23 Eylül 2022 Cuma

DOĞAL SELEKSİYON VE EVRİM


 

   DOĞAL SELEKSİYON VE EVRİM

      SELİM GÜRBÜZER  

      Malum doğal seleksiyon sürecin ilk aşamasında mutasyonla birlikte DNA yapısında ister istemez bir takım bozulmaları beraberinde getiren faktör olabiliyor. Seleksiyonun bundan sonraki süreç aşamalarında ise canlı popülasyonların mesken tuttukları çevre şartlarıyla girdikleri mücadelede adapte olabilme veya olamamaları neticesinde yeni özellikler kazanması şeklinde etken faktör olabiliyor. Ancak seleksiyon için dikkat edin yeni özellikleri kazanma noktasında etken faktör dedik, yani bir başka canlı türüne dönüştürücü etken faktördür demedik. Ki; yeni özellikler edinmede etken faktör hadisesine kimsenin bir itirazı yok zaten. Nitekim kutup ayılarının renginin beyaz olması hem çevre şartlarına adapte olabildiklerinin göstergesi hem de seleksiyonun etken bir faktör olduğunun bir göstergesidir. Ve kutup ayısı da tıpkı dünyanın çeşitli yerlerini mesken tutmuş diğer ayılar gibi bir başka varlığa dönüşmeksizin ayı olarak neslini sürdürmektedir. Bizim itirazımız evrimcilerin canlı türlerinin güya nesilden nesile sürdürülebilir bir şekilde genetik olarak değişime uğrayıp ilk halinden farklı özellikler kazanmasıyla birlikte:

       -Ya ortak atadan varyasyonla evrimleşme gerçekleşeceğine dair bir söylemde bulunuyor olmalarına,

      -Ya insan soyunu tıpkı maymuna dayandırdıkları şekliyle tüm canlı türlerini de kendi cinsleri dışında soylara dayandıracak bir söylem de bulunuyor olmalarına,

       -Ya da bir popülâsyonda mutasyona uğramış güçsüz genlerin diğer genlere nispeten daha az yaşama ve daha az üreme şansına sahip olması gerekir düşüncesinden hareketle zayıf düşmüş canlıların ortamdan elenebileceği söylemin de bulunuyor olmalarınadır.

        Evet, söylemesine söyleniyorlar da,  seleksiyon sürecinde değişikliğe uğrayan canlılar ilk halinden nasıl oluyor da ortak paydada buluşup orta ata ediniyorlar doğrusu bu tür söylemlere şaşmamak elde değil.  Hem dedik ya,  seleksiyonun ilk aşaması olan mutasyon hadisesinin bizatihi kendisi tâ baştan problemli bir faktördür,  dolayısıyla sırasıyla bunu takip eden varyasyon, adaptasyon vs. aşamalarını da bu işin içine kattığımızda seleksiyon sürecinin ortak atalar ortaya koyacak şekilde neticeleneceği iddiasında bulunmak hiçbir bilimsel dayanağı olmayan abesle iştigal bir söylem olacaktır. Onlar mutasyon gibi problemli alanlardan yeni bir canlının üreyeceğinin hayaline kapılıp milyon yılları bekleye dursunlar, oysaki insan genomunda öyle genler var ki çekinik halden baskın hale geldiklerinde öldürücü olabiliyorlar da. Örneğin hemofili geni homozigot hale gelince öldürücü bir hal almaktadır. Bu demektir ki seleksiyonla hemofiliye sebep olan genlerin tamamen elenmesi mümkün değildir. Belli ki seleksiyon popülâsyon içerisinde ancak gen frekansını etkileyen bir faktör olarak iş görmektedir, hiçbir zaman bir türün genetik enformasyonunu zenginleştirici etki yapıp yeni bir canlı türü ortaya koyamamakta. Dolayısıyla evrimcilerin seleksiyon sürecinin başından sonuna tüm aşamalarının neticesinde ümitle bekledikleri yeni bir canlı türünün ortaya çıkacağı yönünde ki hayalleri boşa çıkmaktadır. Zira doğal seleksiyonun insan aklı gibi bilinci yok ki tüm canlıları ortak atada buluşturup yeni canlı tipler türetiversin. Hakeza seleksiyon neyin ortak ata olacağını neyin ortak ata olamayacağını ayırt edecek bir elek düzeneği değil ki canlıların ilk halini eleyip yerine son haliyle bir başka canlı türü ortaya koyabilsin. Maalesef evrimciler aklı olmayan bir etken faktörden medet ummaktalar. Hatta bir bakıyorsun evrimciler değim yerindeyse putlaştırdığı seleksiyondan gücünün üstünde boyundan büyük işlere karışmasını talep edip yeni bir genetik bilgi veya yeni organ yapıları üretmesinin beklentisi içerisine girmekteler. Neyse ki bu yolun çıkmaz olduğunu fark ettiklerinde bir anda 180 derece ‘U’ dönüşü yaparak klasik evrimci tezin babası Darwin’in; ‘Faydalı dönüşümler olmadığı sürece doğal seleksiyonun yapabileceği bir şey yoktur’ diye ileri sürdüğü düşüncesinde karar kılıp bir sürede doğal seleksiyona destek olacak faydalı mutasyon teziyle oyalanacaklardır. Tabii bu arada zavallı seleksiyonun aklı olmadığı için tüm bu olan bitenlere anlam verememektedir. Doğal seleksiyonun zaten aklı olsa hayvanlar âleminde en güçlü yaratık olarak bildiğimiz fil’in insanın oyuncağı olmaması gerekirdi.  Bilakis insanın bizatihi fil hayvanının emrine amade bir varlık olması icap ederdi. Bu demektir ki fiziki güce dayalı üstünlük her daim zayıfları eleyecek bir elek olamayabiliyor. Hatta göç olayında bir kısım canlıların gittikleri yerlere adapta olamamaları hasebiyle seleksiyonla yüzde yüz elenip orada ki meydan tamamen yerleşik popülasyon canlı türlerine kalması icab ederdi.  Ki,  bunun böyle olmadığını oradaki popülasyon yüzde oranlarına baktığımızda pekala görebiliyoruz.  Görüp göreceğimiz istatistik tablolar da anlaşılan o ki dünyada yüzde yüz saf ırk olmadığı gibi yüzde yüz saf gen havuzu da yoktur.

      Göç

      Oğul fertler mensup olduğu popülâsyondan ayrılıp göç ettiklerinde beraberinde beslendikleri gen kaynağını yeni popülâsyonun gen havuzuna taşımaktalar. Mesela sarı saçlı karaktere sahip genler bulundukları popülâsyondan ayrıldıklarında o popülâsyonun gen kaynağındaki sarı saç allel genlere ait frekans değerleri düşüş eğilim göstermektedir. Ancak bu geçici keyfiyettir.  Çünkü doğal seleksiyon bu noktada çevreye uyanın geçebildiği, uyamayanların veya zayıf kalanların durdurulduğu bir çeşit elek aygıtı olarak devreye gireceğinden mevcut gen havuzunun dışında herhangi bir canlı türü ortaya çıkmayacaktır.

       Şurası muhakkak göç olayı sıradan basit bir olay değildir elbet.  Sıradan basit bir olay olsaydı evrimciler hayvanlar âleminde bilhassa kuş ve balıkların gerçekleştirdikleri göç olayları karşısında şaşkına dönüp dillerini yutmamaları gerekirdi. Baksanıza İngiltere’nin Galler bölgesinde yaşayan ve adına kara gagalı yelkovan denen Manx shearwater-Puffinus türünden bir grup kuş cinsi kapalı sandık içerisine konulup, Amerika’nın Massachusetts eyaletine götürüldüğünde birde ne görsünler sandığın kapağını açılıp salıverdiklerinde bu kuşların okyanusları aşaraktan hiç yollarını şaşırmadan vatanlarına tekrar dönüş yaptıkları gözlemlemişlerdir. Hakeza posta güvercinleri de öyledir.  Elbette ki bu durumda seleksiyon faktörü de ne yapsın kendi öz kodlarında göç olayını analizini yapacak elek donanımı ve içgüdü melekesi yok ki göç olayını tersine döndüren bir hadise üretmiş olsun. O halde tam da bu noktada evrimcilere böylesi dilini yuttukları son derece müthiş radar sistemi eşliğinde gerçekleşen göç olayı karşısında doğal seleksiyon dedikleri doğal radar sistemi bu işin neresinde yer almakta diye sormak gerekir.  Sorsak da suspus kalacakları malum. Belli ki kuşların yuvaya dönüşlerini sağlayan güçlü bir içgüdü radar sistemi donanımıyla donatılmaları söz konusudur. Malum,  evrimciler, şu okyanusların derinliklerinde yaşayan balıkların elektrik jeneratör donanımıyla, yunus balıklarının da radar sistemi donanımıyla donatılmaları karşısında da bir kelam etmezler. Belli ki gerek kuşların yollarını şaşırmaksızın gerçekleştirdikleri göç mucizesi gerekse okyanusların derinliklerinde yaşayan balıkların üstün donanımlı radar sistemi karşısında şu çok güvendikleri ayıklayıcı, didikleyici ve seçiciliği ile meşhur doğal seleksiyonun hiçbir dâhili fonksiyonunun ve katkısının olmaması karşısında onların suspus kalmasına ziyadesiyle yetiyor zaten.  Kaldı ki, bu tür olağan üstü akıl sır erdiremediğimiz donatım sistemleri sayesinde yürütülen faaliyetler sadece havada ve denizde gerçekleşmeyip karada da mesela karınca ve arı gibi bir takım hayvanlarda görülen bir durumdur bu. Nitekim arı ve karınca topluluklarına bir bakıyorsun içgüdü donanımları sayesinde son derece karmaşık sosyal organizasyonlar içerisinde faaliyetlerini nesilden nesile değişmeksizin yürüttüklerini görürüz. Ve bu olağan üstü faaliyetlerin tamamı seleksiyon hadisesinden bağımsız olarak bizatihi canlıların biyolojik donatılarında mevcut olan içgüdü melekelerinin ortaya koyduğu faaliyetler olup nesilden nesile bu içgüdü melekeleri değişmeksizin hep aynı kalır da.  Peki, evrimciler sadece olağan üstü mucizevi hadiseler karşında mı sus pus kalıyorlar?  Hiç kuşkusuz mutasyon hadisesinde seleksiyonun yeni bir canlı türü ortaya koyacak şekilde elek tellerinin hiçbir işe yaramadığı durum karşısında da sus pus kala kalmaktalar. 

     Mutasyon       

     Doğal seleksiyonun hiçbir gerçek yenilik meydana getirmediği şundan besbelli; bikere bir popülasyonda siyah saç allel gen frekansı, mutasyonla sarı saç allel gen frekansına dönüştüğünde o popülâsyonda sarı saç allel gen frekansı artış kayd edip, siyah renk geninin ise azalış kayd etmesi seleksiyonun bu durum karşısında herhangi bir işlevselliğinin söz konusu olmadığını gösterir. Kaldı ki bu olayda mutasyonla popülasyon gen frekanslarında değişiklikler görülse de bu demek değildir ki faydalı olduğu iddia edilen mutasyon birikimleriyle yeni bir canlı türü ortaya çıkacak.  Görünen o ki ortaya çıksa çıksa yeni bir canlı türü değil, mikro mutasyonların milyonlar yılı bulacak tedrici birikimiyle yeni bir canlı türünün ortaya çıkacağı beklentisine kapılan Neo Darwinist türünden yeni bir evrimci tayfa türeyiverecektir. Gerçekten de öyle değil mi, baksanıza evrim teorisi de doğuşundan bugüne kendi içinde değişikliğe uğrayarak habire evrimleşmekte. Öyle ki bir yandan evrim teorisinin kurucu babası Darwin’e bir yandan toz kondurulmazken diğer yandan da evrim teorisi kaynağından git gide uzaklaştırılıp genetik ve moleküler biyolojiye uyarılmaya çalışılmakta. Derken klasik Darwin evrim teorisinden Neo-Darwinizm teorisine geçiş yapılaraktan kendi içlerinde evrimleşmiş oluyorlar. Görende zanneder ki klasik Darwinizm ile her şeyi halletmişler de şimdi sıra moleküler biyoloji yoluyla meseleyi halletmeye çalışıyorlar.  Öyle ya, önce klasik evrim teziyle güya balıktan sürüngene dönüştüğü tarzında ileri sürdükleri iddialarına bir açıklık getirip ispatlayıversinler, sonra da dönüp moleküler biyolojiyle ilgili ne söylemeleri gerekiyorsa söyleyecek yüzleri olsun. Baksanıza adamlar, daha ortada fol yok yumurta yok,  bir bakıyorsun hayatını tamamını su içerisinde geçiren bir hayvanın güya evrimleşerek karasal hayvana dönüştüğü hikâyesini sanki gerçek hayatta yaşanmış bir hikâyeymişçesine insanlara yutturmaya çalışmaktalar. Neyse ki evrim tezinin ortaya atılışından bugüne öyle bir noktaya gelindi ki, insanların artık içi boş boş laflara karnı tok hale gelmiş durumda.  İnsanlarda ne yapsın,  evrimi teorisinin ilk ortaya atılışından bugüne evrimciler tarafından sürüngenlerin kuşlara dönüşünü gösteren bir tane olsun geçiş formu gösteremediler.   Zaten öyle bir geçiş formu da yok ki gösterebilsinler,   düşünsenize bir inekten nasıl ki kanat oluşmanın imkân ve ihtimali yoksa, bir solucandan da omurga kemiği oluşmasının elbette ki imkân ve ihtimali yoktur.   Hiç şüphe yoktur ki her yaratılan varlık orijinal yaratılış kodlarıyla neslini devam ettirmekte. Hatta zaman içerisinde seleksiyonla izolasyona uğrayıp da bir başka canlı türüne geçiş durumu da vuku bulmadı, bulmaz da.  

      İzolasyon

      Büyük popülâsyonlar çeşitli nedenlerle mesela dağ, deniz, çöl teşekkülü veya kıtaların ayrılıp kalması vs. gibi hadiseler eşliğinde izole olmuş bir halde küçük popülâsyonlara bölünebildiği gibi aynı zamanda az veya çok izole olmuş farklı gen kaynaklarının meydana gelmesine de sebep teşkil edebiliyor. Nasıl mı? Mesela kahverengi ve sarı saçlı fertlerden meydana gelen bir büyük popülasyon,  izole olaraktan küçük gruplara ayrıldığında sarı saç genin frekansı küçük popülasyonların bir parçasından çok fazla, diğerinde ise çok az değişiklik olarak tezahür etmesi bunun tipik misalini teşkil eder. Öyle anlaşılıyor ki bir türün kendi popülasyon alanı içerisinde kendi içinde belirli bir frekansta değişebilirliği söz konusu olabiliyor. Ve bu değişebilirlik frekans katsayı değerini maksimum 1 olarak kabul edersek, bu durumda bazı canlı türlerinde en minimumu frekans katsayısı değeri 0,01 gibi bir rakama tekabül eden bir izolasyon değerde değişiklik gözlenirken,  bazı türlerde ise en maksimum frekans katsayı değeri 0,9 gibi bir rakama tekabül eden izolasyon değerde bir değişiklik gözlenmekte.  Ancak burada gözlemlenecek olan muhtemel değişebilirlik katsayı değeri esnek olup, ortaya çıkacak olan bu katsayı değerinin sonsuza dek sürdürülebilir bir değişebilirlik özelliği kazanması asla söz konusu olamayacaktır. Hem kaldı ki ortaya çıkabilecek muhtemel gözlemlenebilecek değişiklik de sadece o tür için geçerli olabilecek bir değişiklik olacaktır. Yani bu demektir ki hiçbir türün esneklik ve değişebilirlik özelliği birbirinin aynı olmayacaktır.

         Öyle anlaşılıyor ki,   maksimum veya minimum seviyelerde seyreden değişiklikler bir yere kadar seyredip, zaman içerisinde küçük gruplara ayrılmış olan gen popülasyonları bir şekilde kararlılık sergileyip normal gen frekans katsayı dengesine kavuşabiliyor. Yani bu bir anlamda zaman içerisinde çevreye adapte olmasıyla birlikte dengesine kavuşacak anlamında bir uyumluluktur bu.  Dahası bu durum yeni bir canlı türünün ortaya çıkmasına kapı aralayacak bir izolasyon olmayıp tam aksine azınlık halde bulunduğu çevre içerisinde çevreye adapte olaraktan kendi genetik kodlarını koruyacak tür olarak varlığını devam ettirecek bir durumdur. Hem kaldı ki,   çevreye uyum sağlamakla da popülasyon dengelenebileceği gibi,  suni seleksiyon, melezleşme ve hayvan ıslahı metotlarıyla da bir nebzede olsun popülasyon dengesi sağlanabiliyor. 

      Suni Seleksiyon

      Bilindiği üzere bir takım önüne geçilemeyecek türden mutasyon kaynaklı maraz durumların dışında herhangi bir canlı türünün popülâsyon gen kaynakları insanların isteğine bağlı olarak şekillendirilebiliyor. Böylece dünyaya gelecek olan oğul döllerinin insanlar tarafından seçilmesi yapay seleksiyon diye adlandırılır. Eğer bir seleksiyon insanlar tarafından değil de tabii kanunların akışı içerisinde gerçekleşiyorsa bu seleksiyona doğal seleksiyon denmektedir. Dolayısıyla doğal seleksiyonla bir çevreye adapte olmuş canlıların yaşaması sağlanabilirken, suni seleksiyonla ancak insanlar tarafından işlerine yarayabilecek canlıların gelişmeleri ve soylarının devamı gerçekleşebiliyor. Örneğin; uzun gövdeli ve çok kısa bacaklı yapıda Ancon koyun ırkı tercih edildiğinde bunlar kendi aralarında çaprazlanmaksızın da üretilebiliyor. Yani burada bir suni tohumlama denen suni seleksiyon metodu uygulanmaktadır. Bu arada şunu belirtmekte de fayda var; suni seleksiyon insanın müdahalesine açık bir genetik izolasyon olup, asla bir başka türe dönüşen bir operasyon değildir. Yani yapılmak istenen tüm işlemler o türün kendi içerisinde sınırlı kalmaktadır. Aynı tür içerisindeki varyasyonların orijinini elbette reddetmeyiz, bizim itirazımız farklı bitki ve hayvan türlerinin aynı ortak atadan evrimleşerek meydana geldiği iddiasınadır. Çünkü bunca zengin fosil kayıtlarına rağmen evrimcilerin iddialarını ispatlayacak bugüne dek hiç izole geçiş formlarının varlığını gösterecek bir delil bulunamamıştır. Düşünsenize evrimci tezlere kanmış olsaydık bizler de pekâlâ temcit pilavı gibi balıkların atası omurgalılar olduğunu ikide bir tekrarlayıp duracaktık,  meğer kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, geldiğimiz noktada halen iddialarını doğrulayacak hiçbir geçiş formu bulunamamıştır. Nitekim günümüzde yassı yüzgeçli (Crossopterygian) fosillerine rastlanmakta, ama balıktan kurbağaya geçişi gösteren bir tane olsun ara geçiş formu fosil kaydı ortaya çıkmamıştır. Şimdi sormak gerekir,  bu durumda kim diyebilir ki fosil kayıtları fakir?  Anlaşılan fakir olan fosil kayıtları değil, bilakis ufku dar sığ beyinlerdir.

         Ortak Ata

         Peki ya şu kendilerini modern evrimci olarak lanse edenlere ne demeli,  baksanıza onlara kalırsak tüm insanlık ortak bir atadan türemiş güya.  Eğer öyleyse,    dünyanın çeşitli yerlerinde hiçbir ırkın olmaması gerekirdi.  Dolayısıyla evrimciler ortaya ırk gerçeğini atmak yerine ortak ata tezi ataraktan işi kotaracaklarını zannetmekteler. Oysaki Yüce Allah (c.c)  Ey insanlar doğrusu biz sizleri bir erkek bir dişiden yarattık. Sizi millet ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınandır” (Hucurat, 13) diye beyan buyurmakla insanlığın yaratılış kodlarında ırk gerçeğine işaret etmiştir.  Maalesef gel gör ki evrimciler insanın yaratılış kodlarını inkâr edip bir ırkın diğerinden farklı olma nedenini mutasyon, seleksiyon ve adaptasyon gibi etken unsurlara bağlamaktalar. Aslında hiçte lafı eğmeye,  bükmeye, evirmeye, çevirmeye gerek yoktur, madem tüm insanlığı ortak ataya bağlıyorsunuz,  o halde nasıl olurda ortak atadan bir anda renkleri farklı, dilleri farklı,  tenleri farklı ırklar doğuverir.  Hem kaldı ki ileri sürdükleri ortak ata tezinin kabul görebilmesi için hiçbir ırkın diğerinden bu denli bariz farklılıkların olmaması gerekirdi.  Farklılığa da bahane bulacaklar ya,  onlara göre bir ırk, güya yeni bir türün ilk başlangıcıdır tezini ortaya atacaklardır.  Yetmedi her bir ırkın gelişim kaydedebilmesi içinde hayatla olan mücadelesinden galip gelmesi gerekirmiş, aksi halde doğal seleksiyonla elenip güçlü olanlardan yeni ve daha seçkin olanlar ortaya çıkacakmış. Derken seçkin olanlarda kendi içinde evrimleşip,  yani Homo erectus’tan Homosapiens’e (günümüz insanına), Homo sapiens’ten de arına arına Homo supremus’a (süperman insana)  dönüşecekmiş güya. Malum bir zamanlara okullarda okutulan evrim tarihine göre insanlar ve kuyruksuz maymunlar (apes) aynı ortak bir ata’dan türemişler. Derken bu ortak ata’dan takriben üç milyon önce bir kol ayrılıp evrimleşerekten bugünkü insan haline dönüşmüş. Oysaki bugüne kadar ortak bir atayı gösteren ne bir hayvanın izine rastlanılmış ne de bir fosil kaydı bulunabilmiştir.  Tamamen hayal mahsulü tezler olarak kayıtlara geçmişlerdir.

       Bikere ileri sürdükleri ortak ata tezinin bilim çevrelerinde kabul görebilmesi için aynı ortak atadan türeyen tüm insanlığın aynı ortak dili kullanıyor da olmaları gerekirdi. Ya da diller arası farkın birbirleri arasında bu denli bariz farklılıkların olmaması gerekirdi. Tabii buna da bahane bulacaklar ya,  kabileler bir şekilde ortak atadan ayrılınca ister istemez dil farklılığı doğdu diyeceklerdir. Ne diyelim,  işte sizde görüyorsunuz dilin kemiği yok ya,  ortak atadan çıkan bir dil,  yeni bir dilin türemesinin ilk başlangıcını teşkil edecekmiş güya.  Peki, adama demezler mi ortak atadan önce kabile mi ayrılıp ortaya çıktı, yoksa dil mi ayrılıp ortaya çıktı. Dahası değim yerindeyse yumurta mı önce ortaya çıkıverdi yoksa tavuk mu önce çıkıverdi? Her neyse evrimciler ortaya attıkları ortak ata teziyle ırk mı önce ve dil mi önce ayrıldı sorusunun cevabını vermek için düşüne dursunlar, yaratılış mucizesine inanmış müminler olarak bizler bu sorunun cevabını Yüce Allah’ın kelamında çoktan bulduk bile.  Nitekim Yüce Allah (c.c)  Kur’an-ı Kerim de; “O gökleri, o yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da (ayrı olmasında) Onun ayetlerindendir. Hakikat, bunlarda âlimler için elbette ibretler (hikmetler) vardır” (Rûm suresi, ayet 22) diye beyan buyurmakla dillerin de insanlığın yaratılış kodlarında var olduğu gerçeğine işaret etmiştir.  İşte bizim vereceğimiz mucizevi cevap bu, başka daha ne diyebiliriz ki, yaratılan her şey yaratılış kodlarında gizlidir zaten. Bu arada unutmayalım ki hayvanlardaki hırıltı veya havlamayı insanların konuşma diliyle birbirine karıştırmamak gerekir. Zira birinde içgüdüyle hırıltı ve havlama vs. söz konusudur, diğerinde ise akıl ve mantık süzgecinden geçen insan zekâsına dayalı konuşma söz konusudur. Dolayısıyla buradan hayvanların hırıltı ve havlamaların evrimleşerekten insan konuşmasına dönüşmüştür bir çıkarımda bulunmak akla ziyan bir tez ileri sürmekten öte bir anlam ifade etmeyecektir.

           Vesselam.

 https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dogal-seleksiyon-ve-evrim-6088-kose-yazisi

16 Eylül 2022 Cuma

POPULASYON GENETİĞİ VE EVRİM


 

        POPULASYON GENETİĞİ VE EVRİM

          SELİM GÜRBÜZER

        Aynı türe ait farklı kalıtsal yapılarda olan bireylerin oluşturduğu topluluklar popülasyon diye tanımlanır. Tabii bu arada popülasyon kavramını sadece tarif etmek yetmez bu arada kendi içerisinde birçok bölümlere ayrılması hasebiyle daha geniş pencereden bakmak gerekir.  Nitekim popülasyona çevre açısından baktığımızda belirli bir bölgeye yayılmış aynı türe ait bireylerin oluşturduğu topluluklar  ekolojik popülasyon” başlığı altında tanımlandığını görürüz. Örnek mi? İşte hepimizin bildiği bahçe kertenkele dört ayaklı olup, bu özelliği sayesinde bulunduğu çevrede mükemmel bir şekilde hızla koşabiliyor. Malum ayakları kısacık kertenkelelerde aynı türe ait bireylerin oluştuğu topluluk türüdür. Keza kör yılan aynı vücut yapısına sahip, ancak ayakları hiç yoktur, fakat o da sürüngenler grubuna ait bir üye olarak bulunduğu çevrede hayat yolculuğunu sürdürebiliyor.  İşte sürüngenler çatısı altında yaşayan canlıların bir kısmı uzun veya kısa ayaklı, bir kısmı ise hiç ayak olmamasına rağmen temel ortak özellikleri bakımdan hep aynı gıdayı paylaştıkları gibi, aynı çevre şartlarında hayat mücadelesinin sürdürme kabiliyetine de haizdirler. Anlaşılan Darwin’in; “Güçlülerin çevreye uyum sağlayıp ayakta kaldıklarını, zayıfların ise uyum sağlamayıp yok olduklarını tezini destekleyecek en küçük bir emare gözükmemektedir. Mesela yine bilindiği üzere dağ farelerinin ön ayaklar kısa, arka ayaklar ise uzun yapılıdır. İşte bu ayak yapıları sayesinde sıçramalı bir hamle ile hareket manevrası sergileyebiliyorlar. Yani, evrimcilerin iddia ettikleri şekliyle bu hayvan ön ayakları kısacık kaldığından arka ayakların güç kazanaraktan uzayıp sıçrama kabiliyeti kazanmış değildir. Kaldı ki evrim yoluyla sıçrama kabiliyeti kazanabilmek için üzerinden milyonlarca yılın geçmesi gerekiyor. Kaldı ki bu hayvancağızın çevre şartlarından etkilenmesi kendi tercihi üzerine tayin edilmiş bir seçim de değildir.  Belli ki arka ayakları üzerinde sıçrayacak bir programla yaratıldıkları için diğer birçok canlıda olduğu gibi yürüyememekteler.  Mesela yine aynı kemirici grubuna dâhil ev fareleri de kör oldukları halde hızla koşar adımlarla kaçabilen özellik sergileyebiliyorlar. Derken bu örnekler bize dağ faresinin dağ faresi olarak, ev faresinin de ev faresi kaldığını göstermektedir. Keza yine bir kısım kurbağalar derileriyle solumaktalarken bir kısım kurbağalarda ciğerleri ile solunum yapmakta,  buna rağmen her iki türde aynı grup içerisinde kategorize edilirler.

          Malum, bir başka popülasyon tanımında kendi aralarında üreyebilen canlı topluluklar  Mendel popülâsyonu” başlığı altında başlığı altında tanımlanmakta. Malum rastgele çiftleşen popülasyonlar ‘panmictic popülasyon’ olarak adından söz ettirir. Şayet popülasyonun bireyleri diploid davranış sergiliyorsa bu durumda Mendel çaprazlama oranlarının açılımı kategorisinde değerlendirilebilir pekâlâ.  Aksi takdirde mesela eşeysiz üreme ile çoğalan canlı gruplar bu popülasyonun tanımının dışında kalıp bir başka gen havuzu içerisinde kategorize edilir. Madem hazır gen havuzundan söz etmişken bu kavramın tanımına baktığımızda bir popülâsyona ait bütün bireylerin taşıdığı genlerin toplamına o popülasyonun gen havuzu olarak tanımlandığını görürüz. Bu arada bir popülâsyona ait bütün bireyler kendi aralarında eşit birleşme ve döllenme şansına sahipseler bilhassa büyük popülasyonlarda bu eşitliğin büyük ölçüde sağlandığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

       Gen Havuzu Frekansı

       Elbette ki gerek insan olsun, gerek hayvan ve gerekse bitki topluluklarının her bir ferdi kendi içinde ortak bir gen havuzunun tabii üyeleridir. Buna itirazımız olamaz zaten. Bizim itirazımız bu üçünün de aynı gen havuzdan türedikleri varsayımınadır. Oysa insanlar ortak tek bir temel gen havuzu denilen homosapiens (çeşitli ırklardan müteşekkil insan türü) kategorisine girmekteler. Mesela genus (cins) seviyesinde tüm çakal türleri aynı gen havuzunun üyesidirler. Keza aynı gen havuzuna dâhil olan canlılar aynı zamanda birbirleriyle çiftleşip çoğalabilen üyeler olarak bilinmektedir. Bu yüzden bir bireyin organizmasının kalıtsal yapısına ‘genotip’ denirken, bir populasyonun kalıtsal yapısına ise ‘gen havuzu’ denmektedir. Nitekim insan genomuna ait gen havuzunda kan grupları yönünden baktığımızda A, B,  AB, 0 ve alt grubu kan grubu faktörlerin varlığını görürüz.  Dolayısıyla her bir gen havuzundaki gen frekansı o gen havuzuna geçmişte etki eden bir takım seçicilik (seleksiyon) veya baskın özelliklerine göre değişiklikler gösterebiliyor. Örneğin; Gana’da doğan bir çocuk bulunduğu ortama ait gen havuzunun özelliklerinden etkilenerek belli bir miktarını alabildiği gibi İsveç’teki de bir bakıyorsun bulunduğu ortamın gen havuzundan bir kısım özelikleri kendi bünyesine kattığını görebiliyoruz.  Demek oluyor ki, köken olarak her bir fert mensup olduğu soy ağacının karakterlerini kendi genomunda taşısa da farklı gen havuzlarının bulunduğu ortamların etkisi altında  (doğal seleksiyon) farklı gen frekanslarını da bünyesine katabiliyor. Ancak bu durum yeni türlerin türemesini beraberinde getirecek anlamında bir farklılık oluşturmayacaktır,  bilakis türün kendi içerisinde çeşitlenmeyi beraberinde getiren varyeteler olarak farkını ortaya koyacaktır.  Örnek mi?  Mesela tatlı mısır, cin mısırı, nişastalık mısır, kuş mısır çeşitleri tek bir mısır gen havuzundan köken almalarına rağmen kendi içinde bir takım varyete (çeşit)  zenginliği oluşturması bunun bariz örneklerini teşkil eder. Mesela omurgasızlardan grubundan protozoalar, süngerler, trilobitler, ıstakozlar ve arılar kendi üyesi olduğu gen havuzunun elamanları olarak biyolojik hayatta yerini alırken, omurgalılardan balıklar, kurbağalar, sürüngenler, memeliler ve kuşlarda aynen kendi üyesi oldukları gen havuzundan köken alarak biyolojik hayatta konumlanmış olurlar.  Dolayısıyla birileri ortaya çıkıp da farklı birbirinden köken olarak farklı olan türleri aynı ortak gen havuzuna dâhil ederek bunlar birbirlerinden türemiştir şeklinde ilan etmeye kalkıştığında bu akla ziyan bir tutum olacaktır. Tabii böylelerinin dertleri davaları başka, asıl dertleri insanla maymunu nasıl bir punduna getirip de tek ortak bir gen havuzu kalıbına koyarız hayaliyle yatıp kalkmaktalar.  Dahası bundan da öte tüm canlıların aynı ortak atadan türediğini algı operasyonlarıyla bir punduna getirip insanlara kabul ettirmenin davasını gütmekteler.  Onlar sırça köşklerinde sabah akşam bunun hayaliyle davalarını güde dursunlar, oysaki her canlı türü kendi üyesi olduğu gen havuzunun elemanı olarak biyolojik hayatın içerisinde konumlandığı gerçeğini değiştiremeyeceklerdir. İşte bu gerçekler ışığında bizim doğal seleksiyona bakışımız canlı türlerin kendi kökeninden koparmaksızın seçicilik üstlenmiş bir yapı olduğu yönünde gözüyle bir bakış açısı olup,  asla doğal seleksiyonu canlıları evrimleştirip kökeninden farklı yapılara dönüştüren bir yapı olarak görmüyoruz. Zaten ortada böyle ince eleyip sık dokuyan bir seçme ve seçilmeye yönelik bir delil olmadığı gibi,  hiç kimse böylesi abluka altına alıcı kuşatıcı bir doğal seleksiyon yöntemiyle yeni bir canlı üretemez de. Her ne kadar her türden canlıların gen havuzundaki frekanslarında inişli çıkışlı sapmalar görülse de nihayetinde belirli noktadan sonra bir adam öteye geçemeyecek şekilde kendi içinde sınırlı inişli çıkışlı eğriler olarak kala kalmakta.  Böylece bir şekilde her tür kendi popülasyonu yönünde kararlılık sergilemiş olur. Nitekim:

    -Bir popülâsyona dışardan göç akımı yoksa,

    -Mutasyonla kök genomunda yüzde yüz değişikliğe uğramıyorsa,  

    - Ortada üreme yönünden kısırlık bir durum yoksa,

    - Herhangi bir canlının genomunun bütününde zararına bir seçme ve seçilme yoksa,

     -Popülâsyon yoğunluğu düşük değilse, bu tür popülâsyonlar ‘kararlı popülasyon’ olarak nitelenirler.  Anlaşılan, doğal seleksiyon bir noktaya kadar seçicilik etkisini göstermekte, bir noktadan sonra herhangi bir popülâsyon içerisinde maksimum değişme (varyasyon) belirli bir sınırın ötesine geçmeyip kararlı bir şekilde sabit kalmaktadır.

        Melezleştirme yoluyla dünyaya gelen canlılar sanki yeni bir tür gibiymiş algılanmaktalar. Oysa bu tür canlılar kendi hallerine bırakılmış olsalar yine kendi asliyetine döneceklerdir. Bu bakımdan tazı, pekin köpeği, kısa burunlu fino köpeği (pug) görünüşte farklı gibi görünseler de her biri melez yaratıklar olup, sonuçta her biri köpek türünün üyeleridirler. Asla evrimleşmeyle meydana gelmiş başka türden canlılar değillerdir.

        Evrimciler mutasyonla genetik yapıda meydana gelen değişikliklerin güya doğal seleksiyon süzgecinden geçtikten sonra evrimleşmenin gerçekleştiği iddiasını gütmektedirler. Varsayalım ki her türlü değişiklik doğal seçme süzgecinden süzülüp fayda sağlayacağı umut edilen genlerin gen frekans değerlerinin artıracağını düşünsek bile, frekans değeri belli bir noktaya geldiğinde stabil kalacağı muhakkak. Nitekim bir araştırmacı meyve sineklerinin göğüs kıllarının sayısını azaltmak için birtakım çalışmalara koyuldu koyulmasına ama çalışmalar sonucunda ancak yirminci nesle kadar devam ettirebildi. Yani 20. nesilden sonra azalma trendi bir noktada çakılı kalınca ister istemez ortalama kıl sayısı sabit kalıverdi. Zira sirke sineği (Drosophila melanogaster) laboratuar şartlarında senelerce radyasyona tabii tutulmuş, göz ve vücut rengi değişmiş,  hatta cılız ve kesik kanatlı sirke sinekler manzarasıyla karşı karşıya kalınmış kalınmasına ama bu çalışmayla da ortaya yeni bir canlı türü ortaya çıkmamıştır. Demek oluyor ki belirli noktadan sonra seleksiyon süzgeci de bir işe yaramıyor. Hakeza bu ve buna benzer çalışmalarla daha verimli yumurta elde etmek için tavuklar üzerinde çalışılmış,    daha verimli süt elde etmek için inekler üzerinde denemeler yapılmış, yetmedi kaliteli protein elde etmek için tahıllar üzerinde denemeler yapılmış yapılmasına ama tüm bu denemeler neticesinde tıpkı yukarda ki örnekte olduğu gibi belirli noktaya geldiğinde verim grafiğinin sabit kaldığı gözlenmiştir. Böylece belirli noktadan sonra seleksiyonun etkisinin olmadığı bir kez daha teyit edilmiş oldu. Kelimenin tam anlamıyla istediğiniz kadar şeker pancarı muhtevasını artırmak için her türlü çabayı gösterin, bu artış en fazla % 17 ila 18 civarında verimlilik sağlanıp belli bir noktadan öteye geçemeyecektir.

        Varyasyonlar             

         Bakteriyolojiyle uğraşan birçok bilim adamı birkaç cins bakterinin birçok varyasyonlara uğradığından hareketle bu ilk duruma ‘pleomorfizm’ adını vermişlerdir. Dolayısıyla ilk dönüşümler bir noktaya kadar kabul görse de tamamen yeni bir başka canlı ortaya koyacak anlamına gelmiyor. Belli ki Darwin evrim teorisini ortaya koyduğunda varyasyonların belli bir sınır noktasının olabileceğini tahmin edememiş,  dahası varyasyonun genetik biliminde karşılığı olan ‘çeşitlilik’ cazibesi onu bu noktada kör etmiş gözüküyor. Oysa çeşitlilik zenginlik demek, bir başka canlı türüne dönüşmek değildir. İşte bu çeşitlilik sayesinde bir bakıyorsun kimimiz siyah tenli, kimimiz beyaz, kimimiz çekiç gözlü, kimimiz ela gözlü olabiliyoruz, böylece biyolojik hayatımıza renk katmış oluyoruz.  Bu nedenle varyasyon kavramı insanlığın yaratılışında daha önceden var olan karakteristik genetik özelliklerinin farklı zamanlarda veya farklı mekânlarda sabit kalacak tarzda hepimiz ben-i adem çatısı altında çeşitliliğimizi sürdürecek tarzda popülasyonlarımızın renklilik kazanması diye tarif edersek yeridir. Tarifimizden de anlaşıldığı üzere varyasyon kendi genetik kod dünyamızın bilgisi sınırları içerisinde cereyan etmektedir. İşte sizlerde görüyorsunuz ya, şimdiye kadar gün yüzüne çıkan varyasyonlarla ve çeşitlenmelerle ne maymunun insana dönüştüğü popülasyon, ne maymunun insana dönüştüğü popülasyon,  ne şu ne de bu, herhangi bir canlı türüne dönüşen bir popülasyon oluşmadı, oluşmaz da.  Kaldı ki her türün kendi içerisinde çeşitlilik arz etmesinden gayet tabii durum daha ne olabilir ki. Zaten farklı cinslerin özellikleri varyasyon süreci içerisinde ait olduğu türün gen havuzunda mevcut.  Dolayısıyla o türe ait tüm özellikler bir sürüngene kanat eklenip uçuşa geçecek şekilde kuşa dönüşmüyor. Yani Darwin’in varyasyondan farklı türden canlı çıkaramaması genetik değişmezlik (genetik homoestatis) ilkesinden dolayıdır. Değişmezlik ilkesini yıkmak adına bir bakıyorsun farklı varyasyonlara ait türler üzerinde yapılan çaprazlamalarla bir türlü evrimi kurtaracak yeni bir yaratık ortaya koyamamışlardır. Hem nasıl ortaya koyabilsinler ki, bikere her bir tür zaman aşımına uğramaksızın, her an ve her şartta kendi asliyetiyle sabit kalmaktadır. Hiçbir zaman kırmızı gülden mavi gül olamayacağı gibi, herhangi bir maymundan da insan olamayacaktır. Şayet ortak gen havuzunda maymunun insanlaşacağına dair genetik özellikler olsaydı bu dönüşüm çoktan şimdiye kadar gerçekleşmiş olması lazım gelirdi.  Ama gel gör ki kazın ayağı hiçte öyle değilmiş,  her canlı asli kökeniyle hayatını devam ettirmekte.  Hiç kuşkusuz, Yüce Yaradan her türü kendi içerisinde değişik tonlarda zenginleştirip bir başka canlıya dönüştürmeyecek şekilde gen havuzunu belli sınırlar içerisinde sabit tutmuştur. 

        Evrimcilerin bir diğer açmazı da antibiyotikler konusudur.  Onlar birtakım bakterilerin antibiyotiklere karşı direnç göstermesini mutasyona bağlı bir değişim olarak sunarlar. Oysa böyle sunmakla kendilerini uyanık, bizleri bunlar hiçbir şeyden anlamaz kafasında bir yere konumlandırmak denen bir kurnazlığı yeğliyorlar. Bir kere söz konusu bakterilerin antibiyotiklere gösterdikleri direnç, mutasyon sonucu sonradan gelişen özellikler değildir.  Aksine bunlar bakterilerin bir kısmının daha antibiyotik kullanılmadan bünyelerinde var olan çok önceden dirençli genleri taşımasından kaynaklanan bir durumdur.  Dolayısıyla bakteri türleri arasında direnç gösterenler popülâsyonda yerini alıp, antibiyotiğe karşı direnç gösteremeyenlerin ise git gide azalarak popülasyondan çekildiği gözlemlenmiştir. Anlaşılan antibiyotikle yüzleşen herhangi bir bakteri veya bakteri popülasyonu mutasyona uğrayıp da, ya da direnç kazanıp da evrimleşip bir başka türden bakteri cinsine veya bir başka türden bakteri popülasyonuna dönüşmesi denen hadise asla söz konusu değildir.  Sadece dirençli ve dirençsiz varyasyonlar arasında Dadaloğlu’nun deyişiyle “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir fermanı denen bir durum söz konusudur. Ayakta kalan sağlar ise malum diğerlerinin popülasyondan çekilmesiyle daha baskın halde gün yüzüne çıkan kendi orijinal halinde bir popülasyondur bu, asla kendi dışında bir başka bakteri türü temsil eden bir popülasyon değildir.  

         Hazır antibiyotiklere karşı dirençten söz etmişken şu meşhur böcek öldürücü DDT’den söz etmemek doğru olmaz. Meşhurluğu şundan belli bir zamanlar hakkında övgü dolu birçok makaleler ve yazılar yayınlanmıştır. Üstüne üstük DDT’ye karşı sonradan kazanılmış bir bağışıklık olmadığı halde ısrarla bu övgüler diri tutulmaya çalışıldı da. Peki,  çalışıldı da ne oldu,  tıpkı antibiyotik olayında olduğu gibi genlerinde bağışıklık mekanizması olmayan böcek cinslerinin DDT karşısında popülâsyondan çekilip, bunun yerine genetik yapısında bağışıklık gösterebilecek yeni bir tür böcek bireylerinin yer alacağı bir popülâsyon oluşmadığı görüldü. Anlaşılan ne bakterilerin antibiyotiğe karşı direnç kazanması ne de böceklerin DDT’ye karşı gösterdikleri bağışıklık hadisesi evrimi ispatlayacak türden örnekler değildir. Kaldı ki insan vücudunda bile DDT vardır. Nitekim uzmanlar anne sütünde normal değerlerin üzerinde DDT’nin varlığını tespit etmişlerdir. Buna rağmen hiçbir insanın vücudunda bulunan DDT nedeniyle hastalık geçirdiği gözlenmemiştir.

        Öyle anlaşılıyor ki herhangi bir canlı türünün popülâsyon gen frekansını ortaya çıkarmak için ilk evvela homozigot çekinik bireylerin sayısını bilmemiz gerekir. Neyse ki bizim hesaplamamıza gerek kalmadan gen frekanslarının saptanması konusunda birbirinden bağımsız çalışan İngiliz matematikçi G.H. Hardy ve Alman hekimi Wilhelm Weınberg 1908 yılında formül geliştirmişler. Daha sonra populasyon genetiği gelişince bu formül Hardy Weinberg kuralı olarak adlandırılmıştır.

      Mutasyon konusuna gelince aşağı yapılı organizmalarda mutasyonlar bir türden başka bir türün meydana geldiği fikrine genetik bilim adamlarının çoğu katılmamaktadır. Öyle ya,  mutasyonla yeni bir canlı türüyorsa şayet,  bu durum yüksek yapılı canlılarda da ortaya çıkması gerekmez miydi?  Ne mümkün ki, canlı âlemin yaratılışından bu güne gerek makro mutasyon düzeyde, gerekse mikro mutasyon seviyede evrimleşme hadisesiyle yeni bir canlı türünün ortaya çıktığı görülmüş olsun. Madem mutasyon ve seleksiyonla yeni bir türün ortaya çıktığını hiç gören olmamış,  hem madem deney ve gözleme dayalı metotlarla da bir tek olguya rastlanılmamış,  o halde onca boşa çaba niye? Üstelik şimdiye kadar mutasyonun adaptasyonu (çevreye uyum) sağlayacak şekilde nasıl bir değişimi gerçekleştiği noktasında şöyle elle tutulur gözle görülür doğru dürüst bir ikna edici bir açıklama da getirilemedi.  Mutasyonla yeni bir canlı türünün ortaya çıkmasının imkân ve ihtimalinin olmadığı bilinmesine rağmen bir takım dogmatik kafalar tarafından evrim senaryosu hikâyelerle insanların zihinleri karıştırılmaya devam edilmekte hala.  Genetik yapıda milyonda bir ihtimal dâhilinde istisnai küçük değişmelerden medet umanlar daha çok ufku dar olan insanlara has bir özellik olsa gerek, saplantılarını ideoloji haline dönüştürmüş hal ve tavır içerisindeler. Bu arada şu soru da akla gelebilir,  peki bu hal tavırla evrim teorisini savunanlarda bilim dünyasında bilim adamı olarak kabul görmekte, buna ne demeli?  Her ne kadar üzerlerinde bilim adamı etiketi taşısalar da bilim tarihini baktığımızda bu türden etiket taşıyan nice bilim adamları, Galileo ve Copernicus’un; “Gezegenlerin dünyanın etrafında değil güneşin çevresinde döndüğü” ısrarlı yaklaşımlarına uzun süre itiraz ettiklerini görürüz. Hatta hızlarını alamayıp canlıların cansızlardan tesadüfî olarak kendi kendine meydana geldiğinden dem vurmuşlardır. Hatta daha da hızlarını alamayıp tarihi süreç içerisinde kurbağaların bataklıklardan, farelerin ise çöp döküntülerinden türediğini söyleyecek kadar zırvalayan rozetleri ve etiketleri cüsselerinden büyük sözde bilim adamları ortaya çıkmıştır. Derken dünden bugüne materyalizm fikri her devirde pek çok vitrin süsü bilim adamının gözlerine perde indirip hakikate gözlerinin çevrilmesine engel olmuştur.     

      Bilindiği üzere tüm canlı türleri kendi bünyelerinde çok sayıda gen dizilimiyle  kodlanmış  bir şekilde dizayn edilerek  yaratılmışlardır. Dolayısıyla dünyada tek yumurta ikizleri hariç, yaşayan her bir birey birbirine tam olarak benzemediği gibi bireylerin nesebini belirlemede yapılan DNA analiz çalışmaları neticesinde otozomal DNA profillerinin birbirinden farklı olduğu anlaşılmıştır.  Yani hiçbir birey diğer bir bireyin gen bileşimi ile tıpa tıp aynı değildir.  Dolayısıyla ortaya konan bu verilerden hareketle tüm insanlık Homo sapiens popülasyon çatısı altında gen dağılımının ortaya koyduğu zenginlik veya çok çeşitlilik sayesinde farklı karakterlere sahip ırkların içerisinde yerini almıştır diyebiliriz.  Öyle ki çeşitliliği sağlayan genler ya dominant (baskın)  halde,  ya da resesif (çekinik) halde bireylerin fenotip ve genotipini ortaya çıkarmakta. Nitekim Mendel, yaptığı monohibrid çaprazlamalarla çekinik genlerin homozigot halde ortaya çıkma şansının dörtte bir olduğunu ortaya koymuştur.  Ancak gel gör ki Mendel’in ortaya koyduğu verileri kendi kafalarına göre yorumlayıp buradan da kendince evrimcilik oynayaraktan çekinik genlerin zamanla popülasyondan ayıklanıp çekileceğini hükmetmişlerdir. Onlar bu şekilde hükmede dursunlar, oysa Mendel deneyleriyle yapılan çaprazlamalarında da görüldüğü üzere gerek F1 gerekse F2 dölleri arasındaki birleşimlerinden ortaya ne tip birleşim meydana gelmiş olursa olsun her tür kendi içerisinde insansa insan, kediyse kedi olarak ayıklanmaya tabii tutulmaksızın neslini devam ettirmiş olmakta. Evrimcilere yine bu noktada sormak gerekir,  madem çekinik genlerin ayıklanacağını iddia ediyorsunuz, o halde ilk insanın dünyaya gelişinden bugüne mavi gözün ortaya çıkma şansı dörtte bir olduğu halde neden bir türlü popülasyondan çekilmiş halde göremiyoruz?  Hadi göz renginden vazgeçtik diyelim, peki ya gözün açık veya koyu olmasını sağlayan bir çift gene ne diyeceksiniz. Belli ki, kendilerine soğuk terler döktürecek bu sorular karşısında ya suspus kalacaklar ya da göz rengi tonunun birçok gen tarafından ayarlandığını (poligenik kalıtım) sinelerine çekmek zorunda kalacaklardır.  Her neyse onlar soğuk terler döke dursun, bu hususta gerçek şu ki; bir birey göz rengi bakımdan şayet homozigot çekinik gene sahipse melanin birikimi olmayacağından dolayı gözler açık veya renkli olacaktır demektir.  Yok, eğer bir birey başat gen taşırsa  (baskın gen) melanin birikimi olacağından dolayı bu kez koyu renkli olacak demektir.  İşte görüyorsunuz her iki durumda da anlaşılan o ki her iki rengin tonu bir dizi gen (poligenik) tarafından kontrol edilmekte. Bu nedenle bu gen havuzunda mavi, ela ve siyahın birçok tonları bir arada bulunabiliyor olmasına şaşmamak gerekir. Şu da var ki gen frekansları toplumlara ve ırklara bağlı olarak değişiklik gösterebiliyor. Örneğin kistik fibröz siyahlar arasında nadir bir vaka olarak gözükürken, orak hücreli anemi ise beyazlar arasında nadir nadir bir vaka  olarak gözükmekte. Dolayısıyla bir beyazla bir siyahın birleşmesinden doğacak çocuklarda bu tür hastalıkların çıkması kural gereği imkânsızdır. Çünkü birinin yüksek frekanslı zararlı geni, diğerinin düşük frekansı tarafından engellenecektir. Böylece söz konusu zararlı gen olayı aynı popülasyon bireyleri veya aynı ırk içerisindeki evlenmeler için geçerli arz edecektir.

        Seçme Eşitliğin Değişmesi

        Bir kere her şeyden önce arınma ile seçme denen ayıklama birbirinin eş anlamlı kavramlar değillerdir. Dolayısıyla sapla samanı birbirine karıştırmamakta fayda vardır elbet.  Malum, biyolojik açıdan arınma gelecekte daha sağlıklı ve daha gürbüz kuşakların çıkması için pozitif anlamda genlerin diğer deforme olmuş genlerden arınması demektir. Mesela üreme olayında tek bir genle değil birbirinin alleli genlerle, yani bir çift genle temsil edilmesi bunun tipik bir örneğini gösterir. Ancak gel gör ki, evrimciler her konuda olduğu gibi hücre yenilenmesini ve arınma hadisesini de seleksiyonlu evrimleşmeye tabii tutup yeni bir canlının türeyeceği yönünde fikir serd edip insanlara yutturmaya çalışmaktalar. Adamlar kendi kafalarına göre seleksiyona öyle misyon yüklemişler ki,  zayıfları güya hayatla bağlarını koparacağı, güçlülerinde hayatta baskın halde kalacak halde bir misyon yüklemişler.  Yani evrimcilerin ağzına bakarsak güya  zayıflar çevreye adapte olamamaları neticesinde zaman içerisinde canlı âlemden çekilip kayboluyorlarmış.  Oysa çevreye adapte olma yönünden sıkıntı yaşayan birçok canlıların milyonlarca yıl değişmeden hayatta kaldıkları artık bir sır değil.  Baksanıza kör yılan bile zor hayat şartlarına karşı adeta meydan okurcasına bir şekilde çevreye uyum sağlayaraktan nesli tükenmeden bugünlere gelebilmiştir. Keza dağ faresi bir bakıyorsun etrafı kolaçan ettiği gibi yürüyüp koşabileceği ayaklarına uygun en ideal kendince seçtiği orman ve bahçeleri mesken tutması bariz bir şekilde bu türün çevreye uyum sağladığının bir göstergesidir.  Hatta Yeni Zelenda’da bir kirpi türü yumurtadan çıkan yavrusunu vücudunun dikenli yapısına rağmen bağrına basaraktan besleyip neslini devam ettirebilmiştir. İşte bu tür örneklerden çıkaracağımız ortak özellik; bir takım canlıların olumsuz şartlara rağmen hem neslini devam ettirebilmiş olmaları, hem de evrimleşme iddialarının aksine seleksiyonla yeni bir türe dönüşmemiş olmalarıdır. Kaldı ki seçme ve seçilme hadisesi tüm hızıyla vuku bulsa da meydana gelebilecek olan değişme her türün kendi tabii sınırları içerisinde sabit kalacak bir değişiklik olacaktır, asla bir başka canlı türüne dönüşecek bir değişiklik olmayacaktır.  Şayet seçme gücü heterezigotlar yararına ise heterezigot bireylerin frekansı Hardy-Weınberg kuralındakinden daha yüksek olacaktır.

          Nitekim gözlemlere dayanarak yapılan hesaplamalar neticesinde heterozigot genler arasında uyumluluk olduğu gözlemlenip asla heterezigotlar yararına ayrıca özel bir destekle herhangi ayrıcalıklı bir seçim söz konusu değildir. Bunun istisnası yok mu, var elbet. Nitekim orak hücreli anemi için heterozigot genlerin yararına seçim olduğu için heterezigotların sayısı homozigotlara göre daha fazla olduğu belirlenmiştir. Mesela Afrika’da sıtmanın yaygın olduğu bir bölgede doğan çocukların % 4’ünün anemi olduğu, anemi hastalar üzerinde hesaplanan heterozigot oranın ise % 32 olduğu belirlenmiştir.  Keza gözlenen kan testlerinde heterezigotların frekansı % 48’dir. Belli ki homozigot anemilerin bir kısmı yeterince oksijen sağlayamadıklarından gün yüzüne çıkamayıp heterozigot oranları yükselmiş gibi görünmektedir. Bu arada unutmayalım ki baraj ve sulama tesislerin gelişmesiyle birlikte sıtma taşıyıcı sivrisineklerin çoğalmasına neden olmuştur. Özellikle yaz mevsiminde sivrisineklere karşı evlerde kullanılan ilaçlar zaman içerisinde sineklerin direnç kazandığını varsaysak bile artık bir noktadan sonra ilaç tesirini kaybettiği gözlemlenmiştir. Dolayısıyla bağışıklık kazanan sıtma virüslerine karşı yinede en etkili ilacın hala DDT olduğu kesinlik kazanmıştır. Bu gerçeklere rağmen çevreyi koruma adına DDT’nin bazı sıcak ülkelerde karşıt kampanya olarak sunulmasını doğrusu anlamak mümkün değildir. Madem insandan daha kıymetli bir varlık yok, bu çifte standart niye?  Belli ki gelişmiş ülkeler kendi ülkelerinde sıtma ile mücadelede DDT kullanırken geri kalmış ülkelerde ise tam aksine bu iş karşıt kampanyaya dönüştürülüp, habire insanlık suçu işlemeyi yeğliyorlar. Nasıl olsa Amerika’da siyahların genleri sıtmaya karşı dayanıklılık sergilemekte. Dolayısıyla böyle bir ortamda DDT’ye pek iş düşmeyip heterozigot vaka sayısı normal değerlerde çıkmaktadır. Aksi bir durum olsa Amerikan halkı zaten çoktan ayağa kalkmış olurdu.  

       Birde meseleyi evrim açısından değerlendirmekte fayda var diye düşünüyorum. Evrim teorisinden çıkardığımız anlam;  bir kere doğal seleksiyonun işleyebilmesi için faydalı değişikliklerin mutlaka olması gerekmektedir. Bu yüzden bir canlının vücudunda nüksedebilecek herhangi bir farklılaşmanın bir önceki durumdan daha iyi bir şekilde yarar sağlayabilmeli ki üzerine yeni değişiklikler eklenebilsin. Örneğin bir gözü ele alalım.  Hatta bu gözün yarı yarıya gelişmiş olduğunu varsayalım. İşte böyle bir göz için meydana gelebilecek farklılaşmanın ilk basamağında değişiklik  % 51 oranında olmalı ki, akabinde gelebilecek farklılaşma  % 52’lik orana ulaşabilsin. Oysa bu tür periyodik bir değişimle yeni bir göz ortaya koyamazsınız.  Bikere gözün farklılaşması adına en ufak iniş çıkış frekans seyrinden hareketle bırakın fayda getireceğini, doğal seleksiyonun gadrine uğramasıyla birlikte göz diye bir şeyin ortada kalmayacağı muhakkak. Zaten bütün canlı organizmaların kompleks yapıyla donatılmış olması bu tür yavaş veya küçük değişiklerin imkansız olduğunu teyit etmektedir. Düşünsenize günlük hayatta bile teknolojik gelişmelerin baş döndürücü etkisiyle her sene yeni mekanik parçalar eklenerek çok mükemmel marka model araçlar üretmek pekâlâ mümkün, ama bu demek değildir ki her ilave parça tek başına bir model ortaya çıkaracaktır. Yani tüm parçalar bir araya gelmesi gerekir ki televizyon veya bir cep telefonu olabilsin, ya da en iyi model Mercedes marka araba ortaya çıkabilsin.  Demek oluyor ki her yıl eklenen parçaların her biri tek başına bu saydığımız ürünlerde model oluşturamıyor, mutlaka tüm değişiklerin aynı anda gerçekleşmesi icap ediyor. Kaldı ki bu mekanik aygıtlar için durum bu. Düşünsenize bir de canlı varlık için aynı işlemleri uygulamaya kalkışsak,  kimbilir hangi manzarayla karşılaşırız. Olacak olan malum oluşturulmaya çalışılan değişmeleri tamamlamak bir yana organizma ile en ufak değişikliğe yönelik bir uygulama canlının hayattan çekilmesine mal olacaktır. 

     Seçmenin Etkinliği

     Evrimciler çevreye uyum gösterebilen canlıların hayatta kalıp nesillerini devam ettirebildiklerini, çevreye uyum sağlamayanların ise elenip yok olacaklarını iddia etmektedirler. Hatta bu iddialarını desteklemek adına doğal seleksiyon faktörünün evrim hadisesini etkin bir şekilde kontrol eden yegâne bir kuvvet olduğundan habire dem vururlar. Onlar habire kendi bildiklerin okuya dursunlar,  şu bir gerçek jeolojik devirlerin en eski üç balık cinsi birbirlerine o kadar çok benzemelerine rağmen, bunlardan birincisi bünyesinde taşıdığı elektrik sistemi sayesinde etrafı kolaçan etmekte, ikincisi ise sonorik sistemle etrafı izleyip ona göre gardını almaktadır. Üçüncü cins balık ise bu mekanizmaların tümünden yoksun olması hasebiyle düşmanınca hemen avlanıverir. İlginçtir üçüncü balık cinsi milyonlarca senedir avlanır avlanmasına da,  o tüm bunlara eyvallahım yok dercesine herhangi bir türe dönüşmeksizin neslini devam ettirebilmiştir. Böylece yaratılış mucizesini tasdik edercesine adeta not düşmüşlerdir. Şimdi tamda bu noktada sormak gerekir; Allah aşkına not düşülen bu olayın neresinde doğal seleksiyon var, izah edin de bir görelim. Elbette izah edemezler, çünkü böyle bir kayıt ne bu canlıda,  ne de diğerlerinde var. Hem doğal seleksiyon nasıl bir kuvvetse cansız bir kavram bir anda şuur sahibi veya hayat mimarı ilan edilebiliyor.  Biz yine de bu tip düşünceleri bir an olsun doğru kabul ettiğimizi varsaysak bile, bu durumda aslan gibi yırtıcı hayvanların kuşatma alanına giren geyik sürülerinin içerisinde hızla kaçabilenlerin zaman içerisinde bir başka canlı türüne dönüşmesini bekleriz. Tabiî ki bu boşa bekleyiş olacaktır. Zira ortada dönüşüm geçirmiş ne bir yeni canlı türü, ne de dönüşümü gösteren bir ara form yok ki büyük bir umutla beklemeye koyulalım. O halde varsayımları bir kenara koyup işin aslına baktığımızda geyik hala geyik olarak neslini sürdürdüğünü görürüz.  Maalesef evrimciler işin aslına aldırış etmeksizin bu sefer de çevreye iyi bir şekilde uyum sağlamış canlıların doğal seleksiyonla daha çok döl meydana getirdiği görüşünü ortaya atıp, pişkinliklerine daha da pişkinlik katmaktalar. Madem öyle, o zaman sürüngenden memeliye eksiksiz tam dönüşümün olması ya da çevreye büyük bir oranda uyum sağlamış sürüngen neslinin ardı sıra artışlar gösterip devam etmesi gerekirdi. Fakat kazın ayağı hiçte öyle anlatıldığı gibi değilmiş meğer. Belli ki Darwin çevre yoluyla etkilenen dokuların (somatik hücrelerin)  gemmule’ler (kalıtım üniteleri) oluşturduğu varsayımından hareketle sonradan kazanılmış karakterlerin kalıtımla ilgili olabileceğini sanmış. Yani kuvvetli olanlar hayat yolculuğunda yoluna devam edip karakteristik özelliklerini kalıtım yoluyla yeni kuşaklara aktaracağını, zayıfların ise doğal seleksiyona uğrayarak elenip kaybolacaklarını düşünmüştür.  Neyse ki Mendel kanunları sayesinde gelinen noktada anlaşıldı ki; kalıtım doğuştan kazanılan bir özellikmiş meğer. Üstelik kalıtım üreme hücrelerinde (yumurta ve sperm hücreleri) bulunan genler tarafından kontrol edildiği artık bir sır değil.  Anlaşılan sadece üreme hücrelerinde değişiklikler irsi olmakta, diğer dış kaynaklı arızı değişiklikler sonradan kazanılmış etkenler olup, asla irsiyet özellik kazanmazlar.  Ayrıca cinsiyet hücreleri daha çok neslin devamı için vardırlar, kesinlikle vücudun genel oluşumunda rol oynamadıkları gibi somatik hücre faaliyetlerine de katılmazlar.

         Bilindiği üzere her bir gen minimum iki gen tarafından kontrol edilir. Ki; bu söz konusu gen çiftine allel genler denmektedir. Yani bu allel çiftlerin biri anneden,  biri de babadan gelen lokus alleller olup, bunlar oğul döllerin gen kombinasyon oluşumunu sağlarlar. Böylece oğul döller ebeveynlerinden birtakım özellikler alarak kendine özgü protip oluştururlar.  Derken çeşitlilik bir su misali yatağında akaraktan kendi yol mecrasında nesiller boyu akmış olur.  Nitekim Kriminal laboratuvarlarında şahısların kimliğinin belirlenmesine yönelik çalışmalar neticesinde her bir kişiye ait STR gen bölgeleri belirlenip DNA tiplemeleri arasında karşılaştırmalar yapılabiliyor. Elde edilen DNA profillerinden anlaşıldığı üzere dominant genler her halükarda fenotipte kendilerini gösterebiliyor. Çekinik genler malum heterozigot halde bulunduklarında fenotipte kendilerini gösteremezken, iki çekinik gen birbirinin alleli olduğunda ancak kendini gösterebilmekte. Bir başka ifadeyle, ne zaman ki çekinik genlerin frekans değerleri yüksek seviyelere gelir, işte o zaman iki resesif genin bir araya gelmesiyle birlikte homozigot halde kendini fenotipte gösterebilmekte.  Bu demektir ki heterozigot halde bir çekinik gen frekans yönden etkisiz olup, homozigot halde tam aksine frekans değeri yüksek olacaktır.

      Evrimciler,  Darwin’in ileri sürdüğü doğada değişik türden canlıların seçme yoluyla (doğal ayıklama) ayıklanacağından hareketle çekinik zararlı genlerin bir şekilde ayıklanıp popülâsyondan kalkacağına inanırlar. Hatta inanmakla kalmayıp birtakım çaprazlama deneyleriyle ıslah çalışmalarını da devreye sokmuşlar. Islah çalışmalarını denediler de ne oldu,  hevesleri kursaklarında kalıp yüzde yüz netice elde edememişlerdir. Üstelik ortada doğal seleksiyonun lehine olmayan tam bir garabet durum söz konusudur. Zira yeryüzünde çok sayıda canlı türünden doğal ayıklamayla arta kalan sayının inmesi beklenirdi, ama gel gör ki tüm beklentilerin aksine sonradan anlaşıldı ki, evdeki hesap çarşıya uymuyormuş meğer. Hani halk arasında hep söylenir ya güvendiğin dağlara karlar yağdı diye, aynen öyle de çok güvendikleri seleksiyon seçicilik misyonunun yerine getiremeyip gereken ayıklamaları yapamamış gözüküyor. Eeh seleksiyonda ne yapsın, keramet gösterecek hali yok ya,  o da yaratılış kanunlarına tabii olmak zorunda.  Öyle ya, yaratılış kanunlarına tabii olaraktan değil de evrim teorisine tabii olaraktan hareket edersek un mamulünün içerisine biraz şeker, biraz yağ ilave ettiğimizde ortada şekerde gözükmez yağ da. Derken ortada şeker ve yağ gözükmeyip helva olarak gözüktüğüne göre kendi kendimize tıpkı evrimcilerin dediği şekliyle doğal seleksiyon zayıfları elemiş ortaya helva türetmiş deriz. Şayet buna da seleksiyon denirse...  Oysa helvanın varlığı demek yağ ve şekerin yokluğu anlamına gelmez. Evrimciler anlaşılan seleksiyon mitine kendilerini fena kaptırmış gözüküyorlar, baksanıza seleksiyona isminden daha üstün bir görev yükleyip evrim fikriyatını çöküşten kurtaracak bir kurtarıcı abide olarak görür hale gelmişlerdir. Oysaki hakikat güneşi kendi hal lisanıyla deniz olmadan geminin limanda demirleyemeyeceğini bildirirken, un, şeker ve yağ olmadan da helva olmayacağını bildirmekte.   

      İnsan Popülasyonunda Seçmenin önemi

      Evrimciler tarafından ilan edilen Neandarthal adamı yarı dik yürümesi ve insana benzer varlık olması hasebiyle hemen geçiş formu olarak takdim etmişlerdir. Oysa Neandarthal dedikleri adam geçiş formu değil,  bilakis eğik olmasa bizim gibi tamamen dik yürüyen insanın ta kendisidir zaten. Belli ki yarı dik oluşu ya D vitamini eksikliğine bağlı bir eğiklik, ya kemik iltihabına bağlı ya da sakat olmasından kaynaklanan bir eğikliktir bu. Gerçekten de sakatlığı olmazsa o da bizim gibi dik yürüyen bir insan olarak adından söz ettirecekti. Nitekim onca tartışmaların ardın sonradan anlaşıldı ki Neanderthal adamı basbayağı bizim gibi ölüsünü defneden, yazı yazabilen ve hatta dini inancı olan bir insan olduğu anlaşılmıştır. Hakeza Cro-Magnon adamı içinde geçiş formu diyemeyiz,  günümüz Avrupa insanına aynısı adam dersek yeridir.  Gerek Neanderthal adamının gerekse Cro-Magnon adamları ırkları farklı olsalar da sonuçta her ikisisin de homosapiens, yani bizi gibi insan oldukları gerçeğini değiştirmeyecektir.  Nitekim başlangıçta insanlık aynı gen havuzunun küçük birer üyeleri olarak bir arada bulunuyorlardı. Gün geldi insan popülasyonun da artış kayd edilince yeryüzüne dağılaraktan kabileler oluşturdular.  Kabile popülasyonu da artış kayd edince milletler ve imparatorluklar oluşmaya başladı. Derken çoğalan bireylerin her birisinden büyük oranlarda melez döller teşekkül edip, aynı zamanda genetik yapılar arasında kısmi farklılıklar doğuverdi. Böylece ırklar meydana gelmiş oldu. Zaten dünyanın değişik yerlerinde birtakım fosil kalıntılarının ve tarihi eserlerin ortaya çıkması Kur’an diliyle insan topluluklarının ırk ırk, şube şube olarak ayrılıp dünya sathına yayılıp mesken tuttuklarını gösterir. Böylece Kur’an’ da insan topluluklarının teşekkülü veya farklı ırkların varlığı konusunu evrimci bir bakış açısıyla izah etmenin mümkün olamayacağı açıklığa kavuşmuş oldu. Dolayısıyla ırkların orijini hakkında aciz kalan bu sığ görüş, elbet diğer konularda da ileri sürdükleri iddialar havada kalmaya mahkûm kalacaktır hep. Onlar bildiklerini okuya dursunlar şurası muhakkak siyah ırk mensupları kendileri için zararlı olmayan ışınların bulunduğu coğrafi alanlara göç edip, oraları mesken tutmuşlar, açık renkli ve mavi gözlü İskandinav halkı ise ekvator civarında yoğun ültraviyole ışınlarına maruz kalmamak adına kuzeye göç edip buralarda konaklamışlardır. Anlaşılan canlı gruplar arasındaki değişiklikler anlık sıçramalar sonucu ortaya çıkıyor. Yani kesinlikle ortada evrimleşme ile yeni bir türü doğuran bir değişim söz konusu değildir. Delil mi istersiniz?   İşte fosil kayıtları  “ Halep oradaysa arşın burada” diyor zaten. Gerçekten bunun daha lamı cimi yoktur. Nitekim fosiller yaratılışı destekleyip, değim yerindeyse kazı çalışmalarıyla ortaya çıktıklarında yaratılışın belgeleri olarak yüzlerini göstermekteler.

         Bu arada bütün ıslah (seçme) çalışmaları sonucunda birçok melez türlerinin ömürlerinin kısa olduğu belirlenmiştir. Ayrıca ıslah edilmiş olanlar kökenleri veya kendi dışındaki yabani tipleriyle rekabet edemeyecek kadar dayanıksız oldukları ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu tür ıslah edilmiş canlılar düşmanlarından soyutlanmış bir ortamda ancak hayatlarını rahatça idame edebiliyorlar. Ne kadar ıslah çalışmalarına hız verilirse verilsin oluşacak olan varyasyonlar (değişmeler) bir noktadan sonra bir adım öteye geçemeyecektir. Tüm bu gerçeklere rağmen evcil hayvanlara yapılan uygulamalardan hareketle kafatasçı ırkçı kafada bir takım kişiler seçme yöntemiyle insanlar arasından üstün bir ırk oluşturulabileceği hayaline kendini kaptırabiliyor. Oysa insan bir evcil hayvan değil ki kendisinin kobay olarak kullanılmasına izin versin. Belki insanlık kalıtsal bozuklukları taşıyan bireylerin üremesinin önüne geçilme veya zararlı genlerin popülâsyondan temizlenmesine yönelik girişimlerine bir süre sessiz kalabilir. Fakat insanların sessiz kalışı bu tür girişimleri onaylıyor anlamına gelmez. Kaldı ki sağlıklı popülasyon oluşturayım derken kusur oluşturan genlerin çoğu çekinik ve heterezigot olarak taşındığını görmek gerekir. Keza homozigot çekinik bireylerin ortadan kalkmasıyla birlikte popülâsyonda var olan gen frekansını azaltma riski doğurabileceğini de görmek lazım. Demek ki seçme belirli ölçüde kusurlu doğma şansını düşürse bile beraberinde bir takım sancılara kapı aralayabiliyor. Üstelik bunca ıslah çalışmalarına rağmen heterozigot yoluyla taşınan genler ileriki kuşak popülâsyona dâhil olduğunda tekrardan zararlı gen sayısında çoğalmalar görüldüğü tespit edilmiştir. Yani her halükarda kusurlu doğma şansı yine artmaktadır. Netice itibarı ile insanlara evcil hayvanlar muamelesi yapıp genleriyle fazla oynanmasını doğru bulmuyoruz. Belli ki tüm sorun heterozigot bireylerdedir. Belki bu tür bireylere çocuk yapmama önerilebilir, ama hepimiz bir şekilde büyük veya küçük ölçekte bazı zararlı genleri taşıyabiliyoruz. Anlaşılan toptancı yıkım anlayışıyla bir ayıklama operasyonuna tevessül edildiğinde dünya da galiba normal bir insan bulamayacağız demektir. Oysa seçmeyle mavi gözlülerin sayısı 64/1000 olup gittikçe bu seçmenin etkinliği azalsa bile yüz döl sonrası yine mavi gözlü çocuklar doğabilecektir. Böylece seçme bir noktada dengesine kavuşacaktır. Demek oluyor ki temizleme operasyonu ne kadar sürdürülürse sürdürülsün birkaç kuşak yine kendisini gösterecektir. Şu bir gerçek; minimal düzeyde varyasyonlarla makro seviyelerde evrim değişmelerinin olamayacağı kesinlik kazanmıştır. Çünkü fosil kayıtları böyle bir gelişmenin olmadığının birinci şahidi durumdadır. Zira fosil kayıtları incelendiğinde ilk fosil forumlarının birincisi neyse ikinci kademesi ve diğer kademeleri de aynı olmaktadır.  Yani her türün kademeli bir şekilde ortaya çıkmadığı, tam aksine bir defalık yaratılış patlamasıyla yeryüzünde göründükleri belirlenmiştir. Dahası fosiller arasında büyük boşlukların olması evrimleşmenin olmadığını göstermektedir.

      Tam olmayan seçmenin insan popülasyonda yeri  

      Tabiatın şanslı varyeteyi seçmiş olduğu çokça söylenilmesine rağmen aslında herhangi bir özelliğe karşı doğal seçme tam takır işlememektedir. Mesela seçme oranı % 75 veya %90 olabiliyor. Bu demektir ki  % 75 elenme, % 25 korunma vardır. Yani hiçbir şekilde elenme ve korunma oranları mevcut canlı türünden bir başka canlıya dönüşüm olarak sahne almayacaktır. Yani kümes hayvanı kümes hayvanı kalacak, balta ibikli de balta ibik olarak fiziki konumunu koruyacaktır.

      Her ne kadar kısmi seçme olayında ayıklama süreci yavaş yürüyor gibi görünüyorsada uzun süre etkisini hissettirebiliyor.  Dolayısıyla doğal seçmenin zararlı özellikleri tam seçme üzerinde gerçekleşmeyip, daha ziyade kısmi seçme üzerinde kendini göstermektedir. Yani bir canlı için organik kusurlar olmadığı sürece sadece hayat mücadelesini sekteye uğratacak bir takım dezavantaj nitelikteki özellikler kısmi doğal seçmenin etkisi altına girebiliyor. Fakat yine de istisna kabilden birtakım olayları bir kenara koyarsak, doğal seçme filan biraz işin edebiyatı,  hakikatte genetik yapı sıradan bir tasarım olmayıp orijinal bir yapı üzerine kuruludur. Öyle ki genetik yapı bütün canlıların kalıtım özelliklerini kontrol eden mükemmel bir biyolojik nizamı ortaya koymaktadır. Bazen biyolojik nizam nesilden nesile aktarılırken orijinal kaynağından bazı sapmalar görülebiliyor, ama bu tür istisnai sapmalar asla başka bir canlı türü doğurmayacaktır.

          Aslında Darwin’in tüm gayreti eski formlarla yeni formlar arasında bağlantı köprüsü kurmaktı, ama uygulamada görüldü ki familya veya şecere yoluyla güvenilir filojeniler (soy ağacı) kurmanın imkânsız olduğu anlaşılmıştır. Çünkü cinsler arasında bir tane olsun geçiş formu bulunamamıştır. Demek oluyor ki, Yüce Yaratıcı mahlûkatın her bir ailesini farklı özelliklerde yaratarak böyle murad etmiş. Dolayısıyla her canlı tipin genetik yapısı sabit kalıp, evrimleşmeyle değişikliğe uğraması söz konusu değildir.

        Gen Dengesi

        Yüksek yapılı canlıların hücre çekirdeklerinde yüzlerce genin varlığı bilinen bir gerçekliktir.  Ve her bir gen birbirine bağlı binlerce alt üniteleriyle birlikte heliks şeklinde bir sarmal yapı oluşturup bu sarmal yapı malum DNA (Deoksiribo nükleik asit) molekülünden başkası değildir elbet.

        Evrimciler her şeye madde gözüyle baktıkları için tıpkı materyalistler gibi hareket noktaları tabiattır.  Yani tabiatta doğurgan ana gözle bakmaktalar.   Ancak doğurgan ana gördükleri tabiatın üstünde yaratıcı gücün varlığını ve tabiatüstü kanunların yaratıcısını görmezden gelip hemen her şeyin meydana gelişini tesadüfe bağlamaktalar. Oysa kâinatta inorganik ve organik her ne yaratılmışsa son derece mükemmel yapılar olarak karşımıza çıkmaktalar. Ayrıca bu mükemmel yapıların kendi içinde orijinal yaratılış kodlarından sapmaksızın çok sayıda çeşitlilik arz etmesi yaratılan her şeyin tesadüfen meydana gelmediğini gösterir.  Siz bakmayın evrimcilerin ikide bir tüm biyolojik hayatın basit bir hücreden evrimleşip kompleks canlılara doğru yol aldığını, oradan da hızını alamayıp tüm canlı tiplerinin aynı ortak atanın elemanları olduğunu dair iddiada bulunmalarına,  bikere adı üzerinde iddia, dolayısıyla yaratılış mucizesini farklı boyutlara çekmelerine şaşmamak gerekir.  Hani  “Zırva tevil götürmez” diye bir atasözümüz var ya,  tamda bu söz onların iddialarına karşılık gelen bir sözdür.  Baksanıza ağzı olan konuşur misali hep bir ağızdan koro halinde biz hayvanız demekten imtina etmeyecek hale gelmişlerdir.  Yetmedi adamlar doğal seleksiyon veya suni tohumlama yoluyla zararlı bir genin populasyondan tamamen temizlenme imkânsızlığı ortada iken, güya modifikasyonla yeni oluşacak genlerin popülâsyona katılımıyla birlikte başka bir tür oluşacağından dem vurabiliyorlar. Oysa mutasyon hızı değişik genler için farklılık arz etmektedir. Zaten biyolojik popülasyon gen dağılımı doğal seleksiyon yoluyla ayıklanan genler kadar gen mutasyonları da popülâsyona eklenerek dengelenir. Bir takım arızı gen eklenmeleri kendi içerisinde sınırlı kalıp yeni bir canlı meydana getirmeyecektir. Şöyle ki;

          Güve (Biston betularia) normal türleri beyaz renkli olup koyu renkli olanları karbonaria (Carbonaria) olarak bilinir.  Malumunuz batıda sanayileşme hamleleri başlamadan önce özellikle İngiltere’de ağaç gövdeleri parlak renkliydi. Dolayısıyla koyu renkli güve kelebekleri göze çarptığından kuşlar tarafından avlanmaları çok kolay av olur. Böylece onların göze çarpması bu varyetenin azalmasını beraberinde getirir. Ne zaman ki sanayileşme hız kazandı, işte o zaman parlak ağaç gövdeleri kararmasıyla birlikte bu kez beyaz renkli güveler kuşların gözünden kaçmayıp doğrudan hedef tahtası haline gelir.  İster istemez bu durumda renkli olanlarında popülasyon yoğunluğu bakımdan artışlar kaydedilir.  Tabii bu çevresel değişiklikleri görmezden gelen evrimciler bu olayda bile hemen kendilerine vazife çıkarıp işi evrimleşme hadisesine bağlayacaklardır. Onlar açık renkli kelebeklerin koyu renkli kelebeklere dönüşüp evrimleştiğini ileri süre dursunlar,  netice itibariyle gelinen noktada her iki güve popülâsyonunda evrimleşmeyle hiçbir değişime uğramadığı ortaya çıkmıştır, tamamen sanayileşme öncesi ve sanayileşme sonrası çevre şartları ile ilgili bir popülasyon dağılımı ve sayıca yoğunlukla alakalı bir durumdur bu.

       Bir kelebek düşünün ki, ilkin sanırsın ki yumurtadan kelebek olarak dünyaya geliverecek,  oysaki yumurtadan çıktığında bir bakmışsın tırtıl olarak dünyaya gelivermiş.  İşte bizim acayibimize gelen bu durum karşısında bundan sonraki aşamalarını, yani tırtılın gelişim evrelerini izlediğimizde bir sonraki aşama için kendisini oburca besleyip geliştirdikten sonra ipek olan bir tabakaya tutunup krizalit şekline büründüğünü görürüz.  Derken en nihayetinde koza haline dönüşerekten rengârenk kanatlarıyla hepimizi mest eden bir kelebek haline dönüşüp etrafımızda uçuştuğunu görürüz. Ama gel gör ki evrimciler, kelebeğin bu geçirmiş olduğu başkalaşım evrelerinden hemen vazife çıkarıp kelebeğin rengârenk güzelliğine mest olmak yerine işi evrime bağlayaraktan buradan güya bir canlıdan bir başka canlı türemiş gibisine bu işin dedikoduluğunu yapmayı yeğleyeceklerdir.  Oysaki Yüce Allah  (c.c) kelebeği ilk yaratılışından buyana başkalaşım programına tabii tutarak kendi türünü nesilden nesile devam ettirecek şekilde o haliyle öyle yaratmıştır.  Kelebeğin geçirmiş olduğu tüm başkalaşım ve gelişim evreleri, asla sonradan evrimleşerek oluşmuş evreler değildir, tamamen program gereği gelişimini tamamlamaya yönelik olması gereken evrelerdir.  Zira kelebek popülâsyonunda hem açık renkliler hem de koyu renkliler konumlarını korumaktalar, sadece çevre şartlarına bağlı olarak sayı yoğunluğu bakımından değişiklik söz konusudur. Anlaşılan gerek çevre şartları, gerek suni seleksiyon aracılığıyla ıslah edilmiş bitki ve hayvanlardan yeni bir şey ortaya çıkmıyor, sadece bazı değişmeler zuhur etmekte, o da belli bir noktadan sonra sınırlı kalıp bir adım ötesine sıçramayacak bir değişiklikle kala kalmakta.  Şayet güçleri yetirebiliyorsalar kelebeğin genetik kodlarını tamamen bir başka canlıya dönüşecek şekilde değiştirsinler bir bakalım bir başka canlı türüyor mu türemiyor mu görmüş olalım.  Hakikat şudur ki yaratılış gerçeği Yüce Allah’ın  ol’ emri fermanı doğrultusunda programlanıp öyle vücuda gelmiştir.  Vücut bulan her türden canlı organizmalar yeryüzü sathına dağıldıklarında çevre şartlarına adapte olduklarından dolayı gün yüzüne çıkmış değildir, bilakis önceden kendilerine ait özellikte oldukları için öyle görünmüşlerdir. O halde küçük değişmelerin birikmesiyle yeni bir tip meydana gelir iddiasında bulunmak tamamen kuru gürültüden öte bir anlam ifade etmeyecektir.  Kuru gürültüye pabuç bırakmayacak öyle yaşanan örnekler var ki gerçekten evrimcilerin boş havanda su dövdüklerini göstermeye yeter artar da. Şöyle ki Amerika’da bir zamanlar Asya’dan sıçrayan Endothia mikrobunun yol açtığı hastalık nedeniyle o güzelim ormanların kurumasına yol açmıştı. Neyse ki hastalıktan evvel o güzelim ormanlar arasında hiçte göze çarpmayan Tiyulib adı verilen ağaçlar sanki kendi popülasyonunun görünür hale gelmesi için bugünleri bekliyormuşçasına çiçek açıp hızla çoğalmaya başlamışlar. Böylece bir zaman azınlıkken çoğunluk konumuna gelmeleri Amerika’da bambaşka bir bitki popülasyonun gün yüzüne çıkmasına vesile olmuştur. Derken kuruyan ormanlar Tiyulib sayesinde yeniden canlanıvermiştir. Derken bu arada yeşeren bitkilerin büyümesiyle birlikte gövdelerinden tahta elde eden marangozculara eski ağaçların özlemini unutturup onlara yeni bir fırsat imkânı doğmuştur. İşte bu popülasyon hadisesi bu şekilde olduğu herkeske bilinmese, hiç kuşkusuz evrimciler burdan da kendilerine vazife çıkarıp kurumuş ağaçlardan yeni bir tür meydana geldi diyerekten kuru gürültü yapacaklardı. Öyle anlaşılıyor ki her hangi bir canlı türünün popülâsyonunun gen kaynağının nesli tükenmediği sürece bir şekilde günün birinde gün yüzüne çıkabiliyor.  Şu da bir gerçek her hangi bir canlı türünün popülâsyonunun gen kaynağı bozulmadığı sürece o genin gen frekansı değişmemektedir.  Anlaşılan bir takım bozulmalar nüksettiğinde popülasyonda değişmeler olmakta.  Nitekim bir popülasyonda mutasyon, seleksiyon, izolasyonla iç ve dış göç olayları gerçekleşiyorsa o populasyonun gen frekanslarında kısmi değişmeler gözlemlenebiliyor. Ancak bu kısmi değişiklikler asla bir başka canlıya dönüşümünü beraberinde getirmeyecektir.

        Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/populasyon-genetigi-ve-evrim-6070-kose-yazisi

9 Eylül 2022 Cuma

MUTASYONLARDAN MEDET UMMAK


 

             MUTASYONLARDAN MEDET UMMAK

         SELİM GÜRBÜZER

          Canlıların gen yapısında nükseden arızi durumlar veya genetik kodların rekombinasyon (çeşitlenme) işlemleri sırasında ani olarak meydana gelen değişiklikler mutasyon olarak tanımlanmakla beraber şu da bir gerçek varyasyon veya rekombinasyonla yeni bir canlı oluşumu gerçekleşmemekte. Ki, bu durumu rekombinasyon esnasında kazaen gen dizilimlerinde nükseden kopmalar ve kırılmaların neticesinde ortaya bir şey çıkmamasından anlıyoruz. Dolayısıyla bu noktada hücre içerisinde genler üzerinde mutasyona sebebiyet teşikl eden etken unsurları deney ve analizini yapmak pekâlâ mümkün, ama deney metodunu evrime uygulamak pek mümkün gözükmüyor. Madem öyle, mümkün olan mutasyon deney ve analiz çalışmalarından ortaya çıkan sonuçların işaret ettiği tahmini veriler neymiş bir görelim. Nitekim baktığımızda;  

          -Mutasyona neden etken unsurların hiçte hücre yapıları üzerinde nizami değişikliğe kapı aralayan unsurlar olmadığı, bilakis hücre yapılarını gayrinizami yollara kanalize eden unsurlar olduklarını,  

          -Mutasyon kaynaklı gen ve kromozom değişmelerinin periyodik aralıklarla değil, nadir aralıklarla nükseden değişmeler olduğunu,

        -Tarımda ve hayvancılıkta suni seleksiyon ve suni tohumlama metotlarıyla ıslah edilmiş bitki ve hayvan üretiminde verimliliğin artış kaydetmesini gösteren verilerden hareketle buradan yeni veya karmaşık bir canlı ortaya çıkmayacağı, tüm bu ıslah çalışmaları bir noktaya kadar sürdürülebilir olduğu, derken bir noktadan sonra duraklayıp sınırlı değişiklikler olduklarını,

          -Faydalı olabileceği düşünülen mutasyonların ancak milyon yılları bulan zaman dilimlerinde vuku bulabileceği yönünde elle tutulur gözle görülür herhangi bir bulguya rastlanmadığı, sadece bu hususlarla alakalı ileri sürülen öngörüler niteliğinde tezler olduğunu görürüz.  

           Anlaşılan o ki, mutasyonla hücreden dokuya, dokudan organlara sirayet eden bozulmalar söz konusu olduğundan bu anlamda canlılar için risk teşkil edebiliyor.  Neyse ki üreme organları vücudun en korunaklı bölgelerinde konumlanmış olduğundan onlar için pek risk teşkil etmemektedir. Zaten yumurtalık ve testislerin neslin sürdürebilirliği açısından korunmaya alınması da gerekir. Bu yüzden mutasyona uğramaları çok zayıf ihtimal gibi gözükmektedir. Şu da var ki, canlı organizmaları bir bütün olarak düşündüğümüzde herhangi bir hücrenin genetik programı en küçük fiziki veya kimyevi mutagen etkiye maruz kaldığında ilerisinde doğması muhtemel arızalara tahammüllerinin olmadığı da apayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla evrimcilerin mutasyondan beklentileri zararlı olma noktasında değil, faydalı olması yönünde bir bekleyiştir. Neden beklenti içerisine girdiklerini az çok tahmin edebiliyoruz zaten. Öyle ya,  beklentileri doğrultusunda kıyasıya savundukları evrimin çürütülmemesi adına mutasyona kurtarıcı gözle baktıklarına göre bu doğrultuda hücre içerisinde her an vuku bulması muhtemel mutasyonlar arasından bilhassa frekans değeri yüksek faydalı mutasyonlar sahne almalı ki, ideoloji haline getirdikleri evrim felsefesine delil teşkil edebilsin. Mutasyonların faydalı olanlarının yüksek frekans eşiğine gelmesi için de milyon zamanlı bir birikime ihtiyaç varmış güya. Bundan dolayı da onlarda gayet iyi biliyorlar ki, zararlı bir mutasyonla canlının genetik yapısından bir başka genetik yapıya haiz bir canlı oluşumu türemeyecektir.  En iyisi mi bu işi zamana havale ederekten insanlığın kulağına faydalı mutasyonların frekans değerinin zirve yaptığı eşiği beklemelerini fısıldayıp yeni bir yaratığın türeyeceği günlere randevu vererekten bu işi geçiştirivermekteler. Aslında tüm bu fısıldayışlar, işi yokuşa sürmenin bir bahanesi fısıldayışlarıdır, baksanıza adamlar evrimin çürütülmemesi adına akıllarına düşen her ne varsa onu bir şekilde kılıfına uydurup bahane üretmekte mahirlerde. Yine de ne kadar işi kılıfına uydurmaya çalışırsalar çalışsınlar büyük umut bağladıkları tabii seleksiyon putu da evrimci tezleri çürümüşlükten kurtaramayacaktır.  Bu durumda ellerinde tek seçenek kalıyor, o da algı operasyonu yapma seçeneği.. Nitekim bir an kendimizi evrimcilerin yerine koyduğumuzda elimizde koz olarak tuttuğumuz algı operasyonu seçeneği ile mutasyona öyle bir görev yüklemeli ki,  ‘faydalı mutasyon’ olarak evrime katkı sunmuş olsun.  Bu arada katkı sunmakta olan faydalı mutasyonun bir şekilde tabii seleksiyonun hışmına uğramaması ve bloke olmaması içinde mutlaka korunmaya alınmalıdır. Aksi halde tabiî seleksiyon, mutasyonun faydalısı ya da zararlısı hiç fark etmez belli bir frekans eşiğine gelmiş herhangi bir mutasyon olgusunu elimine etmek için var olacaktır.  O halde neydik edip öyle zihinlerde faydalı mutasyon algı operasyonu yürütmeli ki, tabiatın şanslı mutantı seçmiş olduğunu, dolayısıyla tabiî seleksiyonun çokta fazla ayıklamasına, didiklemesine ve elemesine gerek kalmadan faydalı mutasyonun evrimleşmenin ta kendisi bir olgu olduğunu inandırmış olalım. Ama nasıl? Bu da ancak bıkmadan usanmadan sürekli mutasyonun faydalısından bahsederekten algı operasyonu tezlerimizi bilim dünyasına kabul ettirmekle olabilecek bir iştir.  Tabii bilim dünyası bu tür hayal mahsulü tezleri yutarsa…

           Ne diyelim, işte sizlerde görüyorsunuz ya, evrimcilerin hayal dünyalarına girerek hayal mahsulü tezlerini bilim dünyasına yutturacağımızı sanacağımız noktada birde baktık ki, kazın ayağı hiçte öyle değilmiş,  meğer canlıların genetik yapılarında cereyan eden küçük değişmeler asla yeni bir canlının dönüşmesine yol açmayacak değişikliklerdir. Hem kaldı ki mutasyonun milyonlarca yıl sürebilecek birikimle yeni bir tür ortaya çıkaracağını söylemekle:

       -Hem işi yokuşa sürüp işin bahanesini teşkil edecek bir şekilde kendilerince kılıf uydurmuş oluyorlar,  

       -Hem de bu işi uzun bir zaman dilimine havale etmekle tabii mutasyonlu evrimleşmenin aslı astarı var mı babından yapılacak olan her türlü deneysel araştırma ve analiz çalışmalarının önüne set çekmiş oluyorlar.  Neden mi?    Gayet onlarda çok iyi biliyorlar ki, bu işi deney ve gözlemlerle ispatlama imkânı yoktur, en iyisi mi geçmişe havale edip bu işin içinden sıyrılmak istiyorlar. Böylece bilimin dışında hareket etmediklerini kamufle etmiş oluyorlar.

        Evet, evrimcilik bu ya,  kendilerince uydurdukları  “geçmiş zaman odur ki” başlıklı hikâyelerle tüm canlıları zaman tünellerinden geçirip güya her 100 milyon senede bir 8 mutasyon olayının gerçekleşebileceğini söylenip durmaktalar habire. Bikere ispatlanmaya muhtaç hangi tezleri ileri sürerlerse sürsünler şunu iyi bilsinler ki kendilerini bilimin dışında kalmaktan kurtaramayacaklardır. Çünkü bilim sebep netice ilişkisine göre kendine rota çizer. Her şeye rağmen yine de bu demek değildir ki bilim adamları ileri sürülen tezlere karşı tüm kapıları kapatıp üzerinde tartışılmasın.  Adı üzerinde tez,   hiçbir dayanağı olmasa da üzerinde tartışılmak için vardır. Olur ya, doğruluk payı olabilir düşüncesiyle ne söylediklerine bakmakta fayda vardır.  Ki,  üzerinde tartışılan herhangi bir tez,  her halükarda antitezi karşısında bulur da zaten. Nitekim evrimcilerin mutasyonların faydalı olduğu noktasındaki tezlerine karşılık bir kısım bilim adamlarının seyirci kalmayıp antitez olarak yaratılış tezini ortaya koymaları nemelazımcı bir tavır içerisine girmediklerini gösterir.  Sağduyulu bilim adamlarının “aman boş ver ne derseler desinler”  babından duyarsız kalmadıkları şundan besbellidir ki mutasyonların zararlı olduğu görüşünde hemfikir oldukları gibi üstüne üstük ortaya yaratılış modeli ortaya koymuş durumdalar da.

        Bilindiği üzere Darwin,  kendi tezini ileri sürdüğü ilk yıllarda kafasında tabiat gücü kurgusu oluşturarak çevreye uyum sağlayan birtakım canlılar üzerinde faydalı olabileceğini düşündüğü en küçücük değişmelerin bile kuşaktan kuşağa aktarılıp zamanla farklı bireylere dönüşebileceğinden dem vurmuştur. Peki, dem vurdu da ne oldu,  sonuçta iddia ettiği dönüşümün ne zaman gerçekleşip de yeni bir canlı türünün ortaya çıkacağı konusunda elle tutulur gözle görülür bir delil ortaya koyamamıştır. Derken ortaya bir şey koyamamak türünden böylesi afaki teorinin doğuşundan bilim dünyasına yutturulmaya kalkışıldığı ilk günden bugüne iflas edeceğinin ilk işaretlerini kendiliğinden ele vermiş oldu. Ne de olsa, teorinin ilk doğuş yıllarında meydanı boş bulup bol keseden atıp tutmak kolay bir işti, ama zaman içerisinde evrim karşıtı düşünceler karşılarına çıkıverip canlılarda olan biten bu faydalı değişikliklerin kaynağı nedir diye sorup sorguladıklarında adeta ıhlayıp vıhlayıp ıkınaraktan atıp tutamaz oldular.   Tabii bu durumda evrim karşıtı sorgulamaların altından kalkmak adına bu kez Neo-Darwinist’ler devreye girip bu işin kaynağının rastgele oluşan mutasyonlar olduğu noktasında bir tez ileri sürmek suretiyle işi kotarmaya çalışacaklardır.  Peki, böylesi bir tezle işi kotarmış oldular mı, ne mümkün,  baksanıza adamlar daha ilk cümlelerinde ‘rastgele’  ibaresini kullanmakla işi kotaramadıklarını gösteren bir ifade tarzıdır. Hem kaldı ki mutasyonlar hammadde değil ki ‘kaynak’ oluşuna atıfta bulunulmuş olsun. Hatta işin Türkçesini söylemek gerekirse,  mutasyon etken unsur değil, bilakis maruz kaldığı bir takım eten unsurların saldırıları karşısında etkilenen unsurdur. Nitekim bir canlının genetik yapısında iç ve dış kaynaklı olumsuz faktörler muvacehesinde nükseden kopma, yer değiştirme, bozulmalar eşliğinde ortaya çıkan maraz yapılar ve oluşumlar mutasyon olarak addedilir de.  Ancak ne var ki, kendilerini modern evrimciler olarak takdim eden Neo-Darwinistler mutasyonu maraz bir yapı olarak görmeyip te onu doğal seleksiyonun koruma şemsiyesi altında mikro düzeyde mutasyonların binlercesinin birikmesiyle yeni türlerin meydana getirecek bir güç olarak görmekteler.  Baksanıza ona güç atfettikleri içindir faydalı bir mutasyon bulma adına geceli gündüzlü büyük bir çaba içerisine girdikleri gözlerden kaçmaz da. Peki, büyük çaba içerisine girdilerde ne oldu? Sonuç malum, günümüzün en ileri teknoloji donanımına sahip laboratuvarlarda yaptıkları her denemeler de gerek makro mutasyonların, gerekse mikro mutasyonların seçimiyle yeni bir tür veya yeni bir cins elde edilemediği sıfıra sıfır,  elde var sıfır bir tabloyla karşı karşıya kala kaldılar. Hadi bu neyse de ikide bir  “Neo” etiketiyle kendilerini yenilikçi bilim adamı etiketiyle takdim etmelerine ne demeli,  ilerleyen zamanlarda bütün çıplaklığıyla anlaşıldı ki, etiketleri cüsselerinden büyük Neo-Darwinist’lerin de klasik Darwincilerden hiçbir farkı yokmuş meğer. Tıpkı klasik Darwinciler gibi onlarda mutasyonların zararlı, hatta birçoğunun öldürücü olduğunu görmezlikten gelip modernlik kisvesi altında tezlerini bilim dünyasına yutturmanın peşindedirler. Ne diyelim,  etiketleri zihin dağarcıklarından büyük kafa yapısıyla veya algı operasyonlarıyla bilim dünyasına yutturacaklarını sana dursunlar, mutasyonlardan 100 ila 1000 arasından belki bir tanesinin canlı türü için faydalı olduğunu varsaydığını düşündüğümüzde, o faydalı bir taneninde nesiller boyu aktarılmayacağı gerçeğini değiştiremeyecektir. Kaldı ki faydası olduğu söylenen mutasyonun canlının vücut ikliminde ne gibi etkisinin olduğu izaha muhtaç bir konudur.  Zaten izah edemezler de. Çünkü şimdiye kadar canlılar üzerinde yapılan analizler neticesinde mutasyonun faydalı olduğuna dair net bir bulgunun varlığına rastlanılmamıştır. Tam aksine bu yönde yapılan laboratuvar analiz çalışmaları bize mutasyonların faydadan çok zarar getirdiğini gösteriyor.  İşin bir başka ilginç yanı mutasyona ümit bağlayanlar laboratuvardan zararlı olduğu yönünde gelen verilerden etkilenmiş olsalar gerek ki, mutasyonu tetikleyebilecek radyasyon ortamlarından bizatihi kendileri hızla uzaklaşır haldelerdir. Hani atalarımız bir musibet bin nasihate bedel demişler ya, aynen öylede mutasyonla kol kola girenler bir anda ona öcü muamelesi yapıp ondan hızla uzaklaşabiliyorlar. Hatta gün geçtikçe mutajen etmenlerin yol açtığı zararlara daha yenilerinin ilavesiyle birlikte evdeki hesabın çarşıya uymayacağı telaşına kapılmış durumdalar. Kendi akılları sıra anlık durum değerlendirmeler yapıp bu noktada bir bakıyorsun yenilerinin eklenmesine geçit vermemek, nükleer santrallerin yapımının durdurulması ve nükleer denemeler aleyhinde kamuoyu oluşturma gibi faaliyetlerde bulunmak suretiyle de çevrecide kesilmekteler güya.  Peki, o zaman demezler mi adama bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diye. Hani mutasyonlar faydalıydı. Öyle ya, madem faydalıysa mutasyonu hızını artıracak mekanizmaları durdurmaya ne hacet var.

        İşte bu ve buna benzer çelişkiler ağına kapılmış bir kısım evrimci tayfa ne yapacağının telaşı içerisinde Neo-Darwinizm tezinden de hiç bir halt olamayacağını sezmiş olsalar gerek ki, bu kez bilim dünyasına sıçramalı evrim tezini servis etme çabası içerisine girmişlerdir. Yani bir zamanlar canlı türler arasında ki küçük değişmelerin uzun bir zaman dilim aralığında kademe kademe yeni bir canlı meydana getireceği şeklinde ileri sürdükleri tezlerden vazgeçip, yerine evrimin ansızın büyük sıçramalı değişikliklerle ortaya çıktığı çizgisine gelinmiştir. Hiç kuşkusuz ileri sürdükleri bu tezinde hiçbir dayanağı yoktur.  Hem şimdiye kadar görülmüş müdür dünya kurulmuş kurulalı yeryüzü sathını oluşturan canlıların bir gün ansızın uykularından uyandıklarında bir anda sıçramalı bir değişim geçirerekten dev yapılı canlılara dönüştüğü, ya da dev bir balina haline geldiği. Hatta daha da hızlarını alamayıp kuşlar da sürüngen yumurtalarından ansızın meydana gelmişler güya.  Ne diyelim, sürüngende yerinden sıçrayıp uçan kuş olarak evrimleştiğine göre zaten bunun cevabını bir kuş türü olan kargalar gülerek vermiş oluyor da. Bu iddialara kargalar gülmesinde ne yapsın,  düşünebiliyor musunuz hayatının tamamını su içerisinde geçiren bir amfibiyen yumurtası nasıl oluyorsa karasal ortama geçiş yapıp bir anda gelişen sürüngen yumurtasına dönüşebiliyor. Üstelik sürüngenler ile amfibiyenler arasında uzaktan yakından hiçbir ortak bağ olmadığı halde, hatta aralarında herhangi bir ortak ata, herhangi bir geçiş formu olmamasına rağmen bu tür zırvaları hiç sıkılmadan söyleyebiliyorlar. İşte sizlerde görüyorsunuz ya, öyle maksadı aşan bu ve buna benzer zırva uçuk kaçık fikirler ileri sürmeyi seviyorlar ki, bir anda sürüngenleri uçurup kuş kategorisine rahatlıkla dâhil edebiliyorlar. Peki, bu noktada adama sormazlar mı “Yarım doktor insanı candan, yarım hoca ise insanı dinden eder” diye. O halde eksik göz, ya da yarım kanatla evrimleştiğini iddia ettiğiniz varlığı daha uçuşa geçirmeden o hayvanı anasından doğduğuna bin pişman etmiş olmuyor musunuz? Bir kere kuşların kemikleri kara canlısına nispeten daha narin, daha hafif ve bir o kadarda kendine özgü kan dolaşım sistemi ve kalp atımı söz konusudur. Üstüne üstük akciğerleri diğer canlılara göre çok daha farklı yapıda olduğu gibi, deri bakımdan karadakinin pullu, havadakinin ise tüylü derili olması hasebiyle her açıdan birbirlerinden farklı yapıdalardır. Hadi bir an olsun bu anatomik farklılıkları görmezlikten geldiğimizi varsayalım, peki bugüne kadar tek kanat veya yarım kanat içeren ara fosiller neden bulunamamıştır. İşin daha da ilginç tarafı,  hani şu meşhur tavus kuşu var ya,  işte o kuşun birbirinden güzel nakışlarla işlenmiş tüylerindeki estetiğe Darwin baktıkça dona kalmış da. Öyle ki bu kuşun tüylerine baktıkça neredeyse ileri sürdüğü teorisinden vazgeçirecek derecede kendisini mest etmiştir dersek yeridir.  Anlaşılan o ki,  sürüngenlerin kuş tüylerine dönüşümünü gösterecek ne bir ara formu ne de orijinal epidermal (üst deri) form atası bir canlı türü bulunabilmiştir. Bulunamaz da zaten. Baksanıza tavus kuşunun tüylerinden adeta feleğin sillesini yiyen evrimciler, daha şimdiden feleğini şaşırmış haldelerdir.

       Kromozom Yapısı Değişmeleri

       Mutasyonla ilgili örneklere bir başka açıdan, ya da kromozom düzeyinde ele alabiliriz. Mesela kromozom açısından baktığımızda evrimciler genetik bakımdan irsi karakter içeren kromozomların yapısında bulunan DNA’ların tesadüfü veya mutajenik değişmeye uğrayarak meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Elbette ki DNA zincirinde nükseden istisnai değişmeler kendiliğinden veya X ışınları, ultraviyole ışınları, gama ışınları ya da çeşitli kimyasal maddeler etkisiyle meydana gelebiliyor. Buna itirazımız yok. Keza mutasyon hücre bölünmesi sırasında birtakım kromozom anomalilerinden kaynaklanarak da oluşabiliyor, buna da elbet itirazımız olamaz. Bizim itirazımız mutasyonla birlikte yeni bir başka canlı ortaya çıkması iddiasınadır. Kaldı ki bu iddianın dayanağı ütopik bir temel üzerine kurulu olmasa yine gam yemeyiz. Üstelik mutasyona uğrayan DNA’nın hem kendisi zarar görmekte hem de yönettiği hücrenin zarar görmesi söz konusudur. Onlara kalsa belki de “Aman bu kadarı küçük değişiklikten ne olur ki” deyip işi geçiştirmek isteyeceklerdir. Oysa sinek küçük olsa da sonuçta mide bulandırıyor ya. İşte büyüklerin söylediği bu söz o kadar manidar bir söz ki,  bu sözün doğruluğunu genetik kodlarda kırılmalar veya anlık küçük değişmelerle mükemmellik doğurmamasından, yani maraz yapılar doğurmasından anlıyoruz. Nitekim tam kapasiteyle çalışan fabrika cihazlardan birkaç parçanın fire vermesiyle birlikte kendi içinde telafi yoluna gidip daha üstün performansla çalışan bir aygıtın ortaya çıktığı şimdiye kadar görülmemiştir.  O halde artık mutasyondan medet umup içi boş heybeden süt çıkmayacağı artık anlaşılmış olması lazım. Zira mutasyon planlayıcı bir program değil ki, kendiliğinde ihtiyaç belirleyip kanat, kıl, tüy, gaga gibi yapılar ortaya çıkarabilsin.

       Genel itibariyle genler kararlı bir yapıya sahiplerdir. İşte bu kararlılıkları sayesinde aradan milyon seneler geçse de çok kayda değer bir değişikliğe uğramaksızın konumlarını koruyabiliyorlar. Belki üzerlerinden ancak birkaç binyıl geçtikten sonra nadir değişiklikler nüksedebiliyor.  Dolayısıyla kromozom üzerinde yer alan bir genin mutasyona uğramasıyla birlikte binlerce alt üniteler de ister istemez bu değişiklikten kendi payına düşeni almış olacaktır.  Her ne kadar mutasyon hadisesi genler üzerinde bir takım etkiler bıraksa da yine de bir şekilde birçok gen tarafından kontrole tabii tutulabiliyor. Yani tamamen başıboş değillerdir. Zaten kontrol edilmeleri de gerekir. Çünkü mutasyonlar zararlı oluşumları hasebiyle vücut donanımı da ona göre kendi önlemini alacak kodlarla kodlanmışlardır, nitekim bilim adamları n kahir ekseriyeti bu hususlarda hem fikirdirler. Evrimciler ise malum tam aksine mutasyonların cüz-i bir kısmının (milyonda bir) faydalı olduğu yönünde kendi aralarında hem fikirdirler. Hem fikir olmaları neyse de,    ne hikmetse mutasyonların yarı yarıya da olsa   % 50 oranında faydalıdır diyecek kadarda hem fikir olamıyorlar. Şimdilik sadece tüm canlı âlemindeki yüzbinlerce çeşitliliğin varlığını milyonda bir ihtimal dâhilinde meydana gelebilecek mutasyonla işi izah etmeye çalışaraktan yetinmekteler. Düşünebiliyor musunuz milyonlarca yıl biriken mutantların en iyimser tahminle bin nesil veya bin kuşak sonrası orijinal genlerin veya değişime uğramamış varyantların yerine geçip idareyi ele alabileceklerini söyleyebiliyorlar. Daha da ileri giderek tam dört dörtlük değişikliğin 30 ila 40 milyon arası yıllar geçtikten sonra gerçekleşebileceğini zırvalıyorlar. Oysa canlı bir türün evrimleşmesi için genetik kodlarda bir iki değişiklik yetmez, çok daha büyük oranlarda fayda sağlayacak unsurların devreye cereyan etmesi gerekirdi. Fakat gel gör ki kazın ayağı hiçte öyle değil. Çünkü hiçbir mutasyon hadisesi canlının tüm genetik kodlarını tamamen değişikliğe uğratmadığı gibi tamamen herhangi bir genetik bilgi de ilave edememektedir. İşte böylesi mükemmel genetik enformasyonla donatılmış canlı hücrelere katkıda bulunamayan mutasyonun genetik kodlarda eksilmelere ve bozulmalara neden olduğu gerçeği ortada iken hala bir iki mutasyonu evrim kahramanı ilan edilmesine doğrusu şaşmamak elde değil.  Hadi bu noktada bir ateistin kafa yapısını anlayabiliyoruz, onlar zaten ruhsuz, inançsız, düzen, intizam nedir bilmeyen tesadüf dünyasında yüzen dedikodu tayfası.  Dolayısıyla fen bilimleriyle uğraşan insanların ateistler gibi ideolojik dedikodulardan hareketle ortaya hiçbir dayanağı olmayan gelişi güzel ortaya fikir atma lüksü olamaz, temel kriteri analitik gözlem ve deneyler olmalıdır. İşte görüyorsunuz masal kahramanı ilan ettikleri dev mutasyonlar aslında genetik âlemde birtakım kayıpların ve düzensizliğin (bozulmalara) baş kaynağıdırlar. Bu kaynaktan evrimleşme bekleyenler düştükleri çukurdan nasıl çıkacaklar doğrusu merak ediyoruz. Kaldı ki milyonlarca proteinden bir tanesi bile tesadüfe meydan vermeyecek şekilde hayata merhaba derken, gayri nizami kaynaktan yeni bir canlının türeyeceğini beklemek doğmamış çocuğa don biçmek gibi bir durumdur.

        Bilindiği üzere mutasyona neden olan radyasyon ve kimyasal faktörlerden herhangi birisinin etkisine bırakılmış bir hücrenin kromozomu enine bir veya daha fazla noktadan koparak yer değiştirir ki,  tıpkı bu sperm olgunlaşması sırasında DNA yapılarında meydana gelen kırılmalara (fragmantasyona)  benzer bir hadiseyle karşımıza çıkan bir durumdur bu.   Hatta bu ve buna benzer şekilde kromozomlar üzerinde fragmantasyon şeklinde vuku bulan bu kopmalar kromozom tip olarak ya da kromatid tip şeklinde de gerçekleşmekte. Dahası kromozom tipin her iki kromatidi aynı noktada kopabiliyor. İşte böyle iki parçaya ayrılacak şekilde kopan bir kromozoma biyoloji dilinde ‘sentrik’ denmektedir. Kromatidin iki yakasından kromatitten sadece biri kopup, bu şekil kopan bir kromozom ise   asentrik’ (sentromersiz) olarak tanımlanır.  Şu bir gerçek asentrik kromozom sentromeri olmadığı için kaybolmaya eğilim gösterecektir. Mesela kromozomu kopmuş bir parça çok defa şifa bulup orijinal şeklini alacak, ya da asentrik parça koptuğu yere veya başka bir kromozomun ucuna yapışık kalıp herhangi bir değişikliğe sebep olmayacaktır. Ancak başka bir kromozoma yapışması veya koptuğu yere ters dönmüş olarak yapışması durumunda kromozomun yapısında kısmi bir değişikliğe neden olabiliyor, fakat oluşan bu kısmi değişiklik asla yeni bir canlı ortaya koyamayacaktır.

       Kromozomlar genellikle tek tip interfaz (erken profaz) haldeyken daha kolay kopabiliyor. Şayet kopan parçalar tekrar bir araya gelip yapışma olayı olmazsa, bu durumda sentrik ve asentrik parçalar uzunlamasına yarılarak herbiri iki kromatid oluşturacaktır.  Böylece teşekkül eden iki kromatidin kopuk uçları birleşmesiyle birlikte bu olay kardeş kromatitlerin birleşmesi anlamında sister union (S.U.)  olarak tanımlanacaktır.

        Elbette yıkmak kolay, yapmak zor derler ya,  aynen onun gibi yukarıda sıraladığımız envai türden kopuşların çoğu hücrenin onaramayacağı boyutta birtakım tahribatlara yol açacağı muhakkak. O halde mutasyona sihirli bir değnek gözüyle bakamayız. Üstelik bu değneğin zararlı olduğu yediden yetmişe herkes tarafından biliniyor da. Değim yerindeyse mutasyon kavramına artık Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil faciası gözüyle bakılıyor. Zira şurası bir gerçek bütün değişmeler mükemmelliğe doğru değil tam aksine bozulmaya doğru yüz tutan değişimler olarak tezahür etmektedir. Maalesef mutasyonun zararı etkisinden büyük olmaktadır. Bir başka ifadeyle zirveye doğru değil tabana doğru bir gidiş söz konusudur. Mutasyon hiçbir zaman tavan yapmaz, aksine sefillere oynayan bir girdabın içerisinde debelenip duran zararlı bir biyolojik atom bombasıdır. Dolayısıyla debelenip durmasına şaşmamak gerekir. Bir başka ifadeyle programsız, gelişi güzel gelişen olaylar etrafa hep zarar vermiştir.

         Nizami perspektiften yoksun, genetik kodları deforme olmuş arızi yapıların yeni canlıların türemesine yol açacağı yapılar olacağı düşüncesi evrimcilerin hep hayalini süsleyen düşler olmuş olmasına ama bu tip hayaller her defasında bilim duvarına toslayıp bir türlü gerçeklilik kazanamamıştır.  Zaten ahı gitmiş vahı kalmış mücadele kabiliyetini yitirmiş yapıların kendisine faydası yok ki bir başka yapıların doğmasına da faydası olsun. Baksanıza ne mutasyonların ne de tabii seleksiyonun organize topluluklar oluşturabilecek gücü ve kabiliyeti var. Gücü olmayanın ne bir program özelliği, ne şifre özelliği,  ne yönlendirme özelliği olamayacağına göre her ikisinden de yeni canlı türlerin türemesini ve yeni yapıların organize olmasını beklemek boşa kürek çekmek olur. Anlaşılan mutasyonlar canlılar üzerinde program dışı ‘küçük çapta değişiklikler, rasgele ve zararlı’ diyebileceğimiz, aynı zamanda genetik yapıya olumlu katkıda bulunamayan bir gelişigüzel hadiseden başka bir şey değildir. Hakeza doğal seleksiyon dedikleri hadise de yeni hadiselerin oluşumunu yönlendirecek bir enerji dönüşümü mekanizması, bir şifre, bir program değildir, sadece arızalı yapıları elimine eden bir mekanizmadır o kadar.  Bunun ötesinde herhangi bir canlı oluşumuna veya enerjiye dönüştürücülük fonksiyonu ve seçiciliği asla söz konusu değildir. Buna rağmen, evrimciler hala sihirli değnek olarak gördükleri mutasyonlardan veya doğal seleksiyon denen ucube yapılardan ve mekanizmalardan bir dönüşüm, bir evrilme olacağından medet umuyorlarsa şunu iyi bilsinler ki daha uzun yıllar boşuna havanda su dövecekler demektir.  Onlar boşa kürek çeke dursun, bari hiç olmazsa bizim üzerimizde kafa karıştırıcı algı oyunlarından vazgeçip,  bizden ikide bir mutasyona uğramış vücut şehrin enkaz yığınlarından çok az kısmının, yani milyonda bir faydalı olduğu söylenilen faydalı mutasyon artıklarının kendiliğinden sentez harekâtı başlatıp bir başka türden yeni vücut şehir türeteceğine inanmamızı beklemesinler. Hele önümüze somut işe yarar faydalı olduklarını söyledikleri tek bir mutasyon örneği koysunlar, ondan sonra bizde dönüp hayallerini süsleyen ütopik rüyaları neymiş dinleme zahmetinde bulunmuş olalım, aksi halde içi boş masalları dinlemeye ayıracak ne zamanımız var ne de dayanacak takatimiz var. Baksanıza adamlar hayallerini süsleyen evrimi ispatlamak adına onca senelerdir yaptıkları çabalar sonucunda ortaya hiçbir somut örnek koyamadılar,  elde var sıfır denilecek noktadalar hala. Hani, onca senelerdir meyve sinekleri üzerinde mutasyon ve mutajenik deneyleri yaptılar da ne oldu? Halen gelinen noktada bugün olmuş işe yarar doğru dürüst bir tek enzim bile ortaya koyamadıkları gibi hayallerini süsleyen yeni bir canlı türü yaratıkta türeyivermedi. Tam aksine mutasyona uğramış sineklerden ya birkaç sakat ve kısırlaşmış ölü halde sinekler ya da Drosophila adıyla meşhur meyve sineğinde olduğu gibi ayakları kafasından çıkan bozuk yapıların türeyiverdiğini gördük. Şimdi meyve sineği evrimcilere dönüp kendi hal lisanıyla bunlara demez mi, benden nükseden bozuk yapılara ümitlerinizi bel bağlamayı bırakında bari beni kendi halime bıraksanız da sinekliğimden utandırmasanız.  Ne var ki, evrimciler sineğin bu yalvarışına kayıtsız kalıp yine bildiklerini okuyaraktan sinekliğinden utandırmaya devam edeceklerdir. Hakeza insanlar içinde aynı durum söz konusudur,  altıparmaklılık, down sendromu (mongolizm), albinizm, cücelik, orak hücre anemisi, bir takım kanser vakaları ve bir takım sakat doğumlardan medet umarak insanı insanlıktan utandıracak uyduruk masallarla güya atalarımızın maymun olduğunu,  yani maymundan türediğimize inandıracaklarını sanıyorlar. Oysaki gerek anne karnında, gerek genetik kanaldan,   gerekse sonradan bir takım mutagenik etkenlere maruz kalaraktan oluşmuş mutasyonlar ya insanı sakat bırakmakta ya da çoğu ölümle sonuçlanan vakalara sürüklemekte, Asla sakat yapılardan ilerisinde yeni bir canlı türeyecek oluşumu gerçekleşmeyecektir. Hem kaldı ki bir gende herhangi bir çeşit mutasyon nadir görülen bir durumdur.

          Evet, bir gende herhangi bir mutasyonun vuku bulması nadir görülen bu durum biyoloji bilim dalında “kromozom mutasyonu” diye tarif edilip karşılık bulur. Şimdi kromozom mutasyonu geçiren bir hücrede genlerin sıra dizilimi alt üst olup kalıtım ünitelerinde (gemmule’lerde) DNA’daki bilgileri okunamaz hale getiriyor diye bundan kendine vazife çıkarıp yeni bir canlının türeyeceğini ummak safdillik olur. Maalesef gel gör ki evrimciler gen mutasyonlarından bile medet umar hale gelmişlerdir.  Oysaki kromozom üzerinde vuku bulan değişmeleri mutasyon kaynaklı bir değişme olarak tarif etmek varken, tarif etmenin dışına taşıp maksadını aşan mecralara çekmenin ne anlamı var doğrusu şaşmamak elde değil. Yine de biz onlar gibi farklı mecralara çekmek yerine gerek kromozom yapısı değişmeleri gerekse kromozom sayısı değişmeleri tanımlamakta fayda var elbet. Mesela bunlardan bir kaçını tanımladığımızda tek bir kromozomdaki sayısal değişiklik söz konusu olduğunda bu bir anoploidi değişiklik olarak tanımlanır. Şayet bu tanımladığımız değişiklikte bir kromozomun sayıca eksik olduğunda monozomi ve nullizomi olarak tanımlanırken, sayıca fazla olduğunda ise kromozomun sayısına göre trizomi ve tetrazomi olarak tanımlanır.  Bilindiği üzere insanda kromozom sayısı 23 çift olup toplamda 46’dır, dolayısıyla 13, 18 ve 21. kromozomların trizomisi dışındaki otozomal kromozomlarda ki sayısal anomaliler ölümcül olabiliyor.  45,Y dışındaki cinsiyet kromozomlarındaki sayısal anomaliler ise hayata tutunabilmek için adeta çırpınaraktan bağlanma çabası içerisindedir. Neyse ki sayısal kromozomal anomalilerin tekrarlama riski genellikle de novo oluşumları denen sil baştan sıfırdan üretilen gen oluşumu aktivasyonlarıyla düşük dozda seyretmekte.  Sayısal kromozomun anomalilerinin en tepik örneği malum “Trizom 21” (üç adet 21. Kromozom) denen down sendromundan başkası değildir elbet.   Neticeyi itibariyle sayısal kromozom değişikliklerinde çift kromozomlardan bir tanesinin kaybolması monozomi olarak addedilirken bir çifte ilaveten bir tane daha kromozom eklenmesi ise trizomi olarak addedilip ebeveynlerden birinin gamet hücrelerinde değişik oranlarda bulunmakla kendini gösterir.

            Velhasıl-ı kelam, mutasyonlarla canlı organlarında bazı değişiklikler çoğu kez zararlı ve ölümcül olmakla birlikte icabında kısmı yaşama imkânı veren arıza yapılar olarak karşımıza çıkmakta. Fakat yaşama imkânı veren bu tip mutasyonlar kendi türü içerisinde sınırlı kalıp, asla bir başka canlı türün türemesine yol açan bir değişiklik olmayacaktır.

            Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/mutasyonlardan-medet-ummak-6059-kose-yazisi