20 Ağustos 2020 Perşembe

İLİM KENDİN BİLMEKTİR

 

İLİM KENDİN BİLMEKTİR

            SELİM GÜRBÜZER

            İnsan, daha dünyaya ilk adım atar atmaz ilimle tanışır. Nasıl mı? Bakınız, hayat yolculuğunda ilk ders, kulağa ezan ve kamet okunmayla start alır. Müslüman bir anne ve babadan dünyaya gelen çocuğun kulağına ezan ve kamet okuması ilmin bir gereğidir. Daha doğrusu kundaktaki bebeğin ezan ve kametle sarıp sarmalanması ilmin ilk kapısıdır. Zaten Peygamber (s.a.v.)'e ilk gelen vahiy "oku" emridir. Demek oluyor ki; ilim kendini bilmenin ve her şeyin başıdır, bu yüzden ilimsiz Allah’a ve yarattığı kanunlara asla ulaşılamaz.

            Selman-ı Farisi Hz.leri "Dünyada mal çokluğu ve evlat çokluğu ile övünmek marifet değildir. Asıl marifet ilmin faydası ve ilmin çokluğudur" diyor. O halde insan zahiri ilmi bitirir bitirmez, hemen yeni bir sayfa açaraktan batini ilmi geçmeli. Geçmeli ki ilim deryasında olanca gücümüzle yüz yüzebileceğimiz kadar yüzebilelim.  Zira ilim tahsil eden bir insan, her ne kadar ilmin doruğuna ulaşmış tam kâmil bir âlim olamasa da ilim yolunda ter dökmekte az buz iş değil elbet, bu uğurda âlim adayı olmak bile çok büyük bir kazançtır.

        Evet, şu bir gerçek ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimler aynı zamanda Resûlüllah (s.a.v)’in  "Âlimlerin eti zehirlidir"  hadis-i şerifiyle de konumları tasdik edilmiş âlimlerdir.  Gerçekten de, bu manada âlimlerin eti ilmine hasım olanlar için eti öldürücü etki yaparken ilmine hürmet gösterenler içinde iç dünyaları felah ve nur kaynağıdır. Nitekim Şah-ı Nakşibend (k.s.) ilmiyle amil büyük bir âlimdi, aynı zamanda Hacegan pirlerinden olup bu hususta şöyle der: "Biz ümmeti Muhammed'e zarar vermeyiz, ama ne var ki kınından çıkmış kılıç gibiyizdir; onlar kılıca gelip çarparlar."  İşte Şah-ı Nakşibend (k.s.)’in sözlerinden de anlaşıldığı üzere, âlimler (ilmiyle amil olmuş âlimler) gören gözlerin onda dirildikleri zatlardır, sadece ölü kalpler dirilmez.  Hele ki onlara münkirlik yapıp, ya da aleyhlerinde dedikodu kazanı kaynatılıp haklarına tecavüz edilirse, biliniz ki artık bir noktadan sonra bu tip fitne fücurlar için acı akıbet kaçınılmazdır. Derken kınından çıkmış ilim kılıcına çarpmakla kendi kendilerinin belasını bulmuş olurlar.  Zira bir hadisi kutsi'de, "Benim dostlarıma savaş açana savaş açarım" diye buyrulmakta. İşte Evliyaullah’ın cismaniyetinin zehir olmasının ne anlama geldiğini bu hadis-i kutsinin mana ve ruhunu göz önüne alıp öyle değerlendirmek gerekir. Kaldı ki, Allah dostları Allah yolunda seferber olmuş kılavuzlardır. Kimdir bu dost rehberler derseniz, bu soruya verilecek cevapta elbette ki;

            -Enbiya,

            -Evliya,

            -Ulema'dan başka kim olabilir ki.

            Her ne kadar peygamberlik kapısı âlemlere rahmet olan en son Peygamberimiz (s.a.v)’in gelişiyle kapanmış olsa da O’nun izini iz süren mutlaka her yüzyılın başında, dini diriltici ve ihya edici bir ‘müceddid’ vardır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) "Allah bu ümmet için her yüzyılın başında dini ihya için müceddid gönderir" beyanıyla bu gerçeğe işaret etmiştir. Hz. Mevlâna da bu anlamda: "Her asırda bir söz söyleyici, halkı irşat edici vardır" beyan buyurmakla da konuya açıklık getirmiştir.

            Birde şunu unutmayalım ki,  tüm insanlık ve yöneticiler her daim âlime muhtaçtırlar.  Çünkü onlar ilmi yayan, insanları karanlığa düşmekten kurtaran ışık fenerleridir. Besbelli ki Arifler: "Âlimler ve emirler bozulunca milletin teati bozulur. Sofiler bozulursa milletin ahlâkı bozulur"  sözünü laf ola beri gele türünden boşa dile getirmemişlerdir, bu yüzden muhtacız.            Zaten Peygamberimiz (s.a.v)’in bir hadis-i şeriflerinde "Âlimler Peygamberlerin varisleridir" buyururken de kendisinden sonra tek başvurulacak mercii kaynağın âlimlerin eşiği olduğu anlaşılmaktadır.  Peki, hangi âlim derseniz, yukarıda da belirttiğimiz gibi kim olacak ilmi ile amil olmuş âlimlerden başkası değildir elbet.  Hatta bu hususta Rasülullah (s.a.v.)  böylesi donanımlı âlimler için; "Benim ümmetimin âlimleri Ben'i İsrail’in Peygamberleri gibidirler" beyan buyuraraktan haklarını teslim etmeyi de ihmal etmemiştir.  Dikkat edin, Resul-i Ekrem (s.a.v) onlar için, hâşâ peygamber demiyor, bilakis ‘…gibidir’ diyor. Anlaşılan o ki; gerçek manada âlimler fazilet yönünden değil, ümmetin hidayetine vesile oldukları içindir "Ben-i İsrail'in Peygamberleri gibidir" sıfatıyla taltif edilmişlerdir. 

            Hiç kuşkusuz ilimden maksat Allah'a ulaşmaktır. Sırf kuru bilgilerle Allah'a ulaşılmaz. Elbette ki atom ve termonükleer enerji (hidrojen bombası), uzaya keşfi, otomatik üretim gibi dayanan teknolojik faaliyetlerde akli ilmin rehberliğinde gerçekleşen kayda değer gelişmelerdir. Ancak ne var ki bu gibi teknolojik faaliyetler içi boş ruhtan yoksun bir halde gelişmekte. Dahası insanı makineye köle kılacak mecrada ilerlemekte. Öyle ki;  hızla yayılan baş döndürücü teknolojik gelişmelerin ortaya koyduğu tabloya baktığımızda insanoğlu iki kavşak noktasında sıkışık haldedir.  Bu durumda ya içi boş teknolojinin içine ruh katıp insan olmanın erdemliliğini yaşayacak, ya da satıh üstü teknolojinin kölesi olup robotlaşacaktır. Şayet insanoğlunun insanca yaşamak diye bir derdi varsa tercihini mutlaka erdemlilik yönünde kullanması icap eder. Şurası muhakkak bilim ve teknoloji gaye değil sadece vasıtadır.  Zira bilim ve teknoloji gayeleştirildiğinde makinenin kölesi olunacağı muhakkak.  Tıpkı bu kitap yükünü sırtında taşıyıp da o kitaptan asla faydalanamayan merkebin hali gibi bir durumdur.  Zaten günümüzde sözde kendini âlim sananların durumu da böyle değil mi? Baksanıza ilmi kendi heva ve heveslerine alet ediyor olmaları onları kitap yüklü merkeb konuma düşürmektedir. Oysa yükte hafif pahada ağır olan ilim bildiği ile amel edilen ilimdir.

        Malumunuz cahillik ilmin zıddı bir illettir. Madem öyle, “İnsanın cahil dostu olacağına, akıllı düşmanın olması daha yeğdir” sözünü kendimize düstur edinmemiz gerekir. Öyle ya,  bilge insan demek adı üzerinde ne yapacağını bilen demek,  ama cahil öyle değil,  cahil ne yapacağını bilmediği içindir körle yatan şaşı kalkar gerçeğinden hareketle cahille asla dost olunmaz. Dost olunduğunda onunla birlikte yolun sonunda uçuruma yuvarlanmak an meselesi diyebiliriz. Bakınız bu konuda Hz. İsa (a.s) "Ben ahmağa, kele, köre, topala, kötümsere İsmi Azam okurdum, onlar iyi olur, dirilirdi. Ama cahile bir İsmi Azam okusan fayda vermez, dirilmez" buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Dolayısıyla bize düşen cahillikten şeytandan kaçar gibi kaçmak olmalıdır. Dahası kendimizi ‘ilim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir’ diyenlerin meclisine atmamız gerekir.  Elbette ki âlim ve bilge şahsiyetlerde sütten çıkmış ak kaşık değillerdir, sonuçta onlarda bizim gibi beşeri sınıftan insanlardır,  elbet hata yapmak onlar içinde geçerli akçe.  Ama şu da var ki bilge şahsiyetler hata yaptıklarında tahsil ettikleri ilmi sayelerinde hatalarını her an bertaraf edebilecek irade sergileyebiliyorlar. İşte bu nedenledir ki İbrahim En-Nahi "Âlim'in hatasını dile getirmeyin, çünkü ilim sahibi bir kere yanılırsa akabinde düzeltir" buyurmuşlardır. İşte ilim bu denli Yunusça  “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir” gerçeğinin ta kendisi bir güçtür.  İlmin gücü şundan belli ki Peygamber kavlince (s.a.v.) "İlmi aramak her Müslüman’a farzdır" beyanıyla tüm mümin erkek ve kadınlara farz kılınmıştır.  O halde bu noktada devletlûlara düşen cami ile okulu bir birine zıt iki müesseseler olarak değil, birbiriyle barışık iki abidevi müesseseler haline getirerekten ilmi tüm toplum katmanlarına yaymak olmalıdır. Şayet bu başarılırsa biliniz ki gerçek manada bir elde Kur’an,  bir elde bilgisayar gençliğin, neslin ve erdemli toplumun oluşması bir hayal değil hakikat olacaktır. Hele bilek kuvveti ile beyin gücü bir araya gelmeye görsün bak o zaman İslam toplumlarının çağlara ferman okuyaraktan dinamizm kazanacağı muhakkak. Zaten Allah’ın Sâni sıfatının bir tecellisi olan ilmin bir başka yüzü, yani maddi veçhesi denen teknolojik üstünlüğü yakalamakla dinamizm kazanılır.  Ama gel gör ki Müslümanlar olarak Allah’ın Sâni sıfatı (Allah’ın sanatı) tecellisi teknolojik atılımlara kafa yormaktan geri durdukça, maalesef bir türlü iki yakamız bir araya gelmediği gibi süper güçlerin oyuncağı olmaktayız habire.  O halde neydik edip erdemlilikle dinamizmi, teoriyle uygulamayı birlikte yürütecek bir elde bilgi teknolojisi diğer elde ruhi kodlarımızla donatılmış bir toplum modeli yapısı inşa etmeli ki süper güçlerin oyuncağı olmaktan kurtulabilelim. Zira Müberra Dinimizde ilim amel ilişkisi,  bilmek yapmak ilişkisi birbirinden etle tırnak misali ayrılmaz sünnetullahın, yani adetullahın gereği ikili ayrılmaz unsurlar olarak telakki edilir hep.  Ancak unutmayalım ki oturduğumuz yerden bir şeyin teşekkülü asla tecelli etmez. Düşünsenize sebeplere başvurmaksızın kendiliğinden bir şeyler teşekkül etmiş olsaydı Yüce Allah (c.c.) bulutu yağmura vesile kılmazdı. Madem Yüce Allah her oluşu ya da yok oluşu bir sebebe bağlamış, o halde kulları olarak da bizim sebeplere başvurup sünnetullah üzere hareket etmemiz gerekir, aksi halde ilimle taban tabana zıt eşyanın tabiatına aykırı bir kulvarda kendimizi konumlandırmış oluruz. Biliniz ki bir yerde hareketlilik yani sebeplere başvurmak varsa, o yerde bereket vardır, sünnetullah vardır. Böylece sünnetullahın işlerlik kazandığı bir yerde madde manalaşırda. Şayet bir yerde sebeplere başvurmak yoksa madde donuk ve mat halde eşyalaşamaz da. Öyle ya,  bir yerde adetullahın gereği yapılmıyorsa madde durduk yere ne diye kendiliğinden işler hale gelip bereket kaynağımız olsun ki. O halde bize düşen maddeyi donuk ve mat halden işler hale getirip bereket vesilesi kılmaktır. İcabından bu da yetmez maddeyi ruh penceremizin ışığıyla anlamlandırıp hakikat kapısını aralamak olmalıdır.

       Şurası muhakkak insanın sırf ilim tahsil etmekle yetinmesi de doğru bir tutum olmaz, zira ilim pratiğe dökülmedikten sonra o tahsil edilen ilim neye yarar ki.  Hem kaldı ki pratikten yoksun bir ilim kuru meşe odunu gibi her daim güdük kalmaya mahkûm da. Güdük kalacağı şundan belli ki İmam-ı Şarani Hz.leri haklı olarak "İnsanların çoğu ilim ezberliyor, amel etmiyor" siteminde bulunmuştur. Hiç kuşkusuz talebe okutmak, insanlara vaz-ı nasihatte bulunmak güzel hasletlerdir,  üstelik bu tür faaliyetler farz-ı kifayedir. Ancak bir insan öğrettiğini bizatihi nefsinde yaşamıyorsa veyahutta vaaz-ı nasihatte bulunduğu hususları bizatihi kendi nefsinde tatbik etmiyorsa bunların hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur. Bakınız Sahabe-i Kiramın hayatına,  sahabenin öğrendikleri ve öğrettikleri daha çok  "nefsi terbiye" ilmiydi. Onlar çok iyi biliyorlardı ki öğrendiklerini ve öğrettiklerini bizatihi kendi nefislerine tatbik etmeden etrafa ışık olunamaz. İyi ki de ışık oldular, bu sayede Müberra Dinimiz ışık saçanların omuzlarında yükselerek bu günlere gelebildi, aksi halde dinimiz bu denli kısa zamanda dal budak salıp cihanın dört bir yanına yayılamazdı.  Bu demektir ki, ilim amelle taçlanınca bir değer kazanıp dal budak saçabiliyor. İşte tamda bu noktada tasavvufi okullar bunun için varlardır. Hiç kuşkusuz bu uğurda dergâhlar okul işlevi görmenin ötesinde şer’i ilimleri tatbik misyonu yüklenmişlerdir.  İyi ki de dergâhlarımız varda bu sayede ilmin tatbiki denen hadise vuku bulabiliyor. Nitekim Zekeri (r.a) bu hususa vurgu yaparken dergâhların varlık nedenini şu sözlerle beyan eder: "Ehli tasavvuf ile birleşmeyen âlim katıksız ekmek gibidir." Hakeza İmam-ı Gazali de bu anlamda; "Herkesin nefis ilmini bilmesi, nefsini tezkiye etmesi farz-ı ayındır" beyan buyurmak suretiyle ilim kendini bilmektir gerçeğe işaret etmiştir.  

            Her ne kadar günümüz modern görünümlü hocalarının pek çoğu ilim adamı olarak tanıtılsalar da aslında pek çoğu işin sadece teorisiyle iştigal eden hocalardır. Kaldı ki Hocanın modern görünümlü olanı değil münevver olanı makbuldür. Şayet bizim düşündüğümüz manada kökleriyle barışık münevver tip Hoca olsaydılar, onları gören ve vaaz-ı nasihatlerini işiten insanların onlarda dirilip aydınlanmış olmaları gerekirdi. Oysa bir bakıyorsun işleri güçleri insanları aydınlatmaktan çok kendince gözüne kestirdikleri birilerine laf kavuşturmakla meşguller habire.  Kelimenin tam anlamıyla şunu diyebiliriz ki gerçek münevver hoca ışık saçandır laf kavuşturan değildir. Nitekim Gavs-ı Bilvanisi (k.s) bir sohbetlerinde bu hususa değinip  “irşad olmayan irşad edemez” buyurmuşlardır. Malumunuz gerçek irşad edicinin ve aydınlatıcının iki vasıf yönü vardır:

            - İlim sahibi olmak,

            - Bilgilerini bizatihi nefsinde uygulayan konumda olmasıdır.

            Madem öyle ilim uğruna hazine değerinde gerçek irşad edicileri ziyaret edip onlardan istifade etmeli. Nasıl olsa her asırda irşat ediciler mevcut. Zira Allah’ın irşat edici hazineleri boldur, üstelik o hazineler geçmiş asırlarla sınırlı da değil, her asırda var olacak bitmez tükenmez hazinelerdir. Yeter ki o irşat edici hazinelerin kıymetini bilelim eşiklerinde eşik olunup vuslat hâsıl olur da. Ki; Resûlüllah (s.a.v.) o irşad edici hazineler hakkında; "Âlimleri sık sık ziyaret etmek ibadet yerine geçer"  beyan buyurmak suretiyle onların eşiğine yüz sürmemizi teşvik etmişte. Keza yine Peygamberimiz (s.a.v.) "Âlimden yüksek hiç bir şey yoktur. Çünkü hükümdarlar yalnız faniler hakkında hüküm verirler, âlimler ise hükümdarları da muhakeme ederler" buyurmuşlardır. Üstüne üstük bu konuda bir değil pek çok beyan var, o halde bu hususlarla alakalı hadis-i şeriflerden birkaçını daha zikredebiliriz. Şöyle ki;  Resûlüllah (s.a.v.);

            "Âlime saygı gösteren Allah'ına saygı göstermiştir."

            "Âlimlere saygılı olan bana saygılı olmuştur."

            "Âlim, yeryüzünde kudret-i ilâhiyenin temsilcisidir; onun aleyhinde bulunan mahvolur" buyurmuşlardır.

            İşte zikredilen hadis-i şeriflerden anlaşılan o ki,  âlimler gerçek manevi hükümdarlardır. Ancak ne hikmetse hükümdar deyince günümüz insanının aklına sadece padişah, hakan, lider vs. akla gelmekte. Oysa Osmanlı’da padişahlara da yön veren âlimlerdi. Bu yüzden ilim erbabına manevi bilge hükümdarlar dersek yeridir. Düşünsenize Yıldırım Beyazıt padişah olmasına padişah ama mahkemede şahitliğini kabul etmeyen Molla Fenarimiz gibi, yeri geldiğinde Fatih'i tenkid edebilen Molla Güranimiz gibi, Yavuz’un tüm Hıristiyanların kökünü kazıma girişimine engel koyan bir Zembilli Ali Hoca Efendimiz gibi daha nice sözde değil özde âlimlerimiz de en az hakanlarımız kadar tarihin parlak sayfalarına adını yazdırabilmiş şahsiyetlerdir.  Derken böylesi ışık saçan âlimler eşliğinde Yavuz’un; "Ulemanın atından (ayağından) sıçrayan çamur şerefimizdir" sözü daha da bir başka anlam kazanır da.  Bu anlam yüklü kazanç aynı zamanda Osmanlı’nın üç kıtaya hükmetmesinin sırrını da ortaya koyan bir kazançtır.  Nitekim Seyda Hz.leri bu hususlarda sofilerine şöyle sohbette bulunmuşlardır:  ''Ey Allah'ın kulu! Bir talebe yetiştirmek bin kişiyi sofi yapmaktan efdaldir. Hele o talebe varisü-l enbiya olursa... Siz dininizi beldenizde bulunan en büyük âlimlerden öğreniniz. Herkesten fetva sormayın. Çünkü memlekette fetva verecek kimse çok azdır. İlimle meşgul olan kimse dünyada en güzel işle meşgul oluyor. İlim olmadığı zaman cehalet olur. Cahilin abidi de, sofisi de hüsrandadır. Siz Osmanlı'ya bakınız. Ne idi ne oldu. Sultan Abdülhamid arif-i billâh idi. Başa geçer geçmez memlekette talebe yetiştirme seferberliği başlattı. Zira Nakşibendî tarikatı bu nedenle medrese ve tekkeyi beraber yürütür. Hazret Muhammed Dıyauddin (k.s.) doğu cephesinde müritleri ve talebeleri ile savaşırken bölüklerinin başka bir yere nakledilmesi icap etti. Gittikleri yerde müridler önce mutfak çadırını kurmaya başladı. Hazret çalışma mahalline gelince ''Talebelerin seslerini duymuyorum, bu ne çadırıdır?'' diye sordu. Müridleri, mutfak çadırı olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Hazret Muhammed Diyauddin (k.s.) bu durumda savaşmaya gerek kalmadığını, düşmanla savaşmanın sebebinin ilay-ı kelimetullah olduğunu ve bunun medreselerle ve talebe yetiştirmekle mümkün olabileceğini beyan etti. Hemen mutfak çadırının bozulup önce medrese çadırının kurulmasını, sonra da diğer çadırların yerleştirilmesini emretti. Hazret (k.s.) en nihayetinde medrese çadırlarının kurulmasının ardından kalkıp savaşa devam etti.''

         İşte görüyorsunuz, Seyda Hz.lerinin sohbetinden de anlaşıldığı üzere Osmanlı’nın kılıcını görüp ilmi yönüne bakmayanlar, tarihi değerlendirirken hep hataya düşmüşlerdir. Bir takım bazı aklıevveller hiç bilmiyorlar ki pozitivizm dedikleri bilim medreseden filizlenip dal budak salaraktan yükselişimize vesile olmuş ilimdir. Maalesef tüm bu gerçeklere rağmen halen inadım inat bir takım aklı evveller Osmanlının düşüş nedenini tek zaviyeden bakaraktan tüm kabahati medreseye yüklemişlerdir. Hele bir devlet düşmeye görsün elbette ki tüm kurumlar bundan yara alacaktır, bu kaçınılmazdır. İster istemez düşüşle birlikte ilim müessseleri de yara alıp gerilemiştir. Evet, bizde kabul ediyoruz, Osmanlının çöküşüyle birlikte Doğulu medrese, Batılı mektebe yenilmiştir. Bu yüzden Sait Halim Paşa şöyle der; "Şarkın düşünce alışkanlığında hep fikirlerin eşyaya yansıdığını, hâlbuki eşyanın hakikatlerinin zihinlere yansımasını da sağlamak gerekir."  

       Gerçekten de bu sözler kayda değer müthiş tespitlerdir. Madem öyle bu düşünce örgüsünü şöyle bir irdeleyiverelim. Bilindiği üzere beynin sol lobu akla yatkın çalışmakta, yani daha çok sayısal, dil, mantık, sorgulama, araştırma, yazma vs. eylemler odağı olmakla dikkat çekmekte. Sağ lob ise sevgi, hayal, his, müzik, edebiyat dünyası gibi sübjektif değerlere odaklıdır. Belli ki batılılar beynin sol lobunu kullanmaya eğilim göstermekle ruhi bunalıma düşüverdiler. Hâlbuki gerçek manada hayatı anlamak beynin her ikisini birlikte kullanılmakla mümkündür. Zira eşyanın hakikatini bilmek, insanı hayvandan ayıran en belirgin özellik olarak sahne alır. Bu yüzden Mukaşefe ilmi, nurani rabbaniye olarak gönlümüzü ısıtır.  Kaldı ki her şeyden öte rabbani ilimden haberdar olmak farz-ı kifaye bir görev olarak karşılık bulur.

           Peki ya doğulu insan?  Malum, doğulunun her ne kadar ruhi yönü ağır bassa da onunda problemi meselelere analitik yönden bakmayı lüzumlu kılan beynin sol lobunu kullanmayı hafife alıp ihmal etmesidir. Nitekim deney ve gözlemden uzak, kısırlık, ölçüsüzlük, slogancılık üzerine kurulu hayat tarzı yeterince durumumuzu özetliyor zaten. Şayet bugünkü perişan hal vaziyetten yeniden yükselişe geçmek istiyorsak, engin tarihi ve teknolojik bilgi birikimimizi tekrardan canlandırmakla ancak o zaman diriliş muştumuz gerçekleşebilir. Aksi halde bu hal ve perişan hal vaziyetten kurtulmamız mümkün olmayacaktır. Artık yetti gayri deyip bu perişan halimize son vermek gerekir. Dün nasıl ki ilmiyle amil olmuş âlimlerin omuzlarında büyük bir medeniyet kurmuşsak, bugün de medeniyet kodlarımızdan ilham alaraktan yeniden kendi doğuşumuzu ve Rönesanssımızı gerçekleştirebiliriz pekâlâ. Şu iyi bilinsin ki Ortaçağ Avrupa’sında görülen skolâstik anlayış İslâm medeniyetinin kodlarıyla taban tabana zıt bir anlayıştır.  Nitekim Şam, Bağdat, Kahire, Kurtuba ve İstanbul gibi medeniyet simgesi şehirlerimiz asırlar boyu ilim sayesinde adından söz ettirmiş şehirlerdir. İyi ki de bedeviyetten hadariyete ilimle geçiş yaptık da, bu sayede medeniyet olabilmişiz. Derken üç kıtaya hükmeden medeniyetimiz bugünkü teknolojik gelişmelerin mayası olmuştur.

         Evet, geçmişte ilim erbabımızla birlikte tüm insanlığa ışık olurken maalesef bugüne geldiğimizde  Resûlüllah (s.a.v) "Âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanlarından üstündür" diye beyan buyurduğu halde,  ne yazık ki ümmeti olarak hala Kafdağı masalları ve Kesik baş hikâyeleri gibi macera varı olan her ne varsa onlara ilgi göstermişiz hep. Tabii hal vaziyet böyle olunca da ilmi zihniyetten uzak bir hayatın pençesine düşüp çağlar üzerinden sıçrayacak bir hikâyeyi yazamaz olduk.  Oysa gerçek hayat hikâyemiz Peygamber kavlince ekmek su gibi acil ihtiyaç duyulan "İlim Çin'de dahi olsa alınız" şiarının ta kendisinde gizlidir.            

           Vesselam.

   https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/4247/ilim-kendini-bilmektir

23 Temmuz 2020 Perşembe

KUR'AN-I MUCİZ'ÜL BEYAN


                        KUR'AN-I MUCİZ'ÜL BEYAN
            SELİM GÜRBÜZER
            Asırlardır Avrupalının İslâmiyet'e bakışı hep ön yargılı olmuştur. Onların gözünde, İslâmiyet ‘Muhammedîlik’ bir din, Müslümanlar ise  ‘Muhammedîler’ olarak nitelenir.  Hele güç yetirebilseler İslam’ın adını tüm insanlığın hafızasından silmeye yelteneceklerdir.   Baksanıza sanki kendi aralarında fikir birliği yapmışçasına Müslümanların kutsal kitabı Kur'an-ı Kerimi bile ağızlarına almamaya yemin etmişçesine hareket etmekteler hep.  Güya Kur’an-ı Kerim'e Muhammed'in uydurduğu öğreti olarak takdim etmekle güneşi balçıkla sıvayacaklarını sanmaktalar. Tabiî ki bu bir oryantalist yaklaşımdır. Dolayısıyla oryantalistlerin insanlık üzerindeki algı operasyonlarını yıkmak pekte kolay gözükmüyor. Onlar operasyon çeke dursun yine de biz işimize bakıp Kur’an’ın soluğuyla hayat bulmak gerekir. Ne de olsa şuan yeryüzünde çağa damgasını vuran tek din İslamiyet’tir.  Zaten bizim için önemli olanda çağa geçici olarak damga vurana değil kalıcı damga vurana talip olmamız çok mühimdir. Ki;  Kur’an-ı Muciz’ül Beyan sosyal hayatın tümüne hitap edip muhatabı tüm insanlıktır. Nasıl ki bir zamanların ünlü pop yıldızı Cat Stevens Kur’an’da hayat bulup 'Yusuf İslam' adını aldıysa, elbet bir gün tüm cihanda Kur’an’la hayat bulacaktır,  buna inancımız tam da.
         Ancak şu da var ki, oryantalist yaklaşımlar ister Haçlı seferlerinin başlangıcın da ister sonunda türemiş olsun hiç fark etmez sonuçta bu sakat anlayış beşeriyetin Kur’an’la buluşmasını geciktirebiliyor.  Öyle ki Voltaire  "Kur’an’la yakından uzaktan hiçbir alakası olmayan her ne varsa hepsini Kur’an’a isnat etmişiz. Keşişlerimiz Yeniçeri'den daha kalabalık" demekten yüksünmezde. Aslında bu serzeniş Haçlı ruhunun her an ve her şartta değişik kılıklar altında galebe çalabileceğinin itirafıdır. Anlaşılan o ki, Vahşi Batı İstanbul’un fatihlerine ve evlatlarına posta koymak için her çağda her türlü yolu denemekten asla vazgeçmeyecekler gibiler, dün nasıldıysalar bugünde aynı tavır içerisinde bir tutum sergileyeceklerdir.  Bu öyle histerik hastalıklı bir ruh halidir ki, gerektiğinde en ufak dünyalık menfaatine her türlü inanç sistemini kendi kirli emelleri doğrultusunda kullanmayı da ihmal etmezler.  Nasıl mı? İşte Voltaire’nin; “Ben Tanrıya inanmam ama köle ve hizmetçilerimin Tanrıya inanmasını isterim”  sözleri bu gerçeğin teyididir zaten. Ne de olsa inanan insanlar Yaradana karşı kendilerini sorumlu bir kul olarak hissettiklerinden normal şartlarda yanlış yapmaları pek beklenmez,  öyle ya bu durumda niye ayak işleri için inanmış insan tercih edilip kullanılmasın ki. 
         Evet,  Haçlı zihniyetinin inanan insanlara bakışı bu minvalde seyretmekte hep. Hele birde inanan insan şayet Müslüman’sa vay o insanın haline,  kullanmanın ötesinde ilk iş olarak Kur’an’ı elinden almak olup asimilasyona tabi tutulurda.  Haçlı ruhuyla yatıp kalkan vahşi batı gayet çok iyi biliyor ki, biz Müslümanların ellerinden Kur'an-ı Kerimi alamadıkları müddetçe köklerimizle olan bağımızı koparmak pek öyle kolay olmayacaktır. Ne diyelim işte görüyorsunuz adamlar işini gücünü bırakıp tek dert davaları İslâm’ı yeryüzünde nasıl silebiliriz onun derdindeler. Üstelik bu tür kin kusmalar en birinci yetkili ağızlardan dillendirilmekte de. Onlar dillendire dursunlar,  bikere Yüce Allah’ın Kur’an’da zikrettiği  ‘Nurumu tamamlayacağım’ diye vaadi var. Tabii bu vaad bizim içimizi ferahlatan vaaddir,  karşı cenahı ise kara kara düşündürür vaaddir. Hatta daha şimdiden Yüce Allah’ın nurunu tamamlanmasından endişeye kapılanlar Kur’an-ı tahrif etmeye yönelik kökü dışarıda İsrailiyat kaynaklı haberleri sanki ayetmişçesine tefsirlerimize sızdırmış durumdalar da.
       Peki, nedir bu İsrailiyat derseniz, gayet her şey açık ortada,  İsrail’i bir kitap veya kıssa kaynağa dayanılaraktan aktarılan haberlerden başkası değildir elbet. Üstelik kaynağı İsrailiyat olan bu tür kıssa haber ya da bilgi kırıntıları bir bakıyorsun Allah Resulü ve ashabına dayandırılaraktan bir şekilde sızıp tefsirlerimizde yer edinebiliyor. Madem öyle, vakit çok geçmeden tez elden israiliyat kaynaklı haberler karşısında İslam âleminin topyekûn pürdikkat uyanık olması icab eder. Dahası kaynağı iyice araştırılmadan her çıkan habere balıklamasına dalıp gerçek habermiş gibi tefsir kitaplarında delil olarak sunulmasına geçit vermemek gerekir. İlla bir haberin izi sürülecekse de öncelikle o haberin ehlisünnet terazisinde ölçüp biçip iyice tarttıktan sonra tefsir kitaplarında yer almalı.  Aksi halde pek çok bilgi kirliliği türünden İsrailiyat kaynaklı haberler doğru habermiş gibi yer alacaktır.  
          Bakınız, Çenab-ı Rabbü’l-âlemin Hazretleri Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyanda şöyle buyurmakta: "(Ey! Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed'in ümmetleri) Sizden her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi (topunuzu bir şeriata tabii) tek ümmet yapardı" (El-Maide 48).  İşte bu ayet-i celileden anlaşıldığı üzere Müberra dinimiz ehli kitabı asla inkâr etmez.  Yeter ki ehl-i kitab kaynaklı haberler Kur’an’ın ruhuna aykırılık teşkil etmesin icabında delil olarak kabul görür de.  Belki de Edgar Quinet "Dinler aynı büyük kitabın zamanla açılan sayfalarıdır" derken bu hususa dikkat çekmek istemiştir. Ancak şu da var ki, gelinen noktada batı dünyası hala bugün olmuş Müberra dinimize İslami fobi gözüyle bakmakta.  Hem bu nasıl bir bakış tarzıysa yukarıda da belirttiğimiz üzere hala batının gözünde tüm İslam âlemi ‘Muhammedìlik’ bir dinin Muhammedìleri bir âlemdir. İşte bu tür ön yargılı yaklaşımlar batı dünyasının hem Kur’an’la buluşmasını geciktirmekte hem de kendilerini büyük bir açmazın içerisine sürüklemektedir. Oysa Müslümanların batı insanının inancına bakışı ehli kitabi bir bakıştır.  Onları ehli kitab görmeye mecburuz da. Çünkü Kur’an-ı Kerim kendinden önceki üç büyük kitabı da bünyesinde barındıran tek mucizevî kitaptır.  Nitekim Yüce Allah bu hususta "Kur'an-ı biz indirdik. O'nun koruyucusu da şüphesiz ki biziz" (El-Hicr 15/9) diye beyan buyurmakta.  İşte bu nedenledir ki Kur’an-ı Kerim kıyamete dek tahrif olmaksızın ilelebed payidar kalacak tek mukaddes kitaptır.  Hiç boşa heves etmesinler hiçbir zinde güç Kelam-ı kadimimizi ortadan kaldırmaya güç yetiremeyecektir. Nitekim El-Hicr suresinin 9. ayeti müminler için bir hüccet olmanın ötesinde aynı zamanda güvence muştumuz da.  Nasıl güvence garanti muştumuz olmasın ki,  Allah (c.c.)  vaadinden asla dönmez. Düşünsenize şeytan bile kullarını saptıracağım diye sözünü yemezken, hâşâ âlemlerin rabbi Yüce Allah mı (c.c.) sözünü yiyecek? Sadece sözünü yememek için iş başında olan şeytan mı? Nefis ve kötü arkadaşta buna dâhildir. Ve bunların her biri hak ve hakikat yolunda ilerleme arzusu taşıyan her Müslüman için birer engel barikatlardır. Mesela şöyle bir bakın fikir piyasasında ahkâm kesen sözde aydın kılıklı adamlara, kalu beladan dünyaya gelişimizdeki o saf duru süreç halimizi kirletmek için şeytana bile taş çıkartacak derecede sapkındırlar.  Öyle ki, kökü dışarıda sözde aydın müsveddesi paçavra adamlar fikir piyasasında stantlar kurarak insanların ruh dünyalarını karartmaya yönelik mevziye yatmış durumdalar da. Üstelik mevziye yatıp pusu kurarken de bunu kuş tüyü yataklarında, sırça köşklü saraylarında ve fildişi kulelerinde halka tepeden bakarak yapmaktalar.  
         Peki, batı dünyasında durum vaziyet böyle iken İslam dünyasında durum vaziyet nasıldır acaba?  Maalesef içler acısı bir halimiz söz konusudur.  Kur'an'la olan bağımızı koparıp batıya hayranlık duyarsak olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Gerçektende öyle değil mi, şayet Kur’an ahlakından taviz vermeyip ayet-i celilelerin mana ve ruhuna sadık kalabilseydik hiç bu hallere düşer miydik? Baksanıza geldiğimiz noktada topyekûn kendi iç muhasebesini yapmaktan aciz bir İslam dünyası söz konusudur.  Neydik, ne olduk.  Bir zamanlar Kur’an-ı Kerimimizle çağlara ferman okuyan tek ümmettik. Şimdilerde ise maalesef bu kutsi fermanımızı bırakıp çağdaşlık cilasıyla boyanmış suni reçeteler peşinden koşmaktayız. Oysa Kur’an öyle bir kutsi fermandır ki,  hiç bir dilin kalıbına sığmaz da. Nasıl bir kalıba sığsın ki,  Kur'an düşünce, Kur'an ışık, Kur'an tecvid, Kur'an makam, tüm bunlarında ötesinde yeryüzünde eşi ve benzeri olmayan tek Allah kelamıdır.  Nasıl eşi ve benzeri olsun ki,  Kur’an-ı Muciz’ül Beyan mahlûk değil vahiydir.  İşte mukaddes kitabımızın vahiy kaynaklı olması hiç bir dilin kabına sığmayacağının delili olmaya yeter artar da.  Şu bir gerçek  her dilde yapılan Kur'an çevirileri asla  aslının karşılığına denk gelen   çeviri niteliği kazanamayacaktır,  sadece yapılan çeviriler aslını anlama çabası veya faaliyeti olarak  karşılık bulacaktır. Zaten bunun dışında anlam yüklemek doğru olmaz. Zira Kur’an akıl melekesinin çok fevki üstünde olduğundan hakikatine erişmek beşer aklının idraki pek kifayet etmeyebilir.  Bu yüzden tercüme eşittir Kur'an’ın aynısı demek değildir.  Adı üzerinde tercüme, yani birebir kelime dönüşümü eşleştirmesi üzerine kurulu tercümanlık faaliyetidir bu. Ama tefsir öyle değil,  malum tefsir için sanki yer altından maden çıkarırcasına bir gayret bir çaba gerektirdiğinden ortada bir rafineri faaliyetinin varlığı söz konusudur. Derken bu rafineri faaliyetinin akabinde Kur’an ayetlerini anlamlandırma ve yorumlama kabiliyeti de beraberinde gelir.  Ki,  bu anlamlandırma ve yorumlama faaliyeti insanlık var olduğu sürece devam edecekte.  Nitekim Asr-ı Saadetten bugüne pek çok Kur'an-ı Kerim tefsirinin yazılmış olması bu çabanın varlığını ortaya koymakta. Belli ki Kur'an-ı Mu’ciz'ül Beyanı anlamak için tek bir tefsir çalışmasıyla yetinilmiyor, öyle olsaydı dünden bugüne onca tefsir yazım çalışmalarına gerek kalmazdı. Hem kaldı ki, Yüce Allah’ın vahy ettiği kelam-ı kadim kitabımız her devrin anlayabileceği idrak seviyesine göre nüzul olmuştur. Böylece bu sayede tüm insanlık kıyamet kopana kadar Kur’an’ı anlamak için çaba ve gayret göstererekten hayat bulup soluklanmış olacaktır.  Kur’an’ın soluğuyla soluklanmaya mecburuz da. Zira Kur’an-ı Mu'ciz'ül Beyan'ın, zahiri (dış) manasını anlamak için bile çok yoğun çabalara ve ön hazırlıklara ihtiyaç vardır. Nitekim bu hususta Cafer-i Sadık Hazretlerine atfen Allah’ın kitabında dört anlam bütünlüğünün varlığında söz edilir ki, bu dört unsur şöyle tasnif edilir:
            İbaret unsur(kelime manası),
            Letaif unsur(iç manası),
            İşaret unsur(neye işaret ettiği),
            Hakaik unsur (gerçek manası).
            İşte bu tasniflemeden de anlaşılan o ki,  her bir ayet dört unsuru bağrında barındıraraktan insan idrakine takdim edilmekte. Yani her mümin kendi idrak seviyesi ve kapasitesi ölçüsünce nuraniyetten istifade etmekte.  Öyle ki,  Kur’an ayetlerinin idraki avam için başka, âlim için başka,  evliya için başkadır. Nitekim Kur’an’ın ibaret manası daha çok avam (halkın genel seviyesi) için, işaret manası havas (âlim) için, letaif manası evliya için,  hakaik (gerçek) manası Peygamberimiz (s.a.v) içindir. Yani bu demektir ki; avam'ın Kuran’dan anladığıyla havas’ın anladığı bir değildir. Tıpkı okumuş olanla okumamış arasındaki fark gibi bir durumdur bu.  Hakeza Kur’an’ın gerçek manasına vakıf olacak asıl zirve üstü güç nisbetinde idrak seviyesi ayrıcalığı bizatihi vahyin soluğunu kendi engin ruh dünyasında bilfiil yaşayan Peygamberimize has bir makamdır. Kelimenin tam anlamıyla Makam-ı Mahmud makama has idrak edebilecek ayrılacaktır bu. Dolayısıyla her kim ki Nebiyy-i Ekrem (s.a.v)’e özgü olan bu makamın davasını güderse, biliniz ki o kişi kendini küfür bataklığında bulacaktır. Müslüman’ın davası bellidir,  o dava malumunuz Allah ve Resulünün gösterdiği hakikatler doğrultusunda sırat-ı müstakim üzere yaşama davasıdır. Zaten Ümmet-i Muhammed olarak her kes karınca kaderince davasına sahip çıkıp Kur’an ahlakı üzerine yaşamaya gayret ettiğinde üzerimizde oynanan tüm şeytani oyunların bertaraf olacağı muhakkak. Bu arada unutmayalım ki, Kur'an ahlakına yönelik yaşama hali beşerin bulunduğu mevki ve konuma göre değişebiliyor.  Elbette ki havas ehliyle, kulaktan duyma bilgiyle yetinen avamın ayetlerden anladığı farklı olacağı gibi, Kur’an’ın emrine uygun yaşaması da farklıdır. Hakeza ayet-i celilelerin zahiri manası için ter döken havas ile bâtınî manasını bizatihi nefsinde yaşayan evliyanın bakış açısı da bir değildir.  Evliyaullah, teoriği pratik hayata geçiren ledün ilim sahibi zatlardır. Hatta evliyalar içerisinde öyleleri var ki hem zahiri hem de batini (iç ve dış) ilmin ikisine de vakıftırlar.  Yani şeriat ve tarikatın tüm esaslarını kendinde toplamış Kâmil-i mükemmil zatlar da var elbet.
            Günümüzde habire Kur'an tercüme faaliyetleri hız kazanmış durumda. Kur’an ayetlerinin tercümesi yazılsın yazılmasına ama şu bir gerçek;  hiç bir tercüme ya da meal birebir eşittir ayetin kendisi demek değildir. Adı üzerinde tercüme, yani kelime eşleştirme faaliyetinin adı demektir. Şayet tercümenin üstünde bir faaliyetten söz edilecekse,  o da malum,  Kur’an’ı tüm detaylarıyla kapsamlı anlama çabası veya açıklama faaliyeti dediğimiz "tefsir" faaliyetinden ancak söz edebiliriz. İşte bu yüzden önüne gelen her kalem erbabı ya da Arapça dili bilen tercüman tefsir yazamaz,  tefsir yazabilmek için illa ki Müfessir olmak icab eder. Sakın ola ki, siz siz olun tefsir ilmini tercüme faaliyeti gibi düşünmeyiniz. Çünkü tercüme ya da meal hiç fark etmez her bir anlamlandırma çalışma ürünü tıpa tıp Kur’an’ın aynısı değildir. Yukarıda dedik ya, Kur’an her şeyden önce beşer idrakinin fevkinde bir Allah kelamıdır. Bakınız avamın pek o kadar ilmi olmasa da Kur’an’ın aslına (orijinaline) öyle aşina olmuşluğunu şu hadiseden pekâlâ anlayabiliyoruz:  Malum cami cemaatine 1931 yılında Cemil Said'in Fransızcadan çevrilmiş Türkçe tercümesiyle Yere Batan Camii'nde namaz kıldırıldığında imama uymaktan imtina etmekten kendilerini alamamışlardır. Gerçektende imamın arkasında niyet ederekten ‘Uydum imama’ diyen cemaatin çıkmaması son derece düşündürücü bir durumdur. Nitekim İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy'a Kur'an meali hazırlamayı teklif edildiğinde önce tereddüt etmiş,  ancak ne zaman ki tercüme lafı ağızlardan düşüp meal ibaresi telaffuz edilince ancak o zaman kabul etmeyi yeğlemiştir. Çünkü Kur’an’ı anlamlandırmak öyle her babayiğidin altından kalkacağı kolay bir iş değil elbet.  Hem ortada Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca türünden yazılmış bir eser yok ki,  oturup da üzerinde kanaat bildiresin,  bilakis ortada doğrudan Allah kelamı vardır, gel de işin içinden çık çıkabilirsen. Hiç kuşkusuz Kur’an’ı anlamlandırmak çok büyük bir sorumluluk gerektiriyor. İşte Mehmet Akif bu duygular eşliğinde Mısır’da Kur'an-ı Kerim meali hazırlığına koyulacaktır. Tabii o, meal çalışmalarına koyulurken, bu arada Türkiye’de ise Türkçe ibadet tartışmaları hız kazanacaktır. Derken Mehmet Akif’ İstanbul’a döndüğünde büyük bir özveriyle ve gayretle hazırladığı Kur’an mealini dost bildiği Yozgatlı Hoca İhsan Efendi’ye bir şartla teslim edecektir.  Ve dostuna şöyle der:     
         "-Bak bu çalışmamı sana emanet ediyorum.  Kısmetse gurbetten dönüp yanına bir kez daha geldiğimde bu emaneti yine senden alırım. Olur ya giderde dönemez ya da ölürsem bu emaneti yakınız!"  
          İşte Mehmet Akif hassasiyeti budur.  Sanki bu bir tembihat değil bir vasiyetname belgesi dersek yeridir. Akif'in böyle bir vasiyeti çağrıştıran tembihatta bulunmasında besbelli ki Yerebatan’da Fransız çevrili tercümeyle namaz kıldırmaya kalkışılmasının üzerinde çok büyük bir yan tesir etki yaptığı o kadar net açık ki,  dostuna sıkı sıkıya ‘dönemezsem yak’ tembihatında bulunacak kadar hassas olabiliyor.  Nasıl hassasiyet göstermesin ki, giriştiği ve sorumluluk üstlendiği öyle sıradan herhangi yabancı eserin tercüme faaliyeti bir çalışma değil ki,  bilakis insanlığa ışık olacak Kur’an meali faaliyeti çalışmasıdır bu. Mehmet Akif’i unutulmaz kılanda zaten yüreğinde taşıdığı bu sorumluluk duygu selidir.
            Pekâlâ, hiçbir sorumluluk hissetmeksizin de bir insan tercüme faaliyetinde bulunulabilir.  Ama neye yarar ki,  sorumsuzca yapılan o tercüme faaliyeti kurumuş meşe ağacı gibi ruhsuz olacaktır.  Kaldı ki sorumluluk duygusundan yoksun olabilecek mizaçta insanlar daha çok Kur’an’a yabancı olanlara has bir durumdur. Nitekim 1698’de Papaz Maracci, hiçbir sorumluluk hissetmeksizin Kur’an-ı Latinceye çevirmeye kalkışmış, yetmemiş bir de bunun üstüne üstük reddiye döşeyip Padova’da bastırmış bile. Bu sorumsuzluğuna rağmen yine de hakkını teslim etmek gerekirse batıda yapılan diğer tercümelere nazaran en az kusurlu olanı diyebiliriz. Ne diyelim işte görüyorsunuz batı insanı en az kusurlu olan tercüme faaliyetinde bile reddiye döşemekten geri durmayabiliyor. Başta da dedik ya, Müberra dinimize ‘Muhammedilik’ dini, Müslümanlara da ‘Muhammediler’ topluluğu deme önyargısından bir türlü kendilerini alıkoyamıyorlar. Hakikati dillendirmemekte halen ısrarcı tavırlarını sürdürmekteler de. Onlar inadım inat önyargılı olmaya devam ede dursunlar, hiç bilmiyorlar ki güneş asla balçıkla sıvanamaz. Hiç boşa heves etmesinler Salman Rüşdü ve Teslime Nesrin gibilerin yıkıcı faaliyetleri boşunadır. Çünkü tarih nicelerine şahittir, hepside toz bulut oldular. Gözden kaçırdıkları tek nokta var ki, o da propaganda ile hakikat arasındaki farkı kavrayamamalarıdır. Nasıl mı? Bir kere propaganda hızlı başlar ama ömrü kısadır. Hakikat ise yavaş ilerlese de sonuçta ömrü uzundur. Propaganda anlık olup sadece yaşadığı dönem itibariyle kandırabildikleri ölçüdeki bir kitleye yönelik bir enstrümandır,   yani kısa vadede başarı gösterse de geçicidir. Ama hakikat öyle değil, hem yaşadığı döneme hem de bütün çağlara ferman okur. Nitekim batıda matematikle uğraşan birkaç bilim adamı Kur’an’da yer alan sayılara dikkat kesildiğinde muhteşem ilahi kaynaklı bir programla karşı karşıya kaldıklarını fark edip Müslüman olmuşlardır. Mesela Martin Gardner bunlar arasında gözde bir isimdir. Bilhassa bu bilim adamı, Kur’an ayetlerinin yapısına odaklandığında 19 sayısının sıradan bir sayı olmayıp, bu sayı ve bu sayının katları üzerinde yapılan bir takım hesaplamalardan elde ettiği neticelere dayanaraktan ayetlerin zincirlemesine bir program dâhilinde kodlanmış olarak diziliş sergilediğini müşahede etmiştir.  Ve bu gözlemlerini kitaplaştırdığında şu ilginç tespitlerle karşılaşırız da:
       -Kuran’ın oluşturan sure sayısı 114 olup tamamı 19’un katı olaraktan, yani 19x6=114 matematiksel bir denklem içerisinde yer alaraktan dizildiğini,
        -Ayetlerin dizilişinde 19 rakamı sıradan bir kat sayı olarak değil özel bir asal sayı olarak işlev görüp akıl üstü ilahi bir plan dâhilinde 9 ve 10 sayılarının ilk kuvvetlerinin toplamının ikinci kuvvetlerinin farkına denk düşen bir hesaba dayanarak diziliş sergilediğini,
       -Mealen ‘Allah adıyla başlarım’ manasına gelen besmelenin tamamı 19 harftir. Ve   ‘bi’ harfi cerle başlayan ilk kelimenin, yani ‘isim’ ibaresinin Kur’an’da 19 kez tekrarlandığını,
       -İkinci kelime  “Allah”  lafzının Kur’an’da 19’un katı olarak 2698 defa zikrolunmuştur, yani bu hesabın 19x142 işleminin neticesine dayandırıldığı, 
        -Allah ibaresinden sonra gelen üçüncü kelime “Er-Rahman” lafzının 57 defa tekrarlanaraktan, yani 19 rakam hesabıyla 19’un 3 katı (19x3) bir hesaba tekabül ettiğini,
        -Er-Rahman ibaresinden sonra gelen dördüncü kelime “Er-Rahim” lafzının ise 114 defa tekrarlanaraktan, yine 19 rakam hesabıyla 19x114’ün katı olarak bir hesaba denk geldiğini görürüz.       
           Ancak ne var ki,  Martin Gardner olumlu yönde bu tespitleri yaparken, diğer yandan Salman Rüşdü ve Teslime Nesrin gibi şirret tiplerde boş durmayıp Kur’an ayetlerini karalama peşinden koşmuşlardır hep. Hiç kuşkusuz bu tipler sadece bu asra has tipler değildir,  tarih daha nice şirret tiplere daha tanıklık etmiştir.  Her ne yaparlarsa yapsınlar er geç mutlaka yeni türemiş şirret tiplerde tarihin harabelerine gömüleceklerdir, bu kaçınılmazdır. Zira Kur’an-ı Muciz’ül Beyan ilk oku ayeti nüzul olduğu gün,  aslında ta o ilk günden Müşriklerin sonunun geldiğinin ilk işareti verilmişti. Bedir Gazvesi, Uhud Gazvesi. Hendek Gazvesi ve Mekke’nin Fethi derken hem müşriklerin tarihin harabelerine gömülme işlemi gerçekleşir hem de Mekke ve Medine sınırlarını aşan yeni fetih hareketlerine yelken açılır.  Öyle ki Kur’an-ı Mu'ciz-ül Beyan’ın ışığı cihana dalga dalga yayıldıkça iki büyük imparatorluk (Bizans ve İran) vahyin gücü karşısında adeta diz çöküp bir anlamda hizaya gelir pozisyon almışlardır. Hizaya gelip Kur’an’ı muhatab almaya mecburlar da zaten.  Çünkü birinci kaynak başucu kitabımız Kur’an’da ehli kitap dışlanmaz, aynı zamanda tüm peygamberlere hürmet gösterip iman etmemiz öğütlenir. Hatta Kur’an ayetlerine baktığımızda ehli kitaptan olan kadınlarla evlenmeye de müsaade vardır. Kur’an’dan sonra ikinci kaynağımız Peygamberimiz (s.a.v)’in uygulamalarına baktığımızda ise Bedir Savaşı sonrasında her on Müslüman’a okuma yazma öğretmelerine karşılık savaş esirlerine serbest bırakma hürriyeti tanıması gibi uygulamalarda söz konusudur.  Ki,  bu uygulama İslam’da fidyeyi necat (kurtuluş bedeli) olarak karşılık bulur.
             Anlaşılan o ki, Yüce Müberra dinimizin öğretileri propaganda türü şişirilmiş yöntemlerle kitlelere nakşedilmez, bilakis hakikat ne ise aynen harfi harfine kitlelere doğrudan birebir ikna yöntemiyle aktarılarak nakşedilir. Zira Hz. Ömer (r.a) Hıristiyan hizmetçisine İslâm'ı anlatmış anlatmasına ama her defasında hizmetçisi her bu yöndeki telkinlerine kulak asmamıştır. Hani zorla güzellik olmaz ya,  Hz. Ömer (r.a)’da aynen her hangi bir dayatma teşebbüsüne tevessül etmeksizin  "Dinde zorlama yoktur" (El-Bakara 256) ayet-i celilenin mana ve ruhuna sadık kalaraktan hizmetçisini anlayışla karşılaşmıştır.  Hatta ömrünün son demlerinde halife sıfatıyla zimmîlerin haklarına riayet edilmesi hususunda vasiyet etmeyi ihmal etmediği gibi hizmetçisini vefatı anında azat etmiş bile. Anlaşılan tüm insanlığın İslâm’ın bu engin hoşgörüsünden alması gereken daha nice ibretlik dersler vardır. Gönül ister ki, Batı dünyası bir an evvel peşin ön yargılarından sıyrılıp İslâm’a ‘Muhammedilik dini’ yaftalamasından vazgeçe de hidayet bula. Ama gel gör ki, batılı olmak bu ya, dün nasıldıysalar bugünde aynılar, bir türlü iflah olmayacak şekilde huylu huyundan vazgeçmeyecek haldeler. Düşünsenize batı dünyası âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v)’in hasta olan bir gayrimüslimi ziyaretinden bile bihaberdir. Sadece hasta ziyaretinden bihaberler mi, bir bakıyorsun Peygamberimiz (s.a.v)’in bizatihi Yahudi’nin ikram ettiği sudan içip birde bunun üstüne  "Allah seni güzelleştirsin" diye dua edişinden de bihaberler. Onlar İslam’ın enginlere sığmaz hoşgörüsünden bihaber ola dursunlar,  hiç bilmiyorlar ki,  o şahsın yüzünde edilen o duanın yüzü suyu hürmetine ölünceye kadar ağarmış beyaz bir kıl görülmediği bilgisi çoktan İslam tarihinin altın sayfalarında yerini alır da (et-Teratib I - 2).     
       Velhasıl-ı kelam; tüm insanlığa ışık kaynak olup hayat bulacağı tek reçete Kur’an-ı Mu'ciz'ül Beyan’dır.

7 Mayıs 2020 Perşembe

GÖNÜLLÜ AÇLIK

GÖNÜLLÜ AÇLIK

        SELİM GÜRBÜZER

Aç kalma korkusu oldubitti insanlığın ortak endişesi olarak karşımıza çıkmakta. Ancak gönüllü açlık bundan istisnadır. Zira insanoğlu bir bakıyorsun inancının gereği kutsal addettiği günlerde kendini ibadet ruhuyla gönüllü açlığa adayabiliyor. Bu demektir ki, insanı ürperten kendi iradesiyle tuttuğu gönüllü açlık değil, tıpkı kıtlık günlerde olduğu gibi her an insanın kendi iradesi dışında karşı karşıya kalabileceği aç kalma korkusu asıl ürpertecek bir durumdur. Örnek mi? İşte tarihte Osmanlı ordusunun Plevne savunmasında erzak yollarının kesilmesiyle zorunlu açlık tehlikesi durumuyla karşı karşıya kalması en göze çarpan örnek olarak ortaya çıkarken, günümüz dünyasında ise bilhassa Afrika’daki insanların açlık ve sefalet içerisinde ölüme terkediliyor olmaları bunun en dramatik örneği olarak ortaya çıkmaktadır. 

         Hele insanoğlu kendi iradesi dışında deprem, sel felaketi, kıtlık gibi bir dizi felaketlerin neticesinde açlıkla karşı karşıya kalmaya bir görsün ölmeye razı bir haleti ruhiye içerisine kendini koyuverirken,  kendi iradesiyle tuttuğu gönüllü oruçta ise tam aksine nefsi arzularının kökünü kurutaraktan huzur bulmak, kendini Allah’a adayıp O’nunla kaynaşmak vardır. Tabii ki gönüllü açlık ibadetiyle huzur bulmak sadece İslam dinine has bir durum değil elbet, diğer semavi ve suni dinlerde ve bir takım esoterik topluluklarda da kültürel boyutta var olan bir durumdur. Nasıl mı? İşte kurucusunun vefatından sonra Hindistan’ın kuzeyinde ve güneyinde kalan ülkelerde yayılmış ve yerel kültürlerin katkısıyla farklı nitelikler kazanarak bulunduğu ülkelerin önemli bir dini hale gelen Budist dünya görüşü ve düşüncesinin temel hedeflerinden kurtuluşa ermek, yani nirvana’ya ulaşmak için Budistlerin haftalık tatil günü olan uposatha, aslında hem bir araya gelmek hem de oruç tutma anlamına gelen bir tür meditasyon uygulamasından başka bir şey değildir. Böylece kendilerini meditasyona tabi tutmakla nefsin acı ve ıstırap vericiliğinin ortadan kaldırılabileceklerinin huzurunu içten içe yaşayacaklarına inanmaktalar.  Hakeza Hinduların kutsal metinleri Puranalardan ilham alaraktan yılın belli ay ve günlerini gönüllü açlıkla geçirirken, Çin Taoizm’inde ise ölümsüzlüğe ulaşmak için muhakkak ki yardımcı kuvvet olarak perhiz kurallarına sıkı sıkıya uygulayarak ulaşabileceklerine inanmaktalar. Ve tüm bunlara ilaveten yine uzak doğu coğrafyasında konumlanmış irili ufaklı birtakım inanç guruplarının öğretilerinin metinlerine baktığımızda büyük bayram dedikleri günlerde kötülüklerden arınmak adına 15 gün boyunca oruç tuttuklarını görebiliyoruz. Antik Yunan ve Roma klasiklerine baktığımızda ise uğursuz addettikleri günlerin şerrinden ve belaları def etmek adına kendilerini gönüllü açlığa tabi tuttuklarını müşahede ederiz.
          Peki ya ateistler?  Malum ateistler tüm dinlere karşı tavır alaraktan kitlelere hitaben  “Ne tanrısı, ne ahireti,  ne orucu,  keyfine bak, kendini hiçbir zevkten mahrum etme” türünden sapkın söylemlerde bulunmalarına rağmen ne ilginçtir ki; kimi zaman bir bakıyorsun halkların sömürülmesine karşı gösterdikleri devrimci yaklaşımla bir anda kendilerini ölüm orucunun kollarına bırakabiliyorlar. Sonuçta anlaşılan o ki; hangi sistem, hangi öğreti,  hangi akım ne amaçla kendilerini gönüllü açlığa tabii tutarsa tutsun bizim açımızdan hiçbir bağlayıcılığı söz konusu değildir.  Bizim için bağlayıcı olan Yüce Allah’ın (c.c) Kur’an’ı kerimde; “Ey İman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz” (Bakara, 183) diye beyan buyurduğu ayetin mana ve ruhuna sadık kalaraktan tuttuğumuz orucun ibadet ruhuyla yerine getirilmiş olması çok önem arz etmektedir. Önemi şundan belli ki bir ay boyunca Allah için gönüllü olarak tutulan orucun mükâfatının bizatihi Yüce Yaradanımız tarafından veriliyor olmasıdır. İşte bundan dolayıdır ki, büyük bir heyecanla yolunu gözlediğimiz Şehr-i Ramazan ayını adeta telli duvaklı devesinin üzerine binmiş hilal kaşlı bir gelin misali “Ey! Şehri Ramazan! Hoş geldin” sefalarıyla karşılamaktan büyük bir manevi haz alırız da. Bu öyle bir hoş der dem karşılayıştır ki, Ramazan boyunca tuttuğumuz oruçları asla bedenimizdeki arızaları gidermek, organlarımızı dinlendirmek ya da Allah’ın rızasının kazanmanın dışında başka maksatlarla tutulan zorunlu açlıkların tam aksine hilalin görünmesiyle birlikte kendimizi Yüce Allah’ın ikramına layık olmak maksatlı gönüllü oruca talip olma karşılayışıdır.
            Malumunuz bedenimizle ilgili arızaları tomografi ve ultrasonografi gibi tıbbi cihazlar aracılığıyla öğrenmek mümkünken, ruh için aynı şeyi söylemek pek mümkün gözükmüyor. Bikere adı üzerinde ruh, etkisi ise varlığında gizlidir. Ruhu melekemizi ancak Allah’ı zikrettiğimizde hissedebiliyoruz. Hakeza gönüllü olarak tuttuğumuz oruç vesilesiyle de varlığını hissettirmekte. Dikkat ettiyseniz oruçluyken insanların kahır ekseriyeti masumlaşmakta, karıncayı bile incitmekten imtina eder bir halet-i ruhiye içerisine girmekte. İşte bu masumiyet hali ruhi melekemizin bizim üzerimizdeki varlık tesirinin bir işaretidir. Hem nasıl ki zekât vesilesiyle zengin ile fakir arasında bir gönül bağı etkisi veya köprü bağı oluşuyorsa, hiç kuşkusuz Allah için tutulan oruç vesilesiyle de bedenimizle ruhumuz arasında bir ünsiyet ve köprü bağ oluşması gayet tabiidir. Derken bu oluşan köprü bağlar sayesinde Allah’ın lütfu Ramazanı şerifin başlangıcının rahmet, ortasının mağfiret, sonunun da cehennem azabından kurtuluş olduğunu şuuruna ermiş oluruz.
            İşte görüyorsunuz oruç, sırf gönüllü açlıktan ibaret bir ibadet olmayıp aynı zamanda bizi asli vatanımızla buluşturacak bir köprü de. Kim bilir, belki de ilk insan Âdem (a.s)’ın asli cennet vatanında yasaklı ağacın yemişinden yemekle o bozulmuş orucun kefareti olarak dünya yurduna indirilmiş olduk.  Sanki Yüce Allah mümin kullarının bir ders çıkarıp şu fani dünyada bir daha asla bozmayacağınız gönüllü oruç ibadetini hakkıyla yerine getirmemizi dilemekte.  Ki, yeniden asli vatanımıza kavuşalım diye bir mesajdır bu. Tabii, mesajı alabilene..  Şayet mesajı alabildiysek biliniz ki bu noktada bizim  ‘Sefer der vatan’ hasretimizi giderecek tek bineğimiz on bir ayın sultanı Ramazan-ı Şerif ismiyle müsemma manevi Burak bineğimizden başkası değildir elbet. Yeter ki, Ramazan-ı Şerifin sonsuz rahmet ve bereketinden hakkıyla istifade edilmeye çalışılsın bir gün elbet ecel kapıya dayandığında bir bakmışsın ten kafesimizden ruhumuzun bir kelebek misali ötelere doğru kanat çırpıp aslı vatanına kavuştuğunu görürüz.  Derken bu sayede asli vatanımızla olan hasret buluşmamız bir hayal değil gerçeğin ta kendisi olur.  
            Evet, Âdem (a.s) cennet yurdunda yasaklanmış ağacın meyvesinden yemekle pişman olmasına olmuştu ama o pişmanlık cennet yurdunda kalmasına yetmeyecektir. Ta ki, konuk olduğumuz şu fani dünyada cennet vatandayken o bozulmuş orucun kefaretini ödeyip eksikliklerimizi tamamlayana dek bu hasretlik bitmeyecektir. Nitekim o hasretliğin ilk izlerini sürdürdüğümüzde Hz. Musa (a.s)’ın Tur-i Sina’da kırk gün boyunca oruç tutaraktan Allah’a münacatta bulunmasında görebiliyoruz pekâlâ.  Öyle ki, Hz. Musa (a.s) hasretle tuttuğu gönüllü oruç sayesinde ‘Kelimullah’ şerefine nail olur bile. Ancak Tur-i Sina dönüşünde İsrail oğullarının yokluğunda altın buzağına tapar halde gördüğünde Allah katında kelimullah olarak anılma sevincinin yerini üzüntü hali alır. Peki, İsrailoğulları hidayetlerine vesile olan Kelimullah Peygamberini üzdüler de ne oldu,  tarih boyunca yerlerinden yurtlarından olup vatansız sürgün hayatı yaşadılar elbet. İşte Museviler Musa (a.s)’ı üzdükleri o günden itibaren pişmanlıklarının bir göstergesi diyebileceğimiz o günü Yom Kippur-kefaret günü ilan edip oruçla yâd etmektedirler. Hakeza Hıristiyanlarda öyledir. Malumunuz Hıristiyanlarda inançları gereği İsa’nın çarmıha gerilerekten öldürülüp güya üç gün içerisinde dirildikten kırk gün sonra göğe yükseldiği söylenen günler için perhiz türü bir oruç tuttukları gibi her doğan çocuğu günahlardan arındırmak maksadıyla kilisede vaftiz yaptırmayı da ihmal etmezler. Güya vaftiz yaptırmakla günahlardan arınacaklarına inanmaktalar. 
          Peki, iyi hoşta:
          - Panteizm (Tüm tanrıcılık),
          -Senkretik (Sih dini-Yahova şahitleri-Maonculuk gibi),
         -Henoteizm (Pekçok tanrının varlığını kabul etmekle beraber yalnızca birine tapınma),
         -Heterodoks (Merkezi din anlayışın dışında akımlar),
          -Düalist (Bir iyilik-bir de kötülük tanrısı),
         -Teizm (Tanrı ya da tanrıların tabiatüstü güçler olarak algılandığı gelenekler)
          -Hint dinleri vs.” gibi vahiy geleneğine dayanmayan dinler hakkında ne demeli? Tabii ki bu sıralanan suni dinlerin her birini tek tek ele almak yerine sadece bunlara ilham kaynağı olan Hint dinleri üzerinden birkaç kelam etmek daha doğru olur.  Dikkat edin her biri için ‘din’ dedik ama aslında kazın ayağı hiçte öyle değil. Her ne kadar Hinduizm ve Budizm gibi akımlar din olarak lanse edilseler de aslında bunların her birinin kurucu önderlerin ortaya koydukları öğreti türü bir inanç sistemi olduğu besbellidir. Hele bilhassa Hinduizm ve Budizm öğreti metinlerine baktığımızda ilahi kaynaklı olmayan her iki öğreti sisteminin de riyazet ve perhiz ağırlıklı bir yol izlediklerini görürüz. Üstelik bu iki suni din öğretisinin zaman içerisinde kendi kalıbının dışına taşıp farklı mecralara evrildikleri de artık bir sır değil.  Nitekim Budizm ilk başlangıçta mistik bir öğreti üzerine kuruluyken sonrasında bir bakıyorsun Yaratıcıyı da aradan çıkaran, ölüm ötesi hayatı reddeden bir akıma dönüşebiliyor. Hakeza Hinduizm’de Vedalardan Samhitalara, Samhitalardan Brahmanalara, Brahmanalardan Aranyakalara ve Upanişadlara gibi pek çok safhalar eşliğinde binlerce ses, binlerce inanç, tek tanrıdan çok parçalı Şiva ve Vişnu gibi tanrı/tanrıça figürleri gibi evrilmelerle en nihayetinde kast sistemiyle birlikte kutsal addettikleri ineğe neredeyse tapacak noktaya gelebiliyorlar. Bu arada Ganj nehride evrilmelerden payını alıp ruhen arınma aracı olarak kutsallaştırılmıştır.
             Hazır, Hinduizm’den bahsetmişken bu arada Mohandas Karamçand Gandi’den bahsetmeden geçmek olmazBilindiği üzere Gandi bir zaman Hint dinlerinden Cayinizme intisap etmiş aynı zamanda adından sivil inisiyatif öncüsü olarak söz ettirmiş bir liderdir.  İlginçtir çocuk çağlarda etkisi altına girdiği dinin öğretilerinde et yemenin yasak olduğunu bildiği halde birkaç kez arkadaşı uğruna bu yasağı çiğnemiş bir isimdir.  Neyse ki, yıllar sonra bunun ezikliğini içten içe hissetmiş olsa gerek ki, İngiltere’de eğitim gördüğü öğrencilik yıllarında et yeme yasağına titizlikle riayet etmenin ötesinde bunu daha da sıkı perhiz kuralları çerçevesinde kendi nefsinde gönüllü açlık yöntemiyle uygulayıp öncülüğünü yaptığı sivil direniş meşalesi için kullanmıştır.  Öyle ki, ömrün son demine dek bu tutumunu devam ettirip bu dünyadan bir deri bir kemik halde göç etmiştir. Şu da var ki, cayinizm sadece perhizle nefse cefa çektirerekten karmadan kurtulup ebediyete kanatlanmak öğretisine dayalı bir sistemden ibaret değildir, canlı olan her şeye hatta böceğe bile eziyet vermeyecek öğretileri de bağrında taşıyan bir inanç sistemidir.
             Yukarıda tüm dünya dinlerini genel hatlarıyla değindikten sonra asıl gelelim şimdi bizim öz kaynağımız İslam’a. Hiç kuşku yoktur ki, bu dünyada en büyük edindiğimiz nimetlerden en üstünü tevhid dini İslam diniyle şereflenmiş olmamızdır. İşte görüyorsunuz İslam’ın şartlarından biri olan oruç nimetine baktığımızda ne perhiz maksatlı bir açlık, ne sırf günahlara kefaret maksatlı bir açlık, ne bedeni ölümsüzleştirmek maksatlı bir açlık,  ne de ömür boyu nefse acı çektirmek maksatlı oruç tutmak söz konusudur. Bilakis Kur’an’ da açık açık zikredildiği üzere Allah’ın emri farz ibadeti olduğu için oruç tutmaktayız.  Dahası oruç tutmaktan maksadımız bir ömür boyu nefse zulmederekten açlık çekmek değil, bir ay boyunca sahurdan iftar vaktine kadar bir zaman diliminde nefsi gönüllü açlıkla ıslah ederekten Allah’ın rızasını kazanmaktır.  Dikkat edin Müberra dinimiz nefse eza cefa, zulmederekten yana bir açlığı ön görmüyor, bilakis nefsi ıslah edici gönüllü açlığı esas almakta.  Ki,  bu gönüllü açlığın Peygamberimizin hayatında nasıl uygulandığını baktığımızda her ibadette olduğu gibi zorlaştırmayınız kolaylaştırınız düsturunun oruç ibadetinde de geçerli manevi akçe olduğunu görürüz. Nitekim Yüce Allah’ın bu hususta “Hiçbir nefse taşıyamayacağı yükü yüklemem” vaadi bunun teyididir (Bakara suresi,  ayet 286).  Şimdi gel de, Peygamber kavlince “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin”  ifadesinde yerini bulan böylesi hayatımızı maddi ve manevi her yönden kolaylaştıran Müberra bir dine mensub olmaktan dolayı şükretme, ne mümkün. Düşünsenize rehberimiz başucu mukaddes kitabımız  Kur’an’ı Kerim bir başka ayda değil de Ramazan ayında nüzul olmuştur. Besbelli ki vahyin soluğu bu aya öyle tesir etmiş ki,  gönüllü orucu da bu aya mahsus farz kıldığı gibi bin aydan hayırlı Leyle-i Kadir gecesini de bu ayın son on günü içerisine gizlemiştir.  Elbette ki, bu manevi nimetler karşısında ne kadar şükretsek azdır. 
            Yüce Allah (c.c) tarafından bilhassa Ramazan-ı Şerifin rahmet ayı olarak ilan edilişinin özel anlamının ötesinde binbir hikmeti de iç bünyesinde taşıdığı muhakkak.  Elbette ki, Rabbimizin hikmetinden sual olunmaz. Ama bu demek değildir ki binbir hikmetleri dile getirilmesin. Bilakis dile getirilmesinde hiçbir mani durum olmadığından hareketle üzerimize farz olan orucun hikmetine baktığımızda bikere her şeyden önce vücudumuzun giriş kanallarını kapattığımız gibi bu arada Yüce Rabbimizin azameti karşısında bir hiç mesabesinde aciz kullar olduğumuzun idrak etmiş oluruz. Yine Ramazan boyunca Kur’an’dan her gün bir cüz okumanın hikmetine baktığımızda doğrudan Rabbimizle kelam etmek olduğunun idrak etmiş oluruz. Hem nasıl idrak etmiş olmayalım ki, bikere idrak etmemize ışık tutacak Cebrail (a.s) her yıl Ramazan ayında Allah Resulünün yanına gelerek vahy olunan Kur’an ayetlerini birbirleriyle karşılıklı olarak mukabeleleri söz konusudur. İşte o karşılıklı mukabeleden dolayıdır ki Ramazan ayı geldiğinde camilerde, evlerde mukabele halinde okunan hatmi şeriflerle tüm ümmet-i Muhammed’in ruh dünyası vahyin soluğuyla soluklanır da. Madem öyle Allah Resulünün “Amellerin en hayırlısı Kur’an okumak ve hatmetmektir” buyruğu gereği tüm Ümmet-i Muhammed olarak Kur’an’ı hatmetmek yaraşır. Nitekim Saadat-ı Kiram bu hadis-i şerifin mana ve ruhundan aldığı ilhamla hatm-i şerifi sadece Ramazan ayına mahsus sınırlı tutmayıp, yılın hemen her gününde cüzler dağıtılaraktan hatim indirmenin yanı sıra birde Nakşibendiyye ameli olarak ikindi veya yatsı sonrası  ‘Hatme-i Hacegan’ halkası kuraraktan da hatmi şerif yapmaktalar. 
         Bu arada unutmayalım ki, takvimlerde Ramazan ayının gelişini muştulayaraktan çok büyük anlam kazanmakta. Nasıl mı? Ramazan ayının geldiğini müjdeleyen bir takvimimiz var ki,  malum o takvim “Güneş ve ayın hareketleri belli bir hesaba göredir” (Rahman,5) ayeti celilenin sırrınca kameri ayların başlangıç ve sonunu belirleyen Hicri kameri takvimden başkası değildir elbet. İşte bu takvimi cezb edici kılan da,  Miladi güneş takvimiyle arasında 10 günlük fark nedeniyle 11 ayın sultanı Ramazan ayının her yıl bir önceki yıldan 10 gün daha erken başlıyor olmasıdır zaten.  Bu demektir ki,  kameri takviminin belli bir hesap dâhilinde ayın hareketlerine göre belirlenmesi sayesinde yılın 11 ayıda Ramazan’ın rahmet ve bereketinden yoksun kalmamış olur.  Çünkü bu noktada güneşi takvimi sabitlenmeyi,  kameri ay ise deveranı temsil eden bir takvimdir. Derken kameri döngü sayesinde tüm insanlık, tüm hayvanat,  tüm nebatat (bitki âlemi), tüm cemadat (madde âlemi) ve tüm kâinat ilahi rahmetten hissesine düşen payı alır da. Nasıl hissesine düşen payı almasın ki, bikere her kameri ay döngüsünde Kur’an’la soluklanmak vardır.  Hele bu kameri ay döngüsü hilaliyle Ramazan-ı Şerife girildiğinin müjdesinin ilk işaret fişeğinin çakılmasıyla birlikte Allah’ın rızasını kazanmak için tutulan oruçlar, Allah rızası için verilen sadakalar ve Allah rızası için okunan hatimler yüzü suyu hürmetine tüm Salih ameller gök kubbede hoş bir seda olarak yankı bulurda.
              İyi ki de rahmet ayımız Ramazan-ı şerife var.  Bu sayede kurulan iftar ve sahur sofralarıyla birlikte Ramazanın manevi atmosferinde tüm gönüller gönülgönüle kaynaşmış olurlar. Sanmayın ki Ramazan-ı şerif sırf sadece fakir fukarayı doyurmak ve sevindirmek için vardır, hiç kuşkusuz tüm Ümmeti Muhammed’e rahmet olmak için vardır.  Zaten fakir fukara için pek çok gönüllü kuruluşlar, aşevleri,  sosyal güvenlik kurumları yeterince hizmet veriyor. Dolayısıyla Ramazan ayının en belirgin özelliği fakir zengin, avam havas, genç yaşlı ayırt etmeksizin toplumun tüm kesimlerini bağrına basacak derecede farkını fark ettirmesidir. Elbette ki bu bereket ayında fakir fukaraya yardım elini uzatıp Ramazan paketi dağıtmak güzel olmasına güzel ama asıl marifet toplumun tüm kesimlerine rahmet olup  gönüllerin şad eylemek  daha çok mühim farkı fark ettirmek marifetidir. Düşünsenize bir fakir evine yardım paketi gönderiyorsun,  ama o fakir insan sofrasına davet etmiş, şayet fakir diye davetine icabet etmemişsen o yardım paketinin ne kıymeti harbiyesi olabilir ki. Anlaşılan asıl mesele fakir zengin ayırt etmeksizin toplumun tamamının gönlünü alıp alamamakta gizli. Şayet fakirin davetine bizden sıkılır düşüncesiyle icabet etmiyorsak biliniz ki bu tür hüsnü kuruntular şeytanın ve nefsin aldatmasının neticesi olarak davete icabet etmemenin ta kendisi bahane kılıftır. Öyle ya,  işimize geldiğinde ikide bir davete icabet sünnettir deriz,  işimize gelmediği zamanda bahane üretmekte pekte mahiriz. Bakar mısınız dinin esaslarını bırakmışız, yerine kendi ön yargılarımızı geçerli esas kabul etmişiz. Öyle içler acısı bir haldeyiz ki,  ne iftar davetlerimiz davet,  ne zekâtımız zekât, ne kurbanımız kurban.  Maalesef her bir dini vecibeyi Rabbimizin buyruğu olarak değil de kendi kendimize ürettiğimiz zenginden fukaraya mal aktarımı bir yardımlaşma kabulü olarak algılamaktayız hep. Oysa her ne yapılacaksa kendimizin kabullerimiz değil de dinimizin kabulü olarak tüm insanlığın gönlünü fethedecek bir kuşatıcılık çok daha kayda değer bir anlam kazanacaktır.  İşte bu noktada ilk etapta Ramazan ayının kuşatıcılığı akla gelir ki, tamda yapmamız gerekende tüm ümmet olarak kesrette vahdet olmak esas olmalıdır. Yani çokluk içinde gönüllerin aynı manevi iklimde bir olması çok mühimdir. 
              Her ne kadar Covid-19 Coronavirüs sebebiyle müminler 2020 yılı itibariyle Ramazan ayında fiziki olarak bir araya gelip birlikte iftar açamasalar da, birlikte teravihlerini eda edemeseler de, bu demek değildir ki kesrette vahdet olamayacağız,  pekâlâ gönül yoluyla da kesrette vahdet olabiliriz. Zira Peygamber kavlince “Dünyanın bir ucunda bir müminin başına musibet gelse (ayağına diken batsa), dünyanın öbür ucundaki bundan muzdarip duyar” ve “Müslüman kardeşinin derdiyle dertlenmeyen gerçek mümin olamaz” hükümleri gereği gönül yoluyla da çokluk içinde bir olmamızı gerektirir. Hiç kuşkusuz Covid-19 Coronavirüs karantina kapsamı önlemler sonrası her şey normale döndüğünde hem fiziki hem de gönülce yine eskisi gibi Ramazanlarda camilerimizi hıncahınç dolduracağımız muhakkak. Ancak bu kez umulur ki, camilerimizi sadece cuma namazları, teravih namazları ve bayram namazlarıyla sınırlı tutmayıp,  Ramazan ayı sonrası tüm vakitlerde de hınca hınç camilerimizi doldurularaktan normale dönüş yapmış oluruz. Şayet tüm dünyayı kasıp kavuran yeryüzü sathında totalde (toplamda) 1,75 gr ağırlığında ki bu virüs musibetinden ibretlik ders çıkarabilmişsek tüm vakitlerimizi Ramazan hassasiyetiyle ihya etmeye mecburuz da.  Kaldı ki musibetlerden ibretlik ders alamamış olsak da şu bir gerçek ibadetlerimiz ne üç aylarla,  ne cuma namazlarıyla,   ne Ramazan teravisiyle, ne bayram namazlarıyla sınırlandırılacak kadar dar kapsamlı, ne tek bir seccadelik ve ne de tek bir mescitlik alana sıkıştırılacak kadar dar kapsamlıdır. Bilakis ibadetlerimiz ister yerde ister gökte hiç fark etmez her zaman dilimini ve her mekânı kuşatacak nitelikte, hatta enginlere sığmaz derecede geniş kapsamlıdır. Şunu unutmayalım ki, elimizden seccademizi alsalar da, tüm cami ve mescitlerimizi yıksalar da, ayaklarımıza pranga bağlayıp zincire vursalar da zaten Müslümanlar için yeryüzü sathı mescid olduğu içindir her halükarda ibadetlerimize pranga vurulamayacaktır.  Kaldı ki Müslümanların nefes alışı bile ibadettir. Nitekim kendini gerçek anlamda Allah’a adamış bir mümin her nefes alış verişinde   ‘Hu’ diye zikreder de.   O halde,  müminler olarak neydik edip şu fani dünyada nefesimizi huş-derdem (nefesi boş yere tüketmemek) adabı üzere ayarlayıp son nefesimizi kelime-i şehadet getirerekten bağlamak gerektir.
               Evet,  bir kez daha hatırlatmakta fayda var: oruç yıllardan beri kesin kes bizlere anlatıldığı şekliyle sırf fakir fukaranın hali vaktinden anlamak ya da açlığa karşı sabırlı davranmak değildir,  tüm bunların ötesinde Allah’a kurbiyet (yakınlık) kurmanın binek taşı gönül açlığıdır. Ki, böylesi bir gönül açlığının mükâfatı da Allah indinde gizlidir. Nitekim Yüce Rabbimiz; “Oruç benimdir, mükâfatını da ben veririm” beyan buyurmuştur. Bu nedenledir ki;  İslam’da oruç bozana kul hakkına yönelik bir suç teşkil etmediği içindir had cezası yoktur. Zira ‘Oruç benimdir’ diye kullarına beyan buyuran Yüce Allah’ın kullarına ikramı olması hasebiyle tutarız biz. İslam hukukunda bir mümin şayet toplum içinde alenen orucunu yiyorsa belki o kişi için hürmetsizlik türünden bir tazir türünden uyarı yapılır. Bunun dışında bir kimse bile bile mazeretsiz orucunu bozduğunda altmış bir gün oruç tutması gerektiğini, yani oruç bozmanın karşılığı altmış gün olduğu, diğer bir günün ise günü gününe kazası olduğu hatırlatılır. İşte bu hatırlatmayla birlikte, o kişi oruç kefaretini uygularsa ne ala, uygulamasa hesabı ahrete kalır.
           Hiç kuşkusuz dinimiz sadece bir inanç sistemi değildir, aynı zamanda bir hayat dinidir. Sofra adabından tutunda ev ve cami’ye giriş çıkış adabı gibi daha nice adabları talim eyleyen bir dindir.  Görülen o ki,  bu dünyaya günlük hayatın her alanında keyfimize göre hareket etmek için gelmedik, Allah’ın belirlediği kurallara uygun bir hayat tarzını tatbik için geldik.  O halde bu dünyada öyle kendi keyfimize göre başıboş davranamayız. Bakınız sağır ve dilsiz sandığımız tüm kâinattaki galaksiler, gezegenler bile yörüngelerinde başıboş bir halde seyreyleyemezken, biz nasıl olurda kendi keyfimizce bu dünyada avare avare dolanabiliriz ki.   Bikere yaradılış gayemiz Allah’a kul olmayı gerektirir. Bu yüzden insanoğlunun bu dünya yörüngesinde başıboş avare avare dolaşması asla caiz değildir. Hem dedik ya,  tüm mevcudat emir almış, emrin gereği olarak belli bir program dâhilinde görevini ifa ediyorken, hele ki yaratılmışların eşrefi mahlûkatı ilan edilen insanın ‘İnsanları ancak bana ibadet etsin diye yarattım’ ayeti celilenin aksine hayatını tanzim etmesi asla kabul edilebilir hiçbir yanı yoktur.   Hiç kuşkusuz Allah’ın bizim ibadetimize ihtiyacı yoktur, amma velâkin bizim ihtiyacımız var. İşte bu yüzden ihtiyaçlarımızı oruç vasıtasıyla belirleyip “Îlahỉ ente maksudî ve rızake matlubỉ -Allah’ım maksadım sen isteğim senin rızanı kazanmak  çerçevesinde ahret azığımızı hazırlamak gerektir. Aksi halde kendi başına buyruk kesilenlerin akıbeti malum, sonları hep hüsranla bitmiştir.
         Hâsılı kelam; şu fani dünyada bize emanet edilen bedenimizi vahyin soluğuyla ve Allah’ın ikramı Ramazan-ı Şerif farz oruç ibadetiyle pirüpak eyleyip akıbetimizi hayr eyleyebiliriz pekâlâ. Yeter ki, niyet hayır olsun akıbette hayır olur elbet. 
         Vesselam.     
 https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3987/gonullu-aclik

9 Nisan 2020 Perşembe

AB-I HAYAT TASAVVUF

AB-I HAYAT TASAVVUF
              SELİM GÜRBÜZER
             Malumunuz birtakım aklı evveller hemen her şeye at gözlüğünden bakmayı alışkanlık edindiklerinden, yok neymiş efendim Kur’an, Hadis ve Asr-ı saadette mezheb mi vardı, tarikat mı vardı, akaid mi vardı,  fıkıh mı vardı gibisine söylemlerle dinin temel direklerini yok saymaktalar. Oysa bu temel direklerin dinimizde isimcek zikredilmemesi yok olduğu anlamına gelmez. Bikere evsaf (nitelik)  ve keyfiyet olarak var olması kâfidir. Hani yeri geldiğinde suret önemli değil siret önemlidir deriz ya hep, aynen öyle de asr-ı saadette suretten ziyade siret daha çok hâkim bir değerdir. Öyle ki, her bir sahabenin hayatına baktığımızda işin şekli şemailiyle oyalanmak yerine işin özü, evsafı ve siretiyle hemhal olduklarını görüyoruz. Dahası onlar için kemmiyetten ziyade keyfiyet daha çok önemli husustur.  Nitekim bu keyfiyet bir hayat biçimi olarak ortaya konup hicretin ikinci asra dek sürdürülür de.  Malumunuz Hicri ikinci asra gelindiğinde siretler bu kez ete kemiğe bürünmüş halde suretler olarak gün yüzüne çıkacaktır. Böylece fakihler fıkıh sahasında, hadisçiler hadis alanında, ehli tasavvuf erbabı da tasavvuf alanında İslam’a hadim (hizmetkâr) ekoller olarak boy göstereceklerdir.
            İyi ki de bu ekoller gün yüzüne çıkıverdiler,  malum İslam’ın bütününü tek çatı altında sahabe gibi sırtlanmak pek kolay olmayacağından gün yüzüne çıkan ekoller sayesinde ihtisaslaşmaya gidilmiş oldu. Her ne kadar dışarıdan bakıldığında sanki bu durum parçalanmışlık ve bölünmüşlük hissi uyandırsa da,  aslında işin özüne bakıldığında tıpkı bu durum bir vücudu oluşturan azalar bütünlüğünün aynısı olduğu görülecektir. Sonuçta İslam’a hizmet etmek temel gaye olduktan sonra ayrı ayrı branşlar altında faaliyet göstermenin hiçbir mahzur yönü olmasa gerektir.  Nitekim temel gaye İslam’a hizmet etmek olunca bir bakıyorsun Zahiri ilimler yoluyla ibadet, muamelat, ukubat gibi konularda Ümmet-i Muhammed’e ışık olunurken, Bâtıni ilim tasavvuf yoluyla da ahlaken ışık olunmakta. Birincisinde dışımız nizama sokulurken ikincisinde ise iç dünyamız nizama sokulur.  İşte bu nedenle her iki aydınlık meşalemizi de etle tırnak misali birbirinden ayrı gayrı görmeyiz. Hem nasıl ayrı gayri görebiliriz ki, iç ve dış bir araya geldiğinde bize ab-ı hayat olacak marifet ve hakikat ilmi doğar da. Düşünsenize namazı zahiri usul ve kaidelerine göre kılıyor olsak da şayet aklımız bir yerlerde habire gezinip duruyorsa o kılınan namaz bize nasıl Miraç olsun ki.  Her alanda olduğu gibi namazda da iç ve dışın uyumluluk göstermesi şarttır. Malumunuz dış huzur namazın farzlarına, vaciplerine sünnetlerine riayet etmekle vuku bulurken,  iç huzur ise Allah’ın huzurunda ancak tadili erkân hal üzere olmakla vuku bulabiliyor. İşte görüyorsunuz namazda bile zahiri ve batini haller söz konusudur. Zira İslam’da ‘ilim ve hal’in birlikteliği, yani ilmihallik esastır. 
        Anlaşılan o ki,  Müberra Dinimizde ilimsiz amelin ve amelsiz ilmin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Hakeza bu durum şeriat ve tasavvuf içinde geçerli akçe kuraldır. Nitekim bu hususta Şahabeddin Sühreverdî ve Bayezid-ı Bistami gibi arif zatlar  “Her kim şeriatı tutup tarikatı bırakırsa fasık, her kim de tarikatı tutup şeriatı bırakırsa zındıklıktır” diye buyurmuşlardır. Yok,  eğer birileri çıkıp ‘Ben arif sözü falan filan anlamam’ diyorsa, biliniz ki o insan Kur’an ve hadislerin zahiri, iş’arat ve batıni manalarının olabileceğinden bihaber olarak kendi kafasına göre hareket edecek demektir.  Oysa biz biliyoruz ki, Kur’an ve hadislerden anlam çıkarmak her babayiğidin harcı değildir. Kaldı ki değil zahiri ve Rabbani âlimler,  bizatihi Allah Resulü tarafından gökteki yıldızlar gibidirler övgüsüne mazhar olmuş sahabe-i Kiram bile Kur’an ve hadis konularında kendi kafasına göre buyruk kesilmemişlerdir. Tam aksine sırasıyla kitap, sünnet icma-i ümmet ve kıyası fukaha kaynaklara başvuraraktan Edille-i şer’iyye usulünce hareket etmişlerdir. Ki, Kur’an’ın zahiri manası avam içindir, işarat manası Ulema içindir, batıni manası ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimler içindir hakaik manası ise sadece Allah Resulüne has bir keyfiyettir. Anlaşılan bizler avam olarak Kur’an’ın ancak sırf zahiri manasına vakıf olabiliyoruz, yine de çıplak manasını anlamak için bile kılı kırk yarmamız gerektiğini de unutmamız gerekir. Düşünsenize Kur’an’ın sırf zahirinden anlam çıkarmak için kılı kırk yarmak gerekirken birde Kur’an’ın işarat ve batınından anlam çıkarmak için çaba sarf eden ulema ve evliyanın durumunu bir düşünün, kim bilir kaç ciltler dolusu kaynaklar tarandıktan sonra anlam çıkarmış oluyorlardır. Dile kolay, bir günlük değil, iki günlük değil, bir yıllık değil, on yıllık değil diyebiliriz ki ömrün tamamını Kur’an ve hadislerin Ümmet-i Muhammed’in hayatında fikren, zikren ve kalben yer etmesi için var olmuşlardır. 
           Şimdi bu gerçeklerden hareketle sorarım bir günlük, bir yıllık, on yıllık çalışan kafalara,  acaba sizler Kur’an’ın anlamlandırılmasında ve yaşanmasında kafa yapısı olarak işin hangi kısmındasınız. Sizler işin edebiyatıyla oyalana durun, şunu iyi bilin ki,  iki de bir söylem olarak Kur’an ahlakı dediğiniz şey tasavvufun ta kendisi ahlaktır.   Ki,  tasavvuf kal değil,  haldir, o hali yaşamadan güzel ahlak ortaya çıkmayacağı çok net ortadadır.  Üstelik tasavvufi ab-ı hayat toplum hayatına sonradan girmiş bir hayat tarzı da değildir,  bugüne kadar toplum hayatında yer edinmeye çalışan ne kadar ekol gelip geçmişse bunların içerisinde hiç şüphe yoktur ki en köklüsü tasavvufi ekol olmuştur.  Nitekim bu gün olmuş halen pek çok ehlisünnet tarikatların kökleri Peygamberimize kadar uzandığı içindir varlıklarını sürdürebiliyorlar. Çünkü bugüne kadar varlıklarını sürdürüyor olmalarını Kur’an’ı tatbiki olarak yaşamalarına ve ehlisünnet çizgi üzere yol kat etmelerine borçludurlar.  Delil mi?  Tarih bunun en büyük canlı şahidi zaten. Şimdi gel de her bir ehlisünnet tarikatını Kur’an’ı yaşayan hadim ekoller olarak görmemek ne mümkün. Hem görmekte ne, onların her biri bizim baş tacımız da. Onların yolları öyle bir kutlu yoldur ki,  izini iz sürdükleri ilk Pir’i ve ilk Mürebbisi Allah Resulünden başkası değildir.  Ta ki,  Allah Resulü dar-ı bekaya göç eder, işte o zaman mürebbilik vazifesini sırasıyla Sahabe ve Tabiûn neslinden sonra Peygamberimizin varisi hükmünde Rabbani âlimler üstlenecektir. Bakmayın siz öyle, sözde hocaların Rabbani âlimleri görmezden gelip isimlerinden bahsetmeyip teğet geçmelerine,  oysa asıl teğet geçilmesi gereken kendileridirler. Hem Rabbani âlimleri görmezden geliyorlar da sanki başları göğe mi eriyor, onları bilen biliyor, seven sevmiş, seçen seçmişte zaten. Örnek mi? İşte İmam-ı Şafii ve İmam-ı Azam gibi imamlarımız onları her yönüyle biliyor ya, bu yetmez mi. Dikkat edin cami imamı demiyoruz,  mezheb imamı diyoruz. Düşünsenize İmam-ı Şafii bekârlık zamanlarında bile şeyhine hal ve ahvalini arzı endam ederek kıymet bilmiş bir imamız, o teğet geçmemişken biz nasıl olurda birkaç sözde hocaların ağzına bakıp da görmezden gelebiliriz ki.  Hakeza Süfyan-ı Sevri gibi bir âlim zat, bir bakıyorsun İmam-ı Azam'dan fıkıh dersi almakla yetinmeyip birde bunun üstüne tasavvuf dersi almakla bu kutsi yola sıcak baktığını pekâlâ müşahede edebiliyoruz.  Peki, bütün bu örnekleri üst üste koyduğumuz da bunlar ne anlama geliyor derseniz, her şey gayet açık bir şekilde ortada,  bu demektir ki bir insan mezheb imamı da olsa, zahiri âlimde olsa tasavvufi ilme kayıtsız kalamıyor, her halükarda bu kutsi yoldan istifade etme cihetine kayabiliyor.  Buna mecbur da,  çünkü tasavvuf ilmi tüm şer’i ilimlere de ab-ı hayat kaynaktır.  Malum, midenin ihtiyacı bir şekilde ekmek su ile giderilebiliyor ama ruhun öyle değil, mutlaka tasavvufi ab-ı hayat deryasına dalmak gerekir ki ruhun ihtiyacı olan manevi gıda karşılanmış olsun. Hakeza tüm şer’i ilimler Tasavvufi Kevser havuzundan kane kane doyasıya beslenmeli ki kuru meşe odunu olmaktan kurtulup ab-ı hayatla buluşabilsinler.  Nasıl ki,  bir bahçenin bakımında gerektiği şekilde gübresi, suyu verilmezse, o bahçeden verim alınamıyorsa, aynen öyle de bir insanda tasavvufi ab-ı hayat yaşamaksızın ne iştigal ettiği ilimden haz alabilir ne de ibadetinden haz alabilir.  Hatta bu kutsi yolun öncüsü Peygamberimiz (s.a.v)’in güzel ahlakıyla boyanmakta mümkün olmayabiliyor. Bikere Peygamberimiz (s.a.v)’in güzel ahlakıyla boyanmak öyle sırf kitap okumakla, sırf kulaktan dolma bilgiler edinmekle,  sırf bir doktorun gözetiminde psikoterapi seanslarından geçmekle melekiyet kesb edecek haslet değil elbet. İlla ki tasavvufi bir terbiyeden geçmek gerekir ki, Peygamber ahlakıyla boyanabilinsin. Yeter ki, bir insan tasavvufi hayata talip olsun bu arada çokbilmişlik ve kitap yüklü merkep olmaktan kendini an be an kurtarması mümkündür diyebiliriz.  Şayet bu kutsi yola talip olmayıp çokbilmişlerin safına kendini atmakla er ya da geç onu kaçınılmaz hazin bir akıbet bekliyor olacaktır. Nitekim bu mesele Kur’an’da Ebû Hâris ve Bel’am bin Baûra gibi çokbilmişlerin nezdinde ibretlik örnek olsun diye şöyle beyan buyrulur da: “Tevrat’ın hükümleriyle yükümlü tutulup da onun hükümlerini yaşamayanların durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin haline benzer. Allah’ın ayetlerini yalanlayan bir toplumun durumu ne acıdır. Allah, zalim bir toplumu hak yola ulaştırmaz.”(Cum’a suresi, 5. ayet )
         Evet, bu ayette açıkça çokbilmişlik handikabından kurtulmak için teoriden pratiğe geçmeye çağrı vardır.  Öyle ya, madem ilmin kaynağı Allah, o halde iştigal edilen ilme ruh katmak gerektir. Ki, ruhsuz ilim kurumuş meşe ağacı gibidir, asla meyve vermeyecektir, meyve vermesi için mutlaka gübreye, suya, güneşe ihtiyaç vardır. İşte bu noktada tasavvuf pek çok zahiri ilimlerin gübresi, suyu ve güneşi olur da. Yukarıda da belirttik ya,  tasavvufi ahlak varsa, ancak o zaman ilim kuru meşe odunu olmaktan çıkıp anlam kazanabiliyor,  aksi halde o ilim söylem olmaktan öte hiç bir anlam ifade etmeyecektir. Bakınız Seyda Hz.lerinin hayatına yediden yetmişe hemen herkesin gönlünde taht kurması sırf medrese ilmini bitirmiş olmasından kaynaklanan bir gönül yakınlaşması değildir, bizatihi kendisinin ta çocuk yaşlarda hem medrese âlimlerin (mollaların) rahle-i tedrisatından hem de babasının dizinin dibinde tasavvufi terbiyeden geçmenin neticesinden doğan bir Gönül Sultanlığı yakınlaşmasıdır bu.  Nitekim ağaç yaşken eğilir misali hem zahiren hem de batınen yetişmenin mahsulü olarak Yüce Allah o’nu Silsile-i Şerife’nin otuz sekizinci basamağında "Eşşeyh Es Seyyid Muhammed Raşid El Hüseyni" ismiyle Sadatlar kervanına dâhil etmekle şereflendirir. Böylece Seyda Hazretleri (k.s), bu şereflenme sayesinde bir yandan maddi veraset bakımından Peygamberimizin (s.a.v.)’in otuzuncu göbekten torunu olma hasebiyle, diğer yandan manevi veraset bakımından da otuz sekizinci durakta altun silsilede yerini almak suretiyle gönüllerde taht kurmuş olur da.  Nasıl taht kurmasın ki, o’nu gören adeta kendini gönül aynasında görüp dirilişe geçiyordu da. Hiç şüphesiz o’nun gönülleri fethetmesinde etken unsur sadece baba ve anne tarafından ''Seyyid''  evladı olması değildi, bunun yanı sıra medrese ilmiyle donanımlı olması da çok büyük etken unsurdur. Ancak ne var ki, Seyda Hz.lerinin ilmi yönünü bilen yok denecek kadar azdır dersek yeridir.  Çünkü insanların kafasında Hoca dendiği zaman ne kadar ayet, ne kadar hadis varsa vaaz kürsüsünden bir bir döktürüp cemaati coşturan insan akla gelmektedir hep.  Her ne kadar Seyda Hz.leri içinde Adıyamanlı Hoca diyenler olsa da,  bir bakıyorsun alışılmışın dışında sırtında cübbe, başında sarık, elinde bir demet gül, daha çok insanları irşad eder bir Hoca olarak gördük onu. Dahası O, bir mürebbi olarak anlatacaklarını vaaz kürsüsüne çıkmadan bizatihi tedris ettiği ilmini kendi nefsinde tatbik ederek aydınlık meşalesi olmuştur. Şayet O, ta çocuk yaştan beri rahle-i tedrisattan geçtiği medrese ilmini önce kendi hayatında tatbik etmeseydi asla insanları irşad edecek seviyeye ulaşamazdı. İlla ki bir terbiye edicinin elinde irşad olmak gerekir ki irşad etme konuma gelinebilsin. Gerçektende öyle değil mi,  kimi hocalar bir bakıyorsun camiden çıktıktan sonra bir bastonu birde kendisi kala kalmakta. Besbelli ki bu tip hocaların toplum üzerinde etkisi sadece bir saatlik ya da bilemedin iki saatlik bir ateşli konuşmayla sınırlıdır. Elbette ki, insanlara vaaz-ı nasihatte bulunmak gerekir, ancak vaz-ı nasihatte bulunan kişi anlattıklarını hayatında tatbik etmiyorsa söyledikleri havada kalıp asla kalplere nüfuz etmeyecektir.  İsterseniz bunu Molla Yahya Hz.lerinin Feyiz dergisine yaptığı bir röportajla bizatihi Seyda Hz.lerinin lisanından işittiği bir hikâye ile örneklendirebiliriz de. Madem öyle, bakalım Molla Yahya el Abbasiİ el Haşimi Hz.leri Seyda Hz.lerinin dilinden bu hikâyeyi nasıl aktarıyor bir görelim:
         “Bir sefer dedi, ''İki kardeş var idi, babaları vefat edince bunların ikisi de kendilerini Allah (c.c) yoluna vermek istediler. Birisi dedi ben evvela gidip okuyacağım, âlim olacağım, ondan sonra ben kendimi ibadete vereceğim. Birisi de dedi, âlim olmaya kadar acaba zaman olur mu olmaz mı, en iyisi ben şimdi gidip ibadet yapacağım, ibadetle meşgul olacağım. Birisi ibadete gitti, birisi ilme gitti. Ondan sonra ilme giden bir müddet okuduktan sonra, biraz ilim anladıktan sonra, bir gün dedi ki, ben gideyim kardeşimi göreyim, kardeşimin ahvalini durumunu öğreneyim, hangi haldedir, hangi durumdadır. Kardeşinin yanına geldi,  baktı hakikaten kardeşi çok taat ve ibadetle meşgul. Yani taat ve ibadeti, onun zayıflığından, onun simasından bellidir. Sevindi, elhamdülillah dedi. Kardeşim taat ve ibadet bu kadar yapıyor, keyfe geldi hoşuna gitti. Fakat bir de baktı ki, böyle kardeşinin sarığının ucunda siyah bir şey var, bir şey görülüyor. Allah Allah, dikkat etti, bunu farekuyruğuna benzetti. Kardeşim hayırdır, senin sarığındaki nedir bu?.. Hiç sorma dedi abi, hiç sorma, hiç bahsetme dedi. Nasıl yani dedi. Ben namaz kılarken bir fare devamlı önüme gelirdi, beni meşgul ederdi, benim hayallerimi, düşüncelerimi değiştirirdi, benim huzurumu kaçırırdı. Ben de bir gün vurdum, öldü. Ölünce ben dedim bunun vebalinden nasıl kurtarayım, en iyisi bunu sarığımın altına koyayım ki, vebalinden kurtarayım. Onun âlim olan abisi dedi ki: Senin o kadar namazın hep fasıktır, hep bozuktur. İşte Seyda’mız ilmin değerini bu şekilde anlatırdı. İlim olmasa insan Salih ibadet yapamaz bunun için ilim çok değerli, çok önemlidir. Seyda’mız (k.s) bu şekilde söylerdi.” (Bkz. Feyz Dergisi, Ekim 1996,  Sayı 64)
          İşte Seyda Hz.lerinin iki kardeş üzerinden vermiş olduğu bu hikâyeden de anlaşılan o ki, ilim bu yolun olmazsa olmaz şartıdır. Nitekim Seyda Hz.leri bu bilinç doğrultusunda Baba Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’ın vefatının ardından ilk iş olarak irşatsa irşat, muhabbetse muhabbet, ilimse ilim,  hemen her alanda mührünü vurup Menzil’i insanların huzur bulacağı mekân haline getirir de.  Öyle ki, Menzil’e huzur bulmak için gelenler yeni bir hayata başlamanın heyecanıyla bugünkü standartların dışında sahabe çorbasına benzer bir çorba ve Fatıma anamızın pişirdiği ekmeğe benzer bir ekmek ikramıyla misafir edilirler de.   Düşünsenize dilleri, şiveleri, kültürleri ve renkleri farklı insanları normalde bir araya getirmek mümkün olmazken,  bu birliktelik nasıl gerçekleşiyor dediğimizde:
      -Bir bakıyorsun diller bir kelimede ittifak etmiş halde kalben ‘Allah’ dediklerini,
      -Normal şartlarda insanları ekmek kuyruğuna sokmak mümkün olmazken,   bir bakıyorsun Menzilde ekilen buğdayın değirmende un haline getirildikten sonra Fatıma anamızın ekmek hamur mayasıyla yoğrulduğu rivayet edilen fırından çıkan kepekli ekmeği sepet dağıtıcının elinden birer ikişer almak için kuyruğa büyük bir keyifle girdiklerini,  
       -Yine normal şartlarda memleketlerinde masa üzerinde ayrı ayrı tabaklarda yemeye alışmış insanların bir bakıyorsun kazanlarla hazırlanan çorbaların çanaklara boşaltılmasıyla birlikte hep birlikte diz çöküp aynı kaba kaşık çaldıklarını,
       -Büyük bir muhabbetle kaşık çaldıkları çorba bugünkü standartların dışında bulgur çorbasına benzer türden basit ve sade bir çorba olmasına rağmen yine bir bakıyorsun tahta kaşıklarla aşkını muhabbetini kataraktan büyük bir lezzetle yediklerini,
       -Yine normal şartlarda memleketlerinde lüks kanepe ve çekyat bazalar da yatmaya alışmış insanların bir bakıyorsun yatma vakti geldiğinde camiinin altında ceketini baş yastık yapıp yerde iki büklüm uzanıp üzerine aldığı tek bir battaniye ile huzur içerisinde uyuya kaldıklarını,    
      -Anlatılanlardan Menzil bir zamanlar kıraç topraklarmış, ta ki Gavs Hz.leri ve oğulları mesken tutup sondaj vurmasıyla bereket kazanan bu topraklar bir bakıyorsun ab-ı hayat topraklar olarak gelenleri bağrına bastığını,
      -Bereket kazanan bu topraklarda yine normal şartlarda insanlara memleketlerinde soğuk suyla duş aldırmak mümkün olmazken, bir bakıyorsun Gavs- Bilvanisi ve Seyda Hz.lerinin sondaj vurmasıyla çıkartılan ab-ı hayat soğuk suyla (Seyda Hz.leri dönemindeki haliyle) üstü açık dört banyonun önünde gusül abdesti için kuyruğa girdiklerini,
   -Buraya ziyaret için gelen insanlara memleketlerinde soğuk kış iklim şartlarında el ayak yıkatmak mümkün değilken, bir bakıyorsun sabah vaktinin o soğuğunda kar fırtına demeden şadırvan önünde abdest aldıklarını,
    -Yine bu insanlara memleketlerinde 2-3 saatlik uykuyla namaza kaldırmak mümkün olmazken bir bakıyorsun görevlinin ‘haydi sofi namaza’ deyişiyle birlikte derin uykusundan uyanır uyanmaz derhal Seyda Hz.lerinin arkasından namaza koyulduklarını,           
       İşte bu ve buna benzer daha pek çok ab-ı hayat örnek gözlemlerimizden çıkardığımız netice şu dur ki, Menzil kapısı ümitsizlik kapısı değil, ümitlerin yeşerdiği bir kapıdır. Öyle ki, bu kapıda soflik kavramına da bir başka anlam yüklenmiştir.  Şöyle ki,  insanların gözünde sofilik denince her nedense aklına cübbeli, şalvarlı, sarıklı insanlar akla gelmekte hep,  oysa Menzil’e gidip sofi olanlara baktığımızda kahır ekseriyetinin kıyafet değişikliğine uğramaksızın ‘Halk içinde Hakk olmak’ türünden muhabbet fedaisi insanlar olduğunu görüyoruz.  Kelimenin tam anlamıyla değişiklik kıyafetle değil daha çok huy yönünden gerçekleşmekte. Nitekim bu değişliği bariz bir şekilde insanlarla olan münasebetlerinde muhabbet ve sevgi dolu bakışlarından anlayabiliyoruz da pekâlâ. Hele sofilerle halktan bir insan tanışmaya görsün,  sofinin muhabbeti onu da alıp götürür Menzil’e. Gerçekten de sofilerin muhabbeti bir bambaşkadır, bu yüzden her biri için her muhabbet fedaileri sofiler dersek yeridir. Nasıl ki beşeri sınıf içerisinde askerler vatan savunmasıyla dikkatlerden kaçmıyorsa sofilerde muhabbet ve sevgi dolu yürekleriyle dikkatlerden kaçmaz.  Keza havas ehlinden de nasıl ki zahiri âlimler vaz-u nasihatleriyle dikkatleri üzerlerine çekiyorlarsa, Rabbani âlimler de her meşrebten insanı irşat etmeleriyle dikkat çekmekteler. Nasıl dikkat çekmesin ki,  irşat halkasına dâhil olan insanlar bir bakıyorsun muhabbet fedaisi sofi olup çıkıyor da.  Besbelli ki sofi olmalarında Rabbani âlimlerin çok büyük manevi tasarrufat etkisi söz konusudur. Ki, Sadatlardan Şah-ı Hazne (k.s)  “Muhabbet sofilerin bineğidir” derken,  sofilerin hem muhabbet fedai yönünü,  hem de tasavvufi hayat yolculuğunda  (seyr u süluk yolunda)  marifet ve hakikat basamaklarından ancak muhabbet bineği ile aşılabileceğini kast etmiştir. Yani bir başka ifadeyle aşk-ı bendi muhabbet bineği edinmeden şeriat, tarikat, marifet ve hakikat basamaklarını aşmak pek mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla bu noktada sofinin dikkat etmesi gereken husus seyr-u süluk yolunda ilerlerken binek taşı edindiği muhabbet bineğinin yularına ve üzengisine sıkı sıkıya tutunmak olmalıdır. Aksi halde basamak basamak ilerleyeceği seyr u süluk yolunda Allah muhafaza muhabbet bineğinden tepetaklak yuvarlanabilir.  Dahası bu demektir ki Aşk-ı bendi muhabbet bineğinin yularına ve üzengisine tutunmakta gevşek davranıldığında vuslat hâsıl olmayacaktır. Öyle ya, madem hedef hakikate ulaşmak o halde bu yolun gereklerini yerine getirmek gerekir. Hakikat peşinden koşanların gevşek davranma lüksü yoktur. Çünkü hakikat bir cevher gibidir şeriat ise bir deniz gibidir. Tarikat da bir vapur gibidir. Ki, o hakikat cevheri bindiği vapurun limanda demirleyeceği ve vuslata ereceği en son menzildir. Anlaşılan aşk-ı bendi vapurunu binek taşı edinmeden Menzili hakikat hedefine erişmek çok zor.  Yukarıda da belirttik ya bir insan zahiri âlim de olsa, dünyanın ansiklopedik bilgi birikime sahip bilge deha insanda olsa yüreğinde aşk-ı bendi ruh yoksa tüm edindiği bu bilgi birikimlerinin kendisine hiçbir faydası yoktur. Şu bir gerçek bilge insanlar okumuş etmişler ama okuduklarına ruh katmadıkları için Müberra dinimize olan bağlılıkları da hep şekli olmaktadır.  Ama sofiler öyle değil, yüreklerinde taşıdıkları aşk-ı bendi ruhla Müberra Dinimize olan bağlılıkları da candan yürekten olmaktadır. Tabii buradan şu anlam çıkmasın bu kutsi yol sadece muhabbet bineğinden ibarettir. Tasavvufi ab-ı hayata ulaşmak için sofiye muhabbet bineğinin yanı sıra ilimde gereklidir elbet. Her ne kadar âlimlik derecesinde ilim edinmesi gerekmese de en azında ilmihal derecesinde bilgi edinmesi elzemdir diyebiliriz. Kelimenin tam anlamıyla Menzili maksuda erişmek için en azından yolda yaya kalmamak için önünü görecek şekilde kendini ilmede adamalı ki, sıkı sıkıya tutunduğu aşk-ı bendi bineğinden uçurumdan tepetaklak aşağıya yuvarlanıp gümbürtüye gitmesin.  Malum cahil sofi ancak kendi nefsini koruyabiliyor, kendi dışında hiç kimseye faydası dokunmayacağı çok açık,  ama ilmihal bilgisine sahip bir sofi öyle değil,  kendi dışında ümmete de çok faydası dokunacaktır.  Hele birde medrese ilminden icazet almış molla sıfatına haiz bir sofi düşünün, hem kendisine ışık olur, hem de ümmete ışık olacaktır.  Örnek mi? İşte Mevlana Halidi Bağdadi Hz.leri bunun en canlı örneği. Malumunuz kendisine ‘Zülcenaheyn’, yani çift kanatlı denmesinin sebebi hem zahiri ilimlere vakıf olması hem de Bâtıni ilme haiz zat olmasına binaendir.  Öylede olması icab eder,  çünkü tek kanatla bir yere kadar uçabilirdi,  illa ki bir ikinci aşk-ı bendi kanadı daha edinmeliydi ki ötelerden ötelere tam manasıyla kanatlanıp vuslat hâsıl olabilsin.  
          Hâsıl-ı kelam,  aşk-ı bendi ab-ı hayattır.

          Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3897/ab-i-hayat-tasavvuf