Sultan;
Bizdik utanmadan
iftira eden,
Asrın en siyasi padişahına” mısralarında pekâlâ görmek mümkün.
İcabında o’nu ifade etmede tek başına şiirinde
gücü yetmez, ardından bıraktığı eserler kendi hal lisanıyla onu her an anıyor
bile. İşte Ulu Hakan Abdülhamid Han döneminden miras kalan eserlerin bir
kısmını listelediğimizde;
“ -Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mektebi
Mülkiyeyi Şahane),
-Tıp
Fakültesi (Mektebi Tıbbiyeyi Şahane),
yani Şişli Eftal Hastanesi ve Askeri Tıbbiyeyi de o kurmuştur.
-Harb Okulu (Mektebi Harbiye-i),
-Teknik Üniversite (Yüksek Mühendis Mektebi),
-Hukuk-Fen-Edebiyat
Fakülteleri,
-Güzel
Sanatlar Akademisi,
-Maliye
ve Ticaret Okulu,
-Yüksek Muallim Okulu,
-Dilsiz ve Ama
Mektepleri
-Pekin’den yaptırılan
camiler ve Afrika’nın en ücra köşesine kadar açılan tekkeler” gibi bir dizi eğitim kurumlarda mührü vardır. Yetmedi o kendi dönemi itibariyle ileri ufuk
anlayışıyla gerek tiyatro, gerek ulaşım teknolojisi, gerek İstanbul’un tümünü
kapsayan harita çalışmaları, gerekse tıp alanında ki atılımlarıyla göz dolduran
yüce bir hakandır. Ayrıca Pasteur’un İstanbul’a davet edilmesi o’nun ne denli
ilme önem verdiğinin bir göstergesidir.
Hicaz Demir yolu projesi İngilizlerin
İslam âlemi üzerindeki sömürgeci anlayışını bertaraf edebilecek nitelikte bir
projedir. Hakeza GAP projesinin fikri temelleri bile cennet mekân Sultan
Abdülhamid Han'a aittir. Hatta Hicaz Demir yolu Projesi ve Boğaz köprüsü
formülü dâhiyane zekâsı sayesinde gerçekleşmiştir. Buna Marmaray da dâhildir
elbet. Daha nice sayamadığımız birçok reformlar onun yadigârıdır.
Velhasıl Ulu Hakan; hasta adam gözüyle bakılan
Osmanlı’nın yıkılışını bekleyen birçok devlete karşı gerek sosyal, gerek
iktisadi ve gerekse askeri reformlarıyla 33 yıl Devleti Aliye’yi ayakta tutup
heveslerini kursaklarında bırakan nevi şahsına münhasır bir devletlûdur.
Vesselam.