GÜL NESİL EVLADIN
SABR-I CEMİL METANETİ
SELİM GÜRBÜZER
Dile kolay, hem de ‘Gül Neslin’
büyük evladının gözü önünde alıp götürmeleri, yine onu kaybetmenin hüznünü
yaşaması da öyle. Bu evlat Seyyid Fevzeddin Erol’dan başkası değil elbet. Malumunuz
tarihler 18 Temmuz 1983’ü gösterdiğinde Seyda Hazretleri'ni Menzil'den alıp Gökçeada’ya
götürdüler. Adına sürgün demişlerdi. Oysa yıllar sonra sürgün edemediklerini
anladılar. Kendilerince sürgün ettiler de ne oldu, o hala Gönüller Sultanıdır
zaten.
Bakın büyük oğlu Seyyid Fevzeddin Hz.leri babasını
Gökçeada’ya götürdüklerinde üzüntüsünü nasıl dile getiriyor:
"Şevvalin son günüydü. Öyle ki Ramazan’ın
sonuydu, bayram yapmıştık. Yani şevvalin son gecesiydi. Akşam namazı ve yatsı
namazını müteakip Seyda (k.s.) eve gelmişti. Biz de o ara eve geliyorduk. Bir
baktım Adıyaman Emniyet Müdürü ve Jandarma Alay Komutan Yardımcısı vs. bunların
hepsi bizim avluya gelmişler. Dediler ki: Seyda’yla görüşeceğiz. Bunun üzerin
dedim ki:
"-Hayırdır, hangi konuda?"
Cevaben dediler ki:
"-Bir ifadesi varda onun için.
Adıyaman'a götüreceğiz. "
Bunun üzerine şöyle karşılık verdim;
"-Tamam, madem öyle biraz bekleyin
Seyda'ya haber vereyim"
"-Yok, biz de geleceğiz"
dediler.
Bu kez cevaben:
"-Ama ev müsait olmayabilir."
Dediler ki;
"- O zaman, biz kapıda bekleriz."
Şöyle bir baktım:
"-Peki ya derdiniz ne? Ben sizleri
tanıyorum. Sizler de beni tanıyorsunuz. Siz buyurun Adıyaman'a, ben babamı
alayım, taksiye bindireyim, ben önde siz arkada beraber gideriz."
"-Yok, öyle şey olmaz, haber ver gidiyoruz.
Artık kararlı oldukları besbelliydi, derhal Seyda (k.s.)’a gidip durum vaziyeti haber
verdim.
Tabii babam hiç tereddütsüz:
"-Olur"
dedi.
Ve yerinden doğrulup elbiselerini
giydi. Ondan sonra hazırlığını yaptı, peşi sıra onlarla beraber indim.
Polislerin arabasına bindi, baktım bir Jeep orada duruyor. Jeep’in içinde sıkıyönetim
komutan yardımcısı da var. Komutanla göz göze geldiğimde çok telaşlıydı. Ve
bana şöyle dedi:
"-Endişelenmene
mahal yok, bir şey olmayacak. Bu bir ifade meselesi, ama bu söylediklerimi kimse
bilmesin. Bunu sana güvendiğim için söylüyorum. Sadece mecburi ikamete tabi
tutacaklar.
Yine bu arada komutan sözlerinin
devamında; eşya filan varsa, şayet başka birisi onlarla beraber gidecekse (babanla beraber)" deyince kendim
tekrar eve geri dönüp vAbdulgani’yi babama refakat etsin diye beraberinde uğurladım.
Derken Seyda Hazretlerini buralardan alıp götürmüş oldular. Fakat gözüm hep yollarda
kaldı, ikinci gün, üçüncü gün, dördüncü
gün baktım herhangi bir ses seda yok, kendi kendime bu iş tamam dedim. Ama şu da
bir gerçek ki, kim hakkımızda ne düşünürse düşünsün her şeyden önce gerek Gavs
Hazretleri, gerekse Seyda Hazretleri olsun her ikisi de bizlere şunu söylemişlerdi;
"Bizim tankımız ve topumuz, misvak
ile tespihimizdir."
Evet, gücümüz misvak ve tespihtir. Malumunuz
misvak, Resulullah (s.a.v)’in sünneti seniyyesidir. Dolayısıyla misvak ve tespihin
haricinde ne tankımız, ne de topumuz var. Devletin güvenliğini tehdit edecek en
ufak bir şeyimiz yoktur, olmaz da. Kaldı ki Seyda Hz.lerinin bundan sonraki yaşayacakları
bizim açımızdan bir hicrettir. Öyle ki; Gökçeada'da her sabah, her gün
emniyette deftere imza atıyor. Ve bu durum tam iki sene böyle devam eder de.
Hatta bir gün Polisler Seyda (k.s.)’a dediler
ki:
"-Efendim biz defteri sana getirip evde
attırırız, siz yeter ki yorulmayın, üstelik
şekeriniz var, hastasınız da."
Seyda
(k.s.) bu durumda:
"-Hayır.
Madem devletim emretti, her gün bizatihi kendim geleceğim. Değil polis, en ufak
bir bekçinizi bile gönderseniz, mesafe 1000 kilometrede olsa gelirim. Polis,
jandarma, asker fark etmez, devletin tek bir bekçisi bile bana emretse yayan (yürüyerek) gelirim" diye karşılık verir. Polisler bu sözlerden Seyda Hz.lerinin çok
ince ruh seciyesine sahip bir zat olduğunu sezer. Gerçekten de Seyda (k.s.)’ın
bu ince anlayışını görmemek mümkün mü? İşte devlete sadakat budur.
Malum, onlar milleti öldürme,
milleti birbirine düşürme ya da anarşiye teşvik için gelmemişler. Bilakis insanların
ıslahı, milleti birleştirmek ve kaynaştırmak için gelmişler. Onlar asla kin, nifak
ve ayrılık için var olmamışlar. Ümmet-i Muhammede rahmet için gelmişler.
Milleti her türlü zulümden ve kötülükten koruyup Allah’a, Peygambere, Devlete ve Millete kazandırmak için varlar. Tüm
irşat faaliyetleri bunun içindir. Düşünsenize öyle insanlar var ki sarhoş,
sürekli içki içiyor, ne evine, ne de çoluk çocuğuna bakıyor. Yani hiçbir hayırlı
işle alakadar değiller. İşte bu tip insanlar geliyor, ama tövbe ediyorlar. Tövbenin
akabinde bir bakıyorsun babasına, anasına, ailesine, topluma ve milletine hayırlı
birer evlat oluyorlar.
Şayet gelen insanlar bu yolun adabını bilir ve
onları birde kendine örnek alırsa, elbette ki o insanlar devlete asi olmayıp
hizmetkâr olacaklardır. Aslında Allah dostları devlete, topluma ve insanlığa faydalı
insan yetiştiren irşat edicilerdir. Zaten Seyda Hz.lerinin yaptığı da efendi
olmak değil hizmetkâr olmaktır. Seyda (k.s)’ın hayatına şöyle bir bakın kendini
hep Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna adamıştır. Çünkü yol böyle kurulmuş,
nitekim Sahabe-i Kiram malını, mülkünü ve hayatını hep bu uğurda harcamış. Yetmedi
insanları bir araya getirmek, kaynaştırmak, birleştirmek için uğraş
vermişlerdir. Hem madem sahabe böyle yapmış, Seyda Hz.leri yapmış çok mu?
Maalesef sahabe ahlakı tam anlaşılamadı. Türkiye’ye ve Ümmet-i Muhammed’e kimin
ne kadar büyük bir faydası var, umarım inşallah bir gün bu durum zamanla
anlaşılacaktır. Fena mı olurdu, Seyda
Hazretleri gibi daha pek çok irşat edici olsaydı da bugünkü anarşi, nifak ve
belalarla uğraşmasaydık. Biz biliyoruz ki onlar ümmetin ahlakını güzelleştirmek
için varlar. Öyle ki Seyda (k.s) "Nedir
bu kadar mühimmat, bir bekçi bize haber gönderseydi, kendi arabamla, kendi
çocuklarımla gelirdim. Nedir bu kadar masraf, nedir bu kadar benzin yakmaya, üstelik
işinden geri kalıp bu kadar zaman harcadılar ve vakti boşa harcadılar. Oysa birisi
bana yazılı bir kâğıt getirseydi, biz o yazılı emrin gereğini yapıp yerine
getirirdik" demekten kendini alamazda.
İşte bu müthiş hikmet dolu sözlerden
anlaşılan o ki; Allah ona öyle bir sabır vermiş ki, sıratı müstakimden milim taviz
vermemişlerdir. Allah’a öylesine kendisini adamıştı ki onu gören onda dirilmiştir.
Dahası “öyle örnek insan olmalı ki bize
gelen bizde dirilsin” ölçüsünce gayret etmişlerdir.
Bakın, Gül Neslin evladı Seyyid Fevzeddin
Hz.leri Türkiye gazetesine verdiği röportajda birlik beraberliğe nasıl vurgu
yapıyor, hep birlikte bir göz atalım:
BİRLİK İÇİNDE OLMALIYIZ
Fevzettin Erol,
1957 Siirt doğumlu. Muhammed Raşid Erol'un büyük oğlu. 1971 senesinde ailece
göç ederek Adıyaman'ın Kâhta ilçesinin Menzil köyüne yerleşirler. Fevzettin
Erol, 1983'den beri Ankara'da oturuyor. Beş kardeşin en büyüğü olan Fevzettin
Erol ile iftar için geldiği İstanbul'da konuştuk. Kevser Vakfı'nın verdiği
iftarda ziyaretlerinin amacını sorduk. İşte cevabı:
-Amacımız
Müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin sağlanmasıdır. Gerek hayır amaçlı
kurumlar olsun, gerek vakıflar olsun hepsinin gayesi Müslümanları bir araya
getirmek, bütünleştirmektir.
Vakıflar ve diğer kuruluşların birlik ve
beraberlikten sonra en fazla önem verecekleri husus ilimdir. İlimsiz hiç bir
yere gidilmez. Hazret-i Resulullah buyuruyor ki, 'İlmi talep edin, isterse
Çin'de olsun.' Bugün her şeyimiz var sayılır. Türkiye'de her şeyimiz güzel, ancak
ilim müesseselerimiz eksik ve yetersizdir. Hem dini hem de müsbet ilimlerde
yetersiziz. Bir memlekette, bir toplumda ilim bittiği zaman her şey biter. İlim
olmalı ki cehalet bitsin.
KENDİMİZİ
YETİŞTİRMELİYİZ
-İstiklallerine
kavuşan Türk Cumhuriyetleri'nin maddi ve manevi açıdan çok şeylere ihtiyaçları
var. Hem devlet, hem fertler olarak onlar için neler yapabiliriz?
-İster Avrupa olsun, ister Amerika, ister
Ortadoğu ve Türk Cumhuriyetleri olsun, oralarda bir şeyler yapabilmek için ilk
önce kendimizi iyi yetiştirmemiz lazım. Yeter ki gittiğimiz ülkelerde iyi
örnek, dört dörtlük insan olalım. Her şeyden önce maddeten ve manen kendimizi
düzeltmemiz şart. Ki, bu zamanda maneviyata çok büyük ihtiyaç vardır. Çünkü bu
alanda çok büyük boşluk var. Biz bir ara gezi yaptık, hakikaten büyük
ihtiyaçları var. Bütün vakıflar ve dini kuruluşlar oralara gitmeli. Devlet
olarak, millet olarak, vakıf ve diğer kuruluşlar olarak hepsi bu konuya bir an
evvel el atmalı. Herkes kendi çabası, kendi gücü nisbetinde yardımcı olmalıdır.
Buna hakikaten ihtiyaç vardır.
KÜLTÜRÜMÜZ YOK OLDU
-Batı
bloklaşıyor. İslam dünyasında tam olarak bir araya gelemiyor. Bu hususta birlik
ve beraberlik için görüşleriniz nelerdir?
-Yine bunu ilme bağlıyorum. Bizim
ilmi eksikliğimizden kaynaklanıyor. Ecdadımızın yolunu bırakmamızdan kaynaklanıyor.
Osmanlı İmparatorluğu 600 sene hükümran olmuş. Viyana'nın kapılarına kadar
dayanmış bile. İranlıyı, Suriyeliyi, Iraklıyı, diğer insanları birleştirmiş ve
idare etmiş. Bu adil idareyi nasıl sağladı? Bu milletler nasıl birleşti? Hiç
kuşkusuz ilimle birlik-beraberlik sağlandı. Şimdilerde bu bitme noktasında. Bir
bakıyorsun, birkaç cahil insan bir araya gelince ya küfür ediyorlar ya da
birbirini vuruyorlar. Şayet içimizde ilim sahipleri olsaydı biz bu hale düşer
miydik? Bunu bilhassa kültürümüzün ve manevi değerlerimizin yok olmasına
bağlıyorum.
-Kaybolan
manevi değerlerimizi, güzel geleneklerimizi, geri getirmek için neler
yapılabilir?
-Elhamdülillah Türkiye artık o yöne
doğru yavaş yavaş evriliyor. Şuan yaşım belki küçük ama 20 sene öncesiyle kıyas
ettiğimizde çok büyük ilerlemeler kaydetmişliğimiz söz konusu Sevindirici
noktaları görüyoruz da. Ancak tüm bu gelişmelerin 1–2 senede hal yoluna
koyulması pek mümkün gözükmüyor. İnşallah zamanla olacak. Hz. Resulullah'ın
buyurduğu gibi en nihayetinde zafer Müslümanların ve İslam’ın olacak. Buna
inancımız tamdır. Bunu bekliyoruz da.
DOĞU'YA BEYAZ SAYFA
-Siz
Ankara'da oturuyorsunuz ama Adıyamanlısınız, Doğu'yu da biliyorsunuz. Doğu'daki bölücülük fitnesinden kurtulmak
için düşünceleriniz nedir?
-Biraz gecikmiş olsa da inşallah zamanla hallolacak.
Bu konular ve bu tip sorular çok soruldu, biz de defalarca teşhisimizi
söyledik. Doğuda hem devletimize hem bizlere de iş düşüyor. İlim adamlarımız ve
işadamlarımız başta olmak üzere hepimize düşen görevler vardır. Sadece devletimize
iş düşmüyor. Bugün oraya ilim adamlarını, işadamlarını kültür elçilerini de
göndermemiz lazım. Bilhassa Milli Eğitim Bakanlığı'nın daha fazla gitmesi
lazım.
Malumunuz Doğu Anadolu eskiden ilim
merkeziydi. Bunu kimse inkâr edemez. Her köyde en az 20–30 talebe, başlarında
da bir hoca vardı. Her köy kendi ilmiyle meşguldü. Hocasına güveniyordu. Bu
yüzden diğer ideolojik akımlar giremiyordu. Maalesef bu medreseler 1970'lerden
bu yana yavaş yavaş kalktı. Bunlar kalkınca dış akımlar buralara girdiler. Halk
boşta kaldı. İlim bitti, neredeyse âlimler de tükendi...
Doğudaki
insanlarımızın eğitimi zaten yetersizdi. Medreseler de kalkınca tamamen
eğitimsiz kaldılar. Şu anda bütün Doğu Anadolu'yu arayıp tarasan bir talebe
bulamazsın. İlim yuvalarını bulamazsın. İlimsiz olan bir yer her zaman çoraklaşmaya
mahkûmdur.
Doğu Anadolu'da önce ilimle, ekonomi ile
sonra tertemiz bir siyasi sayfa açmalıyız. Bu hususta ümit varız da, yine de hiçbir şey yapılmıyor da diyemeyiz, rehaveti
bırakıp o vatandaşlarımızı bir an önce ilme, refaha kavuşturup birlik beraberlik
içinde olmalarını sağlamalı. Allah'tan
temennimiz budur. İnşallah olacaktır da.
Unutmayalım ki Doğu'da gerek ağaların,
gerek hocaların, gerekse manevi irşatçılarının
çok büyük etki gücü vardır. Kimse bunu inkâr edemez. Onun için doğru dürüst teşhis
konulup doğru tedavi yapılırsa daha güzel günlere kavuşacağımızı
söyleyebilirim. Allah'tan temennimiz de budur.
-Son
olarak zor durumdaki İslam ülkelerinin, özellikle de Çeçenistan'ın durumunu
değerlendirir misiniz?
-Müminlerin birlik ve beraberlik içerisinde
kardeş olup, nifak ve ayrılıktan kaçınması lazım gelir. Zira Kur'an-ı Kerim'de
Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız, bölünüp parçalanmayınız buyruluyor. Eğer Müslümanlar
birlik-beraberlik içerisinde kardeş olsaydı, hiçbir İslam ülkesi düşmanlarına
karşı bu hale düşmezdi. Başı eğik ve zelil olmazdı. Bizi zayıflattıkları için
bu duruma düştük.
Müminler
tek bir vücut gibidir. Bu vücudun bir parçası koparsa onun acısını bütün azalar
duyar. Çeçenistan bir kolumuzdur. Koparılmak istenen kolumuzun acısını hepimiz
duymamız lazım. Bugün muhtelif İslam ülkelerinde yüzlerce kardeşimiz gidiyor,
hiç haberimiz bile olmuyor. Neden? Çünkü zayıfız. Bu zamanda Müslümanların
birlik ve beraberliğe ihtiyacı var. Birliği sağladığımız an bu gibi olaylar
cereyan etmez. Allah (c.c) bütün İslam âlemine birliği ve dirliği nasip
eylesin. Ben birlik ve beraberlik içinde Allah'ın dinimize, milletimize ve
devletimize refah, ferahlık ve güzellikler nasip etmesini temenni ediyorum.
Keza
Seyyid Fevzeddin Hz.leri Kamer Vakfı Bülteninde ise şöyle beyanda
bulunmuşlardır:
O, HİÇBİR ZAMAN HZ.RASULULLAH (S.A.V)'İN YOLUNUN
DIŞINA ÇIKMAMIŞTIR
Niyet üzerine Gavs (k.s) Hazretleri bir gün
şöyle buyurdu:
"Şah-ı Hazne (k.s.)'in bir sohbetinde bulundum. Eğer Şah-ı Hazne (k.s.)'ın
kendi ağzından işitmeseydim inanmazdım. Şöyle buyurdu: "Ben kendimi bildim
bileli şu yaşa kadar her ne iş olursa olsun, gerek dünya işi olsun gerek ahiret
işi olsun ilk önce Allah rızası için niyet getiririm. Dünya işi olsun, ahiret
işi olsun niyetle işe başlamışımdır hep."
Zaten niyet Allah rızası
olduktan sonra dünya işi de olsa hiç farketmez, o amelden sayılır. İşte bu niyet üzerine inşaatını da yaparsın,
dükkanının çalışmasını da. Yeter ki işi başlamadan önce halishane "Yarabbi,
bu senin rızanı kazanmak içindir’ diyebilelim. Ne için? Elbette ki taat ve ibadete dönüşmesi için, İslam'ı ayakta
tutmak için, İslam'a hizmetkar olmak için. İşte bu gayeyle işe başlıyorum dediğin an bütün dünya ve ahiret işlerinin hepsi salih amel
olur.
Düşünebiliyor musunuz bu niyet üzere ömür boyu hayat geçirmek o kadar zor bir iştir ki, bizatihi babam ta buluğ çağından vefatına kadar her daim bu niyet üzere olmuştur.. Hiç kuşkusuz hizmetler Allah rızası olduğu
zaman, Allah (c.c)’da dostunu muvaffak kılıp
yolunu devam ettirir de. Madem öyle her şeyde Allah'ın rızalığını kazanmak tek
amaç olmalıdır. Yok eğer gaye dünya
menfaati, gaye gösteriş, gaye makam mevkiyse bu tür niyetler kısa bir zamanda sahibini helak
edip bitireceği muhakkak. Menfeaat üzerine olan ilişkilere şöyle bir göz
gezdirin insanlar ne birbirini tanıyor, ne de hak hukuk biliyor. Bir gün dünya menfaati
kesildiğinde bir bakmışsın o çok güvendiği suni beşeri ilişkilerin tozduman olduğunu görürsün. Beşeri ilişkiler ancak Allah rızasına dayandığı zaman mana kazanabilir.
Bakın Seyda (k.s.)'ın Gavs Hazretlerinin vefatından sonra irşada başladığı
ikinci sene çok büyük bir kalabalık ve çok büyük bir izdiham oldu. O izdihamda çok aşırı
kalabalıkla başladı. Araplar ve diğer kavimlerden olsun çok büyük akınlar
başladı. Tabii bunun üzerine o dönemin devletlüleri tarafından baskılar oldu. Şikayet
konusu oldu. Fitne kol gezince çok büyük tedirginlikler yaşandı. Bunun üzerine
sene 1973-74 arasında bir tane muvazzaf subay arkadaşımız bir gün köyü bastı. Hem
de yatsı namazı sonrasıydı. Seyda (k.s) namazdan çıktığında:
"O muvazzaf subay arkadaş
sizi istiyor" dediler.
Gittim durumu arzettiğimde oturmaları için iki sandalye koydu. Karşılıklı ikisi de
oturdu. Tabii o muvazzaf subay arkadaşımız Seyda Hazretlerine şöyle dedi:
"-Muhammed
Raşit! Sen genç ve yakışıklısın, güzelsin. Ne diye bu gençliğini heder edip bu
işe koyuluyorsun? Bakın bu işin sonu yoktur, bir faydası da yoktur. Üstelik hiç
bir şeyin de yok. Gel bu işten vazgeç. Böyle yaparsan biz senden vazgeçeriz, seni rahatsız etmeyiz de."
Bu sözün üzerine Seyda
Hazretleri dönüp şöyle dedi:
"Bak komutan biraz sabır et. Eğer bizim gayemiz Allah rızası ise
bu iş devam eder gider, böylece ne sen, ne şu, ne bu hiçbir insan bu topluluğu dağıtmaya gücü
yetmez. Zaten gayemiz Allah rızası
değilse, sabr et birkaç güne kalmaz kimse benim kapımı çalmaz. Kimse de senin
yanına şikayete gelmez. Hiç kimse de ne bizi ne de seni rahatsız eder. Her
ikimiz de kendi evimizde rahat ederiz.
Gerçekten
de gaye Allah rızası olunca bu kapının
devam ettiğini görüyoruz.. Taa irşadın başladığı günden vefatına kadar da nisbet
durmadığı gibi baskılarda durmadı. Tabii gaye Allah'ın rızası olunca çilede beraberinde
gelmektedir. Bütün maksad ve gaye Allah içindi. Bütün hal ve tavırlarında,
bütün düşüncesinde oturmasında kalkmasında ve konuşmasında hep Allah rızasını kazanmak vardı. Hiç kuşkusuz Allah’ın
muamelesi de ona göre tecelli etti.
Elbette eziyet görmüştür. Elbette çok
izdiham olmuştur. Bütün bu eziyetlerin hiçbirisi Hazreti Rasulullah (s.a.v.)'in
gördüğü eziyet kadar değildir. Zaten Hz. Rasulullah (s.a.v.)’in ümmeti
olduğumuz içindir Seyda Hazretlerinin varlığı bizim için en büyük tesellimizdir.
Öyle ya, gaye Allah'ın rızası olduktan sonra o eziyetler, o yapılan baskılar bir noktadan sonra bir hiç mesabesindedir. Madem
ki gaye Allah'ın rızası idi, O da gereğinin yapıp zerre miskal Hz. Rasulullah (s.a.v.)'in koyduğu kuralların,
hadislerin ve fıkhın dışına çıkmamıştır. Hz. Rasulullah (s.a.v.)'in yolunu yol
bilmiştir. Böylece Allah’ta yar ve yardımcısı
oldu. Madem öyle, bizler de bu hal üzere
olmamız icab eder, hem madem bu kapıya gitmişiz o halde bizde O'nun izini iz
bilmemiz gerekir.
Şayet gaye Allah içinse, Allah'tan yardım
alacaksın demektir. Fakat Allah’la arana ‘ben yaptım, ben ihya ettim, ben bir
araya getirdim’ dediğinde egonu ortaya koymuş olursun. Benlik davası gütmeyin
ki yapacağınız her şey Allah rızası çerçevesinde seyretsin. Gayeniz rıza-el
lillah olsun ki, Allah (c.c) her işte muvaffak kılsın. Her yerde yolunuzu açıp dikleşmeden
dik durabilesiniz. Yeter ki gaye Allah'ın rızası olsun, o zaman hiç bir mesele kalmayacaktır.
Eğer gaye Allah'ın rızasını kazanmak değil de dünya ve siyasi menfaatse vallahi
ruz-i mahşerde bunun cezası ağır
olup hem Allah katında hem Hz. Rasulullah (s.a.v.) hem de Seyda Hazretlerinin
yanında mahcub duruma düşeceğiz demektir. Bu sebeple ahiret yolunda çok
dikkatli olmamız şarttır. Yapacağımız hizmetlerde zerre miskal kendi nefsimizden
bilmememiz gerekir. Sırf rıza-el lillah için olmalı ki Sadatların ve
Seyda Hazretlerinin himmeti ve bereketiyle Allah bize yardım etsin, Hz.Rasulullah’da
şefaat etsin.
Aynı zamanda bu temenniden öte Seyda
Hazretlerinin de bize bir tavsiyesidir. Allah hepimizin hayırlarını kabul etsin. Allah
muvaffak etsin. İnşallah Allah (c.c) hepimizi daha nice hizmetlere eriştirir.
.
Tabi bitmedi dahası var, Gül neslin evladı
Seyyid Fevzeddin Hz.lerinin Afyon’da babasının dilinden aktaracağı en son veda
hutbesi asıl en önemli kaynak niteliğinde bir hatıra olarak gönüllerde yankı
bulacaktır. Bilindiği üzere Seyda Hz.lerinin vuslat vakti yaklaşmıştı ki, artık
Afyon’a dinlenmek için geldiklerinde sıkça sohbet eder olmuştu. Bizlerde o sıralarda genç yaşlarda Afyon’a
ziyaretine gittiğimizde Seyda Hz.lerinin hele o avluda ağaca yaşlanıp sofileri
nazar edişi var ya hiç unutamayacağımız anılar arasında yer aldı hep. Biliyorduk
ki Seyda Hz.leri sofileri çok seviyordu, öyle ki son veda konuşmasında sofiler
çok yorulmasın diye ‘Ayakta çok beklediniz inşallah cumaya evde olacağız’
sözleri sofilere olan sevgisinin bir göstergesiydi. Vakta ki Afyon’dan Pursaklara gelip bir müddet
sonra hak vaki olduğunda Sultan camiinde cenazesi yıkanır da. Akabinde bir otobüs
tahsis edilip boş koltukların üzerine boylu boyuna uzanan tabutuyla sofileriyle
birlikte yola koyulduğunda, elbette ki sofiler onu yol boyunca yalnız
bırakmayacaktır. Nitekim Menzil yoluna kafileler hareket ettiğinde Allah’a çok
şükürler olsun ki bu şerefe nail olmak bize de nasip oldu. Hatta gecenin karanlığında
bir ara kafileler mola verdiğinde Gül neslin evladının etrafında sofilerle halka
oluşturup otobüsün camından görülen tabuta bir kez daha seyre dalışımız hiç unutulmayacak
hatıralarımız arasında yer aldı. Aslında o hatırayı anlamlı kılacak en güzel
anı ise hiç şüphesiz Sultan Seyyid Muhammed Raşit Hazretlerinin 10.10.1993
pazar günü Afyon'daki ikametgâhında Menzil'e gitmeden önce yapmış olduğu, yani
oğlu Seyyid Fevzeddin Erol Hz.lerinin Türkçe çevirisiyle mana kazanan o müthiş
veda sohbeti her şeyi anlatmaya yeter artar da. Bakın Seyda Hz.leri nasıl
vedalaşıyor, bir görelim:
VEDA SOHBETİ
DÜNYA İLE
MAĞRUR OLMAYALIM
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Allah (c.c.) bizlere üç büyük nimet
bahşetmiştir. Bu nimetlere çok şükür etmemiz lazımdır. Bu nimetlerden; oruç
tutmak, zekât vermek, sadaka vermek, namaz kılmak vs. Allah’ın (c.c.) bize bahşettiği en büyük nimetlerdendir.
O nimetlerden birincisi ve en önemlisi:
Allah (c.c.) bizi Müslüman olarak yaratmıştır. Bizim de bu nimete karşılık
Allah’a (c.c.) çok ibadet etmemiz lazım.
Bu ibadetlere karşılık Allah (c.c.) Müslümanlara cenneti ve içindeki çeşitli nimetleri
hazırlamıştır ve ebedi olarak orada kalacaklardır. Ona göre ibadetleri
arttırmamız lazım gelir.
Allah (c.c.) isteseydi bizi Müslüman değil
de kâfir olarak da yaratabilirdi. Zira Allah (c.c) kâfirler için ebedi cehennem
ateşi ve azabı hazırlamıştır.
İnsan bir düşünecek olursa, bir mum
alevine bile parmağını tutsa ateşinin acısına dayanamaz. İnsan bilerek bir
ateşin bile parmağını tutamazken nasıl olur da ebedi ateş olan cehennemlik
amelleri işler, günahlardan kaçınmaz ve ibadet yapamaz? Bunu düşünerek
ibadetleri arttırmalıyız. Allah (c.c.) bütün dünyanın servetini bize vermiş
olsaydı Müslüman olabilmenin bedelini gene de karşılayamazdık.
Allah’ın (c.c.) bize sunduğu ikinci büyük
nimet: Allah’ın (c.c.) bizleri en son ve
en büyük Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)’in ümmeti olarak yaratmış olmasıdır.
Nasıl ki Hz. Muhammed (s.a.v) peygamberlerin en efdali ve üstünü ise Hz.
Muhammed (s.a.v)'in ümmeti de ümmetlerin en üstünü olarak dünyaya gelmişlerdir.
Hz. Musa (a.s.), Levh-i Mahfuz'a
baktığı zaman orada Hz. Muhammed (s.a.v.)'in öyle hasletlerini, büyüklüğünü,
faziletini görmüş ki: "Ya Rabbi, keşke beni de Hz. Muhammed (s.a.v)'in
ümmeti olarak yaratsaydın, başka bir şey istemezdim" buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdular:
"Benim ümmetimin evliyaları, Ben-i İsrail'in peygamberleri gibidir. (Bu, büyüklük bakımından değil hidayet
bakımındandır.)" Eskiden gönderilen peygamberlerin bir kısmı sadece
kendisini irşat etmiş, bir kısmı sadece kendi aile fertlerini, bir kısmı kendi
içinde bulunduğu kabilesini, bir kısmı da sadece bulunduğu köyü irşat
edebilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ümmetinin evliyaları Mürşid-i Kamiller
ise daha fazla irşatta bulunarak daha çok kimselerin (insanların) hidayete ermelerine vesile olmuşlardır.
Allah (c.c.) Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
ümmetini son ümmet olarak yaratmış, bizleri de ümmetin en son kısımlarında
yaratmıştır. Diğer ümmetler binlerce sene toprak altında (kabirde) yattıkları ve günahkâr olanların kabir azabı çektikleri
halde, bu son ümmet az bir süre toprak altında yatacaktır ve (günahkârlar için de) azapları da çok
kısa olacaktır. Kabir azabı da çok kısa bir zaman sürecektir.
Rabbül Âlemi’nin nasip ettiği üçüncü
büyük nimet ise Nakşibendî Tarikatıdır. Ebubekir Sıddık (r.anh.) ümmetin efdali
olduğu gibi, onun tarikatı da diğer tarikatların efdalidir.
Hz. Muhammed (s.a.v) Miraç'a çıktığı
zaman, Allah (c.c.) Peygamberimiz (s.a.v.) ve ümmeti için her gün 25 vakit
namazı farz olarak kılmalarını emrediyor. Miraç'tan dönüşte Peygamber (s.a.v.)
gökte Hz. Musa (a.s.)'in ruhaniyeti ile görüşüyor. Hz. Musa (a.s.) 25 vakit
namazın çok olduğunu, ahir zaman ümmetine ağır geleceğini, Allah'tan
azaltılması için niyazda bulunmasını, peygamberimize söylüyor. Resulullah
(s.a.v.)’de tekrar Allah (c.c.)'ın huzuruna varıp, 25 vakit namazın ağır
gelebileceğini, vakitleri biraz azaltması için niyazda bulunuyor. Allah (c.c.)
5 vakit azaltarak farz namazlarını 20 vakte indiriyor. Resulullah (s.a.v.)
geriye dönerken tekrar Hz. Musa (a.s.) ile karşılaşıyor. Hz. Musa (a.s.) yine
çok olduğunu, ümmetinin buna takat getirmeyeceğini söylüyor ve azaltılması için
tekrar Allah (c.c.)'ın huzuruna gitmesini söylüyor. Bu gidip gelmeler
neticesinde 5 vakit namaz Muhammed (s.a.v.) ümmeti üzerine farz kılınıyor.
Peygamberimiz (s.a.v) Hz. Musa (a.s.)'ın
bizzat kendisi ile değil, ervahıyla görüşmüştür. Tabii ki Allah (c.c.)'ın
dostları ölmez, yalnızca nakil olur, yer değiştirir. Onların himmeti, yardımı
her zaman vardır.
Hz. Musa (a.s.) Hz. Muhammed (s.a.v)'in
ümmetinin fazilet ve büyüklüğünü, Allah (c.c.)'ın yanındaki değerini Levh-i
Mahfuzda gördükten sonra: "Ya Rabbi, Hz. Muhammed (s.a.v)'in ümmeti
olamadım, ümmetini bari görenlerden olsaydım" diye arzu ediyor. O arada
İmam-ı Gazali (k.s)'ın ruhaniyeti oraya geliyor ve Musa (a.s.) ile
görüşüyorlar.
Musa (a.s.):
-Sen kimsin diye sorunca, İmam-ı Gazali:
-Muhammed oğlu Hamid oğlu İmam-ı
Gazali'yim diye cevap veriyor.
Bu cevap üzerine Hz. Musa (a.s.):
-Künyeni neden bu kadar uzun okudun?
Yalnızca İmam-ı Gazali deseydin yetmez miydi diyor.
İmam-ı Gazali (k.s)'de cevap olarak diyor
ki:
-Allah (c.c.), kelam konuşmaya gittiğin
zaman sana kim olduğunu sorduğunda sen kendini tanıtırken, "Elinde
bastonu, sırtında kepeneği olan çoban Musa’yım diye künyeni neden uzun
kullandın, sadece Musa deseydiniz yetmez miydi? sorusuna soru ile cevap
veriyor.
Hz. Musa (a.s.) ise:
-Sen Allah (c.c.)'ın büyük
peygamberlerindensin. Yani Kelimullahsın. Kitap gönderilenlerdensin. Onun için
seninle daha fazla konuşabilme şerefine kavuşmak için künyemi uzattım diyor.
İmam-ı Gazali (k.s) zamanının en büyük
âlimi idi. Ama önceleri tasavvufu sevmeyen münkir bir âlimdi. İmam-ı Gazali (k.s)'ın
kardeşi ise tasavvuf ehli veli bir zat idi. İmam-ı Gazali (k.s.)'e ilminden
dolayı her müşkülü olan fetva almaya geldiği halde, kardeşi tam tersi arkasında
bile namaz kılmıyordu.
İmam-ı Gazali (k.s) arkasında namaz
kılmadığı için kardeşini annesine şikâyet eder. Annesi bu durumda diğer oğluna
camiye, cemaate gitmesi için ısrar etti. Gayesi İmam-ı Gazali (k.s)'ın gönlünü
almaktı.
Gazali'nin kardeşi annesine:
—Anne, onun arkasında benim namazım
olmaz, dedi.
Bunun üzerine annesi daha fazla ısrar
etti:
"-Bak oğlum, o senin büyüğün, sen
cahilsin, ağabeyin âlim kişidir, herkes ona geliyor, müşkülünü halledip
gidiyor, herkesin namazı kabul oluyor da seninki neden kabul olmasın? Mutlaka
gidip arkasında namaz kılacaksın" diye çok ısrar edince sonunda camiye gidiyor.
O gün İmam-ı Gazali’ye namazdan önce bir
kişi geliyor ve hayız (kadınlık hali)
hakkında bir sual soruyor.
İmam-ı Gazali de;
"-Namazdan sonra gel,
cevabını vereyim" diyor.
Namaza başlayınca İmam-ı Gazali devamlı
olarak hayız ile ilgili suali düşünüyor ve namazın tamamını huşu içinde
geçirmeyip cevap hazırlamakla geçiriyor. Bu arada İmam-ı Gazali'nin kardeşi ise
devamlı tekbir alıp yeniliyor, bir türlü namaza devam edemiyor (Namazda olduğunu hatırlaması için),
sonunda namazı bozuyor ve tekrar kılıyor.
İmam-ı Gazali kardeşinin ikide bir
tekbir almasına ve namazı bozup, tekrar yalnız olarak kalmasına çok üzülüyor ve
annesine yeniden şikâyette bulunuyor.
Annesi: "Oğlum, neden ağabeyinin
namazına müdahale ettin, cemaatin içinde mahcup duruma düşürecek hareket
yaptın, hani bana söz vermiştin, namazı kılıp gelecektin" deyince, İmam-ı
Gazali (k.s.)'ın kardeşi annesine:
— Anne bir insan boğazına kadar kana
bulanırsa onun arkasında kılınan namaz kabul olur mu diye soruyor ve "
isterseniz bu soruyu birde ağabeyime sorsan fenamı olur" diyor.
Tabii annesi, İmam- Gazali’ye bu soruyu
aynen aktarıyor.
İmam-ı Gazali (k.s.), namazdaki durumunu
hatırlıyor, namazı hayız meselesiyle uğraşmaktan tam olarak kıldırmadığını ve
kardeşinin de keşif sahibi olduğu için haline vakıf olduğunu anlıyor.
Gerçekleri görüyor ve daha önce inkâr ettiği tasavvuf ve tarikat yoluna
giriyor, gerçekleri gördüğü ve âlim de olduğu için çalışarak kısa zamanda Gavs
oluyor (yani zamanın Gavs'ı oluyor).
İşte bu nimete layık olmak için çok
çalışalım. Hz. Muhammed (s.a.v)'e layık olmak için çalışalım.
Çünkü padişah ne kadar büyük olursa,
hizmetçisi de o kadar büyüktür.
Bakın Hasan-ı Basri (r.anh.) çarşıya
çıkmış, bir dükkâna oturmuş. Bakmış ki bir adam çarşıda elini kolunu sallaya
sallaya gururlu bir şekilde durmadan geziniyor. Hasan-ı Basri (r.anh) soruyor:
"-Bu kimdir bu kadar gururlu ellerini
kollarını sallaya sallaya yürüyor?"
Orada bulunanlar:
-Bu şahıs padişahın hizmetçisidir, onun
için böyle yürüyor, diyorlar.
Bunun üzerine Hasan-ı Basri (r.anh.):
-Ben de Sultanlar Sultanı Allah
(c.c.)'ın kuluyum. Ben neden bu adamdan daha iyi yürümeyeyim dedi ve çarşının
içinde elini kolunu sallaya sallaya bir müddet geziniverir.
Dolayısıyla bizim de çok çalışmamız, çok
ibadet etmemiz lazım.
Allah (c.c.): "İnsanları ve cinleri
bana ibadet etsin diye yarattım" buyuruyor. O'na layık olalım. Allah
(c.c.) "Benim bildirdiğim hayırları yapın" diyor. Allah (c.c.)'ın
azabı gelmeden güzel amel yapın, onun için acele edin.
Dünyada yapılan günahların azabı,
cezası, suali ahrettedir. Ölmeden önce iyi amelde acele edin.
Bir insan tek başına, yalnızken, günah
işleme fırsatı olduğu halde Allah’tan (c.c.) korkarak o günahı işlemezse, Allah
(c.c.) çok büyük ecir ve sevap yazıyor. O davranış (günahtan kaçış) onun için en hayırlı iştir. Bu durum imanın kemale
erdiğinin alametidir.
Kalabalıktan çekinerek günah işlemeyen
kimseye sevap yoktur ama yalnızken ve elinden geldiği halde, yapabilecek
durumdayken günahı işlemeyene çok sevap vardır.
Bütün insanlar, kıyamet günü hesapları
görüldükten sonra bir kısmı cennete, bir kısmı cehenneme gitmek üzere
ayrılırlar. Daha sonra herkes ayrıldıkları yerlerine gitmeden önce anne, baba,
oğul, kız hepsi birbirlerine sarılıp, vedalaşıp ayrılmaları 500 sene sürüyor.
Vedalaşma bitince melekler geliyor ve "Vedalaşma sona erdi artık yeter, ayrılın"
diyecekler ve herkes (anne, baba,
çocuklar) hak ettikleri yerlere (cennetine
veya cehennemine) gönderilecektir. Cehenneme gidenlere Allah (c.c.):
-Ey insanlar, ben size şeytana ibadet
etmeyin, bana ibadet edin, bu gerçek yoldur diye bildirdim, diyecektir.
Allah (c.c.):
-Bugün ağzınıza kilit vuracağım, ellerinizi,
ayaklarınızı teker teker konuşturacağım. Nitekim orada hiçbir şey gizli
kalmayacak. Allah (c.c.) her yaptığınızı bilir. Allah (c.c.)'ın fazlı, ihsanı
çoktur.
İnsanın omuzlarında iki melek vardır:
İşlenen bir günahı tövbe edebilir diye sağdaki melek soldaki günah yazan meleğe
24 saat yazdırmıyor, 24 saatten sonra tövbe etmezse bir günah yazılıyor. Sevap
meleği ise her sevap ve iyilik için 10 ile 70 katı sevap yazıyor, beklemeden
hemen yazıyor. Bundan daha büyük nimet var mı?
Allah (c.c.) kulunu affetmek için ufak
bir bahane arıyor.
Allah (c.c.) öyle istiyor. O halde biz de
gayret edelim.
Dünya ile mağrur olmayalım,
kandırılmayalım.
Sofiler ayakta çok beklediler. Onun için
sohbetime burada son veriyorum. Cuma'ya
kadar inşallah eve gideceğim. Allah hepimizi affetsin."
İşte Seyda Hz.lerinin vefatına sayılı günler
kala Afyonda yaptığı veda hutbesini Seyyid Fevzeddin Hz.lerinin Türkçe çevirisinin
ardından Cuma günü evinde Rahmeti rahmana kavuşurda.
Vesselam.
Kaynak: Türkiye
Gazetesi, Kamer vakfı Bülteni, Alperen
Dergisi.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2635/gul-nesil-evladin-sabr-i-cemil-metaneti.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder