DAHA BİZİM HAZİNELERİMİZİN
KAPISINI ÇALAN OLMADI
SELİM GÜRBÜZER
İnşallah
rahmetli Dişçi İbrahim lakaplı İbrahim İnan’ın sohbet kasetinden kaldığımız
yerden devam ediyoruz:
Malumunuz Cüneyd-i Bağdâdî (k.s) der ki:
"Bu tarikata inanmak bile keramettir." Hatta bir vasiyetinde "Bu
taifeye ve bu taifenin sözlerine inanan birisini görürseniz, bana da dua
etsin" buyurmuşlardır.
İmâm-ı
Rabbânî (k.s) bu hususta şöyle der; "Velilerin zahirleri öldürücü
zehirdir. Sadece zahirlerine bakıp haklarında suizanda bulunanlar helak
oldular. Batınları ise nur kaynağı, felah kaynağı ve selamet kaynağıdır."
İbrahim
Hakkı Erzurumlu Hz.leri ise şöyle der: "Eğer avam (halkın genel seviyesi) velilerin batınlarını görselerdi ilah diye
taparlardı."
İşte bu ifadelerden anlaşılan o ki, velilerin
gönülleri Allah sevgisiyle çağladığından olsa gerek bu tür sözler ağızlarından
sadır olabiliyor. Nasıl sadır olmasın ki, Yüce Allah Hadis-i Kudside “Yere göğe
sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” buyurmakta. Nitekim Ebû’l-Hasan-ı Harakânî
(k.s.) “Kırk yıldır öyle bir haldeyim ki, Allah gönlüme ne zaman nazar etse O’ndan
başkasına yer yoktur” demekten kendini alamaz da. O halde hakiki mümin olmak
gerektir. Zaten hakiki müminler mum gibi erimeyip ancak mum gibi etrafını
aydınlatabiliyorlar. Öyle ki İmam-ı Rabbânî (k.s.) "Biz bu tarikatta, en
kabiliyetsiz müridimizi bile vukuf-i kalb ile uğraştırır, yine de
ulaştırırız" beyan buyurmakla mum
gibi etrafını aydınlattıklarını göstergesidir bu söz. Nitekim vukuf-i kalbin
anlamı; mümin olan bir insanın kalbini devamlı Allah’la meşgul etmesi, yani
O’nu devamlı zikriyle anmaya çalışması demektir. Ve bu zikir kısa bir çalışma
neticesinde semere verir de. Nasıl mı? İşte bu hususta bu yolu sistemleştiren
Şah-ı Nakşibend (k.s.)’in sözlerine bakmak kâfidir elbet. Bakın Şah-ı Nakşibend
(k.s) ne diyor: "Hayatımda gördüğüm bir şey benim ciğerimi dağladı. Bir
baktım Mina Pazarı'nda bir genç ellibin altınlık alışveriş yapıyordu, ama bir
an olsun kalbi Allah’tan gafil değildi, sürekli Allah'ı zikrediyordu ve kendi kendime
dedim ki ‘Maşallah el kârda gönül yâr da.’ Fakat bir başka biri de Kâbe’nin kapısına
yapışmış ağlamaklı halde gördüm, öyle ya Kâbe’de ne için ağlanırdı ki, ancak
kalbine nazar ettim bir baktım Allah’tan gayrı bir şey (dünyalık) istiyor. Bu kez kendi kendime dedim ki her şey göründüğü
gibi değilmiş, gaflet içindeymiş meğer.”
Şah-ı Nakşibend (k.s.)’ın halifesi
Şeyh Alâeddin Attâr’da şöyle der: "Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye yolunda her
şey iki üç günlük amelin neticesidir. İnsan bu tarikatta iki üç gün can-ı gönülden
sadakatle çalışırsa kendisinde nurani haller meleke kesb edeceği muhakkak.
Hatta bu durumda artık bazı şeyleri gayrı ihtiyari yapmaya başlar da.”
Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdûlhakim (k.s.) ise
şöyle der "Daha bizim için buraya gelen olmadı. Kimisinin derdi var ondan
geliyor. Kimi arkadaşının telkiniyle geliyor, kimi bakalım nasıl birşeymiş diye
geliyor. Hepsi bir sebeple geliyor. Olsun zararı yok, yeter ki bu halkanın
içine girsinler de nasıl girerlerse girsinler, olur ya belki onların yüzü suyu
hürmetine kurtulur.”
Evet,
öyle bir zamanda yaşıyoruz ki artık zaman iman kurtarma zamanı olmuş,
dolayısıyla bu yolda gelene gelme denilmeyeceği gibi gidene de gitme denilmez. Ah birde bu yola girenler layık-ı veçhiyle yaşamış
olsalar bak o zaman seyru sülûkunu bitirmeleri her an mümkün diyebiliriz. İşte
bu yüzden Seyda adıyla meşhur Seyyid Muhammed Raşit (k.s.) "Daha bizim hazinelerimizin kapısını çalan
olmadı" der. Hiç kuşkusuz hazineden maksat manevi sermayedir. El kârda
gönül yâr da olana hidayet kapıları açılır da. Nitekim Gavs-ı Bilvânisî (k.s.) bir
sohbetlerinde şöyle der; "Biz, buraya gelene çuvalla un vermek istiyoruz.
Gelen de avuçla kaşıkla alıyor. Onu da daha buradan çıkmadan döküyor. Ya yolda
döküyor, ya da dışarı çıkıp döküyor. Bu durumda bize yılmamak düşer. Keza buraya
öyle sofiler geliyor, kuru meşe odunu gibi, düz dikiyor tutmuyor, ters dikiyor yine tutmuyor, şüphe yoktur ki hidayet
Allah’tandır. Yine öyle sofiler var ki, daha taharet almayı ve altını
temizlemesini bilmiyor. Hatta öyle sofiler var ki, bir emir versek imanını
kaybedecek olanlar var. Eeh bu durumda biz daha ne yapabiliriz ki. Artık sofilere
biz mürit olduk dersek yeridir. Ancak şu da var ki kalpler ve niyetler
güzelleşirse, elbette ki Allah'ın muamelesi de ona göre olacaktır." Ve sohbetini
Peygamberimiz (s.a.v.)’in şu iki güzel hadis-i şerifiyle: "Kalplerinizi ve
niyetlerinizi değiştirmediğiniz müddetçe Allah'ın size olan muamelesi de
değişmez" ve "Ameller niyetlere göredir" deyip öyle bağlar
Gerçekten de şayet niyetler halis olursa bu
kutsi yolda bir takım ufak tefek arızalar görmezden gelinebiliyor. Nitekim Seyda
(k.s) bu hususta şöyle der:
"Buraya, öyle sofiler geliyor, daha yeni tövbe
ediyor, hatta gusül abdesti almadan veli olan var. Malumunuz, gusül abdesti
almadan bu tarikatta rabıta, vird, teveccüh ve hatme verilmez. Ki, tüm bu ameller Hacegan yolun besmelesi gibidir.
Öyle sofiler var, artık tarikatın en son amelini yapıyorlar, ama Allah
vermiyor, biz ne yapalım? Ancak şu da var ki gerçekten Can-ı Cananı canı
gönülden arasalardı, şüphesiz verilecekti. Zira "Bizim uğrumuzda çaba sarf
edenlere elbette yollarımızı gösteririz (hidayet kapılarımızı açarız)" hükmü
ayetle sabittir. Allah (c.c) asla ve kat’a yalan söylemez, verdiği sözü yemez
de. Bakın şeytan bile verdiği sözü yemiyor, tüm var gücüyle Allahın kullarını
saptırmaya çalışıyor da. Madem öyle şeytan şeytanlığıyla verdiği sözü yemezken,
hâşâ Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ mı sözünü yiyecek?"
Evet, bu Tarikat-ı Nakşibendîye nisbeti Ebû’l-Hasan-ı
Harakânî (k.s.)’den Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.)’e devr olunacaktır. Malum, Ebû
Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.) aynı zamanda
İmamı Gazali Hz.lerinin de şeyhidir. Bakıni Şah-ı Nakşibend (k.s.), Ebû Ali-i Fârmedî
Tûsî (k.s.) hakkında ni diyor: "O'nun
ruhuna nazar ettim, ruhunda ne bir renk, ne de bir şekil vardı. Aslında bu nişansızlık
olanlara ait bir alamettir." Bu arada kendi ruh dünyasına yöneldiğinde ise
şöyle der: "Ruhuma nazar ettim, ne bir renk ne bir iz vardı."
Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.) de şöyle
der; "Bir gün derinlere dalmış bir halde ‘Bana gençliğimde gelen bir takım
hal ve keşifler, acaba sonrasında daha aynı derece ve kemalatta niye gelmiyor
diye düşünürken, dediler ki; Senin gençliğin Peygamber (s.a.v.)'in yaşantısına
daha çok yakındı."
Derken,
bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbeti, Ebû Ali-i Fârmedî Tûsî (k.s.)'den HâceYusuf-i
Hemedânî'ye devr olunacaktır. Şunu belirtmekte fayda var, aslında Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.)’in
lakabı İmam-ı Rabbani’dir. Fakat o, bizim İmam-ı Rabbani olarak algıladığımız zat
değildir. Doğrusu O, Türkiye'ye ve bütün Avrupa yakasına ve Orta Asya'ya, bu
Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbetini yayan kol başıdır. Yani hem Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’a, hem
de Ahmed Yesevi'ye şeyhlik yapan zattır O. İşte bu bağlılık nedeniyledir ki Bektaşi
tarikatının bir kolu da Hâce
Yusuf-i Hemedânî (k.s.)'ye dayanır. Keza Mevlevi tarikatının bir nisbet
bağıda öyledir. Günümüzde ise malum, Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.) bu Saadat-ı
Nakşibendî yolunu kıyamete kadar sürecek kolun Gavs-ı Sani’ye ulaşan halkasında
yer alan Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’ye devredecektir. Hatta bundan daha da
dikkat çeken husus var ki, o da Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’ın ruhaniyetten şeyhi
Hızır (a.s.) olması hasebiyle hafi zikir talimatını ondan talim eylemiş
olmasıdır.
Bakın, Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’e
bir gün demişler ki:
"-Efendim bu tarikatta olan bir zata
şeytan ulaşır mı?"
O da şöyle cevap vermiş:
"-Bu tarikatta olan zat fenan'ın
sınırına varsa bile, şayet kızarsa şeytan ona da ulaşır. Fenaya ulaşanda ise kızmak
yoktur, gayret vardır. Hiç şüphe yoktur ki
gayret edenden şeytan kaçar da."
Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) bir gün
sohbet meclisindeyken Müslüman kılığına girmiş Hıristiyan papazı bir genç,
sohbet esnasında şöyle bir soru sormuş:
"-Efendim, Peygamber (s.a.v) bir
hadis-i şerifinde: "Müminlerin ferasetinden (İnce bakışlarından) sakının. Zira o Allah'ın nuruyla nazar
eder" buyurmakta, bu ne demektir?"
Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) şöyle cevap
vermiş:
"-Bu demektir ki sen zünnârını (Zinnar: papazların beline bağlamış olduğu örme
bir kuşak) çözesin."
Genç Papaz bir anda rengi solup şaşkına
döner ve itiraz eder:
"-Hâşâ benim zünnârım mı var?"
Tabii Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) büyük
bir şeyh, hadimine işaret etmiş ve hadimi
de üzerindeki giysiyi sıyırdığında gömleğinin altında beline doladığı o örme zünnâr
görülür de. Derken o genç zünnârı çözüp huzurunda tövbe edip Müslüman olur bile.
Akabinde Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.) sofilere dönüp şöyle der;
"-Bakın bu zahirde zünnârını çözenlerden
af dileyenlerden ve affedilenlerden oldu. Gelin biz de batınlarımızdaki zünnârımızı
çözelim, biz de af dileyenlerden af edilenlerden olalım."
Anlaşılan o ki, bu yolda en ufak kibre ve enaniyete
yer yoktur ve kabul görmez de. İşte bu
yüzdendir ki Seyda (k.s.)şöyle der: "Bu Nakşibendî Tarikatında ‘ben’ diyende hiç bir şey yoktur."
Zünnûn-ı
Mısrî (k.s.)’da öyle der; "Senin O'nu görmene perde ne arşdır, ne de
kürs'dir, ne de semavat. Senin O'nu görmene perde senin benliğinin
ölçüsüdür."
Seyyid Taha (k.s.) ise şöyle der: "Bu Tarikat-ı
Nakşibendiyye yolunda asla kibir, ucub, gurur ve riya olmaz. Hem nasıl olur da
bu tarikattan biri irşada çıkıp da halkı görmez ki.”
(Konunun devamı : Halvette
Şöhret vardır, Şöhret ise Afettir başlığıyla devam edecek)
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2798/daha-bizim-hazinelerimizin-kapisini-calan-olmadi.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder