29 Ekim 2019 Salı

VUKUF-İ ZAMANİ VE HUŞ DER DEM

VUKUF-İ ZAMANİ VE HUŞ DER DEM
            SELİM GÜRBÜZER
       Orhan Gencebay ne de güzel gönül sazın bam teline dokunaraktan 'zaman akıp gider durulmadan' diye meramımızı dile getirmiş. Gerçekten de şöyle geriye dönüp baktığımızda zamanın nasılda bir çırpıda bir su misali akıp gittiğini görüyoruz. Görmek iyi hoşta, ancak ömürden geçen zamanın kıymetini onca yaşanmışlıklardan sonra fark edebildik. Elbette zaman ötelere akmak için var, bizi bekleyecek hali yok ya. Sonuçta o da yüklendiği emrin gereği olarak bir saniye olsun duraksamaksızın kıvrım kıvrım akıp vazifesini icra etmek zorunda.
         Peki ya, müminler olarak bizler ne için varız?  Hiç kuşkusuz bizler ise:
         -Hem  “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd, 112) ayeti mucibince hareket eden Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.v)’in izini iz sürmek için,
        -Hem Ashab-ı Kiramın zamanın ruhuna vakıf halde yaşamak manasına ‘Vukûf-i Zamânì’ için,
           -Hem de nefesimizi boşa tüketmemek manasına ‘Hùş der-dem’ düsturu üzere hayatımızı idame etmek için varız.
            Amma velâkin gel gör ki,  yukarıda belirttiğimiz Ashab-ı Kiram hassasiyetince yaşamak manasına ne zamanın ruhunu yakaladığımız, ne de tükettiğimiz her nefesin hakkını yerine getirdiğimiz söylenebilir. Oysa tüketilen her nefes ve akıp giden zaman ömrümüzden gitmekte. Madem tüketilen zaman ve nefeslerin geri dönüşü yok, o halde hiç olmazsa bundan sonra geriye kalan zaman ve nefesleri zayi etmememiz gerekmez mi? Gerekmekte ne söz, daha fazla oyalanmadan derhal harekete geçip her nefesimizde zarureten çıkarmak zorunda kaldığımız  ‘he’ harfine eşlik etmemiz icab eder. Bu icabı yerine getirmeye mecburuz da. Çünkü  ‘he’ harfinin nefesimizden çıkış içeriği “’  ibaresine karşılık gelen bir zikirdir. Nasıl mı?
          Bakınız bu hususta Şeyh Ebül’-Cinan Necmeddin-i Kübra Hz.leri Fevtihu’l-Cemal adlı risalesinde şöyle der: “Bu zikir canlıların zaruri olarak alıp verdikleri nefesleriyle alakalıdır. Zira nefes alınıp verilirken, canlı ister onun farkında olsun, isterse olmasın Hak Sübhanehù ve Teâlâ’nın gaybet-i hüviyyetine işaret olan ‘he’ harfini söylemiş olur. Allah isminde bulunan ‘he’ harfi de bunun aynısıdır. ‘Elif lam’ takısı, tarif (belirlilik) içindir. ‘Lam’ harfinin şeddeli olması tarifte mübalağa içindir, yoksa ism-i zat hakikatte her nefeste tabii olarak çıkan ‘he’ dir. O ism-i şerifin bulunmadığı hiçbir şey hayatta kalamaz. Öyleyse, akıllı talip Hak Teâlâ’dan hiçbir zaman gafil olmamalıdır. Bu uyanıklık öyle olmalı ki, zâkirin bu harf-i şerifi telaffuz ederken daima Cenâb-ı Hakk’ın hüviyetini hatırda tutması gerekir. Nefesin giriş ve çıkışında talibin vukufiyeti öyle olmalı ki ‘huzur-ı maallah’ keyfiyetinde herhangi bir gevşeme arız olmamalı ve bu manayı korumada o derece gayret sarf etmemeli ki zahmet olmadan bu nisbet gönlünde yer etmelidir. Hatta zorlasa bile bu nisbeti gönlünden çıkarmamalıdır.”
          İşte Şeyh Ebül’-Cinan Necmeddin-i Kübra Hz.lerinin bu müthiş tembihatını hayatımızda uygulayıp her nefesimizi boşa tüketmediğimiz sürece biliniz ki atalarımızın  ‘Vakit nakittir’  sözü bizim için çok büyük anlam ifade edecektir. O halde daha ne duruyoruz,  vakit çok geçmeden her an her saniye  ‘Hù’ diyen nefeslere eşlik etme ve katkı sunma Vakti’dir. Nasıl mı? Mesela günlük hayatımızda malayani konuşmalardan ve haramlardan uzak durarak, günde en az sabah akşam birer saat ‘Hù’ diye inleyen nefesimize kendi cüz-i ihtiyarımız ve bilincimiz doğrultusunda kalbimizden ‘Lafza-i Celal’ zikriyle karşılık verip eşlik etmemiz pekâlâ mümkün. Böylece bu karşılıklı eşleşmeler sayesinde hem ‘Vukuf-i zamani’ düsturunun gereğini yerine getirmiş oluruz, hem de Hùş der-dem’ düsturunun gereğini. Bakınız Gavs-ı Sani (k.s)  zamanını zayi etmemek ve nefesini boşa tüketmemek denen bu iki düstura işlerlik kazandırmak için sofilerine şöyle sohbette bulunmuşlardır: “Tasavvufa girip tevbe ettiğimiz zaman adap ve edeplere mutlaka riayet etmemiz lazım. Sadece bir tevbeyle yetinip evimize çekilmekle bir yere varamayız. Keza her gün bir cüz Kur’an okumamız lazım. Hatme ve rabıtayı ihmal etmemiz lazım. Gece kalkıp mutlaka teheccüd namazlarını kılmamız lazım. Levra teheccüd namazları çok mühimdir. Ki, bunu birinci şafak ile ikinci şafak arasında (her iki tulû’un arasında) ihya etmek lazım. Şayet insan birinci şafakla güneşin doğması arasında sabah namazı kıldıktan sonra yatmayıp zikirle meşgul olsa, Rasullullah (s.a.v) bir hac ve bir umre sevabıyla müjdelemiştir. İşte böylesi bir ecir varken insan bunu nasıl kaçırır doğrusu şaşmamak elde değil. Gerçek sofi devamlı zikir halindedir. Böylelerine zâkir denir. Biz nasıl ki gafletsiz zikir çekmeyin diyorsak onlarda tam tersi oluyor. Yani Onlar istese de gaflete düşmez. Bütün letaifleri çalışır durumda çünkü. Tasavvuf öyle güzel bir şeydir ki, bütün Sadatlarda gördüğümüz şey sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar tavizsiz ve büyük bir titizlikle zikirle ihya etmiş olmalarıdır. Levra her gün bir Hac ve umre sevabı var, bu kaçar mı? Düşünsenize Hacca gidip onca masraf yapıp para veriyoruz da, elbette kaçmaz. Ne güzel bir sevaptır bu. Her kim ki Hac vazifesinin dışında kim birinci şafaktan ikinci şafağa kadar namazı üzerine ayrılmayıp zikirle meşgul olursa,  bizatihi Resulullah (s.a.v) böylesi müminler için;  bir Hac ve bir umre sevabı alır buyurmakta. Madem Resulullah (s.a.v)  buyuruyor, o halde bundan kendimizi niye mahrum tutalım ki. Bu yüzden tek bir tövbeyle yetinmemek lazım gelir. Efendim ben tevbe ettim, benim şeyhim beni kurtaracak. Hayır, hiç öyle bir şey yoktur. Hz. Fatıma annemiz vefat ettiğinde onun mezarı başında ashab toprağa dönüp şöyle seslenir:
       -Ey toprak, sana Resullulah (s.a.v)’in kızı geliyor, Hz. Hasan (r.a) ve Hz. Hüseyin (r.a)’ın annesi sana geliyor.
       Toprak kendi hal lisanıyla şöyle cevap veriyor:
        -Ben şunu bunu bilmem ve tanımam da.  Ben sadece ibadete ve taata bakarım. Buraya kim gelirse gelsin, teati ibadeti yoksa sonuçta ben de Allah’ın bir memuruyum, neyle emr olundumsa onu yapmaya mecburum. İşte bu kıssadan alacağımız ders şudur ki, insanın en büyük güvencesi kendi gayreti, çalışması ve çabasıdır, o halde ahrete iyi hazırlık yapmak gerekir.”
        Ne diyelim, işte görüyorsunuz fırsat bu fırsat, şayet mümkün mertebe hayatımızı  ‘Hayy’dan geldik Hù’ya gider’ bilinç doğrultusunda yaşayıp çene kapadığımızda toprak ancak o zaman tanıyıp bizi bağrına basacaktır. Hele günlük hayatın sadece sabah ve akşamında değil birde vaktin tamamını ‘Vukuf-i zamani’ ve Hùş der-dem’ bilinç doğrultusunda ihya ettiğimizi düşünün, o toprak naçiz bedenimizi çürütmekten hicap duyar da. Zaten Gönül Sultanlarının hayatına şöyle bir göz gezdiriniz ömür boyu her nefes çekişlerini sanki son nefesmiş gibi telakki ettikleri içindir her an ve her salise Allah adını zikretmekten geri durmadıklarını görürsünüz. İşte bu nedenle değil toprak, tüm insanlık Gönül Sultanları bu dünyadan göç ettiklerinde nesiller boyu mezarlarını ziyaretgâh ve merkad haline getirerek onlara büyük hürmet göstermişlerde. Madem öyle, bizlerde sadece hürmeti göç etmiş Gönül Sultanlarına değil, şu an bizimle beraber yaşamakta olan Gönül Sultanlarına da hürmette kusur göstermeyip, hatta onların manevi desteğini de alaraktan Vukuf-i Zamani’nin mana ve ruhuna uygun son nefeste hüsn-i hâtime ile çenemizi bağlamak için gayret göstermemiz gerekir. Aksi halde zamanın mana ve ruhunu teğet geçmiş oluruz. Hem nasıl teğet geçebiliriz ki, bikere ömür boyunca hakkımızda takdir edilmiş nefes sayısı emanet verilmiştir. Bu nedenle son nefes ve son sayı gizli tutulmuştur. Bu demektir ki son nefesimizi nerde, ne zaman ve ne şekilde bağlayacağımızı sadece emanet sahibi Yüce Allah belirliyor. O halde belirlenen bu kutsi emanete sahip çıkmak düşer bize. Şayet emanet edilen zaman ve nefesleri Allah yolunda ve O’nun rızası doğrultusunda harcadıysak ne ala, yok eğer emanete sahip çıkamayıp boşa harcadıysak vay halimize.  Hem de ne vah.
          Öyle anlaşılıyor ki, yüce Allah’ın bizden istediği hakkımızda takdir ettiği tüm nefesleri yerli yerinde kullanıp son nefesimizde ruhumuzu emanet sahibine hüsnü hatime ile teslim etmektir.  Peki, hüsn-i hatime iyi hoşta,  bu nasıl olacak? Elbette ki hayatımızın her anında Yüce Allah’ın bizden istediği kulluk vecibelerini en iyi şekilde yerine getirmekle olacak iştir bu. Öyle ya, madem ömür hayatımızdan bir kuş misali kanatlanıp uçup gitmekte, hem madem her nefesin bir geçmişi, bir bugünü bir de yarını var, o halde bu üç zaman diliminin bir muhasebesini yapıp şu an ki anımıza çeki düzen vermemiz gerekmez mi? Malumunuz artık dün dünde kalmıştır, dünde yaşanmış halimiz için artık elimizden bir şey gelmez,  şimdi önümüzde duran  şu anki halimizin icabına bakmak en doğrusu. Zararın neresinden dönsek kâr kârdır. Zira geçmiş geçmişte kaldı artık, gelecekse daha önümüze gelmeden hazırlanmamız gereken vakittir.
         Nasıl ki günde her öğün midemizin derdine düşüyorsak,  mutlaka kalbin gıdası olan zikrin derdine de düşmemiz icab eder. Midesine vakit ayıran kalbe de pekâlâ vakit ayırabilir. Yok, eğer ne de olsa günah işliyorum benim bir daha iflah olmam mümkün değildir diye düşünülüyorsa, bilinsin ki bu şeytanın büyük bir aldatmacısından başka bir şey değildir. Bir insan günah işliyorsa, Allah (c.c)  buna karşılık da kulu umudunu yitirmesin diye tövbe kapısını açık tutmuştur. Dolayısıyla habire günah işliyorum diye tevbeden geri kalmak gibi bir lüksümüz yoktur. Geçmişte ne olupbittiyse, artık o geçmişte kaldı, şimdi gün bugündür deyip tevbeyle geleceğe kanatlanmalı. Hatta icabında bu da yetmez tövbenin akabinde Vukuf-i Zamani bir ruhla Huş der-dem hale bürünüp ötelere kanat çırpmakta gerekir. Aksi halde kendi kendimizi kandırıp aldananlardan oluruz. Hiç kuşkusuz Yüce Allah (c.c) ruz-i mahşerde kullarını hesaba çekip vaktini nerelerde geçirdiğini, nefeslerini nerelerde, ne şekilde tükettiklerini sorduğunda el mi yaman bey mi yaman her şey apaçık beyan ortaya çıkacaktır Bunun kurtuluşu yok elbet.  Cüneydi Bağdadi (k.s) işte bu nedenle sofilerine  “Vakit sermayeni iyi kullan. O bir kere ele geçer, kaçırdın mı bir daha ele geçmez” uyarısında bulunmaktan kendini alamaz da.
            Evet, vakit deyip geçmeyelim,  bakın Hz. Ali (k.v)  eşi Hz. Fatıma (r.a)’a nasıl bir tembihte bulunmuş: “Sulu ve hafif yemekler yapıver ki çiğneme derdi olmasın, kuru ve sulu yemek arasında elli defa tesbih farkı vardır, yemek başında kalıp hayırlı işlerden geri kalmayalım” (İbn Mâce). Kim bilir aynı sözleri bu günün hanımlarına söylense kesin kocaları için bunamış ve deli diyeceklerdir. Oysa bilmiyorlar ki, Tabiin ulularından Hasan-ı Basrì Hz.leri o dönemin sahabi hassasiyetini şöyle dile getirmekte: “Eğer bu zamanın insanı onları görseydi deli derlerdi, onlarda bizi görselerdi Müslüman demezlerdi.”  Gerçekten de onlar hiç bir zaman ne vakitlerini ne de nefeslerini boşa zayi ediyorlardı, bilakis ibadet ve itaatle geçiriyorlardı. Buna mecburlardı. Çünkü itaat ettikleri Resul-i Ekrem (s.a.v) bizatihi kendisi geceleri züht hayatı, gündüzün ise tebliğ hayatı yaşıyordu. Nitekim Hz. Ayşe annemiz bu duruma şöyle şahitlik eder de: Bir gece uyandığımda baktım Allah’ın Resulü yanımda yok, kendi kendime herhalde diğer eşlerinin yanına gitmiştir diye hayıflandım, meğer mescide vardığımda birde ne görüyüm iki büklüm secdeye kapanmış halde Allah’ı anıyor, böylece kıskançlık duygularımın gereksiz olduğunu anladım.
        Maalesef günümüze geldiğimiz de içler acısı bir tabloyla karşı karşıyayız.  İnsanların ne Vukuf-i zamani diye bir derdi var, ne de Huş der-dem hal üzere olmak derdi var.  Umurunda bile değiller. Artık etrafımız öyle bir hal almış ki keyfine göre yaşamak biricik değermiş gibi kutsanmış durumda. Bakalım bu içler acısı tablo nereye kadar sürer. Oysa boşa tüketilen her nefes ve tüketilen her boş vakit ömür sermayesinden gidiyor. Üstelik bu dünyadan giden bir daha dönmüyor da. İşte bu noktada,  hele bilhassa bir yakınımızın kaybettiğimizde  ‘Bu gün Allah için ne yaptın’ sorusu aklımıza düşmezde değil. Zira Resul-i Ekrem (s.a.v) “İki günü eşit kılan ziyandadır” diye beyan buyurmakta, nasıl aklımıza düşmesin ki. Dolayısıyla kendi selametimiz açısından vaktimizin her anını iyi değerlendirmeye mecburuz. Bakmayın siz öyle vurdumduymaz bir takım aklı evvel kişilerin ‘Aman ne acelesi var, önümüzde daha çok vakit var, hayatın tadını çıkarmaya bak’ demelerine. Malum bu tür sözleri ancak nefsin isteklerine boyun eğmiş insanlar söyleyebilir. Hiçte kazın ayağı öyle değil, oysa Peygamberimiz (s.a.v) hayırlı işlerde acele edin buyuruyor.  N e diyelim, onlar hayatın tadını çıkara dursunlar biz en iyisi mi Hâce Bahaeddin Nakşibend (k.s)’ın şu müthiş öğüdünü kulağımıza küpe yapıp sohbetimizi böylece bağlamış olalım.
       Bakın Şah-ı Nakşibend (k.s) ne diyor: “Bu yolda işin temeli, nefesi korumak üzerine kurulmuştur. Yani bütün gücü nefesi korumaya yöneltmek ve her nefeste huzur içinde almaya hasretmek gerekir. İçinde bulunduğun ânı en iyi şekilde değerlendirmen, seni geçmişi hatırlamak ve geleceği düşünerekten uzak tutarak nefesi boşa harcamanı önler. Nefes alıp verirken ve ikisi arasında onu koru ki, nefes gafletle aşağıya gidip yukarıya çıkmasın.”

       Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3498/vukuf-i-zamani-ve-hus-der-dem.html 

22 Ekim 2019 Salı

SEFER DER VATAN



            SEFER DER VATAN
           SELİM GÜRBÜZER
          İlk sefer yolculuğumuz. Mülk âleminde Âdem (a.s)’ın topraktan yaratılan bedenine ruhun üflenmesiyle başladı. Besbelli ki ‘O’ndan geldik, yine dönüş O’nadır’ hükmün tâ kendisi bir yolculuktur bu. Zaten yaratılış gayemizde bunu gerektirir. Ve bu ulvi gaye gereği Hz. Âdem (a.s)’ın eğe kemiğinden Havva anamızın vücut bulmasıyla birlikte insan nesli kıyamete dek hem çoğalsın hem de imtihandan geçsin diye çift yaratılmışız da.
          Hz. Adem (a.s) daha henüz dünyaya sefer eylemeden önceki vatanı cennet yurdudur. Tâ ki Âdem (a.s) imtihana tabi tutulup yasaklanmış ağacın meyvesinden yiyiverir, işte o an Havva anamızla birlikte soluğu dünya yurdunda alırlar. İlginçtir dünya yurduna savrulduklarında uzun bir süre bir araya gelemezler de. Ne zaman ki, Âdem (a.s)’ın yıllarca gözyaşı seli içerisinde çok büyük pişmanlıkla yaptığı tövbeleri Yüce Allah’ın dergâhı ilahi katında karşılık bulur,  işte o gün hem Hac emri doğrultusunda Arafat’a seyrüsefer eyleyip vakfeye durulur hem de Havva anamızla büyük buluşma gerçekleşir. Derken bu büyük buluşmayla birlikte zürriyetlerinden çoğalacak Âdem neslini bir imtihan süreci de bekler. Neyse ki beklenen bu imtihan sürecinin hemen başında daha henüz dünyaya ilk adım atmadan öncesi anne karnında geçirilen dokuz aylık seyrüsefer süreçte bu uygulanmaz. Uygulanmaması da gayet tabii bir durumdur. Zira anne karnı da tıpkı Âdem (a.s) ve Havva anamızın bir zamanlar gamdan tasadan uzak hayat geçirdikleri asli vatan cennet yurdu gibi bir duraktır burası. Her ne kadar bu durağın bazı safhaları insanın dünyada geçireceği fiziki gelişim evreleriyle benzerlik arz etse de sonuçta anne karnı imtihandan geçmek için konaklanan bir yurt değildir. Nasıl ki Yüce Allah’ın; “...Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır, İşte bu Rabbiniz olan Allah’tır” (Zümer, 6) diye beyan buyurduğu şekliyle anne karnındaki embriyolojik gelişimimiz önce ‘endoderm, mezoderm, ektoderm’ safhalarına, sonrada doku ve organ safhalarına geçişimizle seyrüseferimiz son bulduysa, aynen dünya rahminde de ‘bebeklik, çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık’ safhalarının herhangi bir aşamasında  seyrüseferimizin son bulacağı muhakkak.
          Düşünsenize misafir olarak geldiğimiz şu fani dünyada sadece bebeklik ve çocukluk evrelerinden sorumlu değiliz. Ama bizim iyi yetişmemiz açısından bu evredeki sorumluluk tamamen ebeveynlerimizin üzerine yüklenmiştir. Nitekim akıl baliğ olunduğunda kimi ebeveynlerin evlatları tercihini zilletten yana kullanırken, kimi ebeveynlerin evlatları da ‘Sefer der vatan’ aşkıyla tercihini hakikatten yana kullanacaktır. Bu demektir ki, birinciler hayatların zindana çevirerekten ömür törpülerken, ikincilerse hayatını gülistan eyleyerekten seyrüseferlerini hüsnü hatimeyle nihayetlendirirler. Nitekim Gavs-ı Sani (k.s) şöyle der: “Kalp bir çocuk gibidir, kalbe ne öğretirsen o da onu söyler. Yeni dillenen çocuğa mama,  baba demeyi öğretirsen kalbe de ‘Allah, Allah’ demeyi öğretmen gerekir. Dahası o çocuğun ağzının olduğunu düşünüp ‘Allah’ demeye zorlayacaksın Çok değil üç ay, beş ay sonra bir bakmışsın kalbi ‘Allah’ demeye başlar bile. Dolayısıyla gayret etmek lazım gelir.”
          Ne diyelim, işte görüyorsunuz, ne mutlu dünyada iken hayatını gülistan eyleyenlere ki, asli vatan cennet yurtlarına kavuşmak için aşkla muhabbetle yana yana kıyamet saatini beklemekteler. Ki, böylesi müminler toprak altında, yani kabirde de olsalar ‘Sefer der-vatan’ tutkusu onlar için kıyamete dek hiç sönmeyen aşk meşalesi duygu selidir. Öyle ya, madem toprağın altında değil toprağın üstündeyiz, o halde tez elden azığımızı hazırlayıp ‘Sefer der-vatana’ koyulmak varken avare avare oyalanmak niye? Oysa gün bugündür. Hele ki, söz konu Sefer der-vatansa pek oyalanmaya ve ihmale gelmez de. Öyle ki, bu kutsi yolculuk sanki çeyizini hazırlamış telli duvaklı nazlı gelin misali tez elden Mevlana’ca ‘Şeb-i Arus’ beyaz kefenimizi giymeyi gerektirir de. Nasıl mı? Elbette ki, her dem ve her saniye yücelerden gelen sefer emrin gereği günahlardan uzaklaşmak, kalbi hastalıklardan arınma ve tüm kötülüklere karşı siper vaziyeti almak suretiyle manevi çeyizimizi hazırlamış oluruz. Bakınız şöyle Hak yolcularının şöyle Seyrüsefer yolculuk öykülerine, hayattayken adımlarını ‘Sefer der vatan’ adım üzere attıklarını görürüz hep. Şayet bizlerde Hak yolcularının yollarını yol, izlerini iz bilirsek, biliniz ki bu öykü de, bu kütükte bizlere de yer ayıracaklardır. Buna inancımız tam da. Yeter ki, heybelerimize doldurdukları manevi azıkları ve manevi ikramları daha yola çıkmadan dökmeyelim, bak o zaman inşallah Sadatların himmet ve bereketiyle bizim için yollar kısalır da. Kaldı ki bezm-i eleste başlayan bu yolculuk dünyada devam etti etmesine ama gelinen noktada ahrete az bir zamanımız kalmış diyebiliriz de,  bu nedenle elimizi ne kadar çabuk tutarsak o kadar faydamıza.  Oldu ya,  ağırdan alıp, ha bugün ha yarın dersek bir bakmışsın ecel kapımıza dayandığında artık son pişmanlık fayda vermeyip iş işten geçmiş olacaktır. En iyisi mi biz bugünün işini yarına bırakmayalım, derhal hiç vakit kaybetmeden gerçek manada muhacir olmaya bakalım. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) “Gerçek muhacir Allah Teâlâ’nın yasakladığı haram işlerden kaçınan kimsedir” buyurmakta. İşte hicret yolculuğu bu hadis-i şerifin özünde gizlidir.
           Şu bir gerçek,  dünyada iken hakikate gözünü, kulağını ve dilini kapayanlar ferasetten yoksun kör, sağır ve dilsiz insanlar gibidirler. Böyleleri çıplak gözle her şeyi gördüğünü, işittiğini, konuştuğunu zannede dursunlar aslında kazın ayağı hiçte öyle değil. Asıl görenler, asıl işitenler, asıl hakikati haykıranlar ve asıl Sefer der-vatan canlar şu hadis-i kudsi’nin sırrına mazhar olanlardır: “Bir kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha güzel bir şeyle yaklaşmamıştır. Kulum nafile ibadetleriyle de devamlı bana yaklaşır. Nihayet onu severim. Ben kulumu sevince onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum (kendisine verdiğim özel nur ve yetkiyle artık)  o benimle görür, benimle işitir,  benimle konuşur, benimle tutar, benimle yürür. Benden bir şey isterse veririm. Bana sığınırsa himaye ederim” (Buhari, İbnu Mace).
             Şayet bu hadis-i kudsi ile şereflenenlerin dışındakiler bir nebzede olsa hakikat yolunda kanat çırpmış olsalardı  hiç şüphesiz onlarda Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu  “Bu yolda bir adım atana en az on adım karşılık verilir, yürüyerek gidenlere de Allah’ın rahmeti koşarak gelir” (Buhari, Müslim) müjdesine mazhar olan Salih kullardan olacaklardı. Yine de Yüce Allah (c.c) her şeye rağmen rahmetiyle affına mazhar olacak kulları için bir umut çıkışı kapısı olarak kıyamet günü meleklerine şöyle ferman buyuracaktır: “Dünyada bir gün olsun beni zikreden veya bir makamda benden korkan kimseyi ateşten çıkarın” (Buhari).  Derken seyrüsefer yolunda ömründe bir kez Allah’ı zikretmiş bir kul bile bu ferman sayesinde aklanıp nihayetinde varacağı en son menzil yurdu cennet vatan olacaktır.
         Anlaşılan o ki, asıl seyrüsefer yolcusu yolun başından sonsuzluğa uzanabilendir. Aslında Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeru” dediği yolculuktur bu. Nitekim tasavvufta “Fenâ-fi’ş-şeyh, Fenâ-fir’r-rasûl, Fenâ-fi’llâh ve Bekâ-billâh”  mertebelerini aşmakla bu yolculuğa vakıf olunabiliyor zaten. Hele sonsuzluğa vurgun bir salik, seyru süluk mertebelerini bir bir aşmaya görsün, bir bakmışsın o seyrüsefer yolcusu salik Muhabbetullah ve Marifetullah ilmine vakıf olmanın yanı sıra Yüce Allah’ın kudret, azamet ve rahmet tecellilerini seyretmekten kendini alamaz da. Yeter ki, salik bu manevi seyrüsefer yolculuğunun başlangıcında kararlı olsun, onu ne dünya malı, ne dünya hırsı, ne de dünya makamları yolundan alıkoyabilir. Böylece bu kararlılık sayesinde kendini dünya ihtiraslarından arındıracağı gibi halktan Hakk’a, mülk âleminden melekût âlemine, ilm’el yakin mertebesinden ayn’el yakin mertebelerine yükselip seyrüsefer eyler bile. Nitekim Ebu Osman el Mağribi Hz.leri bu hususta şöyle beyan buyurmuşlardır: ”Salik, heva ve hevesini terk edip Allah’a ibadet ve taata dönmelidir. Zira ‘Sefer der-vatan’ sözüyle kastedilen, bir memleketten diğer bir memlekete yolculuk etmek değildir,  bilakis insanın iç âleminden Alla-u Zülcelâl’a vuslatıdır. Salik, bir mürşidi kâmil bulduğu zaman, zahiri yolculuğu bırakıp batınì yolculuğa başlar.”  
         Gerçektende bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere Seyr u süluk yolcusu bir salik “Ben Rabbime gidiyorum” (Saffat, 99) diyen Hz. İbrahim (a.s) gibi her adımda ‘Nazar ber kadem’ düsturunca Rabbine seyri sefer yapmakta olduğunun idrakiyle hareket ettiği anlaşılmaktadır.  Nasıl öyle anlaşılmasın ki, bikere ‘Sefer der-vatan’ asli vatana yolculuk demektir. Hatta bundan da öte Seyr-i ilâllah (Hakka sefer), Seyr-i fillâh (Hak’ta Hak ile sefer) ve Seyr-i anillâh-i billâh’a (Hak’la birlikte Hak’tan sefer) yol almanın adıdır bu yolculuk.
             Vesselam.