ALEVİLİK
SELİM GÜRBÜZER
Allah Resulünün ister dini, ister ruhani, ister siyasi, ister devlet başkanlığı görevi olsun fark etmez,
sonuçta yüklendiği görevlerin hepsini kendinde toplayan ve âlemlere rahmet
olarak gönderilen en son elçidir. Malum İslam’ın ilk doğuşunda Resulü Ekrem’in
dilinden sadır olan o güzel sözler, gerekse ortaya koyduğu uygulamaların yakından
müşahede edip ilk elden takip etme imkânı vardı. Ta ki, İslam halkası
genişlemeye yüz tuttu, işte o zaman bu imkânın kendiliğinden kalkmasıyla
birlikte karşılaşılan bir takım meselelerin altından nasıl kalkılacağı noktasında
ictihad kapısına ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenledir ki Allah Resulünün dar-ı
bekaya irtihalinin arkasından halifelik konusunun da izaha muhtaç bir konu
olması gayet tabiidir. İlginçtir ilk
halifenin seçimle işbaşına gelmesine herhangi bir itiraz gelmezken, iş kimin halife seçileceği söz konusu
olduğunda kabile ruhunu ön plana çıkarmaya yönelik çabalar mesele teşkil
edecektir. Hiç kuşkusuz bu meselede, kabilevi refleksin karşıt odağında Ebû
Bekir-i Sıddîk (r.a) vardır. Öyle ki Allah Resulünün vefatının şokunu daha
atlatmadan Hazrec kabilesinden birkaç insan ‘kim halife olacak’ konusu yerine, ‘halife hangi kabileden olacak’ derdine düşeceklerdir. Ve halifelik
konusunda dert davaları Ensar’dan mı yoksa Muhacirden mi olsun eksenine kaydırılıp
bu doğrultuda hasta yatağında yatmakta olan Sa’d’ın kapısı çalınıp kendisinden apar
topar halife olması istenir de. Neyse ki Sa’d’ı hasta yatağından kaldırıp; ‘İşte, Rasulüllah’ın halifesi Sa’d…’
diyecekleri esnada Hz. Ömer (r.a) devreye girer de bu mesele fazla alev
almadan hal yoluna koyulmuş olur. Gerçektende Hz. Ömer (r.a)’ın yerinde müdahalesiyle:
— Ey.
Ebû Bekir! Sen ki Allah Resulüne içimizde en yakın
bulunmuşsun, o halde halifeliğe sen layıksın,
bu görev sana uygun düşer deyip biat etmesiyle birlikte tüm kabilevi istek
ve hevesler boşa çıkartılmış olur.
İşte
Hz. Ömer (r.a)’ın herkesin gözü önünde Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın elinden
tutup biat etmek suretiyle birlik ve dirliğin sağlanmasında önemli bir iş
çıkarmıştır. İşte Hz. Ömer (r.a)’ın bu hamlesi Muhacir, Ensar ve diğer kabilelerinde
itaat etmelerinin de kapısını böylece bu süreç tamamlanmış olur.
Evet, Peygamberimizin ahreti intikalinin ardından
gündeme gelen halifelik hususu bir şekilde hal yoluna koyulmasına koyulurda
peki ya şu mezhep ve meşrep farklılıklarıyla doğan ihtilafların farklı
mecralara çekilmesi gibi durumlar nasıl hal yoluna koyulacaktı? Bilindiği üzere
mezhep zehap (zan, sanı) kökünden türeyen bir kavramdır. Bir başka
ifadeyle mezhep şer’i meselelerde ictihad farklılığından doğan fıkhı yorumlama
biçimidir, dolayısıyla itikatla alakalı bir kavram değildir. Zaten mezhep
imamlarının kendi aralarındaki görüş ayrılıkları itikadi kaynaklı olamaz, olsa
olsa sadece ibadet, muamelat vs. konulara ait farklı değerlendirmelerin açılımı
bir zenginlik olabilir. Dikkat edin zenginlik dedik, çünkü İslam’da bir müctehid âlim içtihadında
hata yaptığında bir sevap, isabet ettiğinde ise iki sevap vardır, ayrıca ümmetin
ihtilafında rahmet vardır düsturu esastır. İşte bu temel düsturlar ortada iken her
nedense kimi insanların zihninde mezhep denilince; ayrımcılık veya bölünme
anlaşılıyor. Oysa mezhep içtihat farklılığından doğan yol demektir. Madem her ortaya çıkan yeni bir durum farklı
yoruma muhtaç, o halde içtihat gerektiren konularda fikir beyan etmek ayrılık gayrilik
olarak algılanmamalı, tam aksine meseleye İslam toplumunun düşünceye ipotek koymamanın
delili olarak görmeli. Zira bu durum İslam ümmetinin fikri zenginliğini ortaya
koyan bir gelişmedir.
Anlaşılan o ki Allah Resulü vefat ettiğinde İslam toplumunun idarecisinin
kim olacağı konusu gündeme gelmiş, akabinde Ensar ve Muhacir topluluklarının
bir araya gelip istişare sonucu Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) halife
seçilmiştir. İşte bu noktada kimi Sünni ulema ve kimi tarihçilerin zihninde tereddütler
hâsıl olmuş olsa gerek ki, Hz. Ali'nin (k.v) bu istişare ve müzakereler
esnasında hilafet için kendisinin seçilmesini umduğunu belirtirler. Acaba öyle
mi? Şu bir gerçek; Hz. Ali (k.v) bu konuda hiçbir mesele çıkarmaksızın geçte
olsa seçilen halifeye biat etmiş ilim hikmet kapısıdır. O’nun geç biat etmesi
asla red manasına değil, sadece Allah Resulü vefat ettiğinde, o hengâmede
hilafet meselesi kendisinden habersiz şekilde görüşüldüğü zannıyla gecikme bir biattır.
Bir başka nedense Peygamberimizin vefatının akabinde hemen beyat ettiği zaman Hz.
Fatıma annemizin incineceği ihtimalini göz önünde bulundurup bu konuda altı ay
sessiz kalmayı uygun görmüştür. Her neyse erken ya da geç, sonuçta Hz. Ali (k.v), Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a)’ın yanına
varıp ‘Bu göreve layık olan sensin, ama Allah Resulü’nün daha henüz vücudu
ortada iken halifelik görüşmelerinin bana haber verilmediği için kırılıp
geciktirmiştim, yarın mescitte herkesin huzurunda beyat edeceğim ’ der ya,
bu yetmez mi? Ve gerçekten de sözünün eri olduğunu gösterirde. Kaldı ki ilim
hikmet kapısı bunla da kalmaz, gerek Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) dönemi, gerek Hz. Ömer (r.a) dönemi, gerekse Hz.
Osman (r.a) dönemlerinde, yani her üç halifeninde
yâr ve yardımcısı olmuştur. Bilhassa ihtilafların doruk noktaya ulaştığı Hz. Osman
döneminde bile o’na bir an olsun destek olmaktan geri durmamıştır. Fakat ne var ki o’nun bu desteği; Halife
etrafında yuvalanan Emevi dayanışma ağını kırmaya yetmemiştir. Üstelik o’nun bu
samimi girişimleri hep yanlış algılanıp güya Hz. Osman’a karşıt bir tavır
olarak gösterilmiştir. Yine de her şeye rağmen O; ‘iyilik yap denize at, balık
bilmezse Halik bilir’ düşüncesiyle Hz. Osman’ı şehit olması anına kadar ümmetin
birliği ve dirliği adına hareket etmesini bilmiştir.
Aslında yaşanan gelişmelere soğukkanlı
olarak baktığımızda Peygamberimizin dar-ı bekaya irtihalinin ardından ilk başta
halifenin Kureyş’ten olması birlik ve dirlik adına yerinde bir karar olduğu fark
edilir. Şayet halife Kureyş’in dışında başka bir kabileden olsaydı tarihin seyri
belkide bir başka yörüngeye kayıp bir takım istenmeyen önü alınmaz olaylara sahne
olabilirdi. Bu yüzden Araplar için Kureyş ne ise, Türkler içinde Oğuz boyu o derece kıymet
ifade eder. Çünkü her iki kabilede kendi
tarihi seyri akışında kendi boylarına müsbet anlamda geleceğe kanatlanacak maya
olup mühim rol üstlenmişlerdir. Zaten ulvi gayeler üzerine kurulu maya
tuttuktan sonra kabileciliğin pek kıymet-i harbiyesi kalmaz da. Anlaşılan
Allah’ın Habib-i her türlü kabileciliğin İslam’a aykırı olduğunu beyan
etmesinin arka planında yatan etken unsurda buydu, yani ilerisinde sırf kan
bağına göre teşkilatlanmış bir Müslüman topluluğa geçit vermemek içindi.
Peki ya Yahudiler? Malum onlarda
hemen her devirde fitne oluşturmaya meyilli hazır topluluklardır. Şöyle ki, Hz.
Muhammed'in (s.a.v) yüzüne karşı açık açık; “Cebrail bizim düşmanımızdır. Şayet sana gelen Mikail olsaydı iman
ederdik” demekten imtina etmemişlerdir. İşte bu sapkın düşünceler
içerisinde güya Kur’an Hz. Ali'ye gönderilmişte, Cebrail (a.s) onu Hz. Muhammed
(s.a.v)’e getirmiş diye tevil etmişlerdir. Hani zırva tevil götürmez derler ya,
aynen öyle de bu tür iddiaların temelinde; öteden beri Yahudilerin Cebrail’e
karşı kin, nefret ve düşmanlık beslemelerinin dışa yansıması öç alma gayreti
söz konusudur. Oysa gerçek şu ki; Hz. Ömer’in teklifiyle Kur’an ayetleri Hz.
Ebu Bekir’e arz edilip kitap haline getirilip adına Mushaf denmiştir. Üstelik Mushaf
ashap arasında iyi yetişmiş hafızların gözetimi altında ve Sahabe-i Kiramın
şahitliği ile gerçekleşmiştir. Kaldı ki hali hazırda Hz. Ali (k.v)’in kendi
eliyle yazıp kaydettiği Kur’an’da Hz. Peygambere indirilen Kuran’ın aynısıdır. Dolayısıyla
daha nasıl oluyor da bu tür zırvalara başvuruluyor doğrusu şaşmamak elde değil. Hatta geldiğimiz noktada bile günümüz Ümmet-i
Muhammed’in okuduğu Kur’an, Hz. Osman’dan bize ulaşan Kur’an’ın aynısıdır.
Tabii mesele burada bitmez, devamında bir başka iddia ise; Kur’an'da ki ayetler
aslında mevcut ayetlerden fazlaymış da, Hz.
Osman zamanında bazı ayetler çıkarılıp şimdiki hale dönüştürülmüş güya. Onlar öyle
iddia ede dursunlar, illa bir farktan söz edilecekse şu an okuduğumuz Mushaf’ın
Hz. Ebu Bekir döneminden tek farkı tertip üzerine yazılmış olmasıdır, bunun
dışında ne bir kelam eksikliği ne de fazlalığı söz konusudur.
Kelimenin tam anlamıyla şunu
diyebiliriz ki; Kur’an Hz. Ebu Bekir
döneminde Mushaf haline getirilmekle kalmamış bunun yanı sıra herhangi bir
ihtilafa açık kapı bırakmayacak şekilde Mushaf heyeti oluşturmak suretiyle o
güne kadar değişik lehçelerde yazılı olan Kur’an nüshaları ashabın şahitliğinde
yakılmış bile. Derken kaynağına uygun sadece Hz. Hafsa’nın evin duvarında asılı
duran Kur’an’dan altı adet İslam merkezlerine gönderilmek suretiyle çoğaltılıp günümüze
kadar tahrif edilmeden gelen tek kutsal kitapla müşerref olmuş olduk. Evet, dünyada tek tahrif olmayan kutsal kitapla
müşerref olmasına oldukta, yine de fitne bu ya, acaba nerden bir kafa
karışıklığı oluştururuz hesabıyla hiç boş durmamakta. Tabii bu durumda fitne
boş durmayınca ister istemez bu cin fikirlerin arka planında Yahudilerin olabileceği
akla takılıyor. Dün nasıl ki pek çok fitne hareketlerin altından Yahudi parmağı
çıktıysa bugünde aynı parmağın izlerini Filistin’de, Mısırda, Irakta, Suriye’de Türkiye’de bariz bir şekilde
görüyoruz pekâlâ. Müslümanların bölük parça olması bunun teyit ediyor zaten.
Hz. Osman’ın Şehadeti
İslam toplumunda hem müspet hem de
menfi anlamda ilklerimiz var. İşte hiç arzu etmediğimiz bir ilkimiz var ki, şüphesiz
bu Hz. Osman'ın (r.a) hilafeti döneminde yaşanan İbn-i Sebe fitne hadisesidir. Malum
İbn-i Sebe, eski Yemenli Haham başı olup görünüşte Müslüman, ama gerçekte tam
dört başı mamur bir fitne komitecisidir. Medine’ye geldiğinde yaptığı ilk iş gayet
istismara açık “Haşimilik ve Emevilik” konusunu kaşımak olmuştur. Hatta bu
arada Hz. Osman (r.a) ve hilafetliği
hakkında bir sürü ipe sapa gelmez dedikodu listesi hazırlamayı da ihmal etmez. Sinsilik
bu ya, daha da ileri gidip kendince fitne üssü olarak kullanacağı bir takım merkezlere
mektuplar göndermek suretiyle Hz. Osman’ın hal edilmesi senaryosunu adım adım
yürürlüğe koyar da. Derken bu mektuplar semeresini
verdiğinde isyancılar Medine’ye baskın yapıp Halife Hz. Osman (r.a)’ı evinde
Kur’an okurken şehit edeceklerdir.
Ne yazık ki gözü dönmüş
isyancıların işledikleri canice yürek burkan bu hadise ileri ki dönemler içinde
kötü örnek teşkil edip daha pek çok fitne hareketlerin fitilini ateşleyici etken
unsur olur. Öyle ki bundan sonraki aşamada Emevilerle Haşimileri birbirine
düşürecek planı hayata geçirmek vardır. Hatta yürürlüğe konulacak planın bu
aşamasında Hz. Osman (r.a)’ın kanının davasını gütmek vardır. Nasıl mı? Önce Hz. Osman (r,a)’ı Hz. Ali'nin (k.v) öldürttüğü şaibesi yayılacak, sonrasında
Emevilerin bam teline dokunaraktan kışkırtılmaları sağlanacak. Ne de olsa Kureyş’in
en önemli iki kolu Haşimi ve Emevi koludur. Öyle ya, Hz. Ali (k.v)
Kureyş’in Haşimi kolundan olduğuna göre o’nun halife olması hilafetin
Emevilerin elinden çıkması demekti. Böyle bir durumda hem Emevilik davası
güdülmeli hem Hz. Ali (k.v) hem de diğer
sahabenin önde gelen isimlerin halifeliği konu edilmeli ki birbirlerine
düşürülecek sinsi plan gerçekleşsin. Ancak evdeki hesap bazen çarşıya uymaz ya,
aynen öyle de ilk başta düşündükleri gibi durum ortaya çıkmaz. Çünkü Hz. Osman’ın şehit olmasının akabinde
Basralılar Talha b. Zübeyir’i, Kufeliler Zubeyr b. Avvam’ı, Mısırlılar da Hz.
Ali’yi halife olma konusunda ikna edemezler. Hatta Sa’d b. Vakkas ve Abdullah
b. Ömer’e de halifelik teklifiyle gittiklerinde yine netice alamazlar.
İsyancılar baktılar işler sarpa saracak bu kez sağa sola ültimatomlar yağdırarak;
“şayet yarına kadar ashabın ileri gelenlerinden herhangi biri halife çıkmazsa
boyunlarını vuracağız” tehdidini savururlar. Neyse ki Ensar-Muhacir grubundan
bir topluluk zar zor Hz. Ali (k.v)’i ikna etme çabaları neticelenirde ertesi
gün mescitte beyat hadisesi gerçekleşir. Böylece Hz. Ali (k.v) üç büyük halifenin
dördüncüsü olur.
Evet, ilim hikmet kapısı Hz. Ali
(k.v) hilafete geçti geçmesine ama sular durulmayacaktır, hatta sular daha da bir
kabarır hal alır. İşte suların kabardığının ilk işaret taşları diyebileceğimiz;
“-
Cemel Vakası,
- Sıffın Vakası,
-Kerbela Vakası” meramımızı anlatmaya yeter artar
da. Madem öyle tarihi kaynaklara bakıp Müslümanları derinden yaralayan bu üç
olay nasıl vuku bulmuş bir göz atalım.
Cemel
Vakası
Evet, Hz. Ali (k.v) dördüncü halife, yani son
halifedir. Aslında dört halife sonrası halifelik değil mülktür, yani
saltanattır. Her neyse, Hz. Ali (k.v) dönemine baktığımızda halifelik dönemi
çok çetin geçecektir, dahası kendisini çok meşakkatli ve uzun mücadeleli yıllar
bekliyordu. Düşünsenize daha işe başlar başlamaz içlerinde Talha ve Zübeyir’in
de bulunduğu bir heyet Halifenin huzuruna geldiklerinde önce Yüce Allah'ın
ahkâmını tatbik için beyat ettiklerini hatırlatıp akabinde Hz. Osman’ın kanını helal
sayanların cezalarının verilmesini talep edeceklerdir. Keza Şam’da Hz. Muaviye
(r.a)’da aynı taleb üzere hareket edecektir. Hz. Ali (k.v) ise tüm bu taleplerin aksine mevcut kaotik ortamda
hemen ceza yoluna gitmenin yangına körükle gitmek olacağını, hele bir ortalık sakinleşsin gereği ne ise o
yapılır düşüncesindedir. Aslında düşüncesinde haksızda sayılmazdı. Düşünün ki; fitne almış başını gidiyor, bu durumda Hz.
Aişe annemiz, Hz. Zübeyir ve Hz. Talha ise ısrarla üstüne basa basa Hz. Ali (k.v)’den
tüm isyancıların öldürülmesi yönünde bir tavır sergileyeceklerdir. Tabii ilim
ve hikmet kapısı Hz. Ali (k.v) her zaman
ki gibi metanetini yitirmeyip yine aynı kararlılıkla sular durulana kadar
beklemenin ümmetin birliği ve dirliği için yararlı olacağını belirttir. Ve
huzurda ki heyete en son şu hükmü hatırlataraktan şöyle dile getirir:
“-Bir kişinin hatasıyla grubun bütününün sorumlu kılınamaz.”
Evet, bu hüküm sıradan bir hüküm değildir, çağları aşan bir hükümdür. Belki de bu hüküm en
yüce makamdan dile getirilmeseydi günümüzün vazgeçilmez hukuk kuralı hale gelen
‘suçların şahsiliği’ prensibinden bihaber olacaktık. İşte Hz. Zübeyir ve Hz. Talha bu müthiş
çağları aşan hukuki kuralı üzerine hüküm beyan etmenin abesle iştigal olacağını
idrak etmiş olsalar gerek ki;
“-Eğer Ali birlik ve beraberlikten yana ise o zaman aramızda mesele yok
demektir” deyip huzurdan öyle ayrılacaklardır. Onlar huzurdan ayrıla dursun
bu arada Hz. Ali (k.v)’de birlik ve dirlik adına halifelik otoritesini sağlamak
için tez elden Şam ve Kufe şehirlerine mektuplar gönderip kendisinin
Rasulüllah’ın halifesi olduğunu tasdik etmelerini bildirecektir. Zira devlet
otoritesi en ufak ihmalkârlığa gelmez. Ne var ki bunca titizliğe rağmen her
defasında elçiler vasıtasıyla gönderilen mektuplar karşılık bulmayacaktır, sadece
içlerinden bir tanesinden karşılık bulur ki, o da Muaviye’den gelen tek
cümlelik mektuptur. Ve bu gelen mektup
hiçte iç açıcı değildi. Çünkü mektubun
daha ilk girişinde halifeliği hiçe sayan; ‘Muaviye
b. Ebu Süfyan’dan Ali b. Ebi Talib’e’ diye bir hitap vardı ki, Hz. Ali’nin
moralini alt üst etmeye yetmiştir.
İşte bu moral bozukluğu yetmemişçesine
birde üstüne üstük bir zaman İslam adına aynı emeller uğruna beraberce mücadele
verdikleri iki dava arkadaşı çıka gelmez mi? Güya umre izni için çıka geldiklerini dile
getireceklerdir. Derken hoşbeş sohbetin ardından Hz. Talha ve Hz. Zübeyir
kafalarından geçen ‘bir daha Medine’ye hiç dönmeme’ düşüncelerini dile
getirmeksin vedalaşıp öyle ayrılacaklardır. Hz. Ali (k.v) ise onların tam
aksine içten pazarlıksız bir şekilde tüm samimiyetiyle onları dostça uğurlayacaktır.
Gerçektende dost sandığı arkadaşları Mekke’ye vardıklarında umrelerini yapar
yapmaz Hz. Ayşe annemizle buluşup Hz. Ali’ye isteksiz beyat sözü verdiklerini
dile getirmekten imtina etmeyeceklerdir. Böylece kafalarına koydukları asıl
niyetlerini izhar etmiş olurlar. Tabii bu tür görüşmeler sıradan görüşmeler
değildi, her bir görüşme Hz. Aişe annemiz etrafında gitgide hatırı sayılır grup
oluşturmaya yetip eylem kararı aşamasına gelindiğinde “Herkim
ki Osman’ın katillerinden intikamını almak istiyorsa Basra’ya doğru sefere
gelsin” çağrısı yapılır da. Anlaşılan o ki, şu fani dünyada sahabede olsa
kalıcı dostluk ve kalıcı arkadaşlık olmayabiliyor. Nitekim yapılan çağrı
üzerine Hz. Aişe ve ordusu çoktan yola koyulur bile. Derken; Hayber
yakınlarında Evtas denilen yerde konakladıklarında Said b. As;
— Ey Müminlerin annesi nereye diye
sorduğunda,
Hz. Aişe cevaben:
— Osman’ı şehit edenleri
cezalandırmak için Basra’ya gidiyorum der.
Said b. As ise:
— Osman’ın katillerini uzaklarda
aramana gerek yok, yanı başındakilere bakman kâfi, der.
Aslında Said b. As sarf ettiği bu
sözlerle Zübeyr ve Talha’yı kastedip, onların derdi Hz. Osman’ın kanını
dökenlerle değil bilakis hilafeti Hz. Ali’ye kaptırmanın derdine düştüklerini
ima etmiş oluyordu. Fakat Hz. Aişe annemiz
imada olsa o an hiç bir şeyi duymak niyetinde değildi, o daha çok güttüğü davaya
odaklanıp yoluna devam ederde. Neyse ki Aişe annemiz Have’b denilen yere
geldiğinde köpek ulumalarına duyarsız kalmaz, o an köpek havlamaları karşısında
duraklayıp bir zaman Efendimiz (s.a.v)’in hanımlarına söylediği; “Bana öyle geliyor ki sizden birine Have’b
köpekleri uluyacak” sözler aklına düşüverir. Derken gönlünden geri dön
duygusu ağır basar da. Amma velâkin o an Abdullah b. Zübeyr’in imdat çığlığı bu
duyguları bertaraf etmeye yetecektir. Öyle ki ‘Ali b.
Ebi Talib geldi! Çabucak Basra’ya
yetişin, neydip edip kendinizi
kurtarmaya bakın’ avazıyla atılan çığlıklar
yerini bulup Basra’ya yakın Hufeyr denilen yerde soluğu alırlar. Yine de Hz.
Ali (k.v) Allah’tan ümit kesilmez düşüncesiyle son kez bir girişimde daha
bulunup bu hususta Ka’ka b. Amr vasıtasıyla muharebe öncesi bir dizi
müzakereleri ihmal etmeyecektir. Ancak
bu son hamleler barış umutlarını bir nebze olsun yeşertse de fitne bu ya, yine
kınında durmaz bu kez ilginç bir gelişme yaşanacaktır. Şöyle ki; İbn-i Sebe
şeytanca bir planla her iki ordunun çadırlarına yerleştirdiği adamlarla ani
baskınlar tertiplediğinde uykularından ayılanlar gördüğü manzara karşısında neye
uğradıklarının şaşkınlığıyla sağa sola saldıracaklardır. Böylece uyku sersemliğinin vermiş olduğu
panikle karşı tarafın hışmına uğradık zannıyla kılıçlarını kınından çıkardıklarında
Cemel hadisesi vuku bulmuş olur. İşte tarihlerin kaydettiği yaklaşık on bin
insanın ölümüne bir o kadar da yaralanmasına sebep olan muharebe budur. Cemel
vakasından zaferle çıkılmıştı ama sıra ganimetlere gelmişti ki Hz. Ali (k.v) kendine yakışan müdahalesini yapıp
arkadaşlarına:
— Müminlerin
annesi Aişe ganimetlerden kime isabet edecek sorusunu yöneltir. Böylece ganimet
istekleri kendiliğinden düşmüş olur. Nasıl düşmüş olmasın ki, sonuçta
muhaberenin kazananı da, kaybedeni de Müslüman’dı. Dolayısıyla Emirü'l Müminin
bu yerinde çıkışıyla söz konusu ganimetse, bu sadece gayrimüslimlerden alınır hükmünü
hatırlatmışta oldu.
Hâsılı kelam Cemel vakası, hem galibi hem de mağlubunun
pişman olduğu bir vakaydı. Çünkü Hz. Osman döneminde isyan boyutunda kalan
mücadelenin Hz. Ali dönemiyle iç savaşa dönüşmesi yürekleri yakmıştır hep.
Üstelik bu savaşta iki güzide sahabe Hz. Zübeyir (r.a) ve Hz. Talha (r.a)’da şehit düşmüşlerdir. İşte
bu gerçekler ışığında
Bediüzzaman Said-i Nursi Hz.leri: “Cemel Vakası denilen Hz. Ali ile Hz.
Talha ve Hz. Zübeyir ve Hz. Aişe-i Sıddıka arasında olan muharebe; adalet-i
mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir...” (Mektubat, 15. Mektup Sh.53 1986 İst.) sözleriyle
Cemel vakasının gerçek ruhunu ortaya koymuş olur. Hatta satır aralarında İslâm
ulemasının şu müthiş akıl dolusu sözlerine de yer verip: “Sahabelerin muharebesinde kıyl-û kâl etme. Çünkü hem katil ve hem
maktul ikisi de ehl-i cennettirler” (a.g.e. sh.53) diye notta düşer.
Zaten hiç bir Ehl-i Sünnet uleması kalkıp da Hz. Ali (k.v.) hata yapmıştır
dememiş, demez de. Çünkü Resulullah (s.a.v)'ın: “Benim ashabım gökteki yıldızlar
gibidir. Hangisine uyarsanız kurtulursunuz”
beyan buyurduğu ölçü var ortada.
Sıffın
Savaşı
Hz. Ali (k.v), Cemel hadisesinden sonra
Ümmet-i Muhammed’in birliği ve dirliğini sağlamak maksadıyla Suriye’ye yöneldiğinde
ilk uğrak yer Basra’dır. Malum Basra’da işleri
hal yoluna koyduktan sonra yüzünü bu kez Kufe’ye doğru çevirip Şam’a yakın bir
yerde konaklar. Tabii buraya konaklama sıradan bir konaklama değildir, son
derece anlamlıdır, çünkü burada konaklamakla bir bakıma Muaviye’ye yönelik 'sıra
sana geldi' mesajı verilmiş olur. Ne var ki Hz. Muaviye ve bu mesajı görmezden
gelip her zaman ki gibi Hz. Ali’ye biat etmeyecektir, hatta kendisiyle istişare
görüşmelerine kayıtsız kalıp tüm müzakere yolları tıkar da. İster istemez hal
vaziyet böyle olunca Cemel vakasından bir yıl sonra kılıçlar bilenip her iki
ordu Sıffın’da karşı karşıya gelir. Aslında bu karşı karşıya geliş bir anlamda Emeviliğin
Haşimiliğe karşı başkaldırışı bir karşılaşmadır. Ve o an geldiğinde Sıffın’da
ne için savaştıklarını bilmeden boğaz boğaza gelen can yiğitler bir bir toprağa
düşüp çok büyük kayıplar yaşanır. Böylelikle Resulüllah (s.a.v)’in yıllar öncesinden
söylediği; ‘Ya Ali ben Kur’an’ın tenzili
üzerine, sen ise tevili üzerine çarpışacaksın’ buyurduğu mucizevî hadis-i
şerifin sırrı zuhur etmiş olur. Bu yüzden İslam âlimleri Hz. Ali ve Hz.
Muaviye’nin arasında geçen mücadelenin içtihada dayalı savaş olduğunu
belirtirler. Bir başka ifadeyle bu olay tenzilin tevili için göze alınan bir mücadeledir.
Evet, Sıffın büyük kayıpların
yaşandığı bir vaka olmanın yanı sıra aynı zamanda Haricilerin Hz. Ali'den
kopmasına da sebep teşkil eden bir savaştır. Sıffın’a kadar halifeye olan sadakatlerinde
kusur eylemeyen Hariciler bir anda hakemlik meselesinde ihtilafa düşüp Hz. Ali
(k.v) ile yollarını ayırırlar bile. Sadece yollarını ayırsalar hadi neyse deriz,
muhalif kanatta olurlar da. Yetmedi Kur’an’da ki; ‘Hüküm
Allah’ındır’ ayetini Hz. Ali'ye karşı kalkan olarak kullanacak kadar ileri
gitmişlerdir. Hz. Ali (k.v) ise bu haddi aşan ifadeler karşısında:
“Bu sözlerle emirlik Allah’ındır demek istiyorsunuz. Oysa emirlik olmalı
ki, onun vasıtasıyla bütün işler görülebilsin..” beyan buyurmakla ayet-i celilenin hakiki manasını ortaya koymuştur. Hariciler
aynı zamanda iyi Kurrâ, yani Kur’an’ı
iyi hıfz etmiş okuyuculardı, ama neye yarar, Kur’an’ı iyi okumak her şeyi iyi
bilmek manasına gelmez ki, özüne de vakıf olmak gerekirdi. Zaten değil midir ki onlar Kur'an'ın mana ve
ruhundan uzak okuyucular olduklarından karşılarına çıkan her kim olursa olsun kâfir
ilan etmekten çekinmediler. Bakın, Haricilere
bu meselede Hz. Ali’den niye ayrıldıklarını sorulduğunda; cevaben 'Sıffın’da hakeme başvurmayı' gerekçe göstermişlerdir.
Oysa Hz. Ali başlangıçta Kur’an sahifelerinin mızraklara takılmasının bir hile olduğunu
defalarca telkin etmişliğine rağmen onlar inadım inat Hz. Ali’yi hakem tayin
hususunda kabul etmeye mecbur bırakmışlardır. Böylece çok büyük tarihi fırsat
kaçmış olur. Dahası bilgisizlik ve cehalet
kanlı yılların yaşanmasını beraberinde getirir de. Kelimenin tam anlamıyla Hz.
Ali hilafet içtihadıyla, Hz. Muaviye'de saltanat içtihadıyla giriştikleri
mücadelede bedevi (Harici)
kılıçlarına maruz kalınan bir süreç yaşanır. Hiç kuşkusuz Haricilerde, İslam’a samimi
ve candan bağlı topluluklardı, ne var ki samimiyet tek başına kriter değil, dedik ya bilgi sahibi olmakta gerekiyordu. Hatta
bugün bile geldiğimiz noktada yaşadığımız kanlı kavgaların ardında hep
ilimsizlik ve koyu cehalet yatmaktadır.
İşin özü, Sıffın vakası Hz. Ali'nin (k.v.) hilafet içtihadıyla harekete geçip
Hz. Muaviye’nin ise saltanat içtihadıyla karşı karşıya geldiği bir savaştır. Asla
iddia edildiği üzere sırf imamlığı elde etmeye yönelik yapılan bir mücadele
değildi. Hz. Ali (k.v), Hz. Osman'ı (r.a) katledenlerin hemen teslim etmenin yanlış
olacağı içtihadı, Hz. Muaviye’nin ise bir an evvel katillerin cezasının
verilmesi gerektiği hususta içtihatta bulunmanın neticesinde aralarında
birtakım olayların vuku bulmasına yol açan bir hadisedir.
Ehl-i Beyt
Şurası muhakkak; Sıffın vakası fitne odaklarını pek tatmin
etmemiş olsa gerek ki İbn-i Sebe, savaş sonrası yeni bir planı sahneye koymak
için kollarını çoktan sıvar da. Bu sefer ki senaryoda Ehl-i beyt muhabbetini
istismara yönelik bir eylem planı vardır. Nitekim plan gereği İbn-i Sebe
başkanlığında bir grup Hz. Ali’nin huzuruna çıkıp:
“ -Sen Rabbimizsin, ilahımızsın..” deme cüretini gösterebilmiştir. Tabii Hz. Ali (k.v) bu durum karşısında İbn-i Sebe’nin ordu
içinde taraftarlarının çokluğu hatta fitne ve zaafa yol açacağı ihtimalinden
hareketle o’nu öldürmek yerine, sadece Medayin’e sürmekle yetinmiştir. Ancak
İbn-i Sebe sürgün gittiği yerlerde de boş durmaz, vaktiyle Hz. Ali’den kaçan
birtakım Harici grupları ve reisleri Evfa oğluyla görüşmeleri ihmal etmez de. Zaten
her ne oluyorsa bu görüşmelerden sonra Hz. Ali, Hz. Muaviye ve Amr İbnü'l As’ı suikast
kararı alınıp Muharrem ayının 17. günü üç suikastçı yola çıkarılır da. Takdiri
ilahi bu ya; Hz. Muaviye ve Amr İbnü'l
As bu suikast girişiminden kıl payı kurtulurken Hz. Ali (k.v) hilafet müessesinin
gereği yanında Hz. Muaviye‘nin saltanat tarzı yaver ya da koruma olmadığından
İbn-i Mülcem isimli suikastçının zehirli kılıcına maruz kalıp hasta yatağa düşecektir.
Hasta yatağında kendisine;
“ -Hz.
Hasan’a biat edelim mi?” sualini sorduklarında cevaben:
“- Size bunu ne tavsiye ederim, ne de yapmayın derim” der. Aslında bu sözlerle
aynı zamanda hilafetin seçimle olabileceği imasında bulunmuş olur.
Hz. Ali (k.v) Allah Resulünün
buyurduğu tenzilin tevili mücadelesinde şehit düşüp sevdiklerine kavuştu
kavuşmasına ama ahrete irtihalinin ardından fitne güruhu yine boş durmaz, bu
kez Hicretin 39. yılında (Miladi 660) hac mevsiminde bir grup Harici
kararıyla İbn-i Sebe’nin telkinleri doğrultusunda naaşına hulul, yani ‘ulûhiyet’
isnat edilecektir. Düşünsenize “Her nefis ölümü tadacaktır” ilahi emrin
hilafına mevta olmuş bedene bile saygısızlıkta ölçü tanınmayacaktı, böylece bu
olayla birlikte Şiiliğin tohumları ekilmiş olur.
Peki ya Muaviye? O da malum, Hz. Ali’nin şehit olmasının ardından o’na olan
husumetini mescitlerde Hz. Ali’ye reddiyeyle başlayan hutbelerle tutumunu
sürdürecektir. İşte Hz. Hasan, Muaviye’nin bu inadım inat tutumu karşısında
tıpkı babası gibi ümmetin birlik ve dirlik hassasiyeti bir karakter ruh haliyle
hilafet hakkını Muaviye’ye devredecektir. Böylece temel amacının nefsi
hesaplaşma olmadığı ve yine temel amacının Hz. Osman’ın katillerinin kanı kanla
yıkama davası olmadığı, asıl derdinin birlik ve dirlik için hilafetin baki
kalması davası olduğu mesajı verilmiş olur. Derken bu verdiği anlamlı ince bir
mesajla tüm ihtilafların bitmesi noktasında bir tavır ortaya koyar. İyi ki de böyle
bir duruş sergilemiş, çünkü Allah
Resulünün çok önceden; “Benden sonra
halifelik otuz senedir ondan sonrası mülktür” diye beyan buyurduğu mülk (saltanat)
dönemlerinin eşiğine gelinir de. Bu
yüzden Corci Zeydan; Hilafetin babadan oğla geçiş sürecinin Hz. Muaviye
tarafından başlatıldığını ve esasen İslam'da hilafetin seçime dayalı olduğunu
belirtir. Nitekim Allah Resulünden sonra dünyevi liderliğe ashabın reyi ile Hz.
Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali seçilmişti.
Hâsılı kelam; Allah Resulünün; “Ey Ali ben Kur’an'ın tenzili üzerine, sen ise tevili üzerine mücadele edeceksin” beyan buyurduğu devir bu şekilde tamamlanmış
olur.
Kerbala
Fitne olayının bir diğer zirve noktada
diyebileceğimiz hadise hiç kuşkusuz Kerbelâ’dır.
Aslında bu harise içtihat kaynaklı bir mesele
olmayıp, doğrudan doğruya Emevi ırkçılığına karşı gösterilen bir tepkinin
sonucu ortaya çıkan bir harekettir. Yani, vakıanın temelinde din ve milliyet
çatışması söz konusudur. Nitekim Said Nursî Hz.leri bu mevzuda şöyle der: “Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin’in Emeviler’e karşı mücadeleleri ise din ve devlet
muharebesi idi. Yani Emeviler Devlet-i İslâmiye’yi Arap milliyeti üzerine
istinad ettirip Rabıta-ı İslâmiyet’i, Rabıta-ı milletten geri bıraktıklarından
iki cihetle zarar verdiler... Rabıta-i diniyye yerine Rabıta-i millet ikame
edilemez; edilirse adalet edilmez, hakkaniyet gider” (a.g.e. Sh.55). Gerçekten de
asabiyetçiliğin veya ırkçılığın zarar boyutu Müslümanlar arasında o kadar
onarılmaz yara açtı ki netice malum, Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt, Yezit zulmüne
maruz kalıp şehit olmuşlardır. Öyle ki yürekleri dağlayan bu elim hadise
Müslümanlar arasında ciddi boyutta ayrılıklara yol açmıştır. Hatta bu gün bile
gelinen noktada hala Sünni Şii ayırımı giderilemediği gibi karşılıklı ön
yargıya dayalı suçlamalar hızından hiçbir şey kaybetmiş sayılmaz. Oysa hiçbir
Sünni aile bugüne kadar Kerbala hadisesinde Yezitten yana tavır sergilediği
görülmediği gibi çocuklarına asla ‘Yezit’ ismi vermemişler de. Tam aksine Ehl-i
beyte olan sevgi Sünni âlemde o kadar ileri bir boyut kazanır ki çocuklarına
Ali, Hasan, Hüseyin sıkça verilen isimler arasındadır. Bu demektir ki bizim Ehl-i
beyte olan muhabbet noktasında Alevilerle herhangi bir ayrılığımız ve
gayriliğimiz yoktur. Yeter ki, birbirimize ön yargıyla yaklaşmaksızın tanış
olmaya çalışalım, bak o zaman arifibillah’ın ‘İri olalım, diri olalım, gelin
canlar bir olalım’ sözü yerini bulur da. Kaldı ki İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah kılığında
aramızda dolaşan tahrikçi unsurların oyununu bozmak için buna mecburuz da. Hem kardeş
olmak varken birbirimizin kuyusunu kazmak niye?
Her neyse bakın
Bediüzzaman Said Nursî Kerbelâ Vakası hakkında şu tespitte bulunur: “Kader
nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların
hanedanları ve nesilleri, manevi bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı
ile manevi saltanatın cem’i gayet müşkildir, onun için onları dünyadan
küstürdü, dünyaya karşı alâkaları kalmasın, onların elleri muvakkafat ve sûri
bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimi bir saltanat-ı maneviyyeye tayin
edildiler. Adı valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular” (a.g.e.
sh.55)
Evet, satırlar
iyi analiz edildiğinde gerçekten müthiş bir tespit, zira evliya aktabları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin
kanalıyla dal budak salıp kollarıyla birlikte günümüze kadar uzanır da. Her ne kadar bir kısım tarikatların silsile
kollarının nisbetleri kesilse de (manevi
yönden halife bırakmayan kollar), hele içlerinde bir kısım ehli tarik kollar var
ki kıyamete kadar mensub olduğu silsileyi şerifesini ve manevi süluk yolunu
devamını sağlayacak sistemi kurmuşlar da. Nitekim Cafer-i Sadık Hazretleri gibi
nice mürşitler Ehl-i beyt’in manevi kanalından gelmiş, daha sonraları Mevlâna
Halid, Abdülkadir Geylânî, Ahmed El Rufaî, Şah-ı Nakşibendî, Piri Türkistan
Ahmet Yesevi, Mevlâna gibi zatlar hep bu velayet pınarından yetişmişler ve
böylece çağları aydınlatmışlarda.
Madem öyle, gelin
Ehl-i beyti ruhumuzda anmak adına bir kez de Dursun Ali Erzincanlı'nın o akıcı
lisanından ‘Kerbala’ albümünden yer
alan dizeleri bakaraktan hep birlikte gül nesli yâd edelim:
“Hicretin
dördüncü yılı, birer yıl arayla Medine'de iki doğum, iki bayram, iki ay
parçası, yeryüzünün en hayırlı dedesinin göz bebekleri doğuyor, Fatımat-üz
Zehra’nın körpecik fidanları, Aliyyül Mürteza’nın eşsiz kahramanları, ehl-i beytin
nazlı çiçekleri, merhaba diyor o incecik sesiyle, isimlerini rahman koyuyor
Cebrail nefesiyle. Siz onlara Allah'ın lütfü deyin, birinin Hüseyin diğerinin
Hasan. Onlar cennet gençliğin iki Seyyid'i, onlar peygamber dizinde büyüdüler,
zaten onlar semada büyüktüler.
Bir gün peygamberimiz oturuyorlar,
Hasan'la Hüseyin birbirlerini yakalamak için uğraşıyorlardı, buyurdular;
—Ha gayret Hasan göreyim seni, yakala
Hüseyin’i diyordu.
Hz. Ali:
—Ya Resulullah! Hüseyin'den yana taraf
olman gerekmez mi, Hüseyin daha küçük.
Server-i Kâinat Efendimiz (s.a.v)
buyuruyorlar:
— Baksana Cebrail de Hüseyin’i tutuyor, ha
gayret Hüseyin göreyim seni diyor.
Yine bir gün Efendimiz ashabıyla
yürüyorlardı. Hz. Hüseyin arkadaşlarıyla oynuyordu, Peygamberimiz ellerini
açıyor, Hz. Hüseyin bir oraya bir buraya kaçıyordu, Resulüllah gülerek onu yakalıyor
ve Nebiler Server-i, öpüyor kokluyor, sonra zaman ve mekâna sesleniyor; Hüseyin bendendir, bende Hüseyin’denim
Allah’ı seven Hüseyni sever Hüseyin torunlardan bir torundur.
Bir gün Cebrail bir haber veriyor; Hüseyin Fırat kıyısında şehit edilecektir,
orası üzüntülü, tasalı, mihnetli ve belalı bir yerdir, Kerb-ü beladır, orası
Kerbala’dır.
Hicretin 61. yılı. Aylardan Muharrem.
Kan renginde Fırat. Ve dudaklar susuz, yürekler susuz. Kerbela’da bir oğul var,
yoluna oğullar feda, bir torun Kerbela’da, dedesinden elli yıl uzakta, onun
gibi bembeyaz giyimli, bembeyaz yüzlü. Atının üzerinden sesleniyor merhametten
yoksun olanlara;
Ben Peygamberinizin kızının oğlu değil
miyim?
Ben Hz. Muhammed Mustafa’nın torunu
değil miyim?
Şehitler Seyyidi Hamza, babamın amcası
değil mi?
Çift kanatlı şehit Cafer, benim amcam
değil mi?
Kerbela’da bir oğul var, çevresinde
yeminler ediliyor şahadete ve bir bir toprağa düşüyor yiğitler. Ehl-i beytin
solan ilk çiçeği Aliyyul Ekber’dir, sonra sıra sıra soldu civanlar; Muhammed
bin Abdullah bin Cafer, Abdurrahman bin Akil, Cafer bin Akil vs.
İşte bakın biri daha yürüyor ölüme. Hz.
Hasan'ın oğlu Kasım. O’nun da yüzü ay parçası, elinde kılıç, üzerinde gömlek,
lekeleri, ayak sandallarından birisinin bağı kopmuş, başına kılıç iniyor ve
amca diyerek yüz üstü düşüyor Kerbela’ya.
Kerbala’da bir oğul var, bir şahin var, kucağında üç yaşında bir
seyyid, adı Abdullah. Ve bir ok Abdullah’ı boğazından vuruyor. Hz. Hüseyin
kanla dolan avuçlarını yere boşaltıyor, ‘Yarab!
Bize göklerden yardım etmeyeceksen hakkımızdan ondan daha hayırlısını ihsan
et.’
Hicretin 61. yılı, Muharrem ayının onu,
bir şehit var Kerbela’da, tam otuz üç mızrak yarası, otuz dört kılıç
yarası. Ey Muhammed’im! Nerdesin, nerede. Hüseyin’in başı bir yerde gövdesi
bir yerde... Bu Hz. Zeynep’in feryadıdır dedesine;
—Ey Muhammed’im, Ey Muhammed’im! Sana göklerde
ki melekler salât-u selam getiriyorlar, Hüseyin ise şu otsuz bozkırda, çölde,
tozlara topraklara, kanlara bulanmış azaları kesilmiş yatıyor. Ey Muhammed’im!
Senin kızların esir edilmiş, zürriyetin hep öldürülmüş sabah yelleri onların
üzerine toz toprak savuruyor.
Abdullah b. Abbas o gün Medine’de
Rasulüllah (s.a.v)’ı görür rüyada.
Yanında içi kan dolu cam bir bardak ve şöyle buyurdular;
—Benden sonra ümmetimin yaptığı şeyi
biliyor musun? Hüseyin’i şehit ettiler.
Bu o’nun ve ashabının kanlarıdır, bunu Allah’a sunacağım.
—Ya Rasulüllah! Biz asırlar sonra
geldik. Eğer o gün olsaydık Kerbela’da, Allah'a kasem olsun ki ashabının seni
koruduğu gibi korurduk ehlibeytini, ya da o uğurda verirdik canımızı. Bu
sözümüzün bir ispatı olarak bu gün biz senin kapındayız. Taşıdığımız Ehl-i beyt
isimleri; kimimiz Ali, kimimiz Fatıma, kimimiz Hasan ve Hüseyin ve iftiharla
senin ismini taşıyor çoğumuz. Allah ruhumuzu senin kapında, Ehlibeytine layık
olduğumuz bir anda alsın. Aliyyi Azharla,
Zeynel Abidinle her asırda Hüseyni çiçekler açarken, yanaklarında
peygamber busesi ve her biri senden bir koku taşırken çağlara, Allah bizi
onlardan ayırmasın. Bizi senden ve rızasından ayırmasın.” (Bkz. Dursun Ali
Erzincanlı-Kerbela albümü)
Evet, Hz. Ali (k.v) sonrasını tufan
demiştik, yani Kerbala. Nasıl ki İbn-i
Sebe Hz. Ali (k.v) ve oğullarını istismar etmişse, İbn-i Meymun’de Evladı Resul
olan Caferi Sadık Hz.leri ve oğlu İsmail’i istismar etmiştir. Oysa Ehl-i Beyt
sevgisi ayrılık konusu olmamalıydı. Ehlisünnet yolunun ilk imamı sayılan
Hasan-ı Basri (r.a) Hz. Ali (k.v)’in yetiştirdiği tabiindendir. Ehlisünnet yolu
imamlarının çoğu Ehlibeyt’ten istifade etmişlerdir Mesela İmamı Azam Ebu
Hanife, İmam Cafer Sadık Hz.lerinin talebesidir. Ve İmamı Azam o’nu şu sözlerle
över; ‘Son iki yılımı İmam Cafer’in
elinden tutmasaydım Numan helak olurdu.’ İşte gerçek anlamda Ehl-i beyt
sevgisi bu sözlerde gizlidir. Ebu Hanife Ehl-i beyt sevgisini açıklamaktan yüksünmemiş,
bu yüzden zindanda ölmüştür. Hiç kuşkusuz İmamı Ahmed İbn-i Hanbelî de öyleydi.
Keza İmamı Şafii’nin Arafat hutbeleri de
bu kapsamda düşünülürse Hz. Ali ve Ehl-i beyt’in kadir kıymetini belki de onun
kadar candan öven kimseye bu cihanda denk gelinmemiştir. Hatta İmam-ı Malik
hakkında da aynı kanaat mevcut. Çünkü o da Ehl-i beyt sevgisi taşıyan bir
âlimimizdi. Hâsılı dört mezhep imamının beyan ve yaşantılarına baktığımızda Ehl-i
beyt’e olan bağlılık şeksiz şüphesiz tamdır. O halde; her kim Sünni’dir biliniz
ki alevidir, herkim alevidir biliniz ki Sünni’dir. Zaten İslam vahdet dinidir,
birliği esas unsur kabul eder. Bu yüzden Allah Resulü; “Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır” buyurmuşlardır.
Şia
Şia kitabı El-Kaife’de 12 imam,
hatta Cafer Sadık’ında ismini kullanaraktan 'imamet' konusu sanki imanın rüknüymüş gibi akaid kapsamına dâhil
edilmiş durumda. Tabii bitmedi dahası var, güya Yüce Allah (c.c) Kur’an’ın
gizli manalarını Hz. Ali vasıtasıyla (Cafer ilmi) 12 imam ve Mehdiye bildirmiş
ve sonraki imamlarda bu ilme tabi olmaları hasebiyle İslam’ın hüccet imamları olarak
addedilirler. Derken bu inanış hızla
yayılır da. İşte Şia inancında imamlara yanılmaz
ruhban gözüyle bakılması bu hüccet görüşler doğrultusunda şekillenmiştir. Hakeza
yine bu kitapta Mehdi (a.r) hususunda ; “Mehdi (a.r) kaim olunca ortaya çıkacak..” tarzında
ifadelerde yer alır. Bir kere Sünni
siyaset ekolünde imamın yanılmazlık hüccet sıfatı diye bir şey yoktur, sadece Peygamberler Allah tarafından vahyin
elçileri sıfatına haiz vazifelidirler. Kaldı ki İslam’da dört büyük halife ashabın
icma'sı, yani toplu kararı diyebileceğimiz seçimle iş başına gelip asla bir
imamlık kültü ile halife olmuş değillerdir.
Maalesef Şia’nın Sebiler ve Gulat-ı
Şia gibi uç akımlar hâşâ Hz. Ali’ye ulûhiyet isnad edecek kadar aşırıya
kaçmışlardır. Diğer Şii gruplarda üç aşağı beş yukarı şu kanaattedirler; güya Hz. Ali’nin imamlığı veya halifeliği
Allah tarafından vahiyle belirlemişte,
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer bunu gizleyip hilafeti gasp etmişler. İşte bu
tür görüşler Sünni siyaset usulüyle taban tabana zıt zırva görüşlerdir.
Üstellik bu zırva teviller ayan beyan “İmamı Allah tayin ediyor” iddiasına kadar tırmanış kaydedip ileriki
yıllarda 'İmamlar masumdur', yani
“İmamlar yanılmaz” kültü inanç hale gelir de. Oysa Allah ve Resulünün
hakikatleri dışında her şey tartışılmaya muhtaçtır.
Bu arada unutulmaması gereken husus;
Şia akımıyla Aleviliğin birbiriyle eş aynı ekol olmadığıdır. Her ne kadar her
iki ekolde Hz. Ali’ye bağlılık ortak payda gibi gözükse de uygulamada ciddi
anlamda meşrebi ve mezhebi farklılıklar söz konusudur. Mesela Şia akımında bilge
olarak mollalar kabul görürken Alevilikte dede geleneği vardır. Ki, bu ayırımda
mekân farklılığı olarak da biri medreseyi, diğeri dergâhı hatırlatır bize. Keza
birinde kitabilik esasken diğerinde sazlı sözlü cem olma kültürü hâkimdir.
Peki, kendi içlerinde çeşitlilik söz konusu
mu? Evet, her iki ekolünde kendi içinde çeşitliliği var. Tıpkı bu durum Alevilik
çatısı altında kimi Hz. Ali'yi (k.v) samimi sevenler taraftarlığı noktasında
kimi de siyasi tarafgirliğe dayalı simgesel cem olma vardır. Hz. Ali'yi sevme noktasında karar kılanlar Ehl-i
Beyt sevgisiyle yetinmişlerdir. Zaten aşırı siyasi mülahazalara kaçmadan sadece
sevgi bazında karar kılanlar Kur’an ve sünnet çizgisine en yakın taife olarak
dikkat çekmişlerdir.
Malum Şia akımının bayraktarlığını
yapanlar ise işi siyasete dökmüşlerdir.
Aşırılıkta sınır tanımayan siyasi taraftarlar ölçüyü kaçırdıkları o
kadar net açık ki; kendi aralarında:
“
—Hariciler,
—Münafık ve Yahudi
dönmeleri,
—Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin taraftarları,
—İran’daki Şiiler,
—İran’da
Mecusi dininin ruhanileri” gibi değişik isimler altında fırkalara
ayrılmışlardır. Zaten siyasi taraftarlar öteden beri bölük pörçük bir yığını
andırır hep.
Evet, Alevilikte hasbi
taraftarlar Hz. Ali’ye olan teveccühle Ehl-i beyt’e büyük bir bağlılık
göstererek yollarına devam etmişlerdir. Bu noktada Ehl-i sünnet kesimle ayrılık
ve gayrilikleri yok, ancak Aleviliğin yanlış yorumlanmasından kaynaklanan kendilerini
hangi kategoride olduğunu izah edememek gibi birtakım sıkıntılar söz konusudur.
Yani Alevilik; bir mezhep midir yoksa
bir kültür kodu mudur ya da tarikat mıdır gibi sorular hala kamuoyu önünde
tartışılır durumdadır. Aslında Alevilik
ne bir mezhep, ne de bir fırka, daha çok sazlı sözlü tarikata benzer bir
ekoldür diyebiliriz.
Sevmek güzel elbet, ama sevmenin de bir ölçüsü
olmalı. Öyle ki sevmede aşırılığa kaçıldığı gibi bir takım fitne unsurların
istismar alanı olabiliyor. Yukarıda da
belirttiğimiz üzere İbn-i Sebe kendi siyasi emellerince Hz. Ali ile birlikte
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yolunu istismar edip kullanmıştır, İbn-i Meymun ise
Evladı Resul Caferi Sadık ve oğlu İsmail’i istismar etmiştir. İçlerinde bu
istismarın en tahripkâr cenahı hiç kuşkusuz İsmailiyye (Bâtıni) grubudur. Hele
siyasi taraftarlık dal budak salmaya dursun, bu tarafgirlik zaman içerisinde radikalleşip
başta İran’ın etkisi olmak üzere yirmiden fazla Şii grupların türemesine yol
açabiliyor. Bunlar sırasıyla:
‘ —Sebeiyye,
—Kamiliyye,
—Ulyaniyye,
—Muğariyye,
—Hatabiyye,
—Mensuriyye,
—Numaniyye,
—Yunusiyye,
—Nasriyye,
—Cenahiyye,
—Gurabiyye,
—Zekariyye,
—Zerramiyye,
—Mufavvize,
—Bedaiyye,
—Benaniyye,
—Salihiyye,
—Süleymaniyye,
— Carudiyye,
—İmamiyye
—İsmailiyye’
diye bilinen fırkalardır.
Hasan Sabbah
Madem İbn-i Sebe’den bahsettik, Hasan
Sabbah’tan bahsetmemek olmaz. Bu malum şahıs,
Asya’da ilk fitne kazanı kaynatıp,
anarşizmin piri olarak tarihe geçmiş biridir. O anarşistliğin reisliğini
yapmakla kalmamış müesseseleştirmişte. Bu yüzden Selçuklunun amansız düşmanı fitne
odağıydı. Hasan Sabbah, Alamut kalesinde efsunladığı fedaileriyle İslam âlemini
kana bulamak istemiş, ama bu amacının gerçekleşmesi karşısında tek engel
Selçuklu vardı. Bâtıniler Alamut kalesini Selçukluya karşı karargâh olarak
kullanmışlardı hep. Bu kale'de tam 33 yıl konuşlanan Hasan Sabbah’ın
efsunladığı esrarkeş serseriler o günün şartlarında adeta ölüm yemini yaparak
intihar timleri oluşturup habire etrafa korku salıyorlardı. Sadece korku
salsalar gam yemeyiz, birliğe dirliğe balta vuracak Selçuklunun o dünyaca
meşhur veziri Nizam-ül Mülk'ü bile şehit edecek kadar gözü kara olmuşlardır. İşte
fırkalaşma böyle bir şeydir, vezir filan dinlemez. Zaten Hasan Sabbah, Hz.
Ali'yi ilah kabul eden Gulat fırkasının en ateşli müntesibidir, başka ne
beklenebilirdi ki. İşte böyle bir adam, Alamut kalesinde oluşturduğu genç
intikam tugayları üzerinden o sinsi dessas planlarını gerçekleştirmiş oluyordu.
Neyse ki İmamı Gazali bir ehlisünnet âlim çıkıp, onun soluğuyla İslam dünyası
bir nebze olsun nefes almış olur. Çünkü İmam-ı Gazali Selçuklunun İslam
siyaseti ve nizamına hizmet eden bir zattır. O bu hizmetiyle Hüccetü'l İslam
olmayı çoktan hak etmişti bile. Gazali sadece manevi kargaşalığın müsebbibi
müfrit Şiiler ve Bâtınilere karşı değil, birçok konularda hataya düşmüş ve
imanı sarsılmış şüpheci tayfası feylesoflara karşıda mücadele vermiş,
fikirleriyle onları hezimete uğratmıştır.
Tarih derinlemesine iyi incelendiğinde görülecektir
ki Selçuklunun İslam endeksli siyaset ve nizam anlayışında ayrılık ve gayriliğe
yer yoktur. Kaldı ki Türk’ler Alevi şeyhi, Sünni şeyhi, ya da seyyid, seyyid olmayan ayırmaksızın
onların zaviyelerine hürmet gösterip onlar adına habire vakıflar inşa ediyordu.
Nitekim Şii âlim Abdülcelil Kazvini; “Cihana
hâkim Türkler sayesinde hürriyet ve himaye gördüklerini, Rafızî ve Mülhitlerin
bertaraf edildiğini, bütün fenalıkların onların uğurlu kılıçları ile yok
edildiğini” tafsilatıyla anlatır. Türklerin tek tahammül edemediği husus;
fitne tohumu odaklarının ortalığı velveleye vermeleridir. Maalesef Emeviler’de
Selçuklu hoşgörü anlayışını göremiyoruz. Ki; Emevi Devleti aşırı ırkçılıkları
yüzünden tarih sahnesinde çekildiğinde yerine Abbasiler hükümran olacaktır. Ne
var ki Abbasi Halifeliği de mezhep ve sınıflar arası uçurumları yatıştırmayacaktır.
Bu dönemde daha çok dini mücadeleler baş gösterecektir. Anlaşılan Selçuklu
döneminde müfrit Şii ve Hasan Sabbah türü militan hareketler baş ağrıtırken,
Osmanlı döneminde daha çok hoşgörü ortamı göze çarpmaktadır.
Sultan Tuğrul
Tuğrul Bey,
devletini kuvvetlendirip Anadolu yolunu açan seferleriyle ilgi odağı olan
hakanımızdır. Bu konumda bir hakan, elbette ki Abbasi Halifesinin yardım
isteğine muhatap kalması gayet tabiidir.
O da zaten gereğini yapıp Hilafeti Şii Büveyhîler'in elinden almak ve
Râfızîler'in şerrinden kurtarmak amacıyla harekete geçecektir. Derken
1055 yılında işgal altındaki Bağdat'ta Şii Büveyhîler'in (Fatımîler)
saldırısına son verir de. Böylece Sünni halifelik Şii Büveyhîler'in esareti
altından bu sayede kurtulmuş olur. Tabii halife bu iyiliği karşılıksız
bırakmaz, derhal Tuğrul Bey’i doğu ve batı’nın hükümdarı ilan ettiğini bir
mektupla bildirir de. Hatta onu İslam’ın
dirilticisi, Sultanü’l Müslim’in (Müslümanların Sultanı) ve
Kasım Emir’ül Müminin (her hususta Halifenin ortağı)
unvanıyla taltif eder bile. Bu da yetmez
Tuğrul Bey’i dünya hakanı ilan edip onun şahsında Türkler büyük bir itibar
kazanır. Artık bundan böyle XI. yüzyılda İslam dünyasının lideri Tuğrul
Bey’dir. Hatta o Bağdat'ta halifenin kızıyla evlenme şerefine de nail olur.
Zaten hakanlarımız kendilerini hep, ‘İslam’ın hadimi’ (İslam’ın
hizmetkârı) olarak görmüşlerdir, aksi durum olsaydı bu noktalara
gelinemezdi elbet.
Alparslan
Alparslan, Çağrı Bey’in oğludur. Tuğrul
Bey’in oğlu olmadığı için ister istemez Sultanlık yolu Alparslan’a açılmış
olur. İyi ki öyle olmuş, Selçuklu onun döneminde adını tarihin altın
sayfalarına yazdırır. Bakın Alparslan
devletin başına geçer geçmez hemen ilk iş kendisiyle uyumlu ve gerektiğinde
kendisine yön verecek düzeyde bir vezir tayin etmek olur. Bu vezir Nizam-ül
Mülk’ten başkası değildir elbet. Gerçekten de Nizam-ül Mülk’ün işbaşına
getirilmesi yerinde bir karardı. Nitekim Nizam-ül Mülk daha işin başında açtığı
medreseyle adından söz ettirir de. Bu yüzden o geleceğe ışık saçan bir bilge
şahsiyet olarak anılır. Anlaşılan Selçuklunun gelişim evresinde Hakanların payı
olduğu kadar müşavirler arasında bilhassa Nizam-ül Mülk’ün deha çapında icraatlarının
kayda değer etken faktör olduğu muhakkak.
Alparslan’da tıpkı diğer Selçuklu hakanlar
gibi İslam’ın iç düşmanlarına karşı mücadele vermekten geri durmamıştır. Dahası o, içte Fatımilere, dışta Bizanslılara karşı iki büyük sefer
düzenleyerek dikkatleri üzerine çekmiştir. Keza en dikkat çeken bir yönü var
ki; yediden yetmişe herkesin bildiği kısa süren saltanat süreci (1063–1072)
boyunca Selçukluya en parlak dönem kazandırmış olmasıdır. Demek ki kısa süren bir saltanat dönemi boyunca
hem Karahanlı hakanı dâhil irili ufaklı emir, melik, yabgu türü ne kadar hükümdar
varsa Selçuklu tabiiyetine alınabiliyormuş, bu da yetmez içte Fatımilere, dışta
ise Bizans’a karşı girişilen seferlerle Selçuklu güç kazanabiliyormuş. Onun
kıymeti şundan belli ki Fırat nehrini geçerken Buharalı Ebu Cafer Muhammed
Alparslan hakkında:
—Efendimiz! Nimetinden dolayı Allah’a hamd
ederim. Zira köleler müstesna, bu nehri eski zamanlarda geçen yok, İslam devrinde bir Türk padişahı olarak ilk
defa siz geçiyorsunuz diye iltifatta bulunmuştur. Alparslan’da bu sözler
karşısında ellerini açıp Allah’a şükredecektir. Zira bu kutlu yolda övünmek
yok, tevazu vardır. Kaldı ki o, Romanos Diogenes’i iki yüz bin kişilik ordusuyla
Malazgirt’te hezimete uğrattığında da son derece âlicenap bir davranış sergileyip
ona esir muamelesi yapmamıştır. Artık bu fetih sayesinde Anadolu kalıcı
vatanımızdır, bundan sonrası merhale için emaneti oğlu Melikşah devralacaktır. Artık
Alparslan ruhunu Allah’a teslim etmiştir. Ne var ki ölümü bir ecnebi tarafından
değil, içeriden gizli bir Şii batini
hançeriyle gerçekleşir. Onun böyle bir trajik hadiseyle katledilip hayata veda etmesi
elbette ki hazin bir durum. Düşünsenize Doğu Roma’yı fiilen tarihten silip Malazgirt’te
Romen Diojen’i ayağına kapanmaya mahkûm eden böyle bir yiğit hakan, kırk iki
yaşında iç bünyemizi saran Şii batini hançeriyle
katledilebiliyor. Hiç kuşkusuz bu olay Selçukluyu can evinden vurmuştur. Dikkat
edin işin içinde Bizans hançeriyle hançerlemek yok, Bâtıni hançeriyle şehit
düşmek vardır. Belki de Selçuklu için
tek teselli edici durum Alparslan’ın birçok evladı arasında devleti daha
önceden veliaht tayin ettiği oğlu Melikşah’a teslim etmesi ve ardından
Nizam-ü’l Mülk gibi tecrübeli bir devlet adamını bırakmış olmasıdır. Ki; bu iki
isim acıları unutturur bile.
Melikşah-Muhammed Tapar
Gerek Melikşah, gerekse veziri azam
Nizamü’l Mülk’ün beraberce yürüttükleri o üstün siyasi performans sayesinde
Selçuklu kısa zamanda ilim, kültür, ziraat, sanayi ve ticari hayatta çok ileri
noktalara gelmiştir. Anlaşılan o ki; Nizamü’l Mülk, Melikşah’a vezir-i azam
olmanın ötesinde hem can dost, hem de ışık kaynağı olmuş. Hatta o, ışık kaynağı
olurken aktaracağı görüşleri tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktan çekinmezde.
Dolayısıyla bir gün Sultan Melikşah’a:
—İsmaili’lerin amacı İslamiyet’i ve devletimizi yıkmak olup
tarihi süreç içerisinde bunlar kadar sahtekâr ve tehlikeli bir zümre mevcut
değildir. Onlar bir gün davul sesleri ile şehirleri işgal ettikleri ve mümtaz
insanları kuyulara attıkları zaman benim sözlerimin ne anlama geldiği
anlaşılacaktır deyip önceden gerekli uyarılarda
bulunabilmiştir. İşte sözü ve özü bir olan
böyle bir vezirin başarılarına tahammül edemeyenler onu Hasan Sabbah’ın Alamut
Kalesine yerleştirmiş olduğu fedaileri tarafından sinsice katledeceklerdir. Yani
o, Bağdat’ta zehirlenerek şehit edilmiştir.
Gerçekten de Melikşah’ın ölümünü
müteakip dışta Haçlılar, içte Bâtınilerin çıkardığı cinayet ve kargaşalıklar
İslam dünyasını dehşete düşürdüğü gibi uzun süre Selçukluya baş yoldurtacak
cinsten bir gelişme yaşatmıştır. Şöyle ki, bu ölümle birlikte başlayan saltanat
kavgalarının ortaya koyduğu tabloda;
bilhassa Sultan Berkyaruk zamanında Anadolu’nun çeşitli yerlerinde
Türkmen Beylikleri ve Atabegliler’in ortaya çıktığına şahit oluruz. Böylece
Selçuklu iki devlete ayrılmış olur. Ayrıca buna Selçuklu Türkiye'sini de kattığımızda
ortaya üç başlı Selçuklu Sultanı bir tabloyla karşı karşıya kaldığımızı
görürüz. Tabii bu durum çok uzun sürmeyecek ve saltanat çekişmelerinin son
halkasında en son yarış Tutuş ve Berkyaruk arasında kalacaktır. Derken birçok
emir Berkyaruk tarafına geçiş yapar.
Hatta Tutuş’un ölümünün ardından Berkyaruk’un adına Bağdat’ta hutbe irad
edilir bile.
Peki, Berkyaruk ölünce ne oldu derseniz,
malum bu seferde oğlu Melikşah ve Muhammed Tapar arasında kıyasıya saltanat
mücadelesi nüks edecektir. Sonunda mücadeleyi kazanan Muhammed Tapar olup idari
mekanizmanın başına geçer de. Artık o
bundan böyle Selçuklu Sultanıdır. Bu
arada karışıklılardan istifade eden küffar, I. Haçlı seferini müteakip Suriye’de
bir dizi Haçlı Devletleri oluşturacaktır. Elbette ki, Sultan Muhammed Tapar bu
oluşumları görmezden gelemezdi. Derhal
harekete geçip bir yandan Haçlı zihniyeti devletlerin hevesini kırmak için
sefere çıkacak diğer taraftan Bâtınilerle mücadele edecektir. Bu girişimler kısmen de olsa meyvesini verir
bile. Nitekim Bâtıniliğin merkezi Alamut Kalesini kuşatıp çok sayıda birçok
militan öldürülür de. Amma velâkin bu
fitne odağını kökünden kaldırmaya ömrü yetmeyecektir. Bu iş Moğollara
kalacaktır. Bu yüzden tarihçiler Hulagu'nun bir yıkıcı olduğu kadar, bir kurtarıcı görevi de ifa ettiğini bildirir
bize. Çünkü Hulagu istilası olmasaydı fitne odağı Alamut Kalesi içerisinde
yuvalanan Bâtınilik İslam dünyasını
her an bütünüyle kuşatabilirdi. Bu kale ancak Moğol-Hülagu kasırgasıyla
düşebilmiştir. Hiç kuşkusuz bu mühim bir hadisedir, ama yinede Bâtınilik tam manasıyla tarih
sahnesinden silinmiş sayılmaz. Öyle ki, ileride Şah İsmail vasıtasıyla İslam
dünyasına en etkili öldürücü darbeyi vurmuş olunacaktır. Yani Bâtınilik
taktikleri her daim Sünni âlemi derinden yaralayan bir baş ağrımız olmaya devam
edecektir hep.
Öyle veya böyle Selçuklu kendi içinde
iki büyük devlet çıkarmış olsa da sonuçta tarihte çok büyük rol
üstlenmişlerdir. Bu ikisi arasında en belirgin fark Türkiye Selçuklularının
Büyük Selçuklulardan bir asır daha fazla tarih sahnesinde yer almasıdır. Malum,
Alaaddin Keykubad’ın vefatının ardından İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev'in
Kösedağ'da (1243) Moğollara teslimiyle birlikte aslında Selçuklu ömrünü
tamamlamış oluyordu. Neyse ki; Horasan Erenlerinin aşıladığı gaza ruhu Moğol
kasırgasından hicret edip Anadolu sınır uçlarına yerleşen Türkmen boyları
üzerinde etkisini göstermeye yetmiştir. Derken Türkmen boyları Ertuğrul Gazinin
açtığı sancağın altında toplanıp Osmanlının doğuşuna vesile olacaklardır. Böyle bir girişimin etkisi kısa zamanda Moğol
yaralarını sarmaya yeter artar da.
Artık tarih sahnesinde, Osmanlı
vardır. Bu altı asrı kapsayacak bir ulu çınara dönüşür de. Bugün bile o ulu
çınarın kolları gönüllerde yaşıyor, yaşayacakta.
Timur
Moğol kasırgasının ardından
Türkistan’ın (Maveraünnehir)
yeniden hayat bulmasında en büyük pay sahibi hiç kuşkusuz Emir Timur’a
ait bir şan. O Harezmî ve Altın ordu
devletlerine karşı açtığı mücadelelerde büyük zafer kazanmışlığı bir yana hem
saltanatlarına son vermiş hem de yönetimi boyunca bir dizi reformlara imza atmış
bir liderdir. Şayet onda bir eksiklik aranacaksa, belki Osmanlıya karşı bir
dizi kıyasıya yaptığı savaşlar eleştirilebilir.
Ankara savaşı bunun en tipik misali zaten. Maalesef Türk’ün Türk’le imtihanı
diyebileceğimiz tarihin bu iki umut kaleleri güçlerini birleşecekleri yerde
birbirlerini hırpalamayı yeğlemişlerdir. Kaldı ki Timur’un Anadolu’yu
istilasını fırsat bilen küffar boşluktan istifade mal bulmuşçasına Selanik ve
başka beldeler Müslümanların elinden çıkmış olur. Bu yüzden Osmanlı
kaynaklarında “Timur fitne zuhur”
sıfatı ile anılmıştır. Belli ki Osmanlı,
‘Fitne küfürden daha şiddetlidir’
(El-fitne eşeddein min el-küf) ayetini kendine rehber edinmiş ve her
daim bu ayetin hükmüne sadık kalmışlar da. Ama şu bir gerçek; Osmanlıyı hariç
tuttuğumuzda Timur dışa karşı yaptığı seferlerde son derece gözü kara, içe
karşı ise son derece mütevazı bir şahsiyet örneği sergilemiştir. Yani o dışa karşı çetin ve zor, kendi içinde ise merhamet abidesidir. Bakın
bir defasında Meşhur tarihçi İbn-i Haldun’la baş başa otağında buluştuklarında,
o bilge insan, Timur hakkında bir takım kaynaklara dayanarak övgüler
yağdırmıştır. Ancak bu övgüler karşısında Timur islimini bozmaksızın; Ben sadece Moğol Hanların vekiliyim
diye cevap vermesi mütevazı yönünü ortaya koymasına yetmiştir. Bu arada şunu
belirtmekte fayda var; Timur sülalesini Çağataylardan Barlaslara (Moğollara) dayandırılsa da sonuçta
ailesiyle birlikte Türkleşmiş olduklarından,
Türk Hakanı olarak yâd edilir hep.
Timur dindar bir kişiliğe sahip olmanın
ötesinde her yaptığı seferlerde davasına meşruiyet kazandırmak adına ulemanın
fetvasını almayı da ihmal etmeyecek kadar bir ruh iklimine sahip emirdir. Keza
aynı hassasiyet gönül sultanları içinde geçerlidir. Öyle ki o toplumun önem verdiği manevi
önderlerin mezarlarını inşasını yapmış ve ziyaretlerde bulunmuştur. Nitekim
Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi Hz.lerinin mezarını vakıf müessesesi adı altında
türbe haline getirip korumaya almıştır.
Nasıl korumaya almasın ki, baksanıza kıymet verdiği Meşayih-i Kiramın
manevi himmetleri ve âlimlerin desteği ona güç katmış olsa gerek ki bir anda
medreseler ihya olup, ilim fen ve sanatta büyük atılımlar gerçekleşmiştir.
Zaten onun bu girişimi sayesinde yetmiş yıllık komünizmle idare edilen
Rusya’nın çökmesinin ardından o evliyayı izamın merkatları ziyaret edilir
durumda hala canlı ve dipdiri günümüze ışık saçmakta bile.
Timur’un hayatında net iki dönem
görülür; Müslümanları kasıp kavuran Moğol kasırgasına karşı verdiği mücadele
birinci dönem, diğeri ise bir dizi savaşlar sonucu ardından bıraktığı ikinci
imparatorluk dönemidir. İşte o, ikinci
altın dönemin zirvesine eriştiğinde bile bu kadarı yeter demeyip gözünü Çin’e
dikmiş, ama ansızın gelen ölümle bu hedefini gerçekleştiremeden ebedi âleme göç
eylemiştir.
Neyse gelelim asıl konumuza. Şayet
Osmanlı; şarktaki Türk Devletleri,
bilhassa Timur gailesi, Akkoyunlu ve Safevi İran’ın arka taarruzlarının yanı sıra
Hıristiyan devletlerinin kendisine karşı oluşturdukları ittifakıyla
karşılaşmasaydı, belki de Avrupa’nın tamamını fethedebilir konuma erişebilirdi.
Hakeza Timur’un Yıldırım'ı mağlup etmesi de Osmanlının hedeflerini altüst edecek
cinsten büyük sarsıntıydı. Üstelik Timur kazandığı bu savaşın ardından
Anadolu’dan aldığı üç yüz bin esiri İran’a götürüp Erdebil Şeyhine teslim
edecektir.
Erdebil Şeyhi-Şah İsmail
Erdebil Şeyhinin gerçek adı Ali’dir. Erdebil Şeyhi'nin Timur’dan bir isteği
olup esirlerin kendisine verilmesini talep eder. Bu istek karşılık bulur
da. İşte serbest bırakılan bu esirler o
günden bugüne Anadolu Alevi adıyla
anılır. Aslında esirler Erdebil Tekkesine gelmeden önce Ehlisünnet itikadı
üzerine yaşayan neferlerdi. Belli ki,
Erdebil Şeyhi’nin kendine göre bir amacı vardı. Yani Timur’un verdiği
Türkmen esirlerinden yararlanıp irşat postundan saltanat tahtına, oradan
şahlığa geçmek arzusunu taşıyordu. Ama Erdebil Şeyhi amacına ulaşamadan bu
dünyadan göç edip yerine oğlu Şeyh Cüneyd posta oturur. Şeyh Cüneyd’de tıpkı babası gibi hayatı boyunca aynı emelleri
yüreğinde taşır, ama evdeki hesap çarşıya uymayacaktır. Nitekim kafasında
tasarladığı gizli emelleri fark etmekte gecikmeyen İran hükümdarı Cihan Şah'ın
hışmına uğrayıp İran’dan sürgün edilir de. Derken Anadolu’ya geçmek zorunda kalır. Şeyh
Cüneyd’den sonra oğlu Şeyh Haydar'da
Şahlık davasında bulunur, tabii o da amacına nail olamaz, artık bu davayı gerçekleştirecek
tek bir kişi kalır ki; o da yerine geçecek
olan oğlu Şah İsmail'den başkası
değildi elbet. Düşünsenize Şah İsmail daha 13 yaşında iken İran’da
Akkoyunlu’lara harp ilan edecek kadar cesur yürek olabiliyor. Böylece onun gözü
kara bu cesurluğu şeyhlikten saltanat postuna oturup Safevi Devletini kurmasına
yetecektir. Derken Şahlık unvanını elde etmesiyle birlikte maksat hâsıl olur da. Dolayısıyla Şah İsmail ve Şah Tahmasb Safevi
Devletinin ilk hükümdarı olarak tarihe geçerler. İlk olmasına ilkler ama ancak
bu ikili Sünni kesime karşı zulüm yapmakla işe koyulmuşlardır. Bu da yetmez
İmamı Azam gibi büyük zatların türbelerini yıkacak kadar gözü kara icraat
sergilemişlerdir. Onların bu tutumları Osmanlı'nın harekete geçmesine yetmiş ve
bu tür davranışlar İslamiyet’e hıyanet olarak değerlendirilmiştir. Hatta Kanuni
Sultan Süleyman rahatsızlığını Şah’a gönderdiği mektupla bildirip, Şii İran
ahdine bağlı kaldığı sürece onlara dokunmayacağını dile getirmiştir.
Malum Safevilerin dayandığı Alevi
Türkmen kabileleri başlarına geçirdikleri kızıl
külahtan dolayı o gün bugündür Kızılbaş olarak anılır da. Yani İslam dünyasında onların ‘kızıl başı-bed maaş’ tabiriyle hakir
görülmesi bir yana ordularıyla birlikte Safeviler tenkil ediliyordu. İşte 'Kızılbaş' kavramı bu şekilde kızıl külaha atfen söylenilmiş
bir lakap olarak karşımıza çıkar.
Şu bir gerçek; İran’da Şah İsmail
Akkoyunlu Devletinin hâkimiyetine son verip Safevi İmparatorluğunu kurduktan
sonra Şah’ın üstünde hiçbir güç tanımamıştır. Oysa Osmanlı sisteminde Divan
müzakere için vardır. Safeviler bırakın müzakereyi Şii mezhep dışında hiçbir
dini oluşumu tanımadıkları için dini taassuplarını izledikleri politikalara
malzeme olarak kullanıyorlardı. Bu öyle bir taassuptur ki, Sünnileri ya zorla
Şii yapıyorlardı, ya da öldürüyorlardı, böylesine acımasızlardı. Dahası
kendileri dışında her tür dini oluşumun özgürlükleri zorla ellerinden alınmaya
çalışılıyordu.
Hâsılı Uzun Hasan’la başlayan ve Şah
İsmail’le devam eden bu yürüyüşte Türkmen bölünmesini beraberinde getirmiş, hatta
Şah İsmail’in şahsında Osmanlılara karşı bir batini muhalefet cephe oluşur da. Yetmedi
Şah İsmail ve Erdebil Tekkesi avenesi tarafından coğrafyamıza sürekli ayrılık
tohumları ekilip, yeşertilir de. Hiç kuşkusuz bu durum dini bir karar
olmayıp, siyasi bir kararın önümüze
getirdiği bir oyundu. Nitekim olanlar olur, bütün Yörük Türkmen unsurlar Şah
İsmail’in etrafında birleşip kendilerini yerleşik Türkmenlere karşı girişilen
bir savaşın içinde bulurlar bile. Böylece Müslümanların bir zamanlar yıktığı
Pers imparatorluğu Şah İsmail eliyle yeniden dirilişi gerçekleşir. Ve bu yeni devlet Safevi Devletinden başkası
değildir. Ancak yeni kurulan bu devlet
devlet olmaktan öte sürekli ihtilaf kaynağı meselelerin körükleme rolü
üstelenen bir faaliyet sergileyecektir. Şöyle ki, Yörük Türkmenler
kendilerinden olmayanları yozlaşmış ve bozulmuş kesim ilan edip Müslümanlar
arasına ayrılık tohumları serpme derdine düşeceklerdir. Oysa tarihin bizlere
öğrettiği en önemli not; ihtilafların
kaynağında göçer-konarlığın yerleşik hayata intibak edemeyişinin yol açtığı bir
takım sancıların tepkiye dönüştüğü gerçeğidir. Belki de Yörükler yerleşik
olsaydı büyük ihtimal tepkici olmayacaklardı. Tarih bu yüzden yerleşikliği
tercih eden Anadolu Türkmenlerini, Suriye Selçuklularını, Eyyubileri ve
Osmanlının kuruluşunu gerçekleştiren Türkmenleri bu konuda haklı çıkarmıştır.
Safevi Türkmenlerden geriye kalan mirasa
baktığımızda ise onların bakiyesi sayılan İran ve Anadolu’da halen zaman zaman
ciddi olaylara neden olabilecek provoke olmaya her an hazır durumda toplulukların
geriye kalmış olmasıdır. Tabii meseleye bakışımızı dini hassasiyetimizden ötürü
bir ön yargı olarak değerlendirenler ne demek istediğimizi
anlayamayacaklardır. Şayet meseleye
bakışımız objektif siyasi kriterler yönüyle yapılan bir değerlendirme olduğu anlaşılabilseydi
bu denli ateşli tartışmalara gerek kalmayacaktı. Maalesef yanlış değerlendirmelerin arka perdesinde
sürekli tekrarlanan suni dış düşman tehdit algısı vardır. Nitekim Türkmen
dağılma sebebinin Haçlı ve Moğol saldırılarının bir sonucu olarak gösterilse
de, asıl sebep yıllar boyu süren bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen “Yerleşik-Yörük” çekişmesidir. Hatta bu iç
çekişmeler öyle hal vaziyet alır ki, Sünni Müslümanlığı bırakanlar, bizim
topraklarımıza ait olmayan İran kaynaklı Şiiliğin bir değişik versiyonu ekolün
peşine takılacaklardır. Allah'tan ki Türkmenlerin yerleşik hayatı seçenleri
böyle değiller, onlar tarihin her döneminde özünden taviz vermeyip Türk
tarihinde kıymet ifade eden topluluklar olarak yerini almışlardır.
Batı Türklüğünün, ya da bir başka ifadeyle
Yerleşik Türkmenlerin Büyük Selçuklularla birlikte başlattıkları Rönesans,
Sultan Sencer’in bir iç savaşta yenilip esir edilmesiyle akamete uğrayıp
Türkmenlerin intiharı gerçekleşir. Neyse ki, Selçuklunun yıkılışından üç yüz
sene sonra yeniden Fatih Sultan Mehmet’in elinde bir çağ kapatılıp yeni bir çağın
kapıları açılacaktır. Yörükler bu çağda da, Şia etkisinden
çıkamayacaklardır. Bu nedenle Yörük
Türkmenlerce İran, Şiiliğin kalbi olarak görülür. Bu durumun tehlike
boyutlarını sezen Osmanlı, Balkan kavimlerinden devşirdikleri askerler
vasıtasıyla Anadolu’da yuvalanan Şii Türkmen yayılmasına karşı önleyici
tedbirler almayı ihmal etmeyecektir.
Yavuz Sultan Selim
Şimdi, Yavuz Sultan Selim’in neden
batıya değil de doğuya doğru sefer düzenlediğini daha iyi anlıyoruz. Öyle ya,
doğuyu emniyete almadan batıya yöneliş hiç yoktan koca imparatorluğu maceraya
sürüklemek olurdu. Yavuz zaten gereğini yapar da. Bugün Anadolu’nun değişik
yörelerinde halkımızın bir kısmı Yavuz’un bu davranışını dini nedene dayandırdıklarından
ona pek iyi gözle bakmazlar. Oysa o yaptığı hamlelerle Türk İslam Âlemini büyük
bir badireden kurtarmıştır.
Koçi Bey Osmanlı’nın düşüşüne neden
olan etken faktörden birinin mezhep imamımız İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin
mezarına bile tahammül edilmeyişine, bir diğer faktörün ise Celali
eşkıyalarıyla başlayan bazı vilayetlerin viran hale gelmesine bağlar. Koçi Bey
tespitinde pekte haksız sayılmazdı. Adı üzerinde eşkıya, yıkıp dökmekten başka elinden ne gelir
ki. Zira Anadolu’da Turhal civarında
Bozoklu ve kendisini Mehdi ilan eden Şeyh Celal adında birinin çıkmasıyla
birlikte etrafına topladığı adamlarla Anadolu’yu tehdit eder durum ortaya
çıkmıştır. Tabii böyle bir durum görmezden gelinemezdi. Nitekim 1519 yılında
Anadolu’da yuvalanan Celali hareketi bastırılmasının akabinde kesik başı
Yavuz'a gönderilir de. Anlaşılan Yavuzun sert çıkışı birlik ihtiyacına binaen
olmuş ve bu ihtiyaç temin edildikten sonra Kanuni’nin adalet devri devreye
girecektir. Amma velâkin Celali isyanı sonlansa da tarihi süreç içerisinde vuku
bulan her ayaklanma ‘Celali isyanı’ diye
adlandırılıp, her asi insana da ‘Celali’
denilecektir. Oysa Anadolu’da patlak veren her harekete Celali isyanı demek
büyük bir yanılgıydı. Belki bu tür hareketlere gaflet delalet ve hıyanet
içerisine düşmüş vezirlerin hâkimiyetine karşı Anadolu evladının giriştiği
milli bir duruş, ya da bir tür kıyam dersek daha yeridir. Dahası Celali
hareketlerini bir anlamda Türk soyluların, Alevi Türkmen ve Sünni Türkmenlerle
girişilen işbirliğinin bir ürünü hareket olarak ta değerlendirebiliriz. İster
adından Celali, ister bir başka hareket
diye bahsedilsin sonuçta toplumun alt tabanında yer alan farklı inanç kültürüne
sahip insanlar bir araya gelip ortak hareket edilebiliyormuş.
Şöyle ki, bu uğurda ilk bayrağı Alevi eğilimli Türkmenler çekmekle
beraber, bu tür oluşumlar çevreyle merkez arasında önemli kalın çizgiler ortaya
çıkarmıştır. Belli ki devşirmelerin yüksek mevkilere gelmeleri Türkmenlerin çok
ağrına gitmiş olsa gerek ki böyle
hareketleri metot edinmişlerdir. Bu alanda;
devşirmelerin silahlı kolu Yeniçeriler, Türkmenlerin ise sipahilerdir.
Malum, Şah İsmail mezhep taassubuyla
Anadolu’ya hâkim olacağına inanıyordu, ama Yavuz bu inancını Çaldıran seferiyle
boşa çıkartacaktır. Böylece Osmanlıyla bu devlet arasında sınırlar belirgin
şekilde çizilmiş olur. Hatta Şah İsmail’in Anadolu’daki halifeleriyle
irtibatının önüne de geçilmiş olunur. Bunun anlamı Erdebil Tekkesi
müntesipleriyle Anadolu yakasında kalan Alevi bağlarının kesilmesi demektir.
Zira bu tarikatın Anadolu yakasında kalan mensupları buradaki insanların ehli
beyte gerektiği kadar muhabbet beslemediği zannına kapılmışlardır. Sadece zanla
kalsalar gam yemeyiz, zaman içerisinde
bu zan suizana, suizanda ihtilafa dönüşüp alevi Türkmenlerin cami ve eğitim
yuvalarından uzak kaldığı bir tablo ortaya çıkmıştır. İşte bu uzak kalma hali neticesinde medresede
öğretilen bilgilerden yoksun kalan Aleviler,
sadece babadan oğla geçen kulaktan duyma bilgilerle kültürel varlıklarını devam
ettirmişlerdir. Kulaktan duyma bilgilerin her zaman diliminde değişikliklere
uğradığı da hesaba katıldığında Alevilik konusunun neden bu kadar gündemden
düşmeyecek şekilde tartışılır hale geldiğini şimdi daha iyi anlamış oluyoruz.
Yavuz’un ikinci seferi Memluklere
karşı olmuştur. Memlukler öteden beri Osmanlıya karşı Şah İsmail’le beraber diş
bilemişlerdir. Bunun üzerine Yavuz bir darbeyle Şah İsmail’i saf dışı
bıraktıktan sonra ilk iş; yıldırım hızıyla Mısır ordularını Mercidabık ve
Ridaniye’de hezimete uğratmak olur. Böylece Memluk devleti sona erip hilafet
Osmanlı’ya devr olunur. İşte bir taşla iki kuş vurmak buna denilir. Zira Yavuz,
hem Şah İsmail’in gizli hevesini kursağında bırakmış, hem de Ayasofya’da
yapılan bir merasimle Abbasilerden hilafeti ve mukaddes emanetleri almıştır. Dahası
saltanat ve hilafeti birleştirip İslam’ın hilafet şartlarını da yerine getirmiş
oluyordu. Hiç kuşkusuz Yavuz’un bu başarısı Sünni âlemde sevinçle
karşılanmıştır.
Al-i Beyt
Çaldıran zaferi neticesinde İran’la
Osmanlı devleti arasında kesin hudutların çizilmesiyle birlikte Anadolu yakasında
kalan Alevi kültürüyle yoğrulmuş insanlar her nedense bu zafere pek
sevinmemişlerdir. Bu insanlar o gün bugündür Sünni Müslümanların Ehli Beyt’e
soğuk baktıkları duygusuna kapılmışlardır. Oysa Al-i Beyt’e Allah için muhabbet
etmek dinimizce vaciptir. Hatta İmamı Şafii'ye göre farzdır. Anlaşılan Sünni
Müslümanların bu konuda sıkıntısı yok, asıl sıkıntı bazı aklı evvel sığ
zihinlerde. Bakın Said Nursi; “Al-i
Beyt’ten Vazifei Risaletçe muradı Sünnet-i Seniye'sidir. Sünneti Seniyeyi terk
eden hakiki Al-i Beyt’ten olmadığı gibi Al-i Beyt’e hakiki dost olamaz” buyurarak
gerçekleri gözler önüne sermiştir. Nitekim Allah Resulü; “Sizlere iki şey bırakıyorum Onlara temessük
etseniz necat (kurtuluş) bulursunuz.
Birisi kitabullah diğeri Al-i Beytimdir” diye buyurmuştur. Hakeza İmam-ı Şer’ani Hz.leri;
“Bir beldede Seyyid olduğunu duysam o beldeye girmekten hayâ duyarım” deyip
Al-i Beytin kıymetini ortaya koymuştur.
Bir başka meselede Yezit meselesidir.
İlla da Sünni kesime Yezidi denilmek isteniliyorsa, şu iyi bilinmelidir ki;
tarihte Yezidin işlediği cinayetler yüzünden hiçbir Sünni Müslüman sorumlu
tutulamaz. Çünkü Kuran’da; hiç kimse bir başkasının hatasından, günahından,
cinayetinden dolayı sorumlu tutulamaz buyruğu var. Kaldı ki hiçbir ehlisünnet
Müslüman doğan çocuğuna Yezit ismi vermemiştir, vermezde. Tam aksine
çocuklarına Ali, Hasan, Hüseyin ismi verildiği sıkça görülür. Demek ki,
sanıldığın aksine Sünni Müslümanlar alevi düşmanı değillerdir. Kaldı ki
Peygamberimiz (s.av); “Ehli Beytim Nuh’un
gemisi gibidir. Onlara tabii olan selamet bulur, olmayan helak olur”
buyurmuşlardır.
Aleviliğe Bakış
Alevilik İslâm’ın değişik bir yorumu
olmakla beraber Aleviliğin de kendi içerisinde hem hasbi (samimi)
yorumu, hem de siyasi yorumu var. Elbette ki, bizim hasbi olanlarla bir
meselemiz olamaz. Bizim meselemiz siyasi sembolizm hale gelmiş Alevilikledir. Maalesef siyasi taraftarlarca Alevi
vatandaşların iyi niyetleri istismar edilip birçok sol fraksiyonun sloganlarına
kurban ediliyor habire. Bu durum Aleviliğin radikal hareket alanına
kaydırılması bir yana ayrıca Alevi Sünni çatışmasına yol açacak tezgâhın bir
provası gibi gözüküyor.
Hz. Ali’yi sevme noktasında elbette ki
hiç bir Ehl-i Sünnet mensubunun itirazı olamaz. Ancak sevmenin de bir ölçüsü
olduğunu tayin etmemiz icap eder. Malum, Hıristiyanlar Hz. İsa'yı (a.s.) sevme
noktasında aşırıya kaçıp, “İsa Allah’ın oğludur” demişlerdir. Peki, bu
ifrat değilse ya nedir? Düşünsenize Hz.
İsa'ya atfen yakıştırmalarda olduğu gibi ilmin kapısı Hz. Ali'ye (k.v.) de
ulûhiyet isnat edilen bir noktaya gelinmişse o zaman inananlar arasında
kardeşçe yaşamaktan bahsedebilir miyiz, bunun fitne sebebi olacağı muhakkak.
Anlaşılan İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah türü tipler düne mahsus değil, her devirde
karşımıza çıkabiliyor. Zaten bu tür odaklarının işi gücü Müslümanlar arasında
fitne tohumları ekip, birlik ve beraberliği yok etmektir. Nitekim Hz. Osman
(r.a.) zamanında filiz veren ve Hz. Ali (k.v.) devrinde doruğa ulaşan fitne
hareketleri bunu doğruluyor. Gerçi Hz. Ali (k.v) zamanında Müslümanlar arasında
yapılan savaşların bir kısmı içtihat farklılığından doğan mücadeleler olsa da
fitne unsurlarının bu olayda bile boş durmadıkları malum.
Madem Ehl-i Beyt sevgisi sadece
Aleviliğe mahsus olmayıp Sünnilere de has bir duygu, o halde bu ayrılık ve tefrika niye? Hem madem Ehlisünnet itikadında Ehl-i Beyt
kurtuluş gemisi olarak addediliyor, başka limanlarda demirlemenin anlamı ne?
İşte görüyorsunuz bu tür sorulara bir cevap bulamadığımızı varsaydığımızda
Cafer-i Sadık Hazretlerinin Hacegân silsilesinin halkasında yer alması bile tek
başına delil olarak Alevilerle Sünnilerin aynı muhabbet iklimini
paylaştıklarını göstermeye yeter artar da. Malum İmam-ı Azam Ebu Hanife mezhep
imamız. O aynı zamanda Cafer-i Sadık Hazretlerinden el almış müntesiptir. Bakın
İmam-ı Azam onu keşfettiğinde: “Şayet son iki yılımda Cafer-i Sadık’ın
elinde tutmasaydım, Numan helâk olurdu” demiştir. Şurası muhakkak tarihi
gerçekler ve Tarikat-ı Aliye’nin silsile basamakları, bizi Mevlâna, Yunus Emre,
Hacı Bektaş-ı Veli ve Hacı Bayram-ı Veli’de buluşturmaktadır.
Anadolu’nun İslâmlaşmasında Horasan erenlerinin
büyük katkıları olduğunu yediden yetmişe herkesin kabul ettiği bir vaka. Önemli
olan bu gönül sultanları hedef saptırmaksızın doğru anlayabilmektir. Onların
ağzından sadır olmayan sözleri sanki onlar söylemiş gibi onlara isnat etmek
haksızlık olacaktır. Bir kere bu gönül sultanlarının icraatları, sözleri ve
eserleri ortada, dolayısıyla gerçekleri
saptırmaya gerek yoktur. Peki, şu birtakım kendini bilmez aklı evveller
Alevilik konusu işlendiğinde sıkça kullanılır hale getirdikleri “Rejimin
emniyet supabıdır” tarzı beyanlarına ne demeli? Belli ki onların derdi üzüm
yemek değil bağcı dövmek, bu yüzden bu tür rejim varı girişilen manevraların
alevi kesime şirin görünmenin ötesinde yeni bir ayrılık tohumunun
yeşertilmesine yönelik bir çaba olarak yorumluyoruz. Oysa din devlet
ilişkilerinde devlet taraf olmamalı, bilakis hakem olmalı, dahası hadim (hizmetkâr) rol
üstlenmelidir. Zaten sosyal devlet olmanın gereği budur. Ülke sınırları içinde
değişik isimlerle anılan alt kimliklerin varlığını ayrılık gayrilik görmeyip
olaya sivil toplum örgütlenmesi çerçevesinde bakmakta sayısız fayda var. Böyle
bakmaya da mecburuz. Çünkü sosyal devlet
anlayışının esprisi bu temel felsefeye dayanır. Kaldı ki nüans farklılıklarının
bu ülkenin gerçeği kabul edip, sivil toplum unsurlarının teşkilatlanmalarına ön
ayak olmak, yardımcı olmak ve kendilerini ifade edebilecekleri sistemi getirmek
insanımıza hizmet olacaktır. Bir başka ifadeyle bu toplumun güvencesi sadece
Aleviler değil, Sünnilerde bu ülkenin
emniyet supabıdır dersek, asıl o zaman devlet
“hakemlik” misyonunu yerine getirmiş olacaktır. Zira Sivil toplum
unsurlarından birini övüp, diğerlerini görmemek ciddi manada bölücülüğe çanak
tutmak olacaktır.
İslâmiyet, dinler arasında ki
farklılığı bir din çerçevesinde değerlendirir. İşte İslâmiyet’in bu engin
hoşgörüsü, Vahyin gücüyle alakalı bir
durum. Bu yüzden âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v.), bu
yüceliğin baş tacını oluşturur. Dinlerin kendi içinde bir takım mezhep ve
meşrepleri barındırması gayet tabiidir. Normal olmayan söz konusu alt
kimlikleri tek unsur olarak takdim edip, işte din budur denilmesidir. İster istemez bu tür hezeyanlar bitmek
tükenmek bilmeyen tartışmaları da beraberinde getirmektedir.
Her dinde olduğu gibi, İslâmiyet dairesi
içerisinde de çeşitlilik mevcuttur. Ancak bizim çeşitliliğimizin diğerlerinden farkı
Kur’an’ı Kerim etrafında zenginlik oluşturmamızdır. İşte bu zenginliğin ilk
ayağını içtihat çalışmaları oluşturur. Nitekim içtihat farklılıklarından dolayı
mezhepler doğmuştur. Hakeza Allah’ı zikretmede ve nefsi terbiye etme hususunda
değişik usullerin tatbikiyle ortaya çıkan tarikatlarda öyledir. Tabii bu arada
zenginliğimize gölge düşürecek nitelikte Ehl-i Sünnet çizgisinin dışında
nükseden mezhep ve tarikatlar da söz konusudur. Onlar gölge düşüre dursun ölçü;
Kur’an ve Sünnet olduğu müddetçe hiç kimsenin dinimize balta vurmaya gücü
yetmeyecektir. Kelimenin tam anlamıyla Kur’an ahkâmına ve Sünnet-i Seniye'ye
uygun her yolu İslâm’ın kabulü biliriz. Bunun dışında ortaya çıkan fitne
kaynaklı ve uydurma fırkalar Firak-ı Dalle (sapık kol) olarak niteleriz.
Tüm bu gerçeklere rağmen, her defasında
bitmek tükenmek bilmeyen Alevilik meselesi kamuoyu önününde pişirilip, ayrılık
tohumları ekilmeye çalışılmaktadır. Alevilik, bir alt kimlik veya bir yol
olarak yorumlanması gerekirken, sanki başlı başına bir dinmiş gibi lanse
edilmektedir. Malum cami, sinagog, kilise ibadet yapmak için vardır. Dergâh ve cem evleri gibi teşekküller ise
kendi müntesiplerinin semah ve zikir yapmaları için vardır. Dolayısıyla ne
dergâh, ne de cemevi caminin alternatifi mekânlar değildir. Bunlar bir nevi
manevi sivil toplum teşkilatlarıdır. İşte bütün mesele, cem evinin caminin
karşısına alternatif olarak koyulmaya çalışılmasından kaynaklanıyor. Dinimiz
İslâmiyet olduğuna göre, mabedi elbette
ki camidir. Asla zikir, semah ve cem yapılan dergâh ve cemevleri caminin
rolünün üstlenmiş mekanlar değildir, olsa olsa camiye renk katacak gül
bahçeleridir. Demek ki, tehlike cemevlerinde değil, asıl tehlike cemevlerinin
cami’ye karşı alternatif olarak sunulma temayülüdür. Şayet Alevilik alt bir
kimlik ve meşrep olarak değil de Hıristiyanlık veya Yahudilik gibi din olarak
ortaya çıksaydı, o zaman cemevini bir kilise, bir havra tarzında
yorumlayabilirdik.
Bir kere, gerek din adına, gerek
mezhep adına, gerekse meşrep adına ortaya çıkan her teşekkül, kendi
tanımlamasını, gayesini, metodunu ve uygulamasını belirtmediği sürece
tartışılmaya mahkûmdur. O halde her hareket, kullandığı kavramların tarifini,
usulünü, uygulamasını ve amacını ortaya koymalıdır. Aksi takdirde mezheple
meşrep, meşreple mezhep, dinle mezhep ve dinle meşrep sapla saman misali
birbirine karışıp tam kaotik bir ortam oluşacaktır. Nasıl ki bir kilim üzerinde
değişik desenler mevcut olduğundan hiç bir desen tek başına 'kilim'
adını alamıyorsa aynen öyle de mezhepler, meşreplerde tek başına İslam’ı temsil
eden ekoller değildir. Parçalar bütün olduğunda bir anlam ifade edip ancak o
zaman kaynak adıyla anılabiliyor. Sonuçta kilim, değişik ton ve değişik
nakışlarla işlenmiş desenlerden bir araya geldiğinden bu ismi almıştır. Keza din de öyledir. Din kiliminin içinde
çeşitli yol, mezhep ve meşrepler vardır. Mezhep ve meşrep kilime işlenen desen misali
tek başına dini temsil edemez, sadece dinin zengin unsurları olarak telakki
edilirler.
Hiç kuşkusuz yeryüzü mescit, bu yüzden her
temiz mekânda Allah’a ibadet etmeye engel bir durum söz konusu değildir. Fakat
tarihi süreç içerisinde göçerlikten yerleşikliğe geçişte her bir dine mensup
insanın ibadet yapmak için cami, kilise ve havra adı altında mekânlar inşa edilip
sembolleşmişse, bunların hukukunu hiçe sayıp ta cemevini caminin üstünde bir
mevki veya karşısına oturtmak gayreti içerisinde olan her tür girişimi abesle
iştigal buluruz. Asla cami dergâh veya cami cemevi birbirlerinin hukukuna
tecavüz için kurulmuş mekânlar değildir. Bu yüzden her kurum ve müessesenin
haddini hududunu bilmesi gerekir.
Medresenin fonksiyonu başka,
dergâh’ın başka, keza cemevinin de başkadır. Bunları bir arada tutacak en üst mekân
camidir. Kaldı ki zenginlikleri bir araya toplayan mekânın adıdır camii.
Üstelik cami; minaresi, vaaz kürsüsü ve minberiyle birlikte değişik mezhep ve
meşrep mensuplarını aynı safta toplayan mabet mahaldir. Keza minber kürsümüz,
mihrap bizi ötelere taşıyan remzdir. Hele hele bir de mübarek cuma günümüz var
ki, o da Müslümanların cümlesini haftada cem eyleyen birlik meşalesidir. Malum,
cuma olduğunda ister medrese, ister
tekke, ister dergâh mensubu olsun fark
etmez mümin olan her cemaat mensubu camiye koşmak mecburiyetindedir. Zira cuma; ismiyle müsemma toplanmak (cem)
demektir.
Bütün bu örnekleri vermekten gaye,
cemevi gibi manevi sivil toplum ocaklarının cami gibi umumu kuşatan mabede
alternatif ibadet yeri gösterilme çabalarının yanlışlığını ortaya koymak
içindir.
Unutmayalım ki; hepimiz aynı kilimin
desenleriyiz.