28 Mart 2017 Salı

BAŞBUĞ BAŞKANLIK



      BAŞBUĞ BAŞKANLIK

SELİM  GÜRBÜZER

  ABD 1987 tarihi itibariyle imparatorluklar döneminde ki Osmanlının Başkanlık sistemini kopya etmekle süper güç olmanın keyfini yaşamakta adeta. Belli ki, Başkanlık sisteminin getirdiği kolaylıklar bu ülkeye istikrar getirmiş gözüküyor.
   Peki ya Türkiye? Malum,  Osmanlının bakiyesi üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti devlet yapılanmasında Fransız modelini esas alır. Ama ilginçtir Fransa’yı model olarak alırken her ne hikmetse Fransa’nın 1956’dan itibaren uyguladığı yarı başkanlık sistemini görmezlikten gelinmiş. Öyle ya, madem Başkanlık sistemine burun kıvrılıyor,  bari hiç olmazsa yarı başkanlık sisteminde karar kılınsa fenamı olurdu.  Her neyse, şu bir gerçek tarihi kodlarımızla uyuşan tek sistem Başkanlık modelidir. Dolayısıyla bu modele sahip çıkmak ABD ve Fransa’dan daha çok bize yakışırdı.
    Evet,  Başkanlık modelinin orijini biziz. Bu işe Başbuğ geleneğimizle başladık, şimdi ise 16 Nisan’da Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle de taçlandırmak zamanıdır. Hele ki birde 16 Nisandan sonra mecliste çıkarılacak yeni Anayasaya uyum kanunlarıyla bu sistemin altını üstünü doldurduğumuzda değme keyfine. Nasıl mı? Tabii ki önce orijini Başbuğ Başkanlık olan bu sistemi katılımcı demokrasiyle, dar bölgeli iki kademeli seçim sistemiyle, ekonomik katılım ve âdem-i merkeziyetçi (yerinden uygulamalar) yapılanmalarla donatarak elbet.  Hele hayırlısıyla 16 Nisan 2017 referandumundan alnımızın akıyla bir çıkalım, bak o zaman mevcut sistemden kaynaklanan tüm aksaklıkları giderecek yapılanmaların beraberinde gelmesi kaçınılmazdır. Yeter ki, Milletin onayını almış Başbuğ Başkanlık sistemi yeniden çağın şartlarına cevap verecek şekilde uyum yasalarıyla donatılsın evvel Allah’ın izniyle 2023 Türkiye’sine emin adımlarla ilerleyeceğiz demektir.
            Hiç kuşkusuz Başbuğ Başkanlık sistemiyle birlikte sivil toplumda güçlenecektir. Artık eski köhnemiş sistemlerden palazlanan vesayetçi yapılanmalar sona ereceği gibi sivil toplum olgusu gerçek manada gücünü hissettireceği muhakkak. Baksanıza 16 Nisan 2017 tarihi yaklaştıkça daha şimdiden sivil toplumun ayak sesleri kendini hissettirmeye başladı bile. Hele birde bu  “Hayır” kampanyası yürüten iç ve dış mihraklara karşı sivil direnişimizi ‘EVET’ kartıyla 16 Nisan sonrasında taçlandırdığımızı düşündüğümüzde karşımıza çıkacak ilk tabloda;
          -Vesayet odakları artık köşe başlarını tutamayacak,
          -Demokratik ve özgürlükler hususunda hak talep edenlerin canına okuyamayacaklar,
          -Erzurum’da Bölge Jandarma Komutanı Osman Özbek Paşa gibiler oturduğu yerden devrin Başbakanına ağza alınmayacak küfür sözler sarf edemeyecek,  Tuğgeneral Kazım Usta gibiler de Manisa Valisi Muzaffer Ecemiş için yapılan uğurlama töreninde ANAP İl Başkanı Ahmet Özövgü’yü fırçalayaraktan itip kalkıp protokol krizi çıkaramayacaktır.
            Aman Allah’ım neydi o günler,  28 Şubat Post-modern Darbe dönemi sürecinde başörtülü gencecik kızlarımızın başına gelenleri bir düşünün. O masum gencecik kızlarımızın üniversite kapılarından kovuluşlarından tutunda yaka paça ikna odalarına götürülüşlerine kadar ki içimizi burkan bir sürü insanlık dışı nice trajik manzaralarda neler çektiklerini bir Allah bilir, birde kendileri.  Öyle ki, o mahzun masum genç kızlarımızın feryatları gök kubbeyi inletiyordu. İşte tamda bu noktada Başbuğ Başkanlık sistemi vesayet odaklarının kökünü kazımak için vardır. Kökleri kazınsın ki,  geldiğimiz süreçte Üniversitelere, Emniyete, Türk Silahlı Kuvvetlerine, TÜBİTAK’a, tüm kamu kurum ve kuruluşlarına bir daha sızamasınlar. Kökleri kazınsın ki; Pensilvan’ya kaynaklı asparag haberleri ve astı astarı olmayan tapeleri belge diye millete yutturmaya kalkışmasınlar. Söz konusu tapeleri maskeli adamlar mı getirmiş bilinmez ama bir şekilde yedi defadır seçim kaybeden bir liderin eline tutuşturmuşlar ya,  bu ayıp o lidere ömür boyu utanç vesikası olmaya yeter artar da. İşte Başbuğ Başkanlık sistemi tam da bu noktada kökü dışa endeksli ve başlarına tasma geçirilmiş liderlere geçit vermemek için vardır.  İcabında bu da yetmez, vesayetçi odakların canına ot tıkamak için vardır.
             Aman Allah’ım neydi o günler, milletin bağrından kopup millet meclisine gelen bir kısım milletvekilleri sanırsın ki halkını temsil için gelmiş, meğer vesayet odaklarına diyet ödemek için gelmişler. Diyet için gelenlerin hallerine bir bakıyorsun mensubu olduğu partinin içine sızıp mesela MHP’yi içten parçalayıp liderini devirmeye kalkışabiliyorlar. Bir bakmışsın Aydın Doğan medyasının ekranlarında eş başkan sıfatıyla saz çaldırılarak ülkeyi koalisyonlu dönemlerin eşiğine getirmenin provaları yapabiliyorlar. Yine bir bakmışsın AK Partiyi içerden ve dışarıdan yıkmak için Kandile sırtını dayayan malum partinin eşbaşkan ve sözcüleri, tüm terör örgütleri, FETÖ kaçakları, Avrupa Haçlı ittifakı hep birlikte koro halde zehir zemberek içlerindeki kin ve nefret tohumlarını kusabiliyorlar.  İşte Başkanlık sistemi tam da bu noktada her türlü alavere ve dalaverelere son vermek için vardır. Son verelim ki, çok başlılık mevta olsun.  Bize çok başlılık değil kendini milletine adamış Başbuğ Başkan yaraşır.  Ki, o sırtını bir yerlere dayamayıp bizim içimizden çıkacak milletin adamı Başkan’dır.  İster adına Başkan,  ister Başbuğ Başkan, ister Hakan Başkan,  ister Kağan Başkan, isterse Cumhur Reisi densin fark etmez, her halükarda bizim onayımızı almış Başkanın varlığı bize güç katacaktır. Hani iş bilenin kılıç kuşananın derler ya,  aynen öyle de şimdi tüm bu meziyetlere sahip Başbuğ Başkanın varlığı bize güç katacaktır. 
           Ne yalan söyleyelim,  çocukluktan bugüne oldubitti ‘Başbakanlık’ kavramına pek içimiz ısınmadı.  Belli ki bu kavramın kültür kodlarımızla uyuşmazlığı söz konusu.  İlkokula başladık sınıf başkanıyla karşılaştık, keza ortaokul lise de öyleydi. Okul dışında Ülkü Ocağına takıldığımızda Başbuğ, Reis, Başkan kavramlarıyla haşir neşir olduk, 9 Işık doktrinini okudukça Başkanlık hayaliyle yanıp tutuştuk. Tarih kitaplarını karıştırdığımızda Başbuğ, Hakan ve Kağan isimlerin karizmasına kapıldık.  İşte bu yüzden Başkanlık sistemi ABD’den çok bize yakışır. Dedik ya mayamızda Başkanlık tutkusu var, yani tarihi kodlarımızla aşinalığı olan bir değerdir zaten.  Hele bir hayırlısıyla 16 Nisan 2017 tarihi bir gelsin Allah’ın izniyle Türk Tipi Başkanlık yeniden hayatımıza girecektir. O büyük gün gerçekleştiğinde kim tutabilir ki artık bizi. Böylece 2023 hedefimiz bir hayal değil hakikat olacaktır, buna inancımız tamdır. 
           Dikkat edin inancımız tam dedik, niye? Çünkü halkın büyük çoğunluğunun desteğini alarak icranın başına geçecek Başbuğ Başkan, halkın talepleri doğrultusunda hareket etmek zorunda kalacak ve bu kaçınılmazdır.  Bikere %50’nin üzerinde oy almak her babayiğidin harcı olmasa gerektir. İşte bu yüzden Başkanlık sistemi şarttır diyoruz.  Hem de ne şart. Diyelim ki; Başkan adaylarının hiçbiri birinci turda  %50’nin üzerinde oy alamadı, bu kez ikinci turda en fazla oy olan iki Başkan adayı arasında yarış başlayacak. Yani halk ikinci tura kalan iki adaydan birini seçecektir. Bu demektir ki; partili Başkan kendi partisinden olmayan adayların katkısıyla da Başkan seçilmiş oluyor. Şimdi tamda bu noktada Başbuğ Başkanlık bunun için vardır,  çünkü kendi partisinin dışında bile oy alacak olan bir Başkan nasıl diktatör olmaya tevessül edebilir ki.  Tevessül etmez elbet,  zira diğer kesimlerinde oyuyla da seçilmiş Cumhur Başkandır artık. Malum, toplum her türden değişik fikirlere, değişik siyasi görüşlere,  değişik cemaatlere, değişik mezhep ve meşreplere sahip insanlar topluluklardan müteşekkildir. Yani toplum katmanlarını oluşturan bu guruplardan hiçbiri   %50’yi tek başına aşacak güçte değildir.  Dolayısıyla toplum  %50’yi aşacak Başkanını seçmek için kendi içinde aynı ortak paydada buluşmak eğilime girecektir. İşte bu toplumsal mutabakat sayesinde seçilmiş Başkan, aynı zamanda tüm toplum katmanların Başkanıdır artık.  Böylece beş seneliğine seçilen Başkan sağlanan bu toplumsal mutabakatın gereği tüm toplum katmanlarını kucaklamak için var olacaktır. Aksi takdirde bir sonraki seçimlerde seçilme şansını yitirecektir.  İşte toplumsal mutabakat bu, işte milletçe yapılan denetim budur. Öyle ya toplumu kucaklarsan yola devam, kucaklamazsan seninle artık bir daha işimiz olmaz denilip milletin emrine amade olacak bir Başkan’la yola devam edilecektir. Peki ya toplumsal mutabakatla seçilen Başkan halka nankörlük edip ihanet ederse? Bikere Türk Tipi Başkanlık Sistemi buna açık kapı bırakmaz,  dahası böylesi bir arızı durumun zuhur etmesi zor gözüküyor.  Bu ihaneti yapsa yapsa ancak halkı hiçe sayan Pensilvanya güdümlü mihraklar yapar. İşte bu noktada tam da Başkanlık modeli tüm ihanet çetelerinin canına okumak için vardır. 
           Yıllardır anayasa değişikliği diye diye ağzımızda tüy bitti dersek yeridir. Neyse ki bu kez ciddi manada ilk değişikliğin gerçekleşeceği günün eşiğine nihayet gelebildik. Hem de Türk Tipi Başkanlık modeline geçişi sağlayacak bir değişiklik. Artık bu bir rüya değil, hakikatin tecelli edeceği bir değişikliktir bu. Yani kültür kodlarımızla örtüşen bir değişikliktir. Dahası gençleri motive ederek Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın ruhunu dirilişe geçirecek bir değişikliktir. İşte bu yüzden gerçekleşecek bu değişikliği şimdiden çok önemsiyoruz. Hatta değişiklik için ülkemize soluk aldırmak adına, kültür kodlarımızla uyumlu olmak adına sandığa giderken daha şimdiden Başbuğ Başkanlık sisteminin heyecanı cana can kattı bile. Derken Başbuğ Başkanlık modeliyle yenilenecek olan anayasamızda milletin vicdanı ve milletin sesi anayasa olacaktır. Zaten Milletin hür vicdanı olmalı ki;  hem toplumun kültür kodlarıyla, hem de sanayileşmiş bilgi toplumunun refleksleriyle örtüşen anayasa olsun. Böylece bizde gönül rahatlığıyla bu bizim milli anayasamız deyip iftihar etmiş olalım. 
         Unutmayalım ki,  Başkanlık modelinde muhalefet eskisi gibi yan gelip yatamayacaktır. Az olsun benim olsun diyemeyecektir. Demeye kalkıştığında eski alışkanlıkların kurbanı olacaklardır. Nasıl mı? Bikere Başkanlık sistemi ‘az olsun benim olsun’ anlayışına geçit vermiyor. Sadece çalışana geçit vermektedir. Artık hiçbir lider oturduğu yerden “Türkiye genelinde şu kadar sabit oyumuz var” diyemeyecek,   yeni sisteme geçtiğimizde yasama ve yürütmede ağırlığını hissettirebilmesi için çalışmak zorunda kalacaktır. Aksi halde,  tembel talebenin hali ne ise yan gelip yatan partinin akıbeti de o olacaktır.  Hatta yeni sistemde koalisyon oluşumlara da geçit yok. Dolayısıyla partiler halkın nabzını tutmak zorunda. Kaldı ki, tembellikten kim ne bulmuş ki bu tip partilerde bulsun. Artık yan gelip yatma devirleri kapamak sırası bizde diyebiliriz.  Öyle ya,  madem yeni sisteme geçtiğimizde yaslanacakları askeri vesayet,  dayanacakları yargı vesayeti gibi odaklar olmayacağına göre çalışmaya mecbur kalacaklardır. Hiç boş yere yeni sistemin diktatörlük getireceği hezeyanında bulunarak Başbuğ Başkanlığın önüne geçebileceği hülyasına kapılmasın.  Asıl diktatörlüğün ne demek olduğunu Milli şef dönemini yaşayanlar çok iyi bilir, herkes unutsa da biz unutmayız. Vesayet odaklarının meclisi nasıl zapturapt altına alıp milletvekillerine emir eri gibi kullandıklarını unutmak ne mümkün. Sanki bunları geçmişte hiç yaşamamışız gibi şimdi hiç yüzleri utanmadan ve kızarmadan büyük bir pişkinlikle tutturmuşlar; yok efendim gensoru yokmuş, yok efendim denetim mekanizmaları ortadan kalkıyormuş türü falan keşmekeş laflarla zihinleri bulandırmaya kalkışabiliyorlar. Akıllarınca laf ebeliğiyle yeni sistemi bertaraf edeceklerini sanıyorlar.  Oysa Başkanlık sistemiyle birlikte asıl denetimi millet yapacağı gibi asıl gensoruyu da millet verecektir. Dedik ya adamlar yıllardır alışmışlar vesayetin kollarında sorgusuz sualsiz tam tekmil emir eri olmaya.   Ama söz konusu millet olunca milletin emrinde olmak belli ki gururlarına yediremiyorlar. İşte bu yüzden Türk Tipi Başkanlık sistemine geçmemiz şart diyoruz.  Dedik ya habire gensoru kalkıyor yaygarası koparıyorlar, oysa şimdiye kadar meclis çalışmalarında sayısını bilmediğimiz o kadar gensoru verildi ki %99’unun reddedildiğini bilmeyen mi var. Üstelik yasama faaliyetlerini tıkamaktan başka hiçbir işe yarmamaktadır.  Hakeza denetim mekanizması da öyle,  meclisin yeterince iç denetim yaptığı ne zaman görüldü ki şimdide görülsün. Unutmayalım ki, gerçek denetim Milletin patronluğunda, yani Başkanlık sistemiyle birlikte gelecektir. 
          İnşallah 16 Nisan 2017 tarihinde sandıklar açılıp bahar havasıyla yeni sisteme geçtiğimizde göreceksiniz parlamentomuz çok daha güçlü hale gelecektir.  Hele birde hızla artış kaydeden nüfusumuzla birlikte milletvekili sayısının artması da gücümüze güç katacaktır. Üstelik bu güç nisbi temsil sistemiyle taçlandırılarak gerçekleşecek. Böylece dar bölgeli iki turlu seçim sistemi de gerçekleştiğinde dikta heveslilerin darbe yapma emelleri boşa çıkartılmış olacak. Sadece güç kazanan meclis mi olacak, elbette ki bunda yürütmede gücüne güç katacaktır. Bundan öte yasama yasamalığını, yürütme yürütmeliğinin bilincine varıp dengeler yerli yerine oturup demokrasimiz bir daha kesintiye uğramayacaktır. Nasıl kesintiye uğrasın ki, Başbuğ Başkanlık modeli gücünü milletten alarak ayakta duracak.  Dolayısıyla halktan gücünü almış Başbuğ Başkanlık modelinde yasamada,  yürütmede, yargıda birbirinin iç işleyişine karışmaksızın vazifesini icra edecektir. Kelimenin tam anlamıyla kuvvetler ayrılığı dengesi yeni sistemle birlikte her türlü vesayet odaklarının emrinin hilafına irade sergileyecektir. 
            Tarihten bugüne nice devletler kurmuşuz, hemen her kurduğumuz devlet yapılanmasının özünde Başkanlık modeli ağırlıklı değerdir.  Bilhassa bu noktada Osmanlı bunun en tipik misalini teşkil eder. Nitekim Osmanlı bu sistem sayesinde altı yüzyıl üç kıtada hükümran kalmış. Madem öyle, bugünkü parlamenter yapımızı Başkanlık modeli ile taçlandırıp yeniden diriliş hamlesiyle çağlar üzerine sıçrama zamanıdır. Üstelik yeni sistemde hem çift başlılık, hem çok başlılık, hem de babadan oğla geçen model olmayacak,  bizatihi halk tarafından seçilen Başbuğ Başkan olacaktır. Halk uygun gördüğü sürece yürüyecek, dur dediğinde duracaktır.  Şayet halkın seçtiği Başkan çürük ya da başarısız çıkarsa, dünyanın sonu değil ya bu kez halk bir sonraki seçimde seçmeyiverir. Şu bir gerçek bu sistemde sırtını Tel Aviv’e, Baronlara, Kandile, Pensilvanya’ya değil de halka dayayan bir Başkan her daim baş tacı edilir. İşte böylesi baş tacı edilen Başkana da, tam yetkiyle sorumluluk üstlenmek yaraşır.
            Eski Türkiye’nin çift ve çok başlılıktan neler çektiğini herkesin malumu. Neyse ki geldiğimiz noktada Yeni Türkiye oluşumunda anladık ki;  tüm denenen sistemler içerisinde en toparlayıcı ve en dinamik model Başkanlık sistemidir. Hele bir ülke çok zengin kültür havuzuna sahipse Başkanlık sistemi tamda bunun için vardır. Çünkü Başkanlık sisteminden yoksun parlamenter yapı daha çok tek tip model sevdasına kapılmış ülkelere has bir modeldir. Malumunuz çok başlılığın olduğu yerlerde ipin ucu hep birilerinin elinde olmaktadır. Her ne kadar halkın oylarıyla seçilip meclise gelmiş olsalar da bir bakıyorsun Ecevit hükümetinde olduğu gibi otel odalarında,  güneş motel odalarında milletvekili ayartılaraktan kaçkınlardan oluşan hükümet kurulabiliyor. Tuncay Mataracı, Hilmi İşgüzar bunun tipik göstergesi zaten. Oysa Başbuğ Başkanlık modelinde ipin ucu hep halkın elinde olacak.  Diğerinde ise halk sadece seçimden seçime hatırlanan oy deposudur. Dikkat edin oy deposu dedik,   zira vesayet odaklarının halka bakışı göbeğini kaşıyan ya da güdülen koyun tarzında bir bakıştır. İşte tamda Türk Tipi Başkanlık sistemi bu noktada güdülen koyun olmamak için vardır. İnşallah tarihler 16 Nisan 2017’i gösterdiğinde milletin onayını almış Anayasa değişikliği sayesinde bir yandan milletimize tepeden bakan anlayış yıkılacak,  bir yandan vesayet odaklarının elinde oyuncak olan parlamento sistemine son verilecek, diğer yandan da çift başlılığa son verilecektir. Böylece bu sayede 2019 seçimlerinde yasama faaliyetinde bulunacak parlamentoyu ve yürütme faaliyetinin lideri Başbuğ Başkanımızı seçeceğiz. Derken devlet-millet kaynaşması gerçek manada hüviyetine kavuşmuş olacak.  İşte bu manada meclise göndereceğimiz milletvekillerine diyeceğiz ki; git bizim adımıza yasama faaliyet yap,  Başbuğu Başkanımızı seçerken de diyeceğiz ki; git bizim adımıza yürütmenin başına geç vira vira haydi bismillah diyerek geminin (yürütmenin) kaptanı ol ve gemiyi limanda sağ salim demirleyene kadar görevinin başında ol.  Bu arada dolaylı yoldan da olsa yargıya da diyeceğiz ki; bizim adımıza yasama ve yürütmeyi denetle. Ama denetlerken de sakın ola ki kendini yasamanın ve yürütmenin yerine koyma. Çünkü atanmış olsan da sonuçta bizim oluşturduğumuz meclis ve bizim seçtiğimiz Başbuğ Başkanı tarafından belirlenen Hâkimler Savcılar Kurulusun, yani bizim seçtiklerimizin seçilmişlerisiniz. Dolayısıyla had hududu aşmak için değil, bilakis her şeyin kanun ve nizama uygun olup olmadığını denetlemek için varsınız. İşte milletçe yaptığımız bu görev taksimi neticesinde gerçek manada kuvvetler ayrılığı prensibi hayata geçmiş olacak da.
             Evet, Başbuğ Başkanlık modele geçelim ki; yürütmenin başında Başkan Başbuğ oluşturacağı kabineyle ekonomimizi şahlandırsın,  parlamentomuzda yasama faaliyetiyle milletin vicdanıyla barışık kanun yapılır hale gelsin,  yargı organı da gerçek anlamda milletin vicdanı denetim rolünü üstlenmiş olsun. İşte Türk Tipi Başkanlık sistemi tamda bu noktada vicdanların sesi olmak için vardır. Baksanıza bir yandan Avrupa, bir yandan terör odakları, bir yandan FETÖ ihanet şebekesi koro halde hepsi  ‘Hayır’ kampanyasında aynı kulvarda Türk Tipi Başkanlık modeline karşı kol kola girmiş durumdalar. Eeeh rozetleri cüsselerinden büyük adamlar ne yapsınlar,  Başkanlık modeliyle birlikte yakalarındaki rozetleri tel tel dökülüp tüm planlarının güme gideceğini çok iyi biliyorlar. Oysa korkunun ecele faydası yoktur, artık ok yaydan çıkmış durumda, şimdiden buna alışmalarında fayda var. Öyle  ‘Evet’ derseniz İzmir’de denize dökeriz kuru laflarla bizi korkutamazsınız.  Çünkü bu modelle birlikte şapkasıyla 6 defa gidip yine şapkasıyla 7 defa gelen başbakanlık dönemleri artık kapanıyor. Haberiniz olsun şapkada keramet aramaya paydos, bizim açımızdan çoktan ‘şapka düştü kel göründü’ bile, bizi artık kandıramazsınız.  Gün tekeden süt çıkarma günüdür, gün 2023 Türkiye’sini inşa etme günüdür, bizden söylemesi. 
             Yeni modelde Meclis paspas olmaktan çıkacağı için rozetleri cüsselerinden büyük baronların borusu ötmeyecek. Meclis Türk Tipi sistem sayesinde yasama yetkisini tam elinde bulunduracak. Öyle ki, Başkan yasamaya müdahale edemeyecektir, sadece bütçe ile alakalı konularda inisiyatif kullanabilecektir. Hiç kuşkusuz ortada ülke ekonomisinin geleceği manasına müdahil olmaktır bu. Bu arada yasamada yürütmeye müdahale edemeyecek. Yargı ise denetim görevi yapacaktır.  Malum, eski sistemde parlamentonun sadece adı var,  kendisi yok gibi. Nasıl mı? İşte görüyorsunuz bikere yürütmeden bağımsız yasama faaliyeti yapamamakta, hatta hükümet bütçe çalışmalarını bile neredeyse parlamentodan bağımsız yürütmekte. İşte Başbuğ Başkanlık modeli tamda yasama faaliyetinin parlamentonun inisiyatifinde olması için, yürütme faaliyetinin de Başbuğ Başkanın koordinatöründe yürütmesi için vardır. Derken meclis asıl işlevi yasama faaliyeti için ter dökerken yürütmede Türkiye’yi çağlar üzerinde sıçratacak icra faaliyeti için var olacaktır. Hakeza meclis yeni sistemle birlikte her an ayağına pranga olabilecek gensoru tuzağından kurtulmanın avantajıyla da hızlı yasama faaliyeti içinde kendini bulacaktır. Hele birde buna dar bölgeli iki kademeli seçim sistemle de taçlandırdığımızı düşündüğümüzde koalisyonlar devirlerinin bir daha geri dönmemek üzere tarihin çöplüğüne atılacağını rahatlıkla söyleyebiliriz de. Yetmedi yeni sistemle birlikte gereksiz kısır siyasi polemikler ve partiler arası kavgalar sona erip yerine daha akılcı, daha rasyonel siyaset yapmanın kapısı aralanacaktır. Zira Başbuğ başkanlık modeli istikrar üzerine kurulu bir modeldir. Dolayısıyla istikrarı sağlamak için diğer parti mensuplarının oylarına da ihtiyaç vardır. Bu yüzden milletin oylarına talip Başkan adayı geniş kitlelerle hareket etmek mecburiyetindedir. Başkan olduğunda da hem milletin seçtiği milletvekillerinden hem de milletin bağrından liyakat sahibi kişilerden oluşan kabine kurma avantajı elde edecektir. Hani ikide bir istikrar diyoruz ya, işte Başbuğ Bakanlık modeli tam da bu noktada istikrarı sağlamak için vardır. Şimdi Türk Tipi Başkanlık modelinden rahatsızlık duyanlara sormak zamanıdır, bu modelin neresinde diktatörlük vardır? Hiç öyle boşu boşuna özgürlük, demokrasi ve barış havariliğine soyunup da işi sulandırmaya kalkışılmasın.  Şunu maşalar iyi bilsin ki asıl diktatör kaç seçimdir milletten yüz bulamadığı halde hala koltuğunda çakılı kalan liderlerdir, diktatör suçlamasında bulunacaksanız gidin onların yakasına yapışın. Yapışın ki, koltuğun adamı değil, milletin adamı olmak için yarışsınlar. Maalesef yakalarına yapışmak yerine yavuz hırsız ev sahibini bastırırcasına hiç utanmadan sıkılmadan milletin gözünün içine baka baka yalanla dolanla özgürlük havarisi kesilmeyi yeğliyorlar. Dün nasıl ki Cumhurbaşkanının halkın oyu ile seçilmesinden rahatsızlık duyanlar, şimdi çift başlılığın ortadan kalkmasından rahatsızlık duymaktalar. Onlar rahatsız ola dursunlar, Türkiye için 16 Nisan sabahı ‘niyet hayır akıbet hayrolacak’ elbet.
         Her neyse 16 Nisan 2017 tarihi yaklaştıkça gerçekten ümitlerimizin yeşereceği bir döneme girmenin adımını atmaktayız. Hiç şüphe yoktur ki Başbuğ Başkanlık modeline geçişle birlikte gerçek manada topyekûn kardeşlik kaynaşması ve Rabia’mız vuku bulacaktır. Buna inancımız tamdır.  Böyle de olması icap eder. Çünkü halkın öteden beri devlete ve devlet liderine bakışı ‘devlet baba’ bakışıdır. O halde babacan bakışın gereği,  şimdi tam da ‘ya devlet başa ya da kuzgun leşe’ deme zamanıdır. Artık ok yaydan çıkmış durumda,  devlet baba geleneğimizi gökten yağan rahmet Nisan yağmurların eşliğinde Başbuğ Başkanlık modelinin bereketini hissedeceğiz.  Derken Türkiye’nin yıllardır kanayan yarası hale gelmiş olan Güneydoğu meselesi de gök kubbeden hoş seda halde yağan Nisan yağmurunun rahmet bereketiyle çözülmüş olacak. Bakmayın siz öyle Güney Amerika ülkelerinin içine düştüğü cendereden vazife çıkararaktan bahaneler üretip Başkanlık sisteminin aleyhinde kampanya yürütenlere. Oysa onların unuttukları bir şey var ki, 16 Nisan sabahı Türk Tipi Başkanlık müjdesiyle uyanacak olmamızdır. Uyandığımızda tıpkı tarihte Türk Başbuğlarının idaresinde cümle âlem nasıl huzur bulmuşsa aynen Türk Tipi Başkanlıkta da yeniden ‘zalime korku, mazluma umut’ için var olacağız.  Bu yüzden hiç kimse durduk yere eski sömürge ülkelerinden (Arjantin ve Latin Amerika ülkeleri) örneklemeler getirerekten Türk Tipi Başkanlık modelimize gölge düşürmeye heveslenmesin. Hem kimin haddine adalet kılıcı Türk Başbuğlarımızı batının  ‘Hans’,  ‘Corc’ tipleriyle kıyaslamak.  Böyle bir kıyas abesle iştigaldir. Madem öyle şimdi tamda Başbuğ Başkanımızı seçmek zamanıdır. Seçelim ki; Peygamber buyruğu yerine getirilmiş olsun. Bakın, o Yüce Peygamber ne diyor:  Üç kişi yolculuğa çıkarlarsa, aralarında birini başkan seçsinler” (Ebu Davud,  Cihad 80). Zaten anlayana bu hadis-i şerif Başkanlık modelinin önemini izah etmeye yetiyor.
               Vesselam.


http://www.bayburtpostasi.com.tr/basbug-baskanlik-makale,7430.html

21 Mart 2017 Salı

NEVRUZ VE HIDRELLEZ



NEVRUZ VE HIDRELLEZ

SELİM  GÜRBÜZER

            Baharın müjdecisi diye yâd edilen Nevruz’un bir kültür kodu olduğunu bizatihi Asyatik kaynaklar doğrulamakta. Peki, baharın müjdecisi Nevruz olur da, yazın müjdecisi olmaz mı? Hiç kuşkusuz yazın müjdecisi de Hıdrellez’dir.
            Bakın, Evliyaullah ne diyor; “Her geceyi Kadir bil, her kulu Hızır bil.”  Evet, bu anlam yüklü veciz söz meramımızı anlatmaya yeter artar bile.  Nasıl yetmesin ki,  Hızır darda kalanların imdadına yetişen baş tacımızdır.  Bu yüzden Hızır’ı  ‘Hızır Baba’ olarak biliriz hep. Hele Hıdrellez günleri geldiğinde izini süreriz de. Malumunuz karada darda kalan insanın en sıkıntılı anında yardımına koşup himaye etmeyi esirgemeyen Hızır (a.s.) ile denizlerde yardım eli uzatan İlyas (a.s.)ın kucaklaşıp buluştuğu güne ‘Hıdrellez’ denmekte. İşte bu büyük buluşma ‘yaz’ mevsimi olarak anlam kazanır da. Nasıl ki, Nevruz baharın müjdeleyen bir muştusuysa Hıdrellez de yaz mevsiminin muştusudur. Dolayısıyla Türk dünyasında her iki muştuda geniş kabul görmüş kültür kodumuzdur. Nitekim Prof.Dr. Orhan Türkdoğan’ın Nevruz’u ‘eski bir kültür kodu’  olarak tanımlaması yerinde bir tespittir.
            Gerçektende Nevruz ve Hıdrellez kültürümüzün en önemli Asyatik özelliğe sahip iki temel sacayağıdır. Nevruz İslâm öncesi Türk kültüründe varlığını hissettirirken Hıdrellez de İslâm’la mecz olmuş Türklükte ağırlığını hissettirmiştir. Her iki kültür kodunun öncesi veya sonrası fark etmez sonuçta bu kültür kodlarının Türk kültürü kombinezonu içerisinde yer alması ve günümüze kadar varlıklarını sürdürebilir olması çok mühim hadisedir elbet. Hakeza Nevruz ve Hıdrellez sanki birbirinin ikiz kültür kodu gibi İslâm’la şereflenen kavimlerde değişik veçheye bürünüp yeni misyon yüklenmesi ise bir bambaşka önem arz eden husustur. Nasıl mı?  Bikere Nevruz, İslâm öncesi bir kısım kavimlerde  “Yeni Gün”(YENİ KÜN) olarak kutsiyet kazanırken İslam dairesine giren bir kısım kavimlerde ise Hz. Ali’nin doğum günü olarak yâd edilir.  Her ne kadar Arap ülkelerinde Nevruz ve Hıdrellez kutlamalarına pek rastlanmasa da İran ve İslâm’la hemhal olmuş Türklükte Nevruz ve Hıdrellez bir başka anlam yüklenerek kutlanır. Dahası M.Ö.1500–2000 yıllarında Türk coğrafyalarında yılbaşı olarak kutlanan Nevruz, İslâm dairesinin etki alanına girdiğinde  “Sultan” kimliği ile kendini hissettirecektir. Böylece Sultan Nevruz Hz. Ali’nin (k.v.)’in kutlu doğumunu hatırlatırcasına Türk’ün ruhuna kana kan, cana can katar da.  Nitekim bundan 30–40 sene öncesinde Malatya’da Sultan-Nevruz geleneğinin hayatiyet kazanması bunun en bariz göstergesidir.
          Elbette ki İslam öncesi manada Asyatik kökenli Nevruz’un uzaktan yakından dinimizle alakası yoktur, bu bir kültür kodudur sadece.  Ama Hıdrellez öyle değil, İslam’la alakalıdır. Hıdrellez şenlikleri Asyatik kaynaktan beslense de Hızır kavramı başlı başına kendi öz kodunda dini ritüel içermekte. Böylece Alevi-Bektaşi kültür sahasında tüm ağırlığıyla kendini hissettiren bir değer olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden Hıdrellez’e sadece iklim değişikliği gözüyle bakamayız,  tıpkı Nevruz gibi ‘Yeni Gün’ meşalesine benzer bir yaklaşımla ‘Yeniden Diriliş’ meşalesi olarak da yad edilebiliriz pekala.  Zira ilkbaharın sonunda toprak, nebatat, hayvanat, insanat hep birlikte dirilişe geçerek yaz mevsimini muştular. Bu aynı zamanda nasıl ki yaratılış sırrı gereği ilkbahar yaza, yaz sonbahara, sonbahar kışa dönüşüyorsa, çocukluk gençliğe, gençlik ihtiyara, ihtiyarlıkta ölüme dönüşüp ahrette dirileceğimizin teyididir.
            Şu da var ki; Nevruz’un (Yeni Gün) sırf İran’a has bir kültür kodu olduğunu söylemek büyük yanılgı olur.  Öyle olsaydı 21 Mart günü geldiğinde Türk dünyasında Nevruz’un çeşitli etkinliklerle kutlandığına şahit olmazdık.  Kaşgarlı Mahmut’un ‘Nevruz’a Divan-ı Lûgati’t Türk’te zikretmesi kuvvetle muhtemeldir ki,  İran Şehname’sini de etkilemiş olabileceğine işarettir. Aynı şeyi tersinden düşündüğümüzde Nevruz kavramının Fars kökenli bir kavram olması hasebiyle tarihte kültür yakınlaşmalarının getirdiği bir netice olarak bizim etkin sahamızı da girmiş olabilir. Ancak Fars kökenli diye Nevruza sahip çıkmamak da doğru bir yaklaşım olmaz,  İran’dan da etkilenmiş olsak kültür zenginliğimiz olarak bağrımıza basmamız gerekir. Sonuçta ortak kültür kodu olarak karşımıza çıkmaktadır.   Madem öyle Nevruz’u tek başına ne Şii bayramı,  ne tek başına İran Şahı Cemşid’in Azerbaycan’da taht kurduğu gün,  ne de tek başına Türklerin yılbaşı başlangıcı, yani on iki hayvanlı takvim ve Sultan Melikşah döneminin Celali takviminde yer alan 21 Martı yılbaşı olarak okuyabiliriz. Bunların tamamını kucaklayan bir kültür kodudur.  İşte bu yüzden Nevruza diğer kültür kodlarının bakış açılarına da müdahil olmaksızın ortak değer olarak bakmak en doğrusu.
            Öyle anlaşılıyor ki Nevruz hem bir kültür kodu, hem yeni bir güne başlangıç, hem de arınma sembolümüzdür.  Hele ki,  Ergenekon Destanî ve İran’ın Şehname’si arasında ki paralelliğe baktığımızda asyatik kaynaklı kültür alışverişlerindeki geçişlerin varlığını rahatlıkla görebiliriz. Nasıl mı? İşte Ergenekon’un esaretten hürriyete çıkış abidesinde geçen demir dövme figürü, Şehname’de zikredilen demirci Kawa’nın yaktığı Nevruz ateşinin özgürlük meşalesinde geçen temalarla örtüşebiliyor. Yani; Ergenekon’da hürriyet meşalesi rehberi Gökböri (Bozkurt) olurken, Şehname’de bir bakıyorsun özgürlük meşalesi demirci Kawa olmakta. İşte Ergenekon’da dört yüzyıl yaşayan Türk’ler söz konusu bu efsanevi rehber eşliğinde özgürlük uğruna demir dağları ateşleyip (eritip) öyle düzlüğe çıkmışlardır. Besbelli ki her iki destanda da ortak payda özgürlük ateşidir. Bu yüzden Ergenekon destanında geçen  ‘Demirci’ ile Şehname’deki ‘Kawa’ hürriyete giden yolun diriliş meşalesi rehberleri olarak karşımıza çıkmakta dersek yeridir. Besbelli ki özgürlük ateşi her iki kültür kodun da arınma manasına yeni bir güne geçişi muştular. Ama öyle günler gelmiş ki,  Bolşevik ihtilaliyle birlikte 70 yıl komünizmin esareti altında yaşayan Kazaklar, Kırgızlar, Azeriler, Özbekler, Tatarlar, Türkmenler vs. yeni gün muştumuz Nevruz’u doya doya kutlayamamışlardır, sadece bu süreçte gönül dünyalarında ukde olarak yaşamışlardır. Neyse ki komünizmin Sovyetler Birliğinde çökmesiyle birlikte Nevruz ateşi yeniden alev alıp Asyatik kültür olarak sahne alabilmiştir. İyi ki de almış, Kırgızlar için Manas artık bundan böyle bir destan olmanın ötesinde bambaşka duygu seli halini alan abide olur. İşte bu duygu seli dilden dile, gönülden gönüle yayıldıkça Hızır’ın (a.s.) bitkilere bereket verdiği düşüncesi zihinlere kazınır bile. Öyle ki, onun bastığı topraklarda baharla birlikte bereket geleceğine olan inanç daha da kavileşir.  Hakeza İlyas (a.s.) içinde aynı inanış hâkimdir. Yani, bu yüce Peygamberin bastığı her karış toprakta insanların etinden sütünden ve tiftiğinden yararlandığı hayvanların çoğalmasında bereket kaynağı olduğuna inanılır.  
          Peki ya Türkiye?  Malum Türkiye’de bir zamanlar  ‘Nevruz’ ne,  ne değildir pek bilinmediği içindir,   hain PKK terör örgütü boşluktan istifade her yıl Nevruz günü geldiğinde bu kültür kodumuzu kendi siyasi emellerine alet edecek noktaya getirebilmiştir.  Tabii genç nesillere bu kültür kodumuzu vakti zamanında bir eğitim program dâhilinde verilmezse olacağı buydu, bu yüzden bugün olmuş hala milletçe Nevruz’un keyfini çıkaramıyoruz. Boşa dememişler tabiat boşluğu sevmez diye, maalesef yıllarca ihmal ettiğimiz alanı birileri kendi siyasi emellerince kullanabilmiştir. Şimdi daha yeni yeni aklımızı başımıza aldıkta artık devlet millet dayanışmasıyla birlikte kutlanır hale gelebildik. Olsun geçte olsa kültür hazinelerimizin kıymetinin farkına varmamız önemli bir hadisedir. Bakın bir ünlü İranlı tarihçi ne diyor; “Selçukluların bayrakları da sarı-yeşil ve kırmızı olmak üzere üç renkten ibaretti.” diyor. Evet,  buradan şu noktaya gelmek istiyoruz: Devletimiz geçmişte PKK’nın elinde koz olarak tuttuğu istismara yönelik propaganda malzemelerini akıl dolusu kültürel politikalarla elinden alması gerekirken seyirci kalıp Selçuklu kilimini kaptırmışız da.  Ne zaman ki kültür zenginliklerimizin bir başkalarınca bize koz olarak kullanıldığını fark ettik, işte o zaman devlet olarak harekete geçip daha yeni Nevruza sahip çıkar olduk.
              Türk dünyasında kutlanan sadece Nevruz mu? Hiç kuşkusuz Hıdrellez de Nevruz gibi baş tacı kültür kodumuzdur.  Hıdrellez’in daha çok Anadolu ve Balkan Türk coğrafyasında çok yaygın kutlanması bir yana İslam’ın Hızır (a.s.)’ın darda kalanların imdadına yetişen bir zat tanımlamasıyla birlikte Asyatik kültür kodunun şimdi bir başka mecrada önemini daha da artırmıştır. Üstelik Hızır (a.s.), Alevi-Bektaşi kültür cem halkasında da yer almaktadır. Söz konusu bu kültür kodunun daha da derinliklerine inildiğinde Hacegân Pir’lerinin Alevi-Bektaşi kültürüne ilham kaynağı olduğu görülür. Bu demektir ki; Hızır (a.s.) sadece sıkıntıya düşenlerin yardımına koşan remz olmanın ötesinde Hacegân silsilesinin şeceresinde yer alan pek çok Gönül Sultanlarının da nisbet kaynağıdır. Bu yüzden gerek Mevlevilik olsun gerek Bektaşilik olsun pek çok tarikatın nisbeti Yusuf-i Hemedânî’ye dayanmaktadır. Bakmayın siz öyle tarikatların isminin farklı olmasına, köklerine indiğimizde Mevleviliğin ve Bektaşiliğin bir nisbeti de Yusuf-i Hemedânî’ye uzanmakta.  Belli ki bu iş Hacegan mutfağında pişirilip nisbet öyle pay edilmiştir.  Kaynağın başında Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s) olunca ister istemez Nakşibendî tarikatının Asya’ya, Anadolu’ya ve Balkanlara nasıl dalga dalga yayıldığı şimdi daha iyi anlıyoruz. Çünkü halifelerinden biri Piri- Türkistan’dır.   Yani Hâce Yusuf-i Hemedânî  (k.s)’ın nisbetini Türk-i Cumhuriyetlere yayan kol başıdır. Bir diğer ismiyle Hoca Ahmed Yesevi’dir.  Bu yüzden o’nu anarken manevi Başbuğumuz. Piri Türkistan olarak yâd ederiz hep
            Evet,  Pir-i Türkistan-ı Ahmed Yesevi (k.s), Türk dünyasının manevi Başbuğ Velisidir Zaten Mevleviliğin ve Bektaşiliğin Yesevi pınarından beslenmesi, Hıdrellez kültür kodunun da buradan neşet bulduğunun delilidir.  Madem öyle bize düşen başta Hâce Yusuf-i Hemedânî Hz.leri olmak üzere o’nun yetiştirdiği talebelerinden Ahmed Yesevi ve Abdulhâlik-ı Gücdevânî’yi Hıdrellez bağlamında kutlanacak şenliklerde nefesini hissettirmektir.  İslâm öncesi “Yeni Gün”(YENİ KÜN)  olarak yâd edilen Nevruz artık gelinen noktada hele şükür Hz. Ali’nin doğum günü olarak karşılık bulabiliyor. Keza Hıdrellez’de öyledir. Nasıl karşılık bulmasın ki, Hacegan silsilesinin kahır ekseriyeti Ehlibeyt neslinden gelen Gönül Sultanlarıyla donatılmış şeceredir. Düşünsenize Pir-i Türkistan-ı Ahmed Yesevi’nin feyiz aldığı kol’un Yusuf-i Hemedânî’den iki kola ayrılır. Birinci kolda günümüz Gönül Sultanlarından Gavs-ı Sani’ye uzanan halkada yer alan Abdûhâlik-ı Gücdûvanî (k.s)’ın nisbeti vardır. İkinci kolunda ise Bektaşi-Alevi kültür sahasının kaynağını teşkil eden Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi’nin Orta Asya’ya, oradan Anadolu, Balkanlar ve tüm dünyaya dalga dalga yayılan feyiz ve bereket ışığı vardır. Mesela Birinci kolda ki nisbette  Abdülhâlik-ı Gücdevânî’nin hayatına baktığımızda hafi zikir talimatını bizatihi Hızır (a.s.)’dan aldığını görürüz..  İşte bu inceliği anlayabildiysek Hıdrellezi de anlamışız demektir.  O halde Hızır (a.s)’ın verdiği talimatın gereği adabı usulünce Hıdrellez şenliklerini kutlamak gerekir.  
             Hıdrellez kültür kodumuza tasavvufi bir bakış getirmemize katılırsınız ya da katılmazsınız ama şu da var ki yazın başlangıcı denilince ilk zihnimize takılan ismin ‘Hızır Baba’  olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Düşünsenize ismi bizi bu kadar heyecanlandırıyorsa hakikatine vakıf olsak kim bilir ne halde oluruz. Madem Hızır anılınca heyecan duyuyoruz, o halde daha ne duruyoruz gelin bu heyecanı ilkbahar muştusunu Sultan Nevruzca, yaz muştusunu da Hızır Babaca kutlayıp yâd edelim. Yâd edelim ki her iki kültür kodumuzda bereket ve diriliş kaynağımız olsun. Yeter ki niyet hayır akıbet hayrolsun,  inşallah her gördüğümüzü Hızır bilen, her geceyi de Kadir bilen bir anlayışla Hıdrellez günümüz mübarek olur.  O günde Hızır Baba’nın yakacağı aşk ateşiyle günahlardan tövbe edip (arınıp) sabaha uyandığımızda yeniden diriliş muştumuz olacağı muhakkak. Unutmayalım ki böylesi günlerde çıkaracağımız en büyük ders bu dünyaya gönül yıkmaya değil gönül yapmak için geldiğimiz idrak etmek olmalıdır. Gönülleri fethedelim ki madden ve manen arınmış olalım.  Ki; kültür kodlarımız topyekûn dirilişimiz için vardır.  İşte bu yüzdendir ki, böyle günleri vesile edinerek her bahar başlangıcı ve her yaz başlangıcı geldiğinde ruh dünyamızda bir takım dalgalanmalar eşliğinde coşkunluğumuzu bu şenliklerle taçlandırırız. Nasıl taçlandırmayalım ki,  bakın Hızır ve İlyas (a.s.)’ın buluştukları an bizi kendimizden alıp kendimize getirebiliyor. Botanikçilerimiz bitki âlemini, zoologlarımız hayvan âlemini analizini yapmaya çalışa dursun, biz bu arada sübjektif bir bakış açısıyla Hızır (a.s.)’ı bitkilerin fotosentez kaynağı, İlyas (a.s.)’ı da insanların beslediği hayvanatın bereket kaynağı olarak inansak ne kaybederiz ki. Bilakis çok şey kazanırız. İyi düşünelim ki iyi olalım.  Zira bizim kültür kodlarımız her şeyi güzel görmeyi düstur edinmiştir,  bize de böyle düşünmek yaraşır zaten. Sakın ola ki berekette nedir es geçmeyin,  bakın köpek nesli bir doğumda bir sürü enik doğurduğu halde koyunun bir doğuruşundaki bereketten mahrumdur. İşte bu duygular eşliğinde her yıl Anadolu’nun birçok yöresinde kutlanan Hıdrellez bu açıdan baktığımızda bereketlenmemize vesile gündür. İcabında bu da yetmez Hıdrellez günü geldiğinde kırlara çıkıp, şenlikler düzenleyerek kendi iç dünyamızda her dem yeniden canlanır canlar misali kendimizi diriliş gününe hazırlarız da. .
         Allah’a çok şükürler olsun ki yaşadığımız coğrafya bize İlyas (a.s) ve Hızır babamızı hatırlatacak kültür kodlarını sunmakta. İşte Allah’ın izniyle Hızır (a.s.)  bitkilere fotosentez kaynağı ab-ı hayat kaynağı olmak için,  İlyas (a.s.)’da hayvanların kuzulamasına bereket kaynağı olmak için vardır. Şimdi gel de Hıdrellez şenliklerde şenlenme, ne mümkün.  Şenlenelim ki, genç neslimiz Noel Baba masallarıyla oyalanmasın. Aksi halde yabancı kültürün esiri olmuş yitik nesli karşımızda buluruz. En iyisi mi haramiler genç kuşakları boyunduruk altına almadan her doğan çocuğu  en dar anımızda yardımımıza koşan Hızır Baba masallarıyla büyütelim. Buna mecburuz da.  
          Öyle ya, Hıristiyan Avrupa’nın Noel babası var, neden bizim bir ‘Hızır Babamız’ olmasın ki.  Ya da kendimiz olmak varken başkası olmak niye?  O halde Devlet toplum kaynaşmasıyla Hızır Baba’mızı Hıdrellez şenliklerinde hakkiyle genç nesillere tanıtmalı.       
    Tanıtalım ki yarınlarımız aydınlık olsun.
            Vesselam.                                                                                                                                                                                                                                                                                                      http://www.enpolitik.com/haber/138410/baharin-mujdecisidir-nevruz.html                              
                                                                      
                       



11 Mart 2017 Cumartesi

YAFES NESLİ TÜRK



YAFES NESLİ:  TÜRK 

ALPEREN GÜRBÜZER

         Tevrat ve Kur’an’ı Muciz’ül Beyanda ilk insan ve ilk peygamber olarak Âdem (a.s) zikredilirken, İran’ın şu meşhur Avesta’sında Âdem ismi Ebul Beşer diye geçer. Tabii, Avesta’nın sayfalarını çevirdikçe Ebu’l Beşer sonrası oğlu Cemşid’le, Cemşid sonrası ise Feridun’la neslin devam ettiği görülür.
          Peki ya Feridun sonrası?  Malum, Şeh-name’ye baktığımızda Feridun’un ülkesini Salm, Irak ve Turak (Türk) adlı üç oğlu arasında paylaştırdığı görülür. Dolayısıyla bu bir anlamda Feridun’un; Türkistan ve Çin toprakları dâhil olmak üzere tüm doğu ülkelerine yayılmış Türk dünyasının atası, yani Tur veya Turece’si sayılır.  Hiç kuşkusuz bu üç oğul ve torunları arasında bilhassa İran-Turan savaşlarında gösterdiği o müthiş kahramanlığıyla Afrasyab ismi ön plana çıkacaktır.  Zira İran Şeh-name’sinde bir göz attığımızda Afrasyab’ın dikkat çekmesi sadece Türkistan, İran, Azerbaycan, Hindistan ve Rum diyarlarını fethetmekle değil gittiği yerleri ihya etmekle de dikkat çeker.
          Her ne kadar; o’nun ismi İran kaynaklarında Afrasyab olarak geçmekteyse de bizim kaynaklar da bu isim Alper Tunga olarak karşılık bulur. Nitekim Kaşgarlı Mahmud Türklerin böylesi çok yönlü kahramanı Dünya Hükümdarı Alper Tunga (Ajun begi) olarak bağrına bastığını dile getirir. Zaten dünya hükümdarı olarak kabul görmesi gayet tabiidir.  Baksanıza İskit İmparatorluğunun kağanları arasında Afrasyab ismi kendilerine itibar kazandırdığı içindir neseplerini ona dayandırmışlardır. Hakeza Uygur Hanları, Karahanlılar ve Selçuklularda soylarını Afrasyab’a dayandırmışlardır.  Hele ki Oğuz neslinin Feridun sonrası soy ağaca tam manasıyla sahip çıkmasıyla birlikte Oğuz denilince Türk, Türk denilince de Oğuz aynı manada kullanılır olmuştur.
          Evet, hepimiz Hz. Âdem (a.s)’ın zürriyetinden geldik gelmesine ama Nuh Tufanı sonrası durum vaziyet değişecektir. Çünkü Nuh (a.s) yeryüzünün idaresini üç oğlu arasında, yani Ham, Sam ve Yafes arasında pay eder.  İşte bu paylaşımda Türkler Yafes neslinden dal budak salacaktır. Hatta İslam müellifleri ve tarihçileri bu hususta Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında kalan bölgeye ata yurt dendiği, yani aşağı Türkistan (Maveraünnehir)  olduğunu dile getirirler.   Nasıl mı?   Kaynaklarda geçen rivayetlerden hareketle denilir ki;
           Nuh (a.s) Ceyhun (Amu) nehri ötesinde yer alan Türkistan’ı oğlu Yafes’e pay ettiğinde,  Yafes önce tereddütle karşılayacaktır. Dayanamayıp babasına bu kurak ülkede ne yapacağını sorar. Tabii baba yüreği,  ne halin varsa gör diyemezdi,  derhal oğlunun zihninde geçen endişeleri giderecek ismi azam yazılı bir taşı avucunun içine koyup öyle uğurlayacaktır. Hatta bu arada oğlunu  uğurlarken bu taşla dua edildiğinde inşallah yağmurun yağmasına vesile olacağını müjdelemeyi ihmal etmezde.  Gerçekten de Yafes sorumluluk bilinciyle denilen yere vardığında müminliğin hakkını yerine getirerekten bereket getirir. Bu öyle bir bereket ki sulbünden gelecek evlatlarına iyi babalık yapmanın ötesinde iyi bir reis olur da.  Vaktaki, ecel kapıya dayanıp nehrin azgın dalgaları arasına karışıp boğulduğunda ardından reislik görevini küçük oğlu Türk üstlenecektir. İyi ki bu sorumluluğu Türk üstlenmiş,  bu sayede pek çok kaynaklarda geçen Issık köl bölgesi özbeöz vatanımız olur da. Ne diyelim, işte Türk bu,  gittiği yerleri ata yurt kılmakla mahir. Sadece yurt edinmek mi,  gidilen yerler bizimle maddeden manaya bürünür de. Demek ki o gün bugündür TÜRK diye anılmamız boşa değilmiş.   Biz bu âleme madde için gelseydik ne ismimiz ne de cismimiz kalırdı. Ruh köklerimize sadık kaldıkça Türkoğlu Türk olarak anıldık hep.
          Evet,  insanlığın soy sop,  boy boy yeryüzüne dağıldığı bir dünyada Türk nesli atayurt Asya’dan hamurunu yoğurarak bugünlere geldi.   Ancak şu da var ki tarihin döngüsü hep tozpembe içerisinde geçmeyecektir. Hele ki altıncı ve dokuzuncu asırlar arasında Asya mayasında değişmeler zuhur edecektir.  Zira bu zaman aralığında öyle akla ziyan hükümdarlar gelir ki semavi dinin özüyle oynamaları bir yana halkını puta tapmaya yönlendirme ve yabancı dinlerin yayılmasına geçit verecek bir dizi Türk’ün ruh köküyle oynayacak icraatlarda bulunacaklardır. Tabii hal vaziyet böyle olunca bir bakıyorsun Romalıların Asya topraklarına kadar uzanan saçtıkları ahlaksız tohumlar Türk’ün İslam’la buluşmasını geciktirecektir. Neyse ki geçte olsa İslam’ın adalet kılıcı buralara değdiğinde hem batılılar hem de bir takım basiretsiz idareciler İslam’ın Türk toplulukların üzerine doğan güneşin ziyasına mani olamayacaklardır. Nitekim onuncu asra gelindiğinde tarih Türk’ün İslam’la kaynaşmasına şahit olacaktır. Derken bu büyük buluşmayla birlikte Türk nesli dirilişe geçecektir.
          Velhasıl;  Türkler İslam’ın aşıladığı gaza ruhuyla imparatorluklar kuracak güce ulaşır bile.
              Vesselam..

                                                   SELÇUKLU’NUN DOĞUŞU

      İslam’la şereflenmek böyle bir şeydir.   Hele şereflenmeye gör,  bir bakıyorsun Karahanlı Türkleri Türkistan’da, Gazneli Türkleri Hindistan’da, Oğuz ve Selçuklu Türkleri Anadolu’da,    Osmanlı’da üç kıtada cihangir devlet olarak adından söz ettiebiliyor.  Düşünsenize başlangıçta Söğütte iki yüz bin Türkmen çadırı otağı halden ilerisinde bir bakıyorsun cihana hükmeden Osmanlı doğa gelmekte. Bunda hiç şüphesiz Karahanlıların Müslümanlıkla şereflenmelerinin katkısı çok büyük.  Nitekim Tarihi kaynaklar da Karahanlılar’ın asli unsuru olarak bilinen Karlukların Satuk Buğra Han’ın çekim alanına girmesinden tutunda,   M.960/ H.349 yılında iki yüz bin çadırdan oluşan Türkmen obalarının göçebe topluluklar halde İslam dinine dâhil oluşları da dâhildir.   İşte bu ve benzer bir dizi hadiseler Oğuz neslinin Maveraünnehir bölgesini yurt edindikten sonra Mekke’de doğan İslam güneşin üzerlerine sirayet etmesiyle birlikte Türkistan’da bahar havası estirecektir.   Üstelik Türkistan’da esen bu bahar havası civar illerdeki Türkmen obalarını da etkileyip Türk’ün o büyük buluşması bir hayal değil gerçek olur da.    Derken bu büyük buluşmayla birlikte yeryüzü sathı öyle bir zaman gelir ki,   İslam’la hemhal olan Türklere dar gelir de. Demek ki Ergenekon’da çıkışımız boşa değilmiş, baksanıza bu çıkışımızı destanlarımızda şöyle dile getirilir:
      Türk’ün önünde beliren bozkurt hareket edince:
        —Göç ediniz, ileri der.
       Türklerinde canına minnet bozkurt ilerledikçe ilerler,  durduğunda durup otağını kurmak için konaklar. Nasıl olsa maksat hâsıl olmuştur,   bozkurt bir daha görülmemek üzere sırra kadem basar da.  
      Zaten bir noktadan sonra Türkler rehbere ihtiyaç duymaz,  kendi öngörüleriyle hareket edecektir. Hedef belirledikleri ülkelere üç koldan yayılırlar. Öyle ki; Hindistan’a gidenler putperest topluluk halde yaşarken,  kuzeye gidenler Rumların Kumania (Kıpçak-ili, Cemub Rusya ülkesi) adını alarak Hıristiyanlaşır,  batı tarafına giden Ya’i Selçuk Oğuzları da Arap fütuhatının etkisi altına girip İslam’la şereflenmenin yanı sıra Halifelik Araplardan olmak kaydıyla Müslüman toplulukların idaresini üstlenirler de.  
        Evet, Türk’ün eline İslam kılıcı geçince tarihin ivmesi bir başka eksene kayar.   Kayması da gaye tabii durum, çünkü o yıllarda Araplar ve Berberiler yükselişin rehavetine kendilerini kaptırdıklarında gevşeyeceklerdir,  daha yeni Müslümanlıkla şereflenmiş Karahanlılar doğuda fetih hareketine girişip tüm derdi davası cihatla uğraşmak olur.  Gaznelilerde fetih harekâtını Hindistan seferiyle sınırlı tutacaktır.  Peki ya Büveyhîler? Onlarda malum Abbasilerle mücadele içerisine girip etkisi zayıfta olsa Şii devleti kurmakla yetinecektir.  Malum, diğer küçük devletlerde birbirlerinin kuyusunu kazımakla meşgul olduklarından hiçbirinin İslamın hamiliğine katkı oluşturacak devlet olamayacaktır. Neyse ki Türklerin İslam’la şereflenmesi bir anda umutları yeşertip nihayet Selçukluların hâkimiyetiyle birlikte bu buhranlı devre sona ermiş olur.
           Velhasıl; Satuk Buğra Han’ın açtığı diriliş sancağı Selçukluya sıçramış, Selçukludan da Osmanlıya geçip cihanşümul olmuşuz.
              Vesselam.  
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/948/yafes-nesli-turk.html

3 Mart 2017 Cuma

İLK MÜSLÜMAN TÜRK HAKANI SATUK BUĞRAHAN



                         İLK MÜSLÜMAN TÜRK HAKANI   SATUK BUĞRAHAN

SELİM GÜRBÜZER

                       İlk Müslüman Türk hükümdarı Satuk Buğra Han’dır. Asıl adı Bezir Arslan Han’dır. Tarihler 829 yılını gösterdiğinde Karahanlı Türk Hükümdarının oğlu olarak dünyaya gelir. Yani babası Tengri Kadir Buğra Han’dır.   Nesebi Türk bin Yafes bin Nuh’a dayanır. Babası Buhara’ya yaptığı bir seferde vefat ettiğinde amcası Oğulcak Kadir Han’la evlenen annesinin himayesinde büyüyecektir.
      Hazır Oğulcak Kadir ismini anmışken Samanoğullarından bahsetmemek olmaz.  Samanoğulları Horasan ve Maveraünnehir civarında kurulan bir devlettir. Hükümdarı İsmail bin Ahmed’dir.  Ancak hükümdarlığı el bebek gül bebek geçmez,  kardeşleriyle giriştiği taht kavgaları bayağı canına tak ettirip çareyi Kaşgar civarında Oğulcak’ın himayesi altına girmekte bulur. Hatta bu arada Oğulcak Kadir Artuc nahiyesinin idaresini de o’na verir.  İyi ki vermiş,  zira Satuk Buğra Han’ın sık sık uğradığı yerlerden bir yerdir. Bu demektir ki Müslüman olmasına vesile olacak o büyük buluşma burada gerçekleşecektir. Nasıl mı? Bir gün yine buraya yolu düştüğünde ticaret kafileleri arasında dolaşıp dururken bir anda gözü Müslümanların eğilip kalkmalarına dikkat kesilecektir,  hoşuna gider ama bir türlü bu eğilip kakmalarına anlam veremez. Merak edip; 
         —Bu yaptığınız hareketler nedir diye sorar.
        Nasir bin Ahmed cevaben:      
    Bu günde beş vakit kıldığımız namazdır der.
        Tabii Nasir bin Ahmed verdiği bu cevapla da yetinmez,  akabinde İslam dini ile alakalı pek çok mevzuları da ayrıntılı bir şekilde izah ettiğinde Satuk Buğra Han’ın gönlünde iman nuru parlamaya başlar ve oracıkta on iki yaşında Müslümanlıkla şereflenir.    
        İbn’ül Esir’den aktarılan bir rivayete göre de;  Satuk Buğra Han’ın Müslüman oluşu rüyasında gökten inen bir zatın Türkçe lisanla: “Müslüman ol ki, dünya ve ahrette selamete eresin” çağrısı üzerine gerçekleştiğidir.  
           Tabii rivayetler bunlarla sınırlı değil dahası var:  Satuk Buğra Han’ın bizatihi rüyasında Resulullah’ın (s.a.v) talimatıyla Müslüman olduğu yönünde rivayetlerde vardır.. Şöyle ki; Türkistan’da büyük bir iştiyakla okunan Satuk Buğra Han tezkiresinde geçen menkıbede şöyle rivayet edilir:
       “Allah Resulü Miraca çıktığı gece Peygamberler arasında tanımadığı bir kimseyi görmüş ve Cebrail’e o’nun hangi Peygamber olduğunu sormuş. Cibril Emin de o’nun Peygamber değil  333 yıl sonra yani Miladi  944 yılında Türkistan’ı dinine sokacak Satuk Buğra Han’ın ruhu olduğu..”
         İşte Hz. Peygamber (s.a.v)’ın Satuk Buğra Han hakkında dile getirdiği bu sözler karşısında Ashab-ı kiram Allah Resulünden o’nu görmeyi dileyecektir. İşte bu dilek üzerine o an başlarında Türk külahı ve silahlı kırk atlının Allah Resulünün meclisini selamlayıp öyle teşrif ederler. Allah Resulü ashabına yönelip;  işte Buğra Han’ın ervahı şu,  yanındakiler de arkadaşlarının ervahıdır der.  Hatta bu arada Türk Han’ın hidayetine vesile olmuş Samani Ebu Nasr’ın ervahı da bildirilir.
      Bir başka menâkıb’de geçen rivayete göre de;
     Ebu Nasr Türkler arasında İslam’ı yaymak maksadıyla ticarete başladığında, bir gün rüyasında Peygamberimiz (s,a,v)’in kendisine:
        — Ey Ebu Nasr!  Tez elden Türkistan yolunu tut! Orada Tekin Satuk Buğra Han seni bekliyor der.  Tabii emir büyük yerden olunca böyle rüyaya can kurban,  derhal 330 kişilik kervanla yola çıkar bile. Böylece Fergana’nın başşehri Andican’da kendisini adeta bekliyor halde on iki yaşında ki gencecik Buğra Hanla göz göze geldiklerinde Müslüman olmasına vesile olur.  Hatta Satuk Buğra Han’ın yakın akrabasından elli kişi de kelime-i tevhid getirip tabi olacaklardır. Bu arada Satuk Buğra Han amcası Oğulcak’tan Müslüman olduğunu tedbir maksadıyla gizli tutmayı ihmal etmez de. Ancak nereye kadar gizleyebilirdi ki, amcası git gide durum vaziyetten şüphelenir hale geldiğinde adamlarını peşine takacaktır.  Neyse ki sıkı takiplerle Satuk Buğra Han’ın abdest alıp namaz kıldığı kendisine bildirildiğinde yeğeni hakkında hemen hüküm vermekte acele etmez. Bizatihi olayı yerinde yeğenini sınayarak kesin hükmünü verecektir.  İşte bu maksatla ilk iş yeğenini put haneyi tamir etmekle görevlendirmek olur.  Tamda yeğeninin bam teline basacak sınamadır bu. Zira Satuk Buğra Han’ın değil put hanede iş yapması,  adını bile duymaya tahammülü yoktu. Zaten düşündükçe de için içini yer,  o an derdini Nasir bin Ahmed aklına gelip anlatma ihtiyacı hisseder. Nasir bin Ahmed’e konuyu açtığında şöyle teselli eder:
         —Merak etmeyesin oğul, şimdi burası put hane olarak yapılır, bir gün gelir sen orayı cami’ye çevirirsin. 
         Satuk Buğra Han bu altın sözler karşısında derin nefes alıp rahatlar.  Böylece denilenleri yapmaya çalışır da.
          Her neyse gel zaman git zaman derken Abdülkerim Satuk Buğra Han artık 25 yaşına ayak bastığı çağdadır.  Ve bu yaşta İslami ilimleri hıfzetmiş toy bir delikanlı olarak Müslüman olduğunu gizlemeye gerek duymaksızın bu uğurda amcasıyla mücadeleye kararlılığını ortaya koymaktan yüksünmeyecektir. Kaşgar hükümdarı amca Harun Buğra Han bu kararlılık karşısında derhal hareket geçip yeğeninin tekrar eski dinine dönmesi için çaba sarf edecektir.  Ancak boşa bir çaba, bu kez ecel yakasına yapışacaktır. Böylece muradına eremeden göç eylediğinde Satuk Buğrahan’a hükümdarlık yolu açılır da.  Ve hükümdar olur olmaz etrafında 300 kadar süvarilik güç edinecektir. İlerleyen zamanlarda bu sayı 1000’i bulduğunda fethettikleri topraklarda Atbaşı olur da. Atbaşıyken de 300 kişilik ilave daha kuvvet edinip bu kez Kaşgar’ı fethedecektir.  Bu fetih aynı zamanda Oğulcak Kadir Han’ı öldürüp saltanatına son vermesini de beraberinde getirir. Böylece Kaşgar halkına da İslam’ın kapıları açılmış olur. Hiç kuşkusuz bunda üst üste kazandığı zaferlerle İslam’ın kapılarını Türk’e açan ilk Hükümdar Satuk Buğra Hah’ın katkısı çok büyüktür. Nitekim Kaşgarlı Mahmud’un bu meyanda zikrettiği  “Allah’ın; Benim Türk adını verdiğim ve şarkta yerleştirdiğim bir ordum vardır. Bir kavme gazaplandığım zaman onları o kavim üzerine saldırırım (hâkim kılarım)”   Kutsi hadis anlam kazanır da.  (Bkz. Divanı Lügat’üt Türk 1, S. 294).
       Evet, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın ilk Müslüman Türk Hakanı olarak Türk’ü İslam’la buluşturmasında ki etkisi bir bambaşkadır.  Öyle ki; bu etki İslam’ı kabul eden ilk Türk boylarından Karahanlı ve İdil Türklerini de kamçılayıp İslam’ın bayraktarlığına soyunmalarına vesile olacaktır. Böylece bu etkin gaza ruhu sayesinde her Türk reayası Hakanına İslam’a hizmet ettikçe sahip çıkıp bu uğurda can vermeyi göze alırda.  Bu öyle bir etkilemedir ki bunda en büyük pay sahibi Satuk Buğra Han yaşı 96’ya vardığında bile adalet kılıcı tüm ülke halkların Müslüman olması için işlemekten geri durmayacaktır,  bu sayede batıda Amuderya boylarından tutunda, güneyde Kış Kezek ve kuzeyde Karakuruma kadar her kim varsa Müslümanlıkla şereflenir de.  İşte bunca seferlerin muvacehesinde hastalığın pençesine düştüğünde Kaşgar’a dönmek zorunda kalır.  Şimdi ahrete göç zamanıdır.  Artuç’da Meşhed denilen yerde gözü arkada kalmayacak şekilde nur içinde kabrinde rahat uyur da.

           SELÇUKLU’NUN DOĞUŞU


      İslam’la şereflenmek bambaşka bir duygu selidir.   Hele şereflenmeye gör,  bir bakıyorsun Karahanlı Türkleri Türkistan’da, Gazneli Türkleri Hindistan’da, Oğuz ve Selçuklu Türkleri Anadolu’da,  Osmanlı’da üç kıtada cihangir devlet olarak adından söz ettirebiliyor.  Düşünsenize başlangıçta Söğütte iki yüz bin Türkmen çadırı otağı halde iken ilerisinde bir bakıyorsun cihana hükmeden Osmanlı doğa gelmekte. Bunda hiç şüphesiz Karahanlıların Müslümanlıkla şereflenmelerinin katkısı çok büyüktür. Nitekim Tarihi kaynaklar da Karahanlılar’ın asli unsuru olarak bilinen Karlukların Satuk Buğra Han’ın çekim alanına girmesinden tutunda,   M.960/ H.349 yılında iki yüz bin çadırdan oluşan Türkmen obalarının göçebe topluluklar halde İslam dinine dâhil oluşları da öyledir.   İşte bu ve benzer bir dizi hadiseler Oğuz neslinin Maveraünnehir bölgesini yurt edindikten sonra Mekke’de doğan İslam güneşinin üzerlerine sirayet etmesiyle birlikte Türkistan’da bahar havası esecektir.   Üstelik Türkistan’da esen bu bahar havası civar illerdeki Türkmen obalarını da etkileyip Türk’ün o büyük buluşması bir hayal değil gerçek olur da.  Derken bu büyük buluşmayla birlikte yeryüzü sathı öyle bir zaman gelir ki,   İslam’la hemhal olan Türklere dar gelir de. Bu demektir ki Ergenekon’da çıkışımız boşa değilmiş. Ve bu çıkışımız destanlarımızda şöyle dile getirilir: 
      Türk’ün önünde beliren Bozkurt hareket edince:
        —Göç ediniz, istikamet ileri der. 
       Türklerinde canına minnet zaten, bozkurt ilerledikçe ilerler,  durduğunda durup otağını kurmak için konaklar. Nasıl olsa maksat hâsıl olmuştu,   bozkurt bir daha görülmemek üzere sırra kadem basar da.   
      Zaten bir noktadan sonra Türkler rehbere ihtiyaç duymaz,  kendi öngörüleriyle hareket edecektir. Hedef belirledikleri ülkelere üç koldan yayılırlar da. Öyle ki; Hindistan’a gidenler putperest topluluk halde yaşarken,  kuzeye gidenler Rumların Kumania (Kıpçak-ili, Cemub Rusya ülkesi) adını alarak Hıristiyanlaşırlar,  batı tarafına giden Ya’i Selçuk Oğuzları da Arap fütuhatının etkisi altına girip İslam’la şereflenmekle Halifelik Araplardan olmak kaydıyla Müslüman toplulukların idaresini üstleneceklerdir.
        Evet, Türk’ün eline İslam kılıcı geçince tarihin ivmesi bir başka eksene kayar.   Kayması da gaye tabii durum, çünkü o yıllarda Araplar ve Berberiler yükselişin rehavetine kendilerini kaptırdıklarında gevşeyeceklerdir,  daha yeni Müslümanlıkla şereflenmiş Karahanlılar ise doğuda fetih hareketine girişip tüm derdi davası cihat olur.  Gaznelilerde fetih harekâtını Hindistan seferiyle sınırlı tutacaktır.  Peki ya Büveyhîler? Onlarda Abbasilerle mücadele içerisine girip etkisi zayıfta olsa Şii devleti kurmakla yetinecektir. Malum, diğer küçük devletlerde birbirlerinin kuyusunu kazımakla meşgul olduklarından hiçbirinin İslamın hamiliğine katkı oluşturacak devlet olamayacaktır. Neyse ki Türklerin İslam’la şereflenmesi bir anda umutları yeşertip nihayet Selçukluların hâkimiyetiyle birlikte bu buhranlı devre sona ermiş olur.
           Velhasıl; Satuk Buğra Han’ın açtığı diriliş sancağı Selçukluya sıçramış, Selçukludan da Osmanlıya geçip cihanşümul olmuşuz.
              Vesselam.    
            
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/918/ilk-musluman-turk-hakani-satuk-bugra-han.html