31 Mayıs 2016 Salı

İLİM GERÇEĞİ




İLİM GERÇEĞİ

SELİM GÜRBÜZER

            İnsan, daha dünyaya ilk adım atar atmaz ilimle tanışır. Nasıl mı? Bakınız, hayat yolculuğunda ilk ders, kulağa ezan ve kamet okunmayla start alır. Müslüman bir anne ve babadan dünyaya gelen çocuğun kulağına ezan ve kamet okuması, ilmin bir gereğidir. Daha doğrusu kundaktaki bebeğe ezan ve kametle sarılması ilmin ilk kapısıdır. Zaten Peygamber (s.a.v.)'e ilk gelen vahiy "oku" emridir. Demek oluyor ki; ilim her şeyin başı, onsuz bir hedefe ulaşmak çok zor.
            Selman-ı Farisi Hz.leri "Dünyada mal çokluğu ve evlat çokluğu ile övünmek marifet değildir. Asıl marifet ilmin faydası ve ilmin çokluğudur" diyor. O halde insan zahiri ilmi bitirir bitirmez, hemen yeni bir sayfa açıp batini ilmi geçmeli. Dahası ilim deryasında olanca gücümüzle yüz yüzebileceğimiz kadar yüzmek gerekir. Zira ilim tahsil eden bir insan, eninde sonunda kâmil âlim olamasa bile âlim olma vasfına aday sayılır.  
        Evet, kâmil rabbani âlimler Resûlüllah (s.a.v.)’in  "Âlimlerin eti zehirlidir"  hadisi şerifine muhataptırlar. Gerçekten de, âlimlerin eti öldürücü etki yapıp iç dünyaları ise felah ve nur kaynağıdır. Nitekim Şah-ı Nakşibend (k.s.) büyük bir âlimdi, aynı zamanda Evliyaullah'ın pirlerindendir ve şöyle der: "Biz ümmeti Muhammed'e zarar vermeyiz, ama ne var ki kınından çıkmış kılıç gibiyizdir; onlar kılıca gelip çarparlar."  İşte Şah-ı Nakşibend (k.s.)’in sözlerinden de anlaşıldığı üzere, âlimler (ilmiyle amil olmuş âlimler) kınından çıkmış kılıç misali duruş sergileyip, kimseye zarar vermezler. Fakat şayet onlara münkirlik yapıp, ya da aleyhlerinde dedikodu kazanı kaynatılıp haklarına tecavüz edilirse, artık bir noktadan sonra bu tip fitne fücurlar için acı akıbet kaçınılmazdır. Yani onlar adalet kılıcına çarpmışçasına kendi kendine belasını bulmuş olurlar.  Bu yüzden Hadisi Kutsi'de, "Benim dostlarıma savaş açana savaş açarım" buyruluyor. İşte Evliyaullah etinin zehir olması bu anlamda değerlendirilmeli. Çünkü onlar Allah için seferber olmuş kılavuzlardır. Kim bu seferle yükümlü rehberler derseniz, bu soruya verilecek cevap elbette ki;
            - Enbiya,
            -Evliya,
            - Ulema'dır.
            Mutlaka her yüzyılın başında, dini diriltici ve ihya edici bir "müceddid" vardır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) "Allah bu ümmet için her yüzyılın başında dini ihya için müceddid gönderir" beyanıyla bu gerçeğe işaret etmiştir. Hz. Mevlâna da bu anlamda şöyle der: "Her asırda bir söz söyleyici, halkı irşat edici vardır."
            Unutmamak gerekir ki;  tüm insanlığın âlim ve yöneticilere her daim ihtiyaçları vardır. Çünkü onlar ilmi yayan, insanları karanlığa düşmekten kurtaran ışık fenerleridir. Onun için arifler derler ki; "Âlimler ve emirler bozulunca milletin teati bozulur. Sofiler bozulursa milletin ahlâkı bozulur."  Hiç kuşkusuz çok yerinde söylenilmiş doğru bir söz, şüphe götürmez. Hakeza Peygamberimiz (s.a.v) "Âlimler Peygamberlerin varisleridir" derken, kendisinden sonra başvurulacak tek mercii kaynağın âlimlerin eşiği olduğu anlamı çıkar. Ama hangi âlim? Elbette ki ilmi ile amil olmuş âlimleri kastediyoruz.  Zira Rasülullah (s.a.v.)  böyle âlimler için; "Benim ümmetimin âlimleri Ben'i İsrail’in Peygamberleri gibidirler" diye övmüşte. Dikkat edin, Resulü Ekrem Efendimiz onlar için, hâşâ peygamber demiyor, ‘gibidir’ buyuruyor. Anlaşılan o ki; gerçek manada bilge âlimler fazilet yönünden değil, ümmetin hidayetine vesile oldukları için "Ben-i İsrail'in Peygamberleri gibidir" sözüne muhatap kılınmışlardır.
            Malum; ilimden maksat Allah'a ulaşmaktır. Sırf kuru bilgilerle Allah'a ulaşılmaz. Elbette ki atom ve termonükleer enerji (hidrojen bombası), uzay çağı, otomatik üretim gibi faaliyetler kayda değer gelişmelerdir. Fakat teknolojik faaliyetler ruhtan bihaber gelişmekte, had hudut sınır tanımamakta. Öyle ki;  hızla yayılan baş döndürücü teknolojik gelişmelerin ortaya koyduğu tabloya baktığımızda insanoğlu iki kavşak noktasında sıkışıp muzdarip kaldığını görürüz.  Dolayısıyla bu teknolojik döngüde ya teknolojiye ruh katıp şahsiyet bulacağız, ya da tam tersi vahşi bir makine kılığına bürünüp robotlaşacağız. Şayet yaşadığımız hayatı zehir etmek istemiyorsak tercihimizi şahsiyet kazanmaktan yana kullanmamız icap eder. Şurası muhakkak;  Allah'a giden yolda ilim vasıta olmadığı müddetçe, öğrenilen bilgiler sırtına kitap yüklü merkebin durumu gibi bir durumla karşı karşıya kalırız. Günümüzde sözde kendini âlim sananların kitap yüklü merkeb misali zillete düşmelerinin sebebi; ilmi kendi heva ve heveslerine esir etmelerinin ortaya koyduğu bir neticedir. Oysa faydalı ilim, bildiği ile amel etmek demektir.
             Evet, cahiliyet, çok kötü bir hastalıktır. Madem öyle, insanın cahil dostu olacağına, akıllı düşmanı olması daha yeğdir. Çünkü cahilin her zaman ne yapacağını kestirmek zordur. Her an etrafa zarar vermesi muhtemeldir. Bakın, bu konuda Hz. İsa (a.s) "Ben ahmağa, kele, köre, topala, kötümsere İsmi Azam okurdum, onlar iyi olur, dirilirdi. Ama cahile bir İsmi Azam okusan fayda vermez, dirilmez" buyurarak bir gerçeğe dikkat çekmiştir. Dolayısıyla bu noktadan hareketle cahillikten şeytandan kaçar gibi kaçıp, ilme yönelmek en doğrusu.  Elbette ki âlim olan bir insan da hata yapabilir. Ama o hatasını ilmi sayesinde telafi etme avantajına sahiptir. Bu yüzden İbrahim En-Nahi "Âlim'in hatasını dile getirmeyin, çünkü ilim sahibi bir kere yanılırsa akabinde düzeltir" buyurur. İşte ilim bu derce mühim. Niye mühimdir diyorsanız, durum gayet açık, Peygamberimiz (s.a.v.) "İlmi aramak her Müslüman’a farzdır" buyurduğu için elbet.  O halde bize düşen cami ile okul hayatını, müspet manada bir arada yaşatmak olmalıdır. Şayet bunun başarabilirsek gerçek manada bir elde Kur’an,  bir elde bilgisayar gençliğin doğması an be an mümkün.  Hele kol gücü ile beyin gücü bir araya gelmeye görsün bak o zaman İslam toplumunun dinamizm kazanacağı muhakkak. Nasıl kazanmasın ki; Allah’ın Sani sıfatının tecellisi hükmünde ilmin maddi veçhesi teknolojidir. Maalesef Müslümanlar ilimden uzak kaldıkça, süper güçlerin oyuncağı olmaktan kurtulamıyorlar. O halde fikir ve aksiyon beraberliğini esas almalıdır.  Zira Müberra Dinimizde ilim ve amel,  bilmek ve yapmak birbirinden etle tırnak misali ayrılmaz ikili unsurlardır. Ve bu durum sünnetullah, yani adetullahın gereğidir. Kaldı ki sebeplere başvurmadan netice beklemek kuru bir temenniden öteye geçmez, öyle olsaydı Allah (c.c.) bulutu yağmura vesile kılmazdı, belli ki her şeyi bir sebebe bağlamış. Dolayısıyla Sünnetullah üzerine hareket etmek gerekir, aksi halde eşyanın tabiatın aykırı ilimle taban tabana zıt bir hale düşeriz.  Sünnetullah varsa eşya mana kazanır, sünnetullah yoksa neye yarar ki. O halde sünnetullah yolunda bilgi edinmek, eşyanın analitik verilerini insan diline tercüme edip, hakikate giden yolun kapısını aralamalı.
             Tabi sadece ilim tahsil etmekte yetmez,  bilgilerimizi pratiğe geçirmekte lazım. Şu bir gerçek; pratiği olmayan bir ilim kuru meşe odunu gibidir ve güdük kalmaya mahkûmdur. Bu yüzden İmam Şarani (r.a.); "İnsanların çoğu ilim ezberliyor, amel etmiyor" diye sitem etmiştir. Hiç kuşkusuz talebe okutmak, vaazı nasihatte bulunmak güzeldir, hatta bu tür faaliyetler farz-ı kifayedir. Fakat öğreten nefsinde yaşamıyorsa, ya da vaaz veren söylediklerini bizatihi kendi nefsinde yaşamıyorsa bunların hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur. Bakın, Sahabenin ilmi "nefsi terbiye" ilmiydi. Onlar öğrendiklerini bizatihi nefsinde yaşayarak insanlara ışık saçıyorlardı. Zaten onlar İslâm’ı kendi nefsinde yaşamasalardı bu din bu denli kısa zamanda dal budak salıp gelişebilir miydi? Demek ki, ilim amelle taçlanınca kıymet kazanıyor. İşte tasavvuf okulu bunun için vardır.  İşte dergâhlar bu manada şer’i ilimleri tatbik etmeye yönelik ocaklardır. İyi ki de varlar. Çünkü Zekeri (r.a.) bu hususta; "Ehli tasavvuf ile birleşmeyen âlim katıksız ekmek gibidir" beyan buyurarak ilmin pratiğe dökülmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Hakeza İmam-ı Gazali de bu anlamda; "Herkesin nefis ilmini bilmesi, nefsini tezkiye etmesi farz-ı ayındır" buyurarak konuya daha bambaşka anlam katmıştır.  
            Her ne kadar günümüz ilahiyat hocaları ilim adamı olarak tanıtılsalar da birçoğu sadece aydındırlar. Kaldı ki aydınında münevver olanı makbuldür, gel gör ki ortada münevverlikten yoksun bir sürü aydın tiplemeler söz konusudur. Zaten bu tipler münevver olsaydılar, hem kendileri aydınlanmış olacaklardı, hem de başkaları. Ne mümkün habire birilerine laf kavuşturmak için âdete yarışır haldedirler. Oysa gerçek aydın ışık saçandır laf kavuşturan değildir. Bu yüzden Gavs-ı Bilvanisi (k.s) “irşad olmayan irşad edemez” buyurmuştur. Malum,  irşad edicinin iki vasıf yönü vardır:
            - İlim sahibi olmak,
            - Bilgilerini bizatihi nefsinde uygulayan konumda olmasıdır.
            Madem öyle ilim uğruna gerçek irşad edicileri i ziyaret edip onlardan istifade etmeli. Nasıl olsa her asırda irşat ediciler mevcut. Zira Allah’ın hazinesi bol, söz konusu bereket geçmiş asırlarla sınırlı değil, her asrı kapsar.  Yeter ki onları arayalım ve bulmaya çalışalım, vuslat hâsıl olur da.  Kaldı ki Resûlüllah (s.a.v.); "Âlimleri sık sık ziyaret etmek ibadet yerine geçer"  beyan buyurarak onların eşiğine yüz sürmemizi teşvik etmişte. Hakeza yine Peygamberimiz (s.a.v.) "Âlimden yüksek hiç bir şey yoktur. Çünkü hükümdarlar yalnız faniler hakkında hüküm verirler, âlimler ise hükümdarları da muhakeme ederler" buyurmuşlardır. Üstüne üstük bu konuda bir değil pekçok beyan var, o halde hadisi şeriflerden birkaçını daha zikredebiliriz. Şöyle ki;  Resûlüllah (s.a.v.);
            "Âlime saygı gösteren Allah'ına saygı göstermiştir."
            "Âlimlere saygılı olan bana saygılı olmuştur."
            "Âlim, yeryüzünde kudret-i ilahi’yenin temsilcisidir; onun aleyhinde bulunan mahvolur" buyurmuşlardır.
            Hadisi şeriflerden anlaşılan o ki,  âlimler gerçek manevi hükümdarlardır. Ne hikmetse hükümdar deyince sadece padişah, hakan, lider vs. akla gelmekte. Oysa Osmanlı’da padişahlara yön veren âlimlerdi. Bu yüzden ilim erbabına manevi hükümdarlar dersek yeridir. Düşünsenize Yıldırım Beyazıt padişah olmasına padişah ama mahkemede şahitliğini kabul etmeyen Molla Fenari âlimimiz var,  yeri geldiğinde Fatih'i tenkit edebilen Molla Güran âlimimiz var, Yavuz'un tüm Hıristiyanların kökünü kazıma girişimine engel koyan bir Zembilli Ali Efendimiz ve daha nice tarihin parlak sayfalarına adını yazdıran âlimlerimiz var. Derken bu tip ışık saçan âlimler eşliğinde Yavuz’un; "Ulemanın atından (ayağından) sıçrayan çamur şerefimizdir" sözü daha da bir anlam kazanır da.  Bu anlam aynı zamanda Osmanlı’nın üç kıtaya hükmetmesinin sırrını da ortaya koyar.  
         Maalesef Osmanlı'nın kılıcını görüp ilmi yönüne bakmayanlar, tarihi değerlendirirken hep hataya düşmüşlerdir. Hiç bilmiyorlar ki pozitivizm dedikleri ilim de medreseden filizlenip dal budak salmış ve yükselişimize zemin hazırlamıştır.  Yetmedi bir takım aklı evveller Osmanlının düşüş nedenini bile medreseye yüklemişlerdir. Hele bir devlet düşmeye dursun elbette ki tüm kurumlar bundan yara alacaktır, bu kaçınılmazdır. İster istemez düşüşle birlikte ilimde gerileyecektir. Evet, bizde kabul ediyoruz, Osmanlının çöküşüyle birlikte doğulu medrese, batılı mektebe yenilmiştir. Bu yüzden Sait Halim Paşa şöyle der; "Şarkın düşünce alışkanlığında hep fikirlerin eşyaya yansıdığını, hâlbuki eşyanın hakikatlerinin zihinlere yansımasını da sağlamak gerekir."  
       Gerçekten de bu sözler kayda değer bir düşünce örgüsü de.  Madem öyle bu düşünce örgüsün bir irdeleyelim. Bilindiği üzere beynin sol lobu akla yatkın çalışmakta, daha çok sayısal, dil, mantık, sorgulama, araştırma, yazma vs. eylemler odağı olmakla dikkat çekmekte. Sağ lob ise sevgi, hayal, his, müzik, edebiyat dünyası gibi sübjektif değerlere odaklıdır. Belli ki batılılar beynin sol lobunu kullanmaya eğilim göstermekle ruhi bunalıma düşüverdiler. Hâlbuki gerçek manada hayatı anlamak beynin her ikisini birlikte kullanılmakla mümkündür. Zira eşyanın hakikatini bilmek, insanı hayvandan ayıran en belirgin özellik olarak sahne alır. Bu yüzden Mukaşefe ilmi, nurani rabbaniye olarak gönlümüzü ısıtır. Her şeyden öte rabbani ilimden haberdar olmak farz-ı kifayedir.
           Peki ya doğulu insan?  Malum, doğulunun her ne kadar ruhi zenginliği söz konusu olsa da onunda problemi meselelere analitik yönden bakmayı lüzumlu kılan beynin sol lobunu kullanmayı ihmal etmesidir. Nitekim deney ve gözlemden uzak, kısırlık, ölçüsüzlük, slogancılık üzerine kurulu hayat tarzı yeterince durumumuzu özetliyor zaten. Şayet bugünkü perişan halimizden kurtulup yeniden yükselişe geçmek istiyorsak, engin tarihi ve teknolojik bilgi birikimini tekrardan canlandırıp, bu yolda kararlı adımlar attığımızda ancak o zaman dirilişe geçebiliriz. Aksi takdirde üçüncü dünya ülkesi olmaktan kurtulamayız. Dün nasıl ki ilmiyle amil olmuş âlimlerin omuzlarında büyük bir medeniyet kurmuşsak, bugün de yeniden kendi Rönesanssımızı gerçekleştirebiliriz pekâlâ.        Asla Ortaçağ Avrupa'sında görülen skolâstik mantık yürütme ile din arasında yaşanan çatışma İslâm için geçerli değildir. Nitekim Şam, Bağdat, Kahire, Kurtuba ve İstanbul gibi mümtaz şehirler, ilim sayesinde adından söz ettirmiştir.  Hakeza bedeviyetten hadariyete ilimle geçiş sağlanmıştır. Derken ilmin temelleri ilim merkezlerinde atılıp bugünkü teknolojik gelişmelere ayna olunmuştur.
         Evet, onlar geçmişte ayna olurken maalesef bugüne geldiğimizde Resûlüllah (s.a.v.); "Âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanlarından üstündür" buyurduğu halde, biz hala "Kafdağı masalları" ve "Kesik Baş" hikâyeleriyle oyalanıp satıh üstü olana ilgi gösteriyoruz. Tabii hal vaziyet böyle olunca da ilmi zihniyetten uzak kalmamız gayet tabiidir.    
      Velhasıl;  "İlim Çin'de dahi olsa alınız" düsturunu canlandırmak gerekir.
      Vesselam.


30 Mayıs 2016 Pazartesi

İLİM PAZARA KADAR DEĞİL MEZARA KADAR SELİM GÜRBÜZER İlim paha biçilmez değer bir hazinedir, pazarda sergilenmez, bu yüzden başköşedir hep. Şahıs bazında da öyledir. Mesela öyle insanlar vardır ki, görünürde bizim gibidirler, oysa son derece deruni baş tacı şahsiyetlerdir. Nitekim Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’in halifeleri arasında Suriye’de bir köyün ismiyle müsemma Şah-ı Hazne (k.s) adında bir zat vardı ki, dışa yansıyan haliyle hiçte halife bir duruşu yoktu, bu yüzden pek çok insan o’nun deruni baş tacı âlim bir zat olduğunun hiç farkında bile olmazdı. Gavs-ı Bilvanisi de keza öyleydi, kendisi daha çok sofilerin arasına karışıp onlarla hep hasbıhal halde olduğu içindir âlim bir zat olduğu pek anlaşılmazdı. Hatta bu hususta kendi halini ortaya koyan şöyle bir sohbet ettiği de vakidir: “Ben sofilerden çok istifade ettim. Muhabbet noktasında Şah-ı Hazne’den alamadığımı sofilerden aldım. Sofilerle bulundukça onların muhabbeti, teslimiyeti ve aşkı ister istemez bize de sirayet edip benimki de artıyordu.” Malum, oğulları Seyda Hz.leri ve Gavs-ı Sani Abdulbaki Hz.leri de tıpkı kendisi gibiydiler. Yani her iki oğlu da Gavs’ın (k.s.) oğlu ve seyyid olduklarını belli etmeksizin çok halim bir halleriyle sofiler arasına karışıp dergâhın hizmetinde koşturmayı ihmal etmeyen isimlerdir. İşte yukarıda isim isim verdiğimiz Sadatların örnek davranışlarından anlaşılan o ki; Nakşibendî Tarikatı sırf muhabbet yolu olmakla kalmayıp yükte hafif pahada ağır ‘şeriat-tarikat-marifet- hakikat’ basamaklarını usul usul taliplilerine aştıran ilmi hal yoludur da. Tabii hal ilmi yolu olunca da Allah’a ulaşılan yollar arasında en kestirme yol olması son derece gayet tabiidir. Madem öyle bu yolun hem zahiri yönüyle hem de batıni yönüyle haşir neşir olmak gerekir. Aksi halde bu yolun ne zahiri veçhesinden ne de batıni veçhesinden istifade edilebilir. Nasıl mı? İşte Ubeydullah Ahrâr (k.s)’ın “Bu yolun büyükleri cehri, zahiri şeylere çok ehemmiyet vermemişlerdir. Onların her an bulundukları huzur hali en büyük ilimdir (haldir)” diye beyan buyurması bu gerçeğe işarettir. Böylece Ubeydullah Ahrâr (k.s) bu sohbetiyle bu yolun başında kurbiyyet ve şuhud (yakınlık ve seyir) hali olduğunu, nihayetinde ise ubu’diyyet ve mahrumiyet olduğunu vurgulamıştır. Zaten Nakşibendî tarikatının gücü etkisinde olmasının sırrı; tâ hafi zikrin önderi Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a)’dan beri ilmiyle amil sırat-ı müstakim üzere bir yol takip etmiş etmiş olmasıdır. Malumunuz insan yetiştirmek bağ bahçe ve tarla tapan işlerinde olduğu gibi ne ‘çiçek-bitki-tahıl’ yetiştirmeye benzer ne de ‘kırda bayırda ahırda’ hayvan yetiştirmeye. Bakınız günlerden bir gün Şeyh Muhammed Diyâeddin Nurşînî (k.s)’e sofilerden biri şöyle sual eder; -Kurban, yöremizden bir şeyh kırk günde icazet verip halifelik veriyormuş. Efendim bunda bir tuhaflık yok mudur, bu ne hızdır? Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s) tebessüm edip hemen orada bulunan Molla Mezin’e (Büyük Hoca’ya) der ki: -Ey Molla Mezin! Söyle bakalım bir eşeğin yavrusu kaç günde ayağa kalkar? Molla cevaben: -Kurbanım! İki üç güne kalmaz annesiyle dolaşır bir halde ayağa kalkar der. Hazret (k.s): -Peki, ya insan yavrusu? Molla: -Efendim, malumunuz yeni doğan bir çocuğa en az iki yıl süt verildikten sonra ancak ayağa kalkabilmekte, Hazret (k.s): -Peki, madem öyle eşeğin yavrusuna ne denir? Molla: -Sıpa denir. Hazret (k.s): -O halde insan yavrusuna ne denir? Molla: -Elbette ki insan denir. Hazret (k.s) verilen bu cevaplar üzerine en nihayetinde oradakilere dönüp şöyle sohbette bulunur: -İşte bu demek oluyor ki; dünyaya gelen 2-3 günlük eşek yavru için zahmet çekilmeyince adı sıpa olurken, insan yavrusu içinse en az iki yıl zahmet çekilip emek verilince de adı yine insan olmakta. Tabii ki anlayana, Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’in insan ve eşek yavrusu üzerinden getirdiği bu misaller aslında bir mesaj niteliği taşıyan misallerdir. Hele ki insan yavrusunun ayağa kalkıp birde kendini ilme verip ilmiyle amil âlimlik vasfı kazandığını bir düşünün böylesi bir zatı görenler o’na hürmet göstermeleri bir yana o’nda dirilir de. İşte gerçek anlamda bebeklikten çocukluğa, çocukluktan gençliğe ve gençlikten ihtiyarlığa bir ömür boyu ilimle geçirilerekten kemal bulmuş hız budur, öteki türlüsü ise malum acele eden ecele gider türünden satıh üstü kırk günde icazet alınmış bir hızdır. Bu yüzden ilim pazara kadar değil mezara kadar bir süreçtir deriz. Zaten bu yol uzun soluklu koşmayı gerektiren bir yoludur. Öyle ya, maratona hızla başlayıp da nefesi boşa tükettikten sonra yarı yolda nefes nefese kala kalmakta vardır. Oysa gerçek hız koşucusu o dur ki nefesini en iktisatlı şekilde kullanıp maratondan kazançlı çıkabilendir. Evet, ilim bir hayat boyu devam edecek sürecin adı diyebileceğimiz manevi kazanç kapısı bir nimettir. Yeter ki bu kapıda Yavuz Sultan Selim misali ilme hürmeten âlimin atının ayağından sıçrayan çamur olmaya razı olunsun gerisi gelir elbet. Hem nasıl gerisi gelmesin ki, bakınız Lokman Hekim’e: -Efendim, sizler ne yaptınız da bu denli bilgi donanımına sahip zat olabildiniz diye sual edildiğinde verdiği cevap çok manidardır: -Gözü görmeyen âmâ hafız sayesinde elbet. Zira o’nun bu âmâ haliyle pek çok şeyin hakkından gelmesi benim ufkumu ziyadesiyle açmaya yetti, arttı bile. İlim yolunda ziyadesiyle ufku açılan sadece Lokman Hekim mi, hiç kuşkusuz ulema sınıfının en meşhur âlimlerinden İbn-i Hacer’in ufkunun açılmasına da bir kaya parçası ilham olmuştur. Şöyle ki; günlerden bir gün İbn-i Hacer su kenarında dolaşırken içi oyuk bir kaya parçasıyla karşılaşır. O an kendi kendine şöyle tefekkür eyler: -Madem bu akan su zamanla sert bir kayayı oyaraktan mağara oluşturabiliyor, o halde bende kendimi ilme adayarak hakikat deryasında bir katre damla olabilirim pekâlâ. Hem damla olmadan derya olunmaz ki. Ve İbni Hacer’in bu tefekkürü işe yarar da. Derken ilme dört elle sarılıp hak ettiği ilmin zirve noktasına eriştiğinde asırlar boyu taş oğlu anlamına gelen İbn-i Hacer âlim bir zat olarak adından söz ettirir. Hakeza Abdullah b. Abbas (r.a)’da ilmiyle adından söz ettiren sahabelerimizdendir. Dile kolay 1660 hadis rivayet etmiş bir sahabemizdir o. Bundan dolayıdır ki kendisine ilmin çokluğundan ‘bahr-deniz’ dendiği gibi Kur’an ayetlerini tefsir eylemesi hasebiyle de ‘Tercümanü’l Kur’an’ denmekte hep. Öyle ki, Resul-i Ekrem (s.a.v)’in o’nun bu ilmi çabası karşısında şöyle dua ettiği vakidir: “Allah’ım! Ona hikmet öğret.” Hatta bir seferinde de Allah Resulünün o’nun gıyabında; “Ya Rabbi! Onu dinde fakih kıl ve ona tefsir ilmini nasip buyur” niyazında bulunduğu rivayet edilir. Gerçekten ilmin paha biçilmez kıymet değer bir cevher olduğu şundan besbelli ki; ilim sahibi bir mümin her halükarda Allah Resulünün dualarına katık olup baş tacı olabiliyor. Nasıl baş tacı olunmasın ki, bikere ilim öyle pazarda satıcıların bin bir türlü dil dökerekten satmaya çalıştıkları ne pazarlık malzemesi bir meta, ne bir reklam, ne de propaganda aracıdır. Şayet ilim reklam ve propaganda aracı bir malzeme olsaydı İmam Şafii; “Konuşmayı sükût lehçesiyle, ilmi bir araştırmayı ise düşünceyle destekleyiniz” tembihatında asla bulunmazdı. Zira dolu başaklar eğik olurmuş, boş başaklar da dik dururmuş. Keza boş tenekeden ses gelirmiş dolu tenekedense pek ses gelmezmiş. Aynen öyle de ilimde tıpkı dolu başak ve dolu teneke misali etkisi doluluğunda gizli bereket bir güçtür. Nitekim Tabiùn'un büyüklerinden Hasan-ı Basri bu hususta mealen şöyle der: “Hikmet taşımayan söz boşboğazlıktır. Düşünce içermeyen sükût lehçesi anlamsızlığın girdabına düşmüşlüğün ta kendisi yanılgıdır. İbret nazarı içermeyen bir bakış ise bu dünyada olan bitene boşu boşuna bakaraktan aval aval dolanmaktır...” Hatta bu hususta Tavus (r.a)’ın bildirdiği bir rivayette Havarilerden biri Hz. İsa (a.s)’a: -Ya Ruhullah! Yeryüzünde özü sözü bir sizin gibi var mıdır diye sorar. Hz. İsa (a.s) cevaben şöyle der: -Evet vardır. Onlarda malum; konuşması hikmet, susması tefekkür ve bakışı ibret nazar-ı üzere olanlardır. Evet, öyle anlaşılıyor ki, işin sırrı özü sözü bir olabilmekte. Çünkü ‘hikmet, tefekkür ve nazar ber kadem’ üzere âlim olmak bunu gerektirir. Ki; ruz-i mahşerde âlim bir müminle cahil müminin hesabı bir olmayacaktır. Öyle ki âlimin işlediği günaha bir yazılırken, cahile de iki günah yazılacaktır. Hatta bir hadis-i şerifin mealinde bu husus şöyle zikredilir: “Aynı günahı işleyen âlime bir, cahile ise iki günah yazılır. Âlim yalnız bir günahın cezasını çekerken cahil ise hem günahının hem de o meseleyi öğrenmemenin cezasını çeker” (Deylemi). Gerçektende âlimler, öğrendikleri ilminden ötürü yediden yetmişe hemen herkesin gözünde o kadar kıymet değer ifade eder ki; Peygamber kavlince âlimlere hürmette kusur edilmemesi yönünde “Âlimlerin eti zehirlidir” hadis-i şerifiyle dikkatli olunması gerektiği vurgulanmışta. Hele Allah muhafaza, ilmiyle amil olmuş âlim bir zata suizanda bulunulduğunda bunun bedeli çok ağır olup çok büyük bir zehir etkisi yapacağı muhakkak. Nitekim bir gün İmamı Azam talebelerine ders verirken bir akrebin üzerine doğru geldiği görülür. Talebeleri hemen müdahale edecekleri sırada İmam-ı Azam buna izin vermez. Ve talebelerine şöyle der; -Sakın ola ki müdahale etmeyesiniz, bırakın geliversin, Zira bizatihi kendim Resulullah (s.a.v)’in ‘âlimlerin eti zehirlidir’ hadis-i şerifini tecrübe etmek istiyorum, tecrübe edeyim ki bakalım ulemadan birimiyim? Eğer ulemadan biri isem biliniz ki akrep ölecektir demektir. Gerçekten de bu yaşanan hadiseyle birlikte büyük âlim olduğu tecrübe edilmiş olup akrep ölür de. Ki, ilmiyle amil âlimler Resulullah (s.a.v)’in “Ümmetimin âlimleri Ben-i İsrail Peygamberleri gibidir” hadis-i şerifine ve övgüsüne de mazhar olmuşlardır. Tabii bu hadis-i şerifte geçen 'Peygamberler gibidir' ifadesi hidayet yönündendir, asla fazilet yönünden değildir. Delil mi? İşte tarih boyunca milyonlarca kişinin hidayetine vesile olmuş çokça ilmiyle amil olmuş evliya-i kiramın tarihçe-i hayatları bunun bariz delilidir zaten. Madem elimizde böyle mühim tarihçe-i hayat külliyat delillerimiz var, o halde sadece onları isimce anmakla yetinmek olmaz. Bilakis izlerini iz sürmekte gerekir. Öyle ya, Hz. Nuh (a.s) dokuz yüz seneyi aşkın ömür sürmesine sürmüş ama, bir bakıyorsun karısı ve oğlu imana gelmediği gibi onca uzun bir zaman diliminde kırk kişi ancak hidayete gelebilmiştir. Şimdi belki diyebilirsiniz ki Hz Nuh (a.s) zamanında ki hidayeti anladıkta, peki ya günümüz insanının hidayet yönünden hali nicedir? Bikere şunu kafamızdan çıkarmayalım ki; artık ahir zamandayız, dolayısıyla bizim için şuan bugünden tezi yok derhal hem dünyamızı hem de ahretimiz kurtaracak ilme sarılmak olmalıdır. Nedir o ilim derseniz, zamanın ruhunu iyi okuyabilen pek çok ehl-i sünnet ulemamız bu hususta fıkıh öğrenmenin Kur’an-ı Kerimi ezberlemek ve nafile ibadet etmekten daha efdal olduğunu beyan etmişlerdir. Hele bilhassa bizim gibi avam insanlar için fıkıh öğrenmekten maksat ilmihal bilgisine vakıf olmaktır, ulema için ise fıkhın ta kendisi ilimdir elbet. Şayet bu maksadın dışında fıkıh bilgisi edinmeden ömür törpülersek biliniz ki sosyal hayatta ve beşeri münasebetlerde şaşkın ördek bir halde habire dolanıp durmuş oluruz. Ki, işin ciddiyetini bizatihi Hz. Ömer (r.a)’ın halife sıfatıyla umuma yönelik söylediği “Bizim çarşı pazarlarımızda fıkıh bilgisi olmayan ticaret yapamaz, çünkü fıkıh bilgisi kıt olan insanlar faize düşer” talimatlarından pekâlâ idrak edip anlayabiliyoruz da. Peki, idrakinde olmak iyi hoşta ilmihal bilgisi sadece bize çarşı pazar için mi gereklidir. Hiç kuşkusuz farz olan ibadetlerde buna dâhildir. Şöyle ki; Abdülkadir Geylani (k.s), Allah’a öyle halisane bir şekilde ibadet ederdi ki; bir gün ibadet halde iken gaipten bir ses işitir: -Ey zikirle meşgul kulum, artık bilesin ki senden bütün amel yükümlülüklerini kaldırdım! Abdülkadir Geylani (k.s) derhal bu sesleniş karşısında derhal tepki koyup şöyle der: -Ey lanetlenmiş şeytan! Bu da ne söz, derhal yıkıl karşımdan. Şeytan bu ya, hemen karşısından toz olmaz: -Eeeh yıkılmasına yıkılıyım da, ama bu arada merak ettiğim bir şey var ki, o da benim şeytan olduğumu nasıl bildiniz? Tabii Abdülkadir Geylani Hz.leri (k.s) ilmiyle amil büyük bir zat, elbette bilir. Öyle ki vereceği cevap melun şeytanın ipliğini pazara çıkarmaya ziyadesiyle yeter bile. Ve cevaben şöyle der: -İki şeyi dayanak kılarak bildim. Birincisi akaid ilmi, ikincisi de fıkıh ilmidir. Akaid ilmine dayanarak sesinin tek yönden geldiğini bildim. Eğer ses tek yönden değil de dört bir yandan etrafımı çepeçevre kuşataraktan gelseydi o zaman bu ses rahmanidir derdim. Fıkıh ilmine dayanarak da şunu söyleyebilirim ki; değil bizlerin ibadetten muaf tutulması peygamberlerin bile üzerinde asla ibadet mükellefiyeti kalkmış değildir. Öyle ya, ilim olmazsa rahmani sandığımız birçok şeyin şeytani olup olmadığını nasıl anlayabiliriz ki. İşte bu nedenle ilim pazara kadar değil mezara kadar gerçeğini iyice hafızamıza kazımamız icab eder. Zira Müberra Dinimiz İslam, ilmin ta kendisi bir dindir. Nitekim Hıra mağarasında ilk inen oku ayetiyle ilim startının veriliyor olması bunun bariz bir göstergesidir. Yine bu hususlarda Gavs-ı Bilvanisi Abdulhakim el Hüseyni Hz.lerinin üçüncü halifelerinden aynı zamanda kendisi yüz yaşlarında Medine’de şeb-i arusla vuslata eren Şeyh Molla Abdussamed Hz.lerinin Feyz dergisine verdiği röportajda bakın ne diyor bir görelim: “Herkese diyorum ki, hem sofi olun hem de tavizsiz olarak Allah'ın (c.c) emirlerine sımsıkı sarılsın. Nefis isterse istesin, istemezse istemesin. Allah'ın (c.c) emirlerine, Allah'ın (c.c) istediği gibi sarılın, nefsin istediği gibi değil. Allah'ın (c.c) ipine sarınılacak. Şah-ı Nakşibend Hazretlerine soruyorlar: -Bazılarının müridleri denizin üstünde yürüyor. Cevap veriyor: -Kurbağa da yürüyor. -Bazılarının müridleri uçuyor diyorlar. Yine cevap veriyor: -Kuş da uçuyor diyor. -Bazılarının müridleri buradayken bir bakıyorsun öğle namazını Mekke'de kılıyorlar diyorlar. Diyor ki; -Şeytan da Şarkta iken, bir bakıyorsun Garpta da bulunabiliyor. Bu kez oradakiler: -Peki, bu söylediklerinizin hikmeti nedir diye sorduklarında, -Bunun tek bir hikmeti vardır, o da istikamet üzere olmak gerektiğidir. İşte görüyorsunuz Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın sohbetinden de anlaşıldığı üzere keşif bazen insan da olur. İnsana bir his gelir, sanki ilham gibi bir şey olur. İşte bunların arkasına düşülmeyecek, bunların arkasına düşülünce istikamet gidiyor. Şayet bu haller, Allah'ın (c.c) emrine uygunsa o şekilde hareket edecek, o da kendi nefsinde duracak kimseye söylemeyecek. Bazı sofilerin keşfi açılıyor. Bu keşif cinden de olur şeytandan da olur, onun hal ve hareketlerine bakacaksınız, hal ve hareketi şeriata uygunsa, onu kabul edecek, değilse etmeyeceksiniz. Üstelik de o kişi iddia ediyor, benim şeyhim Gavs'dır, ben Gavs'ın müridiyim diyerek kendisini haklı gösteriyor. Hem de Allah-u Zülcelâl’ın Dinine darbe vuruyor. Bazı sofiler diyorlar ki ''Ben Seyda'yı gördüm, ben Gavs'ı gördüm, şöyle yapıyorlardı, bana söyledi'' derler. Bunların hepsi yalandır. Böyle şey yoktur, şeriata muhaliftir. Bir mürid, kendi şeyhinin hal ve hareketlerini bilemez, o yalandır. Bunu yapan kişi sofileri kandırıyor. Önemli bir husus da; bir mürid, yeri geldiği zaman, yani ihtiyaç olduğu zaman, nerede olursa olsun, insanlara bildiğini tebliğ edecek. Sorulduğu zaman söyleyecek. Tebliğ herkesin vazifesidir.” (Bkz. Feyz Dergisi Sayı 64 Ekim-1996) Peki, deminden beri ilim ilim diyoruz iyi hoşta ama günümüz dünyasında ilim bakımdan durum vaziyet hiçte iyi gözükmüyor. İlim hak getire, bikere ilim dendiğinde filim sanılmakta hep. Bakmayın siz öyle yaşadığımız çağa bilgi çağı denmesine, aslında bilgi çağından çok bilgi kirliliği çağı dersek daha yeğdir. Bilgi kirliliği o kadar zirve yapmış durumda ki kime ne sorsan kendi bilgisini ilim sanmakta. Hatta materyalistlere de ilim ne diye sorsak, verecekleri cevap fizik ve kimyanın birleşimlerinden ibaret hayata dair bilgi birikimidir diyeceklerdir. Oysa fizik ve kimyaya ait tüm bilgileri bir araya toplanıldığında laboratuar şartlarında yaşanılır bir hayat oluşturulamayacakları görülecektir. Kaldı ki; fizik-kimya-biyoloji ve matematik gibi pozitif bilimlerle ancak kâinatta var olan kanunlar ancak keşfedilebilmekte, bunun dışında fizik ötesi âlemi anlamak pek mümkün gözükmüyor. Nasıl mı? Her ne kadar görünür âlemde, mesela Fizikte çekim kanunu incelediğimizde gezegenlerin yörüngelerinin belli bir hesap planı içerisinde deveran olduklarını fark etsek de ama tüm bu hesaplamalar içerisinde yinede bir bakıyorsun çekim nedir sorusunun biri ucu açık soru olarak kalması kaçınılmazdır. Zira çekim kanunun fiziki bakımdan izah edilmeye çalışılması tam tamına özüne ve içeriğine de vakıf olunacak anlamına gelmez. Her halükarda Fizikçiler çekim kanununa gravitasyon demekle yetinip işi kotarmaya çalışmak durumda kala kalacaktır. Şu bir gerçek kâinatta var olan kanunları Allahın lütfettiği aklımızla keşfederekten teknolojik ürünler üretmek başka bir şeydir, üretilen teknolojik ürünlere asla yaratıcılık misyonu yüklenemeyeceğinin bilincinde olmak başka bir şeydir. Öyle ya, mesela en çok teknolojinin getirdiği en son model bilgi teknoloji ürünlerine baktığımızda asla kendi kendine ortaya çıkmış ürünler değil, bilakis insan zihninin tabiatta var olan kanunları keşfetmesi sonucu ürettiği ürünler olduğunu görürüz. Şayet her kim her üretilen teknolojik ürünlere yaratıcı gözüyle bakarsa bu büsbütün Yaratıcı kudretin indinde haddi aşmak olur ki bunun anlamı maddeyi ulûhiyet isnad etmekten başka bir şey değildir. Mülkün sahibi Allah’tır çünkü. Hem bilim maskesi altında Allah’ı inkâr etmek kimin haddine. Modern bilim dedikleri adı üzerinde modernlik taslamaktır, yani sonradan görmüşlüktür. Dahası modernlik kisvesi altında güttükleri bilim davası aslında bir kılıftır, tamamen mantık yürütme oyununa dayalı ruhtan bihaber bir kurgudur. Baksanıza bir takım aklı evvel materyalistler sırf fizik ve kimya üzerine kurguladıkları hayal âlemiyle oyalandıkları içindir ruhsuz bir hayat öykünün kurbanı olmaktalar habire. Her neyse onlar çıkmaz sokaklarda debelene dursunlar asıl Müslümanlar olarak bu hayat serüveni içerisinde bizim ne yapacağımız çok önem arz etmektedir. Yapacağımız şey aslında gayet basit, o da malum olduğu üzere beynimizi ve kalbimizi çağdaşlık maskarası altında maddenin aldatıcı cazibesine kaptırmaksızın farz ilme yönelmek olmalıdır. Çünkü mümin olana ilk evvela hem dünya çağdaşlığını hem de ahret çağdaşlığını kurtaracak farz-ı ayın ilmini bilmek yaraşır. Farzlardan sonra ise vacip, sünnet, mendup, müstehap, mubah, mekruh ve müfsid vs. tüm bunları bilmek gerekir. Kelimenin tam anlamıyla bu fani dünyada en acil öğrenmemiz gereken temel bilgilerin başında hiç kuşkusuz akaid gelir. Akaid ilminin akabinde hemen fıkıh ilminin en önemli rüknü olan namaz ilmini öğrenmek gelir. Namaz ilmi derken elbette ki namaz öncesi temel hazırlık alt yapı niteliğinde olan taharet, abdest, gusül ve kıraatin nasıl okunacağına dair tüm bilgilerde bu kapsama dâhildir. Daha sonrasında ise oruç, zekât, hac gibi diğer farz olan ibadetlerin öğrenilmesi icab eder. Böylece bu öğrenilen bilgiler eşliğinde ibadetlerimizi sağlama aldıktan sonra en nihayetinde sıra beşeri münasebetlerimize gelir ki, bunun için de: -Ana baba hukuku bilgisi, -Allah için kimleri sevip kimlere buğz etmemiz gerektiği bilgisi, -Hak ve hakikat yolunda ışık feneri kabul ettiğimiz âlimlere karşı vazife bilgisi, -Batini hastalıkların icabına nasıl bakılır bilgisi, -Neyin helal neyin haram olduğunun bilgisi, -Rızka teslimiyet ve helal kazanç gibi vs. bilgilerin öğrenilmesi gerekir. Şayet tüm bu bilgilerden yoksun halde hayatımızı idame edersek biliniz ki bir ömür boyu maazallah hem dünyamızı hem ahretimizi mahvı perişan etmiş olacağız demektir. Madem hal ilmi bu denli hayatımızı idame etmek için derde deva ilaç bir ilim, o halde neydik edip halimizi ilmihalle taçlandırmak gerekir. Zaten İslam ilmihali halimize güzellik katmak için vardır. Zira adı üzerinde hal ilmidir. Düşünsenize İslam ilmihalimiz olmasa kim bilir halimiz nice olurdu. Halimizin ne olduğunu ancak öldükten sonra kabrimizi ziyaret edipte başımızda bulunanlara vereceğimiz şu cevapla ortaya çıkacaktır: -“Ey kabrimizi ziyaret eden kardeşlerimiz! Sakın ola ki ölmeden önce ilmihalsiz bir hayatla ömrünüzü tüketmeyesiniz. Akıllı kişi o dur ki, kabre girmeden önce dünyada iken bir nefesini dahi ilmihalsiz geçirmeyendir. Siz siz olun dünyada iken ilmihali baş tacı edinenlerden olun ki aramıza Salih ameliyle birlikte katılanlardan olasınız.” İşte kabirlerinde yatan mevtaların inleyişinden anlaşılan o ki; dünyada ahlakımızın güzelleşmesi ve sünneti seniye’ye uygun bir hayat geçirmek için İslam ilmihali bilgisinin öğrenilmesinin şart olduğu gibi ayrıca emr olunan söz konusu şartların yerine getirilmesi de gerekir. Ki; Allah'ın (c.c) emirlerini yerine getirmek ve Resulullah (s.a.v.)'in sünnetine uygun yaşayış bunu gerektirir. Öyle ki Allah Teâlâ Kur’an’da beyan buyurduğu; “De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olunuz. Ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir” (Ali İmran/31) ayet-i celilenin mana ve ruhu aynı zamanda hal ilmiyle hâllenmek gerektiğine çağrıdır. Şayet bu ilahi çağrıya icabet etmezsek vay halimize, bir arpa boyu bile dahi asla yol alamayız. Velhasıl-ı kelam; hali olmayan halden ne anlar ki. O halde daha ne duruyoruz, tez elden kendi halimizi ilmihal ile halledelim ki hal ve ahvalimiz güzel olsun. Ki; Peygamber kavlince ilim beşikten mezara kadardır. Vesselam.



İLİM PAZARA KADAR DEĞİL MEZARA KADAR

 SELİM GÜRBÜZER

       İlim paha biçilmez kıymettir, pazarda sergilenmez, o hep başköşedir.
      Şah-ı Hazne (k.s),  Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’in yetiştirmiş olduğu halifelerin içinde dışa yansıyan haliyle en ednasıydı, bu yüzden birçok kişi onun âlim olduğunun farkında pek olmazdı.  Gavs-ı Bilvanisi de öyleydi, o da kendini gizlerdi. Derdi ki; “Ben sofilerden çok istifade ettim. Muhabbet noktasında sofilerden aldığım hazzı Şah-ı Hazne’den alamadım. Sofilerle bulundukça onların muhabbetini, teslimiyetini ve aşkını gördükçe benimki de artıyordu.”
       Öyle anlaşılıyor ki; bu yol yükte hafif, pahada kıymet teşkil eden ilim yoludur. Dahası Allah'a giden yolda en kestirme güzergâhtır. Onun için hakikat yolun zahir yönüne takılan ve zahir kısmından medet uman kimseler maneviyattan nasipsizdirler. Nasıl mı? İşte Ubeydullah Ahrâr (k.s) bu konuda; “Bu yolun büyükleri cehri, zahiri şeylere çok ehemmiyet vermemişlerdir. Onların her an bulundukları huzur hali en büyük ilimdir” (haldir)  buyurmakta. Böylece bu yolun başında kurbiyyet ve şuhud (yakınlık ve seyir) hali olduğunu, nihayetinde ise ubu’diyyet ve mahrumiyet olduğunu vurgulamıştır.  
        Malumunuz insan yetiştirmek bitki yetiştirmeye benzemez. Bir gün Şeyh Muhammed Diyâeddin Nurşînî (k.s)’e;
      —Kurban, bir şeyh kendisine geleni kırk günde icazetini tamamlayıp halifelik veriyor, buna ne dersiniz. Bunun üzerine Hazret (k.s) orada bulunan Mollayı Mezin’e (Büyük Hoca’ya) sorar:
      —Molla!  Bir eşeğin yavrusu kaç günde ayağa kalkar?
     Molla cevaben:
      —Kurban iki veya üç güne kalmaz ayağa kalkıp annesiyle dolaşmaya başlar der.
     Hazret (k.s):
     —Peki, insanın yavrusu ne zaman kalkıp dolaşır?
      Molla:
      —Efendim yeni doğan çocuğu annesi en az iki sene süt verdikten sonra ancak ayağa kalkabiliyor, üstelik ilk hamlede ayağa kalkamaz, birkaç sürünme ve emekleme döneminden sonra bu durum gerçekleşir.
      Hazret (k.s):
      —Peki, eşek yavrusuna ne,  insan yavrusuna ne derler?
       Molla:
       — Eşeğin yavrusuna sıpa, insan yavrusuna insan derler.
      Hazret (k.s):
       —İşte gördün ya,  zahmet çekilmeyince eşek sıpa, emek verilince insan oluyor deyip Gavs-ı Bilvanisi'nin şu sözünü hatırlamamıza vesile olur: İnsan öyle olmalı ki bütün âlem o insana çalışmalı.
        Yine bir başka misalde ise Lokman Hekimin verdiği müthiş cevapta görüyoruz. Şöyle ki;  Lokman Hekim’e sorarlar:
       —Sen bu ilmi, aklı ve bilgiyi nereden öğrendin?
       Lokman Hekim cevaben;
—Gözü görmeyen bir hafızdan elbet.. Gözü görmüyor amma elindeki asasıyla önünü kontrol edip yürümesi benim için ibret vesikası olmasına yetti, dolayısıyla o bu noktada rehberimdir.
     Tabii bitmedi dahası var, bir çarpıcı ilginç misalde;  ulema sınıfının en meşhur âlimlerinden İbn-i Hacer su kenarında dolaşırken içi oyuk mağara şekline bürünmüş kaya parçası ile karşılaşıyor. Kendi kendine; madem su bu kadar kıvrım kıvrım akıp  zamanla sert bir kayayı delip mağara oluşturabiliyor, o halde damlaya damlaya göl olur misali pekâlâ bende ilme sarılıp ilmi hakikat elde edebilirim der.  Gerçekten de bu tefekkürle birlikte ilme dört elle sarılıp hak ettiği zirveye gelir de. Bu yüzden kendisine taş oğlu anlamına gelen İbn-i Hacer denilmiştir.
    Abdullah b. Abbas (r.a)’da çok büyük ilim sahibiydi, öyle ki 1660 hadis rivayet etmiş ve ilmin çokluğundan dolayı ona ‘bahr–deniz’ denip, deruni ilminden dolayı da ‘Tercümanü’l Kur’an’ ismiyle yâd edilmiştir.  Öyle ki, Resulü Ekrem (s.a.v)  İbni Abbas hakkında;  “Allah’ım! Ona hikmet öğret” diye dua etmiş,  bir rivayette ise; “Ya Rabbi! Onu dinde fakih kıl ve ona tefsir ilmini nasip buyur”  diye zikredilir.
 Şu da var ki ilim demek illa nutuk çekmek değildir.  Nitekim İmam Şafii; “Konuşmayı sükût lehçeyle,  ilmi araştırmayı ise düşünceyle destekleyiniz” der. Tabiin'in büyüklerinden Hasan-ı Basri ise; “Hikmet taşımayan söz, boşboğazlıktır. Susması düşünce olmayan insan yanılmıştır. Bakışının amacı ibret olmayan kimse boşu boşuna oyalanmıştır” der.
 Hatta Tavus (r.a)’ın bildirdiğine göre Havariler merak edip Hz. İsa (a.s)’a:
   —Ya Ruhullah! Yeryüzünde şu zamanda senin gibisi var mı?
   Hz. İsa (a.s):
                   —Evet var. Konuşması zikir, susması fikir ve bakış amacı ibret olanlar benim gibidirler diye cevap vermiştir.
         Evet,  Âlim olanla cahil olanın günahlarının hesabı bir değildir. Âlimin işlediği günaha bir, cahile de  iki sevap yazılır.  Bu yüzden âlimler o kadar kıymet ifade eder ki; Resulü Kibriya Efendimiz(s.a.v) “Âlimlerin eti zehirlidir” buyurmuştur, yani onların aleyhinde bulunanların zehir eti yemiş gibi olacakları manasınadır.   Nasıl mı? İşte bir gün İmamı Azam talebelerine ders verirken akrebin hücumuna uğrar, öğrencileri hemen müdahale etmek ister ama İmam-ı Azam;
        —Bırakın gelsin, müdahale etmeyin, ben Resulüllah’ın âlimlerin eti zehirlidir hadisini tecrübe etmek istiyorum bakalım ulemadan mıyım der. Eğer ulemadan isem akrep ölür. Gerçekten de büyük âlim olduğu ortaya çıkıp akrep ölür de. Kaldı ki Resulullah (s.a.v)’in “Ümmetimin âlimleri Ben-i İsrail Peygamberleri gibidir” beyan buyurması onların önemini ortaya koymaya yeter artar da.  Tabii bu hadisi şerifte geçen  'Peygamberler gibidir' ifadesi fazilet yönünden değil, hiç kuşkusuz hidayet yönündendir. Ki; zaten tarih boyunca milyonlarca kişinin hidayetine vesile olmuş çokça evliya-i kiramın varlığı bunun teyididir.  O halde evliya deyip geçmemek gerekir,   bakın,  Hz. Nuh (a.s)  dokuz yüz seneyi aşkın ömür sürmüş ancak kırk kişi hidayete gelmiş,  hatta karısı ve oğlu bile iman etmemiş.
           Evliyayı anladıkta, peki ya günümüz insanının hali nasıldır? Bikere ahir zamandayız, bizim önceliğimiz evliya olmak olamaz, bizim için acil olan ahretimiz kurtaracak ilme sarılmak olmalıdır. Madem öyle, önceliğimiz nedir sorusuna cevap olarak birçok ulema fıkıh öğrenmenin Kur’an ezberlemek ve nafile ibadet eda etmekten daha efdal olduğunu beyan ediyorlar. Belli ki fıkıh öğrenmekten maksat haram helalin bilinmesinden öte ahret için gerekli olan ihtiyacın fazlasını öğrenmek içindir. Zaten Hz. Ömer (r.a)  halife sıfatıyla “Bizim çarşı pazarlarımızda fıkıh bilgisi olmayan ticaret yapamaz, çünkü fıkıh bilgisi kıt olan insanlar faize düşer” beyan buyurması bu ihtiyacın gerekliliğini teyit ediyor da. Sadece çarşı pazar mı? Elbette ki hayır,  bu ihtiyaç ibadet içinde geçerlidir. Şöyle ki;
  Abdülkadir Geylani (k.s) Allah’a öyle ibadet ederdi ki; bir gün ibadet halde iken bir ses işitir:
—Ey zikirle meşgul kulum, artık senden bütün amel yükümlülüklerini kaldırdım!
Abdülkadir Geylani (k.s) derhal bu seslenişe;
—Ey lanetlenmiş şeytan defol deyip tepki gösterir.
 Şeytan:
—Peki; benim şeytan olduğumu nereden bildin ki?
Abdülkadir Geylani (k.s):
—İki şeyle; birincisi akaid ilmimle, ikincisi fıkıh ilmimle. Akaid ilmine dayanarak; sesin
tek yönden geldiğini hissettim, dolayısıyla bu hissin şeytani olduğunu anladım. Eğer ses her taraftan gelseydi rahmani olurdu. Fıkıh ilmine dayanarak şunu söyleyebilirim ki; değil ben,  peygamberlerden bile ibadet mükellefiyeti kaldırılmamıştır.
        İşte Abdülkadir Geylani'nin sözlerinden de anlaşıldığı üzere ilim bu. İlim olmazsa rahmani sandığımız birçok şeylerin şeytani olup olmadığını anlayamayız. Dolayısıyla illa ki ilim şart diyoruz.
         İslam ilmin ta kendisidir zaten. Nitekim Hıra mağarasında oku diye ilk ilim startı verilmiş bile. Peki, günümüzde durum nasıl? Malum; yaşadığımız çağ için bilgi çağı denilip, bilgiden çok bilgi kirliliği dersek yeridir. Bilgi kirliliği o kadar zirve yapmış ki birçok faydalı sandığımız faydasız bilgiler çevremizi kuşatmış durumda. Öyle ki; kime sorsan kendi sunduğu bilgiyi doğru sanmaktadır. İster istemez bu durumda acaba hangisi doğru demekten kendimizi alamayız da.  Nitekim materyalistlere ilim ne diye sorsak, verecekleri cevap fizik ve kimyanın birleşiminden ibaret hayata dair bilgi diyeceklerdir. Oysa fizik ve kimyaya ait tüm bilgiler toplandığında laboratuar şartlarında hayat oluşturulamayacağı görülecektir. Kaldı ki; fizik, kimya, biyoloji ve matematikten sadece esinlenerek bir takım teknolojik gelişmeler kat edilebiliyor, ama asla hayata dair program ortaya konamaz. Mesela çekim kanunu ile gezegenlerin yörüngeleri hesap edilebilir, ama çekim nedir sorusunun cevabı her zaman açık kalacaktır.  Zira çekim kanunun biçim bakımdan izah edilmeye çalışılması özüne vakıf olmak anlamına gelmez. Dolayısıyla çekim kanununa gravitasyon demekle sadece isimlendirmiş oluruz.
          Keza yine kâinatta keşfedilen kanunlar sayesinde en modern makineler üretilebilmesi başka bir şey, üretilen makinenin hayat sahibi olamayacağı başka bir şeydir.  Bu yüzden ne cep telefonu, ne de uçaklar hayat sahibidir. Anlaşılan hayat ilmini makinelerle izah etmek mümkün değildir,  ama belki bundan hareketle maddeye biçimsel varlık gözüyle bakabiliriz. Hele bunun ötesinde eşyaya misyon yükleme çabasına girmek büsbütün haddi aşmak olur. Modern bilimler daha çok mantık esasına dayanmaktadır, ruhtan bihaberdirler. Bu yüzden aklıevvel materyalistler salt fizik ve kimya üzerine kurdukları hayatın kurbanı olmuşlardır. Onlar çıkmaz sokaklarda dolaşa dursunlar bu keşmekeş içerisinde biz Müslüman’ların yapacağı tek şey, beynini ve kalbini maddenin esaretinde kurtarıp farz ilme yönelmek olmalıdır. Çünkü mümine ilk evvela ilim farz-ı ayını bilmek lazımdır.  Fazlardan sonra ise; vacip, sünnet, mendup, müstehap, mubah, mekruh ve müfsidi vs. bilmek esastır.           
         Şurası muhakkak farz olan ilmin başında akaid gelir. Akaitten sonra namazla ilgili farzlar gelir. Ancak bu arada unutmamamız gereken husus,  namazın öncesinde temizlikle ilgili taharet, abdest ve guslün farzları,  farz olan kıraati ezberlemek, ilmihal bilgilerini öğrenmek gerektiğidir. Sonrası malum ana baba hukuku, kimleri sevip kimlere buğz etmemiz icap ettiğini, Hak ve hakikat yolunda önder kabul ettiğimiz âlime karşı vazifeler, batini hastalıklar, oruçla ilgili bilgiler, hac, helal haram, rızık ve helal kazanç, zekât gibi konular bilinmesi zaruridir. Aksi takdirde ilimsiz yol kat edilemez.
      Kelimenin tam anlamıyla halini güzelleştirecek ilmi öğrenmeli ki hem kendimiz, hem aile efradı, hem çevremiz huzur bulsun. Zaten ilmihal kitapları bunun için vardır. Yani ilmihal;  hal ilmidir.  Belli ki; ahlaki güzelleştirmeye yönelik ilim olması dolayısıyla ilmihal denilmiştir. Sünnet-i Seniye'ye uygun yaşayış gerçekleştirmek ilmihal bilgisi ile mümkün. Zira Allah Teala “De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olunuz. Ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir” (Ali İmran/31) beyan buyurmakta.
      Velhasıl; halini bilmeyen halden anlamaz. O halde tez elden hal ilmi pazara kadar değil, mezara kadar işleyen bir süreç olmalıdır.

       Vesselam.

29 Mayıs 2016 Pazar

SON NEFESTE PİŞMAN OLSAN NE OLMASAN NE



       
SON NEFESTE PİŞMAN OLSAN NE OLMASAN NE

                SELİM GÜRBÜZER

       Allah'a inanan her mümin hayatını ehlisünnet itikadı doğrultusunda amel işleyerek tanzim etmesi gerekir. Aksi halde son nefeste imanla göç etmek nasip olmayabilir. Dikkat edin nasip olmayabilir dedik. Çünkü son nefeste hiç kimsenin imanla göç etme garantisi yoktur. Dolayısıyla iman hususunda ümitle ümitsizlik arası bir konumda bulunmakta fayda var. Bu demektir ki ne ümitsizliğe kapılıp ibadet boşlansın ne de aşırı ümit var olup teat ve ibadetlerde gevşek davranılsın. Gerçektende imanda rehavete kapılmak ibadette gaflet ve gevşekliği beraberinde getirebiliyor. Şöyle bir etrafımıza dönüp baktığımızda:
      - Başlangıcı iyi ama sonu felaket,
      -Başlangıcı kötü ama sonu çok iyi,
      -Hem başlangıcı hem de sonu iyi olan insanlardan müteşekkil tasnifle karşılaşabiliyoruz.  
       Elbette ki bu tasnifin ikinci kısmı için Allah sonumuzu hayır etsin niyazında bulunmak temennisinden başka elimizden bir şey gelmez. Ama üçüncü kategoride yer alan temenniden öte çalışılarak elde edebilecek bir istikamet çizgisidir. Üstelik bu üçüncü şık hem ölmeyecekmiş gibi dünyaya hem de yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmak gerçeği ile yüzleşmek de vardır.  Zaten yüzleşildiğinde ister dünyalık işler olsun isterse ahretlik hiç fark etmez işi son ana bırakmamış oluruz. Hele işin ucunda birde iman söz konusu olunca ha bugün ha yarın derken işi şansa bırakmak olur ki, bu bizim için bir felaket doğuracağı muhakkak. Ölümün ne zaman ne şekilde vuku bulacağı belli değil, her an kapımızı çalabilir de. Allah korusun ölüme hazırlıksız yakalandığımızda imanımız her an gümbürtüye gidebilir. Öyle ya, madem dinimiz akide üzerine kurulu,  o halde itikadımızın gereğini yapmakla mükellefiz.  Nasıl mı?  Mesela fıkhı konularda kafa yormuş bir ulema düşünün,  ibadet, ukubat ve muamelat gibi konularında hata yaptığında dinimizce hoş görülebiliyor, ama mevzu akaid konusu olunca asla hoş görülmez. Hatta dinimizde hoş görülmesi bir yana akaidin ihtilaf konusu edilmesi bile bidat kapsamında değerlendirir. Hem nasıl hoş görülsün ki,  iman parçalanıp dilimlere ayrılan bir nesne değil ki üzerinde ihtilaf edilsin.
           Anlaşılan iman hususu hassas bir konu, üzerinde pek ihtilaf edilmeye gelmez. Şayet ihtilaf konusu edilip hata edilirse bu küfürdür. Fakat elfaz-ı küfür türünden kasıtsız ve sehven söylenilmiş sözler bundan istisnadır. Yine de sehven söylenilmiş olsa dahi tövbe edilmesi gerekir.  Keza buna dil sürçmesiyle söylenen küfür sözlerde dâhildir.
          Bir mümin düşünün ki baskı altında küfür söz söylemek zorunda kalmış, peki bu duruma ne demeli, elbette ki bu kişi baskıya maruz kaldığı için kâfir olmaz.  Delil mi?  İşte Ammar bin Yasir’in başına gelenler bunun en bariz delili. Malumunuz müşrikler, Ammar bin Yasir’e işkence yapıp kafasını birinci ve ikinci daldırışlarda suya soktuklarında o yine Kelime-i Tevhidi ikrar etmekten geri durmayacaktır. Ta ki üçüncü daldırışa gelindiğinde artık takati kesilip diliyle:
         - O peygamber değildir demek zorunda kalacaktır.
         Tabii o anda Ebu Cehil’in gözlerinde zafer şimşeği çakıp şöyle der:
         - Ha! Şimdi oldu, yoksa sende tıpkı baban ve annen gibi pisipisine gidecektin.
          İşte çirkeflik bu ya,  müşrikler bununla da yetinmeyip bu kez Ammar bin Yasir’e ‘Lat ve Uzza Tanrıdır’ lafını da zorla söyleteceklerdir.
            Tabi Ammar bin Yasir ikrarın akabinde nefes nefese soluğu Habib-i Ekrem’in yanında alıp huzura çıktığında şöyle der:
       “ - Ya Rasulullah! Bu kelamı zorla söylettiler, şimdi düşünüyorum da benim halim nice olacak?”
          Habib-i Ekrem (s.a.v);
        “ - Ey Ammar! Hani takatinin kesildiği anda o sözleri sarf ettin diyorsun ya,  peki o esnada kalbinin sesi nasıldı?”
         Ammar bin Yasir tutku gözyaşları eşliğinde cevaben şöyle der:
        “ - Ya Rasulullah! İnanın kalbim hep seninleydi.”         
         Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.v) bu cevabı sözler üzerine:
        “ - Bak Bilal, şayet sana tekrar baskı yapıp zorlarlarsa yine söyle, sakın çekinme” der.
          Ammar bin Yasir bu sözleri işittiğinde derin bir oh çekip kendine gelirde. Nasıl kendine gelmesin ki, aksi cevap alsaydı sürekli kafası ‘acaba imanımı kaybettim mi’ saikiyle içten içe yanıp tutuşacaktı. Neyse ki Allah Resulünün sözleri hem kendisini hem de bu vesileyle tüm Ümmet-i Muhammedi bağlayacak hüküm hale gelir. Nitekim Yüce Allah bu hususta: “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse, -kalbi iman ile dolu olduğu halde inkâra zorlanan müstesna- fakat kimin küfür ile gönlü seviniyorsa, işte onların üzerine Allah’tan bir gazap vardır ve ayrıca onlar için büyük bir azap vardır (Nahl 106)”  beyan buyurmakla hükme bağlanmış olur. Yani “her kim küfür hayatına dönerse…  Ancak kalp iman huzuruna ermiş olarak zor karşısında diliyle küfür kelimesini söyleyen böyle değildir” hükmünce hiç kimse çıkıp da bundan böyle Ammar dinden döndü ifadesini söyleme cesaretini kendinde bulamayacaktır.
          Keza bir mümin düşünün ki,  bir başkasına küfür söz söylemesi için telkinde bulunmuş,  elbette ki böyle bir kişinin savunulacak hiçbir tarafı yoktur,  küfre girmesi de gayet tabiidir. Düşünsenize el insaf, kendisi küfür söz söylemeyecek ama bir başkasına söyletmede beis görmeyecek. Oysa bu tutum düpedüz imanla dalga geçmek anlamına gelir ki,  bir bakmışsın imanı uçuruvermiş. Ki; ahır zamanda iman kor ateş olup elde tutması zor olacak ta.  Madem ahır zamandayız, o halde iman hususunda Ammar bin Yasir örneğinde olduğu gibi üzerinde bir değil, iki değil, üç değil,  belki bin kez düşünüp titrememiz gerekir.  
          Evet, Rabbul Âlemin, insanın önce kalbindeki imana bakar, amel defteri ise sonrasında açılır. Zaten iman olmayınca amelden sual olunmaz da.  İşte bu nedenledir ki, kâfirler ruz-i mahşerde sorgusuz sualsiz cehenneme atılacaklardır. Mizan sadece iman edenler içindir. Mizan bir anlamda müminlerin amelini ölçmeye yarayan bir terazi. Ve Allah’ın adil sıfatının tecellisiyle bu terazi milim sapmaz da. Şayet bir mümin dünyada iken Salih amel işlediyse ne ala,  işlemediyse hak ne ise terazide o tecelli edecek. Müminin mizandan sonra tek kurtulma ümidi var ki, o da sırasıyla ya peygamberler, ya âlimler ya da şehitler zümresinden birinin şefaatine nail olmak yoluyla olacaktır. Oldu ya şefaate nail olamadı en azından müminin kâfire göre bir şansı daha vardır ki o da cehennemde günahlarının bedelini çektikten sonra cennete girebilme avantajıdır. Hiç kuşkusuz bu dünyada iken iman etmenin getiresi bir avantajdır.  
           Bu manada dezavantaj kâfirler içindir elbet. Bu yüzden cehennem sadece kâfirlerin baki kalacağı yurttur. Cennet ise sadece Müminlerle beraber ona eşlik edeceklerin beka yurdudur. Madem öyle, “Ya Baki Ente’l-Baki” sırrınca fani olana değil baki olana tutunmak gerekir. Allah’ın ipine sımsıkı sarılalım ki imanımızı muhafaza edebilelim. Ki, bu yönde gayret eden müminden şeytan kaçar da.  Yok, eğer gayret etmekten imtina edip gaflete düşersek şeytanın yakamızı bırakmayıp yapışacağı muhakkak. Allah korusun gafletten çıkamayıp can boğaza dayandığında pişman olsak da fayda vermeyecektir.  Ölüm meleği o esnada sadece ruhumuzu kabzetmek için değil aynı zamanda ahirette ki yerimizi göstermek içinde devreye girecektir. Dolayısıyla sekerat anında pişman olsak ne olmasak ne, artık bu noktada kurtuluş için geç kalınmıştır. Besbelli ki hayatını hüsnü hatime ile sonlandıranlar, sadece ömrünü boşa harcamayan mümin kullara has 'mutlu sonla çene bağlama' bir hadisedir. Ama gel gör ki maalesef biz zor olana değil kolay olana talip olduğumuz içindir şeytan için kolay lokma olabiliyoruz. İşte bu nedenle cehenneme girmek hem ucuz hem de çok kolay diyoruz. Fakat cennet öyle değil, bilakis çok büyük emek gerektirdiği için iman biletini almak her babayiğidin harcı değil gibi gözüküyor. Çünkü iman ne alınan ne de satılan bir değer,     gerçek manada kalben tasdik dille ikrar edilecek bir değer hazinesidir. Arifler bu nedenle iman akidesi için en büyük değer demişlerdir. İnkârcılar açısından imanın hiçbir kıymeti harbiye ifade etmediği akıbetlerinde gözleri fal taşı gibi açılıp hüsrana uğrayacaklardır İşte inkârcılık bu ya, inkârcılardan bir kısım kimseler güya İmam-ı Azam’ı köşeye sıkıştıracaklarını sanaraktan çok önceden hazırladıkları sorularla büyük bir hevesle yola koyulurlar bile. Ama hevesleri kursaklarında kalacaktır. Nitekim huzuruna vardıklarında daha söz söylemelerine fırsat vermeksizin inkârcıları şöyle karşılar:
      “- Şu gördüğünüz Dicle Nehrinde bir gemi var ya, bakın tek başına hareket edip sahile yanaşılmakta. Hatta gemi kendi kendine yiyecek, içecek vs. bir sürü malzeme alıp kaptansız yol aldığı gibi bir yandan da gideceği yerde yükleri boşaltıp geri dönüyor da. Bilmem sizler bu gemi hakkında ne dersiniz?”
       Adamlar cevaben:
      “ - Hiç öyle şey olur mu, hem nerde görülmüş tek başına bir geminin bunları yaptığına ki,  şimdi de görülsün” derler.
         İmamı Azam Ebu Hanife;
      “- Madem bir gemi tek başına bu işleri yapmaya muktedir değil,  o halde şu koca kâinat ne mümkün ki arkasında ilahi güç olmadan kendi kendini idare edebilsin“ diye karşılık verdiğinde sus pus kalacaklardır. Derken bu müthiş cevap karşısında imanla şereflenirler de.  Hakeza Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri de bu manada iman hakikatlerini şöyle bir örnek vererek taçlandırır: “Nasıl ki bir köy muhtarsız olmaz, bir kitap kâtipsiz olmaz,  bir bina ustasız olmaz, bir ülke sultansız idare olmazsa, hiç kuşkusuz şu kâinatta sahipsiz ve idaresiz olamaz.” Gerçekten de teşbihte hata olmasın, işte görüyorsunuz verilen örnekler gayet yerinde müthiş tespitlerdir. Nitekim bu tespitlerin Kur’an’da desteği de var. Şöyle ki Yüce Allah (c.c) bu hususta “Size düşünecek bir kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcıda gelmişti. Şimdi tadın azabı, artık zalimler için bir yardımcı yoktur” (Fatır,37) beyan buyurmakla bu gerçeği teyid etmekte. Yok,  bir kısım aklı evveller tarafından biz sadece gördüğümüze inanırız deniliyorsa onlara biz elbet çare olamayız, bu noktada bize ancak  ‘Allah hidayet versin’ demek düşer.   
        Ne diyelim,  bir zaman aramızda olup da şimdi kabirde olan mevtalarımız var ya,  ah bir yerlerinden kalkıp bir dile gelseler bakalım o zaman ‘biz sadece gördüğümüze inanırız’ neymiş dediklerine bin pişman olacaklardır elbet. Hiç kuşku yoktur ki yüce makamlardan böylesi bir izin verilseydi mevtalarımız inanan inanmayan herkese şu gerçekleri dile getireceklerdi:
      “ Her nefes, her can kalıcı değil, bunu gerçek anlamda göçtüğümüzde anladık. Kaldı ki; dünyada hiç kimse durucu değil. Bir gün elbet sizlerde göçtüğünüz vakit dost bildikleriniz mezara kadar uğurlayacaklar, ondan ötesini dünyadakiler bilmeyecek. Hele ölüm iksirini kokladığımız vakitten itibaren neler yaşadığımızı bir bilseniz,  dünyanın ne kadar kıymetsiz olduğunu anlarsınız. Şayet bizi merak ediyorsanız tabutumuzu sarıp sarmaladığınız günden bugüne berzah âlemindeyiz.  O âlemde ne var ne yok diye sual edecekseniz,  cevaben deriz ki; burası öyle bir yerdir ki ‘kimine cennet bahçelerinden bir bahçe, kimine de cehennem çukurlarından bir çukurdur’ hadisi şerifi sualinizin cevabı olmaya yeter artar da. Zaten bundan ötesini anlatmaya izinde yoktur. Ey dünyalılar!  Bilmem meramımızı dile getirebildik mi?”
        Evet,  madem biz müminler olarak berzah âlemine, ahirete inanıyoruz,  o halde görünmeyen âlemden gelen hal lisanına kulak vermek bugün değilse peki ya ne zaman?   Gelin yol yakınken biz dünyalılar olarak berzah âlemine göçmeden evvel Allah Teâlâ’nın yarattıkları üzerinde tecelli ettiği dairelerinin her birini tefekkür ederek göç edelim.  Ancak tefekküründe bir adabı usulü var, şayet o usule riayet edersek bir anlam ifade edecektir. Nitekim Allah Resulü tefekkür hususunda şöyle bir usul ortaya koyar: “Allah’ın zatını düşünmeyiniz. O’nun nimetlerini ve yarattığı varlıkları düşününüz. Her ne akla geliyor, her ne hayal ve tasavvur ediliyor biliniz ki o Allah değildir.”  Keza İmam Şafii’de; “Bir kimse kendi fikrinde tasavvur ettiği varlığı Rabbi sansa Yaratanı varlıklara benzetmiş olur, fakat O’nu anlamaktan aciz olduğunu ikrar ederse Allah’ın birliğine iman etmiş olur” demek suretiyle konuya açıklık getirmiştir.  Maalesef bu açıklamalara rağmen, bir bakıyorsun Yüce Allah’ın beyan buyurduğu  “Allah gökleri ve yeri aydınlatandır” ayeti celilesinden (hâşâ) Allah’ı parıldayan nur şeklinde anlam verenler çıkabiliyor, Oysa söz konusu ayette ifade edilen ibare mecazidir, nur sadece Allah’ın tecelli dairesinden bir ışık veya bir renk olarak yorumlanabilir, bunun dışında zatına yorumlamak asla caiz değildir. Kaldı ki Habib-i Kibriya Efendimiz (s.a.v) Miraç’ta Allah’ı baş gözüyle değil, kalp gözüyle görmüştür. Rabbani âlimlerde basiret gözüyle sadece Allah’ın sıfatlarının tecellilerini temaşa edebiliyorlar, bunun dışında anlam vermek adaba mugayirdir zaten. Nitekim Resulü Ekrem (s.a.v)’in; “Allah zatını nurlarla perdeledi. Eğer O perdeyi açsaydı zatının nurlarından cümle âlem yanardı” beyan buyurması buna işarettir. Malum müminlerde ancak ahrette Cemalullah’ı temaşa edebileceklerdir.
        Hele bir mümin düşünün ki, hayatı boyunca kibir abidesi bir halde bidatlerle hep iç içe yaşamış biri, elbette ki böylesi bir mümine hayatı boyunca Allah’ın sıfatlarının tecelli daireleri kapalı kalacaktır. Nitekim Allah (c.c)  bu hususta şöyle beyan buyurur da: “O kibir edenleri katiyen sevmez” (Nahl (16),123, “Yeryüzünde haksız yere kibr edenleri ayetlerimizi görmekten ve anlamaktan men edeceğiz. Bu durumda onlar bütün mucizeleri görseler yine iman etmezler.. Onların bu hali, ayetlerimizi yalanlamalarından ve ondan gafil olmalarındandır-” (A’raf 146). Peki, kibirli insanın halini nasıl anlarız derseniz,  gayet basit,  bikere boynun kasılmasından ya da yüzün kırışıp karşısındakini küçük görme şeklinde pekâlâ anlamak mümkün.
          Kibir edenler kibirleriyle dolaşadursun, şu bir gerçek Allah’ın mukarrebun kullarından olabilmek için birbirimizle dünya metasi için değil bilakis fazilet ve takvada yarışarak ancak mukarrebun kul oluruz,  bunun dışında dünya hırsıyla yapılacak tüm ameller kuru bir taklitçilikten öteye geçemeyecektir.  Zaten bir müminde erdem ve takva sahibi olmak diye bir dert tasa yoksa biliniz ki hayatı boyunca kulaktan dolma bilgilerle gününü gün edecektir. Dolayısıyla Allah’a yakınlığı artmış mukarrebun kullarla birlikte olmayacaktır.  Elbette birlikte olmaz. Zira Efendimiz (s.a.v) bakın bu hususta ne buyuruyor: “Kulakla duyulan haber, gözle görmek gibi değildir (Hakim). Hatta bir hadisi şerifte bunu şöyle örneklendirir de: “Allah-ü Teâlâ Tur-i Sina'da Musa (a.s)’a kavminin fitneye düşüp bir buzağıya taptığını haber verdi, Musa o anda oralı olmadı. Ta ki; Tur-i Sina'da dönüp gözüyle görünce Tevrat levhalarını yere fırlattı” (Buhari ).
           Bilindiği üzere peygamberler arasında sadece Hz. Musa (a.s),   Allah-ü Teâlâ ile arada ses, harf ve melek olmaksızın perde arkasında konuştuğu içindir kendisine  ‘Kelimullah’ denmiştir. Nitekim Rabbül Âlemin elçisini ‘Ve Allah Musa ile vasıtasız konuştu’ (Nisa/164) beyanıyla taltif etmiş bile.  Zaten ayetten öyle anlaşılıyor ki işitmek başka bir şey,  görmek başkadır. Asıl marifet Allah’ı bilmekte gizlidir. Marifetullah ilmi malum çalışarak elde edilebiliyor. Yeter ki Hak ve hakikat yolunda gayret edilsin Tevfik Allah’dan elbet.  Madem Tevfik Allah’dan, daha ne duruyoruz şimdi 'Gayret bizden Tevfik Allah'dan' niyazının gereğinin yapma zamanıdır.  İcabında bu da yetmez,  gün bugündür deyip tüm samimiyetimizi ortaya koyma vaktidir. Zaten samimiyetimizi ortaya koyup birinci adımda nefsin tepesine bastığımızda biliniz ki ikinci adımda Allah’da fenafil kul olduk demektir.  Zira Yüce Allah; hiçbir kuluma taşıyamayacağı yüklemem diye buyurmakta. Şu fani dünyada edindiğimiz ne kadar mal mülk varsa bunların hepsi Yüce Allah'ın bize lütfettiği nimetlerin neticesi bir mülk edinmedir.  İşte bu nedenle Yunus’un dile getirdiği malda yalan,  mülkte yalan, var birazda sen oyalan bilinciyle hareket edip Allah’a vasıl olmak gerektir.  O halde hiç yoktan yere dünya malı için birbirimizi kırmanın âlemi yoktur En iyisi mi biz can boğaza dayanmadan Gelin Yunuşça tanış olalım,  işin kolay tutalım,  sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz diyelim ki Rasulüllah (s.a.v)’in; “Merhamet ediniz ki merhamet olunasınız. Affediniz ki affolunasınız” (Heysemi) müjdesine mazhar olabilelim.
         Velhasıl; biz mümin kullar olarak acziyetimizin idrakiyle hayatımızı tahkiki iman ve Salih amel üzerine tanzim etmeli ki felaha erişebilelim.
          Vesselam.

28 Mayıs 2016 Cumartesi

ŞEYTAN VE CEHENNEM



    ŞEYTAN VE CEHENNEM

       SELİM GÜRBÜZER

     Muaz b. Cebel (r.a) ne de güzel kaynağından şeytan ve cehennem hususunda, Allah Resulünün dilinden bakın nasıl rivayet edip bize aktarıyor, bir görelim:
     Ensar'dan birinin evinde sohbet dinliyorduk,  o an dışarıdan bir ses geldi, içeri girmek için izin isteyen biri varmış meğer. Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) ashabına;
      -Kimdir o bilir misiniz?
      Ashab-ı Kiram:
      -Allah Resulü bilir, biz bilemeyiz der.
       Resulü Ekrem (s.a.v):
      -O lanetlenmiş şeytandır.
       Malum Hz. Ömer (r.a)  her zaman ki gibi daha şeytanın ismini duyar duymaz derhal ileri atılıp;
       -Ya Rasulüllah!  İzin ver hemen onu oracıkta öldüreyim der.
      Allah Resulü:
       -Ya Ömer! Sakin ol.  Bilmiyor musun Allah o lanetlenmiş şeytana kıyamete kadar mühlet vermiştir, hele bir kapıyı açın içeri girsin bakalım derdi neymiş bir görelim.
      Tabii Şeytan içeri girince önce selam verir de.
      Resulü Ekrem (s.a.v):
      -Selam Allah’ındır, sen ise lanetlenmiş şeytansın, bir iş için geldiğini söyledin, söyle bakalım neymiş o iş?
       Şeytan cevaben:
     -Buraya kendi arzumla gelmedim, mecburiyetten geldim.  Zira Allah tarafından gönderilen bir melek ansızın çıka gelip bana: 
     -Tez elden bana Âdemoğullarını nasıl kandırdığını anlat dedi. Ve ardından bana şu uyarıda bulunur da:
      -Bak şayet anlatacaklarına en ufak yalan katarsan şunu iyi bil ki herkesin önünde seni rezil rüsva ederim.
        Tabii,  Şeytan baktı ki bu işin şakası yok, derhal Allah Resulünün huzurunda:
        -İşte karşınızdayım, cümle âleme rezil rüsva olacağıma her şeyi tüm ince ayrıntısıyla anlatmaya razıyım, buyurun ne sualiniz varsa sorunuz der.  
      Resul-i Ekrem  (s.a.v):
       -Yeryüzünde en çok sevmediğin kimdir?
       Şeytan:
       -Sen der.
       -Sonra kim?
       -İnançlı genç,
       -Sonra?
       -Şüpheli şeylerden kaçınan âlim,
      -Sonra?
      -Temizlik yaparken yıkadığı yerleri üç defa yıkamaya devam eden,
      -Sonra?
      -Halinden şikâyet etmeyen sabırlı fakirler...
      -Sonra?
      -Şükreden zengin.
      -Peki, ümmetim namaza durunca senin halin nice olur?
      -Beni adeta sıtma tutup, titrerim.
      -Neden?
        -Kul secde edince bir derece yükselmesinden ötürüdür. 
        -Peki, ya oruç tuttukları zaman?
        -İftara kadar adeta kendimi tutsak hissederim.
        -Peki ya, Hac yaptıkları zaman?
        -Çıldırırım,
        -Peki ya, Kur’an okudukları zaman?
        -Kurşun gibi eririm,
        -Ya sadaka verdikleri zaman?
        -Halim yaman olup testereyle kendimi doğranılır hissederim.
        -Sebebi?
        -Çünkü Allah; sadaka veren ihsanda bulunur, cehennemle arasında perde kılar, belayı sıkıntıyı üzerinden alır vs.
       -Ebu Bekir hakkında ne düşünürsün?
       -O cahiliye devrinde bile bana itaat etmedi,
       -Peki ya, Ömer b. Hattab için ne dersin?
       -Onu görünce kaçacak delik ararım ve kaçarımda,
       -Osman b. Affan için ne dersin?
       -Meleklerin bile hayâ ettiği biri, dolayısıyla onu görünce utanırım.
       -Ali için ne dersin?
       -Ben onu bırakırım, ama o beni bırakmaz.
        Bu arada Resul-i Ekrem (s.a.v)  bu cevaplar karşısında:  
       -Ümmetime ihsan eden ve seni şaki kılan Allah’a hamd olsun demekten kendini alamaz da.
           Şeytan bu ya,  kendinden emin bir şekilde sözlerine şöyle devam eder:
            -Heyhat, heyhat. Ben o vakte diri kaldıkça ümmetin için nasıl rahat olabilirsin ki, ben onları kan damarlarında dolanır ete karışır, ama onlar fark etmezler bile, hiçbirinin kurtuluş şansı yok, ancak Allah’ın halis kullarını saptıramam.
           Allah Resulü (s.a.v) bunun üzerine şu suali yöneltir:
          -İman sahibi olup da iflas etmiş kullar kim?
          Şeytan:
         -Parayı ve malı çok sevenler, sende bilirsin ki mal sevgisi günahların en büyüğü. Malı mülkü olup da ihlâs sahibi olanı gördüğümde kaçarım zaten. Ya Muhammed! Benim yetmiş bin çocuğum var olup, her biri kendi alanında görevli ve her çocuğumla birlikte yetmiş beş bin tane şeytan var; onlardan bir kısmını din adamlarına, bir kısmını gençlere, bir kısmını ihtiyar kadınlara musallat ederim... Gençlerle aram çok iyi, çocuklarla bizimkiler iyi oynarlar, bir kısım zahitlerden ihlâsını almayı başarır, farkına dahi varamazlar. Bilmez misin Rahip Barsisa; tam yetmiş yıl ihlâs içerisinde Allah’a ibadet etti, öyle ki herkese şifa kaynağı oldu, duasıyla hastalar iyi oldu, ama peşine takıldım zina etti, katil oldu en sonunda da küfre girdi.
       Şeytan konuşmasının bu bölümünde de şunları der:
       -İlk yalan söyleyen benim, kim yalan yere yemin ederse o benim dostumdur. Gıybet şenliğimdir. Her kim bir konuda karşısındakini inandırmak amacıyla hanımından boşanmak üzere yemin ederse, o konuda gerçek ortaya çıkıncaya kadar hanımı ona haram olur, kıyamete kadar doğacak çocuklar hep zina çocuğu olur, yani ağzına alınan o boşanma kelimesi yüzünden hepsi cehenneme girer... Namaza gelince; namaz kılmak isteyene vesvese veririm. Şöyle ki; henüz daha vakit var, ya da şimdilik işine bak sonra kılarsın derim,  eğer namaz kılarsa bu defa da üfleyince, o esnemeye başlar, elini ağzına kapamazsa küçük şeytan girer, dünyevi bağlarını çoğaltır dediklerimizi yapar böylece. Ümmetine bunun gibi ne tuzaklar kurarım, ne tuzaklar, daha neler, neler. Fakirlerine, zavallılarına namazı bırakmalarını emrederim, namaz Allah’ın bolluk verdiği kimseler içindir. Sonrada hastalara gider onlara; iyi olduğun zaman çokça kılarsın telkininde bulunur, böylece namazını bırakmasını sağlarım,  bu durumlarından dolayı küfre girebilirler de, şayet ölüp giderse Allah’ın huzuruna çıkarken, Allah’ın öfkesiyle karşılaşır. Ya Muhammed! Ümmetinin altıda birini dininden çıkardığım halde hala nasıl ferahlık duyarsın?
Efendimiz(s.av):
-Ey lanetlenmiş şeytan! Arkadaşların kim?
Şeytan:
-Faiz yiyenler,
-Dostun kim?
-Zina edenler,
-Yatak arkadaşın kim?
-Sarhoşlar,
-Misafirin kim?
-Hırsızlar,
-Elçin kim?
-Sihirbazlar,
-Gözünün nuru kim?
-Eşini boşayanlar,
-Sevgilin kim?
-Cuma namazını bırakanlar,
-Senin kalbini ne kırar?
-Cihada koşan atların kişnemesi,
-Senin cismini ne eritir?
-Tevbe edenlerin tövbesi,
-Peki, ciğerini ne parçalar?
-Allah’a bol bol tövbe edenler,
-Peki, yüzünü ne ekşitir?
-Gizli sadaka,
-Peki, gözlerini kör eden nedir?
-Gece namazı,
-Peki, başını eğdiren ne?
-Namazın vaktinde cemaatle kılınması,
-Sana en sevimli gelen insanlar kimler?
-Namazını bilerek kasten bırakanlar,
-İnsanların en şakisi kimler?
-Cimriler,
-Seni işinden ne alıkoyar?
-İlmi toplantılar,
-Yemeğini nasıl yersin?
-Sol elimle ve parmaklarımın ucu ile.
         -Peki, sam yeli estiği veya ortalığı sıcaklık bastığı zaman çocuklarını nerede gölgelendirirsin?
-İnsanların tırnakları arasında,
-Rabbinden neler talep ettin?
-On şey:
1-Allah’tan Âdemoğullarının malına ve evladına ortak ede dedim, isteğim kabul gördü. Her besmelesiz kesilen hayvanın etinden karışan yemekten, faiz ve haram karışan yemekten yerim, cinsi münasebet esnasında Allah’a şeytandan sığınmayan kimse ile birlikte hanımı ile birleşirim. Her kim hayvana binerken helal yola değil de,  aksi istikamet duygusuyla yola çıkanla beraber yoldaş olurum,
2-Bana ev ver talebinde bulundum,  hamamlar bana ev olarak verildi.
3-Bana bir mescit ver dedim. Pazar yerlerini bana mescit yaptı.
4-Okuma kitabı istedim, şiirleri okuma kitabı yaptı.
5-Benim için ezan istedim, mezmurları verdi.
6-Yatak arkadaşı istedim sarhoşlar verildi.
7-Bana yardımcılar istedim, kaderiye mezhebinden gidenleri verdi.
8-Kardeş istedim, mallarını günah yolunda harcayanlar verildi.
Allah Resulü bir ara:
-Eğer söylediklerini, Allah’ın kitabındaki ayetlerle ispat etmeseydin seni tasdik etmezdim.
          Sonrasında şeytan yine devam etti sözlerine:
           9-Allah’tan diledim ki Âdemoğullarını ben göreyim, ama onlar beni göremeyeler. Böylece dileğim kabul gördü.
          10-Âdemoğullarının kan damarlarında bana yol yap, bu da oldu. İşte ben bu özeliklerimle övünürüm. Benim bir oğlum vardır, adı: Ateme olup, bir kul yatsı namazını kılmadan uyursa kulağına gider işer, bir oğlum var onun adı da: Mütekazı olup ibadetlerini gizli yapan kulun amelini açığa çıkmasına muvaffak olur ve böylece Allah yüz sevabının doksan dokuzunu yok eder bir sevabı kalır. Diğer oğlumun adı da Kühayl olup insanların gözlerine sürme çekerek uyuklarlar, böylece âlimlerin sözlerini dinlemekten mahrum kalıp sevap kazanamazlar.
           Tabi bitmedi, dahası var. Nitekim şeytan bu sıralamaları yaptıktan sonra da Allah Resulünün meclisinde anlatmaya devam edip şöyle der:
         -Her kadının kucağında mutlaka şeytan oturur, o kadına bakanların gözlerini allayıp pullayıp güzel gösteririm, sonra kadına emirler yağdırıp elini, kolunu göster vs. der hayâ perdesini tırnakları ile yırtmasını sağlarım. Şu da bir gerçek bir kimseyi sapıklığa ve isyana sürüklemek için elimde imkân yok, ama vesvese veririm, bir şeyi güzel gösteririm. Nasıl ki senin elinde hidayet yok, olsaydı yeryüzünde tek bir kâfir bırakmazdın, aynen öyle de bende şaki yazılan kimselerin sebebiyim. Said anne karnında iken saiddir, şaki olanda anne karnında şakidir deyince Resul-i Ekrem (s.a.v) şu ayeti kerimeyi okur:
           -Bunlar, ta sonuna kadar böyle değişik şekilde devam edecek. Ancak Rabbin esirgedikleri hariç (11/119), Allah’ın emri behemehâl yerini bulan kaderdir(33/38).
         Allah Resulü ayet-i celileri okuduktan sonra şöyle dedi:
         -Ya Ebamürre (İblis)! Acaba senin bir tevbe etmen ve Allah’a dönmen mümkün mü? Cennete girmene kefil olurum. Söz veririm.
İblis:
            -Ya Resulullah! İş verilen hükme göre oldu. Kararı yazan kalem kurudu. Kıyamete kadar olacak işler olacaktır. Seni insanlar içinden,  beni de şakilerin efendisi kılan Allah’tır. İşte bu söylediklerim sana son sözümdür, söylediklerim doğrudur der.  Böylece karşılıklı soru cevap ilişkisi çerçevesinde konuşma burada sona ermiş olur (Bkz. Muhyiddin Arabî Şeceret’ül Kevn adlı eserinden iktibas edilen ‘Şeytanın hileleri’ adlı küçük risale, Hacegan).
        İşte yukarıda Allah Resulünün meclisinde şeytanla soru cevap çerçevesinden geçen tüm konuşmalardan çıkan sonuç şudur ki,   ömür boyunca yakamızı bırakmayacak şu üç düşmandan kaçınmamız gerekiyor.  Nedir bu üç düşman derseniz, Birincisi nefis, ikincisi şeytan, üçüncüsü kötü arkadaştan başkası değil elbet.  Bu üçünden de mutlaka kaçınmamız şarttır. Zira Rabbul âlemin; “Allah katında en şerefliniz Allah’tan en fazla korkanınızdır” (Hucurat–13) buyurmakta Bakınız Peygamberimiz (s.a.v) Allah katında en sevgili dost olmasına rağmen “Emr olunduğun şekilde dosdoğru hareket et” (Hud, 12) ayet-i celilenin hükmüne muhatap kalabiliyor. Zaten o ‘Ey Sevgili Habibine‘de emrin gereği gündüzün tebliği görevi, geceleyin de sabahlara kadar ibadetten dizleri şişecek derecede ibadet etmek yaraşır.
          Peki ya, Şeytana ne yaraşır?  Ona da:
         -Elinden geldiği kadar kıyamete kadar kullarını yoldan çıkarmak suretiyle azdırmaya çalışıp Allah’a isyan etmek yarışır. 
          Şeytan İblisliğine devam ede dursun bakın Allah-ü Teâlâ bu hususta ne diyor:
         -And olsun ki cehennemi senden (türeyenlerle) ve Âdemoğullarının hepsiyle dolduracağım (Sad:85).
          Öyle ya,  şeytan ahd eder de Yüce Yaratıcı ahd etmez mi? Nitekim Seyda Hz.leri bu durumu şu veciz sözlerle dile getirirde:  
          -Şeytan şeytanlığı ile sözünü yemezken, hâşâ Rabbül Âlemin mi sözünü yiyecek. Hiç kuşkusuz Yüce Mevla’mızın sözü yerde kalmayacaktır.

Mağaradaki Abid

            Hz. Âdem (as)’'in yasaklı ağacın yemişinden yemesi küçük günahlardandı,  ama bir anda cennet yurdundan dünyaya inmesine yetmiştir. Bu demektir ki, günahın küçüğü ve büyüğünü düşünmeden asıl olan tüm günah kategorilerinden uzak kalmak mühimdir. Çünkü her şey küçükten büyüğe doğru ilerleme kaydedebiliyor. Hani sinek küçük ama mide bulandırır denilir ya hep, aynen öyle de hafife alınacak herhangi kötü bir fiil ilerisinde daha katmerli bir şekilde daha bambaşka kötü fiillere kapı açabiliyor.  Nasıl mı?   İşte şu aşağıda zikredeceğimiz Abid kıssasına bakmakta fayda vardır:
           Bakınız, bir zamanlar bir Abid (Allah’a ibadet eden) varmış, öyle ki günübirlik mağaraya çekilip ibadet edermiş hep. Sadece ibadet etmekle kalmaz hastalananlara dua edip şifa bulurmuş bile.  Hatta padişahın bir deli kızı varmış, ona da dua etsin diye abide göndermişler. Şeytan bu ya, fırsattan istifade boş durmayıp abide şöyle vesvese verecektir:
       -Baksana ne de hoş güzel kızmış bu,  nasıl olsa kız delidir,  dolayısıyla tehlike teşkil etmeyecektir
         Tabii Abid bu vesvese karşısında yenik düşüp ilk etapta gözüyle kızı inceden inceye süzer de. Bir insan abid’de olsa kerecik olsun gözle nazar etmeye görsün şeytanın şehvet damarını kamçılayacağı muhakkak.  Nitekim ikinci aşamada padişahın kızı ile zina eder hale düşer de. Tüm ipler artık şeytanın elindedir.  Şeytan bu kez vesvese yoluyla değil bilakis görünür halde Abidi yönlendirecektir. Ve Abide şöyle der:
         -Bak yarın bu kız akıllandığında babasına her an her şeyi anlatabilir,  en iyisi mi sen sen ol bu işi kapatmaya bak. Kolayı var, öldürüp falancı yere gömersin. Zaten başka da çaren yoktur. Babası sorduğunda, benden izin isteyip gitti dersin,  böylece mesele kapanmış olur.
          Abid denileni yapar da.
         Şeytan bu kez soluğu padişahın yanında alır ve durumu tüm ince ayrıntılarıyla anlatır da. Hatta daha inandırıcı olmak için:
          -Şayet anlattıklarım doğru değilse başımı vermeye razıyım demeyi de ihmal etmez.
          Apar topar olay mahalline gidildiğinde önce kızın gömüldüğü yeri gösterir, sonrası malum Abid elleri bağlanmış ve boynuna ip geçirilmiş halde darağacına çıkartılır.
         Şeytan burdada boş durmayıp son hamlesini yapacaktır. Bu kez Abidin imanını çalmak için şu telkinde bulunur:
-          Bak şayet bana secde edersen başına gelen tüm belalardan seni kurtarırım.
          Can derdi ya,  maalesef şeytanın bu isteğine de boyun eğip secde edecektir.  Böylece Abid, hem imanından olun hem de canından olur.
         Anlaşılan bir insan âlimde olsa,  zahit de olsa, her ne olursa olsun hiç kimse şeytanın hile ve desiselerine karşı güvence altında değildir.  Bu yüzden bize düşen sürekli şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak olmalıdır. Görüyorsunuz önce vesveseyle kıza baktırıyor,  sonra zina ettiriyor,  sonra katlini gerçekleştiriyor, ardından imanını çalıp katline ferman okuyor. İşte şeytanın hile ve desiseleri denen hadise budur.    
Şeytanın akıbeti
         Satanistler şeytana tapa dursunlar,  biz öyle inanıyoruz ki müminler sırat-ı müstakim üzere yaşamaya azmettiği müddetçe kurtuluşa erecekleri muhakkak. Hiç şüphe yoktur ki,  Allah mümin kulunun hüsnü zannı üzeredir.  Dolayısıyla durduk yerde kendi kendimize yeise kapılmaya gerek yoktur,  her daim Allah’tan umut kesilmez motivasyonuyla ümit var olmakta fayda vardır. Umut var olalım ki akıbetimiz hayrolsun. Malum, acı akıbet daha çok şeytan ve onun yolunu takip edenler içindir.  Madem öyle ehlisünnet âlimlerin kitaplarına bakaraktan şeytanın kıyamet akıbeti nasılmış onu bir görelim. Gerçektende bu kitapları taradığımızda ölüm meleği tüm mahlûkatın canını alıp vazifesinin tamamladıktan sonra yapacağı ilk iş şeytanı kovalamak olacaktır. Ta ki bu kovalama canını alana dek sürecektir. Nasıl mı?  Şeytan ilk etapta kaçabileceği küçücük bir deliğe razı olur bile. Ancak baktı çok sıkı takip altında yerin dibine girecektir. Orada da kovalamaca tüm hızıyla devam eder, ister istemez soluğu bu kez gök kubbede alacaktır. Azrail bu ya,  ister yerin dibinde ister semada hiç fark etmez aman vermeksizin sıkı takip altına alınca, şeytan bu kez denizin dip dalgalarına kendini koyuverip izini kaybettirmeye çalışacaktır.  Artık Azrail’de bu noktadan sonra bitap düşer. Bu durumda Allah’a rücu edip meramını şöyle dile getirir:
    -Yüce Allah’ım sana malumdur,  tüm gücümle elimden geleni yaptım,  ama şeytanı bir türlü yakalayamamaktan bitap düşer hale döndüm.
       Allah-ü Teâlâ:
      -Madem öyle, var git Cehennem malikinin yanına o sana yetmiş beş bin cehennem köpeğini emrin altına versin. Böylece sende güç tazelemiş olursun.
        Azrail bu kez beraberinde götürdüğü yetmiş beş bin köpekle şeytanın ardına düşecektir. Ama yine yakalayamayacaktır. Rabbul Âlemin ikinci kez yetmiş beş bin köpek daha almasını emreder, şeytan yine yakalanamaz.  Neyse ki üçüncüsünde bir yetmiş beş bin köpek daha takviye edildiğinde şeytan onca kovalamanın ardından can havliyle Hz. Âdem’in mezarına kapanmak zorunda kalacaktır.  Sen misin ‘Ben ateşten o ise topraktan yaratıldı’ diyen,  işte o küçümsediği toprağa yüz sürer bile.  Dahası Âdem’e secde etmemek neymiş o sözünü kendisine böyle yedirilmiş olur. Derken bütün köpeklerin üzerine üşüşüp kıskıvrak abluka altına alınır.  Ardında Azrail geldiğinde şöyle der:
         -Ey Melun Şeytan! Yüce Allah (c.c)  Adem’i yarattığında sana secde et dediğinde etmedin de şimdi kapana sıkışınca mı toprağa kapanıp secde edesin geldi.  
        Besbelli ki bu söz Şeytana çok ağır gelip adeta ciğerine işler. Tabii gururuna yediremeyince de abandığı topraktan başını kaldırıp:
       -Sen öyle san,  asla ona secde etmem der demez,  Azrail o anda tepesine binip ruhunu kabz edecektir.
Düşünsenize Şeytan neydi ne oldu. Bir zamanlar Meleklere hocalık yaptığı dönemlerde tam beş yüz sene ibadet ederek hayatını geçirmişti. Öyle ibadet etmişti ki neredeyse secde etmediği yer kalmamıştı diyebiliriz, işte bu denli derin biriydi.  Fakat vakta ki emri ilahiye'ye karşı gelir,  işte o an lanet halkası başına geçirilip huzurdan tard edilecektir. O artık bundan böyle Adem (a.s)’ı ve onun zürriyetinden gelenleri binbirtürlü hile ve desiselerle yakmak için çalışacaktır.
 Peki, Adem (a.s)’ı bir şekilde oyuna getirip kandırdı da ne oldu, sonunda toprak ateşe galip geldi ya, bu yetmez mi?  Anlayana elbette ki bu ibretlik tablodan çıkaracağı pek çok ders ziyadesiyle yeter artar da. Zira Adem (a.s) toprak mayasıyla günahını görüp tevbe ederekten kurtuluşa ererken, Şeytanda ateş mayasıyla amelini sermaye görüp lanetlenenlerden oldu.  
 Evet, toprak ve ateş örneğinden ders çıkaralım ki, bizde tıpkı atamız Adem (a.s)  gibi amelimizi değil,  günahımızı görüp bin pişman olmasını bilelim. Bakın,  Rabbul Âlemin bu hususta ne buyuruyor: “Benim yanımda Resulümün ümmetinden günahkâr olanların yalvarıp yakarmalarından daha güzel ses yoktur, ariflerin münacatı müstesna.”
   Şu bir gerçek, Yüce Allah kulunun günahlarından pişmanlık duyup tevbe etmesine rızalığı var,  ama kibrine yenik düşüp pişman olmayanlara ise asla razılığı yoktur.  Hem şeytan varı bu dünyada böbürlenip yeryüzünde fesada kalkışmaktan kim ne bulmuş ki bizde bulalım.   Kaldı ki biz müminler için cehennem asla tercih edilecek mekân değildir. Orası ancak şeytanın yolundan giden irinsi bedenlere layık mekândır. Zaten cehennem narı Allah’a asi olan kulların bedenlerinden kan ve irin akıtmak için vardır. Allah’tan dileğimiz odur ki cehennemde kan ve irin şeytanın yolundan gidenlere olsun,  selam yurdunda gül kokusu da müminler için olsun. Aslında bu dilekten öte bir hakikat temennisidir bu. Nitekim cehennemin hararetinden susayanlara su yerine irin verilirken, Cennette gölgelenenlere de kevser suyu verilecektir. Yeter ki şairin ‘Oluklar çift birinden nur akar, diğerinden kir’ dediği noktada tercihimizi nurdan yana koyalım,  bak o zaman ruz-i mahşerde irin yerine kevser havuzu sularından kana kana içmek nasip olacaktır elbet. Kaldı ki bizim kıymetimiz Efendimiz (s.a.v)’den gelmekte. Bikere her şeyden önce salâvat getiren son ümmet olmamız hasebiyle Allah Resulü şefaatini bizden esirgemeyecektir. O dünyada iken kendisine salâvat getirenlere şefaat diledikçe Allah-ü Teâlâ da Habibinin yüzü suyu hürmetine beşeriyetten en yakın arkadaşı olan Hz. Ebu Bekir (r.anh)’a cennetin anahtarlarını eline verip, al istediğini cennete koy diye beyan buyuracaktır.  Madem öyle, ne mutlu Sıddıkiye yolunda gidenleredir ki, Allah Resulünün yolunu yol bilip İsmail’ce yat kurban olmuşlar. Şayet şu fani dünyada Hz. Ebubekir misali müşriklerin dedikodusuna aldırmaksızın  ‘O dediyse doğrudur’ tarzı bir duruş sergileyip hak ve hakikate teslim olabilirsek, biliniz ki mahşerde Sıddık-ı Ekber Erleri bizleri yalnız koymayıp cehennem zebanilerin eline teslim etmeyeceklerdir. Buna inancımız tam da.  
          Şöyle geriye dönüp Şeytan, Firavun, Karun ve diğerlerinin düştükleri duruma baktığımızda,  hep başlarına ne gelmişse kibirlerinin yüzünden helak olduklarını görürüz. Oysa asıl hakiki pehlivan kıyamet günü başı önüne eğilmeyecek olandır. Şayet ruz-i mahşerde başımız önümüze eğilmesini istemiyorsak vakit çok geçmeden Allah’ın hakiki pehlivanlarını dost edinip feyzinden ve bereketinden istifade etmemiz icab eder.  Zira Allah Resulü Kişi sevdiği ile beraberdir buyurmakta.  Dolayısıyla her kim dünyada iken Sadatları dost edinirse, şu iyi bilinsin ki o dost edinilen Sadatlar sadece bu dünyanın değil mahşer gününün de hakiki pehlivanlardırlar. Yeter ki, onlara Allah için hürmette kusur edilmesin, hiç kuşku yoktur ki ruz-i mahşerde bizi yapa yalnız yüz üstü bırakmayacaklardır.  Nitekim Gavs-ı Bilvanisi (k.s)  bu gerçeği şöyle müjdeler:
            “-Yiğit sadece kendi başına çalışan kimse değildir. Gerçek yiğit o dur ki hem kendisi çalışır, hem de âlem ona çalışır”
           Evet, başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere ve O’nun izini iz sürenler önce kendi nefislerinden ziyade Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşu için çalışmayı yeğlemişlerdir. Düşünsenize o gün cehennem zebanileri mahşer halkının üzerine hücum ettiğinde o an herkes kendi derdine yanıp  ‘nefsi, nefsi’ diye çırpınırken Allah Resulü ‘Ümmetim Ümmetim’ diye feryad edecektir. Aslında şu an içinde bulunduğumuz dünyanın hali de mahşer gününü hatırlatmakta. Bakın şöyle etrafımıza artık bu dünyada gemisini kurtaran kaptandır diyebiliriz. Öyle ki, kel derman bulsa başına sürer misali hemen herkes düştüğü bataklıktan ya kendi çabasıyla çıkmaya çabalamakta, ya da kendisine uzanacak bir yardım elini beklemekte.  Mutlaka bir yardım eli uzatacak biri çıkar elbet. Yeter ki onca kokuşmuşluk içerisinde Peygamberimizin izinden yürüyen Allah dostlarına dost olunsun, bataklıktan kurtulmamız an be an mümkün diyebiliriz. Bu arada sadece yardım elinin uzatılmasını beklemekle kalmayıp, cehennem ateşini sürekli göz önümüzde bulundurmamızda icab eder. Çünkü cehennem azabının şiddetini ruhumuzda hissetmediğimiz müddetçe kendimizi rehavete kaptırıp günah bataklığına sürükleneceğimiz gibi öteki dünyaya da kendi ateşimizi beraberimizde götüreceğiz demektir. Bakınız,  bir gün Behlül’ü soluk soluğa bir halde görenler:
    -Ey Behlül! Bu ne telaştır, hayırdır nereden geliyorsun böyle?
     Behlül cevaben:
    -Cehennemden geliyorum.
     Derler ki:
    -Cehennemde ne işin vardı ki?
     Behlül:
    -Ateş almaya gitmiştim ama ateş yoktu.
     Merak ederler:
    -Efendim bu nasıl söz, cehennemde hiç ateş olmaz mı?
     Behlül:
    -Evet, Cehennemde yanmayacaklar için ateş bulunmaz, bu yüzden ateş yoktur.  
        Nasıl ki Nemrut’un ateşi İbrahim (a.s)’ı yakamamıştı ya, aynen öyle de İbrahim-i yolda yürüyenler içinde elbette ateş yok mesabesindedir. Nitekim Rabbul Âlemin ateşe;
        -Ey ateş İbrahim’e serin ve selamet ol (Enbiya:69) buyurunca ateş gül bahçesine dönüşüverir de.  Şayet müminler can-ı gönülden İbrahim-i Gül olmaya gayret ederse biliniz ki ateş nur kaynağı olacaktır. Malum ateşte yakıcılık özelliği vardır, nur ise yakmaz sadece ışık verir.         
         Bakın, İbn-i Cüreyc ne buyuruyor, der ki;
        -Cehennem yedi kattır. İlk katman günahkârlar içindir, ikinci katman Yahudiler içindir, üçüncü katman Hıristiyanlar içindir, dördüncü katman yıldızlara tapanlar içindir, beşinci katman ateşperestler içindir, altıncı katman putperestler içindir, yedinci katmansa münafıklar içindir.
     Bir görüşe göre de; göz, kulak dil, karın, edep yeri, el ve ayaklardan oluşan yedi vücut azasına denk düşen cehennem ise yedi kat olarak konumlandırılmıştır. Öyle ya, madem günahlar insanın yedi uzvuyla işlenmekte,  o halde işlenen her kötü fiilin karşılığına denk gelen cehennem tabakalarından her hangi birinde karşılık görmesi gayet tabiidir.  
     Velhasıl kelam son söz olarak Said Nursi Hz.lerinin şu veciz sözüyle bağlayalım: ”Zaman gösterdi ki cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil.”
       Bu böyle biline.
       Vesselam. 
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3240/seytan-ve-cehennem.html