KUR'AN-I MUCİZ'ÜL BEYAN
SELİM
GÜRBÜZER
Asırlardır
Avrupalının İslâmiyet'e bakışı hep ön yargılı olmuştur. Onların gözünde, İslâmiyet
‘Muhammedîlik’ bir din, Müslümanlar
ise ‘Muhammedîler’ olarak nitelenir. Hele güç yetirebilseler İslam’ın adını
tüm insanlığın hafızasından silmeye yelteneceklerdir. Baksanıza sanki kendi aralarında fikir
birliği yapmışçasına Müslümanların kutsal kitabı Kur'an-ı Kerimi bile ağızlarına
almamaya yemin etmişçesine hareket etmekteler hep. Güya Kur’an-ı Kerim'e Muhammed'in uydurduğu
öğreti olarak takdim etmekle güneşi balçıkla sıvayacaklarını sanmaktalar. Tabiî
ki bu bir oryantalist yaklaşımdır. Dolayısıyla oryantalistlerin insanlık
üzerindeki algı operasyonlarını yıkmak pekte kolay gözükmüyor. Onlar operasyon
çeke dursun yine de biz işimize bakıp Kur’an’ın soluğuyla hayat bulmak gerekir.
Ne de olsa şuan yeryüzünde çağa damgasını vuran tek din İslamiyet’tir. Zaten bizim için önemli olanda çağa geçici olarak
damga vurana değil kalıcı damga vurana talip olmamız çok mühimdir. Ki; Kur’an-ı Muciz’ül Beyan sosyal hayatın tümüne
hitap edip muhatabı tüm insanlıktır. Nasıl ki bir zamanların ünlü pop yıldızı
Cat Stevens Kur’an’da hayat bulup 'Yusuf İslam' adını aldıysa, elbet bir gün tüm
cihanda Kur’an’la hayat bulacaktır, buna
inancımız tam da.
Ancak şu da var ki, oryantalist yaklaşımlar ister
Haçlı seferlerinin başlangıcın da ister sonunda türemiş olsun hiç fark etmez sonuçta
bu sakat anlayış beşeriyetin Kur’an’la buluşmasını geciktirebiliyor. Öyle ki Voltaire "Kur’an’la yakından uzaktan hiçbir
alakası olmayan her ne varsa hepsini Kur’an’a isnat etmişiz. Keşişlerimiz
Yeniçeri'den daha kalabalık" demekten yüksünmezde. Aslında bu serzeniş
Haçlı ruhunun her an ve her şartta değişik kılıklar altında galebe çalabileceğinin
itirafıdır. Anlaşılan o ki, Vahşi Batı İstanbul’un fatihlerine ve evlatlarına posta
koymak için her çağda her türlü yolu denemekten asla vazgeçmeyecekler gibiler,
dün nasıldıysalar bugünde aynı tavır içerisinde bir tutum sergileyeceklerdir. Bu öyle histerik hastalıklı bir ruh halidir ki,
gerektiğinde en ufak dünyalık menfaatine her türlü inanç sistemini kendi kirli
emelleri doğrultusunda kullanmayı da ihmal etmezler. Nasıl mı? İşte Voltaire’nin; “Ben Tanrıya
inanmam ama köle ve hizmetçilerimin Tanrıya inanmasını isterim” sözleri bu gerçeğin teyididir zaten. Ne de olsa
inanan insanlar Yaradana karşı kendilerini sorumlu bir kul olarak hissettiklerinden
normal şartlarda yanlış yapmaları pek beklenmez, öyle ya bu durumda niye ayak işleri için inanmış
insan tercih edilip kullanılmasın ki.
Evet, Haçlı zihniyetinin inanan insanlara
bakışı bu minvalde seyretmekte hep. Hele birde inanan insan şayet Müslüman’sa
vay o insanın haline, kullanmanın
ötesinde ilk iş olarak Kur’an’ı elinden almak olup asimilasyona tabi tutulurda.
Haçlı ruhuyla yatıp kalkan vahşi batı
gayet çok iyi biliyor ki, biz Müslümanların ellerinden Kur'an-ı Kerimi alamadıkları
müddetçe köklerimizle olan bağımızı koparmak pek öyle kolay olmayacaktır. Ne
diyelim işte görüyorsunuz adamlar işini gücünü bırakıp tek dert davaları
İslâm’ı yeryüzünde nasıl silebiliriz onun derdindeler. Üstelik bu tür kin
kusmalar en birinci yetkili ağızlardan dillendirilmekte de. Onlar dillendire
dursunlar, bikere Yüce Allah’ın Kur’an’da
zikrettiği ‘Nurumu tamamlayacağım’ diye vaadi
var. Tabii bu vaad bizim içimizi ferahlatan vaaddir, karşı cenahı ise kara kara düşündürür vaaddir.
Hatta daha şimdiden Yüce Allah’ın nurunu tamamlanmasından endişeye kapılanlar
Kur’an-ı tahrif etmeye yönelik kökü dışarıda İsrailiyat kaynaklı haberleri
sanki ayetmişçesine tefsirlerimize sızdırmış durumdalar da.
Peki, nedir bu İsrailiyat derseniz, gayet her şey açık ortada, İsrail’i bir kitap veya kıssa kaynağa
dayanılaraktan aktarılan haberlerden başkası değildir elbet. Üstelik kaynağı
İsrailiyat olan bu tür kıssa haber ya da bilgi kırıntıları bir bakıyorsun Allah
Resulü ve ashabına dayandırılaraktan bir şekilde sızıp tefsirlerimizde yer edinebiliyor.
Madem öyle, vakit çok geçmeden tez elden israiliyat kaynaklı haberler
karşısında İslam âleminin topyekûn pürdikkat uyanık olması icab eder. Dahası kaynağı
iyice araştırılmadan her çıkan habere balıklamasına dalıp gerçek habermiş gibi tefsir
kitaplarında delil olarak sunulmasına geçit vermemek gerekir. İlla bir haberin
izi sürülecekse de öncelikle o haberin ehlisünnet terazisinde ölçüp biçip iyice
tarttıktan sonra tefsir kitaplarında yer almalı. Aksi halde pek çok bilgi kirliliği türünden
İsrailiyat kaynaklı haberler doğru habermiş gibi yer alacaktır.
Bakınız, Çenab-ı Rabbü’l-âlemin
Hazretleri Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyanda şöyle buyurmakta: "(Ey! Musa'nın,
İsa'nın ve Muhammed'in ümmetleri)
Sizden her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi (topunuzu
bir şeriata tabii) tek ümmet yapardı"
(El-Maide 48). İşte bu ayet-i celileden
anlaşıldığı üzere Müberra dinimiz ehli kitabı asla inkâr etmez. Yeter ki ehl-i kitab kaynaklı haberler
Kur’an’ın ruhuna aykırılık teşkil etmesin icabında delil olarak kabul görür
de. Belki de Edgar Quinet "Dinler aynı
büyük kitabın zamanla açılan sayfalarıdır" derken bu hususa dikkat çekmek
istemiştir. Ancak şu da var ki, gelinen noktada batı dünyası hala bugün olmuş
Müberra dinimize İslami fobi gözüyle bakmakta. Hem bu nasıl bir bakış tarzıysa yukarıda da
belirttiğimiz üzere hala batının gözünde tüm İslam âlemi ‘Muhammedìlik’ bir dinin
Muhammedìleri bir âlemdir. İşte bu tür ön yargılı yaklaşımlar batı dünyasının
hem Kur’an’la buluşmasını geciktirmekte hem de kendilerini büyük bir açmazın içerisine
sürüklemektedir. Oysa Müslümanların batı insanının inancına bakışı ehli kitabi bir
bakıştır. Onları ehli kitab görmeye
mecburuz da. Çünkü Kur’an-ı Kerim kendinden önceki üç büyük kitabı da bünyesinde
barındıran tek mucizevî kitaptır. Nitekim
Yüce Allah bu hususta "Kur'an-ı biz
indirdik. O'nun koruyucusu da şüphesiz ki biziz" (El-Hicr 15/9)
diye beyan buyurmakta. İşte bu nedenledir
ki Kur’an-ı Kerim kıyamete dek tahrif olmaksızın ilelebed payidar kalacak tek mukaddes
kitaptır. Hiç boşa heves etmesinler
hiçbir zinde güç Kelam-ı kadimimizi ortadan kaldırmaya güç yetiremeyecektir. Nitekim
El-Hicr suresinin 9. ayeti müminler için bir hüccet olmanın ötesinde aynı zamanda
güvence muştumuz da. Nasıl güvence
garanti muştumuz olmasın ki, Allah
(c.c.) vaadinden asla dönmez. Düşünsenize
şeytan bile kullarını saptıracağım diye sözünü yemezken, hâşâ âlemlerin rabbi
Yüce Allah mı (c.c.) sözünü yiyecek? Sadece sözünü yememek için iş başında olan
şeytan mı? Nefis ve kötü arkadaşta buna dâhildir. Ve bunların her biri hak ve
hakikat yolunda ilerleme arzusu taşıyan her Müslüman için birer engel barikatlardır.
Mesela şöyle bir bakın fikir piyasasında ahkâm kesen sözde aydın kılıklı
adamlara, kalu beladan dünyaya gelişimizdeki o saf duru süreç halimizi kirletmek
için şeytana bile taş çıkartacak derecede sapkındırlar. Öyle ki, kökü dışarıda sözde aydın müsveddesi
paçavra adamlar fikir piyasasında stantlar kurarak insanların ruh dünyalarını
karartmaya yönelik mevziye yatmış durumdalar da. Üstelik mevziye yatıp pusu
kurarken de bunu kuş tüyü yataklarında, sırça köşklü saraylarında ve fildişi
kulelerinde halka tepeden bakarak yapmaktalar.
Peki, batı dünyasında durum vaziyet böyle iken İslam dünyasında durum
vaziyet nasıldır acaba? Maalesef içler
acısı bir halimiz söz konusudur. Kur'an'la
olan bağımızı koparıp batıya hayranlık duyarsak olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik
ki. Gerçektende öyle değil mi, şayet Kur’an ahlakından taviz vermeyip ayet-i celilelerin
mana ve ruhuna sadık kalabilseydik hiç bu hallere düşer miydik? Baksanıza
geldiğimiz noktada topyekûn kendi iç muhasebesini yapmaktan aciz bir İslam
dünyası söz konusudur. Neydik, ne
olduk. Bir zamanlar Kur’an-ı Kerimimizle
çağlara ferman okuyan tek ümmettik. Şimdilerde ise maalesef bu kutsi fermanımızı
bırakıp çağdaşlık cilasıyla boyanmış suni reçeteler peşinden koşmaktayız. Oysa Kur’an
öyle bir kutsi fermandır ki, hiç bir dilin
kalıbına sığmaz da. Nasıl bir kalıba sığsın ki, Kur'an düşünce, Kur'an ışık, Kur'an tecvid,
Kur'an makam, tüm bunlarında ötesinde yeryüzünde eşi ve benzeri olmayan tek Allah
kelamıdır. Nasıl eşi ve benzeri olsun
ki, Kur’an-ı Muciz’ül Beyan mahlûk değil
vahiydir. İşte mukaddes kitabımızın vahiy
kaynaklı olması hiç bir dilin kabına sığmayacağının delili olmaya yeter artar
da. Şu bir gerçek her dilde yapılan Kur'an çevirileri asla aslının karşılığına denk gelen çeviri
niteliği kazanamayacaktır, sadece yapılan
çeviriler aslını anlama çabası veya faaliyeti olarak karşılık bulacaktır. Zaten bunun dışında anlam
yüklemek doğru olmaz. Zira Kur’an akıl melekesinin çok fevki üstünde olduğundan
hakikatine erişmek beşer aklının idraki pek kifayet etmeyebilir. Bu yüzden tercüme eşittir Kur'an’ın aynısı
demek değildir. Adı üzerinde tercüme,
yani birebir kelime dönüşümü eşleştirmesi üzerine kurulu tercümanlık
faaliyetidir bu. Ama tefsir öyle değil, malum
tefsir için sanki yer altından maden çıkarırcasına bir gayret bir çaba
gerektirdiğinden ortada bir rafineri faaliyetinin varlığı söz konusudur. Derken
bu rafineri faaliyetinin akabinde Kur’an ayetlerini anlamlandırma ve yorumlama kabiliyeti
de beraberinde gelir. Ki, bu anlamlandırma ve yorumlama faaliyeti
insanlık var olduğu sürece devam edecekte. Nitekim Asr-ı Saadetten bugüne pek çok Kur'an-ı
Kerim tefsirinin yazılmış olması bu çabanın varlığını ortaya koymakta. Belli ki
Kur'an-ı Mu’ciz'ül Beyanı anlamak için tek bir tefsir çalışmasıyla yetinilmiyor,
öyle olsaydı dünden bugüne onca tefsir yazım çalışmalarına gerek kalmazdı. Hem
kaldı ki, Yüce Allah’ın vahy ettiği kelam-ı kadim kitabımız her devrin anlayabileceği
idrak seviyesine göre nüzul olmuştur. Böylece bu sayede tüm insanlık kıyamet
kopana kadar Kur’an’ı anlamak için çaba ve gayret göstererekten hayat bulup soluklanmış
olacaktır. Kur’an’ın soluğuyla soluklanmaya
mecburuz da. Zira Kur’an-ı Mu'ciz'ül Beyan'ın, zahiri (dış) manasını
anlamak için bile çok yoğun çabalara ve ön hazırlıklara ihtiyaç vardır. Nitekim
bu hususta Cafer-i Sadık Hazretlerine atfen Allah’ın kitabında dört anlam bütünlüğünün
varlığında söz edilir ki, bu dört unsur şöyle tasnif edilir:
İbaret unsur(kelime manası),
Letaif unsur(iç manası),
İşaret unsur(neye işaret ettiği),
Hakaik unsur (gerçek manası).
İşte
bu tasniflemeden de anlaşılan o ki, her bir
ayet dört unsuru bağrında barındıraraktan insan idrakine takdim edilmekte. Yani
her mümin kendi idrak seviyesi ve kapasitesi ölçüsünce nuraniyetten istifade
etmekte. Öyle ki, Kur’an ayetlerinin idraki avam için başka, âlim
için başka, evliya için başkadır.
Nitekim Kur’an’ın ibaret manası daha çok avam (halkın genel seviyesi) için,
işaret manası havas (âlim) için, letaif manası evliya için, hakaik (gerçek) manası Peygamberimiz
(s.a.v) içindir. Yani bu demektir ki; avam'ın Kuran’dan anladığıyla havas’ın
anladığı bir değildir. Tıpkı okumuş olanla okumamış arasındaki fark gibi bir durumdur
bu. Hakeza Kur’an’ın gerçek manasına
vakıf olacak asıl zirve üstü güç nisbetinde idrak seviyesi ayrıcalığı bizatihi vahyin
soluğunu kendi engin ruh dünyasında bilfiil yaşayan Peygamberimize has bir makamdır.
Kelimenin tam anlamıyla Makam-ı Mahmud makama has idrak edebilecek ayrılacaktır
bu. Dolayısıyla her kim ki Nebiyy-i Ekrem (s.a.v)’e özgü olan bu makamın davasını
güderse, biliniz ki o kişi kendini küfür bataklığında bulacaktır. Müslüman’ın
davası bellidir, o dava malumunuz Allah
ve Resulünün gösterdiği hakikatler doğrultusunda sırat-ı müstakim üzere yaşama davasıdır.
Zaten Ümmet-i Muhammed olarak her kes karınca kaderince davasına sahip çıkıp Kur’an
ahlakı üzerine yaşamaya gayret ettiğinde üzerimizde oynanan tüm şeytani oyunların
bertaraf olacağı muhakkak. Bu arada unutmayalım ki, Kur'an ahlakına yönelik
yaşama hali beşerin bulunduğu mevki ve konuma göre değişebiliyor. Elbette ki havas ehliyle, kulaktan duyma
bilgiyle yetinen avamın ayetlerden anladığı farklı olacağı gibi, Kur’an’ın
emrine uygun yaşaması da farklıdır. Hakeza ayet-i celilelerin zahiri manası
için ter döken havas ile bâtınî manasını bizatihi nefsinde yaşayan evliyanın
bakış açısı da bir değildir.
Evliyaullah, teoriği pratik hayata geçiren ledün ilim sahibi zatlardır. Hatta
evliyalar içerisinde öyleleri var ki hem zahiri hem de batini (iç ve dış)
ilmin ikisine de vakıftırlar. Yani şeriat
ve tarikatın tüm esaslarını kendinde toplamış Kâmil-i mükemmil zatlar da var
elbet.
Günümüzde
habire Kur'an tercüme faaliyetleri hız kazanmış durumda. Kur’an ayetlerinin
tercümesi yazılsın yazılmasına ama şu bir gerçek; hiç bir tercüme ya da meal birebir eşittir
ayetin kendisi demek değildir. Adı üzerinde tercüme, yani kelime eşleştirme faaliyetinin
adı demektir. Şayet tercümenin üstünde bir faaliyetten söz edilecekse, o da malum, Kur’an’ı tüm detaylarıyla kapsamlı anlama
çabası veya açıklama faaliyeti dediğimiz "tefsir" faaliyetinden ancak
söz edebiliriz. İşte bu yüzden önüne gelen her kalem erbabı ya da Arapça dili bilen
tercüman tefsir yazamaz, tefsir yazabilmek
için illa ki Müfessir olmak icab eder. Sakın ola ki, siz siz olun tefsir ilmini
tercüme faaliyeti gibi düşünmeyiniz. Çünkü tercüme ya da meal hiç fark etmez
her bir anlamlandırma çalışma ürünü tıpa tıp Kur’an’ın aynısı değildir. Yukarıda
dedik ya, Kur’an her şeyden önce beşer idrakinin fevkinde bir Allah kelamıdır.
Bakınız avamın pek o kadar ilmi olmasa da Kur’an’ın aslına (orijinaline) öyle
aşina olmuşluğunu şu hadiseden pekâlâ anlayabiliyoruz: Malum cami cemaatine 1931 yılında Cemil
Said'in Fransızcadan çevrilmiş Türkçe tercümesiyle Yere Batan Camii'nde namaz
kıldırıldığında imama uymaktan imtina etmekten kendilerini alamamışlardır. Gerçektende
imamın arkasında niyet ederekten ‘Uydum imama’ diyen cemaatin çıkmaması son
derece düşündürücü bir durumdur. Nitekim İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy'a
Kur'an meali hazırlamayı teklif edildiğinde önce tereddüt etmiş, ancak ne zaman ki tercüme lafı ağızlardan
düşüp meal ibaresi telaffuz edilince ancak o zaman kabul etmeyi yeğlemiştir. Çünkü
Kur’an’ı anlamlandırmak öyle her babayiğidin altından kalkacağı kolay bir iş değil
elbet. Hem ortada Arapça, Farsça,
İngilizce, Fransızca türünden yazılmış bir eser yok ki, oturup da üzerinde kanaat bildiresin, bilakis ortada doğrudan Allah kelamı vardır, gel
de işin içinden çık çıkabilirsen. Hiç kuşkusuz Kur’an’ı anlamlandırmak çok
büyük bir sorumluluk gerektiriyor. İşte Mehmet Akif bu duygular eşliğinde
Mısır’da Kur'an-ı Kerim meali hazırlığına koyulacaktır. Tabii o, meal çalışmalarına
koyulurken, bu arada Türkiye’de ise Türkçe ibadet tartışmaları hız kazanacaktır.
Derken Mehmet Akif’ İstanbul’a döndüğünde büyük bir özveriyle ve gayretle
hazırladığı Kur’an mealini dost bildiği Yozgatlı Hoca İhsan Efendi’ye bir
şartla teslim edecektir. Ve dostuna
şöyle der:
"-Bak bu çalışmamı sana emanet ediyorum. Kısmetse gurbetten dönüp yanına bir kez daha geldiğimde
bu emaneti yine senden alırım. Olur ya giderde dönemez ya da ölürsem bu emaneti
yakınız!"
İşte Mehmet Akif hassasiyeti
budur. Sanki bu bir tembihat değil bir
vasiyetname belgesi dersek yeridir. Akif'in böyle bir vasiyeti çağrıştıran
tembihatta bulunmasında besbelli ki Yerebatan’da Fransız çevrili tercümeyle
namaz kıldırmaya kalkışılmasının üzerinde çok büyük bir yan tesir etki yaptığı o
kadar net açık ki, dostuna sıkı sıkıya ‘dönemezsem
yak’ tembihatında bulunacak kadar hassas olabiliyor. Nasıl hassasiyet göstermesin ki, giriştiği ve
sorumluluk üstlendiği öyle sıradan herhangi yabancı eserin tercüme faaliyeti
bir çalışma değil ki, bilakis insanlığa
ışık olacak Kur’an meali faaliyeti çalışmasıdır bu. Mehmet Akif’i unutulmaz
kılanda zaten yüreğinde taşıdığı bu sorumluluk duygu selidir.
Pekâlâ,
hiçbir sorumluluk hissetmeksizin de bir insan tercüme faaliyetinde bulunulabilir.
Ama neye yarar ki, sorumsuzca yapılan o tercüme faaliyeti kurumuş
meşe ağacı gibi ruhsuz olacaktır. Kaldı
ki sorumluluk duygusundan yoksun olabilecek mizaçta insanlar daha çok Kur’an’a
yabancı olanlara has bir durumdur. Nitekim 1698’de Papaz Maracci, hiçbir
sorumluluk hissetmeksizin Kur’an-ı Latinceye çevirmeye kalkışmış, yetmemiş bir
de bunun üstüne üstük reddiye döşeyip Padova’da bastırmış bile. Bu
sorumsuzluğuna rağmen yine de hakkını teslim etmek gerekirse batıda yapılan diğer
tercümelere nazaran en az kusurlu olanı diyebiliriz. Ne diyelim işte
görüyorsunuz batı insanı en az kusurlu olan tercüme faaliyetinde bile reddiye
döşemekten geri durmayabiliyor. Başta da dedik ya, Müberra dinimize
‘Muhammedilik’ dini, Müslümanlara da ‘Muhammediler’ topluluğu deme önyargısından
bir türlü kendilerini alıkoyamıyorlar. Hakikati dillendirmemekte halen ısrarcı
tavırlarını sürdürmekteler de. Onlar inadım inat önyargılı olmaya devam ede
dursunlar, hiç bilmiyorlar ki güneş asla balçıkla sıvanamaz. Hiç boşa heves etmesinler
Salman Rüşdü ve Teslime Nesrin gibilerin yıkıcı faaliyetleri boşunadır. Çünkü
tarih nicelerine şahittir, hepside toz bulut oldular. Gözden kaçırdıkları tek
nokta var ki, o da propaganda ile hakikat arasındaki farkı kavrayamamalarıdır.
Nasıl mı? Bir kere propaganda hızlı başlar ama ömrü kısadır. Hakikat ise yavaş
ilerlese de sonuçta ömrü uzundur. Propaganda anlık olup sadece yaşadığı dönem
itibariyle kandırabildikleri ölçüdeki bir kitleye yönelik bir enstrümandır, yani kısa
vadede başarı gösterse de geçicidir. Ama hakikat öyle değil, hem yaşadığı
döneme hem de bütün çağlara ferman okur. Nitekim batıda matematikle uğraşan birkaç
bilim adamı Kur’an’da yer alan sayılara dikkat kesildiğinde muhteşem ilahi kaynaklı
bir programla karşı karşıya kaldıklarını fark edip Müslüman olmuşlardır. Mesela
Martin Gardner bunlar arasında gözde bir isimdir. Bilhassa bu bilim adamı,
Kur’an ayetlerinin yapısına odaklandığında 19 sayısının sıradan bir sayı
olmayıp, bu sayı ve bu sayının katları üzerinde yapılan bir takım hesaplamalardan
elde ettiği neticelere dayanaraktan ayetlerin zincirlemesine bir program
dâhilinde kodlanmış olarak diziliş sergilediğini müşahede etmiştir. Ve bu gözlemlerini kitaplaştırdığında şu
ilginç tespitlerle karşılaşırız da:
-Kuran’ın oluşturan sure sayısı 114 olup tamamı 19’un katı olaraktan,
yani 19x6=114 matematiksel bir denklem içerisinde yer alaraktan dizildiğini,
-Ayetlerin dizilişinde 19 rakamı sıradan bir kat sayı olarak değil özel
bir asal sayı olarak işlev görüp akıl üstü ilahi bir plan dâhilinde 9 ve 10
sayılarının ilk kuvvetlerinin toplamının ikinci kuvvetlerinin farkına denk
düşen bir hesaba dayanarak diziliş sergilediğini,
-Mealen ‘Allah adıyla başlarım’ manasına gelen besmelenin tamamı 19
harftir. Ve ‘bi’ harfi cerle başlayan
ilk kelimenin, yani ‘isim’ ibaresinin Kur’an’da 19 kez tekrarlandığını,
-İkinci kelime “Allah” lafzının Kur’an’da 19’un katı olarak 2698
defa zikrolunmuştur, yani bu hesabın 19x142 işleminin neticesine dayandırıldığı,
-Allah ibaresinden sonra gelen üçüncü kelime “Er-Rahman” lafzının 57
defa tekrarlanaraktan, yani 19 rakam hesabıyla 19’un 3 katı (19x3) bir hesaba
tekabül ettiğini,
-Er-Rahman ibaresinden sonra gelen dördüncü kelime “Er-Rahim” lafzının
ise 114 defa tekrarlanaraktan, yine 19 rakam hesabıyla 19x114’ün katı olarak
bir hesaba denk geldiğini görürüz.
Ancak ne var ki, Martin Gardner olumlu yönde bu tespitleri
yaparken, diğer yandan Salman Rüşdü ve Teslime Nesrin gibi şirret tiplerde boş
durmayıp Kur’an ayetlerini karalama peşinden koşmuşlardır hep. Hiç kuşkusuz bu
tipler sadece bu asra has tipler değildir,
tarih daha nice şirret tiplere daha tanıklık etmiştir. Her ne yaparlarsa yapsınlar er geç mutlaka yeni
türemiş şirret tiplerde tarihin harabelerine gömüleceklerdir, bu kaçınılmazdır.
Zira Kur’an-ı Muciz’ül Beyan ilk oku ayeti nüzul olduğu gün, aslında ta o ilk günden Müşriklerin sonunun
geldiğinin ilk işareti verilmişti. Bedir Gazvesi, Uhud Gazvesi. Hendek Gazvesi
ve Mekke’nin Fethi derken hem müşriklerin tarihin harabelerine gömülme işlemi
gerçekleşir hem de Mekke ve Medine sınırlarını aşan yeni fetih hareketlerine
yelken açılır. Öyle ki Kur’an-ı
Mu'ciz-ül Beyan’ın ışığı cihana dalga dalga yayıldıkça iki büyük imparatorluk (Bizans
ve İran) vahyin gücü karşısında adeta diz çöküp bir anlamda hizaya gelir
pozisyon almışlardır. Hizaya gelip Kur’an’ı muhatab almaya mecburlar da zaten. Çünkü birinci kaynak başucu kitabımız
Kur’an’da ehli kitap dışlanmaz, aynı zamanda tüm peygamberlere hürmet gösterip iman
etmemiz öğütlenir. Hatta Kur’an ayetlerine baktığımızda ehli kitaptan olan
kadınlarla evlenmeye de müsaade vardır. Kur’an’dan sonra ikinci kaynağımız
Peygamberimiz (s.a.v)’in uygulamalarına baktığımızda ise Bedir Savaşı
sonrasında her on Müslüman’a okuma yazma öğretmelerine karşılık savaş
esirlerine serbest bırakma hürriyeti tanıması gibi uygulamalarda söz konusudur.
Ki, bu uygulama İslam’da fidyeyi necat (kurtuluş
bedeli) olarak karşılık bulur.
Anlaşılan o ki, Yüce Müberra dinimizin
öğretileri propaganda türü şişirilmiş yöntemlerle kitlelere nakşedilmez, bilakis
hakikat ne ise aynen harfi harfine kitlelere doğrudan birebir ikna yöntemiyle aktarılarak
nakşedilir. Zira Hz. Ömer (r.a) Hıristiyan hizmetçisine İslâm'ı anlatmış anlatmasına
ama her defasında hizmetçisi her bu yöndeki telkinlerine kulak asmamıştır. Hani
zorla güzellik olmaz ya, Hz. Ömer
(r.a)’da aynen her hangi bir dayatma teşebbüsüne tevessül etmeksizin "Dinde
zorlama yoktur" (El-Bakara 256) ayet-i celilenin mana ve ruhuna
sadık kalaraktan hizmetçisini anlayışla karşılaşmıştır. Hatta ömrünün son demlerinde halife sıfatıyla
zimmîlerin haklarına riayet edilmesi hususunda vasiyet etmeyi ihmal etmediği
gibi hizmetçisini vefatı anında azat etmiş bile. Anlaşılan tüm insanlığın
İslâm’ın bu engin hoşgörüsünden alması gereken daha nice ibretlik dersler
vardır. Gönül ister ki, Batı dünyası bir an evvel peşin ön yargılarından
sıyrılıp İslâm’a ‘Muhammedilik dini’ yaftalamasından vazgeçe de hidayet bula.
Ama gel gör ki, batılı olmak bu ya, dün nasıldıysalar bugünde aynılar, bir
türlü iflah olmayacak şekilde huylu huyundan vazgeçmeyecek haldeler.
Düşünsenize batı dünyası âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz
(s.a.v)’in hasta olan bir gayrimüslimi ziyaretinden bile bihaberdir. Sadece
hasta ziyaretinden bihaberler mi, bir bakıyorsun Peygamberimiz (s.a.v)’in
bizatihi Yahudi’nin ikram ettiği sudan içip birde bunun üstüne "Allah seni güzelleştirsin" diye
dua edişinden de bihaberler. Onlar İslam’ın enginlere sığmaz hoşgörüsünden
bihaber ola dursunlar, hiç bilmiyorlar
ki, o şahsın yüzünde edilen o duanın
yüzü suyu hürmetine ölünceye kadar ağarmış beyaz bir kıl görülmediği bilgisi
çoktan İslam tarihinin altın sayfalarında yerini alır da (et-Teratib I - 2).
Velhasıl-ı kelam; tüm insanlığa ışık kaynak olup hayat bulacağı tek
reçete Kur’an-ı Mu'ciz'ül Beyan’dır.