POPULASYON
GENETİĞİ VE EVRİM
SELİM GÜRBÜZER
Aynı
türe ait farklı kalıtsal yapılarda olan bireylerin oluşturduğu topluluklar popülasyon
diye tanımlanır. Tabii bu arada popülasyon kavramını sadece tarif etmek yetmez
bu arada kendi içerisinde birçok bölümlere ayrılması hasebiyle daha geniş
pencereden bakmak gerekir. Nitekim
popülasyona çevre açısından baktığımızda belirli bir bölgeye yayılmış aynı türe
ait bireylerin oluşturduğu topluluklar “ekolojik
popülasyon” başlığı altında tanımlandığını
görürüz. Örnek mi? İşte hepimizin
bildiği bahçe kertenkele dört ayaklı olup, bu özelliği sayesinde bulunduğu çevrede
mükemmel bir şekilde hızla koşabiliyor. Malum ayakları kısacık kertenkelelerde
aynı türe ait bireylerin oluştuğu topluluk türüdür. Keza kör yılan aynı vücut
yapısına sahip, ancak ayakları hiç yoktur, fakat o da sürüngenler grubuna ait
bir üye olarak bulunduğu çevrede hayat yolculuğunu sürdürebiliyor. İşte sürüngenler çatısı altında yaşayan
canlıların bir kısmı uzun veya kısa ayaklı, bir kısmı ise hiç ayak olmamasına
rağmen temel ortak özellikleri bakımdan hep aynı gıdayı paylaştıkları gibi,
aynı çevre şartlarında hayat mücadelesinin sürdürme kabiliyetine de haizdirler.
Anlaşılan Darwin’in; “Güçlülerin çevreye
uyum sağlayıp ayakta kaldıklarını, zayıfların ise uyum sağlamayıp yok
olduklarını” tezini destekleyecek en
küçük bir emare gözükmemektedir. Mesela yine bilindiği üzere dağ farelerinin ön
ayaklar kısa, arka ayaklar ise uzun yapılıdır. İşte bu ayak yapıları sayesinde sıçramalı
bir hamle ile hareket manevrası sergileyebiliyorlar. Yani, evrimcilerin iddia
ettikleri şekliyle bu hayvan ön ayakları kısacık kaldığından arka ayakların güç
kazanaraktan uzayıp sıçrama kabiliyeti kazanmış değildir. Kaldı ki evrim
yoluyla sıçrama kabiliyeti kazanabilmek için üzerinden milyonlarca yılın
geçmesi gerekiyor. Kaldı ki bu hayvancağızın çevre şartlarından etkilenmesi kendi
tercihi üzerine tayin edilmiş bir seçim de değildir. Belli ki arka ayakları üzerinde sıçrayacak
bir programla yaratıldıkları için diğer birçok canlıda olduğu gibi
yürüyememekteler. Mesela yine aynı
kemirici grubuna dâhil ev fareleri de kör oldukları halde hızla koşar adımlarla
kaçabilen özellik sergileyebiliyorlar. Derken bu örnekler bize dağ faresinin
dağ faresi olarak, ev faresinin de ev faresi kaldığını göstermektedir. Keza yine
bir kısım kurbağalar derileriyle solumaktalarken bir kısım kurbağalarda ciğerleri
ile solunum yapmakta, buna rağmen her
iki türde aynı grup içerisinde kategorize edilirler.
Malum, bir başka popülasyon tanımında kendi aralarında
üreyebilen canlı topluluklar “Mendel popülâsyonu” başlığı altında başlığı
altında tanımlanmakta. Malum rastgele çiftleşen popülasyonlar ‘panmictic popülasyon’ olarak adından
söz ettirir. Şayet popülasyonun bireyleri diploid davranış sergiliyorsa bu
durumda Mendel çaprazlama oranlarının açılımı kategorisinde değerlendirilebilir
pekâlâ. Aksi takdirde mesela eşeysiz
üreme ile çoğalan canlı gruplar bu popülasyonun tanımının dışında kalıp bir
başka gen havuzu içerisinde kategorize edilir. Madem hazır gen havuzundan söz
etmişken bu kavramın tanımına baktığımızda bir popülâsyona ait bütün bireylerin
taşıdığı genlerin toplamına o popülasyonun gen havuzu olarak tanımlandığını
görürüz. Bu arada bir popülâsyona
ait bütün bireyler kendi aralarında eşit birleşme ve döllenme şansına sahipseler
bilhassa büyük popülasyonlarda bu eşitliğin büyük ölçüde sağlandığını çok
rahatlıkla söyleyebiliriz.
Gen Havuzu Frekansı
Elbette ki gerek insan olsun, gerek hayvan ve
gerekse bitki topluluklarının her bir ferdi kendi içinde ortak bir gen
havuzunun tabii üyeleridir. Buna itirazımız olamaz zaten. Bizim itirazımız bu
üçünün de aynı gen havuzdan türedikleri varsayımınadır. Oysa insanlar ortak tek
bir temel gen havuzu denilen homosapiens (çeşitli
ırklardan müteşekkil insan türü) kategorisine girmekteler. Mesela genus (cins) seviyesinde tüm çakal türleri aynı
gen havuzunun üyesidirler. Keza aynı gen havuzuna dâhil olan canlılar aynı
zamanda birbirleriyle çiftleşip çoğalabilen üyeler olarak bilinmektedir. Bu
yüzden bir bireyin organizmasının kalıtsal yapısına ‘genotip’ denirken, bir populasyonun kalıtsal yapısına ise ‘gen
havuzu’ denmektedir. Nitekim insan genomuna ait gen havuzunda kan grupları
yönünden baktığımızda A, B, AB, 0 ve alt
grubu kan grubu faktörlerin varlığını görürüz.
Dolayısıyla her bir gen havuzundaki gen frekansı o gen havuzuna geçmişte
etki eden bir takım seçicilik (seleksiyon)
veya baskın özelliklerine göre değişiklikler gösterebiliyor. Örneğin; Gana’da
doğan bir çocuk bulunduğu ortama ait gen havuzunun özelliklerinden etkilenerek
belli bir miktarını alabildiği gibi İsveç’teki de bir bakıyorsun bulunduğu
ortamın gen havuzundan bir kısım özelikleri kendi bünyesine kattığını görebiliyoruz.
Demek oluyor ki, köken olarak her bir
fert mensup olduğu soy ağacının karakterlerini kendi genomunda taşısa da farklı
gen havuzlarının bulunduğu ortamların etkisi altında (doğal
seleksiyon) farklı gen frekanslarını da bünyesine katabiliyor. Ancak bu durum
yeni türlerin türemesini beraberinde getirecek anlamında bir farklılık
oluşturmayacaktır, bilakis türün kendi içerisinde
çeşitlenmeyi beraberinde getiren varyeteler olarak farkını ortaya koyacaktır. Örnek mi? Mesela tatlı mısır, cin mısırı, nişastalık
mısır, kuş mısır çeşitleri tek bir mısır gen havuzundan köken almalarına rağmen
kendi içinde bir takım varyete (çeşit)
zenginliği oluşturması bunun bariz
örneklerini teşkil eder. Mesela omurgasızlardan grubundan protozoalar,
süngerler, trilobitler, ıstakozlar ve arılar kendi üyesi olduğu gen havuzunun
elamanları olarak biyolojik hayatta yerini alırken, omurgalılardan balıklar,
kurbağalar, sürüngenler, memeliler ve kuşlarda aynen kendi üyesi oldukları gen
havuzundan köken alarak biyolojik hayatta konumlanmış olurlar. Dolayısıyla birileri ortaya çıkıp da farklı birbirinden
köken olarak farklı olan türleri aynı ortak gen havuzuna dâhil ederek bunlar
birbirlerinden türemiştir şeklinde ilan etmeye kalkıştığında bu akla ziyan bir tutum
olacaktır. Tabii böylelerinin dertleri davaları başka, asıl dertleri insanla
maymunu nasıl bir punduna getirip de tek ortak bir gen havuzu kalıbına koyarız
hayaliyle yatıp kalkmaktalar. Dahası
bundan da öte tüm canlıların aynı ortak atadan türediğini algı operasyonlarıyla
bir punduna getirip insanlara kabul ettirmenin davasını gütmekteler. Onlar sırça köşklerinde sabah akşam bunun
hayaliyle davalarını güde dursunlar, oysaki her canlı türü kendi üyesi olduğu
gen havuzunun elemanı olarak biyolojik hayatın içerisinde konumlandığı
gerçeğini değiştiremeyeceklerdir. İşte bu gerçekler ışığında bizim doğal
seleksiyona bakışımız canlı türlerin kendi kökeninden koparmaksızın seçicilik
üstlenmiş bir yapı olduğu yönünde gözüyle bir bakış açısı olup, asla doğal seleksiyonu canlıları
evrimleştirip kökeninden farklı yapılara dönüştüren bir yapı olarak görmüyoruz.
Zaten ortada böyle ince eleyip sık dokuyan bir seçme ve seçilmeye yönelik bir delil
olmadığı gibi, hiç kimse böylesi abluka
altına alıcı kuşatıcı bir doğal seleksiyon yöntemiyle yeni bir canlı üretemez
de. Her ne kadar her türden canlıların gen havuzundaki frekanslarında inişli çıkışlı
sapmalar görülse de nihayetinde belirli noktadan sonra bir adam öteye geçemeyecek
şekilde kendi içinde sınırlı inişli çıkışlı eğriler olarak kala kalmakta. Böylece bir şekilde her tür kendi popülasyonu
yönünde kararlılık sergilemiş olur. Nitekim:
-Bir popülâsyona dışardan göç akımı yoksa,
-Mutasyonla kök genomunda yüzde yüz
değişikliğe uğramıyorsa,
- Ortada üreme yönünden kısırlık bir durum yoksa,
- Herhangi bir canlının genomunun bütününde
zararına bir seçme ve seçilme yoksa,
-Popülâsyon
yoğunluğu düşük değilse, bu tür popülâsyonlar ‘kararlı popülasyon’ olarak nitelenirler. Anlaşılan, doğal seleksiyon bir noktaya kadar
seçicilik etkisini göstermekte, bir noktadan sonra herhangi bir popülâsyon
içerisinde maksimum değişme (varyasyon)
belirli bir sınırın ötesine geçmeyip kararlı bir şekilde sabit kalmaktadır.
Melezleştirme yoluyla dünyaya gelen
canlılar sanki yeni bir tür gibiymiş algılanmaktalar. Oysa bu tür canlılar
kendi hallerine bırakılmış olsalar yine kendi asliyetine döneceklerdir. Bu
bakımdan tazı, pekin köpeği, kısa burunlu fino köpeği (pug) görünüşte farklı gibi görünseler de her biri melez yaratıklar
olup, sonuçta her biri köpek türünün üyeleridirler. Asla evrimleşmeyle meydana
gelmiş başka türden canlılar değillerdir.
Evrimciler
mutasyonla genetik yapıda meydana gelen değişikliklerin güya doğal seleksiyon süzgecinden
geçtikten sonra evrimleşmenin gerçekleştiği iddiasını gütmektedirler. Varsayalım
ki her türlü değişiklik doğal seçme süzgecinden süzülüp fayda sağlayacağı umut
edilen genlerin gen frekans değerlerinin artıracağını düşünsek bile, frekans değeri
belli bir noktaya geldiğinde stabil kalacağı muhakkak. Nitekim bir araştırmacı meyve sineklerinin göğüs kıllarının
sayısını azaltmak için birtakım çalışmalara koyuldu koyulmasına ama çalışmalar sonucunda
ancak yirminci nesle kadar devam ettirebildi. Yani 20. nesilden sonra azalma
trendi bir noktada çakılı kalınca ister istemez ortalama kıl sayısı sabit kalıverdi.
Zira sirke sineği (Drosophila
melanogaster) laboratuar şartlarında senelerce radyasyona tabii tutulmuş, göz
ve vücut rengi değişmiş, hatta cılız ve
kesik kanatlı sirke sinekler manzarasıyla karşı karşıya kalınmış kalınmasına
ama bu çalışmayla da ortaya yeni bir canlı türü ortaya çıkmamıştır. Demek oluyor
ki belirli noktadan sonra seleksiyon süzgeci de bir işe yaramıyor. Hakeza bu ve
buna benzer çalışmalarla daha verimli yumurta elde etmek için tavuklar üzerinde
çalışılmış, daha
verimli süt elde etmek için inekler üzerinde denemeler yapılmış, yetmedi
kaliteli protein elde etmek için tahıllar üzerinde denemeler yapılmış
yapılmasına ama tüm bu denemeler neticesinde tıpkı yukarda ki örnekte olduğu
gibi belirli noktaya geldiğinde verim grafiğinin sabit kaldığı gözlenmiştir. Böylece
belirli noktadan sonra seleksiyonun etkisinin olmadığı bir kez daha teyit
edilmiş oldu. Kelimenin tam anlamıyla istediğiniz kadar şeker pancarı
muhtevasını artırmak için her türlü çabayı gösterin, bu artış en fazla % 17 ila
18 civarında verimlilik sağlanıp belli bir noktadan öteye geçemeyecektir.
Varyasyonlar
Bakteriyolojiyle uğraşan birçok bilim
adamı birkaç cins bakterinin birçok varyasyonlara uğradığından hareketle bu ilk
duruma ‘pleomorfizm’ adını vermişlerdir. Dolayısıyla ilk dönüşümler bir
noktaya kadar kabul görse de tamamen yeni bir başka canlı ortaya koyacak
anlamına gelmiyor. Belli ki Darwin evrim teorisini ortaya koyduğunda
varyasyonların belli bir sınır noktasının olabileceğini tahmin edememiş, dahası varyasyonun genetik biliminde
karşılığı olan ‘çeşitlilik’ cazibesi onu bu noktada kör etmiş gözüküyor. Oysa
çeşitlilik zenginlik demek, bir başka canlı türüne dönüşmek değildir. İşte bu
çeşitlilik sayesinde bir bakıyorsun kimimiz siyah tenli, kimimiz beyaz, kimimiz
çekiç gözlü, kimimiz ela gözlü olabiliyoruz, böylece biyolojik hayatımıza renk
katmış oluyoruz. Bu nedenle varyasyon
kavramı insanlığın yaratılışında daha önceden var olan karakteristik genetik
özelliklerinin farklı zamanlarda veya farklı mekânlarda sabit kalacak tarzda hepimiz
ben-i adem çatısı altında çeşitliliğimizi sürdürecek tarzda popülasyonlarımızın
renklilik kazanması diye tarif edersek yeridir. Tarifimizden de anlaşıldığı üzere
varyasyon kendi genetik kod dünyamızın bilgisi sınırları içerisinde cereyan
etmektedir. İşte sizlerde görüyorsunuz ya, şimdiye kadar gün yüzüne çıkan
varyasyonlarla ve çeşitlenmelerle ne maymunun insana dönüştüğü popülasyon, ne maymunun
insana dönüştüğü popülasyon, ne şu ne de
bu, herhangi bir canlı türüne dönüşen bir popülasyon oluşmadı, oluşmaz da. Kaldı ki her türün kendi içerisinde
çeşitlilik arz etmesinden gayet tabii durum daha ne olabilir ki. Zaten farklı
cinslerin özellikleri varyasyon süreci içerisinde ait olduğu türün gen
havuzunda mevcut. Dolayısıyla o türe ait
tüm özellikler bir sürüngene kanat eklenip uçuşa geçecek şekilde kuşa
dönüşmüyor. Yani Darwin’in varyasyondan farklı türden canlı çıkaramaması
genetik değişmezlik (genetik homoestatis)
ilkesinden dolayıdır. Değişmezlik ilkesini yıkmak adına bir bakıyorsun farklı
varyasyonlara ait türler üzerinde yapılan çaprazlamalarla bir türlü evrimi
kurtaracak yeni bir yaratık ortaya koyamamışlardır. Hem nasıl ortaya
koyabilsinler ki, bikere her bir tür zaman aşımına uğramaksızın, her an ve her şartta
kendi asliyetiyle sabit kalmaktadır. Hiçbir zaman kırmızı gülden mavi gül
olamayacağı gibi, herhangi bir maymundan da insan olamayacaktır. Şayet ortak
gen havuzunda maymunun insanlaşacağına dair genetik özellikler olsaydı bu dönüşüm
çoktan şimdiye kadar gerçekleşmiş olması lazım gelirdi. Ama gel gör ki kazın ayağı hiçte öyle
değilmiş, her canlı asli kökeniyle
hayatını devam ettirmekte. Hiç kuşkusuz,
Yüce Yaradan her türü kendi içerisinde değişik tonlarda zenginleştirip bir başka
canlıya dönüştürmeyecek şekilde gen havuzunu belli sınırlar içerisinde sabit tutmuştur.
Evrimcilerin bir diğer açmazı da antibiyotikler konusudur. Onlar birtakım bakterilerin antibiyotiklere
karşı direnç göstermesini mutasyona bağlı bir değişim olarak sunarlar. Oysa
böyle sunmakla kendilerini uyanık, bizleri bunlar hiçbir şeyden anlamaz
kafasında bir yere konumlandırmak denen bir kurnazlığı yeğliyorlar. Bir kere
söz konusu bakterilerin antibiyotiklere gösterdikleri direnç, mutasyon sonucu
sonradan gelişen özellikler değildir.
Aksine bunlar bakterilerin bir kısmının daha antibiyotik kullanılmadan bünyelerinde
var olan çok önceden dirençli genleri taşımasından kaynaklanan bir durumdur. Dolayısıyla bakteri türleri arasında direnç gösterenler
popülâsyonda yerini alıp, antibiyotiğe karşı direnç gösteremeyenlerin ise git
gide azalarak popülasyondan çekildiği gözlemlenmiştir. Anlaşılan antibiyotikle yüzleşen
herhangi bir bakteri veya bakteri popülasyonu mutasyona uğrayıp da, ya da
direnç kazanıp da evrimleşip bir başka türden bakteri cinsine veya bir başka
türden bakteri popülasyonuna dönüşmesi denen hadise asla söz konusu değildir. Sadece dirençli ve dirençsiz varyasyonlar arasında
Dadaloğlu’nun deyişiyle “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” fermanı denen bir durum söz konusudur. Ayakta
kalan sağlar ise malum diğerlerinin popülasyondan çekilmesiyle daha baskın
halde gün yüzüne çıkan kendi orijinal halinde bir popülasyondur bu, asla kendi
dışında bir başka bakteri türü temsil eden bir popülasyon değildir.
Hazır antibiyotiklere karşı dirençten söz
etmişken şu meşhur böcek öldürücü DDT’den söz etmemek doğru olmaz. Meşhurluğu
şundan belli bir zamanlar hakkında övgü dolu birçok makaleler ve yazılar
yayınlanmıştır. Üstüne üstük DDT’ye karşı sonradan kazanılmış bir bağışıklık
olmadığı halde ısrarla bu övgüler diri tutulmaya çalışıldı da. Peki, çalışıldı da ne oldu, tıpkı antibiyotik olayında olduğu gibi
genlerinde bağışıklık mekanizması olmayan böcek cinslerinin DDT karşısında
popülâsyondan çekilip, bunun yerine genetik yapısında bağışıklık gösterebilecek
yeni bir tür böcek bireylerinin yer alacağı bir popülâsyon oluşmadığı görüldü.
Anlaşılan ne bakterilerin antibiyotiğe karşı direnç kazanması ne de böceklerin
DDT’ye karşı gösterdikleri bağışıklık hadisesi evrimi ispatlayacak türden
örnekler değildir. Kaldı ki insan vücudunda bile DDT vardır. Nitekim uzmanlar
anne sütünde normal değerlerin üzerinde DDT’nin varlığını tespit etmişlerdir.
Buna rağmen hiçbir insanın vücudunda bulunan DDT nedeniyle hastalık geçirdiği
gözlenmemiştir.
Öyle anlaşılıyor ki herhangi bir canlı türünün
popülâsyon gen frekansını ortaya çıkarmak için ilk evvela homozigot çekinik
bireylerin sayısını bilmemiz gerekir. Neyse ki bizim hesaplamamıza gerek
kalmadan gen frekanslarının saptanması konusunda birbirinden bağımsız çalışan İngiliz
matematikçi G.H. Hardy ve Alman hekimi Wilhelm Weınberg 1908 yılında formül
geliştirmişler. Daha sonra populasyon genetiği gelişince bu formül Hardy Weinberg kuralı olarak adlandırılmıştır.
Mutasyon konusuna gelince aşağı yapılı
organizmalarda mutasyonlar bir türden başka bir türün meydana geldiği fikrine
genetik bilim adamlarının çoğu katılmamaktadır. Öyle ya, mutasyonla yeni bir canlı türüyorsa şayet, bu durum yüksek yapılı canlılarda da ortaya çıkması
gerekmez miydi? Ne mümkün ki, canlı
âlemin yaratılışından bu güne gerek makro mutasyon düzeyde, gerekse mikro
mutasyon seviyede evrimleşme hadisesiyle yeni bir canlı türünün ortaya çıktığı
görülmüş olsun. Madem mutasyon ve seleksiyonla yeni bir türün ortaya çıktığını
hiç gören olmamış, hem madem deney ve
gözleme dayalı metotlarla da bir tek olguya rastlanılmamış, o halde onca boşa çaba niye? Üstelik şimdiye
kadar mutasyonun adaptasyonu (çevreye
uyum) sağlayacak şekilde nasıl bir değişimi gerçekleştiği noktasında şöyle
elle tutulur gözle görülür doğru dürüst bir ikna edici bir açıklama da getirilemedi.
Mutasyonla yeni bir canlı türünün ortaya
çıkmasının imkân ve ihtimalinin olmadığı bilinmesine rağmen bir takım dogmatik
kafalar tarafından evrim senaryosu hikâyelerle insanların zihinleri
karıştırılmaya devam edilmekte hala. Genetik
yapıda milyonda bir ihtimal dâhilinde istisnai küçük değişmelerden medet
umanlar daha çok ufku dar olan insanlara has bir özellik olsa gerek,
saplantılarını ideoloji haline dönüştürmüş hal ve tavır içerisindeler. Bu arada
şu soru da akla gelebilir, peki bu hal
tavırla evrim teorisini savunanlarda bilim dünyasında bilim adamı olarak kabul
görmekte, buna ne demeli? Her ne kadar
üzerlerinde bilim adamı etiketi taşısalar da bilim tarihini baktığımızda bu
türden etiket taşıyan nice bilim adamları, Galileo ve Copernicus’un; “Gezegenlerin dünyanın etrafında değil
güneşin çevresinde döndüğü” ısrarlı yaklaşımlarına uzun süre itiraz ettiklerini
görürüz. Hatta hızlarını alamayıp canlıların cansızlardan tesadüfî olarak kendi
kendine meydana geldiğinden dem vurmuşlardır. Hatta daha da hızlarını alamayıp
tarihi süreç içerisinde kurbağaların bataklıklardan, farelerin ise çöp
döküntülerinden türediğini söyleyecek kadar zırvalayan rozetleri ve etiketleri
cüsselerinden büyük sözde bilim adamları ortaya çıkmıştır. Derken dünden bugüne
materyalizm fikri her devirde pek çok vitrin süsü bilim adamının gözlerine
perde indirip hakikate gözlerinin çevrilmesine engel olmuştur.
Bilindiği
üzere tüm canlı türleri kendi bünyelerinde çok sayıda gen dizilimiyle kodlanmış
bir şekilde dizayn edilerek yaratılmışlardır. Dolayısıyla dünyada tek
yumurta ikizleri hariç, yaşayan her bir birey birbirine tam olarak benzemediği gibi
bireylerin nesebini belirlemede yapılan DNA analiz çalışmaları neticesinde
otozomal DNA profillerinin birbirinden farklı olduğu anlaşılmıştır. Yani hiçbir birey diğer bir bireyin gen
bileşimi ile tıpa tıp aynı değildir. Dolayısıyla
ortaya konan bu verilerden hareketle tüm insanlık Homo sapiens popülasyon çatısı
altında gen dağılımının ortaya koyduğu zenginlik veya çok çeşitlilik sayesinde farklı
karakterlere sahip ırkların içerisinde yerini almıştır diyebiliriz. Öyle ki çeşitliliği sağlayan genler ya
dominant (baskın) halde, ya da resesif (çekinik) halde bireylerin fenotip ve genotipini ortaya çıkarmakta. Nitekim
Mendel, yaptığı monohibrid çaprazlamalarla çekinik genlerin homozigot halde
ortaya çıkma şansının dörtte bir olduğunu ortaya koymuştur. Ancak gel gör ki Mendel’in ortaya koyduğu
verileri kendi kafalarına göre yorumlayıp buradan da kendince evrimcilik
oynayaraktan çekinik genlerin zamanla popülasyondan ayıklanıp çekileceğini
hükmetmişlerdir. Onlar bu şekilde hükmede dursunlar, oysa Mendel deneyleriyle yapılan
çaprazlamalarında da görüldüğü üzere gerek F1 gerekse F2
dölleri arasındaki birleşimlerinden ortaya ne tip birleşim meydana gelmiş
olursa olsun her tür kendi içerisinde insansa insan, kediyse kedi olarak
ayıklanmaya tabii tutulmaksızın neslini devam ettirmiş olmakta. Evrimcilere
yine bu noktada sormak gerekir, madem
çekinik genlerin ayıklanacağını iddia ediyorsunuz, o halde ilk insanın dünyaya
gelişinden bugüne mavi gözün ortaya çıkma şansı dörtte bir olduğu halde neden
bir türlü popülasyondan çekilmiş halde göremiyoruz? Hadi göz renginden vazgeçtik diyelim, peki ya
gözün açık veya koyu olmasını sağlayan bir çift gene ne diyeceksiniz. Belli ki,
kendilerine soğuk terler döktürecek bu sorular karşısında ya suspus kalacaklar
ya da göz rengi tonunun birçok gen tarafından ayarlandığını (poligenik kalıtım) sinelerine çekmek
zorunda kalacaklardır. Her neyse onlar
soğuk terler döke dursun, bu hususta gerçek şu ki; bir birey göz rengi bakımdan
şayet homozigot çekinik gene sahipse melanin birikimi olmayacağından dolayı
gözler açık veya renkli olacaktır demektir.
Yok, eğer bir birey başat gen taşırsa
(baskın gen) melanin birikimi olacağından
dolayı bu kez koyu renkli olacak demektir. İşte görüyorsunuz her iki durumda da anlaşılan
o ki her iki rengin tonu bir dizi gen (poligenik)
tarafından kontrol edilmekte. Bu nedenle bu gen havuzunda mavi, ela ve siyahın birçok
tonları bir arada bulunabiliyor olmasına şaşmamak gerekir. Şu da var ki gen frekansları
toplumlara ve ırklara bağlı olarak değişiklik gösterebiliyor. Örneğin kistik
fibröz siyahlar arasında nadir bir vaka olarak gözükürken, orak hücreli anemi ise
beyazlar arasında nadir nadir bir vaka olarak gözükmekte. Dolayısıyla bir beyazla bir
siyahın birleşmesinden doğacak çocuklarda bu tür hastalıkların çıkması kural gereği
imkânsızdır. Çünkü birinin yüksek frekanslı zararlı geni, diğerinin düşük
frekansı tarafından engellenecektir. Böylece söz konusu zararlı gen olayı aynı popülasyon
bireyleri veya aynı ırk içerisindeki evlenmeler için geçerli arz edecektir.
Seçme
Eşitliğin Değişmesi
Bir kere her şeyden önce arınma
ile seçme denen ayıklama birbirinin eş anlamlı kavramlar değillerdir. Dolayısıyla
sapla samanı birbirine karıştırmamakta fayda vardır elbet. Malum, biyolojik açıdan arınma gelecekte daha
sağlıklı ve daha gürbüz kuşakların çıkması için pozitif anlamda genlerin diğer
deforme olmuş genlerden arınması demektir. Mesela üreme olayında tek bir genle
değil birbirinin alleli genlerle, yani bir çift genle temsil edilmesi bunun
tipik bir örneğini gösterir. Ancak gel gör ki, evrimciler her konuda olduğu gibi
hücre yenilenmesini ve arınma hadisesini de seleksiyonlu evrimleşmeye tabii
tutup yeni bir canlının türeyeceği yönünde fikir serd edip insanlara yutturmaya
çalışmaktalar. Adamlar kendi kafalarına göre seleksiyona öyle misyon
yüklemişler ki, zayıfları güya hayatla
bağlarını koparacağı, güçlülerinde hayatta baskın halde kalacak halde bir
misyon yüklemişler. Yani evrimcilerin
ağzına bakarsak güya zayıflar çevreye
adapte olamamaları neticesinde zaman içerisinde canlı âlemden çekilip kayboluyorlarmış. Oysa çevreye adapte olma yönünden sıkıntı
yaşayan birçok canlıların milyonlarca yıl değişmeden hayatta kaldıkları artık
bir sır değil. Baksanıza kör yılan bile
zor hayat şartlarına karşı adeta meydan okurcasına bir şekilde çevreye uyum
sağlayaraktan nesli tükenmeden bugünlere gelebilmiştir. Keza dağ faresi bir
bakıyorsun etrafı kolaçan ettiği gibi yürüyüp koşabileceği ayaklarına uygun en
ideal kendince seçtiği orman ve bahçeleri mesken tutması bariz bir şekilde bu
türün çevreye uyum sağladığının bir göstergesidir. Hatta Yeni Zelenda’da bir kirpi türü
yumurtadan çıkan yavrusunu vücudunun dikenli yapısına rağmen bağrına basaraktan
besleyip neslini devam ettirebilmiştir. İşte bu tür örneklerden çıkaracağımız
ortak özellik; bir takım canlıların olumsuz şartlara rağmen hem neslini devam
ettirebilmiş olmaları, hem de evrimleşme iddialarının aksine seleksiyonla yeni
bir türe dönüşmemiş olmalarıdır. Kaldı ki seçme ve seçilme hadisesi tüm hızıyla
vuku bulsa da meydana gelebilecek olan değişme her türün kendi tabii sınırları
içerisinde sabit kalacak bir değişiklik olacaktır, asla bir başka canlı türüne
dönüşecek bir değişiklik olmayacaktır. Şayet seçme gücü heterezigotlar yararına ise
heterezigot bireylerin frekansı Hardy-Weınberg kuralındakinden daha yüksek
olacaktır.
Nitekim gözlemlere dayanarak yapılan hesaplamalar
neticesinde heterozigot genler arasında uyumluluk olduğu gözlemlenip asla
heterezigotlar yararına ayrıca özel bir destekle herhangi ayrıcalıklı bir seçim
söz konusu değildir. Bunun istisnası yok mu, var elbet. Nitekim orak hücreli
anemi için heterozigot genlerin yararına seçim olduğu için heterezigotların
sayısı homozigotlara göre daha fazla olduğu belirlenmiştir. Mesela Afrika’da
sıtmanın yaygın olduğu bir bölgede doğan çocukların % 4’ünün anemi olduğu, anemi
hastalar üzerinde hesaplanan heterozigot oranın ise % 32 olduğu belirlenmiştir.
Keza gözlenen kan testlerinde
heterezigotların frekansı % 48’dir. Belli ki homozigot anemilerin bir kısmı yeterince
oksijen sağlayamadıklarından gün yüzüne çıkamayıp heterozigot oranları yükselmiş
gibi görünmektedir. Bu arada unutmayalım ki baraj ve sulama tesislerin
gelişmesiyle birlikte sıtma taşıyıcı sivrisineklerin çoğalmasına neden
olmuştur. Özellikle yaz mevsiminde sivrisineklere karşı evlerde kullanılan
ilaçlar zaman içerisinde sineklerin direnç kazandığını varsaysak bile artık bir
noktadan sonra ilaç tesirini kaybettiği gözlemlenmiştir. Dolayısıyla bağışıklık
kazanan sıtma virüslerine karşı yinede en etkili ilacın hala DDT olduğu kesinlik
kazanmıştır. Bu gerçeklere rağmen çevreyi koruma adına DDT’nin bazı sıcak
ülkelerde karşıt kampanya olarak sunulmasını doğrusu anlamak mümkün değildir. Madem
insandan daha kıymetli bir varlık yok, bu çifte standart niye? Belli ki gelişmiş ülkeler kendi ülkelerinde
sıtma ile mücadelede DDT kullanırken geri kalmış ülkelerde ise tam aksine bu iş
karşıt kampanyaya dönüştürülüp, habire insanlık suçu işlemeyi yeğliyorlar. Nasıl
olsa Amerika’da siyahların genleri sıtmaya karşı dayanıklılık sergilemekte.
Dolayısıyla böyle bir ortamda DDT’ye pek iş düşmeyip heterozigot vaka sayısı
normal değerlerde çıkmaktadır. Aksi bir durum olsa Amerikan halkı zaten çoktan ayağa
kalkmış olurdu.
Birde
meseleyi evrim açısından değerlendirmekte fayda var diye düşünüyorum. Evrim
teorisinden çıkardığımız anlam; bir kere
doğal seleksiyonun işleyebilmesi için faydalı değişikliklerin mutlaka olması
gerekmektedir. Bu yüzden bir canlının vücudunda nüksedebilecek herhangi bir farklılaşmanın
bir önceki durumdan daha iyi bir şekilde yarar sağlayabilmeli ki üzerine yeni
değişiklikler eklenebilsin. Örneğin bir gözü ele alalım. Hatta bu gözün yarı yarıya gelişmiş olduğunu
varsayalım. İşte böyle bir göz için meydana gelebilecek farklılaşmanın ilk basamağında
değişiklik % 51 oranında olmalı ki,
akabinde gelebilecek farklılaşma % 52’lik
orana ulaşabilsin. Oysa bu tür periyodik bir değişimle yeni bir göz ortaya
koyamazsınız. Bikere gözün farklılaşması
adına en ufak iniş çıkış frekans seyrinden hareketle bırakın fayda getireceğini,
doğal seleksiyonun gadrine uğramasıyla birlikte göz diye bir şeyin ortada kalmayacağı
muhakkak. Zaten bütün canlı organizmaların kompleks yapıyla donatılmış olması
bu tür yavaş veya küçük değişiklerin imkansız olduğunu teyit etmektedir. Düşünsenize
günlük hayatta bile teknolojik gelişmelerin baş döndürücü etkisiyle her sene
yeni mekanik parçalar eklenerek çok mükemmel marka model araçlar üretmek pekâlâ
mümkün, ama bu demek değildir ki her ilave parça tek başına bir model ortaya
çıkaracaktır. Yani tüm parçalar bir araya gelmesi gerekir ki televizyon veya bir
cep telefonu olabilsin, ya da en iyi model Mercedes marka araba ortaya
çıkabilsin. Demek oluyor ki her yıl
eklenen parçaların her biri tek başına bu saydığımız ürünlerde model oluşturamıyor,
mutlaka tüm değişiklerin aynı anda gerçekleşmesi icap ediyor. Kaldı ki bu
mekanik aygıtlar için durum bu. Düşünsenize bir de canlı varlık için aynı
işlemleri uygulamaya kalkışsak, kimbilir
hangi manzarayla karşılaşırız. Olacak olan malum oluşturulmaya çalışılan
değişmeleri tamamlamak bir yana organizma ile en ufak değişikliğe yönelik bir
uygulama canlının hayattan çekilmesine mal olacaktır.
Seçmenin Etkinliği
Evrimciler
çevreye uyum gösterebilen canlıların hayatta kalıp nesillerini devam ettirebildiklerini,
çevreye uyum sağlamayanların ise elenip yok olacaklarını iddia etmektedirler. Hatta
bu iddialarını desteklemek adına doğal seleksiyon faktörünün evrim hadisesini etkin
bir şekilde kontrol eden yegâne bir kuvvet olduğundan habire dem vururlar. Onlar
habire kendi bildiklerin okuya dursunlar, şu bir gerçek jeolojik devirlerin en eski üç
balık cinsi birbirlerine o kadar çok benzemelerine rağmen, bunlardan birincisi bünyesinde
taşıdığı elektrik sistemi sayesinde etrafı kolaçan etmekte, ikincisi ise sonorik
sistemle etrafı izleyip ona göre gardını almaktadır. Üçüncü cins balık ise bu
mekanizmaların tümünden yoksun olması hasebiyle düşmanınca hemen avlanıverir. İlginçtir
üçüncü balık cinsi milyonlarca senedir avlanır avlanmasına da, o tüm bunlara eyvallahım yok dercesine herhangi
bir türe dönüşmeksizin neslini devam ettirebilmiştir. Böylece yaratılış mucizesini
tasdik edercesine adeta not düşmüşlerdir. Şimdi tamda bu noktada sormak
gerekir; Allah aşkına not düşülen bu olayın neresinde doğal seleksiyon var,
izah edin de bir görelim. Elbette izah edemezler, çünkü böyle bir kayıt ne bu
canlıda, ne de diğerlerinde var. Hem doğal
seleksiyon nasıl bir kuvvetse cansız bir kavram bir anda şuur sahibi veya hayat
mimarı ilan edilebiliyor. Biz yine de bu
tip düşünceleri bir an olsun doğru kabul ettiğimizi varsaysak bile, bu durumda aslan
gibi yırtıcı hayvanların kuşatma alanına giren geyik sürülerinin içerisinde
hızla kaçabilenlerin zaman içerisinde bir başka canlı türüne dönüşmesini bekleriz.
Tabiî ki bu boşa bekleyiş olacaktır. Zira ortada dönüşüm geçirmiş ne bir yeni
canlı türü, ne de dönüşümü gösteren bir ara form yok ki büyük bir umutla
beklemeye koyulalım. O halde varsayımları bir kenara koyup işin aslına
baktığımızda geyik hala geyik olarak neslini sürdürdüğünü görürüz. Maalesef evrimciler işin aslına aldırış
etmeksizin bu sefer de çevreye iyi bir şekilde uyum sağlamış canlıların doğal
seleksiyonla daha çok döl meydana getirdiği görüşünü ortaya atıp,
pişkinliklerine daha da pişkinlik katmaktalar. Madem öyle, o zaman sürüngenden
memeliye eksiksiz tam dönüşümün olması ya da çevreye büyük bir oranda uyum
sağlamış sürüngen neslinin ardı sıra artışlar gösterip devam etmesi gerekirdi.
Fakat kazın ayağı hiçte öyle anlatıldığı gibi değilmiş meğer. Belli ki Darwin
çevre yoluyla etkilenen dokuların (somatik
hücrelerin) gemmule’ler (kalıtım üniteleri) oluşturduğu
varsayımından hareketle sonradan kazanılmış karakterlerin kalıtımla ilgili olabileceğini
sanmış. Yani kuvvetli olanlar hayat yolculuğunda yoluna devam edip
karakteristik özelliklerini kalıtım yoluyla yeni kuşaklara aktaracağını,
zayıfların ise doğal seleksiyona uğrayarak elenip kaybolacaklarını düşünmüştür.
Neyse ki Mendel kanunları sayesinde
gelinen noktada anlaşıldı ki; kalıtım doğuştan kazanılan bir özellikmiş meğer.
Üstelik kalıtım üreme hücrelerinde (yumurta
ve sperm hücreleri) bulunan genler tarafından kontrol edildiği artık bir
sır değil. Anlaşılan sadece üreme
hücrelerinde değişiklikler irsi olmakta, diğer dış kaynaklı arızı değişiklikler
sonradan kazanılmış etkenler olup, asla irsiyet özellik kazanmazlar. Ayrıca cinsiyet hücreleri daha çok neslin
devamı için vardırlar, kesinlikle vücudun genel oluşumunda rol oynamadıkları gibi
somatik hücre faaliyetlerine de katılmazlar.
Bilindiği üzere her bir gen minimum iki gen
tarafından kontrol edilir. Ki; bu söz konusu gen çiftine allel genler
denmektedir. Yani bu allel çiftlerin biri anneden, biri de babadan gelen lokus alleller olup, bunlar
oğul döllerin gen kombinasyon oluşumunu sağlarlar. Böylece oğul döller
ebeveynlerinden birtakım özellikler alarak kendine özgü protip oluştururlar. Derken çeşitlilik bir su misali yatağında
akaraktan kendi yol mecrasında nesiller boyu akmış olur. Nitekim Kriminal laboratuvarlarında şahısların
kimliğinin belirlenmesine yönelik çalışmalar neticesinde her bir kişiye ait STR
gen bölgeleri belirlenip DNA tiplemeleri arasında karşılaştırmalar
yapılabiliyor. Elde edilen DNA profillerinden anlaşıldığı üzere dominant genler
her halükarda fenotipte kendilerini gösterebiliyor. Çekinik genler malum heterozigot
halde bulunduklarında fenotipte kendilerini gösteremezken, iki çekinik gen
birbirinin alleli olduğunda ancak kendini gösterebilmekte. Bir başka ifadeyle,
ne zaman ki çekinik genlerin frekans değerleri yüksek seviyelere gelir, işte o
zaman iki resesif genin bir araya gelmesiyle birlikte homozigot halde kendini
fenotipte gösterebilmekte. Bu demektir
ki heterozigot halde bir çekinik gen frekans yönden etkisiz olup, homozigot
halde tam aksine frekans değeri yüksek olacaktır.
Evrimciler, Darwin’in ileri sürdüğü doğada değişik türden
canlıların seçme yoluyla (doğal ayıklama)
ayıklanacağından hareketle çekinik zararlı genlerin bir şekilde ayıklanıp popülâsyondan
kalkacağına inanırlar. Hatta inanmakla kalmayıp birtakım çaprazlama
deneyleriyle ıslah çalışmalarını da devreye sokmuşlar. Islah çalışmalarını
denediler de ne oldu, hevesleri
kursaklarında kalıp yüzde yüz netice elde edememişlerdir. Üstelik ortada doğal seleksiyonun
lehine olmayan tam bir garabet durum söz konusudur. Zira yeryüzünde çok sayıda
canlı türünden doğal ayıklamayla arta kalan sayının inmesi beklenirdi, ama gel
gör ki tüm beklentilerin aksine sonradan anlaşıldı ki, evdeki hesap çarşıya
uymuyormuş meğer. Hani halk arasında hep söylenir ya güvendiğin dağlara karlar
yağdı diye, aynen öyle de çok güvendikleri seleksiyon seçicilik misyonunun
yerine getiremeyip gereken ayıklamaları yapamamış gözüküyor. Eeh seleksiyonda
ne yapsın, keramet gösterecek hali yok ya,
o da yaratılış kanunlarına tabii olmak zorunda. Öyle ya, yaratılış kanunlarına tabii
olaraktan değil de evrim teorisine tabii olaraktan hareket edersek un mamulünün
içerisine biraz şeker, biraz yağ ilave ettiğimizde ortada şekerde gözükmez yağ
da. Derken ortada şeker ve yağ gözükmeyip helva olarak gözüktüğüne göre kendi
kendimize tıpkı evrimcilerin dediği şekliyle doğal seleksiyon zayıfları elemiş
ortaya helva türetmiş deriz. Şayet buna da seleksiyon denirse... Oysa helvanın varlığı demek yağ ve şekerin yokluğu
anlamına gelmez. Evrimciler anlaşılan seleksiyon mitine kendilerini fena kaptırmış
gözüküyorlar, baksanıza seleksiyona isminden daha üstün bir görev yükleyip evrim
fikriyatını çöküşten kurtaracak bir kurtarıcı abide olarak görür hale
gelmişlerdir. Oysaki hakikat güneşi kendi hal lisanıyla deniz olmadan geminin limanda
demirleyemeyeceğini bildirirken, un, şeker ve yağ olmadan da helva olmayacağını
bildirmekte.
İnsan Popülasyonunda
Seçmenin önemi
Evrimciler tarafından ilan edilen Neandarthal
adamı yarı dik yürümesi ve insana benzer varlık olması hasebiyle hemen geçiş
formu olarak takdim etmişlerdir. Oysa Neandarthal dedikleri adam geçiş formu
değil, bilakis eğik olmasa bizim gibi
tamamen dik yürüyen insanın ta kendisidir zaten. Belli ki yarı dik oluşu ya D vitamini eksikliğine bağlı bir
eğiklik, ya kemik iltihabına bağlı ya da sakat olmasından kaynaklanan bir
eğikliktir bu. Gerçekten de sakatlığı olmazsa o da bizim gibi dik yürüyen bir insan
olarak adından söz ettirecekti. Nitekim onca tartışmaların ardın sonradan
anlaşıldı ki Neanderthal adamı basbayağı bizim gibi ölüsünü defneden, yazı
yazabilen ve hatta dini inancı olan bir insan olduğu anlaşılmıştır. Hakeza Cro-Magnon
adamı içinde geçiş formu diyemeyiz, günümüz
Avrupa insanına aynısı adam dersek yeridir.
Gerek Neanderthal adamının gerekse Cro-Magnon adamları ırkları farklı
olsalar da sonuçta her ikisisin de homosapiens, yani bizi gibi insan oldukları
gerçeğini değiştirmeyecektir. Nitekim
başlangıçta insanlık aynı gen havuzunun küçük birer üyeleri olarak bir arada
bulunuyorlardı. Gün geldi insan popülasyonun da artış kayd edilince yeryüzüne
dağılaraktan kabileler oluşturdular.
Kabile popülasyonu da artış kayd edince milletler ve imparatorluklar
oluşmaya başladı. Derken çoğalan bireylerin her birisinden büyük oranlarda
melez döller teşekkül edip, aynı zamanda genetik yapılar arasında kısmi farklılıklar
doğuverdi. Böylece ırklar meydana gelmiş oldu. Zaten dünyanın değişik
yerlerinde birtakım fosil kalıntılarının ve tarihi eserlerin ortaya çıkması
Kur’an diliyle insan topluluklarının ırk ırk, şube şube olarak ayrılıp dünya
sathına yayılıp mesken tuttuklarını gösterir. Böylece Kur’an’ da insan
topluluklarının teşekkülü veya farklı ırkların varlığı konusunu evrimci bir
bakış açısıyla izah etmenin mümkün olamayacağı açıklığa kavuşmuş oldu. Dolayısıyla
ırkların orijini hakkında aciz kalan bu sığ görüş, elbet diğer konularda da
ileri sürdükleri iddialar havada kalmaya mahkûm kalacaktır hep. Onlar
bildiklerini okuya dursunlar şurası muhakkak siyah ırk mensupları kendileri
için zararlı olmayan ışınların bulunduğu coğrafi alanlara göç edip, oraları
mesken tutmuşlar, açık renkli ve mavi gözlü İskandinav halkı ise ekvator
civarında yoğun ültraviyole ışınlarına maruz kalmamak adına kuzeye göç edip
buralarda konaklamışlardır. Anlaşılan canlı gruplar arasındaki değişiklikler
anlık sıçramalar sonucu ortaya çıkıyor. Yani kesinlikle ortada evrimleşme ile yeni
bir türü doğuran bir değişim söz konusu değildir. Delil mi istersiniz? İşte
fosil kayıtları “ Halep oradaysa arşın
burada” diyor zaten. Gerçekten bunun daha lamı cimi yoktur. Nitekim fosiller
yaratılışı destekleyip, değim yerindeyse kazı çalışmalarıyla ortaya
çıktıklarında yaratılışın belgeleri olarak yüzlerini göstermekteler.
Bu
arada bütün ıslah (seçme) çalışmaları
sonucunda birçok melez türlerinin ömürlerinin kısa olduğu belirlenmiştir.
Ayrıca ıslah edilmiş olanlar kökenleri veya kendi dışındaki yabani tipleriyle
rekabet edemeyecek kadar dayanıksız oldukları ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu tür
ıslah edilmiş canlılar düşmanlarından soyutlanmış bir ortamda ancak hayatlarını
rahatça idame edebiliyorlar. Ne kadar ıslah çalışmalarına hız verilirse
verilsin oluşacak olan varyasyonlar (değişmeler)
bir noktadan sonra bir adım öteye geçemeyecektir. Tüm bu gerçeklere rağmen evcil
hayvanlara yapılan uygulamalardan hareketle kafatasçı ırkçı kafada bir takım
kişiler seçme yöntemiyle insanlar arasından üstün bir ırk oluşturulabileceği hayaline
kendini kaptırabiliyor. Oysa insan bir evcil hayvan değil ki kendisinin kobay
olarak kullanılmasına izin versin. Belki insanlık kalıtsal bozuklukları taşıyan
bireylerin üremesinin önüne geçilme veya zararlı genlerin popülâsyondan temizlenmesine
yönelik girişimlerine bir süre sessiz kalabilir. Fakat insanların sessiz kalışı
bu tür girişimleri onaylıyor anlamına gelmez. Kaldı ki sağlıklı popülasyon
oluşturayım derken kusur oluşturan genlerin çoğu çekinik ve heterezigot olarak
taşındığını görmek gerekir. Keza homozigot çekinik bireylerin ortadan kalkmasıyla
birlikte popülâsyonda var olan gen frekansını azaltma riski doğurabileceğini de
görmek lazım. Demek ki seçme belirli ölçüde kusurlu doğma şansını düşürse bile
beraberinde bir takım sancılara kapı aralayabiliyor. Üstelik bunca ıslah
çalışmalarına rağmen heterozigot yoluyla taşınan genler ileriki kuşak popülâsyona
dâhil olduğunda tekrardan zararlı gen sayısında çoğalmalar görüldüğü tespit
edilmiştir. Yani her halükarda kusurlu doğma şansı yine artmaktadır. Netice
itibarı ile insanlara evcil hayvanlar muamelesi yapıp genleriyle fazla
oynanmasını doğru bulmuyoruz. Belli ki tüm sorun heterozigot bireylerdedir. Belki
bu tür bireylere çocuk yapmama önerilebilir, ama hepimiz bir şekilde büyük veya
küçük ölçekte bazı zararlı genleri taşıyabiliyoruz. Anlaşılan toptancı yıkım
anlayışıyla bir ayıklama operasyonuna tevessül edildiğinde dünya da galiba
normal bir insan bulamayacağız demektir. Oysa seçmeyle mavi gözlülerin sayısı 64/1000
olup gittikçe bu seçmenin etkinliği azalsa bile yüz döl sonrası yine mavi gözlü
çocuklar doğabilecektir. Böylece seçme bir noktada dengesine kavuşacaktır.
Demek oluyor ki temizleme operasyonu ne kadar sürdürülürse sürdürülsün birkaç kuşak
yine kendisini gösterecektir. Şu bir gerçek; minimal düzeyde varyasyonlarla
makro seviyelerde evrim değişmelerinin olamayacağı kesinlik kazanmıştır. Çünkü
fosil kayıtları böyle bir gelişmenin olmadığının birinci şahidi durumdadır.
Zira fosil kayıtları incelendiğinde ilk fosil forumlarının birincisi neyse
ikinci kademesi ve diğer kademeleri de aynı olmaktadır. Yani her türün kademeli bir şekilde ortaya
çıkmadığı, tam aksine bir defalık yaratılış patlamasıyla yeryüzünde
göründükleri belirlenmiştir. Dahası fosiller arasında büyük boşlukların olması
evrimleşmenin olmadığını göstermektedir.
Tam
olmayan seçmenin insan popülasyonda yeri
Tabiatın şanslı varyeteyi seçmiş olduğu çokça
söylenilmesine rağmen aslında herhangi bir özelliğe karşı doğal seçme tam takır
işlememektedir. Mesela seçme oranı % 75 veya %90 olabiliyor. Bu demektir ki % 75 elenme, % 25 korunma vardır. Yani hiçbir
şekilde elenme ve korunma oranları mevcut canlı türünden bir başka canlıya
dönüşüm olarak sahne almayacaktır. Yani kümes hayvanı kümes hayvanı kalacak,
balta ibikli de balta ibik olarak fiziki konumunu koruyacaktır.
Her
ne kadar kısmi seçme olayında ayıklama süreci yavaş yürüyor gibi görünüyorsada
uzun süre etkisini hissettirebiliyor. Dolayısıyla doğal seçmenin zararlı özellikleri
tam seçme üzerinde gerçekleşmeyip, daha ziyade kısmi seçme üzerinde kendini göstermektedir.
Yani bir canlı için organik kusurlar olmadığı sürece sadece hayat mücadelesini
sekteye uğratacak bir takım dezavantaj nitelikteki özellikler kısmi doğal seçmenin
etkisi altına girebiliyor. Fakat yine de istisna kabilden birtakım olayları bir
kenara koyarsak, doğal seçme filan biraz işin edebiyatı, hakikatte genetik yapı sıradan bir tasarım
olmayıp orijinal bir yapı üzerine kuruludur. Öyle ki genetik yapı bütün
canlıların kalıtım özelliklerini kontrol eden mükemmel bir biyolojik nizamı
ortaya koymaktadır. Bazen biyolojik nizam nesilden nesile aktarılırken orijinal
kaynağından bazı sapmalar görülebiliyor, ama bu tür istisnai sapmalar asla
başka bir canlı türü doğurmayacaktır.
Aslında Darwin’in tüm gayreti eski formlarla
yeni formlar arasında bağlantı köprüsü kurmaktı, ama uygulamada görüldü ki
familya veya şecere yoluyla güvenilir filojeniler (soy ağacı) kurmanın imkânsız olduğu anlaşılmıştır. Çünkü cinsler
arasında bir tane olsun geçiş formu bulunamamıştır. Demek oluyor ki, Yüce Yaratıcı
mahlûkatın her bir ailesini farklı özelliklerde yaratarak böyle murad etmiş.
Dolayısıyla her canlı tipin genetik yapısı sabit kalıp, evrimleşmeyle
değişikliğe uğraması söz konusu değildir.
Gen Dengesi
Yüksek
yapılı canlıların hücre çekirdeklerinde yüzlerce genin varlığı bilinen bir gerçekliktir. Ve her bir gen birbirine bağlı binlerce alt
üniteleriyle birlikte heliks şeklinde bir sarmal yapı oluşturup bu sarmal yapı
malum DNA (Deoksiribo nükleik asit) molekülünden
başkası değildir elbet.
Evrimciler
her şeye madde gözüyle baktıkları için tıpkı materyalistler gibi hareket noktaları
tabiattır. Yani tabiatta doğurgan ana
gözle bakmaktalar. Ancak doğurgan ana
gördükleri tabiatın üstünde yaratıcı gücün varlığını ve tabiatüstü kanunların yaratıcısını
görmezden gelip hemen her şeyin meydana gelişini tesadüfe bağlamaktalar. Oysa
kâinatta inorganik ve organik her ne yaratılmışsa son derece mükemmel yapılar
olarak karşımıza çıkmaktalar. Ayrıca bu mükemmel yapıların kendi içinde
orijinal yaratılış kodlarından sapmaksızın çok sayıda çeşitlilik arz etmesi
yaratılan her şeyin tesadüfen meydana gelmediğini gösterir. Siz bakmayın evrimcilerin ikide bir tüm
biyolojik hayatın basit bir hücreden evrimleşip kompleks canlılara doğru yol aldığını,
oradan da hızını alamayıp tüm canlı tiplerinin aynı ortak atanın elemanları olduğunu
dair iddiada bulunmalarına, bikere adı
üzerinde iddia, dolayısıyla yaratılış mucizesini farklı boyutlara çekmelerine
şaşmamak gerekir. Hani “Zırva tevil götürmez” diye bir atasözümüz var
ya, tamda bu söz onların iddialarına
karşılık gelen bir sözdür. Baksanıza
ağzı olan konuşur misali hep bir ağızdan koro halinde biz hayvanız demekten imtina
etmeyecek hale gelmişlerdir. Yetmedi
adamlar doğal seleksiyon veya suni tohumlama yoluyla zararlı bir genin
populasyondan tamamen temizlenme imkânsızlığı ortada iken, güya modifikasyonla yeni
oluşacak genlerin popülâsyona katılımıyla birlikte başka bir tür oluşacağından
dem vurabiliyorlar. Oysa mutasyon hızı değişik genler için farklılık arz
etmektedir. Zaten biyolojik popülasyon gen dağılımı doğal seleksiyon yoluyla
ayıklanan genler kadar gen mutasyonları da popülâsyona eklenerek dengelenir. Bir
takım arızı gen eklenmeleri kendi içerisinde sınırlı kalıp yeni bir canlı
meydana getirmeyecektir. Şöyle ki;
Güve (Biston
betularia) normal türleri beyaz renkli olup koyu renkli olanları karbonaria
(Carbonaria) olarak bilinir. Malumunuz batıda sanayileşme hamleleri
başlamadan önce özellikle İngiltere’de ağaç gövdeleri parlak renkliydi.
Dolayısıyla koyu renkli güve kelebekleri göze çarptığından kuşlar tarafından avlanmaları
çok kolay av olur. Böylece onların göze çarpması bu varyetenin azalmasını
beraberinde getirir. Ne zaman ki sanayileşme hız kazandı, işte o zaman parlak
ağaç gövdeleri kararmasıyla birlikte bu kez beyaz renkli güveler kuşların gözünden
kaçmayıp doğrudan hedef tahtası haline gelir.
İster istemez bu durumda renkli olanlarında popülasyon yoğunluğu
bakımdan artışlar kaydedilir. Tabii bu
çevresel değişiklikleri görmezden gelen evrimciler bu olayda bile hemen
kendilerine vazife çıkarıp işi evrimleşme hadisesine bağlayacaklardır. Onlar açık
renkli kelebeklerin koyu renkli kelebeklere dönüşüp evrimleştiğini ileri süre
dursunlar, netice itibariyle gelinen
noktada her iki güve popülâsyonunda evrimleşmeyle hiçbir değişime uğramadığı ortaya
çıkmıştır, tamamen sanayileşme öncesi ve sanayileşme sonrası çevre şartları ile
ilgili bir popülasyon dağılımı ve sayıca yoğunlukla alakalı bir durumdur bu.
Bir kelebek düşünün ki, ilkin sanırsın
ki yumurtadan kelebek olarak dünyaya geliverecek, oysaki yumurtadan çıktığında bir bakmışsın tırtıl
olarak dünyaya gelivermiş. İşte bizim
acayibimize gelen bu durum karşısında bundan sonraki aşamalarını, yani tırtılın
gelişim evrelerini izlediğimizde bir sonraki aşama için kendisini oburca
besleyip geliştirdikten sonra ipek olan bir tabakaya tutunup krizalit şekline
büründüğünü görürüz. Derken en
nihayetinde koza haline dönüşerekten rengârenk kanatlarıyla hepimizi mest eden
bir kelebek haline dönüşüp etrafımızda uçuştuğunu görürüz. Ama gel gör ki
evrimciler, kelebeğin bu geçirmiş olduğu başkalaşım evrelerinden hemen vazife çıkarıp
kelebeğin rengârenk güzelliğine mest olmak yerine işi evrime bağlayaraktan
buradan güya bir canlıdan bir başka canlı türemiş gibisine bu işin
dedikoduluğunu yapmayı yeğleyeceklerdir.
Oysaki Yüce Allah (c.c) kelebeği ilk
yaratılışından buyana başkalaşım programına tabii tutarak kendi türünü nesilden
nesile devam ettirecek şekilde o haliyle öyle yaratmıştır. Kelebeğin geçirmiş olduğu tüm başkalaşım ve
gelişim evreleri, asla sonradan evrimleşerek oluşmuş evreler değildir, tamamen program
gereği gelişimini tamamlamaya yönelik olması gereken evrelerdir. Zira kelebek popülâsyonunda hem açık
renkliler hem de koyu renkliler konumlarını korumaktalar, sadece çevre şartlarına
bağlı olarak sayı yoğunluğu bakımından değişiklik söz konusudur. Anlaşılan
gerek çevre şartları, gerek suni seleksiyon aracılığıyla ıslah edilmiş bitki ve
hayvanlardan yeni bir şey ortaya çıkmıyor, sadece bazı değişmeler zuhur
etmekte, o da belli bir noktadan sonra sınırlı kalıp bir adım ötesine sıçramayacak
bir değişiklikle kala kalmakta. Şayet
güçleri yetirebiliyorsalar kelebeğin genetik kodlarını tamamen bir başka
canlıya dönüşecek şekilde değiştirsinler bir bakalım bir başka canlı türüyor mu
türemiyor mu görmüş olalım. Hakikat
şudur ki yaratılış gerçeği Yüce Allah’ın ‘ol’
emri fermanı doğrultusunda programlanıp öyle vücuda gelmiştir. Vücut bulan her türden canlı organizmalar
yeryüzü sathına dağıldıklarında çevre şartlarına adapte olduklarından dolayı
gün yüzüne çıkmış değildir, bilakis önceden kendilerine ait özellikte oldukları
için öyle görünmüşlerdir. O halde küçük değişmelerin birikmesiyle yeni bir tip
meydana gelir iddiasında bulunmak tamamen kuru gürültüden öte bir anlam ifade
etmeyecektir. Kuru gürültüye pabuç
bırakmayacak öyle yaşanan örnekler var ki gerçekten evrimcilerin boş havanda su
dövdüklerini göstermeye yeter artar da. Şöyle ki Amerika’da bir zamanlar
Asya’dan sıçrayan Endothia mikrobunun yol açtığı hastalık nedeniyle o güzelim
ormanların kurumasına yol açmıştı. Neyse ki hastalıktan evvel o güzelim ormanlar
arasında hiçte göze çarpmayan Tiyulib adı verilen ağaçlar sanki kendi
popülasyonunun görünür hale gelmesi için bugünleri bekliyormuşçasına çiçek açıp
hızla çoğalmaya başlamışlar. Böylece bir zaman azınlıkken çoğunluk konumuna
gelmeleri Amerika’da bambaşka bir bitki popülasyonun gün yüzüne çıkmasına
vesile olmuştur. Derken kuruyan ormanlar Tiyulib sayesinde yeniden canlanıvermiştir.
Derken bu arada yeşeren bitkilerin büyümesiyle birlikte gövdelerinden tahta
elde eden marangozculara eski ağaçların özlemini unutturup onlara yeni bir
fırsat imkânı doğmuştur. İşte bu popülasyon hadisesi bu şekilde olduğu herkeske
bilinmese, hiç kuşkusuz evrimciler burdan da kendilerine vazife çıkarıp kurumuş
ağaçlardan yeni bir tür meydana geldi diyerekten kuru gürültü yapacaklardı.
Öyle anlaşılıyor ki her hangi bir canlı türünün popülâsyonunun gen kaynağının
nesli tükenmediği sürece bir şekilde günün birinde gün yüzüne çıkabiliyor. Şu da bir gerçek her hangi bir canlı türünün
popülâsyonunun gen kaynağı bozulmadığı sürece o genin gen frekansı değişmemektedir. Anlaşılan bir takım bozulmalar nüksettiğinde
popülasyonda değişmeler olmakta. Nitekim
bir popülasyonda mutasyon, seleksiyon, izolasyonla iç ve dış göç olayları gerçekleşiyorsa
o populasyonun gen frekanslarında kısmi değişmeler gözlemlenebiliyor. Ancak bu
kısmi değişiklikler asla bir başka canlıya dönüşümünü beraberinde
getirmeyecektir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/populasyon-genetigi-ve-evrim-6070-kose-yazisi