GÖNÜLLÜ AÇLIK
SELİM GÜRBÜZER
Aç kalma korkusu oldubitti insanlığın ortak endişesi olarak karşımıza çıkmakta. Ancak gönüllü açlık bundan istisnadır. Zira insanoğlu bir bakıyorsun inancının gereği kutsal addettiği günlerde kendini ibadet ruhuyla gönüllü açlığa adayabiliyor. Bu demektir ki, insanı ürperten kendi iradesiyle tuttuğu gönüllü açlık değil, tıpkı kıtlık günlerde olduğu gibi her an insanın kendi iradesi dışında karşı karşıya kalabileceği aç kalma korkusu asıl ürpertecek bir durumdur. Örnek mi? İşte tarihte Osmanlı ordusunun Plevne savunmasında erzak yollarının kesilmesiyle zorunlu açlık tehlikesi durumuyla karşı karşıya kalması en göze çarpan örnek olarak ortaya çıkarken, günümüz dünyasında ise bilhassa Afrika’daki insanların açlık ve sefalet içerisinde ölüme terkediliyor olmaları bunun en dramatik örneği olarak ortaya çıkmaktadır.
Hele insanoğlu kendi iradesi dışında deprem,
sel felaketi, kıtlık gibi bir dizi felaketlerin neticesinde açlıkla karşı
karşıya kalmaya bir görsün ölmeye razı bir haleti ruhiye içerisine kendini
koyuverirken, kendi iradesiyle tuttuğu gönüllü
oruçta ise tam aksine nefsi arzularının kökünü kurutaraktan huzur bulmak,
kendini Allah’a adayıp O’nunla kaynaşmak vardır. Tabii ki gönüllü açlık
ibadetiyle huzur bulmak sadece İslam dinine has bir durum değil elbet, diğer
semavi ve suni dinlerde ve bir takım esoterik topluluklarda da kültürel boyutta
var olan bir durumdur. Nasıl mı? İşte kurucusunun vefatından sonra Hindistan’ın
kuzeyinde ve güneyinde kalan ülkelerde yayılmış ve yerel kültürlerin katkısıyla
farklı nitelikler kazanarak bulunduğu ülkelerin önemli bir dini hale gelen
Budist dünya görüşü ve düşüncesinin temel hedeflerinden kurtuluşa ermek, yani nirvana’ya
ulaşmak için Budistlerin haftalık tatil günü olan uposatha, aslında hem bir
araya gelmek hem de oruç tutma anlamına gelen bir tür meditasyon uygulamasından
başka bir şey değildir. Böylece kendilerini meditasyona tabi tutmakla nefsin
acı ve ıstırap vericiliğinin ortadan kaldırılabileceklerinin huzurunu içten içe
yaşayacaklarına inanmaktalar. Hakeza
Hinduların kutsal metinleri Puranalardan ilham alaraktan yılın belli ay ve
günlerini gönüllü açlıkla geçirirken, Çin Taoizm’inde ise ölümsüzlüğe ulaşmak için
muhakkak ki yardımcı kuvvet olarak perhiz kurallarına sıkı sıkıya uygulayarak
ulaşabileceklerine inanmaktalar. Ve tüm bunlara ilaveten yine uzak doğu
coğrafyasında konumlanmış irili ufaklı birtakım inanç guruplarının
öğretilerinin metinlerine baktığımızda büyük bayram dedikleri günlerde kötülüklerden
arınmak adına 15 gün boyunca oruç tuttuklarını görebiliyoruz. Antik Yunan ve
Roma klasiklerine baktığımızda ise uğursuz addettikleri günlerin şerrinden ve
belaları def etmek adına kendilerini gönüllü açlığa tabi tuttuklarını müşahede
ederiz.
Peki ya ateistler? Malum ateistler tüm dinlere karşı tavır alaraktan
kitlelere hitaben “Ne tanrısı, ne
ahireti, ne orucu, keyfine bak, kendini hiçbir zevkten mahrum etme”
türünden sapkın söylemlerde bulunmalarına rağmen ne ilginçtir ki; kimi zaman bir
bakıyorsun halkların sömürülmesine karşı gösterdikleri devrimci yaklaşımla bir
anda kendilerini ölüm orucunun kollarına bırakabiliyorlar. Sonuçta anlaşılan o
ki; hangi sistem, hangi öğreti, hangi
akım ne amaçla kendilerini gönüllü açlığa tabii tutarsa tutsun bizim açımızdan
hiçbir bağlayıcılığı söz konusu değildir. Bizim için bağlayıcı olan Yüce Allah’ın (c.c)
Kur’an’ı kerimde; “Ey İman edenler! Oruç
sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.
Umulur ki korunursunuz” (Bakara, 183)
diye beyan buyurduğu ayetin mana ve ruhuna sadık kalaraktan tuttuğumuz orucun
ibadet ruhuyla yerine getirilmiş olması çok önem arz etmektedir. Önemi şundan
belli ki bir ay boyunca Allah için gönüllü olarak tutulan orucun mükâfatının bizatihi
Yüce Yaradanımız tarafından veriliyor olmasıdır. İşte bundan dolayıdır ki,
büyük bir heyecanla yolunu gözlediğimiz Şehr-i Ramazan ayını adeta telli
duvaklı devesinin üzerine binmiş hilal kaşlı bir gelin misali “Ey! Şehri
Ramazan! Hoş geldin” sefalarıyla karşılamaktan büyük bir manevi haz alırız da. Bu
öyle bir hoş der dem karşılayıştır ki, Ramazan boyunca tuttuğumuz oruçları asla
bedenimizdeki arızaları gidermek, organlarımızı dinlendirmek ya da Allah’ın
rızasının kazanmanın dışında başka maksatlarla tutulan zorunlu açlıkların tam
aksine hilalin görünmesiyle birlikte kendimizi Yüce Allah’ın ikramına layık
olmak maksatlı gönüllü oruca talip olma karşılayışıdır.
Malumunuz bedenimizle ilgili
arızaları tomografi ve ultrasonografi gibi tıbbi cihazlar aracılığıyla öğrenmek
mümkünken, ruh için aynı şeyi söylemek pek mümkün gözükmüyor. Bikere adı
üzerinde ruh, etkisi ise varlığında gizlidir. Ruhu melekemizi ancak Allah’ı zikrettiğimizde
hissedebiliyoruz. Hakeza gönüllü olarak tuttuğumuz oruç vesilesiyle de varlığını
hissettirmekte. Dikkat ettiyseniz oruçluyken insanların kahır ekseriyeti
masumlaşmakta, karıncayı bile incitmekten imtina eder bir halet-i ruhiye
içerisine girmekte. İşte bu masumiyet hali ruhi melekemizin bizim üzerimizdeki
varlık tesirinin bir işaretidir. Hem nasıl ki zekât vesilesiyle zengin ile
fakir arasında bir gönül bağı etkisi veya köprü bağı oluşuyorsa, hiç kuşkusuz
Allah için tutulan oruç vesilesiyle de bedenimizle ruhumuz arasında bir ünsiyet
ve köprü bağ oluşması gayet tabiidir. Derken bu oluşan köprü bağlar sayesinde Allah’ın
lütfu Ramazanı şerifin başlangıcının rahmet, ortasının mağfiret, sonunun da cehennem
azabından kurtuluş olduğunu şuuruna ermiş oluruz.
İşte
görüyorsunuz oruç, sırf gönüllü açlıktan ibaret bir ibadet olmayıp aynı zamanda
bizi asli vatanımızla buluşturacak bir köprü de. Kim bilir, belki de ilk insan Âdem
(a.s)’ın asli cennet vatanında yasaklı ağacın yemişinden yemekle o bozulmuş
orucun kefareti olarak dünya yurduna indirilmiş olduk. Sanki Yüce Allah mümin kullarının bir ders
çıkarıp şu fani dünyada bir daha asla bozmayacağınız gönüllü oruç ibadetini
hakkıyla yerine getirmemizi dilemekte. Ki,
yeniden asli vatanımıza kavuşalım diye bir mesajdır bu. Tabii, mesajı alabilene.. Şayet mesajı alabildiysek biliniz ki bu
noktada bizim ‘Sefer der vatan’ hasretimizi giderecek tek bineğimiz on bir ayın
sultanı Ramazan-ı Şerif ismiyle müsemma manevi Burak bineğimizden başkası
değildir elbet. Yeter ki, Ramazan-ı Şerifin sonsuz rahmet ve bereketinden
hakkıyla istifade edilmeye çalışılsın bir gün elbet ecel kapıya dayandığında
bir bakmışsın ten kafesimizden ruhumuzun bir kelebek misali ötelere doğru kanat
çırpıp aslı vatanına kavuştuğunu görürüz. Derken bu sayede asli vatanımızla olan hasret buluşmamız
bir hayal değil gerçeğin ta kendisi olur.
Evet,
Âdem (a.s) cennet yurdunda yasaklanmış ağacın meyvesinden yemekle pişman
olmasına olmuştu ama o pişmanlık cennet yurdunda kalmasına yetmeyecektir. Ta
ki, konuk olduğumuz şu fani dünyada cennet vatandayken o bozulmuş orucun
kefaretini ödeyip eksikliklerimizi tamamlayana dek bu hasretlik bitmeyecektir. Nitekim
o hasretliğin ilk izlerini sürdürdüğümüzde Hz. Musa (a.s)’ın Tur-i Sina’da kırk
gün boyunca oruç tutaraktan Allah’a münacatta bulunmasında görebiliyoruz
pekâlâ. Öyle ki, Hz. Musa (a.s) hasretle
tuttuğu gönüllü oruç sayesinde ‘Kelimullah’
şerefine nail olur bile. Ancak Tur-i Sina dönüşünde İsrail oğullarının
yokluğunda altın buzağına tapar halde gördüğünde Allah katında kelimullah olarak
anılma sevincinin yerini üzüntü hali alır. Peki, İsrailoğulları hidayetlerine
vesile olan Kelimullah Peygamberini üzdüler de ne oldu, tarih boyunca yerlerinden yurtlarından olup vatansız
sürgün hayatı yaşadılar elbet. İşte Museviler Musa (a.s)’ı üzdükleri o günden
itibaren pişmanlıklarının bir göstergesi diyebileceğimiz o günü Yom Kippur-kefaret günü ilan edip oruçla
yâd etmektedirler. Hakeza Hıristiyanlarda öyledir. Malumunuz Hıristiyanlarda
inançları gereği İsa’nın çarmıha gerilerekten öldürülüp güya üç gün içerisinde
dirildikten kırk gün sonra göğe yükseldiği söylenen günler için perhiz türü bir
oruç tuttukları gibi her doğan çocuğu günahlardan arındırmak maksadıyla
kilisede vaftiz yaptırmayı da ihmal etmezler. Güya vaftiz yaptırmakla
günahlardan arınacaklarına inanmaktalar.
Peki, iyi hoşta:
- Panteizm (Tüm tanrıcılık),
-Senkretik
(Sih dini-Yahova şahitleri-Maonculuk gibi),
-Henoteizm
(Pekçok tanrının varlığını kabul etmekle beraber yalnızca birine tapınma),
-Heterodoks
(Merkezi din anlayışın dışında akımlar),
-Düalist
(Bir iyilik-bir de kötülük tanrısı),
-Teizm
(Tanrı ya da tanrıların tabiatüstü güçler olarak algılandığı gelenekler)
-Hint
dinleri vs.” gibi vahiy geleneğine dayanmayan dinler hakkında ne demeli? Tabii
ki bu sıralanan suni dinlerin her birini tek tek ele almak yerine sadece
bunlara ilham kaynağı olan Hint dinleri üzerinden birkaç kelam etmek daha doğru
olur. Dikkat edin her biri için ‘din’
dedik ama aslında kazın ayağı hiçte öyle değil. Her ne kadar Hinduizm ve Budizm
gibi akımlar din olarak lanse edilseler de aslında bunların her birinin kurucu
önderlerin ortaya koydukları öğreti türü bir inanç sistemi olduğu besbellidir. Hele
bilhassa Hinduizm ve Budizm öğreti metinlerine baktığımızda ilahi kaynaklı
olmayan her iki öğreti sisteminin de riyazet ve perhiz ağırlıklı bir yol
izlediklerini görürüz. Üstelik bu iki suni din öğretisinin zaman içerisinde kendi
kalıbının dışına taşıp farklı mecralara evrildikleri de artık bir sır değil. Nitekim Budizm ilk başlangıçta mistik bir
öğreti üzerine kuruluyken sonrasında bir bakıyorsun Yaratıcıyı da aradan çıkaran,
ölüm ötesi hayatı reddeden bir akıma dönüşebiliyor. Hakeza Hinduizm’de Vedalardan
Samhitalara, Samhitalardan Brahmanalara, Brahmanalardan Aranyakalara ve Upanişadlara
gibi pek çok safhalar eşliğinde binlerce ses, binlerce inanç, tek tanrıdan çok
parçalı Şiva ve Vişnu gibi tanrı/tanrıça figürleri gibi evrilmelerle en nihayetinde
kast sistemiyle birlikte kutsal addettikleri ineğe neredeyse tapacak noktaya
gelebiliyorlar. Bu arada Ganj nehride evrilmelerden payını alıp ruhen arınma
aracı olarak kutsallaştırılmıştır.
Hazır, Hinduizm’den bahsetmişken bu arada Mohandas Karamçand Gandi’den
bahsetmeden geçmek olmaz. Bilindiği üzere Gandi bir zaman Hint
dinlerinden Cayinizme intisap etmiş aynı zamanda adından sivil inisiyatif
öncüsü olarak söz ettirmiş bir liderdir.
İlginçtir çocuk çağlarda etkisi altına girdiği dinin öğretilerinde et
yemenin yasak olduğunu bildiği halde birkaç kez arkadaşı uğruna bu yasağı
çiğnemiş bir isimdir. Neyse ki, yıllar
sonra bunun ezikliğini içten içe hissetmiş olsa gerek ki, İngiltere’de eğitim
gördüğü öğrencilik yıllarında et yeme yasağına titizlikle riayet etmenin
ötesinde bunu daha da sıkı perhiz kuralları çerçevesinde kendi nefsinde gönüllü
açlık yöntemiyle uygulayıp öncülüğünü yaptığı sivil direniş meşalesi için
kullanmıştır. Öyle ki, ömrün son demine
dek bu tutumunu devam ettirip bu dünyadan bir deri bir kemik halde göç
etmiştir. Şu da var ki, cayinizm sadece perhizle nefse cefa çektirerekten
karmadan kurtulup ebediyete kanatlanmak öğretisine dayalı bir sistemden ibaret
değildir, canlı olan her şeye hatta böceğe bile eziyet vermeyecek öğretileri de
bağrında taşıyan bir inanç sistemidir.
Yukarıda tüm dünya dinlerini genel
hatlarıyla değindikten sonra asıl gelelim şimdi bizim öz kaynağımız İslam’a. Hiç
kuşku yoktur ki, bu dünyada en büyük edindiğimiz nimetlerden en üstünü tevhid
dini İslam diniyle şereflenmiş olmamızdır. İşte görüyorsunuz İslam’ın
şartlarından biri olan oruç nimetine baktığımızda ne perhiz maksatlı bir açlık,
ne sırf günahlara kefaret maksatlı bir açlık, ne bedeni ölümsüzleştirmek
maksatlı bir açlık, ne de ömür boyu
nefse acı çektirmek maksatlı oruç tutmak söz konusudur. Bilakis Kur’an’ da açık
açık zikredildiği üzere Allah’ın emri farz ibadeti olduğu için oruç tutmaktayız. Dahası oruç tutmaktan maksadımız bir ömür
boyu nefse zulmederekten açlık çekmek değil, bir ay boyunca sahurdan iftar
vaktine kadar bir zaman diliminde nefsi gönüllü açlıkla ıslah ederekten
Allah’ın rızasını kazanmaktır. Dikkat
edin Müberra dinimiz nefse eza cefa, zulmederekten yana bir açlığı ön görmüyor,
bilakis nefsi ıslah edici gönüllü açlığı esas almakta. Ki, bu
gönüllü açlığın Peygamberimizin hayatında nasıl uygulandığını baktığımızda her
ibadette olduğu gibi zorlaştırmayınız kolaylaştırınız düsturunun oruç ibadetinde
de geçerli manevi akçe olduğunu görürüz. Nitekim Yüce Allah’ın bu hususta “Hiçbir nefse taşıyamayacağı yükü yüklemem”
vaadi bunun teyididir (Bakara suresi,
ayet 286). Şimdi gel de,
Peygamber kavlince “Kolaylaştırın,
zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin” ifadesinde yerini bulan böylesi hayatımızı maddi
ve manevi her yönden kolaylaştıran Müberra bir dine mensub olmaktan dolayı
şükretme, ne mümkün. Düşünsenize rehberimiz başucu mukaddes kitabımız Kur’an’ı Kerim bir başka ayda değil de Ramazan
ayında nüzul olmuştur. Besbelli ki vahyin soluğu bu aya öyle tesir etmiş
ki, gönüllü orucu da bu aya mahsus farz
kıldığı gibi bin aydan hayırlı Leyle-i Kadir gecesini de bu ayın son on günü
içerisine gizlemiştir. Elbette ki, bu
manevi nimetler karşısında ne kadar şükretsek azdır.
Yüce Allah (c.c) tarafından bilhassa
Ramazan-ı Şerifin rahmet ayı olarak ilan edilişinin özel anlamının ötesinde
binbir hikmeti de iç bünyesinde taşıdığı muhakkak. Elbette ki, Rabbimizin hikmetinden sual
olunmaz. Ama bu demek değildir ki binbir hikmetleri dile getirilmesin. Bilakis
dile getirilmesinde hiçbir mani durum olmadığından hareketle üzerimize farz
olan orucun hikmetine baktığımızda bikere her şeyden önce vücudumuzun giriş
kanallarını kapattığımız gibi bu arada Yüce Rabbimizin azameti karşısında bir
hiç mesabesinde aciz kullar olduğumuzun idrak etmiş oluruz. Yine Ramazan
boyunca Kur’an’dan her gün bir cüz okumanın hikmetine baktığımızda doğrudan
Rabbimizle kelam etmek olduğunun idrak etmiş oluruz. Hem nasıl idrak etmiş
olmayalım ki, bikere idrak etmemize ışık tutacak Cebrail (a.s) her yıl Ramazan
ayında Allah Resulünün yanına gelerek vahy olunan Kur’an ayetlerini birbirleriyle
karşılıklı olarak mukabeleleri söz konusudur. İşte o karşılıklı mukabeleden
dolayıdır ki Ramazan ayı geldiğinde camilerde, evlerde mukabele halinde okunan
hatmi şeriflerle tüm ümmet-i Muhammed’in ruh dünyası vahyin soluğuyla soluklanır
da. Madem öyle Allah Resulünün “Amellerin
en hayırlısı Kur’an okumak ve hatmetmektir” buyruğu gereği tüm Ümmet-i Muhammed
olarak Kur’an’ı hatmetmek yaraşır. Nitekim Saadat-ı Kiram bu hadis-i şerifin
mana ve ruhundan aldığı ilhamla hatm-i şerifi sadece Ramazan ayına mahsus
sınırlı tutmayıp, yılın hemen her gününde cüzler dağıtılaraktan hatim
indirmenin yanı sıra birde Nakşibendiyye ameli olarak ikindi veya yatsı sonrası ‘Hatme-i
Hacegan’ halkası kuraraktan da hatmi şerif yapmaktalar.
Bu arada unutmayalım ki, takvimlerde
Ramazan ayının gelişini muştulayaraktan çok büyük anlam kazanmakta. Nasıl mı?
Ramazan ayının geldiğini müjdeleyen bir takvimimiz var ki, malum o takvim “Güneş ve ayın hareketleri belli bir hesaba göredir” (Rahman,5)
ayeti celilenin sırrınca kameri ayların başlangıç ve sonunu belirleyen Hicri
kameri takvimden başkası değildir elbet. İşte bu takvimi cezb edici kılan
da, Miladi güneş takvimiyle arasında 10
günlük fark nedeniyle 11 ayın sultanı Ramazan ayının her yıl bir önceki yıldan
10 gün daha erken başlıyor olmasıdır zaten.
Bu demektir ki, kameri takviminin
belli bir hesap dâhilinde ayın hareketlerine göre belirlenmesi sayesinde yılın
11 ayıda Ramazan’ın rahmet ve bereketinden yoksun kalmamış olur. Çünkü bu noktada güneşi takvimi
sabitlenmeyi, kameri ay ise deveranı
temsil eden bir takvimdir. Derken kameri döngü sayesinde tüm insanlık, tüm
hayvanat, tüm nebatat (bitki âlemi), tüm cemadat (madde âlemi) ve tüm kâinat ilahi
rahmetten hissesine düşen payı alır da. Nasıl hissesine düşen payı almasın ki,
bikere her kameri ay döngüsünde Kur’an’la soluklanmak vardır. Hele bu kameri ay döngüsü hilaliyle Ramazan-ı
Şerife girildiğinin müjdesinin ilk işaret fişeğinin çakılmasıyla birlikte Allah’ın
rızasını kazanmak için tutulan oruçlar, Allah rızası için verilen sadakalar ve
Allah rızası için okunan hatimler yüzü suyu hürmetine tüm Salih ameller gök
kubbede hoş bir seda olarak yankı bulurda.
İyi ki de rahmet ayımız Ramazan-ı
şerife var. Bu sayede kurulan iftar ve
sahur sofralarıyla birlikte Ramazanın manevi atmosferinde tüm gönüller
gönülgönüle kaynaşmış olurlar. Sanmayın ki Ramazan-ı şerif sırf sadece fakir
fukarayı doyurmak ve sevindirmek için vardır, hiç kuşkusuz tüm Ümmeti
Muhammed’e rahmet olmak için vardır. Zaten
fakir fukara için pek çok gönüllü kuruluşlar, aşevleri, sosyal güvenlik kurumları yeterince hizmet
veriyor. Dolayısıyla Ramazan ayının en belirgin özelliği fakir zengin, avam
havas, genç yaşlı ayırt etmeksizin toplumun tüm kesimlerini bağrına basacak
derecede farkını fark ettirmesidir. Elbette ki bu bereket ayında fakir fukaraya
yardım elini uzatıp Ramazan paketi dağıtmak güzel olmasına güzel ama asıl
marifet toplumun tüm kesimlerine rahmet olup gönüllerin şad eylemek daha çok mühim farkı fark ettirmek marifetidir.
Düşünsenize bir fakir evine yardım paketi gönderiyorsun, ama o fakir insan sofrasına davet etmiş,
şayet fakir diye davetine icabet etmemişsen o yardım paketinin ne kıymeti
harbiyesi olabilir ki. Anlaşılan asıl mesele fakir zengin ayırt etmeksizin
toplumun tamamının gönlünü alıp alamamakta gizli. Şayet fakirin davetine bizden
sıkılır düşüncesiyle icabet etmiyorsak biliniz ki bu tür hüsnü kuruntular
şeytanın ve nefsin aldatmasının neticesi olarak davete icabet etmemenin ta
kendisi bahane kılıftır. Öyle ya,
işimize geldiğinde ikide bir davete icabet sünnettir deriz, işimize gelmediği zamanda bahane üretmekte
pekte mahiriz. Bakar mısınız dinin esaslarını bırakmışız, yerine kendi ön
yargılarımızı geçerli esas kabul etmişiz. Öyle içler acısı bir haldeyiz
ki, ne iftar davetlerimiz davet, ne zekâtımız zekât, ne kurbanımız kurban. Maalesef her bir dini vecibeyi Rabbimizin
buyruğu olarak değil de kendi kendimize ürettiğimiz zenginden fukaraya mal
aktarımı bir yardımlaşma kabulü olarak algılamaktayız hep. Oysa her ne yapılacaksa
kendimizin kabullerimiz değil de dinimizin kabulü olarak tüm insanlığın gönlünü
fethedecek bir kuşatıcılık çok daha kayda değer bir anlam kazanacaktır. İşte bu noktada ilk etapta Ramazan ayının
kuşatıcılığı akla gelir ki, tamda yapmamız gerekende tüm ümmet olarak kesrette
vahdet olmak esas olmalıdır. Yani çokluk içinde gönüllerin aynı manevi iklimde
bir olması çok mühimdir.
Her ne kadar Covid-19 Coronavirüs
sebebiyle müminler 2020 yılı itibariyle Ramazan ayında fiziki olarak bir araya
gelip birlikte iftar açamasalar da, birlikte teravihlerini eda edemeseler de,
bu demek değildir ki kesrette vahdet olamayacağız, pekâlâ gönül yoluyla da kesrette vahdet
olabiliriz. Zira Peygamber kavlince “Dünyanın
bir ucunda bir müminin başına musibet gelse (ayağına diken batsa), dünyanın
öbür ucundaki bundan muzdarip duyar” ve “Müslüman kardeşinin derdiyle dertlenmeyen gerçek mümin olamaz” hükümleri
gereği gönül yoluyla da çokluk içinde bir olmamızı gerektirir. Hiç kuşkusuz
Covid-19 Coronavirüs karantina kapsamı önlemler sonrası her şey normale
döndüğünde hem fiziki hem de gönülce yine eskisi gibi Ramazanlarda camilerimizi
hıncahınç dolduracağımız muhakkak. Ancak bu kez umulur ki, camilerimizi sadece
cuma namazları, teravih namazları ve bayram namazlarıyla sınırlı tutmayıp, Ramazan ayı sonrası tüm vakitlerde de hınca hınç
camilerimizi doldurularaktan normale dönüş yapmış oluruz. Şayet tüm dünyayı
kasıp kavuran yeryüzü sathında totalde (toplamda) 1,75 gr ağırlığında ki bu
virüs musibetinden ibretlik ders çıkarabilmişsek tüm vakitlerimizi Ramazan hassasiyetiyle
ihya etmeye mecburuz da. Kaldı ki
musibetlerden ibretlik ders alamamış olsak da şu bir gerçek ibadetlerimiz ne üç
aylarla, ne cuma namazlarıyla, ne Ramazan teravisiyle, ne bayram
namazlarıyla sınırlandırılacak kadar dar kapsamlı, ne tek bir seccadelik ve ne
de tek bir mescitlik alana sıkıştırılacak kadar dar kapsamlıdır. Bilakis
ibadetlerimiz ister yerde ister gökte hiç fark etmez her zaman dilimini ve her
mekânı kuşatacak nitelikte, hatta enginlere sığmaz derecede geniş kapsamlıdır.
Şunu unutmayalım ki, elimizden seccademizi alsalar da, tüm cami ve
mescitlerimizi yıksalar da, ayaklarımıza pranga bağlayıp zincire vursalar da
zaten Müslümanlar için yeryüzü sathı mescid olduğu içindir her halükarda
ibadetlerimize pranga vurulamayacaktır.
Kaldı ki Müslümanların nefes alışı bile ibadettir. Nitekim kendini
gerçek anlamda Allah’a adamış bir mümin her nefes alış verişinde ‘Hu’
diye zikreder de. O halde, müminler olarak neydik edip şu fani dünyada
nefesimizi huş-derdem (nefesi boş yere tüketmemek) adabı üzere ayarlayıp son nefesimizi
kelime-i şehadet getirerekten bağlamak gerektir.
Evet,
bir kez daha hatırlatmakta fayda var: oruç yıllardan beri kesin kes
bizlere anlatıldığı şekliyle sırf fakir fukaranın hali vaktinden anlamak ya da
açlığa karşı sabırlı davranmak değildir,
tüm bunların ötesinde Allah’a kurbiyet (yakınlık) kurmanın binek taşı gönül açlığıdır. Ki, böylesi bir
gönül açlığının mükâfatı da Allah indinde gizlidir. Nitekim Yüce Rabbimiz; “Oruç benimdir, mükâfatını da ben veririm” beyan
buyurmuştur. Bu nedenledir ki; İslam’da
oruç bozana kul hakkına yönelik bir suç teşkil etmediği içindir had cezası
yoktur. Zira ‘Oruç benimdir’ diye kullarına beyan buyuran Yüce Allah’ın kullarına
ikramı olması hasebiyle tutarız biz. İslam hukukunda bir mümin şayet toplum
içinde alenen orucunu yiyorsa belki o kişi için hürmetsizlik türünden bir tazir
türünden uyarı yapılır. Bunun dışında bir kimse bile bile mazeretsiz orucunu
bozduğunda altmış bir gün oruç tutması gerektiğini, yani oruç bozmanın
karşılığı altmış gün olduğu, diğer bir günün ise günü gününe kazası olduğu
hatırlatılır. İşte bu hatırlatmayla birlikte, o kişi oruç kefaretini uygularsa
ne ala, uygulamasa hesabı ahrete kalır.
Hiç kuşkusuz dinimiz sadece bir
inanç sistemi değildir, aynı zamanda bir hayat dinidir. Sofra adabından tutunda
ev ve cami’ye giriş çıkış adabı gibi daha nice adabları talim eyleyen bir
dindir. Görülen o ki, bu dünyaya günlük hayatın her alanında
keyfimize göre hareket etmek için gelmedik, Allah’ın belirlediği kurallara uygun
bir hayat tarzını tatbik için geldik. O
halde bu dünyada öyle kendi keyfimize göre başıboş davranamayız. Bakınız sağır
ve dilsiz sandığımız tüm kâinattaki galaksiler, gezegenler bile yörüngelerinde
başıboş bir halde seyreyleyemezken, biz nasıl olurda kendi keyfimizce bu
dünyada avare avare dolanabiliriz ki.
Bikere yaradılış gayemiz Allah’a kul olmayı gerektirir. Bu yüzden
insanoğlunun bu dünya yörüngesinde başıboş avare avare dolaşması asla caiz
değildir. Hem dedik ya, tüm mevcudat
emir almış, emrin gereği olarak belli bir program dâhilinde görevini ifa
ediyorken, hele ki yaratılmışların eşrefi mahlûkatı ilan edilen insanın ‘İnsanları ancak bana ibadet etsin diye
yarattım’ ayeti celilenin aksine hayatını
tanzim etmesi asla kabul edilebilir hiçbir yanı yoktur. Hiç kuşkusuz Allah’ın bizim ibadetimize
ihtiyacı yoktur, amma velâkin bizim ihtiyacımız var. İşte bu yüzden
ihtiyaçlarımızı oruç vasıtasıyla belirleyip “Îlahỉ ente maksudî ve rızake matlubỉ -Allah’ım maksadım sen isteğim
senin rızanı kazanmak” çerçevesinde ahret azığımızı hazırlamak
gerektir. Aksi halde kendi başına buyruk kesilenlerin akıbeti malum, sonları
hep hüsranla bitmiştir.
Hâsılı kelam; şu fani dünyada bize
emanet edilen bedenimizi vahyin soluğuyla ve Allah’ın ikramı Ramazan-ı Şerif
farz oruç ibadetiyle pirüpak eyleyip akıbetimizi hayr eyleyebiliriz pekâlâ.
Yeter ki, niyet hayır olsun akıbette hayır olur elbet.
Vesselam.