VUKUF-İ ZAMANİ VE HUŞ DER DEM
SELİM
GÜRBÜZER
Orhan Gencebay ne de güzel gönül sazın bam
teline dokunaraktan 'zaman akıp gider durulmadan'
diye meramımızı dile getirmiş. Gerçekten de şöyle geriye dönüp baktığımızda zamanın
nasılda bir çırpıda bir su misali akıp gittiğini görüyoruz. Görmek iyi hoşta, ancak
ömürden geçen zamanın kıymetini onca yaşanmışlıklardan sonra fark edebildik. Elbette
zaman ötelere akmak için var, bizi bekleyecek hali yok ya. Sonuçta o da
yüklendiği emrin gereği olarak bir saniye olsun duraksamaksızın kıvrım kıvrım
akıp vazifesini icra etmek zorunda.
Peki
ya, müminler olarak bizler ne için varız? Hiç kuşkusuz bizler ise:
-Hem “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd, 112)
ayeti mucibince hareket eden Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.v)’in izini iz sürmek
için,
-Hem Ashab-ı Kiramın zamanın ruhuna
vakıf halde yaşamak manasına ‘Vukûf-i Zamânì’
için,
-Hem de nefesimizi boşa tüketmemek
manasına ‘Hùş der-dem’ düsturu üzere
hayatımızı idame etmek için varız.
Amma velâkin gel gör ki, yukarıda belirttiğimiz Ashab-ı Kiram hassasiyetince
yaşamak manasına ne zamanın ruhunu yakaladığımız, ne de tükettiğimiz her nefesin
hakkını yerine getirdiğimiz söylenebilir. Oysa tüketilen her nefes ve akıp giden
zaman ömrümüzden gitmekte. Madem tüketilen zaman ve nefeslerin geri dönüşü yok,
o halde hiç olmazsa bundan sonra geriye kalan zaman ve nefesleri zayi etmememiz
gerekmez mi? Gerekmekte ne söz, daha fazla oyalanmadan derhal harekete geçip her
nefesimizde zarureten çıkarmak zorunda kaldığımız ‘he’
harfine eşlik etmemiz icab eder. Bu icabı yerine getirmeye mecburuz da. Çünkü ‘he’ harfinin nefesimizden çıkış içeriği “Hû’ ibaresine karşılık gelen bir zikirdir. Nasıl
mı?
Bakınız bu hususta Şeyh Ebül’-Cinan
Necmeddin-i Kübra Hz.leri Fevtihu’l-Cemal adlı risalesinde şöyle der: “Bu zikir
canlıların zaruri olarak alıp verdikleri nefesleriyle alakalıdır. Zira nefes
alınıp verilirken, canlı ister onun farkında olsun, isterse olmasın Hak Sübhanehù
ve Teâlâ’nın gaybet-i hüviyyetine işaret olan ‘he’ harfini söylemiş olur. Allah isminde bulunan ‘he’ harfi de bunun aynısıdır. ‘Elif
lam’ takısı, tarif (belirlilik) içindir. ‘Lam’ harfinin şeddeli olması tarifte
mübalağa içindir, yoksa ism-i zat hakikatte her nefeste tabii olarak çıkan ‘he’ dir. O ism-i şerifin bulunmadığı
hiçbir şey hayatta kalamaz. Öyleyse, akıllı talip Hak Teâlâ’dan hiçbir zaman
gafil olmamalıdır. Bu uyanıklık öyle olmalı ki, zâkirin bu harf-i şerifi
telaffuz ederken daima Cenâb-ı Hakk’ın hüviyetini hatırda tutması gerekir.
Nefesin giriş ve çıkışında talibin vukufiyeti öyle olmalı ki ‘huzur-ı maallah’
keyfiyetinde herhangi bir gevşeme arız olmamalı ve bu manayı korumada o derece
gayret sarf etmemeli ki zahmet olmadan bu nisbet gönlünde yer etmelidir. Hatta
zorlasa bile bu nisbeti gönlünden çıkarmamalıdır.”
İşte Şeyh Ebül’-Cinan Necmeddin-i
Kübra Hz.lerinin bu müthiş tembihatını hayatımızda uygulayıp her nefesimizi
boşa tüketmediğimiz sürece biliniz ki atalarımızın ‘Vakit nakittir’ sözü bizim için çok büyük anlam ifade
edecektir. O halde daha ne duruyoruz, vakit
çok geçmeden her an her saniye ‘Hù’
diyen nefeslere eşlik etme ve katkı sunma Vakti’dir. Nasıl mı? Mesela günlük
hayatımızda malayani konuşmalardan ve haramlardan uzak durarak, günde en az sabah
akşam birer saat ‘Hù’ diye inleyen nefesimize kendi cüz-i ihtiyarımız ve bilincimiz
doğrultusunda kalbimizden ‘Lafza-i Celal’ zikriyle karşılık verip eşlik etmemiz
pekâlâ mümkün. Böylece bu karşılıklı eşleşmeler sayesinde hem ‘Vukuf-i zamani’ düsturunun gereğini
yerine getirmiş oluruz, hem de Hùş
der-dem’ düsturunun gereğini. Bakınız Gavs-ı Sani (k.s) zamanını zayi etmemek ve nefesini boşa
tüketmemek denen bu iki düstura işlerlik kazandırmak için sofilerine şöyle
sohbette bulunmuşlardır: “Tasavvufa girip tevbe ettiğimiz zaman adap ve
edeplere mutlaka riayet etmemiz lazım. Sadece bir tevbeyle yetinip evimize
çekilmekle bir yere varamayız. Keza her gün bir cüz Kur’an okumamız lazım. Hatme
ve rabıtayı ihmal etmemiz lazım. Gece kalkıp mutlaka teheccüd namazlarını
kılmamız lazım. Levra teheccüd namazları çok mühimdir. Ki, bunu birinci şafak
ile ikinci şafak arasında (her iki tulû’un arasında) ihya etmek lazım. Şayet
insan birinci şafakla güneşin doğması arasında sabah namazı kıldıktan sonra yatmayıp
zikirle meşgul olsa, Rasullullah (s.a.v) bir hac ve bir umre sevabıyla
müjdelemiştir. İşte böylesi bir ecir varken insan bunu nasıl kaçırır doğrusu
şaşmamak elde değil. Gerçek sofi devamlı zikir halindedir. Böylelerine zâkir
denir. Biz nasıl ki gafletsiz zikir çekmeyin diyorsak onlarda tam tersi oluyor.
Yani Onlar istese de gaflete düşmez. Bütün letaifleri çalışır durumda çünkü. Tasavvuf
öyle güzel bir şeydir ki, bütün Sadatlarda gördüğümüz şey sabah namazından
sonra güneş doğuncaya kadar tavizsiz ve büyük bir titizlikle zikirle ihya etmiş
olmalarıdır. Levra her gün bir Hac ve umre sevabı var, bu kaçar mı? Düşünsenize
Hacca gidip onca masraf yapıp para veriyoruz da, elbette kaçmaz. Ne güzel bir
sevaptır bu. Her kim ki Hac vazifesinin dışında kim birinci şafaktan ikinci
şafağa kadar namazı üzerine ayrılmayıp zikirle meşgul olursa, bizatihi Resulullah (s.a.v) böylesi müminler
için; bir Hac ve bir umre sevabı alır
buyurmakta. Madem Resulullah (s.a.v) buyuruyor, o halde bundan kendimizi niye mahrum
tutalım ki. Bu yüzden tek bir tövbeyle yetinmemek lazım gelir. Efendim ben
tevbe ettim, benim şeyhim beni kurtaracak. Hayır, hiç öyle bir şey yoktur. Hz. Fatıma
annemiz vefat ettiğinde onun mezarı başında ashab toprağa dönüp şöyle seslenir:
-Ey toprak, sana Resullulah (s.a.v)’in kızı
geliyor, Hz. Hasan (r.a) ve Hz. Hüseyin (r.a)’ın annesi sana geliyor.
Toprak kendi hal lisanıyla şöyle cevap
veriyor:
-Ben şunu bunu bilmem ve tanımam da. Ben sadece ibadete ve taata bakarım. Buraya kim
gelirse gelsin, teati ibadeti yoksa sonuçta ben de Allah’ın bir memuruyum,
neyle emr olundumsa onu yapmaya mecburum. İşte bu kıssadan alacağımız ders
şudur ki, insanın en büyük güvencesi kendi gayreti, çalışması ve çabasıdır, o
halde ahrete iyi hazırlık yapmak gerekir.”
Ne diyelim, işte görüyorsunuz fırsat bu
fırsat, şayet mümkün mertebe hayatımızı ‘Hayy’dan
geldik Hù’ya gider’ bilinç doğrultusunda yaşayıp çene kapadığımızda toprak ancak
o zaman tanıyıp bizi bağrına basacaktır. Hele günlük hayatın sadece sabah ve
akşamında değil birde vaktin tamamını ‘Vukuf-i zamani’ ve Hùş der-dem’ bilinç doğrultusunda ihya ettiğimizi düşünün, o toprak
naçiz bedenimizi çürütmekten hicap duyar da. Zaten Gönül Sultanlarının hayatına şöyle bir göz gezdiriniz ömür
boyu her nefes çekişlerini sanki son nefesmiş gibi telakki ettikleri içindir her
an ve her salise Allah adını zikretmekten geri durmadıklarını görürsünüz. İşte
bu nedenle değil toprak, tüm insanlık Gönül Sultanları bu dünyadan göç ettiklerinde
nesiller boyu mezarlarını ziyaretgâh ve merkad haline getirerek onlara büyük hürmet
göstermişlerde. Madem öyle, bizlerde sadece hürmeti göç etmiş Gönül
Sultanlarına değil, şu an bizimle beraber yaşamakta olan Gönül Sultanlarına da
hürmette kusur göstermeyip, hatta onların manevi desteğini de alaraktan Vukuf-i
Zamani’nin mana ve ruhuna uygun son nefeste hüsn-i hâtime ile çenemizi bağlamak
için gayret göstermemiz gerekir. Aksi halde zamanın mana ve ruhunu teğet geçmiş
oluruz. Hem nasıl teğet geçebiliriz ki, bikere ömür boyunca hakkımızda takdir
edilmiş nefes sayısı emanet verilmiştir. Bu nedenle son nefes ve son sayı gizli
tutulmuştur. Bu demektir ki son nefesimizi nerde, ne zaman ve ne şekilde bağlayacağımızı
sadece emanet sahibi Yüce Allah belirliyor. O halde belirlenen bu kutsi emanete
sahip çıkmak düşer bize. Şayet emanet edilen zaman ve nefesleri Allah yolunda ve
O’nun rızası doğrultusunda harcadıysak ne ala, yok eğer emanete sahip çıkamayıp
boşa harcadıysak vay halimize. Hem de ne
vah.
Öyle anlaşılıyor ki, yüce Allah’ın bizden
istediği hakkımızda takdir ettiği tüm nefesleri yerli yerinde kullanıp son
nefesimizde ruhumuzu emanet sahibine hüsnü hatime ile teslim etmektir. Peki, hüsn-i hatime iyi hoşta, bu nasıl olacak? Elbette ki hayatımızın her
anında Yüce Allah’ın bizden istediği kulluk vecibelerini en iyi şekilde yerine getirmekle
olacak iştir bu. Öyle ya, madem ömür hayatımızdan bir kuş misali kanatlanıp
uçup gitmekte, hem madem her nefesin bir geçmişi, bir bugünü bir de yarını var,
o halde bu üç zaman diliminin bir muhasebesini yapıp şu an ki anımıza çeki
düzen vermemiz gerekmez mi? Malumunuz artık dün dünde kalmıştır, dünde yaşanmış
halimiz için artık elimizden bir şey gelmez, şimdi önümüzde duran şu anki halimizin icabına bakmak en doğrusu.
Zararın neresinden dönsek kâr kârdır. Zira geçmiş geçmişte kaldı artık, gelecekse
daha önümüze gelmeden hazırlanmamız gereken vakittir.
Nasıl ki günde her öğün midemizin
derdine düşüyorsak, mutlaka kalbin gıdası
olan zikrin derdine de düşmemiz icab eder. Midesine vakit ayıran kalbe de pekâlâ
vakit ayırabilir. Yok, eğer ne de olsa günah işliyorum benim bir daha iflah
olmam mümkün değildir diye düşünülüyorsa, bilinsin ki bu şeytanın büyük bir
aldatmacısından başka bir şey değildir. Bir insan günah işliyorsa, Allah (c.c) buna karşılık da kulu umudunu yitirmesin diye tövbe
kapısını açık tutmuştur. Dolayısıyla habire günah işliyorum diye tevbeden geri
kalmak gibi bir lüksümüz yoktur. Geçmişte ne olupbittiyse, artık o geçmişte
kaldı, şimdi gün bugündür deyip tevbeyle geleceğe kanatlanmalı. Hatta icabında bu
da yetmez tövbenin akabinde Vukuf-i Zamani bir ruhla Huş der-dem hale bürünüp
ötelere kanat çırpmakta gerekir. Aksi halde kendi kendimizi kandırıp
aldananlardan oluruz. Hiç kuşkusuz Yüce Allah (c.c) ruz-i mahşerde kullarını
hesaba çekip vaktini nerelerde geçirdiğini, nefeslerini nerelerde, ne şekilde
tükettiklerini sorduğunda el mi yaman bey mi yaman her şey apaçık beyan ortaya
çıkacaktır Bunun kurtuluşu yok elbet. Cüneydi
Bağdadi (k.s) işte bu nedenle sofilerine “Vakit sermayeni iyi kullan. O bir kere ele
geçer, kaçırdın mı bir daha ele geçmez” uyarısında bulunmaktan kendini alamaz
da.
Evet, vakit deyip geçmeyelim, bakın Hz. Ali (k.v) eşi Hz. Fatıma (r.a)’a nasıl bir tembihte
bulunmuş: “Sulu ve hafif yemekler yapıver ki çiğneme derdi olmasın, kuru ve
sulu yemek arasında elli defa tesbih farkı vardır, yemek başında kalıp hayırlı
işlerden geri kalmayalım” (İbn Mâce). Kim bilir aynı sözleri bu günün hanımlarına
söylense kesin kocaları için bunamış ve deli diyeceklerdir. Oysa bilmiyorlar ki,
Tabiin ulularından Hasan-ı Basrì Hz.leri o dönemin sahabi hassasiyetini şöyle
dile getirmekte: “Eğer bu zamanın insanı onları görseydi deli derlerdi, onlarda
bizi görselerdi Müslüman demezlerdi.” Gerçekten
de onlar hiç bir zaman ne vakitlerini ne de nefeslerini boşa zayi ediyorlardı, bilakis
ibadet ve itaatle geçiriyorlardı. Buna mecburlardı. Çünkü itaat ettikleri Resul-i
Ekrem (s.a.v) bizatihi kendisi geceleri züht hayatı, gündüzün ise tebliğ hayatı
yaşıyordu. Nitekim Hz. Ayşe annemiz bu duruma şöyle şahitlik eder de: Bir gece
uyandığımda baktım Allah’ın Resulü yanımda yok, kendi kendime herhalde diğer
eşlerinin yanına gitmiştir diye hayıflandım, meğer mescide vardığımda birde ne
görüyüm iki büklüm secdeye kapanmış halde Allah’ı anıyor, böylece kıskançlık
duygularımın gereksiz olduğunu anladım.
Maalesef günümüze geldiğimiz de içler acısı
bir tabloyla karşı karşıyayız. İnsanların
ne Vukuf-i zamani diye bir derdi var, ne de Huş der-dem hal üzere olmak derdi
var. Umurunda bile değiller. Artık
etrafımız öyle bir hal almış ki keyfine göre yaşamak biricik değermiş gibi kutsanmış
durumda. Bakalım bu içler acısı tablo nereye kadar sürer. Oysa boşa tüketilen
her nefes ve tüketilen her boş vakit ömür sermayesinden gidiyor. Üstelik bu
dünyadan giden bir daha dönmüyor da. İşte bu noktada, hele bilhassa bir yakınımızın kaybettiğimizde
‘Bu gün Allah için ne yaptın’ sorusu aklımıza
düşmezde değil. Zira Resul-i Ekrem (s.a.v) “İki günü eşit kılan ziyandadır” diye beyan buyurmakta, nasıl
aklımıza düşmesin ki. Dolayısıyla kendi selametimiz açısından vaktimizin her
anını iyi değerlendirmeye mecburuz. Bakmayın siz öyle vurdumduymaz bir takım aklı
evvel kişilerin ‘Aman ne acelesi var, önümüzde daha çok vakit var, hayatın tadını
çıkarmaya bak’ demelerine. Malum bu tür sözleri ancak nefsin isteklerine boyun
eğmiş insanlar söyleyebilir. Hiçte kazın ayağı öyle değil, oysa Peygamberimiz
(s.a.v) hayırlı işlerde acele edin buyuruyor. N e diyelim, onlar hayatın tadını çıkara
dursunlar biz en iyisi mi Hâce Bahaeddin Nakşibend (k.s)’ın şu müthiş öğüdünü
kulağımıza küpe yapıp sohbetimizi böylece bağlamış olalım.
Bakın Şah-ı Nakşibend (k.s) ne diyor:
“Bu yolda işin temeli, nefesi korumak üzerine kurulmuştur. Yani bütün gücü
nefesi korumaya yöneltmek ve her nefeste huzur içinde almaya hasretmek gerekir.
İçinde bulunduğun ânı en iyi şekilde değerlendirmen, seni geçmişi hatırlamak ve
geleceği düşünerekten uzak tutarak nefesi boşa harcamanı önler. Nefes alıp
verirken ve ikisi arasında onu koru ki, nefes gafletle aşağıya gidip yukarıya
çıkmasın.”
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3498/vukuf-i-zamani-ve-hus-der-dem.html