PROTEİN SENTEZİ VE EVRİM SENARYOLARI
SELİM GÜRBÜZER
Protein denilince daha çok vücut
metabolizmamıza güç katan yumurta, süt, et
gibi protein içeren besinler akla gelir hep. Tabii aklımıza bu şekilde gelmesi iyi hoşta,
ancak proteini sadece gıda bazında değil bünyesinde bulunan hidrojen, oksijen, azot,
karbon ve kükürt ve temel taşı amino asit içerikli yapısıyla da aklımıza
düşmesi gerekir. Hem nasıl ki canlı
organizmaların temel taşlarını hücreler oluşturuyorsa, hücrelerin temel taşlarını
da proteinler oluşturduğu malum. Peki ya proteinlerin temel taşlarını neler
oluşturmakta diye sual edildiğinde ise, elbette ki cevaben aminoasitlerden
başkası değildir deriz.
Öyle ya, amino asitler uzun zincirler
halinde proteinleri oluşturduğuna göre bu demektir ki proteinler de hücrelerin
oluşumu için organize olup varlıklarını ortaya koyacaklardır. Nitekim bu
noktada insan genomunda yer alan 20 çeşit amino asidin protein sentezine
yönelik hücre organizasyonunun temellerini oluşturmasında son derece hayati
öneme haiz temel taşları olarak karşımıza çıkmaları bunun en bariz
göstergesidir. İyi ki de amino asitler hücre içerisinde temel taşı konumdalar.
Aksi halde hücre içi faaliyetler durma noktasına gelecekti. Ancak şu da var ki;
temel taş konumundaki amino asitlerin protein sentezinde aktif rol oynayabilmesi
için hücre içerisinde minimum 3 ila 5 arası enzimin takviye katalizör güç
olarak devreye girmesi de lazım gelir. Aksi halde hücre içerisinde protein
sentezine yönelik ne tepkimeler hız kazanır ne de protein oluşumu gerçekleşebilir.
Ki, enzim dediğimiz molekülde sonuçta o
da protein molekül yapıda bir organik bileşik türüdür. Dolayısıyla hücre
içerisinde enzimlerden her hangi bir bileşik türünün işlevsiz hale gelmesi
demek vücut biyokimyasının bir anlamda iflası demek olacaktır. Zira hücre
içerisinde cereyan edecek her bir aktivite için mutlaka o aktiviteye uygun bir
enzim türünün devreye girmesi gerekir ki hücre içi biyokimyasal reaksiyonlar işlerlik
kazanabilmiş olsun. Öyle ya, madem her bir
hücre vücut içerisinde bulunduğu konumunu ve üstlendiği işlevselliğini kendisiyle
uyumlu enzim koduna borçlu, o halde enzimi bu denli asıl karizmatik kılan etken
unsurun bizatihi kendi öz mayasını oluşturan ham protein molekülünün ta kendisi
olduğu gerçeğini de göz ardı etmemiz gerekir. Hem nasıl protein-enzim ilişkisini
görmezden gelebiliriz ki, baksanıza A’dan Z’ye tüm hücre faaliyetleri enzim-protein
dayanışmasına dayalı kurulu bir sistem üzere seyredip, hatta bu noktada enzim ve protein arasındaki
bağlılık etle tırnak misali birbirinden ayrılmayacak derecede güçlüdür dersek
yeridir. Öyle ki her ikisinin de birlikteliğinden hücre hayatının nasıl
işlerlik kazandığı biyokimyacıların dikkatinden kaçmaz da. Tabii ki kaçmaz, bikere her ikisinin varlığı demek
biyokimyamızın iri ve diri olması demektir.
Sadece insan biyokimyası mı, hiç kuşkusuz her bir canlı türünün
biyokimyası içinde geçerli irilik ve diriliktir bu.
Öyle ya, mademki ‘bio” demek canlılık demek, o halde
canlı oluşumun olduğu yerde enzim-protein işbirliğine dayalı protein sentezi
faaliyetinin aktif hale gelip canlı biyokimyasının dirlik kazanması son derece
gayet tabii bir durumdur. Zira canlılık cansızlık üzerine kurulu bir düzen
değil, tam aksine enzim-protein işbirliğine dayalı kurulu bir düzendir. Ve bu
kurulu düzenin yaratıcısı Yüce Allah’tır. Dolayısıyla Allah’tan başka hiç kimse
cansız maddeden canlı yaratmaya asla güç yetiremez. Nitekim yaratıcılık yönünde
tüm teşebbüsler tüm suni denemeler her defasında fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Şurası
muhakkak canlılık denen hadise tamamen bir yaratılış olayıdır. Ama gel gör ki, yaratılış
mucizesine akıl sır erdiremeyenler protein sentezini günlük rutin sıradan olaymış
gibi algılamaktalar. Hatta onlara kalsa, proteinlerin temel yapı taşı amino
asitlerin üçlü kodonlar halde dizilişini bile tesadüfen oluştuğu şeklinde
algılamamız gerekecek. Oysa ne protein sentezi tesadüfen meydana gelmiş bir hadisedir,
ne de amino asitler rastgele dizilmiş üçlü kodonlardır. Bilakis beşer idrakinin
kat be kat fevkinde tamamen yaratılış mucizesinin tezahürü amino asit dizilimi
ve protein sentezi hadisesidir bu. Düşünsenize en basitinden laboratuvar
ortamında cansız tabiattan temin edilen kimyasal maddelerle yapılan deneylerde
taş patlasın iptidai türden ya da sentetik türden birkaç bileşik ancak elde edilebiliyor,
ona da protein demek için bin şahit lazım dersek yeğdir. Kaldı ki protein sentezini
hafife alıp basit sıradan bir işmiş gibi göstermeye çalışmakta abesle iştigal
bir durumdur. Zira en basit bir protein sentezi için bile hücre içerisinde bir
dizi aşamalardan geçmesi gerektiği artık bilinen bir gerçekliktir. Nitekim bir
bakıyorsun değil kırmızı kan hücrelerin tamamı, bu hücrelerin içerisinde ki tek
bir hemoglobin molekülünün yapımında bile bir dizi aşamaların kayd edilmesi
gerekir. İşte bu nedenledir ki, basit sanılan canlının vücut yapısını oluşturmaya
yönelik protein sentezinin yapay denemesine kalkışıldığında, bunun için değil
bir insan ömrü, bir dünya ömrü de yetmeyecektir. Canlı âlemde olan biten her ne
varsa anlaşılan o ki, hemen her oluşum biyolojik bir nizam çerçevesinde işlerlik
kazanmaktadır. Şayet Biyolojik Nizam-ı âlem de neymiş hafife alınıyorsa, şu iyi
bilinsin ki tabiatın kendi kendine ne protein üretme iradesi var ne de böyle
bir kabiliyeti. Hiç şüphe yoktur ki, tabiatın doğurganlığı, Yüce Allah’ın
yarattıklarının üzerinde yaratma iradesinin tecellisinin ve tezahürü bir
doğurganlıktır. Bundan dolayıdır ki, inananlar olarak Allah’ın iradesi dışında yaprağın
bile kıpırdayamayacağına inancımız tamdır.
Evet, yaratılan her şey O’nun iradesiyle hayat
bulmakta, ‘Ol’ derse ancak mahlûkat
oluverir. Zira hüküm O’nunur, her bir yaratılan
perdelerden ibarettir. Ki, perdeler gaye değil vesiledir. Şayet vesileler
kendini yaratıcı görüp güç denemesine kalkışırsa akıbetlerinin ne olacağı
malum. Nitekim Miller tarzı deneyler bariz tel tel döküldüklerinin bize en
yakın görünen senaryo örneklerini teşkil etmekte. Madem öyle, bakalım bu uğurda
üretilen bir dizi senaryolar neymiş bir kaçını izleyip bir görelim:
Miller-Urey Deneyi Senaryosu
Amerikalı araştırmacı Stanley Lloyd Miller
tarafından yapılan deneyler bir takım çevrelerde heyecan uyandırmış olsa gerek
ki “Biyolojik
hayat tesadüfen meydana geldi”
düşüncesini savunanlar için adeta yere göğe sığdırılamaz bir şekilde ismiyle
müsemma Miller-Urey deneyi olarak yankı bulmuştur. Malum, S. Miller’de başlangıçta amino asitlerin
tesadüfen meydana gelebileceği kanaatini taşıyan bir araştırmacıydı. Hatta bu
kanaatini doğrulamak amacıyla ilk dünya atmosferinde var olabileceğini düşündüğü
metan, hidrojen ve su buharı eşliğinde hazırladığı vasat ortama dışardan suni
enerji diyebileceğimiz elektrik şoklama yapıp, 100 santigrat derecelik ortamda bir
hafta beklettikten sonra elde edeceği sonuçla canlı oluşumunu ispatlayacağını düşünüyordu.
Ne var ki yaptığı bir takım deneysel
denemeler neticesinde beklediği 20 çeşit amino asitten sadece üçünün ancak
sentezlenebilmekte olduğunu görünce kazın ayağı hiçte öyle değilmiş kanaati oluşur
kendisinde. Diğer taraftan tüm ümitlerini bu deneysel denemelere bağlayanlar
ise daha neyin nesi neyin fesi olduğunu anlamadan Miller sanki canlılığın oluşumuyla yeni bir şeyler bulmuş gibisinden
hemen bilim dünyasının gündemine oturturmuşlardır. Oysa ki ortada canlı oluşumu denen bir hadise
yoktu, ortada topu topuna toplasan
birkaç cansız molekül türünden partikül kırıntılar vardı. Ne diyelim, birileri bir bakıyorsun birkaç
cansız oluşum partiküllerinden bile kendine vazife çıkarıp “Gerekirse
hücreyi de sil baştan yeniden yaratırız” dercesine işi bilim kurgu şovuna da dönüştürebiliyorlar.
Onlar işi bilim kurgu şova dönüştüre dursunlar, bikere tüm ümitlerini bağladıkları Miller-Urey
deneylerinin yapıldığı ortam şartlarının dünyanın yaratılışındaki ortam
şartlarıyla birebir örtüşmeyeceği çok açık. Hakeza deney düzeneği açısından da
meseleye baktığımızda dünyayı da ilk yaratılışında bir laboratuvar olarak
düşünürsek Millerin oluşturduğu yapay laboratuvarla da taban tabana zıt bir durum
söz konusudur. Ki, bu iki laboratuvardan dünya laboratuvarı
yaratılış düzeneğini içerirken, diğer oluşturulan suni laboratuvar ise kul yapımı
düzenek içermekte. Madem öyle, bakalım bu kul yapımı düzeneğinin bilim kurgu
filmlerini aratmayacak derecede belli başlı açmazları nelermiş maddeler halinde
şöyle sıralayaraktan bir görelim:
-Miller birinci açmazı; adına soğuk
tuzak (cold trap) dediği bir
düzenekle amino asitleri izole etmeye girişmesidir. Böylece ilk girişiminde dünya izolasyon ortam
şartlarıyla kendisinin oluşturduğu izolasyon ortam şartları arasında derin bir uyuşmazlıkla
kendini ele vermektedir. Kaldı ki kimyasal yollarla protein sentezi
oluşturulabileceğini varsaysak bile dünyanın ilk oluşumunda ki tabii yollarla
oluşan protein senteziyle birebir aynısının olabileceğini imkânsız kılmaktadır.
-Miller’in ikinci açmazı öne sürdüğü ilkel
atmosfer ortamında metan, amonyak gazı yerine düşündüğü metan, hidrojen ve su
buharı karışımı bir vasat ortamının olabileceği düşüncesinin tam aksine birçok
bilim adamı azot ve karbondioksit karışımı bir vasat ortamının olabileceği
yönünde hem fikir görüş serdetmişlerdir. Böylece Miller-Urey deneyleri bu noktada
yaratılışın ilk doğal atmosfer bileşenleriyle taban tabana zıt suni denek türünden
bileşenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaldı ki Miller, kendi deneyinde
kullandığı atmosferik ortamın yapay bileşenlerden oluşmuş denek bir ortam
olduğunu itiraf etmişte. Öyle ya, şayet
ilk yaratılış hadiselerinde kimi bilim adamlarının ileri sürdükleri Bing-bang (büyük patlama) hadisesini doğru kabul edilebilir tez olarak varsaydığımız
da ortaya çıkan tabloda dünyamızın adeta kaynar kazan bir halden git gide
soğuyaraktan ergimiş halde nikel ve demir karışımı ağırlıklı bir vasat ortamın doğuvereceği
muhakkak. Dahası o ilk patlayışın ardından daha yeni şekillenmeye başlayan
atmosferin azot, karbondioksit ve su buharı karışımı bir vasat ortamın olmasını
kaçınılmaz kılacaktır. Baksanıza J.P.Ferris ve C:T Chen, zaten yukarı da bahsettiğimiz Miller’in kendi
deneyinde kullandığı yapay atmosferik ortama benzer düzeneklerle yaptıkları
deneyleri tekrarladıklarında canlı oluşumuna temel teşkil edecek herhangi bir
işe yarar amino asit oluşumu ortaya koyamamışlardır. Hatta ilk oluşumda yer
alan kimyasal gaz bileşenlerinin organik moleküllerin meydana gelmesinde bir
amonyak veya metan gazı kadar da etkili olup olmayacağı noktasında da ortaya
net bir şey konulamamıştır
-Miller’in üçüncü açmazı; deneyini ilk
atmosferin oluşumunda yoğun oksijen bombardımanının dikkate almadan yürütmüş
olmasıdır. Dolayısıyla ilk atmosferin oluşumunda oksijeni dikkate almadan kendi
oluşturduğu suni atmosferik düzeneği geçersiz kılmakta. Hem nasıl geçersiz
kılmasın ki, bikere oksijenden kaynaklanan ultraviyolenin bulunacağı ortamda
tek bir amino asidin yaşamasını bile imkânsız kılmaktadır, bu yüzden oksijeni
devre dışı bırakmıştır. Zaten bilim adamlarının pek çoğu dünyanın oluşumunda
ilk bing-bang patlaması denen hadiseyle daha normal atmosfer şartlarının
oluşmadığı bir hengâmede ultraviyole ışınlarının filtrelenmeden doğrudan
yeryüzüne inmesiyle birlikte ortada amino asit oluşumu varsa da yoğun
bombardıman altında hepsinin parçalanmasını kaçınılmaz kılacağında hem
fikirdirler. Bu demektir ki Miller oluşturduğu deney düzeneğinde şayet oksijeni
de işin içine kataraktan oluştursaydı bu durumda metan gazı karbondioksit ve
suya çevrilip, amonyak ise ister istemez
azot ve suya dönüşecekti. Kaldı ki ilkel atmosferde oksijenin olmadığını varsaysak
bile bu seferde ozon tabakası oluşamayacağından yine amino asitler doğrudan ultraviyole
ışınlarının bombardımana uğrayıp böylece paramparça olmuş olacaklardı. Anlaşılan, ilkel atmosfer şartlarında
oksijenin yokluğu bir dert, varsa da o
da ayrı bir dert olabiliyor. Sonuçta her iki durumda aminoasitler için yok edici
bir ortamdır.
-Miller-Urey deneyinin dördüncü açmazı; sağ-elli
amino asit türünden bir takım partiküllerin nüksetmesi yaptığı suni deneylerin daha
da bir anlamsız kılmakta. Zira canlılık sol-elli amino asitlerin varlığıyla işler
hale gelip anlam kazanmakta.
İşte yukarda maddeler halinde sıraladığımız açmazları
bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, Miller-Urey deneyi ve türevlerinin
canlılığın yaradılışın ilk dünya şartları ortamında tesadüfen sahne aldığını
ispatlamaktan aciz olduğunu göstermektedir.
O halde şimdi sormak gerekir:
-Miller-Urey deneyi ve türevlerinin ilk
dünya oluşumunun hangi laboratuvar ortamıyla örtüşecek şartlara haizdir?
-Miller-Urey deneyi ve türevlerinin düzenek
uygunluğu ilk dünya oluşumunun hangi düzenek ölçüleriyle uyumluluk arz
etmekte?
-Miller-Urey deneyi ve türevlerinin yapay
ölçümlemeleri ilk dünya oluşumunun hangi terazi ölçümlemesiyle örtüşmekte?
-Miller-Urey deneyi ve türevlerinin
oluşturduğu yapay ortama şokladığınız enerji ilk dünya oluşumunun hangi enerji şoklamasıyla
uyumluluk arz etmekte?
-Miller-Urey
deneyleri adı altında oluşturulan o yapay düzeneklerinin malzemeleri ilk dünya
oluşumunun şartlarının hangi düzeneğin malzemeleriyle örtüşmekte?
Hiç kuşkusuz bu soruların cevabı havada
kalacaktır, olsun biz yine de sormuş olalım ki,
zihinler de bilgi kirliliği oluşturmaya kalkışmasınlar. Aksi halde ne de
olsa bizi sorgulayanlar yok düşüncesiyle meydanı boş bulup bildiklerini
okuyacaklardır. Baksanıza adamlar
yaratılış mucizesini gözlerden uzak tutmak adına ilk dünya oluşumunda var olan
birçok elementleri kendi oluşturdukları yapay analiz çalışmalarına çözelti
karışımı olarak almamışlar bile. Dedik
ya, onlar meydanı boş bulduklarında bildiklerini okuyup kafalarında
planladıkları her ne senaryo varsa,
planlarının bozulmaması adına işine gelen elementler ya da işine gelen
bileşiklerden hazırladıkları çözeltilerle çalışmaktalar. İşte böyle işine gelen yapay laboratuvar ortam
şartları oluşturarak yapılan çalışmalarla güya Darwin teorisini çürümüşlükten
kurtaracaklarını sanmaktalar. Oysaki
yaratılış mucizesini gözlerden uzak tutmaya hiçbir yapay laboratuvar ortam
şartları ve hiçbir yapay düzenek ve malzemeleri hiçbir güç yetiremeyecektir. Hatta
bu iş (yapay denemeler) öyle de sarpa
sarmış durumda ki, tamda Nasrettin Hoca hikâyesini tersinden okuyacak hale dönmüştür.
Yani ortada un var, şeker var, yağ var,
ama helva yoktur esprisini tersinden okuduğumuzda ne var ne yok her türlü yapay
laboratuvar alet ve adavetleri var, yapay çözeltiler var, yapay düzenekler var, ama ortada fol yok yumurta da yoktur
diyebileceğimiz trajikomik senaryonun girdabına düşmüşlerdir.
Sdney Fox Senaryosu
Hakeza Nasrettin Hoca hikâyesinde olduğu
gibi trajikomik duruma düştüklerinin bir diğer örneği ise Sydney Fox’un; “İlk amino asitler ilkel okyanus şartlarında
oluşup, akabinde bir volkanın yanındaki kayalıklara sürüklenerek yüksek ısının
etkisi altında bünyesindeki suyun buharlaşmasıyla birlikte kuruyan amino
asitler şeklinde proteini oluşturmuşlardır” diye ileri sürdüğü senaryoya bel
bağlamalarıdır. Nitekim Fox, Miller’i takliden yaptığı bir takım deneyler neticesinde
yüksek ısıda amino asitlerin bozulduğunu gözlemlemiştir. Fox, bu kez bir başka yöntemle
suni laboratuvar ortamı şartları altında damıtılmış aminoasitleri kurumaya
bırakıp böylece amino asitleri ısıtaraktan birleştirme yoluna gitmiştir. Tüm bu yapboz işlemler iyi hoşta, elde ne var denildiğinde yine birbirlerine
rasgele bağlanmış sıradan birkaç amino asitlerden inorganik olarak oluşan
protein türevi oluşumlarından başka bir şeyin ortaya çıkmadığı gözlemlenmiştir.
Üstüne üstük yapılan bu yapboz denemeler Millerin suni denekler üzerinden
değil, canlı organizmaların amino asit molekülleri üzerinden yapılmıştır. Düşünsenize
hem Miller’in izinden gittiklerinden dem vurulacak, hem de izinden gittiği
adamın ürettiği yapay amino asit benzeri parçacıkları denek olarak kullanılmayacak.
Peki, bu durumda birileri çıkıp sormaz
mı “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diye.
Şu bir gerçek, gerek Fox ve gerekse diğer bilim adamlarının
elde ettiği hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan suni birkaç amino asitlerden
inorganik olarak elde edilen protein benzeri (proteinoidler) oluşumlarından
medet umarak normal tabii şartlarda gerçek anlamda protein oluşumunun meydana
gelmesini beklemek boşa kürek sallamaktan öte bir anlam ifade etmez. Tabii
bizim burada karşıt çıkışımız dünyanın ilk oluşumunda olmayan pek alışık
olmadığımız şartlar altında özel laboratuvar teknik yöntemlerle amino asitleri
bir şekilde birbirine bağlama denemelerine değil elbet, tam aksine karşı
çıktığımız husus, yapılan suni
denemelerle ortaya çıkan bir takım düzensiz protein benzeri partikül
oluşumlardan hareketle “işte canlı böyle oluşturulur” dercesine ‘yaratıcılık’ havasına
girmelerinedir. Bikere her şeyden önce öne sürdükleri protenoidlerin gerçek proteinlerle
yakından uzaktan hiçbir alakası olmayan işe yaramaz cinsten diyebileceğimiz
birtakım inorganik termal lekelerden ibaret yapılardan başkası değildir. Hem kaldı ki, cansız maddelerden canlılık
oluşturma adına devasa boyutlarda yapay bio-havuzlara ne kadar kimyasal madde atarsalar
atsınlar, ne kadar dışardan her türden gaz pompalarsa pompalasınlar, hatta ne kadar envaı türden radyasyon takviye ederseler
etsinler, sonrasında da havuza attıkları maddeleri devasa mikserlerle
(karıştırıcılarla) karıştırıp istedikleri
termal sıcaklıkta ısı ayarlamalarını yapmış olsalar da sonuçta hayat için
gerekli olan en iyimser tahminle 2000 enzimden ancak belki birkaç amino
asitlerden inorganik türden oluşan protein benzeri (protenoidler) moleküller ya
da birkaç suni kimyasal madde üretmek olur ki bundan bir adım ötesine geçemeyecekleri
muhakkak. Zira hayat biyokimyasının her basamağının arka planında yaratılış
mucizesi ve yaratılış gerçeği vardır. Ancak
gel gör ki, içi boş senaryolar peşinden koşanlara ne amino
asitlerin arka planında işleyen mucizevi oluşum aşamalarını anlatabilirsiniz,
ne de proteinlerin arka planında ki mucizevi oluşum aşamalarını. Üstüne üstük hayat biyokimyası sadece protein
sentezi oluşumuyla da sınırlı değildir, hayat biyokimyası bütünüyle öyle mükemmel
donatılmış bir yapıdır ki, hücresinden dokusuna, dokusundan organına, organından vücut yapısına kadar uzanan bir
dizi çok karmaşık bir yapıdır. Dahası “Şimdi gel de çık çıkabilirsen işin
içinden” türünden çok karmaşık bir
yapıdır bu. Hatta tamda bu noktada evrimcilere
sormak gerek; şimdiye kadar amino asit ve protein oluşumuna yönelik yapılan
denemelerle ortaya net bir veri koyamadığınıza göre elde ettiğiniz bu yarım
yamalak oluşumların daha da üstünde karmaşık yapıda olan doku, organ ve vücut
oluşumlarının altından nasıl kalkarsınız doğrusu merakımıza mucip bir konudur. Onlar
bu işlerin altından nasıl kalkacakların düşüne dursunlar, her şeyden önce bikere şu bir gerçek; hayat
biyokimyası sırf basit bir protein yığınından ibaret olmayıp, bünyesinde birçok
sistemin barındığı biyolojik canlı bir âlem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hakeza James Watson ve Francis Crick’in gün yüzüne çıkardığı kompleks yapıdaki
nükleik asitler (DNA ve RNA) gerçeği
de öyledir.
RNA Senaryosu
İlk dünya atmosferinin oluşumunda
bağrında taşıdığı atmosferik gazların amino asit sentezini imkân vermediği
anlaşılması üzerine, bu kez RNA molekülü üzerinde protein sentezine yönelik bilgi
kodu taşıma özelliğinden olsa gerek, RNA senaryosu sahne almaya başlar. Walter
Gilbert tarafından ileri sürülen bu senaryoya göre nasıl olmuşsa milyarlarca yıl
önce RNA kendi kendine ortaya çıkmış, akabinde çevre şartlarının tesiriyle
proteinler imal etmeye başlamış, derken en nihayetinde DNA molekülü doğmuş
güya. Ne diyelim, sizde görüyorsunuz ya,
zırva tevil götürmez misali ileri sürülen bu tip tezlere gülesin mi
ağlayasan mı, doğrusu şaşmamak elde değil. İnsan ister istemez bu tip zırva söylemler karşısında;
nasıl oluyor da hayal mahsulü nükleotidler nizami bir dizilimle bir araya gelip
RNA’yı oluşturmuş doğrusu sormadan edemiyoruz. Kaldı ki RNA senaryosunun
geçerlilik arz etmesi için ortada mutlaka, ya kalıp görevi ifa edecek DNA
molekülünün varlığına ihtiyaç vardır, ya da başka bir RNA molekülünün varlığına
ihtiyaç vardır. Bunlar olmadan işi tersinden okuyup kendi kendine RNA’nın sahne
aldığını söylemek abesle iştigal bir tutumdur. Nitekim bu tutum ve davranış
reflekslerini ‘hem nasıl’ cümlesiyle başlayan sorularla birileri de çıkıp bizim
gibi şöyle de sorgulayabilir pekâlâ:
- Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da RNA
en mükemmel laboratuvar şartlarında bile kopyalanması zor bir molekül iken birden
bire ilk dünyanın yaratılış şartlarında kendi kendine nasıl meydana gelmiş
iddiasında bulunabiliyorsunuz diye adama sormazlar mı?
- Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da, şayet
RNA kendi kendine tesadüfen meydana gelmişse o zaman birileri çıkıp “Madem
öyle, RNA hangi tesadüfî bilgiyle kendi kendini kopyalamayı akıl edebilmiş” diye
adama sormazlar mı?
- Ey senaristler! Hem nasıl
oluyor da, şayet RNA kendi kendini tesadüfen kopyalamışsa, o zaman birileri çıkıp adama” Madem öyle,
kopyalanmak için kullanacağı nükleotid elemanlarını nereden temin
etmiştir” diye adama sormazlar mı?
- Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da RNA, daha canlının ilk oluşumunda bilgi kodu
aracılığının dışına çıkıp da üstüne vazife olmayan bir işe girişerekten
bilginin başkomutanı olarak protein üretecek duruma gelmişte bizim bundan
haberimiz olmamış? Hem kaldı ki adı
üzerinde bilgi kodu. Bu yüzden evrimci senarist görüşlerin tam aksine bilgi
koduna hammadde gözüyle bakmayız. Hammadde olarak bakmamız gereken varsa, o da
malum amino asitlerdir. Nitekim amino asitler proteinlerin oluşumunda temel
taşı olmaları hasebiyle, her daim
hammadde yönünde hep misyon yüklenmişlerdir. Dolayısıyla, şayet bizlerde
evrimciler gibi bir an kendimizi RNA senaryosuna kaptırmış olsak, maazallah
Nasreddin Hocanın hikâyesini tersinden alıp ortada un yok, şeker yok, yağ yok
ama helva var demek durumunda kalırdık. Böylece olaylara hep ters yönden bakmış
olurduk. Oysaki protein sentezi denen hadise hücre içerisinde birtakım karmaşık
işlemler sonucunda yoğrulup birçok enzimin katalizörlüğünde ribozomlar üzerinden
gerçekleşen mucizevi bir hadisesidir. Hakeza ribozomun bizatihi kendisi de
karmaşık yapıda bir donanım olup adeta bir üretim fabrikası olarak işlev
görmektedir. O halde, siz siz olun sakın
ola ki birçok karmaşık yapının aynı anda bir araya gelerek büyük
organizasyonlara mühürlerini vurma gibi harikulade mucizevi oluşumları tesadüfen
oluşmuş yapılar olarak yorumlamaya kalkışmayın, aksi halde kendi kendinizi
komik duruma düşürmüş olursunuz.
İşte yukarıda maddeler halinde e
sıraladığımız sorulardan da anlaşıldığı üzere şayet evrimci senarist tezleri
ciddiye almış olsak karman çorman bir karışımdan ansızın hayali bir RNA
molekülü doğuverdiğine kanıvermiş olacaktık. Dahası canlı oluşumunda ilk temel harcın
gen dünyasının babası konumunda Başbuğ Başkan DNA molekülü değil de, Vezir-i azam ve elçi konumunda RNA molekülünü
ilk temel harç olarak addedip, böylece bu uydurulmuş senaryodan hareketle tıpkı
evrimciler gibi bizlerde evladın babadan önce doğuverdiğine kanmış olacaktık.
Oysaki kazın ayağı hiçte öyle değil, bilakis insanın ilk yaratılış kodlarında
toprak DNA vardır, toprak DNA olmadan RNA’nın kopyalanması asla mümkün
değildir, dolayısıyla RNA’nın insanın ilk toprak mayası kodunda olmayıp tam
aksine DNA’ca kopyalanan protein senteziyle vazifeli elçi konumunda bir bilgi
kodu taşıyıcısı olduğu anlaşılmakta.
İyi
ki de evrimci tezleri bu tür sorularla sorgulamış olduk. Nitekim sorguladıkça da birbirinden ilginç,
bir o kadarda trajikomik hayal mahsulü senaryolarla kuşatıldığımızın farkına
varmış olduk. Belli ki etrafımızı saran
bu tür senaryo oyunlarından kurtulmanın tek yolu yaratılış mucizesine şevksiz
şüphesiz iman etmekten geçer.
Proteinler nerede yapılır?
Protein sentezi hadisesi hemen her
hücrede cereyan edip dışardan bir takım deneme yanılma metotlarıyla
kendiliğinden oluşmaz, malum bir dizi
aşamalar eşliğinde gerçekleşir. Tabii
bu söz konusu bir dizi aşamalar protein sentezinin oluşumuna da kâfi
gelmeyebilir, bu arada 20 aminoasidin
sol-elli amino asitli olması gerekir ki protein sentezinden maksat hâsıl olsun.
Hiç kuşkusuz bir dizi kural ve kaideler sadece protein sentezine has bir durum
değil, buna DNA ve RNA’da dâhil elbet. Nitekim
hücre içi karar kuralları gereği DNA ve RNA’yı oluşturan nükleotidlerin de sağ-elli
olmaları icap eder.
Tabii
protein yapımı konusunda hücre içi karar kuralı ve kaideleri burada bitmiyor,
dahası var; amino asitlerin bir araya gelip dizilmeleri gerektiği kuralının yanı
sıra bunların uygun bir şekilde nasıl bağlanmaları gerektiği kuralı da
yaratılış kanunları kapsamında karar kuralı zorunluluktur. Öyle ki külli iradeyle
tecelli eden bu söz konusu bir dizi karar kural ve kaidelerin hücre içerisinde
yerine getirilebilmesi için de ayrıca amino asitlerin peptid bağlarıyla
bağlanıp doğrusal olarak dizinim göstermeleri gerekir. Hiç kuşkusuz amino
asitler sadece peptid bağlarıyla kimyasal bağ oluşturmaz, daha birçok değişik
türden moleküllerle de kimyasal bağ oluşturmakta. Hele ki birde işin içinde protein
sentezine yönelik faaliyet olursa bu durumda akan sular durur misali protein
yapımına yönelik peptid bağlarıyla kimyasal bağların oluşturulma işlemleri
bekletilmeksizin hızla karar kuralları ve kaideleri olarak yürürlüğe girer
bile. Belli ki protein oluşumunda:
-Gerek sol-ellilik karar kural ve
kaideleri,
-Gerek amino asitlerin linear dizinler
şeklinde peptid bağlarıyla birbirine bağlanmalarıyla oluşacak olan protein sentezine
yönelik karar kural ve kaideleri,
-Gerekse bir amino asidin amino grubuyla
diğerinin karboksil grubunun bir su çekilme tepkimesiyle birbirine bağlanmaları
şeklinde tecelli edecek olan bir dizi karar kural ve kaideleri, hiç kuşkusuz
Yüce Allah’ın yarattığı biyolojik programın işleyişinde en temel öğeler olarak ‘dirlik’
göstermeleri için vardır. İyi ki de yaratılış kodlarımız en mükemmelinden bir
dizi karar kural ve kaidelere bağlanmışta bu sayede hidrofobi denen bir
hadiseyle yaratılış moleküllerimiz sudan kaçıp ıslanmaksızın kuru molekül olarak
dirliğimiz mayalanmış olmakta. Zaten iri ve diri olarak da mayalanmak
durumundayız. Zira emir büyük yerden gelmekte. Kaldı ki, ilahi emre amade
DNA’nın metil gurubu içerikli donanımlı yapıda olması hasebiyle bizatihi başlı
başına kendisi kuru bir moleküldür. Hatta Yüce Allah (c.c) bu hususta “Andolsun,
Biz insanı karmış, kokuşmuş, kuru, şekillenmiş bir çamurdan yarattık” (Hicr,
26) diye zikrettiği ayet-i kerimeyle DNA’nın kuru oluşuna işaret buyurmakta. Böylece
Yüce Allah’ın bu ayet mealinde işaret buyurduğu çamurla özdeş DNA’nın
kurutulmuş olarak kalın ve kısa çubuklar şeklinde kromozom hale dönüştürüldüğü
anlamını çıkarabiliriz pekâlâ. Hatta Yüce Allah’ın (c.c) “Şüphesiz Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık” (Saffat, 11)
diye beyan buyurduğu ayet mealinden de anlaşılan o ki, çamurun oda sıcaklığında yüksek derecede viskozitede
ki metilasyon içerikli yapışkan özelliği sayesinde kalın ve kısa çubuklu
kromozomların ete kemiğe bürünecek şekilde vücut bulmasına vesile olduğu
anlaşılmakta. Öyle ya, hem madem çamurdan
maksat DNA molekülünün kalın ve kısa çubuklar şeklinde kromozomlu hale bürünmesidir,
o halde bu aşamadan sonra yukarıda zikredilen ayet-i kerimelerin mana ve ruhundan
hareketle çamurun sadece kısa ve kalın çubuklu hale getirilme şekline değil,
yapışkanlığını da pür dikkat kesilmemiz icab eder. Nitekim ayette geçen ‘yapışkanlık’ vurgusu belli ki bir
molekülün yüksek derecede viskozite içerikli (yüksek derecede yapışkan içerikli) olmasına istinaden bir vurgulamadır. Ki, yüksek
derecede yapışkanlığın da olması gerekir ki şekillenme hadisesi ya da vücut
bulma hadisesi vuku bulsun. Nasıl mı? Elbette ki DNA zincir halkasının belirli
noktasında bir fermuar şeklinde açılmasıyla birlikte dışardan herhangi bir
enzim marifetiyle teşekkül ettirilecek yeni bir DNA uçlarının, açılan fermuarın
bir diğer yakasında birleştirileceği diğer DNA halkasının yapışkan parça uçlarına
yapışmak suretiyle olacak iştir bu. Gerçekten de zikredilen ayet-i kerimenin içerdiği
mana ve ruhuna dalındığında doğrudan insanın yaratılış çamur mayasının yapışkan
uçlarla mayalanıp vücut bulduğuna olan inancımız, kalp göğüs kafesimizin hemen
altındaki iman tahtamızda ipeğe sarılmış çelik zırh misali daha da kavileşip,
böylece “Allah” demekten kendimizi alamayız da.
Her neyse sonuçta geldiğimiz noktada,
evrimcilerin yukarıda yazılan çizilen senaryolardan ilham alaraktan suni
metotlarla inorganik olarak elde edilen protein benzeri (protenoidler)
moleküller üretme çabalarına pek sıcak bakmıyoruz. Zira tüm bu laboratuvar
çalışmalarının hiçbiri ilk yaratılışta ki tabiat şartlarında gerçekleşmiş
olaylar değildirler.
Velhasıl-i kelam; ilk yaratılışın tekrarlanması ve tecrübe
edilmesi imkânsız bir mucizevî bir hadisedir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/protein-sentezi-ve-evrim-senaryolari-6028-kose-yazisi