HER ZAMANIN BİR GAVS’I VAR
SELİM GÜRBÜZER
Tasavvuf kitaplarında evliyaların hayatlarına
baktığımızda, mesela ‘Zamanın Gavs’ı’ gibi
pek çok ifadeleri sıkça görebiliyoruz. Buradan şu anlam çıkar ki, her devirde ‘Gavs’ hep var olacaktır. Hiç
kuşkusuz Gavs’lar gökten zembille bu dünyaya inecek değillerdir, genellikle ehli tarik kanaldan gelmişlerdir
hep. Dahası yaşadığımız şu dünya sathında ne kadar ‘Ehlullah’ varsa onlar
arasından çıkmakta. Her ne kadar Gavs’lık
makamında bir zatın Gavs olduğuna dair bir takım alametleri olsa da yine de bu
alametlere dayanarak Gavs’ın varlığından ilmiyle amil olmuş rabbani âlimler
hariç, halkın büyük çoğunluğu bihaber kalabiliyor. Sofilerden ise bilhassa seyr
u sülukunu tamamlamış olanlar ancak zamanın Gavs’ını fark edebiliyor. Sonuçta
avam ya da bizler, zamanın Gavs’ını fark etsek de etmesek de Ümmet-i
Muhammed’in arasında yaşıyor olmasını bilmek yüreğimizi rahatlatıyor ya, bu
yetmez mi? Çünkü o’nun varlığı Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna ve dirilişine vesile
umut ve bereket kaynağıdır. Elbette ki o’nun
her daim varlığını hissettirmesi ümmetin yüreğine su serpip rahatlamasına yetecektir.
Nasıl ki Cenab-ı Rabbül Âleminin lütfu ihsanıyla Resulü Ekrem (s.a.v.) bütün
âlemin yüreğini rahatlatan soluk bir rahmetti,
aynen öylede hiç kuşkusuz O’nun varisi hükmündeki Kutbul aktablar,
Gavslar, Rabbani âlimler ve Evliyalarda solukturlar. Hele tasavvufi hayata girdikten sonra Cenab-ı
Rabbül Âleminin neden Habib’i hakkında “Ey
Habib’im, seni bütün âlemlere rahmet olarak gönderdim” diye beyan buyurduğunu şimdi daha iyi idrak
edip anlıyoruz.
Öyle ya, Allah
Resulü sadece yaşadığımız âleme
değil, tüm âlemlere rahmet bir peygamberdir. Malumunuz kâinat tek vücut değil, içinde
binlerce âlem vardır. Öyle ki, bağrında insan-ı âlemden âlemi Kübra’ya, âlemi hayvandan
âlemi cemadata kadar her ne âlem varsa, tüm âlemler bu rahmetten faydalanmaktalar
bile. Kaldı ki, gelmiş geçmiş tüm insanlık da tek âlem değildir, kendi içinde kâfir
âlem ve Müslüman âlem diye bariz bir ayırım söz konusudur. İlginçtir bu çift kutupluluğa
rağmen Resul-i Ekrem' (s.a.v.)’in yüzü suyu hürmetine herkes bu rahmetten istifade
edebiliyor. Bu demektir ki canlı-cansız, mümin- kâfir hiç fark etmez herkes
inen rahmetten hissesine düşen paydan bir şekilde menfaat almış gözüküyor. Çünkü
Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in meşrebi mahalli değil, geneli kapsar bir meşrebdir, yani âmdır (umumidir), elbette ki Allah Resulünün âlemlere rahmet olması gayet
tabiidir. Düşünsenize Allah tarafından Peygamberimiz (s.a.v)’e uzanan halkada
ne kadar peygamber gönderilmişse kimi bir memlekete, kimi bir kavme, kimi bir
köye gelmiş, kimi bir şehre, kimi bir eve gelmiş, kimi de kendi nefsine
peygamber olmuştur. Ama Resul-i Ekrem (s.a.v.) öyle değil, bütün âlemlere Peygamber olmuştur.
Hakeza Gavs’da öyledir. Misal mi? İşte Seyyid Sıbğatullah Arvasi (k.s) çok acayip irşat edici ve takva sahibi bir
Gavs’dı. Nereli derseniz kendisi
Bitlis’e bağlı Hizan köyünde Gavs olmuş, ama kendisinden sonra bir bakıyorsun
Gavs’lığının bereketi yerinde saymamış, ipi Seydayi Tahi (k.s) göğüsleyecektir. Hiç şüphe yoktur ki Seyda-i
Tahi Hz.leride çok büyük ariflerdendi, büyüklüğü Hizan köyüne ve Gavs'a bağlılığından
gelmekte idi elbet. O halde köy deyip geçmeyelim, irşad elden ele devr oldukça mahalli olmaktan
çıkıp umum irşada dönüşebiliyor. Nitekim Seydai Tahi Hz.lerinden sonrada Gavs-ı
Hizani’nin rahmet ve bereketi tükenmedi, irşad yine devam edip bu kez emanete Şeyh
Fethullah Verkanisi (k.s.) sahip çıkacaktır.
Yani, o’da Hizan postuna oturan büyük zatlardandır. Keza Hazret Muhammed
Diyauddin (k.s)’da öyleydi. Derken Suriye’den Şah-ı Hazne (k,s) emaneti devr alıp
Türkiye’ye bir ‘Gavs’ hediye edecektir. Malumunuz, o hediye Gavs-ı Bilvanisi
(k.s)’den başkası değildir. Böylece Gavs-ı Azam Abdülhakim el Hüseyni
(k.s) silsile halkasında yerini alır almaz
emaneti Suriye’den Türkiye’ye taşıyıp Nakşibendî Tarikatının ikinci alev alışı
diyebileceğimiz bir hadise yaşanacak, yani Türkiye ve Suriye’nin de sınırlarını
aşacak bir umum irşad vuku bulacaktır.
Peki, iyi hoşta, ya ümmetten Gavs’ın varlığına inanmayanlar
varsa? Onlar için elden bir şey gelmez elbet, adamlar inanmıyorsa inanmıyorlardır, zorla insanları
inandıracak halimiz yok ya, onların tercihidir. Burada asıl bizim bu hususta nasıl
bir duruş sergileyeceğimiz çok mühimdir. Şayet hiçbir kınayanın kınamasına
aldırmaksızın doğru duruş sergiliyorsak,
biliniz ki bu öyle yabana atılır cinsten sıradan bir duruş değildir, hiç
şüphesiz bu zamanda Gavs’ın varlığına inanıyor olmak bile çok kayda değer bir
duruştur bu. Malumunuz, bu zamanda değil
Gavs’ın varlığına inanmak, tarikata inanmak
da çok büyük bir erdemlilik ve çok büyük bir yüreklilik gerektirir. Cüneyd-i
Bağdâdî (k.s) bakın ne diyor: "Bu tarikata (bu kapıya) inanmak bile
keramettir." Hatta bir vasiyetinde
de şöyle der: "Bu taifeye ve bu taifenin sözlerine inanan birisini
görürseniz, deyin bana da dua etsin."
Evet, başta dedik ya, bir insan Evliyaya ve Gavs’a
inanır ya da inanmaz, o kendi tercihidir, ancak burada can sıkıcı olan, sanki
bu devirde Evliya ve Gavs’ın varlığına inanmak suçmuşçasına bize farklı gözle
bakılıyor olmasıdır. Oysa aynı şeyi tersinden işlettiğimizde yine aynı can
sıkıcı durumun bu kez başkaları içinde farklı boyutta yaşanması kaçınılmazdır. İşte bu tür ön yargıların doğurduğu bir takım acı
travmaları göz önünde bulunduraraktan etrafımızda dolaşan bir kısım insanlar
evliya ve Gavs’ın varlığına inanmıyorlar diye bizimde onlara gözle bakmamamız
icab eder. Hatta o insanları ikna etmek içinde
uğraşmamamız gerekir. Hadi elle
tutulur, gözle görülür vakıalar olsa
bunda ikna etmeye çalışmakta bir sakınca yoktur diyebiliriz, ama işin ucunda elle tutulur, gözle görülmeyen
fizik ötesiyle alakalı hususlar olunca ikna yönteminin pek işe yaramayacağı
besbelli, inatla bir insanın üzerine gitmenin
hiç bir anlamı olmasa gerektir. Yok, ben illa ikna edeceğim dersek kaş yapayım
derken bir bakmışsın Allah muhafaza göz çıkarmış olursun. Her halde aklı
başında olan hiçbir insan bu duruma düşmek istemez.
Öyle anlaşılıyor ki, ikna yöntemi
daha çok elle tutulur gözle görünen vakıalar için geçerli bir usuldür. Düşünsenize
bir insan dağda çobanlıkta yapsa bu gün gelinen noktada cebindeki cep telefonu vasıtasıyla
dünyada ne olup bitiyor bir şekilde malumat sahibi olabiliyor, ama fizik ötesi âlem
söz konusu olduğunda sübjektif âlemden haberdar olmak pek mümkün gözükmüyor. Hem
bu âlemde manen gezinmek her babayiğidin harcı da değildir. Bu tamamen manevi donanıma
sahip olmakla mümkün olabilecek bir kendini aşma hadisesidir. Dahası manevi âlemde gezinmek tamamen feraset
ehli evliya-i kirama has bir keyfiyettir. Kaldı ki zamanın Gavs’ını bilmek için büyük bir
feraset gerektirir. Şöyle ki, Şah-ı Hazne (k.s) bu hususa şu kıssayla açıklık getirir de:
Bir
zamanlar çok sofisi olan bir şeyh varmış. Bir gün sofilerinden biri:
-Bana zamanın Gavs'ı kimdir bildirir
misin diye rica eder.
Şeyh bunun üzerine:
-Sofi,
ben sana yetmiyor muyum ki zamanın Gavs'ını merak eder durursun? Der.
Sofi:
-Efendim, hiç şüphe yoktur ki, siz bizim baş tacımızsın,
ama yine de merak etmekten kendimi alamıyorum deyince,
Bu kez Şeyh;
-Madem öyle, git falan memlekete, falan
köşede desti satan birisi var. İşte o destici zamanın Gavs'ıdır der.
Tabii sofi denilen yerde soluğu
aldığında, desticiye:
-Bir desti almak istiyorum der demesine ama
o anda her ne oluyorsa tam desticinin elinden destiyi alacağı sırada elinden
düşüp kırılıverir.
Destici
neyse ki gayet sakin vaziyette:
-Zararı yok, der.
Sofi ise:
-Zaten vazgeçtim, başka bir desti de almayacağım
der.
Destici yine sakin bir halde sanki ortada
hiçbir şey olmamışçasına;
-Peki, sen bilirsin deyip onu dükkânından
hoşça uğurlar da.
Gel zaman git zaman sofi yine şeyhi ile göz
göze geldiğinde, bu kez şeyh sofisine:
-Ey vah, zamanın Gavs’ı göçtü der.
Tabii merak bu ya, sofi hemen bu sözün üzerine
balıklamasına dalıp yine şeyhinden zamanın Gavs’ını bildirmesini rica eder.
Şeyh sofisinin gönlünü yine kırmaz ve:
-Falan memlekette, filan yerde çömlek
satan desticidir der.
Derken, sofi tarif üzere yine tez elden
yollara düşecektir. Desticinin yanına vardığında hoş beş sohbetin
ardından desti satın alacağını söyler. Ancak bu sefer ki destici önceki
desticiden çok farklıdır. Sofi destiyi satın alır almasına ama şu uyarıya maruz
kalmaktan da kurtulamaz:
-Bak bu alacağın destiyi sakın ola ki elinden
düşürüp kırmayasın, yoksa senden yetmiş desti parası daha alırım.
Gerçektende kıssanın başında da dedik ya, zamanın Gavs’ını bilmek feraset gerektirir
diye, işte görüyorsunuz tamda ferasetin
alası bu anlatılan kıssada gizlidir. Öyle
ya, sofinin ferasetine kalsa nerden
bilecekti desticinin Gavs olduğunu. Üstelik desticilerin huyları suyları da bir
değil. Ki, biri yumuşak ‘Yunus’ meşrebli,
diğeri ise celalli ‘Yavuz’ meşreblidir. Şimdi
gel de bu pirincin taşını ayıkla ne mümkün. Aslında şu da var ki, zamanın Gavs’ını bilmek
sofinin üstüne bir vazife de değil zaten. Sofinin bilmesi gereken husus gayet
net açık ortada, o da mensub olduğu tarikatın adab usullerini bilip uygulamak
olmalıdır. Uygularken bu arada gönlünü mürşidinin dışında başka alanlara kaydırmamakta
esastır. Çünkü bir kalpte bir aslan yatar. Nitekim gönül yolu da bunu
gerektirir. Düşünsenize bir evladın kendi babasının dışında bir başkasına evlat
olmaya heves ettiğini, o insanın soyu sopuna ne derece sadık bir şekilde bağlı kaldığından
söz edebiliriz ki. Bakın Rasulüllah (s.a.v) bu hususta şöyle beyan buyurur: “Babalarınızdan
yüz çevirmeyin. Kim babasından yüz çevirirse (soyunu başkasına dayandırırsa),
bu küfür olur.” (Buharî, a.g.y;
Müslim, İman, 113). Keza Allah Resulü (s.a.v) yine bir
hadis-i şerifte ise “Kim bile bile
babasından başkasına soy iddiasında bulunursa, ona cennet haram olur” (Buharî,
Faraiz,29; Müslim, İman, 112, 114, 115) beyan
buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Madem öyle, soyca kendi soy
kütüğümüzdeki cismani neseb bağımızı bilmemiz kadar, mensub olduğumuz tarikatın
manevi soy ağacı diyebileceğimiz silsile-i şerifeyle olan bağlarımızı da bilmemiz
icab eder. Ancak olur ya, belki aklımızın
ucundan şu geçebilir; yukarıda
zikredilen hadis-i şerif sadece cismani soy kütüğü ile alakalıdır, manevi soy ağacıyla ne ilgisi var diye. Evet,
hadis-i şerifte her ne kadar cismani neseb soydan söz edilse de bu demek
değildir ki bu hadis-i şerif manevi soy bağlılığını kapsamaz. Hem nasıl
ki dinini inkâr eden dinsiz, soyunu inkâr edende soysuz olarak addediliyorsa, pekâlâ
bir sofinin de mürşidinden başkasına muhabbeti kaydığında mensub olduğu
tarikatın manevi soy ağacıyla hiçbir bağı kalmayacağından kral çıplak
addedilmesi kaçınılmazdır. Ki, manevi bağlılık soyca bağlılıktan daha çok
mühim güçlü bir bağdır. Nitekim bu hususta İbn’ul Fârız Yâiyye’deki 94. beyitinde:
“Aşk yolundaki neseb bize ebeveynden olan nesebten daha yakındır. Bizim aramızdaki manevi nesep cisme bağlı
olan nesepten daha yakın ve kuvvetlidir” (Bkz. Dîbâce, Dîvân İbi’l-Fârız,
(thk. A. Mahmûd), s. 26) demekten imtina etmez de.
Evet, manevi neseb bağı öyle güçlü bir bağdır
ki, ruhumuzun ihtiyaçlarını karşılayan manevi
köprü bağdır dersek yeridir. Hele bu yolun yolcuları bu güçlü köprü bağın
tadını ruhun derinliklerinde tatmaya görsün manevi babanın hakkı cismani
babadan daha önde gelir demekten kendilerini alamaz da. Öyle ya, cismani baba
evlatlarının maddi ihtiyaçlarını karşılarken, bir bakıyorsun manevi baba da habire manevi
evlatlarının derdiyle dertlenip ahretlerini kurtarmaya yönelik her ne manevi
reçeteye ihtiyaç varsa o ihtiyacı karşılamak için hemhal olmaktalar. Hemhal
olmaya mecburlar da. Çünkü izini takip ettiği bizatihi Rasulullah (s.a.v)’in kendisi
ümmetin kurtuluşu için habire çırpınıp duran bir Ümmet babasıdır. Nitekim Allah
Resulü (s.a.v) kendisine tevdi edilen risalet
vazifesinin sorumluluğunu üstlenir üstlenmez tüm insanlığı hak ve hakikat yoluna
çağırır da. Derken bu çağrıya icabet edip “Ya Resulullah! Seni anamızdan,
babamızdan, evlatlarımızdan çok seviyoruz, canımız sana feda” diyenler kurtuluşa
erdiler, icabet etmeyip yüz çevirenlerse helak olmuşlardır.
İşte görüyorsunuz manevi baba sevgisi
sahabenin yüreğinde “Seni anamızdan, babamızdan, evlatlarımızdan çok seviyoruz,
canımız sana feda” yankı bulacak kadar
çok güçlü bir bağdır. Sahabede yankı bulur da Gavs’larda yankı bulmaz mı? Elbette
ki bir evliya Gavs’da olsa manevi soy ağaçtan beslenmektedir. Zaten ehli tarik bir zatın manevi soy ağaca olmaksızın
Gavs olabilmesi adetullah dışıdır. İlla
ki mensub olduğu tarikatın tasavvufi terbiyesinden geçip irşad edici bir kıvama
gelmesi gerekir ki ‘Gavs’ olabilsin. Nitekim Gönüller Sultanı Seyda Hz.lerinin
babası Şeyh Seyyid Abdülhakim el Hüseyni Hz.leri de Şah-ı Hazne (k.s)’ın
silsilesinden beslenip maddi veraset bakımından Peygamberimizin (s.a.v.)’in
otuzuncu göbekten torunu, manevi veraset bakımından da otuz yedinci durakta yer
alan zamanın Gavs-ı Bilvanisidir. Bakın bu hususta Feyz Dergisinin Ekim-1995
sayısında Seyda Hz.lerinin halifelerinden Şeyh Molla Yahya el Abbasi el Haşimi
Hz.leri ile yapılan bir röportajda bakın ne diyor:
“Gavs (k.s) zamanında biz
Kasrik'te idik. Âcizane orada ben de çocukları okutuyordum. Ders veriyordum.
Oranın bir imamı vardı, adı Abdurrahman
Erol idi. Tabii, Molla Abdurrahman resmi
imam olduğu için Bitlis’e devamlı o gidip gelirdi. Bir gün Bitlis’ten geldiğinde
müftü ile arasında geçen mevzuyu bana şöyle anlattı:
-Bugün ben Bitlis'e gittim. Müftü beni
çağırdı, müftünün adı Molla Abdülkerim idi. Beni odasına çağırdığında direk:
-
Molla Abdurrahman diye seslendi.
Bende:
- Buyur kurban dedim.
Bunun üzerine bana şunu sual etti:
- Dün bana ahaliden Abdulhakim’e hemen
herkes ‘Gavs’ diyor dediler. Hatta fikrimi sordular da. Peki ya, sen ne diyorsun bu hususta, o’nun Gavs olduğunu kabul ediyor musun?
Ben de cevaben:
-Vallahi de Gavs, Billahi de Gavs'tır. Gavs’ın ta kendisidir dedim.
Evet, Gavstır dedim demesine ama Molla Abdulkerim
bu cevabımı hayretle karşılayıp bana şöyle sitem eder:
-Sen nasıl olurda ona Gavs diyorsun, üstelik sen bu kadar ilme sahipte birisin.
Bunun üzerine:
-Efendim, sinirlenmeyin, hele bir
sakin olun, istersen ben sana onun Gavs’lığını ispat edeyim.
O da:
-Nasıl yani?
Cevaben:
-Efendim her şey gayet net açık ortada,
Bakınız ben otuz seneden beri Bitlis'teyim, ilmim de çok iyidir. Her cuma ben
camide konuşurken en azından Ulu camide beş yüz ile bin kişi arasında beni
dinleyenler olur. Beni millet dinliyor. Onlara ben Allah'ın kelamını Resulullah
(s.a.v.)'ın sünnetini söylüyorum. Fakat gel gör ki dışarı çıktığım zaman kendimden
başka hiç kimse yanımda yörem de kalmıyor. Benle beraber kalan sadece
bastonumdur. Anlayacağın beni takip eden yok. Ama Şeyh Abdulhakim öyle
değil, bakın kendisi bir köyde oturuyor.
Üstelik köyde bir dağın eteğindedir. Köyün ne telefonu var, ne telgrafı, ne de mektubu, Yani, hiçbir şeyi
yok. İşte onca imkânsızlıklara rağmen bir bakıyorsun her daim etrafında elli-altmış-yüz
sayıda kişi hiç eksik olmuyor. Muhakkak bu gelen insanları oraya getiren bir
kuvvet var. Ki, o kuvvet Allah (c.c.)'dır. Eğer o Gavs olmasa o kadar âlim
etrafına toplanamaz zaten. Demek ki, zahiri âlimle maneviyat âlimi arasındaki
fark budur. Manevi âlim terbiye görmüş ve Cenab-ı Mevla (c.c.)'nın lütfuna
mazhar olmuş ki, Allah'ta (c.c)
insanların kalbini ona çeviriyor ve o kadar insan etrafına geliyor.“
Hâsıl-ı kelam, fazla söze ne hacet, Allah
rahmet eylesin Seyda Hz.lerinin Halifesi Şeyh Molla Yahya El Abbasi El Haşimi (k.s)
röportajında şahit olduğu bir anekdotla
meramımızı ziyadesiyle dile getirmiş zaten.
Bize sadece her devirde var olduğuna inandığımız Gavs’ların her birini yâd
etmek düşer.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3765/her-zamanin-bir-gavsi-var
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3765/her-zamanin-bir-gavsi-var