NAZAR BER KADEM
SELİM GÜRBÜZER
Abdûlhâlik-ı
Gücdûvani (k.s)’ın
Hâcegân yolunda ilerlemek için on bir madde olarak belirlediği usullerden
biride ‘gözle sağa sola bakmak değil, kendi ayağımızın ucuna bakaraktan adım
atmak’ ve ‘başkalarının kusurlarını gözlemlemek
değil kendi kusurlarımızı gidermenin derdiyle yol almak’ usulüdür. Ki,
tasavvufta bu usul ‘Nazar ber-kadem’ düsturu olarak karşılık
bulur. Hiç kuşkusuz tasavvufta karşılık
bulan bu usulün kaynağı bizatihi Resûlullah (s.a.v)’in kendisidir. Nitekim Rabbül Âlemin, Habib’ini Miraçla huzuruna aldığında şöyle över:
-O’nun gözü bir lahza olsun sağa sola
kaymadı.
İşte ‘Nazar ber kadem’ düsturu ve usulü budur. Zaten O’nun sağa sola bakmaktan
hayâ duyan bu adabıdır ki, tüm peygamberler arasında en sevilmiş ve en seçilmiş
Nebi olmasına yetmiştir. Keza Allah’ın
huzurunda el pençe divan duruşuyla da en seçilmiş, en sevilmiş ve en karakter
abidesi âlemlere rahmet bir peygamberdir O. Madem öyle, ümmeti olarak bize
O’nun ahlakıyla ahlaklanmak düşer. Öyle ahlaki karakter kişilik edinmemiz
gerekir ki, O’nun izini iz sürdüğümüzde kendimizi bir hiç olarak görmek
gerekir, her ne varsa Peygamber ahlakında var deyip öyle yola koyulmalı. Bakın bu hususta
Seyyid Sıbğatullahi Arvasi (k.s) sofilerine
nasıl bir tavsiyede bulunuyorlar: “Sofi tavus kuşu gibi olmalıdır. Tavus kuşu
ayaklarının siyahlığına bakar. Vücudunun ne kadar rengârenk güzel olduğuna
bakmaz. Sofi de kendi iyi haline bakmamalı, yaptığı amellerine güvenmemeli.
İyiliği görmek ve amellere güvenmek kibir ve gururlanmaya sebep olur. Yaradılmışlar
arasındaki bütün manevi olgunluk, Allah Teâlâ’nın kemâlâtının bir yansımasıdır.
İnsanın bunu kendinden kaynaklandığını düşünmesi bir kusur olur” (Bkz.
Minah-5).
İşte bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere bir salikin tasavvufta
ilerleyebilmesi için ilk evvela harama nazar etmemesi ve gözünü mümkün mertebe etraftan
sakınıp ayağının ucuna bakaraktan adımlarını atması gerekir. Zira öyle bir zamandayız
ki, etrafımız hak getire, toz duman halde, helaller haramlar iç içe geçmiş durumda,
şimdi gel de onca curcuna içerisinde bu
pirincin taşını ayıkla, ne mümkün. Hele birde bu curcuna içerisinde Hak yolcusu
bir salikin gözünü ayağının üzerine değil de etrafa bakaraktan yürüdüğünü düşünün,
bak gör o zaman salikin iç dünyasında
kopan fırtınayı, bu durumda Seyr-i sülûk yolunda çok büyük kayba uğrayacağı
muhakkak. Bakın şöyle bir etrafa resmen sağımız solumuz ve her yanımız kuşatılmış
durumda. Hadi biz neyse de bilhassa kendini hak yoluna adamış bir salik için etrafın
bu kokuşmuşluğu öldürücü zehir olabiliyor. Elbette ki bu vahim tablo salikin sıratı
müstakim üzere adım atmasına çok büyük engel teşkil edecektir. Malum, hak ve hakikat yolunda Allah’tan gayri her şey
masivadır, Bu nedenle gerçek bir salik masivalardan kendini arındırması için
hak ve hakikat yolunda her daim ‘Nazar ber kadem’ üzere adım atmaya kendini mecbur hisseder de.
Evet, bir salik için Allah’tan gayri her şey masiva olduğu gibi Hak
yolunda ilerlemesine engelde olmakta. Şayet illa da etrafa bakacak olursa da Allah’ı
hatırlatacak olan her ne varsa ona bakmalı.
Ki, normal yollardan böylesi bir
bakışın bile tasavvufta belli bir ölçüsü, kaidesi ve adab-ı muaşereti söz
konusudur. Nasıl mı? Mesela bir an kendimizi Allah dostlarının meclisinde
olduğumuzu düşünelim. Biz biliyoruz ki onların yüzüne bakıldığında bize Allah’ı
hatırlatırlar hep. Ancak bakmak iyi
hoşta, bu demek değildir ki onların yüzüne bakarken doğrudan göz göze gelecek şekilde
bakılsın. Oysa tasavvufta nasıl bakılacağının adabı usulü bellidir zaten, yani bakmanın
adabı göz göze gelmeyecek şekilde bakmaktır. Ki, Evliyaullah’ın bakışı bizim gibi değil, Allah’ın nuruyla bakmaktalar, işte bu nedenledir
ki, Allah dostunun iki kaşı arasından çıkan nura doğrudan bakıldığında adeta
şimşek çakarcasına bir etkileşim olur ki her salik bunu kaldıramayabilir. O
halde salikin her halükarda mürşidiyle göz göze gelmemeye dikkat etmesinde fayda
vardır. Aksi halde mürşidinin nazarından istifadesi zorlaşabilir.
Demek ki, Allah dostlarının nazarından istifade etmek
ancak tasavvufun belirli adap ve usullerine riayet etmekle mümkün olabiliyor. Nitekim
Gavs-ı Sâni (k.s) istifade yönünden bu hususu şöyle dile getirir: “Bu zamanda insanlara
yapılabilecek en büyük iyilik, tevbeyi tarif etmek ve bir mürşid-i kâmile
yönlendirmektir. Sadat-ı Kiramın nazarı kaplumbağa nazarı gibidir. Kaplumbağa
yumurtasını yapar, biraz geri çekilir, yumurtaya bir müddet nazar eder. Sonra
onu kuma veya toprağa gömüp gider. Onun bu bakışı yumurtayı olgunlaştırmaya
yeter ve belli müddet sonra yavru meydana gelir. Sadat-ı Kiramın nazarı da
kalbi olgunlaştırır. Allah dostlarının nazarı ilahi nurdur. Bu nur kalbin ilacı
olur da.”
Öyle ya, nasıl ki Resulullah (s.a.v.)'in nazarıyla
Sahabe-i kiram halden hale girip kemale erdiyseler, günümüzde de Sadatların nazarıyla
sofilerin kaplumbağa misali olgunlaşmaları da öyle bir şeydir. Malumunuz Peygamberimizden
sonra peygamberlik kapısı kapanmıştır. Ama O’nun varisi hükmünde mürşid-i kâmiller
her devirde var olacaktır, dolayısıyla
onun varisi hükmünde Rabbani âlimlerin nazarlarıyla olgunlaşmaya elbette ki çok
büyük ihtiyaç vardır. Hele bir sofi bağlı olduğu mürşid-i kâmilin hal ve
hareketinden istifade etmeye kendini adadıysa bu durumda o sofinin Allah’a
(c.c) yakınlığı daha da bir ziyadeleşecek demektir. Nasıl ziyadeleşmesin ki,
bikere Allah dostlarının gidişatı Allah Resulünün ‘Nazar ber kadem’ adımı üzere
attığı istikamet bir yoldur. Dolayısıyla Peygamberimiz (s.a.v) en son peygamber
olarak bu dünyadan göç etmiş olsa da, Allah’a çok şükürler olsun ki kendisinden
sonra ‘Nazar ber kadem’ üzere attığı adımların izini iz sürecek Rabbani âlimlerimiz
vardır. Nitekim Allah Resulü (s.a.v.) bu hususta şöyle beyan buyurmuştur ''Ben
size öyle bir şey bırakıyorum ki, siz ona yapıştığınız müddetçe sapmazsınız.
Bunların birincisi Allah'ın kitabı, ikincisi benim sünnetimdir.'' O halde bu
noktada Allah ve Resulünün izini iz süren irşad edicilerin gölgesine girmekle
hem Allah’ın ipine sarılmış oluruz hem de Resulullah’ın sünnetine mutabaat etmiş
oluruz. Zaten her kim Allah ve Resulünün hakikatleri dışında başka izler
peşinde koşturuyorsa şunu iyi bilsin ki bu düpedüz hurafecilerin izini iz
sürmekten başka bir şey değildir. Maalesef
günümüzde sünnetten bihaber bir takım aklı evvel insanlar türedi ki; mürşid-i kâmile
değil, hurafelere inanmaktalar. İlginçtir
bu tip insanlara dini mevzuda bir şey sorsan hemen hoca kesilip mangalda kül
bırakmazlar da, ama bu nasıl hocalıksa bir bakıyorsun ya evinde ya arabasında
ya da kapısında nazar boncuğu hiç eksik olmuyor. Hele bir şaşırıp Allah
dostunun nazarını onlara soruversek, hiç
kuşkusuz insanı sorduğuna da bin pişman edip bir sürü laf kalabalığıyla reddiye
döşeyerekten kin kusacaklardır. Ama söz
konusu ıncık boncuk olunca hemen bir bahane ile o uğur böceğimizdir deyip cansız
eşyaya muhabbet beslemekte hiçbir sakınca duymazlar. Yok, öyle yağma, hem
şirkten söz edeceksin hem uğur böceğim diyeceksin, işte asıl şirk budur. Hele uğur böceğim dediği nazar boncuğuna birde
araç gözüyle değil de doğrudan etken unsur olarak görüp gayeleştirirse vah o
adamın haline. Hem de ne vah, küfre girmesi
kaçınılmazdır. Tıpkı Allah Resulü döneminde müşriklerinin kendi elleriyle yaptıkları
putları gayeleştirip ulûhiyet isnat etmelerinde ki gibi bir durumdur bu. Kaldı
ki, eşyayı gayeleştirmeyip etken unsur olduğuna inanmaza bile sırf uğur
getrisin diye onu yanında bulundurması bakımdan küfre girmese de ona günah olarak
hanesine yazılmasına yeter artar da. Allah akıl fikir versin, düşünsenize cıncığa, boncuğa, sihre büyüye inanmakla kalmayıp para harcıyorlar
da. Sanki cincilere büyücülere gidip para harcıyorlar da ellerine ne geçiyor
ki, bir bakıyorsun psikopat hasta olup çıkıyorlar da. Hasta olduktan sonra da
yok efendim bana büyü yaptılar, yok efendim beni sihirleyiverdiler, yok efendim
beni cin çarptı türünden bir sürü serzenişler gırla gidiyor. Öyle ya, Resulullah
(s.a.v.)’ın ‘Nazar ber kadem’ düsturunca attığı adımların izi dışında başka
izler peşinden koşturulursa olacağı buydu, normal bir şey beklemek hayal olurdu
zaten. Hele bir insan yakasını hurafelere kaptırmaya görsün bir daha iflah
olması mümkün olmayabiliyor. Baksanıza şöyle bir etrafa sünnet-i seniyye
üzerine yaşama biçimi hak getire, varsa yoksa ecnebi hayat biçimi revaçta.
Tabii bu denli kültür emperyalizmi diyebileceğimiz ecnebi adetleri baş tacı
edilirse, bu zamanda yeni kuşaklara Allah Resulünün izini takip eden Rabbani âlimleri
kabul ettirmek çok kolay olmayacaktır elbet. Hatta bu zamanda bir evliyanın
paçasından keramet aksa asla hiç oralı olunmayacaktır, yine inadım inat cincilerin, falcıların, fitnecilerin
yolu tutulacaktır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuş ki, ''Öyle bir zaman
gelecek ki, benim ümmetimin başına, yemek üzerine toplanan kişiler, nasıl elini
yemeğe uzatıyorsa gayrimüslim kâfirler de Müslümanların işine ellerini öyle
uzatıp Müslümanların işini karıştıracaklardır. Tabii Sahabeler merak edip bu durumu
şöyle soruyorlar:
'' -Ya Resulullah! O gün biz azınlıkta mı olacağız? ''
-Yok, siz çoksunuz. Ama selin üzerinde olan çok gibi olacaksınız. Siz de
iki haslet olacak: birincisi dünya
muhabbeti çok fazla olacak, ikincisi ise
ölüm korkusu. Ve böylece düşmanın kalbinden
sizin korkunuz çıkmış olacak. Böylece düşman
korkusu, sizin kalbinize girecek. Öyle ki düşman sizden korkmayıp, siz
düşmandan korkacaksınız.''
Gerçekten de öyle değil mi, geldiğimiz noktada Allah Resulünün attığı
adımların izini süren insan-ı kâmillerin yolunu tutmuyor, nerede şeytanın izini
iz süren onca sapkın dünyaperest, onca cinci,
onca sihirbaz vs. varsa onların yolu tutulduğu aşikâr. Peki sonuç? Resulullah (s.a.v.)’in
çok önceden ümmetine bildirdiği üzere İslami yaşama biçiminin peşinden değil gayri
İslami yaşama biçimini kalbe yerleştirmek suretiyle şeytan kılıklı tiplerin
peşinden koşar hale gelmenin doğurduğu bir sonuçtur bu. Oysa bunalımdan çıkış
yolu ne büyücüde, ne cincide, ne şunda ne bunda, bilakis Resulullah (s.a.v.)'in izini iz süren
Rabbani âlimlerin kılavuzluğunda Allah ve Resulünün hakikatlerine sıkı sıkıya
sarılmaktan geçer. Bakınız Resulü
(s.a.v.) son veda hutbesinde buyurduğu gibi, ''Ben size iki şey bırakıyorum: birisi
Allah'ın (c.c) kitabı, ikincisi benim
sünnetimdir.”
Evet, çare Allah’ın ipine sımsıkı sarılmaktan ve Resulullah’ın (s.a.v.)
sünnetine yapışmaktan geçiyor. Sünnetine nasıl yapışılır diyorsanız, sahabenin
hayatına bakmak kâfi. Düşünsenize
Peygamber (s.a.v.) namaz kıldıktan sonra tesbihatta sağ tarafa yüzünü çevirdiği
zaman, yani namaz kıldıktan sonra yüzünü cemaate sağ tarafa döndüğü zaman
Ashab-ı Kiram'da hepsi o tarafa yöneliyorlardı. Niye? Çünkü Peygamberimizin (s.a.v.) nazarı üzerlerine sirayet etsin diye
elbet. Zira Peygamberimizin nazarı sahabe üzerine sirayet ettiğinde Allah-u Zülcelâl’in
nuru da beraberinde üzerlerine tecelli ediyordu. İşte iz sürmek bu ya, ''El-ulema’ü veresetü’l-enbiya'', yani Hz.
Peygamber (s.a.v.)'den sonraki evliya ve ulemalar da aynı ‘Nazar ber kadem’ üzere
adımlarını ataraktan iz sürüyorlar hep. Hele bir insanın üzerine Rabbani
âlimlerin nazarı üzerine sirayet etmeye görsün, bu demektir ki o kişinin iyi
olmasını bizatihi Yüce Allah (c.c) diliyor demektir. Ki, buna inancımız tam da.
Hem nasıl inancımız tam olmasın ki, bakın Gavs-ı Hizani (k.s.) ''Bizim meclisimize
gelip de, bizden menfaati olmayanlar, bizim yanımızdan uzaklaşsınlar.''
demiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında
Hanzala isimli bir sahabe vardı ki, kendi kendine habire ''Hanzala münafık oldu'' der dururmuş. Tabi arkadaşları merak edip sorarlar:
''-Ya Hanzala! Habire niye böyle kendi
kendine söylenip duruyorsun?
O da cevaben.
''-Nasıl söylenmeyeyim ki, Hz.
Peygamber'in (s.a.v.) huzuruna vardığımda halim başka oluyor. Eve geldiğim de
bir başka oluyor. Şimdi soruyorum bu münafıklık alameti değil de, peki ya nedir? Oysa Allah (c.c) her yerde hazır ve nazırdır. Hiç kuşkusuz Yüce
Allah, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanındayken de hazır ve nazırdır. Keza Allah
(c.c), eve döndüğümde de hazır ve nazırdır.
O halde Hz. Peygamber'in yanına vardığımda güzel hallere bürünüyorum da,
evime geldiğimde aynı haller neden olmuyor?”
Tabii Hanzala’nın hissettiği bu duygu
selini diğer sahabelerde hissedip şöyle diyeceklerdir:
-Vallahi Hanzala doğru söylüyor. Hatta
Peygamberimiz (s.a.v)’in can dostu Hz. Ebu Bekir (r.anh.)’da aynı hisleri
tasdik edip hep birlikte soluğu Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yanında alırlar.
Derken hal vaziyetlerini huzurda şöyle arz ederler:
-'Ya Resulullah! Biz senin yanına
geldiğimiz zaman Allah’ı hatırlıyoruz hep. Fakat gel gör ki eve vardığımız
zaman aynı halimizi koruyamıyoruz. Yoksa
bizde münafıklık alameti mi var?''
Hz. Peygamber (s.a.v.),
Ashab-ı Kiram'a cevaben şöyle der:
''Eğer siz, benim yanımda ki halinizle kalsaydınız hepiniz aç susuz
kalıp çoluk çocuğunuzun ihtiyacını gidermeyecektiniz.
Tabii Ashab-ı Kiram bu sözleri duyunca derin bir nefes alıp rahatlar da.
Böylece kendilerini şüphelerden arındırıp Allah Resulünün izini iz
bileceklerdir.
Evet, nasıl ki Allah Resulünün nazarı altında Sahabe-i
kiramın her birinde çok büyük değişmeler oluyorduysa, aynen 12 Eylül öncesi ve sonrası dönemlerde
yediden yetmişe hemen herkesin gönlünde taht kuran Seyda Hz.lerinin kapısına her
kim vardıysa o Allah dostunun nazarını yediğinde çok büyük bir değişime uğruyorlardı.
Bilhassa ziyaret edenler arasında içkiyi
bırakıp namaza ve zikre başlayanlar bunun bariz bir göstergesi zaten. Üstelik değişime
uğrayan insanlar oraya gitmeden önce muhakkak ki birileri onlara vaaz ve nasihatte
etmişlerdi, ama gel gör ki o vaaz ve nasihatler pek tesir etmemiş olsa gerek
ki, bir şekilde yolu Seyda Hz.lerinin dergâhına düşenler orada her ne
görüyorlarsa bir bakıyorsun sabaha yeniden doğmuş gibi kendilerini hissediyorlar.
Anlaşılan o ki, irşad sırf zahiren olmuyor, manevi tasarruf ve nazarla da
oluyor. Nitekim onu gören mest oluyordu da.
Nasıl mest olmasın ki, öyle salına salına bir yürüyüşü vardı ki, mest
olmamak elde mi? Adeta Peygamberimiz (s.a.v)’in yürüyüşü gibi ‘Nazar ber kadem’
usulü üzere yürüyordu. Zira Allah Resulü yürürken mecbur kalmadıkça etrafına
bakınmaz, umumiyetle ayaklarının ucuna bakaraktan yokuştan iniyormuşçasına seri
ve vakarlı bir şekilde yürürlerdi.
Gerçekten hele bir insanın gözü hakikatin dışında bir yere baka durmaya
görsün hemen gönülde o tarafa kayıp beraberinde etraftan sıçrayan bir takım kötü
huylar ve bozuk fikirler kalbe sirayet eder bile. O halde bu yolda neydik edip ‘Nazar
ber kadem’ üzere, yani ayaklarımızın ucuna bakaraktan yürümeli, otururken de önümüze
bakarak oturmalı. Aksi halde hak ve hakikat yolunda mesafe kat edemeyiz
Velhasıl-ı kelam, ‘Nazar ber kadem’ üzere adım atmalı ki, tasarrufu altına girdiğimiz velinin kerameti kendi
istikametimiz olsun.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3518/nazar-ber-kadem.html