29 Temmuz 2022 Cuma

DNA MUCİZESİ


                   DNA MUCİZESİ

         SELİM GÜRBÜZER                   

       Yüksek yapılı canlıların kromozomları üzerinde ki genlerin sıralı halde dizilim gösterdiği bilinir bilinmesine de, ancak şu da var ki genlerle ilgili daha nice bilinmeyen sır perdeleri aralanıp tam manasıyla açıklık kazanmış değildir. Öyle ki kromozomlar üzerinde konumlanan her bir çift genin DNA molekülünün bütününü mü, yoksa bütünün bir parçasını mı teşkil ettiği ya da her bir genin sırf bir eşimi olduğu yoksa daha fazla eşleri mi olduğu gibi hususlar hep zihinleri meşgul edegelen soru işaretleri olmuştur. Neyse ki günümüz genetik mühendisliğinin önümüze koyduğu veriler ışığında; şayet DNA’nın şifre kodlarında yer alanı dört çeşit nükleotidin varlığını zihin dünyamızda tahayyül ettiğimizde her canlı türünün kendi karakteristik özelliklerini belirleyen nükleotidlerin her birinin en azından iki genin kontrolünde gerçekleşip oğul döllere taşındığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.  Ki, bu söz konusu gen çiftinin her birine genetik bilim dalında “allel gen” olarak tanımlanıp,  söz konusu her bir allel gen ebeveynlerin her birinden oğul döllere aktarılır da.

          Peki, bu söz konusu allel genleri nasıl gözlemleyebiliriz? Bunu ancak günümüz genetik analizörü okuma cihazlarında DNA halkasında konumlanan her bir lokus alleline karşılık gelen bir diğer lokus aleli ile birlikte kromozom eksenine dik uzandığının bir işareti sayılan primerlerin DNA’yı temsilen öncü pikler şeklinde ekranda görüntülenmesiyle gözlemleriz elbet. Hatta her hangi biyolojik materyalden hazırlanmış bir özütü SDS-PAGE jel elektroforezi genetik analizörü cihazlarına bağlı güç kaynağıyla anot (artı elektrot) ve katot (eksi elektrot) ekseni doğrultusunda yürütüldüğünde özüt içerisindeki proteinlerin iyonların taşıdığı yük değerine göre bağlanmasıyla birlikte hem konumlandığı yerleri, hem de ağırlık dansitometresi belirlenebiliyor da. Bu arada biyolojik materyal örneğinin yürütülme işlemlerinin hemen akabinde içerisinde tampon çözeltisi bulunan tanka yerleştirilmiş jel kasetinin çıkarılıp boyama işleminden geçirildiğinde markırla işaretlenmiş protein bölgelerin bant dizilimi gayet net bir şekilde fotoğraflanabiliyor da.  

        Bilindiği üzere J.H. Taylor tarafından yapılan deneylerde DNA’nın Watson Crick modeline göre kendi kendini eşlediğini ve DNA’nın hücre bölünmesi esnasında kendini kopyalayıp iki katına çıktığı belirlenmiştir. Hatta J.H Taylor arkadaşları P.Woods ve W.Hughes ile birlikte 1957 yıllarında ökaryot hücreler üzerinde yaptığı çalışmalar neticesinde DNA replikasyonun yarı-saklı olduğunu gözlemlemişlerdir.  Hakeza Taylor ve arkadaşları Vici faba (bakla) bitkisinin kök uçlarını 3H- timidin ile işaretleyip radyoaktif nükleotid timidin çözeltisine batırıp belli bir süre çözeltide beklettiklerinde bitki kök hücre DNA’larının replikasyonunun radyoaktif olarak işaretlenmiş bir şekilde yarı-saklı olduğunu belirlemişlerdir. Ancak bir süre sonra kök uçları çözeltiden çıkarılıp yıkama işlemleri uygulandığında bu kez DNA’ların radyo aktifliğinin ortadan kaybolduğu gözlenir. Tabii tüm analizi yapılan deneyler sadece kök hücreyle sınırlı değil elbet.  Devamında J.H. Taylor, bir başka Oto radyografi çekim metodu bir deneysel çalışmayla da DNA’nın karanlıkta film banyo edildiğinde radyoaktif DNA içeren kromozomların siyah noktalar ve siyah lekeler şeklinde kopyalandığını (replikasyonunu) yerinde gözlemlemiştir. İşte bu ve buna benzer birçok yapılan deney çalışmaların neticesinde siyah noktaların sayıca birbirine eşit olduğu ve bu noktaların radyoaktifle işaretli DNA’larla denkleştiği belirlenmiştir.  Bu sonuçlardan da anlaşıldığı üzere yüksek organizmalardaki DNA’lar, adeta Watson Crick modelini doğrularcasına kendini kopyaladığı tespit edilmiştir. Watson Crick modelinden günümüze geldiğimizde ise laboratuvar teknik metotlarının hızla gelişmesi sayesinde en son gelinen noktada bir dizi otomatik genetik analizör cihazlarının programında yer alan elektroforez metodu yöntemiyle de DNA gen bölgeleri çok rahatlıkla tespit edilebiliyor artık.                                                        

          Anlaşılan DNA canlılar için son derece hayati öneme haiz molekül olup bizatihi kendi başkanlığında hücre içi faaliyetleri yönetmenin yanı sıra bir de proteinlerin yapısıyla ilgili bilgileri bünyesinde taşıması hasebiyle de protein sentezinde öncü lider olarak adından söz ettiren bir moleküldür. Hatta buna enzimlerin sentezi işlemlerinde ki öncülüğü de dâhildir. Derken DNA’nın kendi bünyesinde barındırdığı çok özel enzim molekülleri sayesinde proteinlere çevrilme işlemleri gerçekleşmiş olur. İşte DNA’nın öncülüğünde gerçekleşen tüm bu işlemler bize gösteriyor ki en basit protein sentezinin yapımında bile proteinin kendi kendini sentezlenemeyeceği anlaşılmaktadır. Her ne kadar Evrimciler bu hususlarda habire her şeyin kendi kendine tesadüfen meydana geldiğini söyleseler de kazın ayağı hiçte öyle değil,  bikere tüm canlı sistemler son derece kompleks bir yapıya sahiplerdir. Dolayısıyla kompleks bir yapıdan tesadüfü bir oluşum nasıl beklenebilir ki? Hatta Evrimciler sadece söylemekle kalmayıp üstüne üstük pişkin pişkin böylesi kompleks bir yapıdan kendi kendine protein oluşumunun olabileceğine inanmamızı da istiyorlar,  oysaki böylesi bir beklentiye kargalar bile güler dersek yeridir. Hele ki bu noktada en basit bir protein molekülünün 400 amino asitten meydana geldiğini düşünüldüğünde bunun tesadüfen meydana geldiğini söyleme fütursuzluğunda bulunabilmek için illa ki bir insanın aklından zoru olması gerekir ki evrimcilerin söylemlerine kanmış olsun. Kaldı ki aklı başında bir insan meseleyi aminoasit bazında düşündüğünde her bir amino asitin 4 ila 5 temel elementten meydana geldiğini gördüğünde hiç kanmayacaktır. Hele birde hadiseye element bazında düşünüldüğünde, o insan her bir elementin proton, nötron ve elektronlardan meydana geldiğini gördüğünde asla ve kat’a onlara hiç inanmayacaktır.  Öyle ya,  şimdi sormak gerekir tüm bu oluşumlar ortada iken tesadüf bunun neresinde? Biz biliyoruz ki hiçbir oluşum tesadüf eseri ortaya çıkmaz, hele ki başlarında DNA gibi öncü başbuğ bir başkan varsa bu durumda sözün bittiği yerde ancak ve ancak yaratılış mucizesinden bahsedilebilir, bunun dışında laf ola beri gele türünden aklına gelen her şeyi ulu orta söylemek abesle iştigal olur.

           Düşünsenize DNA, yaratılış mucizesi olarak hücrenin hem sevk ve idaresinden sorumlu Başbuğ başkanı,  hem de hücrenin biyolojik fonksiyonunu kontrol eden aynı zamanda kendi kendini kopyalayıp  (replikasyonunu) genetik varyasyonunu nesilden nesile aktaranda bir molekül yapıdır.  Madem öyle, bu noktada şimdi sormak gerekir, Allah aşkına tesadüf bunun neresinde?

          Belki de okuyucular olarak bu noktada diyebilirsiniz ki, evrimcileri eleştirmek iyi hoşta, DNA’da kendini replikasyonla kendini yenileyerek (rekombinasyonla) evrimleşmiş olmuyor mu?  Olmuyor elbet,  çünkü kendini yenilemekle yeni bir yaratığın DNA’sı olarak ortaya çıkmamakta, tam aksine başkanlığını yaptığı canlı türün genetik sistemin kodlarını muhafaza ederekten nesilden nesile ait olduğu canlı türün genetik kodlarının devamlılığını sağlamakta.  Dahası kelimenin tam anlamıyla bu demektir ki;  bir canlı DNA’sının, bir başka cinsten canlı DNA’sına dönüşmesi asla mümkün değildir. Zira DNA’nın yapısı, bu tip değişmelere mahal bırakmayacak bir şekilde planlanmıştır. Kaldı ki bir insanın DNA’sı bir hayvan DNA’sı olamayacağı gibi, bir hayvanın DNA’sı da insan DNA’sı olamaz. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere,  tesadüf bunun neresinde?

           DNA demek aynı zamanda bilgi kodu demektir. Bilgi kodunun olduğu yerde tesadüfen oluşmuş bir eser oluşumundan asla bahsedilemez. Baksanıza DNA denen bilgi kodu hücrenin bölünme evreleri aşamalarında da kontrolü elinde tutup genetik bilgi kodunu kendinden sonra gelen oğul döllere taşınmasını sağlamada da başı çekmekte.  Üstelik başı çekerken de her şeyi har vurup harman savururcasına hareket etmez, tam aksine hücre içerisinde hayati olayların her safhasında DNA zincirinin tümü kullanılmaz, az bir bölümü kullanılır, asla hesapsız kitapsız hareket edilmez.  Hesapsız kitapsız hareket edilmediği şundan besbellidir ki kromozomu oluşturan DNA zinciri üzerindeki bilgiler hücre bölünmesinin ardından oğul döllere aktarıldığında başlangıcındakinin iki misli artış kaydedecek şekilde çoğalım göstermekte.  Böylece iki katına çıkan DNA iki telofaz nükleusu arasında eşit miktarda pay edilmiş olur.  Bir başka ifadeyle her bir ferdin vücut hücrelerindeki diploid nükleusları eşit miktarda DNA ihtiva ettiğinden her bir ferdin üreme hücrelerindeki haploid (n) DNA miktarı vücut hücrelerinin diploid (2n)  yarısı kadar pay edilmiş olur. Bir başka ifadeyle yumurta ve spermden her biri bir tek gene sahiptirler. Ta ki döllenme hadisesi vuku bulur, işte o zaman bu iki gen bir araya gelerekten zigotu oluşturmuş olurlar. Öyle ki sperm ve yumurta hücrelerinin kendilerine ait üreme tesislerinde (testis veya yumurtalıklar) bile hesapsız kitapsız hiç bir gen kombinasyonu gelişigüzel üretilmemekte. Bilakis üretim tesislerinde üretilen her bir sperm ve yumurta hücreleri çok değişik genetik kombinasyonlar içerisine girerekten hayrete şayan bir şekilde çeşitlendirilmiş ürünler olarak ortaya çıkabiliyorlar. Ancak ortaya çıkan çeşitlendirilmiş ürünler orijininden kopma anlamında bir çeşitlilik olmayıp, tam aksine kararlı yapıya sahip zencisinden beyazına, ela gözlüsünden mavi gözlüsüne vs. yelken açacak bir şekilde zenginliğin ölçüsü çeşitlendirmelerdir.

        Malum somatik hücrelerde poliploid durum söz konusu olup DNA sayısı kromozom sayısı ile orantılı bir şekilde artış göstermektedir. Zaten tetraploid kromozomlu bir hücredeki DNA’nın diploid (2n)  olarak iki kat artış sergilemesi bunun en bariz örneğini teşkil eder. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere,  böylesi hesaplı kitaplı ortaya çıkan oranların neresinde tesadüfü bir durum var?

        Şimdi diyebilirsiniz ki,  hesap kitap iyi hoşta, DNA böylesi hesaplı kitaplı tüm bilgi işlem faaliyetlerini tek başına mı yürütmekte?   Elbette ki hayır,  kendi başkanlığında kurulu bir teşkilat ve bu teşkilata bağlı bir dizi alt birimlerin hiyerarşik bir düzen içerisinde ekip çalışmasıyla yürütülen faaliyetler bütününden oluşmuş bir teşkilat ağıdır bu. Nitekim DNA’da kodlanmış tüm genetik bilgiler, önce RNA molekülünün sentezi siluetinde kopyalanıp bu şekilde DNA yazılımı (transkripsiyon) işlemleri belli bir tertip düzen içerisinde bilgi aktarımı şeklinde gerçekleşir. Böylece transkripsiyonla RNA’ya kopyalanmış olan genetik bilgiler adeta bilgi işlem cihazından geçirilerekten okunup bir protein haline çevrilme (translaşyon)  işlemiyle birlikte bilgi aktarımında maksat hâsıl olur da. Öyle ki DNA belleğinde saklı halde kodlanmış genetik bilgilerin protein molekülüne çevrilebilmesi noktasında hücre içerisinde bu uğurda yürütülen tüm faaliyetler gen ekspresyon faaliyeti olarak karşılık bulur da. Böylece DNA’nın nükleotid dizilimi, hiyerarşik bir düzen içerisinde tüm hücre içi faaliyetlerde elçi konumunda bulunan RNA’lar ve proteinlerin primer yapısını belirleyerekten neticeye bağlanmış olur.

          Ne diyelim,  işte sizde görüyorsunuz hiyerarşik düzen bu ya, DNA bünyesinde saklı tuttuğu genetik bilgilerin dölden döle aktarılması için kendi kopyasını oluşturarak devam ettirir de. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere,  böylesi bir hiyerarşik düzen içerisinde tesadüf zinciri tüm bunların neresinde yer alır?

        Evet, şu da bir gerçek DNA, protein yapısında birtakım enzimlerin yardımı sayesinde eşleşebiliyor. Aynı zamanda buna paralel kendisine yardım eden enzimlerin sentezi ise DNA bilgilerinin kontrolü altında gerçekleşmekte.  Bu durum bir çelişki gibi görünse de ilk yaratılış gereği ikisinin de aynı anda var olması gerekecek şekilde tasarlanmış bir plan olduğu ortaya çıkıyor. Yani DNA’sız protein olamayacağı gibi, proteinsiz DNA’da çoğalamayacaktır. Dolayısıyla son derece karmaşık yapı içeren protein ve nükleik asitlerin (DNA ve RNA) tesadüfen meydana gelmesi mümkün gözükmüyor.

        Bilindiği üzere genetik programlar bin ciltlik kütüphaneyi doldururcasına veri tabanına (bilgi deposu) kayıt edilirler.  Üstelik bu bilgiler üçlü harf veya üçlü kodon halde bir yazılımla milyarlarca bitlik bilgisayar birimine tekabül eden bilgilere eş değer sayıda dizilerek sahne alırlar.  Dahası insanın bir tek hücresine ait tüm özelliklerinin kodlandığı 46 kromozomluk bilgiler 46 ciltlik dev bir ansiklopediyi dolduracak niteliktedir. Yani her bir cilt 20 bin sayfaya karşılık gelir. Düşünsenize söz edilen ciltlik rakam sadece tek bir hücre içindir,  birde bunu insan vücudunu oluşturan trilyonlarca hücreye döktüğümüzde ortaya telaffuzu bile zor ifade edilecek rakamlarla karşı karşıya kalacağımız muhakkak. İşte böylesi dudak uçurtucu rakamlara rağmen hala tesadüf denilecekse pes doğrusu...

         James Dewey Watson, asrımızın en büyük buluşu DNA’yı keşfetmekle birlikte birtakım soruları da beraberinde getirip insan ister istemez; acaba amino asitler mRNA’nın yüzeyinde bir sıra halinde toplanarak bir enzimin etkisi altında protein oluşturmak üzere mi birbirine bağlanırlar diye sormadan edemiyor. Keza yine örneğin U-U-U üçlüsünün fenil alanin moleküllerine uyup diğer amino asitlerin ise uymadığı özel bir şekli mi vardır,  yoksa üçlülerden her birinin 20 amino asitten yalnız birine uyan bir model yapısı var mıdır gibi sorular da sormadan edemeyeceğimiz türden sorulardır. Hiç kuşkusuz bu tür sorular önümüzde durdukça basit mantık kurallarıyla böyle bir işleyişi cevaplamak pek mümkün olmayacaktır. Neyse ki mükemmel işleyen bu kurulu mekanizmayı Francis Crick tarafından açıklığa kavuşturulup, böylece basit mantık yürütmelerden kurtulabiliyoruz. Şöyle ki; U-U-U bazlarını A-A-A nükleotid üçlüsü çekerek hidrojen (H) bağları oluştururlar. Eğer böyle bir molekülle fenil alanin bağlanmışsa mRNA doğru yerinde tutulacaktır. Mesela bir nükleotid üçlüsünün yanında prolin şifresini taşıyan S-S-S üçlüsünü G-G-G nükleotid üçlüsü kendine çekecektir. Derken prolin, fenil alanin yanına doğru yerinde tutulmuş olacaktır. Ki; RNA molekülleri, aminoasitlerin ribozomlara taşınmasında sorumludur.  Bir başka ifadeyle tRNA olarak adlandırılan bu molekülün her biri adaptör görevi (adapte edici iş görür)  yapma özelliği sayesinde doğruca yerlerine gidip, istenilen tipte proteinin meydana gelmesinde mühim rol oynayacaklardır. Fakat bu işlemini gerçekleşmesi için aminoasitlerin ribozomda senteze girmeden önce özel nitelikte birkaç enzimin tRNA’ya bağlanması gerekir.

       Şurası muhakkak aminoasit ve tRNA kompleksinin mRNA’nın özel kodonuna bağlanmasında rRNA’nın enzimatik yardımı ve GTP’den (guanin trifosfat) sağlanan enerji sayesinde olmaktadır. Dahası Biyokimyacı Mahlon Hoagland tarafından mRNA üzerinde bulunan 64 çeşit kodon ve bunlara uyarlanacak aminoasitlerin bağlanış biçimi açıklanmışta. Ona göre her bir amino asitin ATP ile reaksiyona girmesi sonucu bir enzim katalizlenmektedir. Katalizlenen enzimler ise her bir amino asit için çok özel olup,  aynı zamanda aminoasitlerin her biri karboksil (COOH) grubu ATP 3 fosforik asit grubunun en uçtakine bağlanarak anlam kazanır.

         Dahası mRNA’dan üretilen 5 uçlu kodonlu enzimin bir tane olduğu belirlenmiştir. Ömür yaşı takriben 20 saat kadardır.  İşte buna göre 20 saat içerisinde bir mRNA’da 20x60/5=240 adet enzim yapılabileceği belirlenmiştir. Anlaşılan 240 enzim başlangıçta bir tek mRNA’nın yaptırdığı veya sabit bir şekilde devam ettirdiği sayıdır.  Hücre içerisinde bunun gibi aynı enformasyonu taşıyan 240 mRNA olduğuna göre 240x240= 57600 enzim olacağı hesap edilir. Sonuç itibariye özetleyecek olursak:

         Gen + 240 mRNA + 57600 enzim (protein) üretilir. Başlangıçta bir adetlik DNA enformasyonu sadece mRNA ve polipeptit yazısına tercüme edilmekle kalmaz, aynı zamanda amplifikasyonla bilgiler çoğaltılır da. Gerek James D. Watson, gerekse sağduyulu birçok bilim adamı genlerin protein moleküllerinden ibaret olduğu kanaatini taşırlar. Keza Francis Crick’te sağduyulu bilim adamı olup, o da şüpheci görüşlere kulak asmazdı. Üstelik o; onların birçoğu hakkında “Yanlış ata kumar oynamaktan usanmayan huysuz ahmaklardır tarzında tiplendirip sitemini dile getirmiştir. Zaten aklı başında bir insan toprağın altındaki her türlü elementin kendiliğinden yeryüzüne çıkıp son derece en son model araba yapamayacağını bilir. Bu yüzden objektif kriterleri esas alan bilim adamları evrimcilerin çok kompleksli bir canlı âleme ait donelerden işine gelenleri alıp, işine gelmeyenleri ekarte ettikleri teorilerini ciddiyetle bağdaşır bulmazlar. Zaten hiçbir sağduyulu bilim adamı teoriyi objektif kritermiş gibi esastan kabul edip bilimsel çalışmalara kaynak almazda. Fakat evrimci kuram öyle değil, maalesef karşımıza bilimsel maske altında karşımıza materyalist bir akım olarak çıkmakta.       

       DNA başkanlığında hiyerarşik düzen içerisinde bilgi enformasyonunun nasıl işlediğini maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz de:

         -Çekirdekte yer alan DNA molekülü kendisinin özel bir koplementer arkadaşı mRNA’nın sentezini gerçekleştirirken, aynı zamanda kendine kalıbına uygun RNA nükleotidleriyle de eşleşerek bir dizilim oluşturmaktadır. Öyle ki DNA adenini bir yandan RNA’nın urasiliyle eşleşirken,  diğer yandan DNA timini RNA’nın adenin nükleotidi ile eşleşmekte,  yetmedi her ikisinin stozini diğerinin guanini ile bir araya gelip,  böylece DNA yazılımının bir kopya sureti yeni mRNA molekülü üzerinde gerçekmiş olur

        -İkinci aşamada mRNA sitoplâzmaya geçip bir ribozoma bağlanarak burada protein sentezi sırasında kalıp görevi ifa etmiş olur.

        -Üçüncü aşamada tRNA molekülleri sitoplazmada serbest yüzen amino asitleri teker teker yakalayıp onları ribozoma getirir. Böylece her bir amino asit tRNA tarafından taşınarak ribozomlardan geçmeye hazır vaziyette mRNA ile uyumlu, aynı zamanda şifresine uygun bir şekilde sentezlenmiş olur.

        -Dördüncü aşamada sentezlenen yeni protein molekülü ribozomdan kopup ayrılınca mRNA başka bir ribozoma geçiş yapar.  Bu arada tRNA ise daha önce taşıdığı tipte olan başka aminoasidi yakalamak üzere yeniden sitoplazmaya doğru hareket eder. Böylece DNA şifresi kendine özgü protein çeşitlerini yapmak amacıyla hemen hemen birbirinin aynı kalıpta birçok protein molekülün yapımı gerçekleşmiş olur.  Nitekim bu hipotez “santral dogma” olarak isimlendirilip,  DNA + RNA’yı + RNA’da proteinleri yapar” şeklinde formüle edilir de. Görüldüğü üzere aminoasit sıralarının belirlenişinde DNA kalıp görevi yapmamakta,  tam aksine protein sentezi için talimat veren konumundadır. Yani DNA’dan gelen genetik bilgi önce RNA’ya aktarılır, daha sonra RNA’da gereğini yapıp bilginin adeta kalıp dokümanını ortaya koyar. Derken kısa süreli hafıza kartında saklı kalan bilgiler, ister istemez yeni bir alana kavuşurlar. Hatta kavuşmakla kalmazlar mevcut hücre ortamın yapısını da değiştirip hücre sathında yeni bir RNA molekülünün teşekkülüne imkân verilir. Nasıl mı?  Mesela protein sentezi sırasında 10 ila 30 dakika arasında konaklayan RNA şayet kendi yapısına uygun bilgi veya ilave edeceği bir şey yoksa bu noktadan sonra degrede (bozulmaya uğraması) olması kaçınılmazdır. Ne zaman ki kendisiyle alakalı bir bilgiye kavuşur, işte o zaman bilgiler kısa süreli kayıt sisteminden çıkıp daha uzun kayıt altında saklanan belleğe aktarılır, derken son noktada bilgiler tekrar DNA’da toplanmış olur. Demek oluyor ki kısa süreli hafıza kartından geçen elektrik akımı hücrenin yapısında birtakım değişikliklere yol açmakla kalmayıp, bunun yanı sıra RNA vasıtasıyla başka bir bilginin doğmasına yelken açılmakta. Hatta RNA’nın uzun süre hafıza kartında kalmasına karar kılındığında ise doğrudan DNA’ya bağlanarak aminoasitlere dönüşmekte. Derken o bilgiler ömür boyu bir canlı için yol arkadaşı olur.

           Velhasıl-ı kelam, canlı âleminde eşrefi mahlûkat bir insan olarak da hayatta işlediğimiz tüm eylemlerin tüm detayları önce hücrelere aktarılır, sonra ribo nükleik asitlere ve en nihayet DNA’mıza işlenerek bir daha yakamızdan asla atamayacağımız bilgi hazinesine dönüşürler. Bu olay aynı zamanda Allah’ın yoktan yaratma olayını hatırlattığı gibi kulları üzerinde kodlanan kader programını da ortaya koyan bir mucize-i hadisedir.

          Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dna-mucizesi-5968-kose-yazisi

 

 

                                               


20 Temmuz 2022 Çarşamba

YARATILIŞ MUCİZESİ


                    YARATILIŞ MUCİZESİ

         SELİM GÜRBÜZER                    

        Evrimciler hayatın oluşumunu açıklarken güya maddenin aşama aşama evrimleşerek atom parçacıkları elementlere, elementler evrimleşerek kimyasal bileşik polimerlere, oradan ise sırasıyla basit canlı hücrelere, kurtçuklara, balıklara, kurbağalara, sürüngenlere, memelilere ve derken insana dönüştüğünü ileri sürerler. Üstelikte bu iddialarını herhangi bir bilimsel verilere dayandırılmaksızın sürdürürler habire.  Oysa kâinat kanunları iyi analiz edildiğinde Yaratıcı gücün yarattığı biyolojik nizamın başlangıçta orijinal haliyle sakınım ve korunma kanunları eşliğinde korunduğunu, yaratılış sonrasında ise tabiatta büyük çapta olağan üstü afetler ve birtakım fiziki değişmeler eşliğinde yerini mükemmeliyetten bozucu yöne ilerleyen bir dağılma ve bozulma kanunlarına bıraktığı görülecektir. Bilindiği üzere Termodinamiğin birinci kanunu sakınma ve korunmaya yönelik bir kanun, ikincisi de malum bozulmaya yönelik bir kanundur. Yani başlangıçta orijinal olarak yaratılan canlı cansız her varlık bir yandan enerjinin koruma kanunu çerçevesinde korunmaya alınırken sonrasında ise hayatın akışı içerisinde korunmaya alınan her maddenin bozulmaya doğru yüz tutup bir daha orijinal haline geri dönmeyecek şekilde halden hale değişerekten yok olmadan ilerlemekte olduğudur. İlginçtir her nedense bu noktada evrimciler özellikle termodinamiğin ikinci kanunundan pek bahsetmezler. Hatta öyle ki her defasında köşeye sıkıştıklarında termodinamiğin ikinci kanunu karşısında suspus bir halde işi kotarmaya çalışırlar. Baksanıza Evrimci biyokimyacı Dr. Harold Blum bile bu durum karşısında ‘Termodinamik prensiplerini mağlup edecek bir delil bulamamaktayız’ diye hayıflanmaktan kendini alamamıştır. Çünkü ikinci kanun kâinatın başlangıç yaratılış formundan git gide nizamsızlığa doğru bir bozulma eğilimine girdiğini haykırmaktadır adeta. Gerçekten de bu noktada yüzyıllara meydan okuyan tarihi eserlerin hal vaziyetine baktığımızda bu söz konusu bozunumdan üzerine düşen payını aldığı bilinen bir gerçekliktir zaten. Ama gel gör ki bilinen bu gerçekliklere rağmen bir takım çevrelerce halen canlı cansız her varlığın basitten karmaşığa doğru evrimleşme denen bir mekanizmayla güya mükemmel bir yapıya dönüşecek bir şekilde yol aldığı iddiasında bulunulabiliyorlar.  Bilmem bu tür iddialar hangi akla izana ve mantığa sığar doğrusu şaşmamak elde değil. Hem de üstüne üstük ortada mevcut fosil kayıtların varlığına rağmen inadım inat hiçbir dayanağı olmayan içi boş teorilerini savunmaya devam etmekteler halen. Nitekim iddia ettikleri evrimleşme hadisesi ne jeolojik devirlere ait fosillerde, ne de yakın geçmişe ait verilerde, ne de bugünün teknolojik imkânlarıyla elde edilen veri kayıtlarında rastlanılmış değildir. Kaldı ki, ellerinde herhangi canlı ve cansız varlıkların ata fosilleri arasında geçişi gösterecek her hangi bir ara form veya ara fosil türü bir delilleri de yoktur.  Tabii ortada delil olmayınca da kendilerince uydurdukları evrimleşmenin olabilmesi için güya ya üzerinden milyar rakamlarla ifade edilecek bir zaman diliminin geçmesi gerektiğini ileri sürerler ya da jeolojik devirlerin şartlarıyla bugünün şartlarının bir olmadığı bahanesinin arkasına sığınırlar hep.

            Ne diyelim evrimcilik bu ya, değil cansız maddeden canlı bir materyalin türetilmesi,  herhangi bir hayvan üzerinden alınan biyolojik örneklerle yapılan çalışmalarla da farklı türden herhangi bir canlı varlık türetilememiştir.  Velev ki sun’i yöntemlerle cansız bir maddeden canlı ya da basit bir canlıdan daha kompleks yapıda bir canlı yaratık türetilmiş olsa da, bu hiçbir zaman iddia ettikleri milyarlarca yıl bir zaman öncesinde güya tesadüfi gelişi güzel olağan üstü tabiat olaylar eşliğinde canlı cansız tüm varlıkların birbirlerinden türedikleri şeklinde ileri sürdürdükleri tezlerini doğrulamayacaktır. Kaldı ki ileri sürdükleri dayanağı olmayan içi boş tezlerle sun’i yaratıcılığa soyunup bir canlı yaratık türetileceği iddiasında bulunulacaksa da hem milyarlar yıl öncesine atıfta bulunmamayı gerektirir hem de şu an ki yaşadığımız dünya coğrafyasında nesli tükenmemiş her hangi bir canlının biyolojik doku örneklerinden örneklemeye muhtaç olmamayı gerektirir. Bu nasıl yaratıcılıksa muhtaç durumdalar. Oysaki yaratılan asla yaratıcı olamaz, çünkü Yaradan’a muhtaç haldedir.  Öyle ya, mademki sun’i yaratıcılık iddiasıyla kolları sıvamış haldeler, o halde iddialarını destekleyecek malzeme için herhangi gibi bir biyolojik materyal üzerinden örnek alınımına tenezzül edip muhtaç olmamaları lazım gelir.  Hatta tenezzül etme noktasında buna cansız materyallerde dâhildir. Şayet tenezzül edilip alınmaya kalkışılırsa cansız maddenin yoktan var edildiğini kabul etmek durumunda kalacaklardır.  Peki ya, başlangıçta canlı cansız her ne varsa Yüce Yaratıcı güç tarafından her şeyin yoktan yaratıldığı gerçeğine rağmen kâinatta her daim işleyen sebep-netice kanunlarının dışına çıkıp canlı cansız varlıklar üzerinde örnek alma noktasında kendilerini muhtaç hissedip tenezzül edilirse?  Malum tenezzül edildiğinde ise günün sonunda şu gerçeklerle yüzleşeceklerdir:

           -Evet, geçmişte Stanley Miller ve diğer araştırıcılar yeryüzünün ilk oluşumundaki şartlara benzer bir düzenek geliştirerek bir iki amino asit oluşumu türetmeyi başarmışlar başarmasına ama elde ettikleri bir iki amino asit oluşumunun canlı türden olmadığı gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.

          -Evet, Sidney Fox ve bir kısım araştırıcılarda ilkel devirlerde hiç rastlanılmamış ve adına ‘proteioinidler’  dedikleri amino asitleri birbirine bağlamayı başarmışlar başarmasına ama bunların canlıların temel organik bileşiğini teşkil eden protein yapısıyla uyum sağlamadığı,  tam aksine bir takım leke oluşumları olduğu gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.

          -Savero Ocha ve diğer bilim adamları bir virüs DNA’sını veya bir başka biyolojik fonksiyona sahip molekülleri sentezleyerek başlangıçtaki orijinal hallerine benzer DNA bir kopyası elde etmesine elde etmişler ama ancak bu kopyalama işleminde de görüyoruz ki ihtiyaç duyulan enzimler diğer canlı hücrelerden izole edilerek kopyalandığı gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.  

         İşte yukarıda sıraladığımız canlı oluşumuna yönelik tüm çabalar bize gösteriyor ki canlı cansız varlıklar üzerinden herhangi bir materyal alınmaksızın işler doğru dürüst yürütülemiyor. Oysaki biz biliyoruz ki; gözlenebilir her bir netice için Yaratıcı, en uygun ilk sebeptir, bu nedenledir ki bu noktada kâinatta gözlenebilir her bir netice asla kendi sebebi olamaz deriz. Her ne kadar hayatın sırrını öğrenmek adına girişilen bir takım sun’i denemeler bilimsellik yönden çok önem arz etmekle beraber, şu da bir gerçek; her türlü sun’i deneme yoktan var etmenin sadece Yaratıcıya mahsus bir sıfat olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Hakeza varı yok etmekte sadece O’na has bir sıfattır. Zaten beşer planında Enerjinin Korunumu kanunu gereği enerji bir şekilden diğerine dönüşebilir ancak yok edilemez şeklinde tezahür etmektedir. Yani bu demektir ki, yaratma ilk başlangıçta yoktan vücut bulmuş,  şimdi ise vücut bulan her şey enerji olarak halden hale dönüşse de sonuçta yaratılan her bir varlık bir şekilde korunmaya alınmış durumdadır. Bilindiği üzere kompleks yapıda çok sayıda canlılar özelleşmiş hücrelerden halk olup, halk olan bu hücreler ise son derece planlanmış çok özel yapıdaki proteinlerden meydana gelmişlerdir. Malum her protein molekülü de tesadüfen veya rasgele oluşmayıp, tam aksine 20 çeşit amino asidin tamamen mühendislik hesaplamalarının üstünde farklı oranlarda ve ardı sıra belli bir tertip üzere dizilim sergilemeleriyle oluşmaktadır.  Hakeza canlıların temel yapısını oluşturan nükleoproteinler de, nükleik asit ile bir veya birkaç proteinin birleşmesiyle vücut bulmuşlardır. Hiç kuşkusuz vücut bulan bu söz konusu proteinler 100 ila 3000 amino asitten meydana gelmiş organik moleküllerden başkası değildir. Öyle anlaşılıyor ki nükleoproteinler biyolojik hayatın olmazsa olmaz diyebileceğimiz en temel moleküllerinden olması hasebiyle tıpkı nükleik asitler gibi prostatik grup olarak biyolojik hayatın bir parçası olarak işlev görmekteler. Şöyle ki; nükleik asitler; proteinlerle birleşerek adına nükleoproteinler denen kromozomları oluştururlar.  Ki;  bir nükleoproteinin var oluş serüveni şu şekilde işlevsellik kazanarak seyreylemekte: Önce azot içeren bir baz, beş karbonlu pentoz denen bir şekerli monosakkarit ve bir fosforik asit grubu ile birleştiğinde nükleik asitlerin temel birimi denen “nükleotid” oluşumu gerçekleşir.  Akabinde oluşa gelen bu nükleotidlerin nükleik asit proteinlerle birleşmesiyle de “nükleoprotein” meydana gelir.  

        Malumunuz 5 karbonlu şekerler (pentozlar) DNA ve RNA’da bulunan monosakkaritlerin tâ kendisi bileşikler olup, bu söz konusu bileşiklerden deoksiriboz şekeri DNA zincirinin halkasında yer alırken, riboz şekeri de RNA zincirinin halkasında yer alır. Hatta bu söz konusu riboz şekeri ATP çatısı altında, yani adenozin içerisinde adenin bazına bağlı bir riboz pentozu olarak da yer alır. Öyle ki bu sayede nükleik asitlerden ATP elde edilebildiği gibi pentosan denen pentozlardan ise polimer oluşumu elde edilir.  Günün sonunda anlaşılan o ki,   biyolojik hayatta böylesi müthiş hiyerarşik zincir dizilimi içerisinde onca kompleks yapıda protein molekül oluşumların hemen hepsi DNA başkanlığınca imal edilen bilgiler üzerinden kodlanaraktan oluşturulmakta.  

          Bilindiği üzere DNA, 6 çeşit basit moleküllerden ibaret olup bunlar sırasıyla bilgiyi oluşturan  “adenin, guanin, stozin, timin”den oluşan 4 çeşit baz,  deoksiriboz şekeri ve fosfatın yanı sıra karbon, hidrojen, oksijen, azot elementleriyle birlikte sarmal yapıda bir görünüm sergilerler.  Bu bakımdan DNA’ya bakış açımız tüm bilgeleri kendinde toplayan veri bankası şeklinde olmuştur hep.  Hatta veri bankası gözüyle baktığımız DNA sadece bu özel veri aktarımı yeteneği ile dikkatleri üzerine çekmeyip bunun yanı sıra kendi bünyesinde konumlanmış birtakım enzimlerle kendi kendini kopyalayıp eşleme yeteneği ile de dikkatleri üzerine çekmektedir. Hatta merak bu ya, bu arada kendisinin çoğalmasında yardımcı olan enzimlerin oluşumunun tayini de DNA tarafından belirlendiği dikkatlerden kaçmaz.  Derken bu dikkate şayan hadiseler eşliğinde biyolojik hayatta hemen her şeyin DNA’nın kontrolünde işlerlik kazandığı artık bir sır olmaktan çıkıp gerçeğin ta kendisi olduğu ayan beyan ortaya dökülmüş olunur da.  Hem nasıl sır olmaktan çıkmasın ki, baksanıza gerek üreme hadisesinde ona zorunlu olan ihtiyaç gerekliliği,  gerekse proteinlerin DNA’daki bilgilere göre yapımının zorunlu olarak onun başkanlığına ve koordinatörlüğüne ihtiyaç duyulma gerekliliği bunun en tipik bariz örneklerini teşkil eder. Ama gel gör ki evrimciler açısından meseleye bakıldığında her olan bitenden DNA’nın koordinatörlüğüne ihtiyaç duyulması kendi ileri sürdükleri tezlerini çürüten yeni bir tartışma konusu durum ortaya koyduğundan önlerinde aşılması imkânsız engel bir duvar olarak karşılarına çıkmaktadır. Anlaşılan o dur ki DNA’nın kontrolü dışında hiç bir şey gelişigüzel mecrasında hareket edememekte. Gerçekten de DNA’nın biyolojik hayatta böylesi müthiş koordinatörlük misyonuna sahiplik özelliğinden dolayıdır ki, adından sürekli olarak  “nükleik asitler” molekülü olarak söz ettirmiştir hep.  Hatta nükleik asitler sadece isim olarak adından söz ettirmemiş,  cismiyle de adından söz ettirmiştir.  Öyle ya her cismin kapladığı alan bakımdan hacmi olduğuna göre,  bizatihi Friedrich Miescher tarafından programlanmış yüklü nükleik asitlerin,  irin ve sperma hücrelerin çekirdeği içerisinde kapladığı alan ve konumu da belirlenmiştir. İşte bu noktada konum itibariyle çekirdek için de yerinin belirlenmesi ve biyolojik hayatın sevk ve idaresinin merkezden ediliyor olması hasebiyle hakkında nükleotid birimlerinden meydan gelmiş manasına “nükleik asit” denmiştir. Ancak şu da bir gerçek; son zamanlarda yapılan genetik çalışmalar neticesinde nükleik asitlerin çekirdek dışında da varlığı tespit edilmiştir. Buna rağmen nükleik asit adı hala kullanılmaya devam etmektedir.  Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz üzere biyolojik hayatın çoğalmasında DNA’ya bağımlılığın kayıtsız şartsız bir kanun halinde cereyan etmesi, aynı zamanda canlılığın çoğalmasında birtakım proteinlerin mutlaka olması gerektiği hususu ve bu proteinlerin DNA üzerindeki kodlanmış bilgilere göre yapılandırılması gerekliliği de evrimcilerin her daim uykularını kaçıran bir gerçekliliktir.  Çünkü ortada bir yöneten var, bir de yönetilen sistem söz konusudur.  O halde tam da bu noktada şimdi evrimcilere sormak gerekir; acaba tesadüf dedikleri hadise bunun neresinde yer almakta? Dedik ya, onlar bunun cevabını veremeseler de,  bilimsel çalışmalar bize gösteriyor ki;  nükleik asitlerin virüslerden insana kadar tüm canlıların hücrelerinde hiçbir tesadüfü oluşuma meydan vermeyecek bir şekilde belli bir hiyerarşik düzen içerisinde tüm biyolojik faaliyetleri yürüttüğü belirlenmiştir. Düşünsenize, her şeyin nükleik asitlerin kontrolünde yürütüldüğü bir durum karşısında elbette ki her şeyi tesadüfe bağlayan evrimcilerin kendi tezlerini çürütmeye ziyadesiyle yetecek DNA’nın bu denli akıl dolusu koordinatörlüğünden huzursuzluk duyaraktan uykularının kaçması son derece gayet tabii bir durumdur.

          ÇEŞİTLİLİK EVRİMLEŞMEK DEĞİL, BİLAKİS BİYOLOJİK ZENGİNLİKTİR

       Bilindiği üzere atmosferi oluşturan gazlar arasında %78’lik bir oranla azot (nitrojen)  başı çekmiş durumdadır. İyi ki de baş çekmekte, her şeyden önce oksijen yoğunluğunu azaltaraktan canlıların nefes alıp vermesinde en uygun dozda kalmasını sağlayan bir elementtir. Öyle ki havada ki azot ya doğrudan toprağın bağrında ya da bilhassa baklagiller bitki gruplarının köklerindeki yumrularda yaşayan azotu bağlayan bakteriler tarafından absorbe edilmek suretiyle amonyağa dönüştürülmesinin akabinde önce nitrite sonrada nitrata dönüşüm sağlanmış olur. Derken çürümüş bitki artıkları ya da çürümüş ceset artıklarının toprağın bağrında ayrıştırma işlemleri neticesinde açığa çıkan azotun yeniden atmosfere karışmasıyla birlikte azot çevriminden maksat hâsıl olur da.  Böylece havadan toprağa, topraktan atmosfere azot döngüsü (deveranı) bu şekilde tamamlamış olur. Azot döngüsü aynı zamanda bize Hz. Âdem (a.s)’ın yaratılışında toprakla DNA molekülleri arasında doğrudan bir ilişkisinin olabileceğini de düşündürtür. Hem niye öyle düşündürtmesin ki, bikere azot elementinin muhteviyatında proteinleri oluşturan amino asitlerin varlığını görürüz. Yani gördüğümüz şudur ki; azot, hidrojenle bağ kurabilecek kabiliyette oksijen ve flor elementleri arasında en güzide bir konumda yerini alan,  aynı zamanda kromozomları oluşturan nükleik asitlerinde en güzide konumda elamanı bir elementtir. Nitekim toprakta eksi (-) yük değerlerde karbon ve azot molekülleri var olup, DNA’da ise eksi (-)  yük değerlerde azot ve karbon, fosfor, hidrojen ve oksijenden kurulu bir düzenin varlığı söz konusudur.  Bu durumda oksijen, fosfor, hidrojen molekülleriyle birlikte eksi (-) yük değerde karbon ve azotla birleştirildiğinde,  neredeyse insan bedenini oluşturabilecek nitelikte vücut bileşenleri ortaya çıkabiliyor. Yeter ki, bu vücut bileşenlerinin başkanı DNA’nın şifre kodlarına Yücelerden  ‘Ol’ emri tecelli ediversin, bak o zaman nasıl ki toprağın bağrında Âdem (a.s) vücut bulmuşsa,   hiç kuşkusuz Âdem ve Havva anamızın zürriyetinden gelen insanoğlu da ana rahmin bağrında vücut bulmuş olacaktır. Hem nasıl ki bir yazar 29 harflik alfabemizle tıpkı bir senfoni orkestra şefinin enstrümanlara oynadığı gibi kelimelerle ve cümlelerle oynayaraktan ortaya bir makale, bir hikâye, bir roman, ansiklopedi vs. koyabiliyorsa,  Yüce Allah’ın   “Ol” komutuyla da şimdiye kadar keşfedilen 118 elementle de milyonlarca canlı cansız mahlûkatın hem periyodik cetveli hem de yaratılış mucizesi ortaya konmuş durumda zaten.  Bilindiği üzere amino asitler karbon atomuna bağlı bir amino grubu (NH2) grubu ile bir karboksil (COOH)  grubunun oluşturduğu organik bileşiklerin bağrından kopmasıyla oluşan zincirleme bir yapı üzerine kurulu temel taşlardır.  İşte bu noktada önemine binaen proteinleri oluşturan bu temel taşların canlı ortam içerisinde  “in vivo” olarak,  cansız ortamlarda ise “in vitro”  olarak sırrına ermek için bilim dünyasında birçok deneysel çalışmalar yürütüldüğü de bir vaka. Nitekim Matthew Meselson ve Franklin Stahl daha önce Watson ve Crick tarafından DNA kolunun bir fermuar gibi ikiye ayrıldığı ileri sürülen orijinal yakasına yeni bir kol ekleyerek 5’3’ yönünde ilerlediğini ve böylece kalıp olarak görev üstlenen kolun 3’5’ yönünde barkot okuyucusundan geçercesine okunduğunu gösteren deneyler yapmışlardır. Böylece replikasyonun semikonservatif olduğunu yaptıkları deneylerle ortaya koyabilmişlerdir. Yetmedi adına semikonservatif denilen yarı-saklı bir replikasyonla DNA’nın çoğalabileceğini gösteren deneylerle de durum tespiti yapmışlardır. Daha da yetmedi bu ve buna benzer çalışmalar neticesinde önce iki çift DNA şeridi, sonra sırasıyla 4 çift, 4 çiftten 8 çift, 8’den 16 çift zincir elde edilip kopyalanabileceğini göstermişlerdir.  Derken bu gözlemler sayesinde başlangıçta 2 çift iken ileriki aşamalarda çoğalan bir yapının sırrına vakıf olmuşlardır.

           Malum bir başka mikro düzeyde yapılan çalışmalarla da, yani birtakım ağır nitratlı ortamda yapılan deneylerle E. Coli bakteri DNA’ları ard arda ağır azot (N15) kapsayıncaya kadar dölden döle üretilebileceği gözlemlenmiştir. Şöyle ki; üretilen bakterilerden bir kısmı alınıp normal nitratlı (N14)  bir ortama bırakıldığında mevcut DNA’nın iki katına çıktığı gözlemlenmiştir.  Ayrıca ilk safhada N14 içeren DNA hücrelerinin N15 kapsayan DNA miktarıyla eşit olduğu belirlenmiştir.  Madem Watson ve Crick modeli bu şekilde deneylerle ispatlanmış durumda, o halde gözlemlenen deneylere konu olan “I” izotop sembolünü kullanarak şu şekilde meseleye daha da bir açıklık getirebiliriz. Bilindiği üzere amonyum iyonlarında N14 izotopu vardır.  Dolayısıyla Esherichia coli hücresi ağır azot (N15) ihtiva eden bir ortamda ardı ardına tutulduğunda bir süre sonra bakteri DNA’sı ağırlıklı olarak azot izotopunu (I15I15) içerecektir. Böylece ilk etapta ağırlıklı olarak azot içeren bakteri formu normal azot (N14) içeren DNA’ya göre %1 artış kaydedecektir. Şayet ağırlıklı azot izotoplu  (I15) form, normal azot izotoplu  (I14) formla eşleştirildiğinde bu durumda ikinci etapta oğul döllerden biri melez DNA izotoplu (I14 I15) heterozigot form olarak teşekkül ederken, diğeri ise normal DNA izotoplu (I14I14) homozigot form olarak teşekkül eder.  Hakeza DNA zincir halkası I14 I15 olarak teşekkül etmiş bir bakterinin izotop formu üçüncü etapta normal nitratlı bir ortam şartlarında mitoz bölünmeye tabi tutulduğunda ortaya  %50 melez (I14 I15) izotop form ve %50’de normal (I14 I14) izotop formda DNA’lar teşekkül edecektir.    En nihayetinde ortaya çıkan formları da eşleştirip bir kez daha mitoz bölünmeye tabi tutulduğunda ise  %75 normal izotop formda ve  %50 izotop formada melez DNA’lar teşekkül etmiş olacaktır.  İşte tüm bu izotop formlarla izah etmeye çalıştığımız eşleştirmelerin neticesinde ortaya iki tip izotop formunda DNA halkası ortaya çıkar ki;  bunlardan biri N14N14 izotop formunda,  diğeri de N14N15 izotop formunda bir DNA halkasının varlığını gösterir.  Hatta  tüm bu eşleşmeler neticesinde ortaya konan bulgular bize gösteriyor ki DNA halkasının oluşturan izotop formlar orijinalliğinden kopmaksızın kendi kendilerini kopyalayıp belirli oranlarda çeşitlilik arz edecek şekilde çoğalabildikleri anlaşılmaktadır.  Tüm bunlardan bize daha da ilginç gelen günün sonunda (replikasyon sonrasında)  ortamda iki çeşit zenginlikten birinin N14N14 izotop formda, diğerinin N14N15’ izotop formda ortaya çıkmasının neticesinde bir başka forma dönüşmeksizin DNA çift sarmal zincirinin orijinalliğinin yitirmemesidir. İlla bir orijinal bir değişiklikten söz edilecek olursa da ortada sadece sayı bakımdan değişiklikten söz edebiliriz. Ki,  bu tür sayıca değişiklik her hücre bölünmesiyle birlikte DNA kopyalanmasının (2n) kadarlık bir artış kaydetmesiyle alakalı bir değişiklikten öte bir anlam ifade etmeyecektir.  Dolayısıyla siz siz olun sakın ola ki sayıca artış değişikliğini tıpkı evrimcilerin addettiği gibi evrimleşmek anlamına gelen bir değişiklik olarak algılamayasınız,    aksi halde sapla saman birbirine karıştırılmış olunur.  

             Her neyse,  evrimciler sayıca veya çeşitlenmelerden medet umup kendilerince evrimleşme anlamında çıkarımlardan buluna dursunlar,  Meselson ve Stahl ikilisi, çift sarmal DNA moleküllerinin N14 mi yoksa N15 mi ihtiva ettiğini ispatlamak adına yaptığı çalışmalara göz attığımızda Sezyum klorür çözeltisinden (CsCl) yararlandıklarını görürüz. Nitekim DNA’nın bile kendi içinde zenginliğini gösterecek çeşitlenmeyi yaptığı çalışmalarla CsCl çözeltisiyle homojen hale getirdikleri süspansiyonu ultra santrifüjde 14.000 rpm hızla döndürerekten çöktürmelerinin neticesinde göstermeyi başarmışlardır. Santrifüjle çöktürme sonrası ayrılan ve üstte kalan çözünmeyen molekül ağırlığı düşük olan faz kısım alınıp süspansiyonun yeniden santrifüj ettiklerinde bu kez her bir DNA izotop formların kendi molekül ağırlığına göre konumlandıkları bölümlerde faz bandı oluşturup, böylece tüpün en dibinde molekül ağırlığı en yüksek olanın (N15N15) izotop formunda,  tüpün orta kısmında molekül ağırlığı orta seviyelerde olanın   (N15N14) izotop formunda,  tüpün en üst kısmında molekül ağırlığı normal seviyelerde olanın normal  (N14N14) izotop formunda diyebileceğimiz DNA çeşitlenmelerinin varlığını gözlemlemişlerdir. Hele bu çeşitlenmeler içerisinde tüpün orta kısmında oluşan (N15N14) izotop formunda ki DNA izotopunun bant genişliğini diğer katmanda yer alan N15 ve N14 izotop formalarla kıyasladığımızda 2 katı bir bant aralığı konumunda konuşlandığını görmek pekâlâ mümkün. Hiç kuşkusuz bu ve buna benzer çalışmalar insan genomu üzerinde ve birtakım bakteri ve virüs genomları üzerinde yapılan DNA analiz ve yalıtkan çalışmalarında da hemen hemen aynı bant aralıkları şeklinde gözlemlenmiştir.    Kelimenin tam anlamıyla Meselson ve Stahl ağır Azot15 izotopu içeren birkaç nesil E. Coli çoğaltmayı başarmaları bunun en tipik örneğini teşkil eder.

            Velhasıl-ı kelam çeşitlik evrimleşmek değil, tam aksine biyolojik zenginliktir.

            Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/yaratilis-mucizesi-5955-kose-yazisi

19 Temmuz 2022 Salı

ADLİ TIP


                                                         ADLİ TIP       

          SELİM GÜRBÜZER

          Adli Tıp çözülmesi imkânsız gibi görünen birtakım karanlıkta kalan olayları aydınlatmak için vardır.  Malumunuz Türkiye’de Adli Tıp her türden adlı vakaları aydınlatmak yönünden adından söz ettirerek derecede hak ettiği konuma gelmiş bir kurumdur. Düşünsenize ülkemizde bir zamanlar delil yetersizliğinden faili meçhul olaylara kurban gitmiş birçok insanın katline ferman okuyanların yanına kâr kalan bir süreç yaşamıştık.  Neyse ki artık son derece yüksek donanımlı Adli Tıp Kurumu laboratuvarları sayesinde karanlıkta kalan pek çok hadiseler sır olmaktan çıkıp adalet er geç yerini bulabiliyor. Mesela bir insanın kahvesine az miktarda arsenik katılaraktan zehirlenip öldürüldüğü ya da arkada delil kalmasın diye cesedinin yakılıp bir yerlere atıldığını düşünün, o an sanırsın ki bu mesele asla aydınlanamaz, oysaki yanmış cesette olsa kemik örneklerinden DNA profili elde edilebileceği gibi bir takım kimyasal analizlerle zehirlenmiş olup olmadığının tespiti çok rahatlıkla yapılabiliyor da. Böylece olay bir anda açıklığa kavuşturulmuş olur.

        Mesela yine bir çocuk cesedi düşünün ki üzerinde yara bere halde kesi izleri mevcut, ancak ne var ki bu yara bere haldeki kesi izlerinin hangi aletle gerçekleştirildiği bilinmemekte,  ama bununda mutlaka bir çözüm yolu vardır elbet. Hem böylesi durumlarda dünyanın geldiği noktada sürekli kendilerini üstün teknolojik bilgi ve donanımıyla yenileyen Adli Tıp uzmanları ne güne duruyor,  artık eldeki verilerle arka planda kalan nice hadiseleri gerek otopsi yaparak gerekse kimyasal ve biyolojik yöntemlerle çözüme kavuşturup neticelendirebiliyorlar da. Nasıl mı? İşte bu alanda 1978 yılı teknolojik donanıma haiz İngiltere Adli Tıp uzmanlarının Los Angeles’te 2,5 yaşındaki ceset üzerinde kerpeten izine benzeyen lekelerin analizi ve elektron mikroskobu (SEM) incelemeleri sonucunda söz konusu aletle cinayetin işlendiği tespit edilip olay bir çırpıda aydınlanıyor olması bunun bariz delilidir zaten.

           Türkiye’de de malum Adli Tıp bünyesinde yeni bölümler açıldıkça savcılıklar ve mahkemelerce gönderilen ağzı usulüne uygun iple bağlanmış mühürlü torba içerisinden çıkan numuneler üzerinde en küçük bir iz ya da leke örneğinden elde edilecek bulgular ışığında pek çok davalar rahatlıkla aydınlatılabiliyor.  Mesela olay yerinde toplanan herhangi bir materyal üzerinde kan, sıvı, meni, tükürük vs. gibi lekeleri inceleyen biyologlarımız, ölüm sebebini ortaya çıkarmaya yönelik canla başla bilgisini ve deneyimini ortaya koyup otopsisini yapan doktorlarımız,  doku incelemesi yapan patologlarımız, cesetten inceleme için örnek alınamayacağı durumlarda diş üzerinde radyolojik inceleme, yaş belirleme ve kimliklendirme çalışması yapan adli odontolojistlerimiz, kemik incelemesi yapan antropologlarımız, toksikoloji incelemesi yapan kimyagerlerimiz ve işin mutfağında ter döken tekniker ve laborantlarımız hiç kuşkusuz ki karanlıkta kalan olayların aydınlanmasında  her biri öncü elemanlarımızdır. Nitekim bir diş numunesinin Adli Tıp uzmanlarınca maktul ve şüpheli arasında mukayesesi yapıldığında elde ettikleri bulgulara dayanarak birbirinin tıpatıp aynısını olmadığı tespit edilebiliyor. Derken elde ettikleri verilerle şüphelinin maktulün üzerinde bıraktığı diş izlerinden şüphelinin kimliği belirlenebileceği gibi tam tersi maktulün şüphelinin üzerinde bıraktığı diş izlerinden hareketle maktulün kimliği de belirlenip bir anda görülen dava netlik kazanabiliyor.  Bir başka davada mesela kimliği bilinmeyen şahsa ait bir kafatası kemiğinin çamurla maskelenerek elde edilen yüz modelinden hareketle fotoğrafına bakılarak ya da birinci ve ikinci derece akraba yakınlarına görüntüleri yüzleştirerekten de kimlik teşhisi yapılıp dava netlik kazanabiliyor. İşte bu ve buna benzer pek çok olay yeri inceleme örnekleri üzerinde yapılan çalışmaların raporlandırılıp netlik kazanması sayesinde nice karanlıkta sır olarak kalan hadiseler bir bakıyorsun sır olmaktan çıkabiliyor.  Hele Türkiye’de Adli Tıp’ın uluslararası ölçekte teknolojik araç ve donanım bakımdan her geçen gün kendini yeniledikçe daha nice karanlıkta kalan bir dizi hadiselerin bir bir düğümünün çözüldüğünü müşahede etmekteyiz. Mesela şimdiye kadar kullanılan aletlerden en çokta akla hiç şüphesiz ki gaz kromatografi ile spektrofotometre (CC-MS) gelmektedir. İşte bu ve buna benzer son derece gelişmiş cihazlar sayesinde birbiriyle oldukça yakın benzerlikte analitlerin ayırımının ve miktarlarının belirleme işlemlerinin gerçekleştirilebileceğini bir Adli Tıp çalışanı olarak bizatihi yakinen gözlemlediğim gibi petrolden tutunda uyku ilacı dâhil pek çok maddenin gaz haline dönüştürülen analitin içeriğinin de belirlendiğini gözlemledim. Nitekim Kimya İhtisas Dairesi Başkanlığı bünyesinde konuşlanmış laboratuvarlara gönderilen organ parçalarından mesela bir karaciğer organ parçası üzerinde fiziksel ve kimyasal özelliklerine göre kokain maddesinin ayırımının yapılıp tespit ediliyor olması bunun gerçekleştirilebileceğinin bariz bir göstergesidir. Böylece soruşturmaya konu olan zehir hadisesinde cesed organlarının inceleme işlemlerinin tamamlanmasının akabinde ölen şahsın ölüm nedeninin kokain zehirlenmesi olup olmadığı raporlandırılabiliyor artık.  Ki, bu iş sadece kokainle sınırlı değil elbet, alkol ve uyuşturucu gibi daha birçok zehirlenmeye etken olacak her türden gazın toksikolojik analizlerinin yapılıyor olması da buna dâhildir.

       Peki,  kimyasal analizler iyi hoşta bu arada Biyoloji İhtisas laboratuvarları bu işin neresinde? Malumunuz Biyoloji ihtisas Dairesi Başkanlığı bünyesinde konuşlanmış DNA laboratuvarları da mühürlü torbayla gelen her türlü materyalin  görünür ve UV ışık altında incelenmesiyle tespit edilen leke örneklerinin işin ehli uzmanlarca kodlanaraktan ependorf tüplere alınıp izole edildikten sonra PCR, denatürasyon ve ardından cihazda okuma işlemlerinin tamamlanmasıyla birlikte nice çözülemez sanılan bir dizi olayların düğümünü çözen laboratuvarlar olarak dikkat çekmektedir. Nasıl mı? Mesela leke örneklerinin meni yönünden incelemesinde Prostat Spesifik Antijen tayini lateral flow immunassay yöntemiyle pozitifliği ya da negatifliği tespit edilebildiği gibi lekelerin kan yönünden incelemesinde Kastle-Meyer/Lumonal yöntemiyle de pozitifliği ya da negatifliyi tespit edilebilmekte. Yetmedi lekenin lateral flow immunassay yöntemlerle hem hemoglobin tayini hem de tükürük amilazı tayini de yapılabilmektedir. Şayet meni şüphesi içeren lekelerden sperm aranacaksa alınacak olan leke örneklerin ilk evvela maserasyon işleminden geçirilip sonrasında ise Hematoksilen-Eosin boyama yöntemleri kullanılaraktan mikroskobik incelemesinin yapılması gerekir ki spermin var olup olmadığı belirlenebilsin.  Keza olay yerinden gönderilen kılların morfolojik yönden köklü ya da köksüz olduğunun morfolojik olarak belirlemek yetmez mikroskobik incelemeyle de köklü ya da köksüz olduğunu teyit etmek gerekir ki kök ihtiva eden kıl numuneleri DNA analiz çalışmalarına alınabilsin. Böylece kıl örnekleri üzerinde bir yandan morfolojik incelemesi yapılırken diğer yandan da otozomal, gonozomal ve mitokondrial DNA analizleri tamamlanıp kimliklendirme işlemleri netlik kazanmış olacaktır.   O halde sakın ola ki kıl tüy deyip iş hafife alınmasın,  oysa kıl tüy ne ki denilen bir şeyden tek adet saç telinin bile olayın aydınlanmasında tek başına kayda değer delil olduğu bilinen bir gerçekliktir.  Hele ki tek adet saç telinin 20 çeşit özelliği göz önünde bulundurduğumuzda o söz konusu tek bir adet kıl üzerinde titizlikle çalışmanın çok büyük önem arz ettiği kendiliğinden anlaşılmış olur. Nasıl mı? Düşünün ki delil niteliğinde laboratuvara gönderilen elde avuçta sadece biyolojik materyal olarak tek bir adet kıl numunesi var,  elbette ki böyle bir durumda o tek bir kıl numunenin başına herhangi bir kazara hal gelmemesi için büyük bir hassasiyet içerisinde koruma altına alınıp incelenmesi gerekecektir. Göz kulak olunmadığında aksilik bu ya,  bir bakmışsın delil kaybına uğrama riskiyle karşı karşıya kalınması an meselesi diyebiliriz. Ki, böylesi bir durumda çalışan uzman hakkında delil karartması yönünden soruşturma açılması kaçınılmaz hal alacağı gibi bundan daha da vahim durum olayın aydınlatılmasında tüm çabalar boşa gidip akamete uğrayacaktır.  

          Hiç kuşkusuz kılın dışında bir başka hassasiyet gerektiren çalışmalardan biride sperm leke ve vajinal frotti örnekleridir. Nitekim bu söz konusu örneklerin mikroskobik incelemelerinde sperm-epitel hücrelerin karışık olduğu durumları göz önünde bulundurduğumuzda mix ayırımında da azami dikkat edilmesinin gerekliliği kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Hiç kuşkusuz spermin epitelden ayırma işlemleri için Differansiyel Lysis yöntem en ideal yöntem olup böylece bu sayede hem kadına ait hem de erkeğe ait tek tipte DNA profilleri tespit edilebiliyor. Mesela bazı leke örnekleri de vardır ki, tek tipte DNA profili tespit edilemeyip ancak mix  (karışım)   halde DNA profili tespit edilebilmekte. Hatta lekeden tespit edilen bu mix DNA profili,  şüpheliyle mağdurun birlikte DNA profilini birlikte içerebileceği gibi birden fazla şüpheli farklı şahıslara ait DNA profillerini de içerebilir. Şayet tespit edilen mix DNA profilinin gen bölgesinde 4 adedin üzerinde allel tespit edilmişse böylesi bir tabloda herhangi bir şahsın varlığı yönünde değerlendirme yapmanın bilimsel bir değerlendirmenin sağlıksız olacağı Uluslararası Adli Genetik Birimlerin içtihadıyla herhangi bir şahsın varlığı yönünde mukayese yapmak doğru olmayacağı ortaya konmuştur. Madem ortada böylesi bir bilimsel anlamda uluslararası bilim kurulu içtihadı söz konusu o halde bir den fazla şahsa ait tespit edilen mix DNA profillerinin içerisinde en az üç şahsın bir arada bulunduğu mix DNA profilleri için davaya bakan hâkim ve savcılıklardan CMK 78, 79 ve devamı maddeleri gereğince alınacak mahkeme kararıyla birlikte şüpheli şahıslara ait DNA örneklerinin gönderilmesi durumunda ancak karşılaştırma yapılabileceğinin talep edilmesi uygun olacaktır.  Ta ki elde edilen mix DNA profilin içerisinde yer alan en az 3 şahsa ait biyolojik örneğin bir arada bulunmasının imkân dâhilinde olan şüpheli şahısların DNA profiliyle örtüşmesi tamamlana dek bu talep devam eder de. Böylece birden fazla şahsa ait mix DNA profili tam tamına tamamlandığında mixi içeren şahıslardan tek yumurta ikizleri hariç rastgele seçilen örnekler arasında ve aynı zamanda şüpheliyle akrabalığı bulunmayan bir şahsa ait DNA profilinin gönderilen örneklerde tespit edilen DNA profili ile birebir örtüşme ihtimalinin Türkiye popülâsyonunda takriben 1/1019 olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda başka bir şahsın tesadüfen şüphelinin profiliyle birebir eşleşme ihtimalinin olmadığı görülecektir. Böylece mix içerisinde örtüşen şahıslar hakkında çok rahatlıkla DNA’sını içerdiği şeklinde rapor düzenlenmesi uygun olacaktır. Düşünsenize ortada 1/10’luk rakamın ardına 19 tane sıfır eklenmiş bir sayıdan söz ediyoruz,   elbette ki bu sayı bize mixin içerisindeki şahısların varlığından şüphe etmeyecek derecede örtüştüğünü ortaya koyması bakımdan raporu sonuçlandırmaya yeter artar da.  Hakeza nesep davalarında da aynı durum söz konusudur. Nitekim çocuklara ait otozomal DNA profilleri ile baba ve anneye ait otozomal DNA profillerinin mukayesesi yapılaraktan hem annelik hem de babalık indeksi  %99,99 olaraktan hesaplanıp ortadan tüm şüpheleri kaldıracak derecede çocukların annesi/babası olabilecekleri belirlenerekten rapor düzenlenebiliyor. Hatta erkek bireylerin Y-STR DNA profillerinin babadan oğula Y kromozomu üzerinden aktarıldığı ve Y kromozomunun mutasyona uğraması dışında aynı soy ağacına dâhil erkek bireylerde (büyükbaba, baba, erkek çocukları vb.)  birbirleriyle aynı olduğundan neseb davasına konu olan şahıslar arasındaki akrabalık ilişkisini Y-STR DNA analiz çalışmalarıyla da baba tarafından aynı soy ağacının fertlerinin olabileceğinin tespiti yapılaraktan pekâlâ raporlandırılabiliyor. Keza kız çocukları söz konusu olduğunda ise malum Gonozomal X-STR DNA analiz çalışmalarıyla tespit edilen X-STR DNA profillerinin her bir lokusta en az bir allelin ortak olduğu belirlenmesiyle birlikte aynı babanın kız çocukları olabileceğinin tespiti şeklinde sonuca bağlanıp raporlandırılmakta da.

         Belki bu arada aklımızın ucundan gerek neseb davaları gerekse olay yeri incelemelerine konu olan davalarda DNA analiz çalışmalarıyla madem neseb tayini, soy bağı,    şüpheli ve mağdurların tespiti çok rahatlıkla belirlenebiliyor o halde parmak izine ne gerek var şeklinde bir düşünce geçebilir. Gerek var elbet. Her ne kadar ülkemizde DNA analiz yöntemlerinde çok gelişmişlik kaydedilmiş olsa da hele bilhassa hırsızlık olaylarının aydınlatılmasında ve sahte kimlik kullananların açığa çıkarılmasında parmak izi ve avuç içi izlerinin arşiv taramasıyla mukayesesi yapılaraktan tespitinin dün olduğu gibi bugünde temel delil niteliği konumunu korumaya devam etmesi gayet tabii bir durumdur. Bilindiği üzere parmak izi insanın en çok terli veya yağlı parmağına aminoasitlerin bırakılmasından hareketle o aminoaside özgü bir takım kimyasallardan faydalanılaraktan da şahsın kimliği çok kolay belirlenebiliyor. Nitekim bu iş için proteinlerin tanınmasında yararlanılan bu söz konusu kimyasal ayıraçlardan ninhidrin parmak izindeki serbest amino asitlerle reaksiyona tabi tutulduğunda o bölgede kırmızı-mavi renk dönüşmesi diyebileceğimiz Ruheman moru renkte organik maddenin açığa çıkmasıyla da eldiven, cam, plastik vs. gibi materyaller üzerinde ki parmak izinin varlığı tespit edilebiliyor. Keza pudra temelli yöntemlerle de gönderilen materyaller üzerinde de kriminal incelemeyle parmak izi ortaya çıkarılmakta.

          Hani öldürülenlerin kanı yerde kalmaz deriz ya hep, gerçekten de Adli Tıp uygulamalarının hız kazandığı günümüzde iyide nereye kadar kan davaları gizlenir dedirten şekliyle daha da bir anlam kazanıp görülen davaların sır olmaktan çıkıp delilleriyle birlikte raporlandığı görülmekte. Düşünsenize daha 2002 yıl öncesinde kan numuneleri üzerinde grup faktör yöntemiyle suçluları bulma çalışmaları yürütülürken hele bilhassa 2002 yıl sonrası bir bakmışsın genetik alanında baş döndürücü gelişmelerin ivme kazanmasıyla birlikte artık Adlı Tıp laboratuvarlarında kullanılan elektroforez analiz yöntemi en güçlü ve en gözde analitik teknik olarak damgasını vurmuş durumda. Dahası bu teknik sayesinde izolasyona tabi tutulan herhangi bir organizmaya ait DNA molekülünün belirlenen bölümü PCR işlemiyle kopyalanıp çoğaltılaraktan yük taşıyan çözünmüş sıvı parçacıkların elektriksel alanın etkisiyle göç ettirilmesinin akabinde yürütülen moleküllere özgü boyalarla o bölgeler işaretlenip pik şeklinde görünür hale gelebiliyor. Böylece DNA sentezinde yol gösterici olarak kullanılan primerlerin öncülüğünde baz eşleşmesi kapiller elektroforez genetik analizör okuma cihazlarında karşılık bulan rakamsal allel değerler 3500xl GeneMapper IDX programıyla tiplendirilip kişilere ait DNA profillerin çıktısı alınıp raporlandırılmış olmakta.  Bu arada yeri gelmişken söylemekte fayda var, Adli Tıp denince eskiden hep otopsi yapan Morg İhtisas Dairesi akla gelmekteydi, neyse ki gelinen nokta itibariyle medyada yayınlanan bir dizi belgesel veya filmlerin izlenmesiyle birlikte bu düşünce git gide hükmünü yitirip artık ilk akla gelen Biyoloji İhtisas Daireleri gelmekte. Zira Adli Tıp Kurumu bünyesinde Biyoloji İhtisas Daireleri öyle bir konuma geldi ki cinayet, tecavüz, neseb davalarının bir bir çözümlendiği Amerika’da FBI elemanlarını aratmayacak şekilde biyologlarında damgasını vurduğu bir birim olarak adından söz ettirmektedir. Her ne kadar kimliklendirme çalışmalarında yoğun emek sarf eden biyologların ülkemizde yeterince ne iş yaptıkları kavranmasa da altına imza attıkları raporların sayısı çoğaldıkça ne denli önemli işlere imza atan uzman elemanlar olduğunun kavranacağına inancım tamdır. Dahası böylesi elemanların çalışmalarını yerinde tetkik edildiğinde Adli Tıp bünyesinde çalışan biyologların pek çok işi bir arada yürüttükleri görülecektir.  Bir başka ifadeyle olay yerinden gönderilen suç aletleri, giysi, eşya vs. biyolojik materyaller üzerinde sperm, kan veya diğer biyolojik lekeler aramak, lekeden orijin tayini yapmak gibi bir dizi analiz çalışmalarını büyük bir titizlikle yürüten görünmeyen gizli kahramanlar diyebileceğimiz asıl elemanlar biyologlardır. Ayrıca olay yerinden gelen mühürlü bez torbanın özellikleri belirtilecek tarzda tutanakla açılmasından tutunda, bu delil torbasından çıkan biyolojik materyallerin tek tek incelenip üzerlerinde lekelerin alınması, aynı zamanda bu alınan leke örneklerinin DNA izolasyon çalışmalarına başlanıp PCR (izolasyondan elde edilen DNA’nın bazı bölgeleri polimeraz zincir tepkimeleri adı verilen teknik bir işlemle binlerce kez çoğaltılması) ve denatürasyon işlemini takiben çoğaltılmış DNA ürünün genetik analizör cihazına yüklenerek kişiye has ya da olay yeri örneklerine ait DNA profilleri belirlenip, akabinde raporlandırma gibi bir dizi işlemlerin her safhasında ter dökmektedirler. Her şeye rağmen bunca işi bir arada yapan bu ekibin mutlaka bir gün hak ettiği bir konuma geleceklerdir elbet.  

           İşte elektroforez metoduyla çalışan lazerli analizör cihazların Adli Tıp Biyoloji İhtisas Laboratuvarlarında kullanıma girmesi suçluların aydınlığa çıkarılması bakımdan devrim niteliğinde bir gelişme olsa gerektir. Eskiden bir damla kanın kolloid (kolloidal çözelti ve asıltı) üzerine konulan bir solüsyonla eritilme işleminin ardından düz bir kaba konulmak suretiyle kana ait protein moleküllerinin güç kaynağı yardımıyla ya anoda (artı elektrod) ya da katoda (eksi elektrod)  hareket ettirilip taşıdıkları yüke göre birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılan protein bölgelerinin yerleri belirlenerek iş kotarılmaya çalışılırdı..  Bir başka ifadeyle agaroz jel elekroforez gibi yöntemlerle belirlenen bu bölgelerin jel kasetinden çıkarılıp boyama işleminden geçirilerek şerit veya bant halinde görünümleri sağlanıp protein miktarı direk dansitometre ile yüzde olarak örneğin toplam protein miktarı mutlak değer olarak verilirdi. Derken belirlenen bu değerler şüphelilerden alınan kan değerleriyle karşılaştırılıp kimliklendirme çalışmaları ortaya konurdu.  Artık gelinen nokta itibariyle bu tür klasik ve manüel yöntemlere gerek kalmaksızın bu yöntemlerin yerini DNA izolasyonu manyetik partikül tekniği kullanılarak otomatik DNA izolasyon robotları almıştır. İşte bu son derece ileri teknikler sayesinde bir yandan DNA analiz çalışmaları gerçekleştirilirken, diğer yandan da benimde 2002 yıl sonrasında yaklaşık 15 yıl süreyle Adli Tıpta çalıştığım o dönemde STR DNA İncelemesi Power Plex Fusion 6C/Power Plex Fusion 6C direct ve Powerplex CS7 kitleriyle DNA profillerin tespit işlemleri gerçekleştirilmektedir.   Nitekim içinde bulunduğum o dönemde ki çalışılan polimorfik STR DNA bölgelerine baktığımızda izole edilen DNA’dan Identifiler kiti kullanılarak PCR cihazıyla çoğaltılarak elde edilen Otozomal D8S1179,  D21S11, D7S820, CSF1PO, D3S1358, THO1, D13S317, D16S539, D2S1338, D19S433, VWA, TPOX, D18S51, D5S818, FGA ve cinsiyeti gösteren Amelogenin genle birlikte değim yerindeyse dört başı mamur diyebileceğimiz bir eserle karşı karşıya kalınır ki onca yoğun çaba içerisinde günün yorgunluğunu çalışan uzmanların üzerinden atmasına yeter artar da. Ki,  bu şahika eser tespit edilen DNA profillerinden başkası değildir elbet.

           Velhasıl-ı kelam, Adli Tıp karanlıkta kalan pek çok olayların aydınlatılmasında adaletin tecellisinde eli ayağı diyebileceğimiz gözde bir kurumdur.

                    Vesselam.

 

 

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/adli-tip-5066-kose-yazisi

18 Temmuz 2022 Pazartesi

DOSTUNUZUN HOŞUNA GİTMESE DE HEP DOĞRUYU SÖYLEYİN


           DOSTUNUZUN HOŞUNA GİTMESE DE HEP DOĞRUYU SÖYLEYİN

          SELİM GÜRBÜZER

            Dikkat ettiyseniz yukarıda attığım başlık tam da vefatından 20 gün öncesinden yazdığım “Sağlık Eğitim Merkezinden Adli Tıp’a” başlıklı makalede dobra dobralığı yönüyle adından söz ettiğim Dr. Selçuk Bekâr’ın mizacıyla uyumlu başlık yazımdır bu (Bkz. Ek-1).  Madem öyle,  şuan yazacağım makalenin başlığıyla özdeş şair,  düşünür ve bilge dostumun aziz hatırasına bu makaleyi ithaf etmek düşer bize.  Böylece mizacıyla özdeş bu makaleyi ithaf etmekle aziz ruhunu bir şekilde yâd etmiş olurum.  Nitekim aziz hatırasına ithaf ederekten yâd edeceğimiz insan,  üstelik ailece görüştüğüm aziz dostum da. Kaldı ki kendisi nevi şahsına münhasır bir mizacıyla dost düşman hiç fark etmez, müthiş iletişim kurabilen bir halet-i ruhiye sahip bir can yürektir o. Kendisi Ankara’dan İstanbul’a taşındığında bile birbirimizden gözden uzak kalsak da bir şekilde telefonla ve sosyal medyada iletişimimiz devam ettirttik de. Bir seferinde yine kalp krizi geçirdiğinde telefonla aradığımda, hal hatırını sorduğumda nükteyle karışık  “Ölmedim, çok şükür hayattayım”  şeklinde karşılık vermesi doğrusu yüreğimize su serpmeye ziyadesiyle yeten bir cevaptı bu. Ancak bu cevabın üzerinden epey bir zaman geçtikten sonra tarihler 01.08.2021 tarihini gösterdiğinde bir şafak vakti sabah saat altı gibi kalp krizi geçirip Hakka yürüdüğünde bu kez bizim yüreğimizi sızlatacak acı haber olacaktır. Olsun, kendisi sonuçta ismiyle müsemma Hakkı Selçuk, Allah’tan geldik şüphesiz dönüş yine Hak Teâlâ’yadır, her ne kadar aramızdan ayrılıp içimiz yansa da tek tesellimiz kendisini unutturmayacak bir şekilde bu dünyadan göç etmiş olmasıdır. Ruhen de olsa bir şekilde iletişimimizin devam edeceğine inancım tamdır zaten.   

           Hem nasıl aziz hatırası unutulsun ki, şayet elimizi cüzdanımıza değil kalbimize koyabilirsek dostluklar pazara kadar değil mezara kadar devam edip ahirette de “kişi sevdiği ile beraberdir”  hadis-i şerifin sırrınca dostluk iletişimi devam eder de. Ki, kalp gönlün dile geldiği mekândır. Bu yüzden şu fani dünyada şayet birileri bilerek veya bilmeyerek bizi kırmış olsa da toprak gibi bağrımıza basmalı. Zira toprağın bağrı geniştir, eninde sonunda dönüş yine toprağadır. Yeter ki toprak karakterde bağrı yanık yürek edinmek için bir adım atılmış olsun, bir bakmışsın içimizdeki kin, haset ve gazab tohumlarının yerini merhamet tohumlarına bırakaraktan filizlendiği bir yüreğe dönüştüğünü görürsün.  

          Her neyse asıl konumuza döndüğümüzde malum dünyadaki iletişim, sözlü iletişim ve sözsüz iletişim olarak kategorize edilir.  Sözlü iletişimin vasıtası dildir, sözsüz iletişimin vasıtası ise gönül olup, çoğu zaman beden dili onun aynası olur da.  Derken gönül beden diliyle öz cevherini aynada iyiden iyiye kendini hissettirir de.

         Elbette ki sözlü iletişim için mesafede önemli bir husus. Mesela mahrem iletişim mesafesi 0–30 cm ile karşılık bulup asansörde bir arada bulunma alanı bunun tipik misalini teşkil eder. Hakeza karşılıklı kişisel iletişim mesafesi 30–80 cm ile karışlık bulurken sosyal iletişim mesafesi 80–200 cm arasında karşılık bulur. Topluma açık iletişim alanı da malum    >200 cm üzeri bir mesafeye tekabül eden bir değer olarak karşılık bulur. Şayet sağlıklı sözlü iletişim kurabilme diye bir derdimiz varsa illa ki sosyal iletişim uzmanlarının tespit ettiği bu söz konusu mesafeleri nazarı itibara almakta fayda var. Uzmanların ortaya koyduğu bu rakamlardan anlaşılan o ki her türlü iletişimin kendine özgü mesafe alanları söz konusudur.

        Hiç kuşkusuz sağlıklı bir iletişim kurmada mesafeler önem arz ettiği gibi asıl en önemlisi öncelikle karşındakini dinlemek esas olmalıdır. Nitekim iyi biri dinleyici konumda olmak karşındakine değer vermenin bir göstergesidir.  Konuşmak kadar sükût lehçesi de bir sanattır. Sürekli laf ebeliği yapıp bir başkasına fırsat vermemek eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur.

       Kendimizi tanıma adına çevrenin hakkımızda ne düşündüklerini itibara almayı ihmal etmemeli.  Genellikle hiç kimse ‘Ayranım kara’ demez, dolayısıyla hakkımızda eleştirilere açık olmalı ki kendimizi iyi yönde geliştirebilelim. Özellikle kendimize çeki düzen vermek açısından öz eleştiriye açık olmakta çok önem arz eden bir husustur.

       Hangi ortamda olursa olsun kendimizi doğru ifade etmeli. Zaten meramını anlatamayan derman bulamaz.  Özellikle kendimizi doğru ifade etmek için hem beden dilini, hem de ana dilimiz Türkçeyi çok iyi kullanmak gerekir. Nitekim atalarımızın “Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır”  sözü bunu doğruluyor da. Dolayısıyla çok kitap okumanın yanı sıra, güzel konuşma kurslarına katılmakta gerekir. Böylece kendimizi her alanda geliştirmekle toplum içerisinde kendimize yer edinmiş oluruz. 

        Bu arada unutmayalım ki, insanlarla karşılıklı diyalog içerisinde bulunurken görünürde dinliyor izlenimi vermek uzun vadede iletişimi koparmaya neden olan bir açmazımızdır. Bu açmazımı gidermenin yöntemi iyi bir dinleyici konumda olmaktan geçer. Öyle ki her halükarda tüm hayali düşüncelerden sıyrılıp karşımızdaki insanın sözlerine odaklanmakta fayda vardır. Aksi halde geçiştirerek dinlemek boşa vakit kaybıdır. Kaldı ki iş olsun babında dinleme hem karşı tarafı yorar, hem de dinleyeni. O halde dinleme modunu sekteye uğratacak dâhili ve harici unsurlardan kendimizi arındırmak gerektir. Kendimizi savunmak yerine karşımızdakini anlamaya çalışmak daha makul davranıştır. Dahası dinleyici modunda kalmak karşımızdaki insana adap- usul-erkân açsından saygılı olmayı da gerektirir.  Hem kaldı ki sözü olan her insandan faydalanacağımız pek çok hususlar vardır. Bu yüzden her insandan öğreneceğimiz bilgiler başımızın tacı olarak algılamalı. Hepimiz beşeriz,  mutlaka birbirimizden öğreneceğimiz yararlı bilgiler vardır,  hatta çok okuryazar bilge insan olsak bile sonuçta birbirimizin öğrenci sayılırız.

          İyi bir dinleyici aynı zamanda sabırlı davranan insan demektir. Madem öyle,  sabreden derviş muradına ermiş atasözünden hareketle karşımızdaki insana “Artık yeter, uf sıkıldım” izlenimi vermek yerine büyük bir sabır ve sükûnet içerisinde dinlemeye gayret etmek faydamızadır.  Zira iletişimde duyguları kontrol etmeye özen göstermek esastır.

         Ayrıca tuzak varı dinleyici modunda gözükür gibi olmakta son derece yanlış bir tutumdur.  Keza anlatanın dile getirdiği konulardan işine gelen cümleleri cımbızla çekip başka bir mekânda aleyhine kullanmak üzere dinlemekte öyle olup bu da çok yanlış bir tutumdur. Ki, böylesi yanlış tutumlar hem insanın kendisine saygısızlık hem de o insana saygısızlıktır.  Ve toplum nezdinde etik karşılanmaz da.  

          Hiç kuşkusuz iyi bir dinleyici olmakta yetmez, mutlaka iyi bir dinleyici olmanın yanı sıra karşımızdakine iyi bir anlatımla meramını aktarmakta çok önem arz eden bir husustur. Hele ki bir topluluk karşısında sunum şeklinde bir anlatım söz konusuysa, hemen işi alelaceleye getirerekten sunum yapmamak gerekir. Öncelikle etkili bir sunum planı hazırlamak gerekir. Derken bu plan doğrultusunda en ideal ve makul olanı 15 dakikalık bir sürede sunumu tamamlıyor olmaktır.  Sunumda açık kalpli davranmanın yanı sıra konu hakkında zaman süresini bildirmekte dinleyici açısından rahatlık sağlayacaktır. Sunumda bilhassa dinleyicilerin saygı duyduğu kişiler üzerinden örnekler vererekten sunum yapmak dinleyiciyi daha da bir rahatlatıcı ortam oluşturacaktır.  Bu arada dikkat edilmesi gereken sunumumuzda kesinlikle dinleyicini sinir uçlarına dokunacak el, kol, yüz hareketlerinden ve kibir kokan ifadelerden kaçınmak gerekir. Bilakis dinleyicilere arkadaşça davranıp onlarla daha çok ortak olan yönlerimizi ön plana çıkararaktan sunum yapmak gerekir.  İcabında dinleyicilere konuşma aralarında konuyla alakalı espriler kataraktan sunum yapmakla sunumu sıkıcı olmaktan çıkarıp sunum yapanla dinleyici arasında güçlü bir iletişim bağı oluşturmasını beraberinde getirecektir.    

        Bakınız bilim adamlarının yaptıkları bir takım çalışmalarla elde ettikleri bulgulara dayanarak vardıkları bilgilerin hangi oranlarda akılda kaldığı tespitini şöyle yapmışlardır:

  -Okuma %10, 

  -Film izleme %50,  

  -Galeri takip %50,

  -Dinleme %20,

  -Resme bakma %30,

   -Tartışmaya katılma %70,

   -Konuşma yapma %70,

   -Gerçek analitik deneyi canlandırma %90, 

   -Bir projeyi gerçekleştirme %90, 

   -Dramatik sunum yapma %90,  

   -İnteraktif multimedya takip %90 etken olmaktadır.

      İşte bu sıraladığımız bilimsel gerçeklerden de anlaşılan o ki, vücudumuzda öyle mükemmel bir iletişim ağı kurulmuş ki, baksanıza dakikada 500-600 kelimelik konuşma hızını anlayabilecek bir sinir sistemi donanımıyla yaratıldığımız anlaşılmakta. Ama gel gör ki bu muhteşem iletişim ağı içerisinde normal konuşma hızımız dakikada ancak 100-140 kelime ile ifade edebiliyoruz. Aslında insan az bir gayret gösterse kelime hazinesi zayıf olsa bile az kelimeyle çok güzel ifadeler kullanıp, ortaya eser koyacak noktaya gelebilir de.

        Bu demek oluyor ki aktif anlatıma sahip biri ve iyi bir dinleyici olmak için öncelikle bulunduğumuz fiziki ortamın hem madden, hem manen güven verecek nitelikte olması gerekir. Şayet fiziki ortam nezih değilse üzerimize kasvet bürüyeceği muhakkak. Bikere ortamın havasız, loş ışık ya da tamamen ışıktan yoksunluk iletişimin önünde en büyük engel teşkil edecektir. Buna meydan vermemek için son derece nezih mekân oluşturup karşımızdakilerin dinleme isteğini artıracağı gibi bir bakmışsın karşılıklı jest ve minikler kendiliğinden harekete geçirip hem sunucuyu hem de dinleyiciye keyifli dakikalar yaşatacaktır.  İletişimde verilen mesajların sadece zahiri çıplak manasına dikkat kesilmemeli, ayrıca anlatanın ağzından çıkan cümlelerin arkasındaki duyguları fark etmeye çalışmak iyi bir dinleyici olmanın ilk basamağını oluşturacaktır.

          Malumunuz insan doğuştan ego sahibidir. Öyle ki yaratılış kodlarımızda var olan ego penceremiz kimi zaman hem kendimiz bilir hem başkaları bilir, kimi zaman başkaları bilmez kendimiz bilir,  kimi zamanda kendimiz bilmeyiz başkaları bilir şeklinde tecelli eder. Bilinmeyen benlik ise malum hem kendimiz hem de başkaları tarafından bilinmeyen benliktir.

         Madem hazır benlikten söz etmişken biraz da ebeveynlere özgü benlik,  çocuklarda ki benlik ve yetişkinlere has benlikten de söz edebiliriz pekâlâ.

          Bilindiği üzere ebeveynlere özgü benlikte ana baba hem koruyucu benlik durumu modundadır hem de eleştirici konum modundadır.

         Çocuklarda benlik fıtri olup, doğuştan gelen melekelerle ilgili bir moddur bu. Nitekim uslu çocuk veya asi çocuk türünden benlik tiplemeler olarak kendini belli eder de. Şayet yetişkin haldeki benlik başkalarını incitecek boyutta olursa etrafa da zarar verici bir durum hal alır.  Oysaki şahsiyetli benlik sahibi olmak dostlar arasında mütevazılıği, dışa karşı ise onurlu durmayı gerektirir. Ki; bu bizim geleneksel topluma has benlik tarzıdır bu.

            Şurası muhakkak iletişimin önünde ön kabuller,  duyarsızlık, lakap takmak, kararsızlık, alınganlık, benmerkezcilik, savunmacılık,   hemen her şeye ruhtan yoksun mantık çerçevesinde bakma, tepki oluşturacak davranışlarda bulunma, korkuya kapılma gibi tavırlar ömür boyu iletişim yolunda karşımıza engel olarak çıkacak telaşalardır. Madem öyle iletişimi koparan bu tip telaşlardan ve tavırlardan kaçınmak gerekir. Tabii bu demek değildir ki doğru bilinen gerçeklerin üstü kapatılıp hasıraltı edilsin.

           Şayet doğru olduğuna emin olduğumuz bir şeyi enine boyuna masaya yatırırken çekingen bir tavır sergiliyorsak,  böyle bir tavır git gide alışkanlık boyutunda hakikat sarayından uzaklaşmamıza neden olacaktır. Madem hakikat her yerde hakikat, o halde dost odur ki acıda olsa doğruyu söyleyebilendir. Bir dost tarafından dile getirilen öz eleştiriyi baş tacı yapıp suçluluk psikolojisine kapılmadan, anlatılandan ders çıkarmak her daim lehimizedir. Asla dostun çağrısı akıl veriyor babında değerlendirmemeli. Bu nasıl dost ki, yarama dokundu algılamasıyla dostluğu bitirmemeli. Kucağında yaşadığımız toplum içerisinde dostlar arasındaki bağların kopmasının ardında hiç kuşkusuz ki bu gerçeği idrak edememenin yansıması vardır hep.

         Öyle insanlar vardır ki; dost değildir fitnedir.  Hele o fitne fücur takımı fitne kazanını kaynatmaya bir görsün bir bakmışsın dostu dosta düşman ettirir de. Fitne odaklarının derdi devası dünya menfaatidir.  Bu tiplerin hem sessiz olanı var, hem de laf ebeliği yapanı vardır. Gerek aile ortamında, gerekse okulda, gerekse iş yerinde dostu dosttan koparan tipler vardır.  Şayet dostlardan birinin basireti veya feraseti bağlandıysa bu tiplerin sözlerine bakarak dostuna olan hüsnü zan bakışı suizan bakışa dönüşebiliyor. Ne var ki, acı ama gerçek bu tuzağa düşen dostların sayısı her geçen gün çoğalmaktadır. Belki de hayatınızın bir bölümünde fitne kazanı kaynatan bu tipleri fark edip görmüşsünüzdür. Mesela lise ve üniversite yıllarından beri arkadaş olduğunuz, ya da bir ağabeyi olarak saygı duyduğunuz bir dostunuzla kaderin cilvesi aynı iş ortamında birinizin amir diğerinizin çalışan pozisyonda bulunduğunuz bir iş ortamında aranızda fitne kazanı kaynatan birileri olduğunu düşünün.  Hatta tüm bunların önceden olabileceğini düşünerekten beraber çalıştığınız aynı iş yerinde yönetici dostunun zarar görmemesi adına gereksiz yere makam odasını meşgul etmemeye de özen göstermiş olabilirsiniz.  İşte tam bu noktada dostunuz adına gösterdiğiniz bu ince ve narin hassasiyetinize rağmen kendi isteğinizin dışında gelişen her yönetimde olduğu gibi dostunuzun da etrafında bukalemun tiplerce kuşatılıp içinizin yanaraktan çember oluşturulduğunu görmüşlüğünüzde olabilir.  İşte bu ve buna benzer muhtemel dâhilinde olabilecek fitne kokan hadiselerin yaşandığı örnekleri vermekte maksadım bakan düzeyinde dostunuzda olsa,  parti yöneticisi dostunuzda olsa,  herhangi bir kurumda üst düzeyde yönetici dostunuzda olsa hiç fark etmez etrafında oluşturulan çemberin farkına varmaksızın çoğu yöneticilerin bu tuzağa düştüğü gerçeğini vurgulamak içindir.  Sonuçta hepimiz beşeriz, beşer şaşar da,  bilhassa bu noktada yönetici dostların dostlarını ihmal edip kendisine iltifat yapanların iltifatlarına aldanmaması icap eder, aksi halde gerçek dostunu tabutuna bile omuz vermeyecek şekilde dostluğunu kaybetme riskiyle karşı karşıya kalması kaçınılmaz olacaktır.  Dolayısıyla dünya menfaati için şirin gözükenleri durup dururken baş tacı etmenin ya da baş tacı konuma getirmenin hiç bir anlamı olmasa gerektir, asıl baş tacı edilmesi gereken dostlar tabutumuzun altına girecek dostlardır.

         Peki, dostluk iyi hoşta,  beraber bulunduğunuz ortamlarda şahit olduğunuz bir takım fitne kokan hadiseleri dosta anlatmalı mı? Şayet dost bildiğin arkadaşınız bunu akıl veriyor anlamında algılayacaksa kendisinin fitne kokan olayların farkına varmasını beklemek ya da yerinde görmesi daha iyi olur. Ya farkına varıp göremezse, elbette ki bu durumda anlattığınızda risk teşkil edebilir. Çünkü sana gücenip dostluğunu bitirebilir. Yok, eğer arkadaşınız ‘dost acı söyler’  atasözünün bilincine varmış bir dostsa,  kişi ismi vermeden durum tespiti yapıp anlatmakta fayda var. Böylece dostluğunuz pazara kadar değil mezara kadar devam edecektir.

         Demek ki dostunuz çocukluktan beri görüştüğün bir arkadaş bile olsa böylesi acı tablolarla karşılaşmak her an mümkün.  Ancak şu da var ki, dostunuzla dostluğun gereği söylemek zorunda kalabileceğiniz ya da vicdanınızı sızlatan hususları dile getirmek risk teşkil etse bile vebalde kalmamak adına bir kez olsun söylemeye çalışmakta fayda vardır. Usulen baktınız ki farkına vardırmaya çalıştığınız mesele dostunuzun iç dünyasında alınganlığa yol açıyor, hatta tepki veriyorsa bu durumda daha fazla meselenin üzerine gitmeden susmayı yeğlemekte fayda var. Böylece vebalde kalmamak adına daha önce doğru bildiğini dostuna söyleme cesaretini gösterdiğinden dolayı vicdanen rahat olacağın muhakkak. Şayet yaşadığınız bu olay ertesi gün amir pozisyonunda bulunan dostun bir sitem olarak gündeme getirmeyip konu etmiyorsa, anlayın ki o suskunluğun ardında sizin getirdiğiniz öz eleştiri tespitlerinin bir haklılık payı olabileceğini düşünmüştür. Fakat şu da bir gerçek o gün gösterdiğin öz eleştiri babından ortaya koyduğun tespitlerinden dolayı sonrası ilişkileriniz eskisi kadar samimi olmayacaktır. Hatta her ikinizde sanki aranızda hiçbir yaşanmamış veya o konu hiç konuşulmamış gibi davransanız da durum değişmeyecektir. Yine de siz siz olun dost bildiğin yöneticinin arkadaşı olmaya devam edin ama asla adamı olmayın.  Nasıl mı?  Yani kelimenin tam anlamıyla dost olacaksın, kimsenin adamı olmayacaksın manasına bir dostluktur bu. Çünkü “dost olmak” başka bir şeydir,  birilerinin  “adamı olmak” başka bir şeydir,  yani ikisi aynı şeyler değildir.  Dost, bikere adı üzerinde dost, diğeri ise birisinin adamı olmak, yani kula kul olmak anlamlarını çağrıştırabilecek türden kendini kullandırmaya razı olmak demektir.

          Her ne kadar siz siz olun diyerekten şöyle yapın şeklinde haddim olmayarak bir takım tavsiyelerde bulunsam da benimde üzülerek şahit olduğum pek çok dostluklara dil uzatılacak fitne kokan yaşadığım bir takım acı örnekler var elbet. Şöyle ki;

           -15 Temmuz Hain darbe girişiminin iki ay öncesinde verdiğim dilekçeye istinaden Ankara Adli Tıp Grup Başkanlığı kütüphanesinde İzmir Grup Başkan vekili muhakkik olarak 08/03/2017 günü tarihinde müşteki olarak ifademe başvurduğumda tüm uzmanların bir arada bulunduğu oda da Sağlık Bakanlığından naklen atanıp aramıza katılan bir meslektaşımızın daha henüz benim nasıl kişilik bir karakterde olduğumu bilmeksizin Atatürk üniversitesinden tanıdığım dostlarımın hakkımda ileri geri konuşmasına karşılık yüzüne karşı ortaya koyduğum  tepki bunun en bariz örneğini teşkil eder (Bkz. Ek-2).  Bu örneği niye dile getirdim derseniz, bikere meslektaşımızın ikide bir babasının komutan olduğunu hava atar tarzda o dönemde Sağlık Bakanlığında kimi bakan,  kimi müsteşar, kimi yönetici olmuş bürokrat dostlarımın hakkında atıp tuttuğunda dostluğun gereği itibarlarına gölge düşürmemek adına gösterdiğim tepkinin önemini vurgulamak içindir elbet. Zira dostluk her şart ve ahvalde gıyabında da olsa dostunun hak hukukunu ve itibarını savunmayı gerektirir. Bundan dolayı da o yıllarda çalışan tüm uzman arkadaşlarımın huzurunda kendisine şöyle dedim: Sözünü ettiğiniz kişiler Atatürk Üniversitesinden mezun olmam hasebiyle Erzurum’dan merhabalaştığım tanıdık bildiğim arkadaşlarımdır.  Dolayısıyla arkadaşlarımı tanımasam burada ki uzman arkadaşlara yalan yanlış ifadelerinizle yutturacağınızı sanıyorsunuz, bu nedenle de Erzurum’dan tanıdığım dostlarımın buradaki arkadaşlarımın nezdinde küçük düşürülmesine ve onların kötü tanınmasını istemem diye karşılık verdim. Ancak kaderin cilvesine bak ki tepki koyduğum o komutan kızı arkadaşımız, gel zaman git zaman Fatih Üniversitesinden haftada iki gün gelerekten Biyoloji İhtisas Dairesi Başkanlığını yürüten Doç. Dr. Kadir Demircan’ın boşalttığı makama oturarak başımıza yönetici amir olacaktır. Başına adeta devlet kuşu konup kendisi Daire Başkanı olunca da malum onun Daire başkanlığı döneminde neler çektiğimi bir Allah şahit,  bir de vicdan sahibi Biyoloji İhtisas Dairesinde tüm çalışan arkadaşlar şahittir. Yeri gelmişken hani iki de bir asker kızı olduğuyla çok övünüp durur ya kendisi hep,  elbette ki babasıdır övünmeye hakkı var, buna sözümüz olamaz elbet. Ki,  benimde babam çiftçidir benim daha çok övünmem gerekir. Yani hayatı boyunca tarlada tumpta alın teri dökerekten rızkını kazanmış, aynı zamanda okuma yazma bilmediği halde seçim zamanı geldiğinde hayatı boyunca vesayet odaklarıyla iç içe kol kola olmuş partilere oy vermemiş bir babamdır. Düşünsenize hayatı boyunca sırtını vesayet odaklarına dayamış siyasi partilere değil de bilakis hep sırtını millete dayamış partilere oy vermiş babamı bulunduğum ortamlarda hava atarcasına dile getirmekten kendim imtina ederken,  o da sanki babası hakkında görsel ve yazılı medyada geçen haberlerden haberimiz yokmuşçasına; yani  Manisa Valisi Muzaffer Ecemiş için yapılan uğurlama töreninde ANAP İl Başkanı Ahmet Özövgü’yü fırçalayaraktan itip kalkıp protokol krizi çıkaran Tuğgeneralliğe kadar yükselmiş bir komutan babasının varlığından haberimiz yokmuşçasına hava atar edalara girmesini doğrusu anlamış değiliz. 

        -Mehmet Moğultay Adalet Bakanı iken 5000 kişiyi şu partiye mensup adamları alıp yerleştirecek kadar enayi değilim deyip kendi adamlarını yerleştirdiği insanların, bir zaman sonra milletin büyük teveccühüyle iş başına gelen iktidarın aleyhinde bulunduklarını ve bu yerleştirilen insanların yeni iş başına gelen hükümetin atadığı üst seviyede ki bürokratlarını yalakalıklarıyla allayıp pullayıp işlerini yürüttüklerini de içim parçalanarak gördüm. Hiçbir şekilde hükümetin aleyhinde bulunmayıp idealist insanların ise şamar oğlanı muamelesi görüp kenara itildiklerini gördüm. Bundan daha da vahim durum bizatihi kendimin çalıştığım kurum içinde şahit olduğum üç dönemdir milletin seçtiği hükümeti Moğoltay’ın ve Seyfi Oktay’ın yerleştirdikleri adamları sevindirecek şekilde yerden yere vurup insafsızca eleştirip, sonrasında da iş başına gelen hükümetin milletvekillerinden birine danışman olduğunu gördüm. Hakeza yine mevcut hükümetin aleyhinde atıp tutup da bir takım uyanık tiplerin köşe başlarını yine onların tuttuklarını gördüm.

         -Samimi insanların 28 Şubatın o baskıcı ruhundan kurtulup milletimizin büyük bir teveccühüyle iş başına getirdiği kendi iktidarımız diyebileceğimiz dönemde yine idealist insanların öz yurdunda parya halet-i ruhiye içerisinde pragmatist idarecilerin gölgesinde eritildiklerini gördüm. Belki de en önemli yapılması gereken icraatlardan biri samimi olanlarla samimi olmayanları ayırt edebilecek bir sistemi kurabilmekten geçecektir.

           -Daha dün bugün iki diyebileceğimiz yeni işe başlayan insanların idarecilere yaranmak adına bukalemun tiplerce gözyaşlarının akıtıldığını gördüm. Oysa bir insan kuruma önceden gelsin veya gelmesin hiç fark etmez, yani çalışma ortamına sonradan da dâhil olmuşta olsa tukaka muamelesi görmemeli, idarecinin de bu noktada uyanık bukalemun tiplerin bu tür yaklaşımların bertaraf edip tüm personeline hakkaniyetle eşit bir şekilde idare etmesi gerekir. Maalesef gel gör ki bu noktada da tüm personelin eşit bir şekilde idare edilemediğini de tüm çalışanlar olarak görmüş olduk. 

          -Hakeza idareci olmayıp da ‘kraldan çok kral kesilen’ öylede özde değil sözde çalışan personel tiplerde vardı ki bir bakıyorsan işyeri amirinin gözde elemanı olmayı kimseye kaptırmama adına diğer beraber çalıştıkları arkadaşları fişlediklerini gördüm.

          -Malumunuz ‘Bu da benim Adli Tıp 15 Temmuzum’  adlı makalemde de belirttiğim üzere öyle de Grup Başkan vekili de vardı ki,  birim amiriyle birlikte danışıklı dönüşüklü bir şekilde kurgulanmış sarı kart tehdidinde tutunda maaşından para cezasının kesileceğine kadar bir dizi cezai müeyyidelerin uygulanacağına dair söylemlerin havada uçuştuğu açık hava çadır toplantısında, tüm Biyoloji İhtisas Dairesi personeline Keçiören Adli Tıp önünde ki bahçede kurulu çadırda gözdağı verilerekten bunun bir toplantı kararı olarak  sunulduğunu gördüm. Hatta toplantıyı tehdit varı cümlelerle açıp yine tehdit varı cümlelerle kapatıp adına da toplantı yaptık havasıyla dışa karşı görüntü verildiğini gördüm.

           İşte bu tür katılımcı anlayıştan uzak antidemokratik yöntemlerle idare edilen böylesi el üstünde tutulan güzide bir kurumda canhıraş bir şekilde çalışıp ta nihayetinde çalışma azminden bezdirilmiş hale gelen personelle nereye kadar aranılan huzur ortamı bulunabilirdi ki.  Nitekim huzur bulunamadığını birbiri ardına Grup Başkanı ve Daire Başkanı görev değişikliklerinden bunu çok rahatlıkla anlayabiliyoruz. Öyle ki bu değişikliklerle birlikte bir bakıyorsun gelen gideni aratır misali yine bir türlü sular durulmayıp ayrılık ve gayrılıkların had safhaya ulaştığını gördüm. Hele bir yerde huzursuzluklar çıkmaya bir görsün, artık o huzursuzluk dağdaki çobanın bile haberdar olabileceği noktaya taşınacağı muhakkak. Oysaki hiç kimse şah değil, padişah değil, durduk yere bu ayrılık gayrılık niye,  eninde sonunda kalıcı olan sadece kurumun tüzel varlığıdır, şahıslarda malum şayet ardından unutulmaz eserler ve hizmetler bırakmamışsa bugün var yarın yok diyebileceğimiz noktada isimleriyle cisimleriyle her an unutulmaya müsait kişilerdir dersek yeridir. Nitekim bugüne kadar da hep böyle olmuştur bu. Hadi bir takım idarecilerin becerisizliklerinden dolayı ardından unutulmaz hizmetler bırakmamış olduklarını görmezden gelelim diyelim, bari hiç olmazsa oturdukları mevki makamlara vefa, dostluk katmayıda mı beceremezlerdi.  Maalesef beceremedikleri gibi sırra kadem basıp her biri tarumar oldular da.

          Her neyse ardından eser bırakamayan yöneticiler kendi becerisizliklerini görememelerine inat bizlerde bu geçici dünyada mevki makamla övünmek yerine ardından unutulmaz eserler bırakacak insanların izini iz sürüp unutulmaz şahsiyetlerden olmak için safı gayret içerisine girmeyi yeğlemeli. Madem tercihimiz ardından eser bırakabilen içi bir dışı bir adam gibi adamlardan yana, o halde yazımın girişini can ağabeyim Dr. H. Selçuk Bekâr dostumuzu yâd ederek başlamıştık, yine yazımın sonuç kısmını da kendisinin vefatına yakın bir zamanda aramızdan ayrılacağının hissiyatını gönüllere serpen şiiriyle aziz hatırasını yâd ederekten bağlamış olalım:

            Definde bulunur, dinlerler selâ

            Yakını öleni teskin ederler

             Ben ne ana baba ne de akrabâ

             Kendimi kaybettim, bana ne derler? (Bkz. Ek-3)

            Vesselam.

Dip Not:

Ek-1 Enpolitik 09.07.2021 tarihli “Sağlık Eğitim Merkezi’nden Adli Tıp’a” başlıklı makale.

Ek-2 Müşteki sıfatıyla 08.03,2017 tarih itibariyle Muhakkik olarak görevlendirilen İzmir Grup Başkan vekiline Ankara Adli Tıp Grup Başkanlığı kütüphanesinde verdiğim ifade tutanağı.

Ek-3 Selçuk Bekâr@Selcukbekar İstanbul, 06/07/2021-18:52 twetter hesabı

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dostunuzun-hosuna-gitmese-de-hep-dogruyu-soyleyin-5142-kose-yazisi