6 Aralık 2017 Çarşamba

ZAFERLE DEĞİL SEFERLE YÜKÜMLÜYÜZ


    ZAFERLE DEĞİL SEFERLE YÜKÜMLÜYÜZ 
SELİM GÜRBÜZER 
        Şimdiye kadar yaşadığımız bunalımların bir hastalık seyri değil bir aşk nöbeti olduğunu idrak etmeli ki zafer peşinde değil, seferle yükümlü olduğumuzun bilincine varabilelim.  Tabii bu da yetmez,  üzerimize sinen ölü toprağı bir an evvel atıp köklerimizle buluşmalı ki yeni ufuklara kanatlanabilelim. Bunun içinde mutlaka kararlı adımlar atmak mecburiyetindeyiz. Bikere omuzlarımızda taşıdığımız tarihi misyonumuz bunu gerektiriyor. Öyle ki, bu uğurda önümüze dikenli taşlar döşense de, bin bir türlü tuzaklar kurulsa da ülkemizin meseleleriyle dertlenmek birinci önceliğimiz olmalıdır. Malum,  aşk nöbeti dertlenmek demektir.  Zaten dertlenmek gerekir ki; Ferhat olup dağları delelim, Yunus olup ‘durmak yok, yola devam’  edebilelim.  Yola devam deyip gayret edenden şeytan kaçar da.
          Allah korusun yerimizde sabit kalıp durduğumuzda haramiler derhal yattıkları pusudan kuyumuzu kazmak için çıkacaklardır. Her an boş anımızı yakalamak için fırsat kollamaktalar zaten.  Onlar pusuya yata dursun,  bize düşen yılmadan usanmadan gönül seferberliği için Yunusça yola devam etmek olmalı. Ancak bu kez durum vaziyet bambaşka gözüküyor,  yola koyulduğumuzda kimin dost kimin düşman olduğu pek anlaşılmayan bir yoldan geçiyoruz habire. Artık geçtiğimiz yollardan karşılaştığımız manzaralarda gördüğümüz mide bulandırıcı durumlar yetti gayri diyecek noktada sabrımızı zorlamakta bile. İşte o mide bulandırıcı nahoş havaları yakamızdan düşürdüğümüz zaman biliniz ki o özlediğimiz bu büyük buluşma bir hayal değil hakikat olacaktır.  Ümit varız da.  Nitekim 15 Temmuz Direniş Destanımız bu ümidimizi kavileştirmiş durumda. Hiç boşa heveslenmesinler, milli heyecanımız sönmediği müddetçe milletçe ele ele gönül gönüle verip nice destanlar yazaraktan bilgi çağının ötesine sıçrayacağımıza inancımız tamdır. İşte bu inanç doğrultusunda “Ölürüm Türkiye Sevdası”  beyaz kefenimiz olur da.
          Şu bir gerçek, sevdamızı kefenlemekle kalmayıp inişli çıkışlı çizgimizi istikamet seyrine çevirecek çözümler üretmekte de fayda var. İstikamet üzere olalım ki, gel-git halimizden fırsat kollayıp da bizi arkadan hançerlemeye kalkışmasınlar. Baksanıza aklını kiraya vermiş paralel ihanet çete artıklarının kökü daha tam manasıyla kazınmış değil. Madem öyle, istikametimizi Cennet Vatan Türkiye’mizde farklılıklarımızla bir arada birlik ve dirlik içerisinde yaşamak üzere kurgulamalı.  Birlik ve dirlik içerisinde olalım ki, ihanet çetelerinin sinsi emellerini boşa çıkartıp Rabia’mızla ‘Hep Birlikte Türkiye’ olabilelim. Zaten bugüne dek onca yaşadığımız elim hadiseler sürekli Rabia’ca  ‘sefer der vatan’  olmamız gerektiğini ortaya koyuyor da.
            Düşünsenize bir zamanlar ülkemizde topluma giydirilmeye çalışılan tek tip düşünce, tek tip insan profili dayatmasıyla zulüm yaptıkları yetmemiş gibi şimdi de kalkmışlar başka bir taktikle bizim tonumuza benzeyen cinsten adamları aramıza sızdıraraktan operasyon çekmekteler. İşte devletin kılcal damarlarına kadar sızmış yeni versiyon hain güruhların varlığı topyekûn hepimizi  ‘sefer der vatan’ olmaya mecbur kılıyor da.  Her ne kadar milletimiz 15 Temmuz’da hain çetelere gereken cevabı verse de bu demek değildir ki boş duracaklar, baksanıza hiç iflah olmuş değiller,  habire dış mihrakların değirmenine su taşımaktalar. Devletin sırlarını bile dışarıya servis etmekten en ufak hicap duymuyorlar.  Anlaşılan ihanet çetelerinin kökünü kazımadıkça sular hiç durulmayacak gibi. O halde bir yandan farklı kimlikte farklı meşrebde insanlarla bir arada kültürel zenginliğimizi artıracağız bir yandan da ihanet çetelerinin sinsi oyunlarını boşa çıkartacak hamleler için seferber olacağız. Buna mecburuz da. Unutmayalım ki devlet ve milletimiz birtakım hadiseleri unutabilir ama asla ihaneti unutmaz. Hatta 15 Temmuz İhanet Darbe girişimin üzerinden asırlar geçse de asla bu ihanet unutulmayacaktır. Unutulmaması da gayet tabiidir. Sonuçta ortada vatanımızı arkadan hançerlemek denen bir hadise yaşandı,  nasıl unutulsun ki.  Unutmayacağımız gibi hak ettikleri cezaya müstahak olacaklar da.  Asla kahpeliklerini ört bas etmeye yönelik mağdur edebiyatlarına kanıp merhamet edilmeyecektir,  zaten acırsak acınır hale düşeriz. Ki; biz bu Cennet Vatan Türkiye’mizi sokakta bulmadık,  şehit katında Rabia’mızla var olduk hep.  Elbette ki kendi içimizde bir takım açmazlarımız olabiliyor. Önemli olan küçük meseleleri büyülterek bir yerlere varamayacağımızı anlamaktır. O halde ‘Kökü mazide ati olmak’tan başka çaremiz yoktur.
          Şu da var ki, dönüşüm ve yenilenme ancak katılımcı demokrasi zeminde yeşerebiliyor. Herkes kendi fikrini dayatmacı yöntemlerle karşı tarafa dayatmaya çalışırsa gerilim doğar, Allah korusun bu kez fikirler yerine silahlar konuşur.
          Bilindiği üzere coğrafyamız çok zengin nakış kilimi üzerine kurulu bir coğrafya, yine bir o kadarda dinamik insan potansiyeline sahip doğurgan topraklardır. Madem öyle bu doğurgan topraklarda her kimlikten unsura yer var, her cinsten ihanet şebekesine yer yok deme zamanıdır. Yeter ki karşılıklı saygı çerçevesinde birbirimizi anlamaya çalışıp birliğimizi ve dirliğimizi güçlendirelim bak o zaman ‘sefer der vatan’ hüviyete kavuşuruz da.  Birbirimize karşı hoşgörülü olmakla ihanet odaklarının tekerine çomak sokacağımız muhakkak. Zira hoşgörü kültürümüz farklılıklar arasında zenginliği sağlayan tek yegâne çimentomuzdur. Bundan dolayı herkesin kendi iç dünyasında faşizan ve dayatmacı düşüncelerden arınması lazım gelir. Nitekim faşizan duygularımızı kendi iç dünyamızda söküp atmadıkça bir başkasına tavsiyede bulunma hakkımız olmaz. Laf icabı demokrat görünmek kolay elbet, önemli olan hem iç dünyamızda, hem de dışta faşizan tavırlardan kurtulup kendimize söz geçirebilmektir. Zaten kendimize söz geçirdiğimizde biliniz ki çok renkli ve çok zengin düşünce ortamının kendi ruh dünyamızda temellerini atmışız demektir Aksi halde hem kendimize hem de etrafımıza zararlı mahlûkat oluruz.
         Unutmayalım ki her türlü düşünce ve fikir ancak hür bir ortamda seyr-i âlem eylemekle mümkün.  İslam’ın doğuşu’da seyri âlem üzere doğmuş ve bu sayede özgür bir zeminde yeşermiştir. Asla baskıyla din dayatılmamıştır. Dayatmacı din öğretisi Müslümanlıkla şereflenmeye mani olabiliyor.  İşte bu yüzden İslam’ın militarizme değil İnsan-ı kâmile ihtiyacı vardır diyoruz. Geleceğimizi öfke, kin ve terör kurgusu üzerine değil tefekkür kurgusu üzerine kurmalı. Kim şiddet ortamından ne bulmuş ki, militan Müslüman anlayışı da bulsun.  Her kim ki İslam’ı şiddet ortamına çekme çabası içerisine girerse bilinsin ki bu tavır dine hizmet değil tam aksine Yüce dinimize hıyanet olacaktır. Bakın Ortadoğu’da bitmek tükenmek bilmeyen kavgaların ardında umumiyetle çatışmadan yana tavır sergileyenlerin tertiplediği dümen oyunları vardır.  Bizim coğrafyada ise kimi zaman sağ sol kavgalarını körükleyerekten her on yılda bir askerimizi kışkırtaraktan yapılan darbeler var,  kimi zaman hoş görü kılıfıyla sanki çatışmadan yana değilmiş gibi gözüküp karşımıza hıyanet odağının tertiplediği oyunlar olarak çıkabiliyor. Ki; biz onları Gezi olaylarından,  MİT Tırlarını durdurma hadisesinden, Yargı Darbesi teşebbüsünden, 15 Temmuz Darbe girişiminden biliriz.  Gerçektende önce hoşgörü kisvesi altında bize şirin gözüküp, sonrasında arkamızdan hançerleyen bu hain güruhu iyi kavradık. Madem bu ihanet şebekesini imini cimini iyi kavradık, o halde bir daha bu ihanet şebekesinin gün yüzüne çıkmaması için kökünü kurutmak hepimizin boynu borcu olmalı. Aksi halde fitne fücurlukları yeniden hortlayıp İslam’a zarar vermeye devam edeceklerdir.  
           Bu arada tüm enerjimizi sırf ihanet odaklarına sarf ederekten tüketmemekte gerekiyor.  Daha fazla oyalanmadan tez elden bu belayı başımızdan def edip pembe şafaklara seyr-i sefer eylemek gerekir. Birliğimizi ve dirliğimizi bozacak her ne akım varsa adalete teslim etmeli. Zira adalet gecikmez tez verilmeli. Neydik edip adaletin tecellisiyle ihanet şebekelerini yakamızdan düşürüp geleceğe kanatlanmalı. Birliğimizi dirliğimizi güçlü kılacak projeleri hayata geçirerek yol almalı. Bakın ceddimiz kendi devrinde farklı kültüre sahip insanlarla bir arada nasıl yaşanacağının projelerini tüm cihana ispatlayarak yol aldı.  Madem ceddimiz Osmanlı altı yüzsene bu uğurda seyri sefer eyleyerek ayakta durmayı başarabilmiş,  pekâlâ Osmanlının bakiyesi hükmünde Türkiye’de el ele gönül gönüle vererek birlik ve dirlik içerisinde ilelebet payidar kalabilir, neden olmasın ki.
            Ne ilginçtir Osmanlı dış mihrakların tertiplerinden daha çok iç entrikalarla çökertilmiştir. Ne zaman ki kendimiz olamadık, yolumuzu yol bilmeyip batının güdümüne girdik, işte o zaman düşüşümüz kaçınılmaz olmuş. Tabii ki bir yönümüzle batıya yöneleceğiz, ama batının hayat tarzına değil, teknolojisine elbet. Hele bu yönelmek Nizam-ı âlem ülküsü çerçevesinde bir yöneliş olursa, o zaman değme keyfine, yeniden tüm insanlığa mührümüzle soluk oluruz da. İşte bu noktada dünyaya açılmak zarar vermez, bilakis maddenin köleliğine son verecek ekonomik zenginliği beraberinde getiri bile.  Malum, artık kendi yağımızla kavrulur anlayışı gerilerde kaldı. Hatta bir lokma bir hırka anlayışıyla da bir adım ileri varamayacağımız besbelli.  Öyle ya hem madem günümüzde sınırları kol kuvveti ve bilek gücü çizemiyor, o halde şimdi sınır ötesi Seyr-i âlem strateji hamlelere girişmek zamanıdır. Bikere yapmamız gereken şey önce kim olduğumuzu tüm âleme ispatlamak sonrasında ise misyonumuza yakışır tarzda yerellikten evrenselliğe uzanan bir seyir takip etmek olmalıdır.
            Sakın ola ki; dünyaya açılmakla yerellikten vazgeçtiğimiz bir anlam çıkarılmasın. Tam aksine kendi değerleriyle yoğrulmuş modernliği (teknoloji ve bilgi üretimi) ön plana alan anlayıştır bu.  Şu iyi bilinsin ki seyri seferimiz hem yerellik, hem de müspet manada evrensellik ekseni üzerine kurulu bir seyri seferdir. Böylesi bir seferde yükümlülük bize ait, zafer ise Allah’a aittir. Belli ki çok uzun ve ince bir yoldayız, olsun sonuçta bu kutlu yolda Gönül erleri var oldukça kıyamete vahyin soluğundan soluklanacağız demektir.  Zira Allah’ın Habib-i tek başına yola koyuldu,  bir baktık bir iken iki, iki iken üç, üç iken dört oldu derken bugün dünyamızda milyonlarca insan artık İslam’la şereflenir hale geldi.  Bu demektir ki işin başlangıcında kemmiyet değil keyfiyet esastır, sonrası malum her ikisi de gereklidir. Hele bu hususta Türkiye çağlar üzerinden sıçrama seferine koyulurken hem doğulu, hem batılı, hem de kendisi gibi olmalı ki;  kemiyetçe ve keyfiyetçe yükselebilsin. Zira zengin coğrafyamızın bağrında kâh doğululuk, kâh batı tarzcılık ve kâh kendin kalmak gibi pek çok iz düşümlerimiz mevcut.  Belki bu iz düşümlerimiz görünürde çelişki gibi görünse de aslında Nizam-ı âlem’e giden yolda gerekli olabilecek iz düşümlerdir. Unutmayalım ki Nizam-ı âlem farklılıkları zenginliğe dönüştürebilen harekâttır. O halde sömürge olmadan misyonumuzun gereği olarak gül dalında kopmadan dünyanın o özlediği adalet için var olmalı.  
             Velhasıl; insanlık düştüğü bunalımın girdabından kurtulmak için kendine uzanacak muhabbet elleri arar durumda.  Madem öyle,  bu uğurda zaferle değil seferle yükümlülüğün zamanı geldi geçti bile.  
              Vesselam.
    http://www.bayburtpostasi.com.tr/zaferle-degil-seferle-yukumluyuz-makale,7506.html 

2 Aralık 2017 Cumartesi

ANARŞİ ÂLEM Mİ, NİZAM-I ÂLEM Mİ?


    ANARŞİ ÂLEM Mİ, NİZAM-I ÂLEM Mİ?
                                                                                                        
                                                                         SELİM GÜRBÜZER

        Bossuet anarşi ile otoriteyi şöyle karşılaştırır: “Herkesin istediğini yaptığı yerde hiç kimse istediğini yapamaz; efendinin olmadığı yerde herkes efendi; herkesin efendi olduğu yerde herkes köle.” İşte anarşi budur. “Saule, meşru iktidarın kumandasında tek insan gibi yola çıktı. Kırk bin kişiydiler ama tek vücut gibiydiler. İşte her ferdi kendi iradesinden vazgeçirip, onu hükümdarına devreden, hükümdarında birleştiren bir kavim böyle yekparedir.”  İşte otorite bu.(Bkz. Kırk Ambar. Cemil Meriç, Sh. 312)
         Evet, bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere; anarşi denilince bozgunculuk, otorite deyince de ‘Nizam' akla gelmektedir. Bir başka ifadeyle anarşi;  zihinlerde başıboşluk ve kargaşa olarak algılanırken, otorite ise özgürlüklere saygı duymak kaydıyla nizami disiplin olarak algılanmaktadır. Anarşizmin öyle algılanması gayet tabii bir durum, çünkü intizam ve disiplinden yoksun bir toplumu, şarlatanların ve anarşistlerin idare edeceği muhakkak. Nasıl ki başıbozukluk ve kargaşa ‘Anarşizm’le özdeş bir kavramsa, otorite de ‘Nizam’la özdeş bir kavramdır. Bu yüzden müspet manada otorite şart diyoruz. Yani otoriteden kastımız karşılıklı sevgi ve güvene dayalı bir otoriterliktir.  Asla korku imparatorluğunu çağrıştıracak bir otoriterlik bizim ölçümüz olamaz.
          Biz ki; bir zamanlar Devlet-i Aliye olarak yedi düvele karşı şefkat ve merhamet kollarımızı açaraktan gittiğimiz yerlere adalet götürmüş milletiz, o halde aynı ruh ve heyecanla yeniden tüm dünyanın ümidi ve ışık kaynağı olabiliriz pekâlâ. Yeter ki; Nizam-ı âlem ülküsünün bir adalet meşalesi olduğu anlaşılsın, gerisi gelir elbet. Zira tüm insanlık medeniyet nedir sorusunun cevabını Osmanlının ‘Nizam-ı âlem’  fütuhatında görmek mümkün. Bu gerçeği gördüğümüzde cümle âlemin bizim hilalimizle, hak hukuk anlayışımızla ve adalet uygulamalarımızla nizam bulan bir fütuhat olduğu gerçeği ile yüzleşiriz. Ama ne var ki geldiğimiz noktada o Nizam-ı âlem adaletimizden eser kalmadı artık, kalmayınca da bizi hem bizi biz yapan kendi öz kaynaklarımızdan uzaklaşır hale geldik, hem de tüm insanlığı bitip tükenmek bilmeyen anarşi ve buhranlarla baş başa bırakır olduk.  
          Evet,  insanlık perişan haldedir. Ve içler acısı bir tabloyla karşı karşıyadır. Zira küfür küfürle, hilal hilalle, küfür hilalle birbirinin kıyasıya kuyusunu kazar hale girmiş durumda.  Yani insanlık tam bir kaotik hal ve ‘Anarşi âlem’ hali yaşıyor. Ülkeler kendi içlerinde çatırdadığı yetmezmiş gibi, birde bunun üstüne kendi iç çatırdayış artıklar diğerlerine de sıçrayıp onları da ateş sarmalına dolamakta.  Baksanıza Avrupa daha şimdiden kendi içinde çöküş emaresi sinyaller vermeye başladı bile. Hani her inişin bir yükselişi olduğu gibi her yükselişinde bir zevali var denilir ya hep, aynen öylede Avrupa’da kredisini doldurup inişe geçmiş durumda. Öyle ki, Avrupa denilince artık zihinlerde çağdaşlık, özgürlük algısı çağrıştırmıyor, daha çok eroin, uyuşturuculuk, alkol, fuhuş ve şimdiye kadar işlemiş oldukları sayısız cinayetleriyle çağrışım yapmakta. Belli ki bu gidişat iyi bir gidişat değil, Yenidünya düzeninin kurucu patronlarının da başını ağrıtıp her tarafı kasıp kavuracak alev topu bir gidişattır bu. Bir zamanlar Osmanlıya hasta adam gözüyle bakan zinde güçler,  şimdi kendileri hasta yatağa düşecek haldeler. Zaten olayları objektif açıdan bakan aklı başında aydınlar da bizim gibi düşünüp beyaz adamın düştüğü bu halini batı medeniyetinin artık son çırpınışları olarak görmekte.  Tabii hal vaziyet böyle olunca ister istemez insanlık yeniden Osmanlı’nın Nizam-ı Âlem modelini hatırlayaraktan  “Ah! Yeni Osmanlı doğa gelse” de bizi bu hal vaziyetten kurtar” dercesine haleti ruhiye içerisinde yolunu beklemekte adeta.  Öyle anlaşılıyor ki insanlık yeniden Osmanlı’nın adaletine hasret duymakta.  Elbette ki Osmanlıyı hatırlamak ve o’nu özlemek güzel bir haslet, ancak şu da var ki geç kalınmış bir özlem duymaktır bu. Bir kere Avrupa öteden beri uygulamaya çalıştığı özgürlükçü politikalarına anarşizmin değirmenine su taşıyacak felsefeleri baş tacı edinerek işe koyulursa olacağı buydu, başka ne beklenebilirdi ki.  Sen misin Makyavelizm’i rehber kabul edip kendini ‘Hükümdar’ gören, işte böyle görürsen “Hiç kimse Şah değil, Hükümdar değil” ya da “Dünya 5’ten büyüktür”  tepkisiyle yüzleşmeye müstahak olursun. Hiç kuşkusuz kılavuzu karga olanın geleceği hazin nokta budur. Bakın, Machiavelli batıya nasıl kılavuz olmuş: “Suçlarında faydalısı, faydasızı var... Tabiatın tek kanunu var: En kuvvetlinin hakkı yalan, hıyanet, sahtekarlık dünyanın her ülkesinde geçer akçe.. Hükümdarlar da halk da kan döker. Sokakta her insan katil adayıdır... Dürüstlük özel hayatta olur, politikanın tek kuralı iktidarın menfaatidir..  İyi kalplilik felakete götürür insanı. Zulüm, yufka yüreklilikten daha az zalimdir. İç savaşları önlemek için üç beş kelle koparmak zulüm değil vazife. Halk yalnız neticeleri görür, vasıtalar ne olursa olsun hoş görülür ve alkışlanır...”  Ne diyelim,  işte görüyorsunuz bu sözler içten pazarlıklı vahşi batının gerçek yüzünü ortaya koymaya yeter artar da.
           Bilhassa içten pazarlıklı oldukları şu 15 Temmuz İhanet Darbe Girişimi sonraki gelişmelerde o kadar net kendini belli etti ki;  meğer batının bir zamanlar ‘Yenidünya düzeni’ sloganına sarılmasının arka planında yatan sis perdesinde, bugüne dek sayısız işlenen cinayetlerin örtbas etmek için bir kılıfmış.  Ama bu kılıfla ört bas edemediler, şimdi ise bir başka taktikle Türkiye’den kaçan hainlerin ürettikleri sahte deliller üzerinden saldırmaktalar. Dedik ya, meğer  ‘Yenidünya düzeni’ söylemi Makyavelizm siyaset modelini esas alan bir kılıf söylemmiş. İşte tüm dünyada bir türlü kan ve gözyaşının dinmemesinin ardında bu Makyavelist yaklaşım yatmaktadır.  Malum çıkarları uğruna çoluk çocuk, yaşlısı genci ayırmaksızın kan dökmeyi mubah gören bir yaklaşımdır. Dahası vahşi batı ruhudur bu.  Batı bu çirkin makyavelist alışkanlığından kurtulamadığı müddetçe ne kendilerine ne de insanlığa huzur getirebilir. Huzurun adresi asla Makyavelizm olamaz, bilakis Osmanlı’nın Nizam-ı âlem modeli insanlığa huzur kaynağı soluk olabilir. Madem öyle,   insanlık iki seçenekten birini seçmek durumdadır;  ya batının aldatıcı oyunlarına aldanıp kendini ‘Anarşi âlem’de bulacak, ya da Osmanlıyı yeniden keşfedip ‘Nizamı âlem’inde huzur bulacaktır.
          Komünizm, kapitalizm, faşizm vs. hepsi Avrupa’nın icadı suni ideolojilerdir. Oysa suni  “izm”lerin temelinde anarşi âlem mayası vardır. Mesela komünizmin mayası icabı insanı üretim aracı yani proletarya görüp burjuvaziye karşı kalkan olarak kullanmak vardır. Kapitalizm’in mayasında ise “Bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” mantığıyla saldım çayıra mevlam kayıra misali habire kargaşalığa çanak tutmakla işi kotarmaya çalışmak vardır.  Peki ya Faşizm’in mayasında ne var? Malum Faşizmin mayasında Mussolini’nin “Bizim doktrinimiz eylemdir”  sözleri her halinden kendini belli ediyor zaten. Kaldı ki faşizmin düşünceye de ihtiyacı yoktur,   tek ihtiyacı polisiye kuvvetlerdir.
            Allah aşkına Batı cenahından şimdiye kadar insanlığın hayrına şöyle adam akıllı bir ideoloji çıktı mı ki şimdi de çıksın.  Bu kafayla nasıl çıksın ki,  baksanıza tarihten bugüne tüm ürettikleri ‘izm’ler kan, gözyaşı ve anarşizm doğurdu hep. Üstelik bu ideolojiler ekonomik darboğazlığı ve işsizliği fırsat bilip birde bunun üstüne sanayileşmenin doğurduğu bir takım sancılardan da yararlanıp öyle ortaya çıkmışlardır. Gerçekten de sahneye çıktıklarında geçici bir süreliğine de olsa meşhur olmuşlarda. Hele insanlık zeril sefil hale bir düşmeye görsün, bir bakmışsın denize düşen yılana sarılır misali umudunu ideolojilere bağlayıp onları kurtuluş simidi görebiliyor. Besbelli ki sisli havalar kanla beslenen ideolojilerin işine yarayıp icabında kitleler nezdinde baş tacı olabiliyor. Tıpkı bir zamanlar komünizmin bir dönem bizim toprağımıza sıçrayıp baş tacı edilerekten başımıza bela olduğu gibi durum yaşanılabiliyor.  Nitekim o günleri yaşayanlar çok iyi bilir ki;  ‘Devrim kanla yazılır’ sloganı gençlerimizi avlayan kapan olmuştur. Neyse ki, komünizm Rusya’da dokuz doğurmasıyla birlikte kominizim tarihin sayalarına gömülüp tamamen paçavra hale dönüştü.  Her ne kadar solcuların elinden bu oyuncak gitse de yinede boş durmayacaklardır.  Hani derler ya çıkmamış candan ümit kesilmez diye, aynen öyle de bu kez sol tüfekler 12 Eylül sonrası kendilerini oyalayacak ‘laisizm'  oyuncağına sarılıp kurtuluş reçetesi olarak göreceklerdir.  Öyle anlaşılıyor ki solcular, başka ellerinde avuçlarında bir şey kalmayınca bir şekilde avunacak suni, sentetik bir şeyler bulabiliyorlar. Adamlar ne yapsınlar baksanıza hayatlarında vahyin soluğundan soluklanmak hiç nasip olmamış ki.  Bu durumda elbette ki suni putlara sarılacaklardır. Nizam-ı âlem ülküsünden bihaber sığ beyinler, akıllarını başlarına toplamadığı müddetçe dün olduğu gibi bugünde suni kavramların kurbanı olup anarşi âlem bataklığında habire debelenip duracaklardır. Ve bu yaşadıkları hazin durum kıyamete dek kaçınılmaz alın yazıları olacak gibide.
           Batı geçmişten ders alır mı bilinmez ama şu bir gerçek sonuçta kendilerinin ürettikleri “izm”ler dönüp dolaşıp kendilerini vurabiliyor. Bir bakmışsın Brüksel’in tam merkezinde bombalar patlayıp can evinden vurulabiliyor. Bakın, ne zaman ki Avrupa aklını başına toplayıp karşı devrim hareketlerinin üzerine şiddetle değil sosyal adalet projeleriyle gitmesini bildi, işte o zaman pek çok meselelerin üstesinden gelebilmişlerdir. Hem şiddetle kim ne bulmuş ki onlarda bulsun.  O halde Machiavelli’nin anarşiyi önlemek için üç beş kelle koparmak sözlerinin pek kıymet harbiyesi yoktur diyebiliriz.  Belli ki nizam ve asayişi sağlamanın en kalıcı çözüm yolu sosyal adalet uygulamalarına ağırlık vermekten geçmekte. Aksi halde anarşi âlem her yerde kol gezmesi kaçınılmazdır.  
         Belki anarşistin, baş kaldırdığı düzene karşı şikâyetlerinde haklı olduğu yanlar olabilir. Fakat bu haklılık ona yakıp yıkma ve kan dökme hakkı vermez,  bunun adı düpedüz anarşizm olur. Her yakıp yıktığı yer,  her akıttığı oluk oluk kanlar ona meşruiyet kazandırmayacaktır,  tam aksine alınlarına kara leke bir hüviyet olarak kazınacaktır. İnsan olmanın onuru olarak meşru yoldan hak talep etmek varken illegal yollardan hak talep etmekte neyin nesi bunu anlamış değiliz.
          Evet,  anarşist tarihin hiç bir döneminde insanlığa nizam getiremedi, getiremez de.  Kaldı ki her bir anarşist ardından sadece içi boş yaldızlı ve parlak sloganlar bırakarak bu dünyadan göç etmekte.  İşte bu noktada uyanık olmak mecburiyetimiz vardır. Hiç kuşkusuz anarşistlerin eline tutuşturulmuş sloganları boşa çıkartacak “Bir elde Kur’an, bir elde Bilgisayar” donanıma haiz nesil yetiştirerek uyanık olacağız. Bunu yapmak varken maalesef geçmişte iş bilmez iktidarlar anarşistin elindeki propaganda malzemeleri almak yerine kanı kanla yıkamak suretiyle daha da kanayan yarayı kangren hale getirmişlerdir. Öyle ki özgürlükleri kısıtlayıcı bir takım uygulamalarla meseleleri daha da çıkmaz hale sokup illegal örgütlerin değirmenine su taşımışlardır. Derken bu tip iş bilmez idareciler birliği dirliği sağlamak yerine, ayrımcı ve ötekileştirici uygulamaları yüzünden anarşi âlemle yüzleşmiş olduk. Hâlbuki iktidar olmuş bir parti ya da liderin yapacağı tek şey öncelikle anarşistin propaganda yoluyla istismar ettiği kaynaklara yasaklayıcı kurallar koymak değil,  demokratik ve nizam-ı âlem çerçevesinde bir dizi kurallarla birliği ve dirliği sağlamak olmalıydı.  Zaten adil iktidar,  adil lider o dur ki;  bu topraklarda yaşayan her insanı Allah’ın mukaddes emaneti görüp ona göre icraat sergileyendir. Kelimenin tam anlamıyla basiret sahibi bir lider, bu doğurgan topraklarda farklılıkları ayrılık değil tıpkı bir kilim üzerine işlenmiş desenler gibi zenginlik olarak görebilen demektir. Nitekim bunun ilk meyvelerini bilhassa 2002 sonrası milletiyle bütünleşen iktidarın icraatında gördükte.  Bu sayede liderinin bir işaretiyle 15 Temmuz Diriliş destanı yazdıkta.  
           Pekâlâ, bizde biliyoruz olağan üstü güvenlik önlemlerin kısa vadede işe yaradığını, ancak bizim asıl aradığımız uzun soluklu, uzun vadede işe yarayacak çözümlerdir. Her şeyden önce şu gerçeği zihnimize iyi kazımak gerekir, düşüncelere pranga vurmakla asla anarşizm önlenemez. İş bilen yöneticinin dikkat etmesi gereken husus düşüncelere pranga koymak değil, düşüncelere açıklama fırsatı tanıyıp anarşizmin elinden silahı alma becerisi göstermek olmalıdır. Zaten bu toprakların insanı öteden beri yasakçı uygulamalardan hep nefret etmiştir. Bu gün olmuş hala necip milletimiz milli şef döneminin o jandarma dipçiği ile yönettiği yılları unutmuş değil. Şayet o dönemlerde özgürlükçü sosyal adalet projelerine ağırlık verilseydi gelinen noktada anarşizm bu denli mesafe kat edemeyecekti.  O dönemlerde Jandarma dipçiği ile toplumu yönettiler de ne oldu, sonunda tıpkı Rusya’da olduğu gibi hem kendileri çöktüler,  hem de yürüttükleri despot politikalar çöktü. Bu demektir ki; faşizan ve milli şef uygulamalar asla payidar olamaz uygulamalardır. Er geç pılını pırtıların toplayıp şeflikleri sona erebiliyor. Bakın örnek aldıkları Avrupa bile epey şeflik ve kanlı ihtilallar geçirmiş bir tarihi dönem yaşadı.  Ta ki,  meselelerin üzerine kaba kuvvetle değil,  sosyal adalet uygulamalarıyla gitmiş, işte o zaman ancak özgür ülke hale gelebilmişlerdir. Çözümü sosyal adalet ve özgürlüklerde görmekle de iyi yaptılar, çünkü anarşizmin istismar kaynakları ancak bu yöntemle kurutabiliyor. Böylece elinde avucunda hiçbir istismar malzemesi kalmayan anarşist, kitleleri harekete geçirmekten aciz hale düşebiliyor.           
         Malum olduğu üzere dünyada bir tek ölüme çare yok,  her şeyin bir çaresi var elbet, o halde çıkmaz kuyularda çözüm aramayalım,  bizim çözüm reçetemiz Nizam-ı âlem’in kültür kodlarında ziyadesiyle mevcut. Bu yüzden avrupayı örnek almamıza da lüzum yoktur.  Nasıl ki, Fatih’in kendini elinde gül ile resimletmesi Nizam-ı âlem sembolü demekse, batılının elinde Roma ruhu baltasıyla kendisini heykeltıraş büst halde göstermesi de anarşi âlemi çağrıştıran bir semboldür. Batı, Roma ruhu baltasıyla nice kıydığı canları unutmuş gözükse de biz unutmuş değiliz. Dolayısıyla ikide bir kalkıp bize özgürlük dersi vermeye kalkışmasınlar,  önce giyotine verdikleri kurbanların hesabını versinler sonrasında gelip insan haklarından ve özgürlükten dem vursunlar. Onların özgürlük, eşitlik, barış,  hümanizm dedikleri şey sadece kendi coğrafi sınırları için geçerli umdelerdir. Hiç kuşkusuz kendi sınırlarının dışına çıktıklarında kazın ayağı hiçte öyle değil,   tam aksine etrafta vahşi batının akıttığı kanları görüyoruz.  Başta da dedik ya,  meğer yenidünya düzeni dedikleri ucube şey,  sayısız işledikleri vahşi cinayetleri gizlemek için söylenmiş bir kılıfmış. Dolayısıyla batılı içinde saklı tuttuğu Roma kılıfı baltasını, yani barbar ruhunu ıslah etmedikçe hiçbir zaman özgürlük, yenidünya düzeni gibi kavramlar içi boş bir balon olmaktan öte bir anlam içermeyecektir.  
         Velhasıl, insanlığın kurtuluşu Roma baltası anarşi âlemde değil, Osmanlıyı üç kıtada adalet güneşi kılan İ’lây-ı Kelimetullah için Nizam-ı âlem ülküsü gülfidanın kokusundadır. O halde gün ümit tazeleme günü deyip, Nizam-ı âlem için kolları sıvamalı.
            Vesselam.

 http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1756/anarsi-lem-mi-nizam-i-lem-mi.html