DNA MUCİZESİ
SELİM
GÜRBÜZER
Yüksek
yapılı canlıların kromozomları üzerinde ki genlerin sıralı halde dizilim
gösterdiği bilinir bilinmesine de, ancak şu da var ki genlerle ilgili daha nice
bilinmeyen sır perdeleri aralanıp tam manasıyla açıklık kazanmış değildir. Öyle
ki kromozomlar üzerinde konumlanan her bir çift genin DNA molekülünün bütününü
mü, yoksa bütünün bir parçasını mı teşkil ettiği ya da her bir genin sırf bir
eşimi olduğu yoksa daha fazla eşleri mi olduğu gibi hususlar hep zihinleri meşgul
edegelen soru işaretleri olmuştur. Neyse ki günümüz genetik mühendisliğinin
önümüze koyduğu veriler ışığında; şayet DNA’nın
şifre kodlarında yer alanı dört çeşit nükleotidin varlığını zihin dünyamızda tahayyül
ettiğimizde her canlı türünün kendi karakteristik özelliklerini belirleyen nükleotidlerin
her birinin en azından iki genin kontrolünde gerçekleşip oğul döllere taşındığını
çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Ki, bu
söz konusu gen çiftinin her birine genetik bilim dalında “allel gen” olarak
tanımlanıp, söz konusu her bir allel gen
ebeveynlerin her birinden oğul döllere aktarılır da.
Peki, bu söz konusu allel genleri
nasıl gözlemleyebiliriz? Bunu ancak günümüz genetik analizörü okuma
cihazlarında DNA halkasında konumlanan her bir lokus alleline karşılık
gelen bir diğer lokus aleli ile birlikte kromozom eksenine dik uzandığının bir işareti
sayılan primerlerin DNA’yı temsilen öncü pikler şeklinde ekranda görüntülenmesiyle
gözlemleriz elbet. Hatta her hangi biyolojik materyalden hazırlanmış bir özütü
SDS-PAGE jel elektroforezi genetik analizörü cihazlarına bağlı güç kaynağıyla anot
(artı elektrot) ve katot (eksi elektrot) ekseni doğrultusunda yürütüldüğünde özüt
içerisindeki proteinlerin iyonların taşıdığı yük değerine göre bağlanmasıyla
birlikte hem konumlandığı yerleri, hem de ağırlık dansitometresi belirlenebiliyor
da. Bu arada biyolojik materyal örneğinin yürütülme işlemlerinin hemen akabinde
içerisinde tampon çözeltisi bulunan tanka yerleştirilmiş jel kasetinin
çıkarılıp boyama işleminden geçirildiğinde markırla işaretlenmiş protein bölgelerin
bant dizilimi gayet net bir şekilde fotoğraflanabiliyor da.
Bilindiği üzere J.H. Taylor tarafından yapılan
deneylerde DNA’nın Watson Crick modeline göre kendi kendini eşlediğini ve
DNA’nın hücre bölünmesi esnasında kendini kopyalayıp iki katına çıktığı
belirlenmiştir. Hatta J.H Taylor arkadaşları P.Woods ve W.Hughes ile birlikte 1957
yıllarında ökaryot hücreler üzerinde yaptığı çalışmalar neticesinde DNA replikasyonun
yarı-saklı olduğunu gözlemlemişlerdir. Hakeza
Taylor ve arkadaşları Vici faba (bakla) bitkisinin kök uçlarını 3H-
timidin ile işaretleyip radyoaktif nükleotid timidin çözeltisine batırıp belli
bir süre çözeltide beklettiklerinde bitki kök hücre DNA’larının replikasyonunun
radyoaktif olarak işaretlenmiş bir şekilde yarı-saklı olduğunu belirlemişlerdir.
Ancak bir süre sonra kök uçları çözeltiden çıkarılıp yıkama işlemleri uygulandığında
bu kez DNA’ların radyo aktifliğinin ortadan kaybolduğu gözlenir. Tabii tüm
analizi yapılan deneyler sadece kök hücreyle sınırlı değil elbet. Devamında J.H. Taylor, bir başka Oto
radyografi çekim metodu bir deneysel çalışmayla da DNA’nın karanlıkta film
banyo edildiğinde radyoaktif DNA içeren kromozomların siyah noktalar ve siyah
lekeler şeklinde kopyalandığını (replikasyonunu) yerinde gözlemlemiştir. İşte
bu ve buna benzer birçok yapılan deney çalışmaların neticesinde siyah noktaların
sayıca birbirine eşit olduğu ve bu noktaların radyoaktifle işaretli DNA’larla denkleştiği
belirlenmiştir. Bu sonuçlardan da
anlaşıldığı üzere yüksek organizmalardaki DNA’lar, adeta Watson Crick modelini
doğrularcasına kendini kopyaladığı tespit edilmiştir. Watson Crick modelinden
günümüze geldiğimizde ise laboratuvar teknik metotlarının hızla gelişmesi
sayesinde en son gelinen noktada bir dizi otomatik genetik analizör
cihazlarının programında yer alan elektroforez metodu yöntemiyle de DNA gen
bölgeleri çok rahatlıkla tespit edilebiliyor artık.
Anlaşılan DNA canlılar için son derece hayati
öneme haiz molekül olup bizatihi kendi başkanlığında hücre içi faaliyetleri
yönetmenin yanı sıra bir de proteinlerin yapısıyla ilgili bilgileri bünyesinde taşıması
hasebiyle de protein sentezinde öncü lider olarak adından söz ettiren bir
moleküldür. Hatta buna enzimlerin sentezi işlemlerinde ki öncülüğü de dâhildir.
Derken DNA’nın kendi bünyesinde barındırdığı çok özel enzim molekülleri sayesinde
proteinlere çevrilme işlemleri gerçekleşmiş olur. İşte DNA’nın öncülüğünde
gerçekleşen tüm bu işlemler bize gösteriyor ki en basit protein sentezinin
yapımında bile proteinin kendi kendini sentezlenemeyeceği anlaşılmaktadır. Her
ne kadar Evrimciler bu hususlarda habire her şeyin kendi kendine tesadüfen
meydana geldiğini söyleseler de kazın ayağı hiçte öyle değil, bikere tüm canlı sistemler son derece kompleks
bir yapıya sahiplerdir. Dolayısıyla kompleks bir yapıdan tesadüfü bir oluşum
nasıl beklenebilir ki? Hatta Evrimciler sadece söylemekle kalmayıp üstüne üstük
pişkin pişkin böylesi kompleks bir yapıdan kendi kendine protein oluşumunun
olabileceğine inanmamızı da istiyorlar, oysaki
böylesi bir beklentiye kargalar bile güler dersek yeridir. Hele ki bu noktada
en basit bir protein molekülünün 400 amino asitten meydana geldiğini düşünüldüğünde
bunun tesadüfen meydana geldiğini söyleme fütursuzluğunda bulunabilmek için
illa ki bir insanın aklından zoru olması gerekir ki evrimcilerin söylemlerine kanmış
olsun. Kaldı ki aklı başında bir insan meseleyi aminoasit bazında düşündüğünde
her bir amino asitin 4 ila 5 temel elementten meydana geldiğini gördüğünde hiç kanmayacaktır.
Hele birde hadiseye element bazında düşünüldüğünde, o insan her bir elementin
proton, nötron ve elektronlardan meydana geldiğini gördüğünde asla ve kat’a
onlara hiç inanmayacaktır. Öyle ya, şimdi sormak gerekir tüm bu oluşumlar ortada iken
tesadüf bunun neresinde? Biz biliyoruz ki hiçbir oluşum tesadüf eseri ortaya
çıkmaz, hele ki başlarında DNA gibi öncü başbuğ bir başkan varsa bu durumda
sözün bittiği yerde ancak ve ancak yaratılış mucizesinden bahsedilebilir, bunun
dışında laf ola beri gele türünden aklına gelen her şeyi ulu orta söylemek abesle
iştigal olur.
Düşünsenize DNA, yaratılış mucizesi
olarak hücrenin hem sevk ve idaresinden sorumlu Başbuğ başkanı, hem de hücrenin biyolojik fonksiyonunu
kontrol eden aynı zamanda kendi kendini kopyalayıp (replikasyonunu)
genetik varyasyonunu nesilden nesile aktaranda bir molekül yapıdır. Madem öyle, bu noktada şimdi sormak gerekir,
Allah aşkına tesadüf bunun neresinde?
Belki
de okuyucular olarak bu noktada diyebilirsiniz ki, evrimcileri eleştirmek iyi
hoşta, DNA’da kendini replikasyonla kendini yenileyerek (rekombinasyonla) evrimleşmiş
olmuyor mu? Olmuyor elbet, çünkü kendini yenilemekle yeni bir yaratığın DNA’sı
olarak ortaya çıkmamakta, tam aksine başkanlığını yaptığı canlı türün genetik sistemin
kodlarını muhafaza ederekten nesilden nesile ait olduğu canlı türün genetik
kodlarının devamlılığını sağlamakta. Dahası
kelimenin tam anlamıyla bu demektir ki; bir canlı DNA’sının, bir başka cinsten canlı
DNA’sına dönüşmesi asla mümkün değildir. Zira DNA’nın yapısı, bu tip değişmelere
mahal bırakmayacak bir şekilde planlanmıştır. Kaldı ki bir insanın DNA’sı bir
hayvan DNA’sı olamayacağı gibi, bir hayvanın DNA’sı da insan DNA’sı olamaz. O
halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere,
tesadüf bunun neresinde?
DNA demek aynı zamanda bilgi kodu demektir.
Bilgi kodunun olduğu yerde tesadüfen oluşmuş bir eser oluşumundan asla
bahsedilemez. Baksanıza DNA denen bilgi kodu hücrenin bölünme evreleri
aşamalarında da kontrolü elinde tutup genetik bilgi kodunu kendinden sonra
gelen oğul döllere taşınmasını sağlamada da başı çekmekte. Üstelik başı çekerken de her şeyi har vurup
harman savururcasına hareket etmez, tam aksine hücre içerisinde hayati olayların
her safhasında DNA zincirinin tümü kullanılmaz, az bir bölümü kullanılır, asla
hesapsız kitapsız hareket edilmez. Hesapsız
kitapsız hareket edilmediği şundan besbellidir ki kromozomu oluşturan DNA zinciri
üzerindeki bilgiler hücre bölünmesinin ardından oğul döllere aktarıldığında başlangıcındakinin
iki misli artış kaydedecek şekilde çoğalım göstermekte. Böylece iki katına çıkan DNA iki telofaz
nükleusu arasında eşit miktarda pay edilmiş olur. Bir başka ifadeyle her bir ferdin vücut
hücrelerindeki diploid nükleusları eşit miktarda DNA ihtiva ettiğinden her bir
ferdin üreme hücrelerindeki haploid (n) DNA miktarı vücut hücrelerinin diploid (2n) yarısı kadar pay edilmiş olur. Bir başka
ifadeyle yumurta ve spermden her biri
bir tek gene sahiptirler. Ta ki döllenme hadisesi vuku bulur, işte o zaman bu
iki gen bir araya gelerekten zigotu oluşturmuş olurlar. Öyle ki sperm ve
yumurta hücrelerinin kendilerine ait üreme tesislerinde (testis veya
yumurtalıklar) bile hesapsız kitapsız hiç bir gen kombinasyonu gelişigüzel üretilmemekte.
Bilakis üretim tesislerinde üretilen her bir sperm ve yumurta hücreleri çok
değişik genetik kombinasyonlar içerisine girerekten hayrete şayan bir şekilde çeşitlendirilmiş
ürünler olarak ortaya çıkabiliyorlar. Ancak ortaya çıkan çeşitlendirilmiş
ürünler orijininden kopma anlamında bir çeşitlilik olmayıp, tam aksine kararlı
yapıya sahip zencisinden beyazına, ela gözlüsünden mavi gözlüsüne vs. yelken
açacak bir şekilde zenginliğin ölçüsü çeşitlendirmelerdir.
Malum somatik hücrelerde poliploid durum söz konusu olup DNA sayısı
kromozom sayısı ile orantılı bir şekilde artış göstermektedir. Zaten tetraploid
kromozomlu bir hücredeki DNA’nın diploid (2n) olarak iki kat artış sergilemesi bunun en
bariz örneğini teşkil eder. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere, böylesi hesaplı kitaplı ortaya çıkan
oranların neresinde tesadüfü bir durum var?
Şimdi diyebilirsiniz ki, hesap kitap iyi hoşta, DNA böylesi hesaplı
kitaplı tüm bilgi işlem faaliyetlerini tek başına mı yürütmekte? Elbette ki hayır, kendi başkanlığında kurulu bir teşkilat ve bu
teşkilata bağlı bir dizi alt birimlerin hiyerarşik bir düzen içerisinde ekip
çalışmasıyla yürütülen faaliyetler bütününden oluşmuş bir teşkilat ağıdır bu. Nitekim
DNA’da kodlanmış tüm genetik bilgiler, önce RNA molekülünün sentezi siluetinde kopyalanıp
bu şekilde DNA yazılımı (transkripsiyon) işlemleri belli bir tertip düzen
içerisinde bilgi aktarımı şeklinde gerçekleşir. Böylece transkripsiyonla RNA’ya
kopyalanmış olan genetik bilgiler adeta bilgi işlem cihazından geçirilerekten okunup
bir protein haline çevrilme (translaşyon) işlemiyle birlikte bilgi aktarımında maksat
hâsıl olur da. Öyle ki DNA belleğinde saklı halde kodlanmış genetik bilgilerin
protein molekülüne çevrilebilmesi noktasında hücre içerisinde bu uğurda
yürütülen tüm faaliyetler gen ekspresyon faaliyeti olarak karşılık bulur da.
Böylece DNA’nın nükleotid dizilimi, hiyerarşik bir düzen içerisinde tüm hücre
içi faaliyetlerde elçi konumunda bulunan RNA’lar ve proteinlerin primer
yapısını belirleyerekten neticeye bağlanmış olur.
Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz hiyerarşik düzen bu
ya, DNA bünyesinde saklı tuttuğu genetik bilgilerin dölden döle aktarılması
için kendi kopyasını oluşturarak devam ettirir de. O halde, şimdi sormak
gerekir evrimcilere, böylesi bir
hiyerarşik düzen içerisinde tesadüf zinciri tüm bunların neresinde yer alır?
Evet, şu da bir gerçek DNA,
protein yapısında birtakım enzimlerin yardımı sayesinde eşleşebiliyor. Aynı
zamanda buna paralel kendisine yardım eden enzimlerin sentezi ise DNA
bilgilerinin kontrolü altında gerçekleşmekte.
Bu durum bir çelişki gibi görünse de ilk yaratılış gereği ikisinin de
aynı anda var olması gerekecek şekilde tasarlanmış bir plan olduğu ortaya
çıkıyor. Yani DNA’sız protein olamayacağı gibi, proteinsiz DNA’da
çoğalamayacaktır. Dolayısıyla son derece karmaşık yapı içeren protein ve
nükleik asitlerin (DNA ve RNA)
tesadüfen meydana gelmesi mümkün gözükmüyor.
Bilindiği üzere genetik
programlar bin ciltlik kütüphaneyi doldururcasına veri tabanına (bilgi deposu) kayıt edilirler. Üstelik bu bilgiler üçlü harf veya üçlü kodon
halde bir yazılımla milyarlarca bitlik bilgisayar birimine tekabül eden
bilgilere eş değer sayıda dizilerek sahne alırlar. Dahası insanın bir tek hücresine ait tüm
özelliklerinin kodlandığı 46 kromozomluk bilgiler 46 ciltlik dev bir
ansiklopediyi dolduracak niteliktedir. Yani her bir cilt 20 bin sayfaya
karşılık gelir. Düşünsenize söz edilen ciltlik rakam sadece tek bir hücre içindir, birde bunu insan vücudunu oluşturan
trilyonlarca hücreye döktüğümüzde ortaya telaffuzu bile zor ifade edilecek
rakamlarla karşı karşıya kalacağımız muhakkak. İşte böylesi dudak uçurtucu
rakamlara rağmen hala tesadüf denilecekse pes doğrusu...
James Dewey Watson,
asrımızın en büyük buluşu DNA’yı keşfetmekle birlikte birtakım soruları da
beraberinde getirip insan ister istemez; acaba amino asitler mRNA’nın
yüzeyinde bir sıra halinde toplanarak bir enzimin etkisi altında protein
oluşturmak üzere mi birbirine bağlanırlar diye sormadan edemiyor. Keza yine
örneğin U-U-U üçlüsünün fenil alanin moleküllerine uyup diğer amino asitlerin
ise uymadığı özel bir şekli mi vardır,
yoksa üçlülerden her birinin 20 amino asitten yalnız birine uyan bir
model yapısı var mıdır gibi sorular da sormadan edemeyeceğimiz türden
sorulardır. Hiç kuşkusuz bu tür sorular önümüzde durdukça basit mantık
kurallarıyla böyle bir işleyişi cevaplamak pek mümkün olmayacaktır. Neyse ki
mükemmel işleyen bu kurulu mekanizmayı Francis Crick tarafından açıklığa
kavuşturulup, böylece basit mantık yürütmelerden kurtulabiliyoruz. Şöyle ki;
U-U-U bazlarını A-A-A nükleotid üçlüsü çekerek hidrojen (H) bağları oluştururlar.
Eğer böyle bir molekülle fenil alanin bağlanmışsa mRNA doğru yerinde
tutulacaktır. Mesela bir nükleotid üçlüsünün yanında prolin şifresini taşıyan
S-S-S üçlüsünü G-G-G nükleotid üçlüsü kendine çekecektir. Derken prolin, fenil
alanin yanına doğru yerinde tutulmuş olacaktır. Ki; RNA molekülleri,
aminoasitlerin ribozomlara taşınmasında sorumludur. Bir başka ifadeyle tRNA olarak adlandırılan
bu molekülün her biri adaptör görevi (adapte
edici iş görür) yapma özelliği
sayesinde doğruca yerlerine gidip, istenilen tipte proteinin meydana gelmesinde
mühim rol oynayacaklardır. Fakat bu işlemini gerçekleşmesi için aminoasitlerin
ribozomda senteze girmeden önce özel nitelikte birkaç enzimin tRNA’ya
bağlanması gerekir.
Şurası muhakkak aminoasit ve tRNA
kompleksinin mRNA’nın özel kodonuna bağlanmasında rRNA’nın enzimatik yardımı ve
GTP’den (guanin trifosfat) sağlanan
enerji sayesinde olmaktadır. Dahası Biyokimyacı Mahlon Hoagland tarafından mRNA
üzerinde bulunan 64 çeşit kodon ve bunlara uyarlanacak aminoasitlerin bağlanış
biçimi açıklanmışta. Ona göre her bir amino asitin ATP ile reaksiyona girmesi
sonucu bir enzim katalizlenmektedir. Katalizlenen enzimler ise her bir amino
asit için çok özel olup, aynı zamanda
aminoasitlerin her biri karboksil (COOH) grubu ATP 3 fosforik asit grubunun en
uçtakine bağlanarak anlam kazanır.
Dahası mRNA’dan üretilen 5 uçlu kodonlu
enzimin bir tane olduğu belirlenmiştir. Ömür yaşı takriben 20 saat
kadardır. İşte buna göre 20 saat
içerisinde bir mRNA’da 20x60/5=240 adet enzim yapılabileceği belirlenmiştir.
Anlaşılan 240 enzim başlangıçta bir tek mRNA’nın yaptırdığı veya sabit bir
şekilde devam ettirdiği sayıdır. Hücre
içerisinde bunun gibi aynı enformasyonu taşıyan 240 mRNA olduğuna göre 240x240=
57600 enzim olacağı hesap edilir. Sonuç itibariye özetleyecek olursak:
Gen + 240 mRNA + 57600 enzim (protein) üretilir. Başlangıçta bir
adetlik DNA enformasyonu sadece mRNA ve polipeptit yazısına tercüme edilmekle
kalmaz, aynı zamanda amplifikasyonla bilgiler çoğaltılır da. Gerek James D. Watson, gerekse sağduyulu birçok
bilim adamı genlerin protein moleküllerinden ibaret olduğu kanaatini taşırlar.
Keza Francis Crick’te sağduyulu bilim adamı olup, o da şüpheci görüşlere kulak
asmazdı. Üstelik o; onların birçoğu hakkında “Yanlış ata kumar oynamaktan usanmayan huysuz ahmaklardır” tarzında tiplendirip sitemini dile
getirmiştir. Zaten aklı başında bir insan toprağın altındaki her türlü
elementin kendiliğinden yeryüzüne çıkıp son derece en son model araba
yapamayacağını bilir. Bu yüzden objektif kriterleri esas alan bilim adamları
evrimcilerin çok kompleksli bir canlı âleme ait donelerden işine gelenleri
alıp, işine gelmeyenleri ekarte ettikleri teorilerini ciddiyetle bağdaşır
bulmazlar. Zaten hiçbir sağduyulu bilim adamı teoriyi objektif kritermiş gibi
esastan kabul edip bilimsel çalışmalara kaynak almazda. Fakat evrimci kuram
öyle değil, maalesef karşımıza bilimsel maske altında karşımıza materyalist bir
akım olarak çıkmakta.
DNA başkanlığında hiyerarşik düzen içerisinde
bilgi enformasyonunun nasıl işlediğini maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz
de:
-Çekirdekte yer alan DNA molekülü kendisinin özel bir koplementer
arkadaşı mRNA’nın sentezini gerçekleştirirken, aynı zamanda kendine kalıbına
uygun RNA nükleotidleriyle de eşleşerek bir dizilim oluşturmaktadır. Öyle ki
DNA adenini bir yandan RNA’nın urasiliyle eşleşirken, diğer yandan DNA timini RNA’nın adenin
nükleotidi ile eşleşmekte, yetmedi her
ikisinin stozini diğerinin guanini ile bir araya gelip, böylece DNA yazılımının bir kopya sureti yeni
mRNA molekülü üzerinde gerçekmiş olur
-İkinci aşamada mRNA sitoplâzmaya geçip bir ribozoma bağlanarak
burada protein sentezi sırasında kalıp görevi ifa etmiş olur.
-Üçüncü aşamada tRNA molekülleri sitoplazmada serbest yüzen
amino asitleri teker teker yakalayıp onları ribozoma getirir. Böylece her bir
amino asit tRNA tarafından taşınarak ribozomlardan geçmeye hazır vaziyette mRNA
ile uyumlu, aynı zamanda şifresine uygun bir şekilde sentezlenmiş olur.
-Dördüncü aşamada sentezlenen yeni protein molekülü
ribozomdan kopup ayrılınca mRNA başka bir ribozoma geçiş yapar. Bu arada tRNA ise daha önce taşıdığı tipte
olan başka aminoasidi yakalamak üzere yeniden sitoplazmaya doğru hareket eder.
Böylece DNA şifresi kendine özgü protein çeşitlerini yapmak amacıyla hemen
hemen birbirinin aynı kalıpta birçok protein molekülün yapımı gerçekleşmiş olur. Nitekim bu hipotez “santral dogma” olarak isimlendirilip, “DNA +
RNA’yı + RNA’da proteinleri yapar” şeklinde formüle edilir de. Görüldüğü
üzere aminoasit sıralarının belirlenişinde DNA kalıp görevi yapmamakta, tam aksine protein sentezi için talimat veren
konumundadır. Yani DNA’dan gelen genetik bilgi önce RNA’ya aktarılır, daha
sonra RNA’da gereğini yapıp bilginin adeta kalıp dokümanını ortaya koyar.
Derken kısa süreli hafıza kartında saklı kalan bilgiler, ister istemez yeni bir
alana kavuşurlar. Hatta kavuşmakla kalmazlar mevcut hücre ortamın yapısını da
değiştirip hücre sathında yeni bir RNA molekülünün teşekkülüne imkân verilir.
Nasıl mı? Mesela protein sentezi
sırasında 10 ila 30 dakika arasında konaklayan RNA şayet kendi yapısına uygun
bilgi veya ilave edeceği bir şey yoksa bu noktadan sonra degrede (bozulmaya uğraması) olması
kaçınılmazdır. Ne zaman ki kendisiyle alakalı bir bilgiye kavuşur, işte o zaman
bilgiler kısa süreli kayıt sisteminden çıkıp daha uzun kayıt altında saklanan
belleğe aktarılır, derken son noktada bilgiler tekrar DNA’da toplanmış olur.
Demek oluyor ki kısa süreli hafıza kartından geçen elektrik akımı hücrenin
yapısında birtakım değişikliklere yol açmakla kalmayıp, bunun yanı sıra RNA
vasıtasıyla başka bir bilginin doğmasına yelken açılmakta. Hatta RNA’nın uzun
süre hafıza kartında kalmasına karar kılındığında ise doğrudan DNA’ya
bağlanarak aminoasitlere dönüşmekte. Derken o bilgiler ömür boyu bir canlı için
yol arkadaşı olur.
Velhasıl-ı kelam, canlı âleminde
eşrefi mahlûkat bir insan olarak da hayatta işlediğimiz tüm eylemlerin tüm
detayları önce hücrelere aktarılır, sonra ribo nükleik asitlere ve en nihayet
DNA’mıza işlenerek bir daha yakamızdan asla atamayacağımız bilgi hazinesine
dönüşürler. Bu olay aynı zamanda Allah’ın yoktan yaratma olayını hatırlattığı
gibi kulları üzerinde kodlanan kader programını da ortaya koyan bir mucize-i
hadisedir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dna-mucizesi-5968-kose-yazisi