İLİM
KENDİN BİLMEKTİR
SELİM GÜRBÜZER
İnsan,
daha dünyaya ilk adım atar atmaz ilimle tanışır. Nasıl mı? Bakınız, hayat
yolculuğunda ilk ders, kulağa ezan ve kamet okunmayla start alır. Müslüman bir anne
ve babadan dünyaya gelen çocuğun kulağına ezan ve kamet okuması ilmin bir
gereğidir. Daha doğrusu kundaktaki bebeğin ezan ve kametle sarıp sarmalanması ilmin
ilk kapısıdır. Zaten Peygamber (s.a.v.)'e ilk gelen vahiy "oku"
emridir. Demek oluyor ki; ilim kendini bilmenin ve her şeyin başıdır, bu yüzden
ilimsiz Allah’a ve yarattığı kanunlara asla ulaşılamaz.
Selman-ı
Farisi Hz.leri "Dünyada mal çokluğu
ve evlat çokluğu ile övünmek marifet değildir. Asıl marifet ilmin faydası ve
ilmin çokluğudur" diyor. O halde insan zahiri ilmi bitirir bitirmez, hemen
yeni bir sayfa açaraktan batini ilmi geçmeli. Geçmeli ki ilim deryasında olanca
gücümüzle yüz yüzebileceğimiz kadar yüzebilelim. Zira ilim tahsil eden bir insan, her ne kadar
ilmin doruğuna ulaşmış tam kâmil bir âlim olamasa da ilim yolunda ter dökmekte
az buz iş değil elbet, bu uğurda âlim adayı olmak bile çok büyük bir kazançtır.
Evet, şu bir gerçek ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimler aynı zamanda Resûlüllah
(s.a.v)’in "Âlimlerin eti zehirlidir"
hadis-i şerifiyle de konumları tasdik edilmiş âlimlerdir. Gerçekten de, bu manada âlimlerin eti ilmine
hasım olanlar için eti öldürücü etki yaparken ilmine hürmet gösterenler içinde
iç dünyaları felah ve nur kaynağıdır. Nitekim Şah-ı Nakşibend (k.s.) ilmiyle
amil büyük bir âlimdi, aynı zamanda Hacegan pirlerinden olup bu hususta şöyle
der: "Biz ümmeti Muhammed'e zarar
vermeyiz, ama ne var ki kınından çıkmış kılıç gibiyizdir; onlar kılıca gelip çarparlar." İşte
Şah-ı Nakşibend (k.s.)’in sözlerinden de anlaşıldığı üzere, âlimler (ilmiyle
amil olmuş âlimler) gören gözlerin onda dirildikleri zatlardır, sadece ölü
kalpler dirilmez. Hele ki onlara
münkirlik yapıp, ya da aleyhlerinde dedikodu kazanı kaynatılıp haklarına
tecavüz edilirse, biliniz ki artık bir noktadan sonra bu tip fitne fücurlar için
acı akıbet kaçınılmazdır. Derken kınından çıkmış ilim kılıcına çarpmakla kendi
kendilerinin belasını bulmuş olurlar. Zira
bir hadisi kutsi'de, "Benim
dostlarıma savaş açana savaş açarım" diye buyrulmakta. İşte
Evliyaullah’ın cismaniyetinin zehir olmasının ne anlama geldiğini bu hadis-i
kutsinin mana ve ruhunu göz önüne alıp öyle değerlendirmek gerekir. Kaldı ki,
Allah dostları Allah yolunda seferber olmuş kılavuzlardır. Kimdir bu dost rehberler
derseniz, bu soruya verilecek cevapta elbette ki;
-Enbiya,
-Evliya,
-Ulema'dan başka kim
olabilir ki.
Her
ne kadar peygamberlik kapısı âlemlere rahmet olan en son Peygamberimiz
(s.a.v)’in gelişiyle kapanmış olsa da O’nun izini iz süren mutlaka her yüzyılın
başında, dini diriltici ve ihya edici bir ‘müceddid’ vardır. Nitekim Peygamberimiz
(s.a.v.) "Allah bu ümmet için her
yüzyılın başında dini ihya için müceddid gönderir" beyanıyla bu
gerçeğe işaret etmiştir. Hz. Mevlâna da bu anlamda: "Her asırda bir söz söyleyici, halkı irşat edici vardır" beyan
buyurmakla da konuya açıklık getirmiştir.
Birde
şunu unutmayalım ki, tüm insanlık ve
yöneticiler her daim âlime muhtaçtırlar.
Çünkü onlar ilmi yayan, insanları karanlığa düşmekten kurtaran ışık
fenerleridir. Besbelli ki Arifler: "Âlimler ve emirler bozulunca milletin
teati bozulur. Sofiler bozulursa milletin ahlâkı bozulur" sözünü laf ola beri gele türünden boşa dile
getirmemişlerdir, bu yüzden muhtacız.
Zaten Peygamberimiz (s.a.v)’in bir hadis-i şeriflerinde "Âlimler Peygamberlerin varisleridir"
buyururken de kendisinden sonra tek başvurulacak mercii kaynağın âlimlerin
eşiği olduğu anlaşılmaktadır. Peki, hangi
âlim derseniz, yukarıda da belirttiğimiz gibi kim olacak ilmi ile amil olmuş
âlimlerden başkası değildir elbet. Hatta
bu hususta Rasülullah (s.a.v.) böylesi
donanımlı âlimler için; "Benim
ümmetimin âlimleri Ben'i İsrail’in Peygamberleri gibidirler" beyan
buyuraraktan haklarını teslim etmeyi de ihmal etmemiştir. Dikkat edin, Resul-i Ekrem (s.a.v) onlar için,
hâşâ peygamber demiyor, bilakis ‘…gibidir’ diyor. Anlaşılan o ki; gerçek manada
âlimler fazilet yönünden değil, ümmetin hidayetine vesile oldukları içindir "Ben-i
İsrail'in Peygamberleri gibidir" sıfatıyla taltif edilmişlerdir.
Hiç
kuşkusuz ilimden maksat Allah'a ulaşmaktır. Sırf kuru bilgilerle Allah'a
ulaşılmaz. Elbette ki atom ve termonükleer enerji (hidrojen bombası),
uzaya keşfi, otomatik üretim gibi dayanan teknolojik faaliyetlerde akli ilmin
rehberliğinde gerçekleşen kayda değer gelişmelerdir. Ancak ne var ki bu gibi teknolojik
faaliyetler içi boş ruhtan yoksun bir halde gelişmekte. Dahası insanı makineye
köle kılacak mecrada ilerlemekte. Öyle ki; hızla yayılan baş döndürücü teknolojik gelişmelerin
ortaya koyduğu tabloya baktığımızda insanoğlu iki kavşak noktasında sıkışık haldedir. Bu durumda ya içi boş teknolojinin içine ruh
katıp insan olmanın erdemliliğini yaşayacak, ya da satıh üstü teknolojinin
kölesi olup robotlaşacaktır. Şayet insanoğlunun insanca yaşamak diye bir derdi
varsa tercihini mutlaka erdemlilik yönünde kullanması icap eder. Şurası
muhakkak bilim ve teknoloji gaye değil sadece vasıtadır. Zira bilim ve teknoloji gayeleştirildiğinde makinenin
kölesi olunacağı muhakkak. Tıpkı bu kitap
yükünü sırtında taşıyıp da o kitaptan asla faydalanamayan merkebin hali gibi
bir durumdur. Zaten günümüzde sözde
kendini âlim sananların durumu da böyle değil mi? Baksanıza ilmi kendi heva ve
heveslerine alet ediyor olmaları onları kitap yüklü merkeb konuma düşürmektedir.
Oysa yükte hafif pahada ağır olan ilim bildiği ile amel edilen ilimdir.
Malumunuz cahillik ilmin zıddı bir illettir. Madem öyle, “İnsanın cahil
dostu olacağına, akıllı düşmanın olması daha yeğdir” sözünü kendimize düstur edinmemiz
gerekir. Öyle ya, bilge insan demek adı
üzerinde ne yapacağını bilen demek, ama cahil
öyle değil, cahil ne yapacağını bilmediği
içindir körle yatan şaşı kalkar gerçeğinden hareketle cahille asla dost olunmaz.
Dost olunduğunda onunla birlikte yolun sonunda uçuruma yuvarlanmak an meselesi
diyebiliriz. Bakınız bu konuda Hz. İsa (a.s) "Ben ahmağa, kele, köre, topala, kötümsere İsmi Azam okurdum, onlar iyi
olur, dirilirdi. Ama cahile bir İsmi Azam okusan fayda vermez, dirilmez"
buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Dolayısıyla bize düşen cahillikten şeytandan
kaçar gibi kaçmak olmalıdır. Dahası kendimizi ‘ilim ilim bilmektir, ilim
kendini bilmektir’ diyenlerin meclisine atmamız gerekir. Elbette ki âlim ve bilge şahsiyetlerde sütten
çıkmış ak kaşık değillerdir, sonuçta onlarda bizim gibi beşeri sınıftan insanlardır,
elbet hata yapmak onlar içinde geçerli
akçe. Ama şu da var ki bilge şahsiyetler
hata yaptıklarında tahsil ettikleri ilmi sayelerinde hatalarını her an bertaraf
edebilecek irade sergileyebiliyorlar. İşte bu nedenledir ki İbrahim En-Nahi
"Âlim'in hatasını dile getirmeyin,
çünkü ilim sahibi bir kere yanılırsa akabinde düzeltir" buyurmuşlardır.
İşte ilim bu denli Yunusça “İlim ilim
bilmektir/İlim kendin bilmektir” gerçeğinin ta kendisi bir güçtür. İlmin gücü şundan belli ki Peygamber kavlince
(s.a.v.) "İlmi aramak her
Müslüman’a farzdır" beyanıyla tüm mümin erkek ve kadınlara farz
kılınmıştır. O halde bu noktada
devletlûlara düşen cami ile okulu bir birine zıt iki müesseseler olarak değil,
birbiriyle barışık iki abidevi müesseseler haline getirerekten ilmi tüm toplum katmanlarına
yaymak olmalıdır. Şayet bu başarılırsa biliniz ki gerçek manada bir elde
Kur’an, bir elde bilgisayar gençliğin,
neslin ve erdemli toplumun oluşması bir hayal değil hakikat olacaktır. Hele bilek
kuvveti ile beyin gücü bir araya gelmeye görsün bak o zaman İslam toplumlarının
çağlara ferman okuyaraktan dinamizm kazanacağı muhakkak. Zaten Allah’ın Sâni
sıfatının bir tecellisi olan ilmin bir başka yüzü, yani maddi veçhesi denen
teknolojik üstünlüğü yakalamakla dinamizm kazanılır. Ama gel gör ki Müslümanlar olarak Allah’ın
Sâni sıfatı (Allah’ın sanatı) tecellisi teknolojik atılımlara kafa yormaktan
geri durdukça, maalesef bir türlü iki yakamız bir araya gelmediği gibi süper
güçlerin oyuncağı olmaktayız habire. O halde
neydik edip erdemlilikle dinamizmi, teoriyle uygulamayı birlikte yürütecek bir
elde bilgi teknolojisi diğer elde ruhi kodlarımızla donatılmış bir toplum modeli
yapısı inşa etmeli ki süper güçlerin oyuncağı olmaktan kurtulabilelim. Zira
Müberra Dinimizde ilim amel ilişkisi,
bilmek yapmak ilişkisi birbirinden etle tırnak misali ayrılmaz sünnetullahın,
yani adetullahın gereği ikili ayrılmaz unsurlar olarak telakki edilir hep. Ancak unutmayalım ki oturduğumuz yerden bir
şeyin teşekkülü asla tecelli etmez. Düşünsenize sebeplere başvurmaksızın kendiliğinden
bir şeyler teşekkül etmiş olsaydı Yüce Allah (c.c.) bulutu yağmura vesile kılmazdı.
Madem Yüce Allah her oluşu ya da yok oluşu bir sebebe bağlamış, o halde kulları
olarak da bizim sebeplere başvurup sünnetullah üzere hareket etmemiz gerekir, aksi
halde ilimle taban tabana zıt eşyanın tabiatına aykırı bir kulvarda kendimizi
konumlandırmış oluruz. Biliniz ki bir yerde hareketlilik yani sebeplere
başvurmak varsa, o yerde bereket vardır, sünnetullah vardır. Böylece
sünnetullahın işlerlik kazandığı bir yerde madde manalaşırda. Şayet bir yerde sebeplere
başvurmak yoksa madde donuk ve mat halde eşyalaşamaz da. Öyle ya, bir yerde adetullahın gereği yapılmıyorsa
madde durduk yere ne diye kendiliğinden işler hale gelip bereket kaynağımız
olsun ki. O halde bize düşen maddeyi donuk ve mat halden işler hale getirip bereket
vesilesi kılmaktır. İcabından bu da yetmez maddeyi ruh penceremizin ışığıyla
anlamlandırıp hakikat kapısını aralamak olmalıdır.
Şurası muhakkak insanın sırf ilim tahsil etmekle
yetinmesi de doğru bir tutum olmaz, zira ilim pratiğe dökülmedikten sonra o
tahsil edilen ilim neye yarar ki. Hem kaldı
ki pratikten yoksun bir ilim kuru meşe odunu gibi her daim güdük kalmaya mahkûm
da. Güdük kalacağı şundan belli ki İmam-ı Şarani Hz.leri haklı olarak "İnsanların çoğu ilim ezberliyor, amel
etmiyor" siteminde bulunmuştur. Hiç kuşkusuz talebe okutmak, insanlara
vaz-ı nasihatte bulunmak güzel hasletlerdir, üstelik bu tür faaliyetler farz-ı kifayedir. Ancak
bir insan öğrettiğini bizatihi nefsinde yaşamıyorsa veyahutta vaaz-ı nasihatte
bulunduğu hususları bizatihi kendi nefsinde tatbik etmiyorsa bunların hiç bir kıymeti
harbiyesi yoktur. Bakınız Sahabe-i Kiramın hayatına, sahabenin öğrendikleri ve öğrettikleri daha
çok "nefsi terbiye" ilmiydi. Onlar
çok iyi biliyorlardı ki öğrendiklerini ve öğrettiklerini bizatihi kendi
nefislerine tatbik etmeden etrafa ışık olunamaz. İyi ki de ışık oldular, bu
sayede Müberra Dinimiz ışık saçanların omuzlarında yükselerek bu günlere
gelebildi, aksi halde dinimiz bu denli kısa zamanda dal budak salıp cihanın
dört bir yanına yayılamazdı. Bu demektir
ki, ilim amelle taçlanınca bir değer kazanıp dal budak saçabiliyor. İşte tamda
bu noktada tasavvufi okullar bunun için varlardır. Hiç kuşkusuz bu uğurda
dergâhlar okul işlevi görmenin ötesinde şer’i ilimleri tatbik misyonu
yüklenmişlerdir. İyi ki de dergâhlarımız
varda bu sayede ilmin tatbiki denen hadise vuku bulabiliyor. Nitekim Zekeri
(r.a) bu hususa vurgu yaparken dergâhların varlık nedenini şu sözlerle beyan
eder: "Ehli tasavvuf ile
birleşmeyen âlim katıksız ekmek gibidir." Hakeza İmam-ı Gazali de bu
anlamda; "Herkesin nefis ilmini
bilmesi, nefsini tezkiye etmesi farz-ı ayındır" beyan buyurmak suretiyle
ilim kendini bilmektir gerçeğe işaret etmiştir.
Her
ne kadar günümüz modern görünümlü hocalarının pek çoğu ilim adamı olarak
tanıtılsalar da aslında pek çoğu işin sadece teorisiyle iştigal eden
hocalardır. Kaldı ki Hocanın modern görünümlü olanı değil münevver olanı
makbuldür. Şayet bizim düşündüğümüz manada kökleriyle barışık münevver tip Hoca
olsaydılar, onları gören ve vaaz-ı nasihatlerini işiten insanların onlarda
dirilip aydınlanmış olmaları gerekirdi. Oysa bir bakıyorsun işleri güçleri
insanları aydınlatmaktan çok kendince gözüne kestirdikleri birilerine laf
kavuşturmakla meşguller habire. Kelimenin tam anlamıyla şunu diyebiliriz ki gerçek
münevver hoca ışık saçandır laf kavuşturan değildir. Nitekim Gavs-ı Bilvanisi
(k.s) bir sohbetlerinde bu hususa değinip “irşad olmayan irşad edemez” buyurmuşlardır.
Malumunuz gerçek irşad edicinin ve aydınlatıcının iki vasıf yönü vardır:
- İlim sahibi olmak,
- Bilgilerini bizatihi nefsinde
uygulayan konumda olmasıdır.
Madem
öyle ilim uğruna hazine değerinde gerçek irşad edicileri ziyaret edip onlardan
istifade etmeli. Nasıl olsa her asırda irşat ediciler mevcut. Zira Allah’ın irşat
edici hazineleri boldur, üstelik o hazineler geçmiş asırlarla sınırlı da değil,
her asırda var olacak bitmez tükenmez hazinelerdir. Yeter ki o irşat edici hazinelerin
kıymetini bilelim eşiklerinde eşik olunup vuslat hâsıl olur da. Ki; Resûlüllah
(s.a.v.) o irşad edici hazineler hakkında; "Âlimleri sık sık ziyaret etmek ibadet yerine geçer" beyan buyurmak suretiyle onların eşiğine yüz
sürmemizi teşvik etmişte. Keza yine Peygamberimiz (s.a.v.) "Âlimden yüksek hiç bir şey yoktur. Çünkü
hükümdarlar yalnız faniler hakkında hüküm verirler, âlimler ise hükümdarları da
muhakeme ederler" buyurmuşlardır. Üstüne üstük bu konuda bir değil pek
çok beyan var, o halde bu hususlarla alakalı hadis-i şeriflerden birkaçını daha
zikredebiliriz. Şöyle ki; Resûlüllah
(s.a.v.);
"Âlime saygı gösteren Allah'ına saygı
göstermiştir."
"Âlimlere saygılı olan bana saygılı olmuştur."
"Âlim, yeryüzünde kudret-i ilâhiyenin
temsilcisidir; onun aleyhinde bulunan mahvolur" buyurmuşlardır.
İşte
zikredilen hadis-i şeriflerden anlaşılan o ki, âlimler gerçek manevi hükümdarlardır. Ancak ne
hikmetse hükümdar deyince günümüz insanının aklına sadece padişah, hakan, lider
vs. akla gelmekte. Oysa Osmanlı’da padişahlara da yön veren âlimlerdi. Bu
yüzden ilim erbabına manevi bilge hükümdarlar dersek yeridir. Düşünsenize
Yıldırım Beyazıt padişah olmasına padişah ama mahkemede şahitliğini kabul etmeyen
Molla Fenarimiz gibi, yeri geldiğinde Fatih'i tenkid edebilen Molla Güranimiz
gibi, Yavuz’un tüm Hıristiyanların kökünü kazıma girişimine engel koyan bir
Zembilli Ali Hoca Efendimiz gibi daha nice sözde değil özde âlimlerimiz de en
az hakanlarımız kadar tarihin parlak sayfalarına adını yazdırabilmiş
şahsiyetlerdir. Derken böylesi ışık saçan
âlimler eşliğinde Yavuz’un; "Ulemanın
atından (ayağından) sıçrayan çamur
şerefimizdir" sözü daha da bir başka anlam kazanır da. Bu anlam yüklü kazanç aynı zamanda
Osmanlı’nın üç kıtaya hükmetmesinin sırrını da ortaya koyan bir kazançtır. Nitekim Seyda Hz.leri bu hususlarda sofilerine
şöyle sohbette bulunmuşlardır: ''Ey Allah'ın kulu! Bir talebe
yetiştirmek bin kişiyi sofi yapmaktan efdaldir. Hele o talebe varisü-l enbiya
olursa... Siz dininizi beldenizde bulunan en büyük âlimlerden öğreniniz.
Herkesten fetva sormayın. Çünkü memlekette fetva verecek kimse çok azdır.
İlimle meşgul olan kimse dünyada en güzel işle meşgul oluyor. İlim olmadığı
zaman cehalet olur. Cahilin abidi de, sofisi de hüsrandadır. Siz Osmanlı'ya
bakınız. Ne idi ne oldu. Sultan Abdülhamid arif-i billâh idi. Başa geçer geçmez
memlekette talebe yetiştirme seferberliği başlattı. Zira Nakşibendî tarikatı bu
nedenle medrese ve tekkeyi beraber yürütür. Hazret Muhammed Dıyauddin (k.s.)
doğu cephesinde müritleri ve talebeleri ile savaşırken bölüklerinin başka bir
yere nakledilmesi icap etti. Gittikleri yerde müridler önce mutfak çadırını
kurmaya başladı. Hazret çalışma mahalline gelince ''Talebelerin seslerini
duymuyorum, bu ne çadırıdır?'' diye sordu. Müridleri, mutfak çadırı olduğunu
haber verdiler. Bunun üzerine Hazret Muhammed Diyauddin (k.s.) bu durumda
savaşmaya gerek kalmadığını, düşmanla savaşmanın sebebinin ilay-ı kelimetullah
olduğunu ve bunun medreselerle ve talebe yetiştirmekle mümkün olabileceğini
beyan etti. Hemen mutfak çadırının bozulup önce medrese çadırının kurulmasını,
sonra da diğer çadırların yerleştirilmesini emretti. Hazret (k.s.) en
nihayetinde medrese çadırlarının kurulmasının ardından kalkıp savaşa devam
etti.''
İşte görüyorsunuz, Seyda Hz.lerinin sohbetinden de anlaşıldığı üzere
Osmanlı’nın kılıcını görüp ilmi yönüne bakmayanlar, tarihi değerlendirirken hep
hataya düşmüşlerdir. Bir takım bazı aklıevveller hiç bilmiyorlar ki pozitivizm
dedikleri bilim medreseden filizlenip dal budak salaraktan yükselişimize vesile
olmuş ilimdir. Maalesef tüm bu gerçeklere rağmen halen inadım inat bir takım
aklı evveller Osmanlının düşüş nedenini tek zaviyeden bakaraktan tüm kabahati medreseye
yüklemişlerdir. Hele bir devlet düşmeye görsün elbette ki tüm kurumlar bundan
yara alacaktır, bu kaçınılmazdır. İster istemez düşüşle birlikte ilim
müessseleri de yara alıp gerilemiştir. Evet, bizde kabul ediyoruz, Osmanlının
çöküşüyle birlikte Doğulu medrese, Batılı mektebe yenilmiştir. Bu yüzden Sait
Halim Paşa şöyle der; "Şarkın
düşünce alışkanlığında hep fikirlerin eşyaya yansıdığını, hâlbuki eşyanın
hakikatlerinin zihinlere yansımasını da sağlamak gerekir."
Gerçekten de bu sözler kayda değer müthiş tespitlerdir. Madem öyle bu
düşünce örgüsünü şöyle bir irdeleyiverelim. Bilindiği üzere beynin sol lobu akla
yatkın çalışmakta, yani daha çok sayısal, dil, mantık, sorgulama, araştırma,
yazma vs. eylemler odağı olmakla dikkat çekmekte. Sağ lob ise sevgi, hayal,
his, müzik, edebiyat dünyası gibi sübjektif değerlere odaklıdır. Belli ki batılılar
beynin sol lobunu kullanmaya eğilim göstermekle ruhi bunalıma düşüverdiler.
Hâlbuki gerçek manada hayatı anlamak beynin her ikisini birlikte kullanılmakla
mümkündür. Zira eşyanın hakikatini bilmek, insanı hayvandan ayıran en belirgin
özellik olarak sahne alır. Bu yüzden Mukaşefe ilmi, nurani rabbaniye olarak gönlümüzü
ısıtır. Kaldı ki her şeyden öte rabbani ilimden
haberdar olmak farz-ı kifaye bir görev olarak karşılık bulur.
Peki ya doğulu insan? Malum, doğulunun
her ne kadar ruhi yönü ağır bassa da onunda problemi meselelere analitik yönden
bakmayı lüzumlu kılan beynin sol lobunu kullanmayı hafife alıp ihmal etmesidir.
Nitekim deney ve gözlemden uzak, kısırlık, ölçüsüzlük, slogancılık üzerine
kurulu hayat tarzı yeterince durumumuzu özetliyor zaten. Şayet bugünkü perişan
hal vaziyetten yeniden yükselişe geçmek istiyorsak, engin tarihi ve teknolojik
bilgi birikimimizi tekrardan canlandırmakla ancak o zaman diriliş muştumuz gerçekleşebilir.
Aksi halde bu hal ve perişan hal vaziyetten kurtulmamız mümkün olmayacaktır. Artık
yetti gayri deyip bu perişan halimize son vermek gerekir. Dün nasıl ki ilmiyle
amil olmuş âlimlerin omuzlarında büyük bir medeniyet kurmuşsak, bugün de medeniyet
kodlarımızdan ilham alaraktan yeniden kendi doğuşumuzu ve Rönesanssımızı gerçekleştirebiliriz
pekâlâ. Şu iyi bilinsin ki Ortaçağ Avrupa’sında görülen skolâstik anlayış İslâm
medeniyetinin kodlarıyla taban tabana zıt bir anlayıştır. Nitekim Şam, Bağdat, Kahire, Kurtuba ve
İstanbul gibi medeniyet simgesi şehirlerimiz asırlar boyu ilim sayesinde adından
söz ettirmiş şehirlerdir. İyi ki de bedeviyetten hadariyete ilimle geçiş yaptık
da, bu sayede medeniyet olabilmişiz. Derken üç kıtaya hükmeden medeniyetimiz
bugünkü teknolojik gelişmelerin mayası olmuştur.
Evet, geçmişte ilim erbabımızla birlikte tüm insanlığa ışık olurken
maalesef bugüne geldiğimizde Resûlüllah
(s.a.v) "Âlimlerin mürekkebi
şehitlerin kanlarından üstündür" diye beyan buyurduğu halde, ne yazık ki ümmeti olarak hala Kafdağı masalları
ve Kesik baş hikâyeleri gibi macera varı olan her ne varsa onlara ilgi göstermişiz
hep. Tabii hal vaziyet böyle olunca da ilmi zihniyetten uzak bir hayatın
pençesine düşüp çağlar üzerinden sıçrayacak bir hikâyeyi yazamaz olduk. Oysa gerçek hayat hikâyemiz Peygamber kavlince
ekmek su gibi acil ihtiyaç duyulan "İlim
Çin'de dahi olsa alınız" şiarının ta kendisinde gizlidir.
Vesselam.