İLİM
GERÇEĞİ
SELİM GÜRBÜZER
İnsan,
daha dünyaya ilk adım atar atmaz ilimle tanışır. Nasıl mı? Bakınız, hayat
yolculuğunda ilk ders, kulağa ezan ve kamet okunmayla start alır. Müslüman bir anne
ve babadan dünyaya gelen çocuğun kulağına ezan ve kamet okuması, ilmin bir
gereğidir. Daha doğrusu kundaktaki bebeğe ezan ve kametle sarılması ilmin ilk
kapısıdır. Zaten Peygamber (s.a.v.)'e ilk gelen vahiy "oku" emridir.
Demek oluyor ki; ilim her şeyin başı, onsuz bir hedefe ulaşmak çok zor.
Selman-ı
Farisi Hz.leri "Dünyada mal çokluğu
ve evlat çokluğu ile övünmek marifet değildir. Asıl marifet ilmin faydası ve
ilmin çokluğudur" diyor. O halde insan zahiri ilmi bitirir bitirmez,
hemen yeni bir sayfa açıp batini ilmi geçmeli. Dahası ilim deryasında olanca
gücümüzle yüz yüzebileceğimiz kadar yüzmek gerekir. Zira ilim tahsil eden bir
insan, eninde sonunda kâmil âlim olamasa bile âlim olma vasfına aday sayılır.
Evet, kâmil rabbani âlimler Resûlüllah (s.a.v.)’in "Âlimlerin
eti zehirlidir" hadisi şerifine
muhataptırlar. Gerçekten de, âlimlerin eti öldürücü etki yapıp iç dünyaları ise
felah ve nur kaynağıdır. Nitekim Şah-ı Nakşibend (k.s.) büyük bir âlimdi, aynı
zamanda Evliyaullah'ın pirlerindendir ve şöyle der: "Biz ümmeti Muhammed'e zarar vermeyiz, ama ne var ki kınından çıkmış
kılıç gibiyizdir; onlar kılıca gelip çarparlar." İşte
Şah-ı Nakşibend (k.s.)’in sözlerinden de anlaşıldığı üzere, âlimler (ilmiyle
amil olmuş âlimler) kınından çıkmış kılıç misali duruş sergileyip, kimseye
zarar vermezler. Fakat şayet onlara münkirlik yapıp, ya da aleyhlerinde
dedikodu kazanı kaynatılıp haklarına tecavüz edilirse, artık bir noktadan sonra
bu tip fitne fücurlar için acı akıbet kaçınılmazdır. Yani onlar adalet kılıcına
çarpmışçasına kendi kendine belasını bulmuş olurlar. Bu yüzden Hadisi Kutsi'de, "Benim dostlarıma savaş açana savaş
açarım" buyruluyor. İşte Evliyaullah etinin zehir olması bu anlamda
değerlendirilmeli. Çünkü onlar Allah için seferber olmuş kılavuzlardır. Kim bu
seferle yükümlü rehberler derseniz, bu soruya verilecek cevap elbette ki;
- Enbiya,
-Evliya,
- Ulema'dır.
Mutlaka
her yüzyılın başında, dini diriltici ve ihya edici bir "müceddid"
vardır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) "Allah
bu ümmet için her yüzyılın başında dini ihya için müceddid gönderir" beyanıyla
bu gerçeğe işaret etmiştir. Hz. Mevlâna da bu anlamda şöyle der: "Her asırda bir söz söyleyici, halkı irşat
edici vardır."
Unutmamak
gerekir ki; tüm insanlığın âlim ve
yöneticilere her daim ihtiyaçları vardır. Çünkü onlar ilmi yayan, insanları
karanlığa düşmekten kurtaran ışık fenerleridir. Onun için arifler derler ki;
"Âlimler ve emirler bozulunca milletin teati bozulur. Sofiler bozulursa
milletin ahlâkı bozulur." Hiç
kuşkusuz çok yerinde söylenilmiş doğru bir söz, şüphe götürmez. Hakeza Peygamberimiz
(s.a.v) "Âlimler Peygamberlerin
varisleridir" derken, kendisinden sonra başvurulacak tek mercii kaynağın
âlimlerin eşiği olduğu anlamı çıkar. Ama hangi âlim? Elbette ki ilmi ile amil
olmuş âlimleri kastediyoruz. Zira
Rasülullah (s.a.v.) böyle âlimler için;
"Benim ümmetimin âlimleri Ben'i
İsrail’in Peygamberleri gibidirler" diye övmüşte. Dikkat edin, Resulü
Ekrem Efendimiz onlar için, hâşâ peygamber demiyor, ‘gibidir’ buyuruyor.
Anlaşılan o ki; gerçek manada bilge âlimler fazilet yönünden değil, ümmetin hidayetine
vesile oldukları için "Ben-i İsrail'in Peygamberleri gibidir" sözüne
muhatap kılınmışlardır.
Malum;
ilimden maksat Allah'a ulaşmaktır. Sırf kuru bilgilerle Allah'a ulaşılmaz.
Elbette ki atom ve termonükleer enerji (hidrojen bombası), uzay çağı,
otomatik üretim gibi faaliyetler kayda değer gelişmelerdir. Fakat teknolojik faaliyetler
ruhtan bihaber gelişmekte, had hudut sınır tanımamakta. Öyle ki; hızla yayılan baş döndürücü teknolojik gelişmelerin
ortaya koyduğu tabloya baktığımızda insanoğlu iki kavşak noktasında sıkışıp muzdarip
kaldığını görürüz. Dolayısıyla bu
teknolojik döngüde ya teknolojiye ruh katıp şahsiyet bulacağız, ya da tam tersi
vahşi bir makine kılığına bürünüp robotlaşacağız. Şayet yaşadığımız hayatı
zehir etmek istemiyorsak tercihimizi şahsiyet kazanmaktan yana kullanmamız icap
eder. Şurası muhakkak; Allah'a giden
yolda ilim vasıta olmadığı müddetçe, öğrenilen bilgiler sırtına kitap yüklü merkebin
durumu gibi bir durumla karşı karşıya kalırız. Günümüzde sözde kendini âlim
sananların kitap yüklü merkeb misali zillete düşmelerinin sebebi; ilmi kendi
heva ve heveslerine esir etmelerinin ortaya koyduğu bir neticedir. Oysa faydalı
ilim, bildiği ile amel etmek demektir.
Evet, cahiliyet, çok kötü bir hastalıktır. Madem
öyle, insanın cahil dostu olacağına, akıllı düşmanı olması daha yeğdir. Çünkü
cahilin her zaman ne yapacağını kestirmek zordur. Her an etrafa zarar vermesi
muhtemeldir. Bakın, bu konuda Hz. İsa (a.s) "Ben ahmağa, kele, köre, topala, kötümsere İsmi Azam okurdum, onlar iyi
olur, dirilirdi. Ama cahile bir İsmi Azam okusan fayda vermez, dirilmez"
buyurarak bir gerçeğe dikkat çekmiştir. Dolayısıyla bu noktadan hareketle cahillikten
şeytandan kaçar gibi kaçıp, ilme yönelmek en doğrusu. Elbette ki âlim olan bir insan da hata
yapabilir. Ama o hatasını ilmi sayesinde telafi etme avantajına sahiptir. Bu
yüzden İbrahim En-Nahi "Âlim'in
hatasını dile getirmeyin, çünkü ilim sahibi bir kere yanılırsa akabinde
düzeltir" buyurur. İşte ilim bu derce mühim. Niye mühimdir diyorsanız,
durum gayet açık, Peygamberimiz (s.a.v.) "İlmi aramak her Müslüman’a farzdır" buyurduğu için elbet. O halde bize düşen cami ile okul hayatını,
müspet manada bir arada yaşatmak olmalıdır. Şayet bunun başarabilirsek gerçek
manada bir elde Kur’an, bir elde
bilgisayar gençliğin doğması an be an mümkün.
Hele kol gücü ile beyin gücü bir araya gelmeye görsün bak o zaman İslam toplumunun
dinamizm kazanacağı muhakkak. Nasıl kazanmasın ki; Allah’ın Sani sıfatının
tecellisi hükmünde ilmin maddi veçhesi teknolojidir. Maalesef Müslümanlar
ilimden uzak kaldıkça, süper güçlerin oyuncağı olmaktan kurtulamıyorlar. O
halde fikir ve aksiyon beraberliğini esas almalıdır. Zira Müberra Dinimizde ilim ve amel, bilmek ve yapmak birbirinden etle tırnak
misali ayrılmaz ikili unsurlardır. Ve bu durum sünnetullah, yani adetullahın
gereğidir. Kaldı ki sebeplere başvurmadan netice beklemek kuru bir temenniden
öteye geçmez, öyle olsaydı Allah (c.c.) bulutu yağmura vesile kılmazdı, belli
ki her şeyi bir sebebe bağlamış. Dolayısıyla Sünnetullah üzerine hareket etmek
gerekir, aksi halde eşyanın tabiatın aykırı ilimle taban tabana zıt bir hale
düşeriz. Sünnetullah varsa eşya mana
kazanır, sünnetullah yoksa neye yarar ki. O halde sünnetullah yolunda bilgi
edinmek, eşyanın analitik verilerini insan diline tercüme edip, hakikate giden
yolun kapısını aralamalı.
Tabi sadece ilim tahsil etmekte yetmez, bilgilerimizi pratiğe geçirmekte lazım. Şu bir
gerçek; pratiği olmayan bir ilim kuru meşe odunu gibidir ve güdük kalmaya
mahkûmdur. Bu yüzden İmam Şarani (r.a.); "İnsanların çoğu ilim ezberliyor, amel etmiyor" diye sitem
etmiştir. Hiç kuşkusuz talebe okutmak, vaazı nasihatte bulunmak güzeldir, hatta
bu tür faaliyetler farz-ı kifayedir. Fakat öğreten nefsinde yaşamıyorsa, ya da
vaaz veren söylediklerini bizatihi kendi nefsinde yaşamıyorsa bunların hiç bir kıymeti
harbiyesi yoktur. Bakın, Sahabenin ilmi "nefsi terbiye" ilmiydi. Onlar
öğrendiklerini bizatihi nefsinde yaşayarak insanlara ışık saçıyorlardı. Zaten onlar
İslâm’ı kendi nefsinde yaşamasalardı bu din bu denli kısa zamanda dal budak
salıp gelişebilir miydi? Demek ki, ilim amelle taçlanınca kıymet kazanıyor.
İşte tasavvuf okulu bunun için vardır. İşte dergâhlar bu manada şer’i ilimleri tatbik
etmeye yönelik ocaklardır. İyi ki de varlar. Çünkü Zekeri (r.a.) bu hususta;
"Ehli tasavvuf ile birleşmeyen âlim
katıksız ekmek gibidir" beyan buyurarak ilmin pratiğe dökülmesi
gerektiğine dikkat çekmiştir. Hakeza İmam-ı Gazali de bu anlamda; "Herkesin nefis ilmini bilmesi, nefsini
tezkiye etmesi farz-ı ayındır" buyurarak konuya daha bambaşka anlam
katmıştır.
Her
ne kadar günümüz ilahiyat hocaları ilim adamı olarak tanıtılsalar da birçoğu sadece
aydındırlar. Kaldı ki aydınında münevver olanı makbuldür, gel gör ki ortada
münevverlikten yoksun bir sürü aydın tiplemeler söz konusudur. Zaten bu tipler münevver
olsaydılar, hem kendileri aydınlanmış olacaklardı, hem de başkaları. Ne mümkün
habire birilerine laf kavuşturmak için âdete yarışır haldedirler. Oysa gerçek
aydın ışık saçandır laf kavuşturan değildir. Bu yüzden Gavs-ı Bilvanisi (k.s)
“irşad olmayan irşad edemez” buyurmuştur. Malum, irşad edicinin iki vasıf yönü vardır:
- İlim sahibi olmak,
- Bilgilerini bizatihi nefsinde
uygulayan konumda olmasıdır.
Madem
öyle ilim uğruna gerçek irşad edicileri i ziyaret edip onlardan istifade
etmeli. Nasıl olsa her asırda irşat ediciler mevcut. Zira Allah’ın hazinesi
bol, söz konusu bereket geçmiş asırlarla sınırlı değil, her asrı kapsar. Yeter ki onları arayalım ve bulmaya çalışalım,
vuslat hâsıl olur da. Kaldı ki Resûlüllah
(s.a.v.); "Âlimleri sık sık ziyaret
etmek ibadet yerine geçer" beyan buyurarak onların eşiğine yüz sürmemizi teşvik
etmişte. Hakeza yine Peygamberimiz (s.a.v.) "Âlimden yüksek hiç bir şey yoktur. Çünkü hükümdarlar yalnız faniler
hakkında hüküm verirler, âlimler ise hükümdarları da muhakeme ederler"
buyurmuşlardır. Üstüne üstük bu konuda bir değil pekçok beyan var, o halde hadisi
şeriflerden birkaçını daha zikredebiliriz. Şöyle ki; Resûlüllah (s.a.v.);
"Âlime saygı gösteren Allah'ına saygı
göstermiştir."
"Âlimlere saygılı olan bana saygılı olmuştur."
"Âlim, yeryüzünde kudret-i ilahi’yenin
temsilcisidir; onun aleyhinde bulunan mahvolur" buyurmuşlardır.
Hadisi
şeriflerden anlaşılan o ki, âlimler
gerçek manevi hükümdarlardır. Ne hikmetse hükümdar deyince sadece padişah,
hakan, lider vs. akla gelmekte. Oysa Osmanlı’da padişahlara yön veren
âlimlerdi. Bu yüzden ilim erbabına manevi hükümdarlar dersek yeridir.
Düşünsenize Yıldırım Beyazıt padişah olmasına padişah ama mahkemede şahitliğini
kabul etmeyen Molla Fenari âlimimiz var, yeri geldiğinde Fatih'i tenkit edebilen Molla
Güran âlimimiz var, Yavuz'un tüm Hıristiyanların kökünü kazıma girişimine engel
koyan bir Zembilli Ali Efendimiz ve daha nice tarihin parlak sayfalarına adını
yazdıran âlimlerimiz var. Derken bu tip ışık saçan âlimler eşliğinde Yavuz’un;
"Ulemanın atından (ayağından)
sıçrayan çamur şerefimizdir" sözü daha da bir anlam kazanır da. Bu anlam aynı zamanda Osmanlı’nın üç kıtaya
hükmetmesinin sırrını da ortaya koyar.
Maalesef Osmanlı'nın kılıcını görüp ilmi
yönüne bakmayanlar, tarihi değerlendirirken hep hataya düşmüşlerdir. Hiç
bilmiyorlar ki pozitivizm dedikleri ilim de medreseden filizlenip dal budak
salmış ve yükselişimize zemin hazırlamıştır. Yetmedi bir takım aklı evveller Osmanlının düşüş
nedenini bile medreseye yüklemişlerdir. Hele bir devlet düşmeye dursun elbette
ki tüm kurumlar bundan yara alacaktır, bu kaçınılmazdır. İster istemez düşüşle
birlikte ilimde gerileyecektir. Evet, bizde kabul ediyoruz, Osmanlının çöküşüyle
birlikte doğulu medrese, batılı mektebe yenilmiştir. Bu yüzden Sait Halim Paşa
şöyle der; "Şarkın düşünce
alışkanlığında hep fikirlerin eşyaya yansıdığını, hâlbuki eşyanın
hakikatlerinin zihinlere yansımasını da sağlamak gerekir."
Gerçekten de bu sözler kayda değer bir düşünce
örgüsü de. Madem öyle bu düşünce örgüsün
bir irdeleyelim. Bilindiği üzere beynin sol lobu akla yatkın çalışmakta, daha
çok sayısal, dil, mantık, sorgulama, araştırma, yazma vs. eylemler odağı
olmakla dikkat çekmekte. Sağ lob ise sevgi, hayal, his, müzik, edebiyat dünyası
gibi sübjektif değerlere odaklıdır. Belli ki batılılar beynin sol lobunu
kullanmaya eğilim göstermekle ruhi bunalıma düşüverdiler. Hâlbuki gerçek manada
hayatı anlamak beynin her ikisini birlikte kullanılmakla mümkündür. Zira eşyanın
hakikatini bilmek, insanı hayvandan ayıran en belirgin özellik olarak sahne
alır. Bu yüzden Mukaşefe ilmi, nurani rabbaniye olarak gönlümüzü ısıtır. Her
şeyden öte rabbani ilimden haberdar olmak farz-ı kifayedir.
Peki ya doğulu insan? Malum, doğulunun
her ne kadar ruhi zenginliği söz konusu olsa da onunda problemi meselelere
analitik yönden bakmayı lüzumlu kılan beynin sol lobunu kullanmayı ihmal etmesidir.
Nitekim deney ve gözlemden uzak, kısırlık, ölçüsüzlük, slogancılık üzerine
kurulu hayat tarzı yeterince durumumuzu özetliyor zaten. Şayet bugünkü perişan
halimizden kurtulup yeniden yükselişe geçmek istiyorsak, engin tarihi ve
teknolojik bilgi birikimini tekrardan canlandırıp, bu yolda kararlı adımlar attığımızda
ancak o zaman dirilişe geçebiliriz. Aksi takdirde üçüncü dünya ülkesi olmaktan
kurtulamayız. Dün nasıl ki ilmiyle amil olmuş âlimlerin omuzlarında büyük bir
medeniyet kurmuşsak, bugün de yeniden kendi Rönesanssımızı gerçekleştirebiliriz
pekâlâ. Asla Ortaçağ Avrupa'sında
görülen skolâstik mantık yürütme ile din arasında yaşanan çatışma İslâm için
geçerli değildir. Nitekim Şam, Bağdat, Kahire, Kurtuba ve İstanbul gibi mümtaz
şehirler, ilim sayesinde adından söz ettirmiştir. Hakeza bedeviyetten hadariyete ilimle geçiş sağlanmıştır.
Derken ilmin temelleri ilim merkezlerinde atılıp bugünkü teknolojik gelişmelere
ayna olunmuştur.
Evet, onlar geçmişte ayna olurken maalesef bugüne geldiğimizde Resûlüllah (s.a.v.); "Âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanlarından üstündür" buyurduğu
halde, biz hala "Kafdağı masalları" ve "Kesik Baş"
hikâyeleriyle oyalanıp satıh üstü olana ilgi gösteriyoruz. Tabii hal vaziyet
böyle olunca da ilmi zihniyetten uzak kalmamız gayet tabiidir.
Velhasıl;
"İlim Çin'de dahi olsa alınız" düsturunu canlandırmak gerekir.
Vesselam.