24 Aralık 2019 Salı

TASAVVUFİ ÂDÂB



                                                    TASAVVUFİ ÂDÂB
SELİM GÜRBÜZER
Hani kıssadan hisse almak gerekir denilir ya hep, aynen öyle de aşağıda sunacağımız her bir kıssa tasavvufi âdâbın ne demek olduğunu ortaya koyması açısından fırsat olacaktır elbet.
İşte birinci kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:

Bir adam geldi, Ebû’d-Derdâ’ya ibadet ve taat yaptığım halde hiç tad alamadığından dert yandı. Bunun üzerine Ebû’d-Derdâ şu tavsiyede bulunur:
—Şayet hasta ziyareti yapar, cenazelere katılır ve kabirleri ziyaret etmeyi ihmal etmezsen gönlün yumuşamasıyla birlikte derdine çare olacaktır elbet.
Adam denilenleri yapar yapmasına ama yine durum vaziyet aynıdır, kendinde hiçbir değişiklik olmaz, bu durumda tekrar Ebû’d Derdâ’nın kapısını çalıp şöyle der:
— Efendim yine hiç bir değişiklik olmadı, ne buyurursunuz?
Ebû’d-Derdâ bu kez şu tavsiyede bulunur:
—Hasta ziyaretine gittiğinde şayet kendini hastanın yerine koyarsan, cenaze defnedildiğinde şayet kendin defnedilmiş gibi düşünürsen, kabir ziyareti yaptığında şayet mezarda yatan mevta kendinmiş gibi hissedersen, işte ancak o zaman yapacağı ibadet ve tatlarda huşu elde edebilirsin.
Gerçekten de adam Ebû’d-Derdâ’nın tarif ettiği ‘âdâb-usul-erkân’ üzere hareket etiğinde kendinde bir takım değişiklikler olup olduğu ibadetlerinde huşu halini yakalar da. 
İşte ikinci kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’e sürekli bir zattan bahsettiklerinde en sonunda dayanamayıp şöyle der:
— Madem öyle hadi gidelim, o zat neymiş bir görelim der.
Gittiklerinde, Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) o övdükleri zatın âdâba mugayir bir vaziyette camiye girişini gördüğünde hemen orayı terk ediverir.
Tabii, merak bu ya, etraftan neyin nesi diye sorduklarında, Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) cevaben şöyle der:
— Baksanıza şu övdüğünüz adamın haline, İslam’ın en basit âdâbını bile uygulamaktan aciz biri. Birde kalkmış bana habire onu övüp duruyordunuz. Şimdi sorarım size, bu adam camiye sağ ayakla girileceğinin adabını da mı bilmez. Siz siz olun bir daha böylelerine asla itibar etmeyin.
İşte üçüncü kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Malum, Osmanlı döneminin meşhur Şair Nabi’miz var ya, kendisi Eyüplü Rami Mehmed Paşa ile birlikte Hac yolculuğuna koyulduklarında tam Medine’ye yaklaşacakları sırada gördüğü lüzum üzere uykuya dalmış Paşayı ‘Terki edepten sakın, burası Rasulullah’ın beldesidir…’ manasına gelen beyitleri okuyarak uyandırır.
Paşa uyanır uyanmasına uyanır ama doğrusu sormadan edemezdi:
—Allah aşkına sen ne vakit fırsat bulup yazdın da şimdi bülbül gibi bunları bana şaklıyorsun? 
Nabi:
—Paşam inanın şu an içimden geldi, böyle okudum.
Paşa nezaketen şöyle der;
— Madem öyle, bu okuduğun aramızda sır kalsın.
Amma velâkin kafile iyiden iyiye Medine’ye yaklaştığında müezzinler minarelerden Paşanın aramızda kalsın dediği o beyitler minarelerden müezzinler tarafından okunduğunda ortada artık sır mır kalmayacaktır.
Tabii, hem Paşa hem de Nabi bu durumda şaşkındırlar. Hemen Mescidi-i Nebevi ’de kıldıkları namazın akabinde ilk işleri müezzini sıkıştırmak olacaktır:
—Allah aşkına söylesenize o beyitleri nereden öğrendiniz de okur oldunuz?
Müezzin cevaben şöyle karşılık verir:
—Merakınızı anlıyorum. Ancak bu gece garib bir şeyler oldu. Öyle ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) müezzinlerin rüyasına girip şöyle buyurdular: Biliniz ki, ümmetimden Nabi isimli biri ziyaretime gelecek. Onu bizatihi benim için yazdığı şu beyitleri okuyarak karşılayın. İşte yücelerden gelen bu emir üzere bize de okumak düştü elbet. 
İşte Nabi, bu ya, müezzinin ağzından çıkan Peygamber övgüsü sözler karşısında ‘ben kim övgüye mazhar olmak kim hissiyatı içerisinde kendinden geçip bayılır da. İşte edeb, âdâb, hayâ budur.
İşte dördüncü kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
İmam Malik Medine-i Munevvere’de bulunduğu sürece hayvana hiç binmezmiş. Kendilerine bunun nedenini sorduklarında cevaben şöyle der:
—Rasulüllah (s.a.v)’in bulunduğu belde de hayvan üzerinde toprağı çiğnemekten hayâ ederim.
Hakeza Ulu Hakan Sultan Abdülhamit Han’ın Hicaz demiryolu projesinde dikkat çeken özellikli bir ayrıntı vardı ki, tıpkı bu da İmam Malik hassasiyetinde olduğu gibi projenin Medine’ye yaklaşan kısmında Efendimiz (s.a.v)’in merkadına hürmeten tiren şehre gürültüsüz girsin diye raylara keçe döşenme inceliğinin düşünülür olmasıdır. Ne diyelim, işte hassasiyet, işte incelik, işte âdâb, işte hürmet budur. Yine Osmanlının Kâbe’nin etrafındaki revakları Kâbe duvarını geçmeyecek şekilde alçakta yapması da bir bambaşka düşünülmüş incelik ve hürmetin göstergesi şahika bir eserdir. 
Anlaşılan o ki; ‘âdâb-usul-erkân’ her alanda uygulanması gereken bir husus. Madem uygulamak gerekiyor, o halde ilk evvela uygulamasını kendimizden başlayıp sonrasında hayatımızın her alanını ‘âdâb-usul-erkân’ üzerine tanzim etmekte fayda var. Şayet edebi olmayan adapsızlardan, adabı olmayan edepsizlerden olmak istemiyorsak ‘adab-usul-erkân’ üzere hayatımızı idame etmeye mecburuz da. Keza aynı mecburiyet ‘necip bir millet’ olmak içinde geçerli bir kaidedir. Aksi halde edebi olmayan bir milletin edebiyatı da olmayacağı muhakkak. Örnek mi? İşte atalarımızdan bize yadigâr kalan o müthiş edebi eserlerin her biri millet olmanın en bariz örneğini gösterir zaten. Nitekim gelinen noktada şuan halen edebiyattan söz edebiliyorsak hiç kuşkusuz bunu büyük ölçüde atalarımızdan miras kalan o edebi eserlere borçluyuz. Evet, bizi biz yapan edebi değerlerimizle varız. Yeter ki dilin âdâbı ‘Hakk ikrar eden kelam’ olsun, kalbin âdâbı da ‘ihlâs ve samimiyet’ olsun ‘niyet hayır akıbet hayır’ olur da. Öyle ya, dil her dem Hakkı ve hakikati haykırır, kalbde bunu tasdik ettiğinde, elbette ki akıbet hayrolacaktır. Yok, eğer dil Hakkı söylemez olur, kalpte gaflet deryasında habire yüzüyorsa bizim halimiz nice olur. Yinede her şeye rağmen yeise kapılmamalı, mutlaka bir çıkış yolu vardır elbet. Nasıl mı? Şeyh Ahmed el Haznevi (k.s) bunun çıkış yolunu âdâbtan geçtiğini şöyle ifade eder de: “Şayet bir sofi kendi gücüyle gaflet halini terk edemiyorsa âdâba riayet etsin.” 
İşte görüyorsunuz iş dönüş dolaşıp yine adablara geliyor. Gelmesi de gayet tabiidir. Çünkü âdâblar tasavvufì hayatın olmazsa olmaz şartıdır zaten. Baksanıza Şah-ı Hazne (k.s) üzerine basa basa âdâba riayet edin diyor. O halde açık ya da gizli her ne âdâb, usul erkân varsa bize riayet etmek düşer. İcabında riayet etmekte yetmeyebilir, bizatihi hayatımızın bütün alanına tatbik etmekte gerekir. Şayet kalbimiz kasvet hali bürümüşse biliniz ki adapsızlıktan kaynaklanan gaflet ve delalet söz konusudur. Nitekim Gavs-ı Sani (k.s)’ın kalb zikrinden letaif zikrine geçemeyen sofiler için ‘Gafletle çekme’ demesi bu durumu teyid ediyor. Bu yüzden sakın ola ki ‘âdâb-usul erkân’ ne farz ne de sünnettir deyip hafife almayalım, oysa adablar farz ve sünnetleri hakkıyla eda etmemiz için yardımcı kuvvettir. Daha da üzerine üzerine gidip her bir adabı uygulamakta fayda var. Zira âdâb bu yolun besmelesi gibidir. Nasıl ki her işe besmelesiz başlanmaz ya, aynen öylede tasavvufi hayatta da âdâb olmadan ister cehri ister hafi zikir olsun hiç fark etmez zikre başlanmaz. İlla ki salike öğretilen zikir adabı ne ise o çerçevede zikre başlamalı ki huşu halini yakalayabilsin. Sadece zikirde mi âdâb var, elbette ki bunun yanı sıra Rasulullah’a âdâb, mürşide âdâb, seyyide âdâb, sofiye âdâb, anne ve babaya âdâb gibi hususlarda nasıl vaziyet alınır, nasıl davranmamız gerekiyor tüm bunların her biride birer âdâb olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu sıralanan adabları birini diğerine, diğerini ötekine karıştırmadan her birinin hudutlarını kendi adap sınırları çerçevesinde hürmet edip riayet ettiğimizde ancak o zaman her bir âdâb bir kıymet ifade edecektir. Bu çerçevenin dışında ölçüyü elden bırakmak haddi aşmak olur ki, tamamen bu tasavvufì âdâba ters bir durum ortaya çıkarır. Hani taş yerinde ağırdır denilir ya, aynen öylede her bir âdâb ve her bir hürmete layık kişide yerinde değerlidir elbet. Dolayısıyla bütün Peygamberler bir araya gelse Allah’ın tek bir sıfatına denk gelemeyeceği gibi bir mürşitte ne kadar büyük olursa olsun sahabenin ayağındaki tozu olamayacaktır. Keza bütün seyyidlerde bir araya gelse bağlı olunan bir mürşidin konumu bir seviyede olamayacağı aşikârdır. Çünkü biri feyzinden ve himmetinden istifade edilebilecek irşad edici bir zat diğeri ise peygamber neslinden gelen ehlibeyt bir evlattır. Dolayısıyla ehlibeyt evladı mürşit değilse teslim olmayı gerektirmez, sadece ehlibeytten gelmesi hasebiyle hürmet göstermek kâfidir. Kaldı ki bir salik değil bir seyyid, bağlı olduğu mürşidinin dışında başka bir mürşide de gönlünü kaydırması da tasavvufì adabtır. Aksi halde teslimiyet noktasında mürşidinden istifade edemez. 
Evet, tasavvufta teslimiyette çok mühim bir âdâb. Tıpkı bu Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a)’ın müşriklere karşı “O dediyse doğrudur” sorgusuz sualsiz dile getirdiği teslimiyetinde olduğu gibi bir adaptır bu. Ama bu teslimiyet demek değildir ki, istişare söz konusu olduğunda alanında söz sahibi ve liyakat sahibi insanlara ne danışılsın ne de muhabbet duyulsun. Elbette ki teslimiyet noktası hariç bir seyide, bir vekile, bir sofiye kendi hudutları dâhilinde istişarede edilir muhabbet duyulur da. Dikkat edin had hudut dedik, yani âlim âlimliğini bilecek, vekil vekilliğini, sofi sofiliğin bilecek. Bir insan düşünün ki, bilge insan olmasına bilge ama adabı muaşeretten bihaber, elbette ki o bilgelik bir noktadan sonra ona yük olup hiçbir işe yaramayacaktır. İllaki âdâb olması gerekir ki bilgeliği daim olsun. Keza vekil içinde öyledir, tıpkı Peygamberimizin İslam’ın yayılması için naibler görevlendirilmesinde olduğu gibi vekilde sanıldığının aksine mürşidin halefi değil, postacısıdır, yani değim yerindeyse kendisine ne görev verilmişse mektup dağıtmakla görevli bir naibdir. Dolayısıyla bunun dışında vekile özel bir anlam yüklemek haddi aşmak olur. İrşad edici konumda olan sadece mürşid’dir. Ama bu demek değildir ki mürşid irşad edici diye her şeyi bilendir. Oysa bir mürşit ancak Allah bildirirse bilir bunu dışında böyle bir şeyi telaffuz etmek küfürdür zaten. İşte bu ve buna benzer maksadı aşan sözler telaffuz etmek ya da mürşidi adına keşif ve keramet ihdas etmek hem âdâb dışı bir tutum olur hem de mürşide yapılacak en büyük adapsızlık olur.
Hatta seyyidlerden mürşid evladı olanlar var, ama öyle anlaşılıyor ki, Seyyidlere âdâb; Evladı resul olma noktasında saygıda kusur etmemekle sınırlıdır, bunun dışında mürşit evladı diye irşat edici misyon biçmek haddi aşmak olur. İrşat ve teslimiyet noktasında sofiye sadece mürşidinden fayda vardır. Bu nedenle tasavvufi ortamda 'Hazret' ibaresi seyyid için sofi için değil sadece mürşid-i kâmil için kullanılır. Dolayısıyla Seyyidler için illa bir ifade kullanılacaksa da ehlibeyt neslin gülleri çerçevesinde 'Seyyidim' diye hitap etmek kâfidir. Keza sofi içinde kurban demek kâfidir. Öyle ki; her Seyyid mürşit değildir. Evet, ama had hududu aşmak olur, onlara ancak bakılabilir. İşte had hudud bilme adabı budur.
Tasavvufta bir diğer mühim adablardan biride mütevazinliği elden bırakmama âdâbıdır. Müberra dinimizde müminlerin birbirine karşı alçak gönüllü, dışa karşı ise çetin olması esastır zaten. Dolayısıyla Allah için kardeşlik hukuku çerçevesinde birbirimizi uyaracağız ama bu uyarı birbirimizi incitmeyecek türden olmalıdır. Hem kaldı ki İbrahim (a.s) bir peygamber babası olarak kurban olarak adadığı İsmail için 'Ey oğul! Allah için yat kurban ol ki, bıçak bile senden incinmesin' demişken biz nasıl olurda birbirimizi incitebiliriz ki. Allah korusun şayet bir gönül incitirsek bir gün bir bakmışsın bizi de inciten olmuş. Malumunuz gönülleri kazanmak hususunda bugün olmuş halen hafızalarımızdan taptaze bunun en çarpıcı örneği Seyda Hz.leri var önümüzde. Öyle ya, Seyda Hz.leri şayet inciten olsaydı Menzil gelinen bu noktada bu denli dolup taşar mıydı? Keza babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’de kendi irşat döneminde öyleydi. Nitekim baba Gavs kendi irşat döneminde sofilerini sürekli olarak “Siz onların ilahlarına söverseniz onlarda size söver” şeklinde uyarmış bile. Böylece baba oğlun gösterdiği bu gönül fethi sayesinde Nakşibendî yolunun adabları Gavs-ı Sani (k.s) döneminde daha da bir tavan yapıp, bu yolun adabları insanlara sevdirilmiş oluyor. Tabii bu yolu sevmek iyi hoşta, ancak burada dikkat etmemiz gereken bir başka adab var ki, o da 'Benim yolum doğru, seninki yanlıştır' deme handikabına düşmemek adabıdır. Nasıl ki Kâbe’ye giden yollar farklı olsa da, sonuçta aynı noktada buluşulmakta ya, Saadatlarda aynen tamda bu örnekten hareketle sofilerine şu öğütte bulunmuşlardır: “Her kim başka bir tarikatın mensubuyla bir araya geldiğinde kendi mürşidini ve meşrebini anlatmak yerine onun mürşidini ve meşrebini konu edinsin.” Besbelli ki Nakşibendî Sadatları her türlü taassuba mahal bırakmaksızın herkesin yolu kendince güzeldir ilkesini âdâb edinmişler. Madem öyle, Sadatın öğütlerine kulak verip durduk yere hiç kimsenin muhabbetiyle meşrebiyle oynamamak düşer bize. 
Evet, Allah için mürşidi sevmek güzel bir duygudur elbet, ancak âdâb olmazsa bu güzel hissiyat neye yarar ki. Bakın, İmam-ı Şarani (k.s) bu hususta ne diyor: “Sofi mürşidinin gerek huzurunda gerekse gıyabında âdâb üzere olmalıdır. Hatta evine gittiğinde de mürşidinin tarafına ayağını uzatmamasında fayda vardır.“ Ki; burada bahse konu olan sıradan biri değil, dikkat ettiyseniz bizatihi Peygamber varisi kâmil mürşitten söz ediliyor, elbette ki gıyabında da olsa hürmete layık olması gayet tabiidir. Örnek mi, işte Gavs-ı Bilvanisi Abdulhakim el Hüseyni (k.s) bunun en bariz örneği zaten. Öyle ki, Gavs Hz.leri sırtını hiçbir surette asla Suriye’ye doğru dönmediği gibi ayağını da o tarafa uzatmazdı. Çünkü orada Şah-ı Hazne (k.s) vardı. Nitekim bir gün Gavs-ı Bilvanisi (k.s) abdest alırken on altı defa adeta hop oturup hop kalkıyormuş. Tabii, sofiler merak edip bu ne iştir diye sorduklarında şöyle der:
— Şah-ı Haznenin çocukları orada oynarken, ben nasıl olurda rahat rahat oturup abdest alabilirim ki.
Malum, birileri yine o bildik algı operasyonlarıyla üstlerine ne vazifeyse durup dururken Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün ta milletvekili olmadan önceki yıllarda Şahı Hazne’nin meşrebi üzere olan bir zatın elini öpmesini ellerine dillerine dolamaya kalkışmışlar. Oysa kendilerinin mesele olarak gördüğü el öpmeyi Gavs Hz.leri bizatihi Şah-ı Haznenin görmek için Suriye sınırından mayın tehlikesini göze alaraktan defalarca ziyarette bulunarak icra etmişte. Şimdi sormak gerekir, Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri gibi bir zat bile değil mürşidine, mürşidinin çocuklarına bile âdâb göstermekten imtina etmemişken, bir devletlû hürmet etmiş çok mu? Kaldı ki âlimin elini öpmek insanı küçültmez, bilakis yüceltir de. Nitekim Yavuz Sultan Selimin bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur kaftanını ilme hürmeten saklaması bunu teyit eden bir durumdur.
Yine bir dikkat çeken bir başka adab ise mürşit-halife ilişkisinde görülür. Şöyle ki, Gavs-ı Sani (k.s) asla Seyda (k.s)’ın bulunduğu mekânda ziyaret vermezdi. Seyda (k.s)’da babası Gavs-ı Bilvanisi Abdülhakim el Hüseyni yanında öyleydi.
Velhasıl kelam, yukarıda verilen örneklerden de anlaşıldığı üzere âdâb konusu çok mühim konu. Zira İmam Malik, İmam Şafi'nin yanında yirmi sene kalıyor. Yirmi yıl içerisinde hocası ona on sekizi adap ve edepten ders veriyor, son iki senesinde ise ilimden bahsediyor. Derken İmam Malik yıllar geçtikten sonra hayıflanıp ‘Keşke İmam Şafii; son iki yılında da edepten adabtan bahsetseydi’ demekten kendini alamaz da. Ne diyelim, işte görüyorsunuz bu müthiş sözlerin dışında başka söze ne hacet var ki, âdâbın bu denli mühim bir konu olduğu bu sözlerde ziyadesiyle mevcut zaten.
Vesselam.

11 Aralık 2019 Çarşamba

NİGÂH DÂŞT

                                         NİGÂH DÂŞT
      SELİM GÜRBÜZER
        Nasıl ki bir insan  ‘eline, diline ve beline’ sahip olmakla zahiren temizlenmiş sayılır ya, aynen öyle de bir insan kalbine sahip olmakla da batınen pirüpak temizlenmiş sayılır.  Hele bu noktada bilhassa bir sofi için batınen pirüpak olmak elzem de. Zira sofi kalbine sahip olması gerekir ki, ‘Nigâh dâşt’ usulünce seyr-u sülûkunu tamamlayabilsin. Zaten Nakşibendî Tarikatında zikir esnasında kalbi her türlü hal havatırdan,  dünyevi düşüncelerden ve nefsanî arzulardan korumak ‘Nigâh dâşt’ adabın bir gereği olarak anlam kazanır. Her ne kadar Allah’tan gayrı her türlü düşüncelerden kalbi muhafaza etmek öyle kolay olmasa da bir şekilde bu yolun yolcuları bu adabın gereğini yapmaya kendini zorlamak durumundadır. Aksi halde vird olarak çektiği  ‘Lafza-i celal’ veya  ‘Nefy u isbat’ zikrinden istifade edemeyecektir.  Ki, burada bahis konusu kalb olunca akan sular bile durur diyecek noktadayız, yani dikkat edin Yüce Allah’ın doğrudan nazar ettiği merkezden söz ediyoruz,  dolayısıyla bu söz konusu nazargahı kalbin korunmaya alınması icab eder. Nitekim kalbin korunmaya alınması,  aynı zamanda bir insanın içini ve dışını korumaya alması demektir. İşte bundan dolayıdır ki,   Nakşibendî tarikatında vird esnasında Nefy-u isbatın dışında hiçbir şey düşünmemek  ‘Nigâh daşt’  olarak tarif edilir.  Böylece bir salik,  bu tarif üzere Kelime-i Tevhidin mana ve ruhuna odaklanmakla kalbini korumaya almış olur da.
        Bakınız, Muhammed bin Abdullah el- Hâni Adab adlı eserinde ‘Nigah daşt’  adabı ve usulü hakkında ne diyor:
     “Zikri, Nefy-u isbat şeklinde yaparken manayı düşünmekten kalbi muhafaza etmektir ki,  manayı düşüneceğim derken kalbine havatır girmesin. Eğer havatırdan kurtulamazsan zikrin faydası olmaz. Zikirden maksat mezkûr ile huzura varmaktır. Kalb havatırdan korunmazsa neye yarar ki? Dolayısıyla salik kalbini her halükarda havatırdan muhafaza etmeye çalışmalıdır.  Çeyrek saat de olsa kalbi havatırdan muhafaza etmek çok zor bir iş olduğu muhakkak. Zaten zor olanı yapmaya muvaffak olan kimse tasavvufun semeresini almış olur. Çünkü tasavvuf,  hem kalbi havatırın girmesinden hem de bir sürü fasid fikirlerden muhafaza kuvveti demektir. Bu iki şeyi yapan kalbinin hakikatini bilmiş olur.  Nitekim Peygamber (s.a.v)’in  ‘Kendini bilen Rabbini bilir’  diye beyan buyurması bunun içindir. Keza Şeyh Ebu Bekir Kettani’de der ki; Kırk sene kalbimin kapısında bekçilik yaptım, onu Allah Teâlâ’dan gayrisine açmadım. Kalbim o hale geldi ki Allah’tan on gece muhafaza ettim. Kalbim beni yirmi sene muhafaza etti.”
      Evet, Muhammed bin Abdullah el- Hâni’nin bu müthiş eserinin sayfalarını çevirdikçe ister istemez bu işi başaran saliklere gıptayla bakaraktan şöyle imrenip   “Ne mutlu onlara ki, Nigah daşt usulünce kalbini muhafaza edip hem zahirleri, hem gönülleri temiz” demekten kendimizi alamayız da. Hem nasıl gıptayla bakmayalım ki, Seyda Hz.leri bilhassa bu hususta sofilerine şu teşvikte bulunur da: “Sofi odur ki; Resulü Ekrem (s.a.v.)’in ahlakıyla boyanmaya gayret edendir.  Sofi,  Resulullah (s.a.v)’in ahlakıyla öyle ahlaklanmaya çalışmalıdır ki;  zahiren üzerine ne bir haksız kazanç, ne bir haram, ne de necis bir şey bulaşsın.  Batınen de öyle temiz olmaya çalışmalı ki; kalbinde zerre miskal haset, kibir,  nefis,  riya ve ucub gibi kötü hallerin hiç birinden bir iz kalmasın. Hiç şüphe yoktur ki, zahiren ve manen temiz olmak İslam ahlakıdır.” 
          İşte  sıratı müstakim üzere  tertemiz  kalabilmek  bu ya,  Nakşibendî tarikatı da  Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.anh.)’dan  bugüne  silsile yoluyla  tertemiz  bembeyaz olarak geldiği gibi  bundan böyle de   bembeyaz  yoluna devam edeceğine inancımız tamda. Nasıl inancımız tam olmasın ki,  bikere Nakşibendîlik siyah leke kaldırmaz ki.   Bu yolda  ‘Allah’ adını kalbe usul usul nakşetmek esastır. Madem kalbe Nigah-daşt’ usulünce ‘Allah’ adını nakşetmek esas, o halde ilk evvela Yüce Allah’ın adına yakışır bir şekilde emrine amade olmamız gerekir ki temiz bir kalbe sahip olabilelim.  Dahası kalbimizi Rıza-i İlahi doğrultusunda halis niyetle ‘Nigah daşt’ usulünce çalıştırmalı ki,  dünyanın o aldatıcı cazibesi bizi yolumuzdan alıkoyamasın. Dikkat edin Rıza-i İlahi ve halis niyet dedik, çünkü bu ikisi dışında dünya ve dünya içindekiler Yüce Mevlamız tarafından lanetlenmiş de. Delil mi? İşte Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu “Dünya mel’undur,  içindekiler de mel’undur,  ancak zikrullah ve zikrullaha yardımcı olanlarla âlim ve müteallim hariçtir” hadis-i şerifi bunun en bariz delilidir.  Hatta Gavs-ı Sani (k.s), bu hadis-i şerifin mana ve ruhunu şöyle ortaya koyar:
        “Dünya melundur içindekilerle beraber lanetlenmiştir. Yalnız Allah rızası için yapılan hariç. Bir kişinin Müslüman olması için ilk önce Kelime-i Şehadet getirmesi gerekir. Ondan sonrada İslam’ın beş şartını yapması lazımdır. Bunlardan hac, zekât,  oruç belli şartlara bağlanmıştır. Ama namaz akıl baliğ olan herkesin üzerine farzdır. Herkesin her şartta yapması gereken ibadettir. Yapılmazsa çok büyük cezası vardır.  Bazı âlimlere göre beş yüz yıl, bazı âlimlere göre yetmiş bin yıl cezası vardır. Kişi hasta olsa hareket edemeyecek olsa bile, ima ile de olsa namazını kılmak zorundadır.  O vaktin namazından sorumludur. Yaptığınız ibadet ve hizmetler Allah rızası için yapılmalıdır.  Niyetleriniz Allah rızası için olmalıdır.  Allah rızasını kazanmak için ameli salihe devam edilmesi lazımdır. Bütün gaye Allah rızasını tahsil olmalıdır.  Kalbin gıdası zikirdir. Günahlar ise şeytanın gıdasıdır. Kalbini diriltmek ve beslemek isteyen kimse Yüce Allah’ı çok zikretmelidir.  Günah işleyenler kalblerini zayıflatıp şeytanı kuvvetlendirmiş olurlar.  Şeytanı kuvvetli olanın dini zayıf olur.  Onun için haramlardan uzak durmalıdır.”
        İşte bu güzel sohbetten de anlaşılan o ki,  Hak yolcusu bir salik yeter ki niyetini sağlam tutup haramlardan uzak dursun,  öyle kolay kolay dünya ve dünya içindekiler kalb dünyasını kirletemeyecektir. Zira İslam ahlakı her yönüyle temiz olmayı gerektirir.  Değil sadece Hak yolcusu bir salikin ter temiz olması, Allah’ın Habib’i bile ‘Sen kendini tâhir et, elbiseni de tahir et’ manasına; "Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar. Sadece Rabbinin büyüklüğünü dile getir.  Elbiseni temiz tut.  Her türlü pislikten uzak dur” (Müddessir1-5) ayet-i celileyle emre tabii tutulmuş da.  Madem yücelerden emir böyle vahy edilmiş, o halde bizlere de Resulullah (s.a.v)’in ümmeti olarak Allah Resulünün varisi Allah dostlarının şahitliğinde içtenlikle “Yarabbi! Ben pişmanım, keşke yapmasaydım, inşallah bir daha yapmayacağım” diyerekten tövbe edip içimizi dışımızı pirüpak eylemek düşer. Hele bilhassa kâinatın özü mesabesinde olan kalbimizi tüm kirlerden temizlemeye niyet edip kendimizi adayalım, bak o zaman   ‘Niyet hayır akıbet hayır’ olur da. Nasıl akıbet hayır olmasın ki, bikere her şey Allah’ın rızasına yönelik  ‘Nigâh dâşt’ adabı usulünce yapılmakta,  elbette ki her türlü kirlerden arınmış pırıl pırıl böylesi bir kalb sayesinde hayırlara vesile olacak bir akıbetin üzerimize güneş gibi doğması her an mümkün diyebiliriz.  
       O halde daha ne duruyoruz,   üzerimizde kul hakkı ve haram mal mülk varsa mutlaka bunları yakamızdan düşürmeli, her kimle küssek barışmalı, yaşantımızda sünneti seniyye’ye aykırılık bir durum varsa bir an evvel kendimize çeki düzen vermelidir. Tabii bitmedi, tüm bu zahiri tedbirleri aldıktan sonra bu kez batıni yönden de  “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura erer”  ayet-i mucibince ‘Nigâh dâşt’ usulünce kalbi her türlü masiva ve Allah’tan gayri düşüncelerden muhafaza etmek için seferber olmamızda gerekir. Yukarıda dedik ya,   akan suların bile adını duyduğunda adaba geçip durduğu mevzubahis kalb olunca,  ‘Nigâh dâşt’  adabının hiçbir surette ihmal edilemeyeceğini iyiden iyiye belleğimize kazımamız şart da.  Madem durum vaziyet bunu gerektiriyor, o halde tez elden Allah’a (c.c.)  açık ya da gizli hiç fark etmez sıratı müstakim üzere ‘Nigâh dâşt’ usulünce fikrimizi ve zikrimizi tamamen Yüce Mevla’ya odaklayaraktan kalbimizi huzura erdirmek lazım gelir.  Her ne kadar insanoğlu doğuştan, yani yaratılış itibariyle ‘emraz-ı kalbiye’ koduyla dünyaya gelmiş olsa da bir şekilde akıl buluğ olduktan sonra bu ‘emraz-ı kalbiye’ kodunu içinden söküp atmalı ki, kalbi huzura erebilsin.  Malumunuz emrazı kalbiye, kalbe musallat olmuş kibir, hased, ucub gibi kötü araz-i illetler demektir.  Elbette ki yaşadığımız şu çağda çok az sayıda insan ancak bu kötü arazlardan sıyrılıp kalbini huzura erdirebiliyor.  Yine de bu demek değildir ki,  nasıl olsa kurtulmak zor diye boş verilsin.  Tam aksine daha da bir gayrete gelip, kalbi kötü hasletlerden koruma altına almalı ki,  bari hiç olmazsa insanlığımız güme gitmesin. Allah korusun insanlığımız elden giderse hayvandan da aşağı mertebeye inmemiz an meselesidir. Bilindiği üzere insanı diğer mahlûkattan farklı kılan en bariz vasfı kendi cüz-i iradesiyle iyiyi kötüden, kötüyü iyiden ayıracak melekelerle donatılmış olmasıdır. O halde bu noktada bize düşen, tercihimizi şeytani ve nefsanî kuvvetlerden yana değil, meleki kuvvetlerden yana kullanmak olmalıdır.  Nitekim felaha ermemiz için meleki tercihi yapmaya mecburuz da.  
        Peki, iyi hoşta kalbi sirayet eden kötü arazlardan kurtulmak için ne yapmak gerekir? Bikere bu iş için yapılacak olan şey besbelli,  hiçbir kınayanın kınamasına aldırış etmeksizin ilk evvela ‘emraz-ı kalbiye’nin (kalbi hastalıkların)  izalesi için tasavvufi terbiyeden geçmemiz icab eder. Zaten ‘emraz-ı kalbiye’ konusunda tasavvuf ilminden başka söz eden hiç bir ilim dalı da ortada gözükmüyor.  Sadece söz etmek mi, tasavvuf pratiğini de ortaya koyan bir ilim dalıdır.  İlla ki,  bu ilmi tatbik etmek gerekir ki ‘emraz-ı kalbiye’den kurtulmak mümkün olsun. Hele bir insan tasavvufi bir hayatla buluşmaya görsün,  bir anda hayata bakışı ve tüm düşünceleri değişiverirde. Ki; düşünmek aynı zamanda rabıta demektir. Dolayısıyla bir insanın tasavvufa girmeden önceki fikri düşüncesiyle,  tasavvufa girdikten sonraki fikri düşüncesi birbirinden farklı olacaktır. Her ne kadar bir takım aklı evveller tasavvufi rabıtayı inkâr etseler de oysa farkında değiller kendileri de bir şeyleri habire düşünüp durmakla rabıta yapmış oluyorlar. Sonuçta görünen köy kılavuz istemez,  fikri olan hemen herkes ister dünyevi olsun ister uhrevi hiç fark etmez bir şekilde rabıta yapmakta.  Besbelli ki düşünme melekesi sadece insana has bir meleke. Burada önemli olan fikrimizi zikrimizi dünyevi eksen üzerine değil,   uhrevi eksen üzerine odaklamak çok mühimdir.  Yani bu demektir ki, bir insan dünyevi düşündüğünde uhrevi yönden eksen kaymasına uğrayacağı muhakkak. Hak yolcusu bir salikin eksen kaymasına uğramaması için mutlaka kalbini  ‘Nigâh dâşt’ usul üzere Kelime-i Tevhidin mana ve ruhuna odaklanması gerekir ki, fikri zikri tam olsun.  Hani  ‘Dervişin fikri neyse zikri de odur’ diye bir atasözümüz var ya, aynen öyle de Nefy u isbat zikri çeken bir dervişte şayet‘Nigâh dâşt’ usulünce zikre ‘fikren ve zikren’ iyi dalarsa, kalbinde Allah’tan gayrı her ne masiva varsa hepsini içinden söküp atacaktır elbet.  Derken o salikin kalbi bundan böyle fani olan için değil,   baki olan Allah için atacaktır. Anlaşılan o ki; bir salik için ‘Nigâh dâşt’ adabınca kalbini Allah’a rabt etmek kendi nefsi için bir maksud değil,  bilakis zikir için maksuddur.  İşte bu maksud gayeye kendini odaklamış bir derviş ‘Nigâh dâşt’ usulü kalbini Allah’a rabt etmekle Yüce Allah’ın azameti ruhunu kuşatırda.
     Öyle anlaşılıyor ki,  Tevhidi zikirden verim alabilmek için  ‘Nigâh dâşt’  hal üzere olmak gerekir. Aksi halde kalbi çepeçevre kuşatan tüm kirlerden arındıramayız.  Nitekim bu hususta Peygamberimiz (s.a.v.)  "Kul günah işlediği zaman onun kalbinde siyah bir nokta olur"  diye beyan buyurmakta da. Şuda var ki,  beşer olmamız hasebiyle düşer, kalkarız da, bir düşüp kalkmayan sadece Allah'tır. Biz aciz kullar her an günahlarla kalbimizi her an kirletebiliyoruz. Bu durumda yapmamız gereken şey kirliliğe seyirci kalmak değil elbet, bilakis üzerine üzerine gidip ‘Nigâh dâşt’ usulünce kalbimizi Allah’ın zikriyle her türlü günah kirinden temizlemek gerekir.  Ki, onca kirlenmişliğe rağmen Yüce Allah  (c.c)  son derece kullarına merhametli de,  Bu nedenle Settar isminin tecellisiyle gizli ve açık günahlarımızı merhametiyle örter bile.  Madem öyle, örtülmüş günahlarımızı içimizden söküp atmak da biz kullara düşer.  Nasıl mı?  ‘Nigâh dâşt’ usulünce Allah'ı çokça zikrederek elbet. Bakın bu hususta Mevlana Sa’deddin-i Kaşgari Hz.leri ne diyor:
          “Zikreden derviş bir saat, iki saat veya daha fazla, ne kadar gücü yeterse mutlaka Hakk’ın dışındaki her şeyi gönlünden uzaklaştırmaya çabalamalıdır.”
             Malumunuz, gayret olmadan Hızır yetişmez.  İşte bunun içindir bize lazım olan biri güzel itikat,  diğeri ‘Nigâh dâşt’ usulü zikir çekmektir. Zira bir salik bu iki usul üzere fikren zirken odaklansın Tevhidi şuura erer de. 
           Sakın ola ki,  tevhidi es geçmeyelim,   O kadar önem arz ediyor ki, İmam-ı Rabbani (k.s.) Tevhid gerçeğini:
            - Tevhid-i Şuhûdi,
             -Tevhid-i vücûdi diye iki başlık altında tasnifler de. Nasıl tasniflemesin ki, Hz. Aişe (r.anh)’den rivayetle Resûlüllah (s.a.v.) "Bazı zikirler diğer zikirlerden yetmiş kat daha efdaldir"  diye beyan buyurmuşlardır. Bir başka hadis-i şerifte de  "Muhakkak ki şeytan insan vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır. Ben şeytanın sizin kalplerinize kötü bir şüphe atmasından endişe ettim” diye buyurmuştur. O halde şeytana karşı Tevhid zikriyle karşı koymalı ki damarlarımızda istediği gibi cirit atamasın.          
       Velhasıl kelam,  bir salik dakikada ortalama 124 kez kalb ritminin atışı eşliğinde ‘Nigâh dâşt’ usulünce Allah’ı zikrettiğinde, o salik Tevhidi şuura erip  "Kalpler ancak Allah'ı zikretmekle huzura erer" ayet-i celilenin sırrına ererde.
        Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3610/nigh-dst.html

5 Aralık 2019 Perşembe

BÂZ GEŞT


                                         BÂZ GEŞT
      SELİM GÜRBÜZER
        Nakşibendî tarikatında ‘Bâz geşt’ cümlesinin ne anlama geldiğini düşündüğümüzde;  gerek Lafza-i Celal zikrin her tesbih dönüm başında gerekse belirli sayıda çekilen Nefy-u isbat zikrin sonunda  ‘İlâhi ente maksûdi ve rıdâke matlûbi’ cümlesiyle Yüce Mevla’yı layıkı veçhiyle zikredememenin acziyetinin ifadesi ve dile gelişi olarak tanımlayabiliriz pekâlâ.  Nitekim Gavs-ı Sani (k.s)  bu tanımda yer alan Lafza-i Celal zikrinde ‘Bâz geşt‘ usulünün nasıl yapılması noktasında sofilerine: “Zikirden maksad Yüce Mevla’ya ulaşmaktır. Dilini damağa yapıştırıp kalben ‘Lafzai Celal’  zikri çeken bir sofinin her tesbih imamesi sonunda damağa yapışık olan dilini çözüp ardından İlâhi ente maksûdi ve rıdâke matlûbi cümlesini kendi duyacağı hafif bir sesle söylemesi kâfidir” şeklinde izahatta bulunur.
        Evet, Hak yolcusu bir salik ister seyr-u sülùkun başlangıcında, isterse nihai aşamasında olsun hiç fark etmez,  talim eylediği zikri hakkıyla yâd edememenin gönül hüznü diliyle  ‘İlâhi ente maksùdi ve rıdâke matlûbi‘ cümlesini ‘Bâz geşt’ usulünce telaffuz etmesi icab eder.  Hele birde talim eylenen zikir ‘Nefy-u isbat’ zikriyse salikin bunun üzerinde daha da özene bezene hassasiyet göstermesi gerekir.  Nasıl özen gösterilmesin ki,  bikere her şeyden önce çekilen zikir yükte hafif, paha biçilemez kıymet değer ağırlıkta bir zikirdir. İşte bu nedenle Resul-i Ekrem (s.a.v.) bu hususta ümmetine  “Benim ve benden önceki enbiyanın söyledikleri en hayırlı kelime ‘lâ ilahe illallah’tır. Zira yedi kat gök ve yedi kat yerin terazinin bir kefesine (konsa), Kelime-i Tevhid’de bir kefesine konsa bu kelime ağır gelir”  demekten kendini alamamıştır.
     Hiç kuşkusuz Kelime-i tevhid zikriyle Yüce Allah’ı hakkıyla yâd etmek her baba yiğidin harcı değil,  Şimdi gel de böylesi övülmüş zikri talim eyleyen Hak yolcusu bir salik,  acziyetini ‘Bâz geşt’ usulünce, yani  ‘İlâhi ente maksùdi ve rıdâke matlûbi ‘ cümlesiyle dile getirmesin, ne mümkün.  Elbette ki Hak yolcusu bir salikin nefesini tutaraktan yirmi bir adet çektiği  ‘lâ ilahe illallah’  zikrinin hemen ardından nefesini salıvermesiyle birlikte acziyetini ‘Bâz geşt’ cümlesiyle ifade etmesi gayet tabii bir durum.  Zaten yüce makamlara hal durum vaziyeti arz eylemek bunu gerektirir.
         Gerçektende Kelime-i Tevhid zikrinin paha biçilmez bir zikir olduğunun işareti şundan besbellidir ki, Nakşibendî Sadatları taliplilerine bu zikri yolun başında değil de sonunda vermekteler. Malumunuz yolun daha henüz başlangıcında olan bir sofiye Lafza-i Celal zikri talim ettirilmekle kalbin olgunlaşması beklenirken, sonrasında letaif zikriyle de vücudun tamamının zikirleşmesi hedeflenir,  derken en nihai aşamada Peygamber kavlince övülmüş zikirlerin şahı diyebileceğimiz ‘Kelime-i Tevhid’ zikri talim ettirilerek de tevhidi şuur aşılanır.    Hele o aşı tuttuğunda biliniz ki, dünyanın tüm hazineleri o sofinin önüne serseler de ne fayda,  dönüp bir kez olsun yüzüne bakmayacağı aşikâr. Zira bu noktadan sonra o sofinin yüzü hep Allah’a dönük olacağından ‘İlâhi ente maksùdi ve rıdâke matlûbi’ ifadesinde anlamca yerini bulan  ‘Allah’ım maksadım sen,  isteğim ve aradığım senin rızanı kazanmaktır’ arzu halinin yüce makamda kabul görmesi çok büyük bir hazine olur artık.  Ki;  kabul gören bu arzu hal sıradan bir arzuhal değildir, bilakis Nakşibendî Tarikatının on bir kandilinden ‘Baz geşt’ usulü arzuhal namedir bu.  İşte Hak yolcusu bir salik,  kabul gören bu arzu hali sayesinde dünya ve dünya içindekilerin bu gün var yarın yok olacağının bilinciyle baki olan Yüce Allah’ın ipine daha da büyük bir iştiyakla sarılır da.  Öyle ya, ne de olsa tüm mahlûkat Allah-u Teâlâ’nın zatı tecellisine muhtaç durumda ancak varlığını sürdürebiliyor, o halde baki olan Allah’ın ipine sarılmak varken eninde sonunda bir gün yok olmaya mahkûm geçici masivalara niye sarılsın ki. Üstelik bu noktada Allah’ın ibadete de ihtiyacı yoktur, asıl kulların ibadete ve zikre ihtiyacı vardır. Hele ibadet ve zikirden yoksun bir hayat sürsün bak o zaman o kulun hayvandan daha da aşağı mertebede her an insanlıktan çıkması an meselesi diyebiliriz.  Kaldı ki Allah adını anmayan bir insan nasıl ruhunun susuzluğunu giderebilir ki. Mutlaka manevi ihtiyacını ve susuzluğunu gidermek için her an her salise Yüce Mevla’yı yâd etmeye mecbur da. Dolayısıyla buradan çıkaracağımız ders şu olmalı,  vird çekerken Allah’tan gayri her ne masiva varsa hepsinin fani ve yok olmaya mahkûm olduğunun bilinciyle tek temel hedefimizin Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır.  Zira O’ndan geldik dönüş yine O’nadır.
           Evet, Hak yolcusu bir salik için önemli olan O’na dönüş manasına ‘Er rücu’  yolunda ‘la ilahe illallah’ zikrinin akabinde nefesini serbest bırakacağı sırada  ‘İlâhi ente maksùdi ve rıdâke matlûbi’  cümlesini şeklen değil, bilakis  ‘Baz geşt’ usulünce en samimi kalbi duygularla arzuhalini arzı endam edebilmek çok mühimdir.  Nitekim bu hususta Muhammed bin Abdullah el- Hani ‘Adab’ adlı eserinde şöyle der:
      -Zakir ‘Nefy ü isbat’ zikrini çekerken nefesini salıverdiği vakit söylediği şu mübarek sözün manasını düşünmelidir: ‘Ey Rabbim, maksudum ancak sensin ve isteğim ancak senin rızandır’ derken nefy ü isbatın manasını te’kid etmelidir. Bunu yapmak zakirin kalbinde tevhid hakikatinin sırrını yerleştirir. O hale gelir ki; nazarından bütün mahlûkat silinir, sadece Hakk’ı görür. Hak Teâlâ’nın varlığı zahir olur. Nakşibendî büyüklerinin saliklere bunu özellikle emretmelerinin sebebi budur. Salik zikrediyorsa zikrinin manasını düşünecektir. Tevhidin sırrına böyle erer.  Masivadan böyle sıyrılır, tevhide böyle ulaşır…”
       İşte bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere Kelime-i tevhid zikrinin feyzi bereketiyle kendi egosunu hiçe sayaraktan içtenlikle maksadının Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu arzı endam eyleyen bir salik  ‘Bekâbillah’ makamına adım adım ilerler de.  Hatta o salik ‘Bâz geşt’  ifadesinin mana ve ruhuna sadık kalaraktan rıza sıfatıyla donatılmaya kendini adar bile.  Nasıl kendini adamasın ki,   içtenlikle söylediği o ‘Baz geşt’ cümlesinin yüzü suyu hürmetine Allah’ın rızasını kazanacağının heyecanı ve ümidiyle hem Tevhidi zikrin sırrına vakıf olur hem de Allah’ın sevilen kullarından olur. Nitekim ‘Riyazus Salihin’ adlı eserde geçen sahih bir hadiste (hadis-i kutside)  de zikredildiği üzere Peygamberimiz (s.a.v)  bu hususu ashabına şöyle duyurur da:
     -Allah (c.c) bir kulunu sevdiği zaman Cebrail'i çağırır:
     “Ya Cebrail! Filan adamı seviyorum. Sen de sev” der.
        Bunun üzerine Cebrail (a.s.)  kendi başkanlığında ki melekler meclisinde onlara şöyle hitab eder:
        “Hak Teâlâ filan kulunu seviyor, siz de seviniz.”
          İşte bu duyuru anında gök kubbede yankı bulur da. Tabii bu duyur sadece semavatla sınırlı kalmaz,  bu kez Cebrail (a.s.)  yeryüzü ahalisine yönelip çağrısını şöyle seslendirir:
           “Allah (c.c) filan kulunu sevmiştir. Siz de Allah'ın filan kulunu sevin.”
        Böylece bu duyuruyla birlikte yeryüzünde ne kadar samimi mümin, ne kadar Salih kişi varsa onların gönlünde taht kurmuş olur. Yeter ki o salik,  sevildiğini kendinden değil, bizatihi Yüce Allah (c.c.)'ın ilahi takdiri ve lütfuyla olduğunu bilsin bu sevgi seli sadece dünya ile sınırlı kalmaz kıyamet günü sevdikleriyle beraber olacak şekilde devam eder.   Delil mi? İşte Peygamberimiz (s.a.v)’in  “Kişi sevdiği ile beraberdir” beyan buyurması bunun bariz delili zaten. 
        Evet, her şey sevip sevilmekte gizli..  Öyle ki, Nakşîler kalben Allah adını sinelerine nakşede nakşede bu işin Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanmaktan geçtiğini fark etmişlerdir. Bu nedenle ‘Bâz geşt’ usulü on bir kandilin en önemli ışıklarından biri olarak yerini alır bile. Düşünsenize Hak yolcusu bir salikin bu müthiş ışık kandili usulle Allah’ın rızasını kazanıp sevgisine nail olduğunu, hiç kuşkusuz o Salih kişi Allah’tan gayrı tüm sahte mabutlara meydan okur da.  
     Şurası muhakkak,  insan ne ararsa kendinde aramalı.  Şayet Allah (c.c)  bir kulunu sevmiyorsa,  insan bilmeli ki Cebrail (a.s.) yukarıda bahsi geçen hadisi kutsinin gereğini yapıp hem semavat ehli hem de yer ehlinden Salih insanlar o insanı sevmeyecek demektir. O halde bize düşen neydik edip gönül aynası Allah sevgisiyle dopdolu, bir gönlün içine girmek olmalıdır. Nasıl mı? Allah’ın razı olacağı  bir kul olmakla elbet.  Bunun dışında ne para ne de pul bir gönle girdirebilir. İlla ki, ‘Bâz geşt’ düstur üzere kul olmak gerekir ki, sevilenlerden ve sevilmişlerden olunabilsin. Aksi halde etraftan insanların durduk yere bizden nefret duymamalarını ya da bizi sevmelerini beklemek hayal olur. Allah’a öyle abd (kul) olmalı ki,  bizi gören bizde dirilmeli. Bu da ancak sıdk ile Yüce Allah’ı can-ı gönülden zikr eylemekle mümkün.  Düşünsenize böylesi Allah adını hem dilinden hem de kalbinden düşürmeyen bir kulu kim sevmez ki.  Zira her kim Yüce Allah’ı (c.c)  ‘İlâhi ente maksùdi ve rıdâke matlûbi’ cümlesinin mana ve ruhuna uygun rızasını talep ettiğinde, biliniz ki eninde sonunda o kul bir yandan Yüce Allah’ın sevgisine mazhar olacağı gibi diğer yandan da insanların samimi sevgisini de kazanmış olacaktır. Samimi sevgi derken,  elbette ki Allah rızası için sevmek ve sevilmeyi kast ediyoruz.  Nitekim sevilmişlerin sevilmişi seçilmişlerin seçilmişi Gönüller Sultanı Seyda Hz.lerinin yurdun dört bir yanından büyük bir sevgi seliyle kafileler halinde ziyaretine gelen insanlara bu hususta şöyle sohbet etmeleri son derece manidardır: 
    -"Eğer ki benim yanıma Allah (c.c) rızası için geliyorsanız gelin, yok eğer seyyid olduğum için, âlim olduğum için, Gavs (k.s)’ın oğlu olduğum için geliyorsanız hiç boşa yorulmayın.  Şayet bu niyetle gelirseniz, kıyamet gününde Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in huzurunda sizden davacı olurum. Madem geliyorsunuz, o halde niyetinize Allah (c.c) rızasını alın öyle gelin. Hatta buraya gelip tövbe ettikten sonra bu dergâhta menfaat görmedim diyorsanız başka mürşide gidin.  Zira hidayetiniz burada olmayabilir. Şayet bunu da yapmazsanız,  yine bundan dolayı da mahşerde davacı olurum."
      Ne diyelim,  işte görüyorsunuz asıl sevgi budur. Ki;  Nakşibendî tarikatında ‘Bâz geşt’ usulünden asıl maksatta Allah rızası için sevmek ve sevilmektir zaten.  Hakeza buna Allah için buğz etmek de dâhildir.  Bir başka ifadeyle  ‘Bâz geşt” usulünde Resulü Ekrem (s.a.v.)’in  "El muhubbi lillah vel buğzu lillah" diye beyan buyurduğu şekliyle muhabbeti de buğzu da Allah (c.c) rızası için yapmak esastır. Öyle anlaşılıyor ki,  ‘Bâz geşt’ usulünde Allah’ın rızalığını kazanmak doğrultusunda ‘sevmek, sevilmek ve buğz etmek’ üçlü sacayağı çok mühim can alıcı noktadır. Madem öyle,  Allah’ın sevgisine mazhar olmayı hedeflemiş bir dervişin her zikredişinde Hak Teâlâ’yı layıkı veçhiyle zikredemeyişini ‘Bâz geşt’ cümlesiyle Hakka arz etmeli ki, yüce Allah’ın lütfu ve ihsanı da beraberinde gelsin. Zira Hak Teâlâ’nın ihsanı olmadan hiçbir kimse ‘Allah’ adını hakkıyla yâd edemez.  Yok, ben şu kadar zikir çektim,  yok ben şu kadar amel yaptım,  yok şu kadar hayır hasenatta bulundum türünden ifadeler tam da insanı yolundan ve hedefinden şaşırtacak nefsanî ve şeytani aldanmanın bariz göstergesi ifadelerdir.  Nitekim Şah-ı Nakşibend (k.s)  bu hususta sofilerini şu sohbetle uyarır da: '' Kendi nefsinizi kâfirden aşağı görmedikçe bu yolda asla ilerleyemezsiniz.''
      Tabii bu sohbetten hedeflenen temel amaç bir müminle bir kâfirin kıyasını yapmak değildir,  tam aksine nefsin dizginlenmesine ve nefis muhasebesine yönelik bir sohbettir bu.  Malumunuz hidayet Allah’tandır.  Öyle ya, günün birinde bir bakmışsın kâfir denilen adam hidayete erip Müslüman olmuş, dolayısıyla burada asıl düşünmemiz gereken husus ne oldum değil ne olacağımız husus çok önem arz etmekte. Yani,  asıl biz ne durumdayız onun icabına bakmak nefis muhasebesi için çok mühim bir örnek tutum olacaktır. Bu örnek tutumun dışında kendini kaf dağında görmek, insana hiç bir şey kazandırmayacağı apaçık ortada  zaten.  İnsana kazandıracak tek şey ‘Baz geşt’ adabıdır, yani tevazuu zırhıdır. Örnek mi? İşte Seyda Hz.leri bunun en bariz örneği.  Üstelik de Seyda (k.s)  yurdun dört bir yanında kendisini ziyarete gelen on binlerce insanın havasına ve cazibesine kapılmaksızın; ‘Madem buraya geliyorsunuz, bari niyetinize Allah (c.c) rızasını alın da öyle gelin. Yoksa ruz-i mahşerde hepinizden davacı olurum’ diyecek kadarda ‘Bâz geşt’ zırhı giymiş Gönül Sultanıdır o.  Hiç kuşkusuz çevremizde her birimiz bu örneğin tam zıddı bazı uç örneklerde görmüşüzdür. Nitekim bazı aklı evveller etraflarına birkaç kişi topladıklarında bir anda kendilerini dev aynasında görebiliyorlar.  Onlar kendilerini dev aynasında göre dursun,  bakın halen bu gün olmuş Menzil’de Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’den Seyda Hz.lerine, Seyda Hz.lerinden Gavs-ı Sani (k.s)’e gelen dalgada tevazuu halinden zerre miskal olsun şimdiye kadar hiçbir eksilme görülmemiştir. Bu durumda hem nasıl eksiklik görülsün ki,  ‘Bâz geşt’ usulünce yola devam edilmekte zaten.  
     Hâsıl-ı kelam şu iyi bilinsin ki, Allah (c.c) yolunda Sadatlar toprak oldukça kıyamete kadar has bahçelerinde yetişen güller ve çiçekler de hiç eksik olmayacaktır.
      Vesselam.

 http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3594/bz-gest.html